Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (M)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED İSMÂİL

Hindistan'ın büyük velîlerinden. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin torunu ve Muhammed Sibgatullah'ın ikinci oğludur. İmâm-ül Ârifîn yâni zamânındaki bütün velîlerin imâmı, önderi idi.

Muhammed İsmâil, küçük yaşta, yüksek dedesi Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretlerinden ilim öğrenip, bulunmaz sohbetleri ile şereflendi. Onun teveccühlerini kazanarak, daha çocuk iken, evliyâlıkta yüksek hâllere kavuştu. Dedesinin 1668 (H.1079) senesinde vefâtından sonra, babası Muhammed Sibgatullah hazretlerinin ders ve sohbetlerine devâm etmeye başladı. Âleme ışık tutan "Kayyûm-u âlem" olan mübârek babasının teveccühleri ile olgunlaşıp, kemâle geldi. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimler ile, zamânın fen ilimlerinde büyük âlim oldu. Tasavvufta pek yüksek derecelere kavuşup, şaşkınlık sahrasında kalanlara rehber, yolunu şaşıranlara önder, nefsine ve şeytana aldananlara sığınak oldu. Yetiştirdiği talebeler, âlemi nûrlandıran birer hidâyet yıldızı gibi idi.

Muhammed İsmâil hazretleri de baba ve dedeleri gibi talebelerini pek güzel terbiye ederdi. Mübârek sözleri, yaralı kalblere merhem olurdu. Güzel huyları, sıfatları yazılacak, anlatılacak kelimelerden çok üstündür. Kalb hâllerini anlatmak ise imkânsızdır. Dünyâya hiç meyletmezdi. Haramlardan şiddetle kaçar, mübâhların bile, şüpheli korkusuyla, fazlasını terkederdi. Âlimler onun meâlen; "Allahü teâlânın indinde en iyiniz, takvâsı en çok olanınızdır" (Hucurât sûresi: 13) âyet-i kerîmesi ile medh olunanlardan olduğunu bildirdi. Nitekim gençliğinde başından geçen şu hâdise onun takvâ sâhibi olduğunun en açık delîlidir: "Gençti. Fevkalâde güzel bir yüze ve vücûda sâhipti. O memleketin ileri gelenlerinden birinin hanımı, kendisine tutuldu, âşık oldu. Sabrı ve irâdesi kalmadı. Binbir yalan ve hîle ile Muhammed Sibgatullah hazretlerine; "Evimizde bir hasta var. Oğlunuzu, Kur'ân-ı kerîm okumak üzere göndermenizi istirhâm ediyorum" diyerek haber gönderdi. Kadının, Kur'ân-ı kerîm okuma isteğine ve bu yalvarmasına dayanamayan babası, oğlunun gitmesine izin verdi. Eve vardıklarında durumu anlayan Muhammed İsmâil, ikinci katın açık penceresinden aşağı atladı. Fakat yaralandı. Acılarına aldırmayarak süratle orayı terkedip, babasının huzûruna geldi. Durumu olduğu gibi anlatınca, babası oğlunun haramlardan bu kadar çok korkmasına sevindi, cenâb-ı Hakk'a şükür secdesine kapandı."

Muhammed İsmâil hazretleri, talebelerini yetiştirmek için gecesini gündüzüne katar, bütün gücüyle çalışırdı. Yetiştirdiği talebeler içinde en büyüğü, zamânın kutb-ül aktâbı, oğlu Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretleridir. Öyle bir oğul ki; dedelerinin makâmına kavuşmuş, İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Muhammed Ma'sûm hazretlerinin esrârına vâkıf olmuştur.

Babası Sibgatullah hayatta iken Muhammed İsmâil'i diğer oğullarından ve halîfelerinden üstün tutardı. Herkesten çok onu severdi. Bunun için hepsinden çok feyze kavuştu. Çünkü bu yolda feyz almak, üstâda kendisini sevdirmesine bağlıdır. Her talebe, hocasını sevdiği kadar feyze kavuşur. Babası icâzet vererek, bir kısım talebelerin yetiştirilmesi için ona vazife vermişti. Muhammed İsmâil, vazifeli olarak gittiği yerde babasıyla mektuplaşır, ona kendisinin ve talebelerinin durumlarını bildirirdi. Babasından gelen bir mektup şöyledir:

"Allahü teâlâya hamd olsun. Sevdiği, seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gözümün nûru oğlumun mektubu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, âfiyettesiniz ve uzakta kalmış dostlarınızı unutmamışsınız. Kâbil'e gittiğinizi ve oradaki dostların yakın alâkasını yazıyorsunuz. Allahü teâlâ oradaki dostlarımıza hayırlar ihsân eylesin. Bâzı talebelerinizin garip evliyâlık hâllerini ve beyânlarını yazıyorsunuz. Bunları okumakla sevincimizi arttırdınız. Eğer tam istikâmette olduklarını ve hâllerinin şüpheden kurtulduklarını anlarsanız, talebe yetiştirmek üzere icâzet veriniz. Size vekil olan icâzet verdikleriniz ve diğer bizi sevenlerin hepsi, sizin teveccühleriniz altında bulunsunlar. Bu hususta bu fakîrden bir şey beklemesinler. Bizim rızâmız böyledir.

Tasavvufta yüksek velîlerin seçilmişlerine mahsus olan makamlardan soruyorsunuz. Ümidli olunuz. Bu fakîr sizden hiçbir şey esirgemiş değilim, esirgemiyeceğim de. İnşâallah bu yüksek makama yakında kavuşursunuz. Bilmeseniz de zararı yoktur. Çünkü bir şeyin hâsıl olması başkadır, bilinmesi başkadır. Aralarında büyük fark vardır. Bugünlerde bu fakîr, çok iyiyim. Mescide yürüyerek gidip gelebiliyorum. Fakat bir bacağımda ve dizimde biraz hâlsizlik, kuvvetsizlik vardır. Rabbimiz, inşâallah onu da geçirir. Mektuplarınızı bekliyorum. Vesselâm."

Muhammed İsmâil hazretleri yetmiş yaşından çok yaşadı ve on sekizinci asrın başlarında vefât etti.

Muhammed İsmâil'in oğullarından olan Muhammed Sibgatullah, evliyâlıkta pek yüksek makamlara kavuşmuştu. Onun halîfesi Mâverâünnehr'e, Anadolu'ya, Bulgaristan'a dağılmıştı. Mezârı, Peşâver'de Abdürrahîm Hânın bahçesindedir. İkinci oğlu Gulâm Muhammed Ma'sûm'dur ki, evliyâlıkta, makamların en yükseklerinden olan kutb-ül-aktâb makâmındaydı. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretleri, büyük oğlu Muhammed Sibgatullah'a buyurmuştu ki: "Senin neslinden çok yüksek bir oğul dünyâya gelecek. İster senin oğlun olsun ister torunun. Dünyâya gelince ona benim ismimi veriniz ve onun benim kavuştuğum makamların sâhibi olduğunu biliniz. Onun feyz ve bereketi, kıyâmete kadar evlâdına ve onun yolunda olanlara devâm edecektir. Bu yolumuzu o kuvvetlendirecektir." Daha doğmadan bu müjdelere kavuşan Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretleri büyüyünce hakîkaten buyurulduğu gibi oldu. Bütün cihân onun feyz ve bereketi ile doldu. İnsanlara rüşd ve hidâyet, onun vâsıtası ile geldi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN KA’B EL-KURAZÎ

Tâbiîn devrinin meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ka’b bin Selîm bin Esed, künyesi Ebû Hamza’dır. Ebû Abdullah da denilmiştir. Babası Benî Kureyza isimli yahûdî kabîlesinden alınan esirlerden olduğu için el-Kurazî lakabı ile tanınmıştır. Muhammed bin Ka’b, Evs kabîlesine sığınanlardandır. Medîne’de yetişen âlimlerden olduğundan el-Medenî denilmiştir.

Tâbiînin büyük âlimlerden olan İbn-i Ka’b, 660 (H.40) senesinde hazret-i Ali’nin hilâfetinin sonlarında doğdu. Sonra Kûfe’ye yerleşti. Tekrar Medîne’ye geldi. 726 (H.10 senesinde Medîne-i münevverede bir mescidde hadîs-i şerîf okuturken tavanın yıkılması üzerine cemâattan bir kısmı ile berâber enkâz altında kalarak vefât etti. Vefât târihi olarak değişik seneler de bildirilmiştir. Peygamberimiz zamanında doğduğu rivâyeti, ona âit olmayıp babasının doğumu içindir.

Muhammed bin Ka’b, Kur’ân-ı kerîmin tefsirinde, birinci tabakayı teşkil eden âlimlerdendir. Büyük müfessirlerden olup, ayrıca muhaddisler yanında da sika (güvenilir) olan râvilerdendir. Avn bin Abdullah, onun için: “Ben, Ebû Hamza-i Kurazî kadar Kur’ân-ı kerîmin tefsirine vâkıf olan bir kimse görmedim.” dedi. İbn-i Sa’d da; “Verâ sâhibi olan büyük bir âlim, çok hadis-i şerîf rivâyet eden sika bir râvi” olduğunu bildirdi. İmâm-ı Iclî de, “Kur’ân-ı kerîmi en iyi bilendi. Sâlih bir zât olup, Medîne’de hadîs rivâyet eden Tâbiînin sika olanlarındandı.” demektedir.

Ömrünü, ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirmiştir. Bir müddet Kûfe’ye gidip, orada kaldı. Sonra Medîne-i münevvereye dönmüştür. Eshâb-ı kirâmdan birçok zât ile görüşüp onlardan ilim almıştır. İlimdeki hocaları Eshâb-ı kirâmdır. Abbâs bin Abdülmuttalib, Zeyd bin Erkam, Abdullah ibni Mes’ûd, Amr bin Âs, Ebüdderdâ, Fedâle bin Ubeyd, Mugîre bin Şu’be, Ebû Hureyre, hazret-i Âişe ve daha birçok Sahabîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de kardeşi Osman, Hâkem bin Uteybe, Yezîd bin Ebî Zeyyâd, Mûsâ bin Ubeyde, Ebû Ma’şer, Ebû Câfer-i Hutamî, gibi birçok zât rivâyette bulunmuşlardır. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri, meşhur Kütüb-i Sitte imamları, kitaplarına almışlardır.

Muhammed bin Ka’b, Medîne’de bulunan ilim ehlinin en faziletlilerindendi. Fıkıh ilminde, takvâ ve verâda (haramlardan ve şüphelilerden sakınmada) da üstün bir yeri vardı. Allah yolunda mal dağıtmayı çok severdi. Bir gün eline bol miktarda mal, servet geçmişti. “Bunu, oğlun için mi alıkoyuyorsun?” dediklerinde, buyurdu ki: “Hayır, servetimi kendim için alıkoyacağım. Yâni Allah rızası için dağıtacağım. Oğlumu da Allahü teâlâya emânet edeceğim.”

Hikmetli sözleri çoktur. Herkese nasihat ederdi. Kendisine gelip soranlara cevap verirdi. Birgün Muhammed bin Ka’b’dan sordular: “Hangi huylar mümini alçaltır?” Buyurdu ki: “Çok konuşmak, kendisinde sır olarak bulunanları açıklamak ve herkesin sözünü kabul etmek insanı küçük düşürür.”

“Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayır murâd edince, onu dünyâ düşkünlüğünden kurtarır, dinde fakih kılar ve ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”

“Üç haslet sâhibinin îmânı kemâle ermiştir. Bunlar huzurda iken bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği halde haddi aşmamaktır.”

Muhammed bin Ka’b el-Kurezî, Ali bin Ebû Tâlib’in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Allahü teâlâ şükür kapısını açıp, artırma kapısını kapamaz, duâ kapısını açıp duâları kabûl etme kapısını kapamaz, tövbe kapısını açıp mağfiret kapısını kapamaz.”

“Ömer bin Abdülazîz halîfe olunca, Muhammed bin Ka’b’a birisini gönderip çağırttı ve “Bana tavsiyede bulunun, yol gösterin.” dedi. Muhammed bin Ka’b, şöyle tavsiyelerde bulundu: “Kendin için istediğini insanlar için de iste. Kendin için istemediğini, iyi görmediğin şeyi, onlar için de isteme. Şunu iyi bil ki, sen ilk ölen halîfe değilsin. Ey Halîfe müslümanların senden büyüklerini baban, orta yaşta olanları kardeşin, küçük olanları da çocukların kabûl et. Büyüklerine hürmet, kardeşlerine merhamet, küçüklerine de şefkat göster.”

"Dünyâ son durak ve geçici bir yerdir. İyiler ondan yüz çevirir, kötüler ona koşar. İnsanların kötüsü ona rağbet eden, iyisi ondan uzaklaşandır. Dünyâ kendine bağlanana sıkıntı verir, helâke düşürür. Boyun eğene hâinlik yapar. Zenginliği fakirlik, çokluğu azlıktır. Günleri gelip geçer.”

“Yeryüzü iki kişi için göz yaşı döker: Birincisi, üzerinde Allahü teâlâya ibâdet edip, sâlih amel işleyen, ikincisi de üzerinde Allahü teâlâya günâh ve isyânla vakit geçiren kimse içindir. Zîrâ günah işleyen ona çok ağırlık verir.”

Kendisinden; “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlemişse onu görür.” meâlindeki (Zilzâl sûresi: 7- âyet-i kerîmesi sorulduğunda buyurdu ki: “Kâfir olan bir kimse hayırdan zerre miktarı bir iş yapsa karşılığını dünyâdan ayrılmadan önce kendisinde veya ehlinde veya malında bulur. Karşılığını dünyâda görmesi kendisi için bir hayır değildir.

Mümin kişi de şerden zerre miktarı bir iş yapsa, âhirete gitmeden onun cezâsını kendisinde, ehlinde ve malında görür. Böyle olması kendisi için şer değildir.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED KADRİ HAZÎN

Anadolu velîlerinden. 1898 (H.1316) senesinde Cizre'de doğdu. Babasının ismi Seyyid Hâşim'dir. Babası ve annesi Peygamber efendimizin mübârek neslindendir. İlim öğrenme çağı gelince, Muhammed Hazîn âlim ve sâlihlerden olan babası ve dedesinden ders almaya başladı. Bu arada anne ve babasını kaybetti ve çok üzüldü. O sırada evlerine Gavs-ı Geylânî'nin geldiğini gördü. Ona; "Oğlum ne merak ediyorsun? Baban,Rabbi'nin dâvetini kabûl ederek gitti. İşte her hususta babanım. Maddî ve mânevî hiçbir şeyden endişe etme." buyurdu.

Mehmed Hazîn, zâhirî ilimleri MollaAbdurrahmân'dan öğrendi. Molla Abdurrahmân ondaki kâbiliyeti fark ederek sık sık; "Sakın ilmi terk etme. Şâyet terk edersen Allahü teâlânın sana verdiği bu zekâ, hâfıza ve kâbiliyet, yarın kıyâmet günü senden dâvâcı olacaktır." buyurdu. Muhammed Hazîn, MollaAbdurrahmân'ın derslerine devâm ederken gördüğü rüyâyı şöyle anlattı: "Hocamın ders verdiği câmiin bahçesinde bir incir ağacı vardı. Arştan yeşil bir nûr, direk gibi buraya inmiş, ben de o nûrun altında ve toprağı kazıyordum. Topraktan çıkan insan kemiklerini omuzuma koyuyordum. Sanki yerin dibini bulmuş gibi kazdım, omuzlarımda insan kemikleri oldukça yükselmişti." Ertesi gün rüyâsını hocasına anlatınca, MuhammedAbdurrahmân; "Elhamdülillah rüyân rahmânîdir ve şuna işârettir: Bütün seyyid cetlerinin bereketi nûru senin üzerinde toplanacaktır. Sen hepsinin vârisi olacaksın, atalarından bâzısı orada yatıyor." buyurdu.

Muhammed Hazîn sonraları Şeyh MuhammedSaid'in sohbetlerine devâm etti. Bağekun'da oturan Şeyh MuhammedSaid'i dört defâ Bağekun'da ziyâret etti. Bu ziyâretleri sırasında vilâyet makâmının en üst derecelerine kavuştu.

Hocasından icâzet alan Muhammed Kadri Hazîn, Cizre'de talebe yetiştirmeye ve insanlara Allahü teâlâya kavuşturan yolu anlatmaya başladı. Birinci Dünyâ Harbi sırasında Musul, Kerkük, Süleymâniye bölgelerini muhârebesiz alarak ele geçiren İngilizler, Cizre'ye 50 km uzaklıktaki Zaha kasabasına kadar geldi. İngiliz komutanı birkaç gün sonra Cizre'ye de geleceğini bildirdi. Bunun üzerine Cizre halkının bir kısmı silâha sarıldı, bir kısmı ise düşman esâretine girmemek için göç hazırlıklarına başladı. Bunun üzerine Muhammed Hazîn; "Hiç kimse endişe ve hicret etmesin. Hiçbir yabancı Cizre'ye giremeyecektir. Herkes emin olsun." buyurdu. Fakat sabah olunca, İngiliz ordusu Cizre'ye hareket etti. O sırada Londra'dan gelen yıldırım bir telgrafla; "Hudud, Hizil Irmağıdır. Irmağı geçmişsen de ilerlemeden hemen dön!" emri geldi. İngiliz komutanı Cizre'ye girmeden geri döndü.

Şeytana tapanlardan biri müslüman olup, Muhammed Kadri'nin talebesi olmuştu. Bir gün Cizre'den köyüne giderken yolda yağmura yakalandı. Müthiş şimşek çakıyor ve yıldırım düşüyordu. Bir ara yıldırımın, çok yakınlarında parladığını fark etti. Korkusundan hemen bir kayanın yanına siperlendi. Birkaç gün sonra Cizre'ye gidip Muhammed Kadri'yi ziyâreti sırasında, bu mevzu açılmamışken, Muhammed Kadri, onun îmânının kuvvetlenmesi için; "Geçen gün köyüne giderken şimşekten çok mu korktun da, bir kayanın dibine saklandın?" diye sordu. Talebe; "Evet. Bizim oralarda çok yıldırım düşer. Fakat o gün gibi korkulu bir an ömrümde geçirmedim." dedi. Bunun üzerine MuhammedKadri; "Şâyet ben yıldırıma teveccüh etmeseydim, yıldırım üzerine düşecekti. Allahü teâlânın izniyle nazarım yıldırımın hedefini değiştirdi." buyurdu.

Muhammed Hazîn ömrünün sonlarına doğru rahatsızlandı.Kendisini uzak yerlerden ziyârete gelen talebelerine; "Bu son görüşmemizdir. Allahü teâlânın velî kulları âhirete intikal edince, sermâyelerini de berâberlerinde götürürler. Kalbinizdeki nûr ve zikre sebeb biziz. Onun için fazla çalışırsanız, kalbinizin mânevî sermâyesi artar." buyurdu. 1961 senesi Kasım ayının on ikinci günü 63 yaşındayken vefât etti. Kalabalık bir cemâat tarafından kılınan namazdan sonra Cizre'de Nûh aleyhisselâmın makâmı denilen türbenin ayak tarafına defnedildi.

SENİN KİTÂBIN OLMAZ MI?

Muhammed Hazîn, hocasının oğlu Mahmûd ile aynı dersleri okuyordu. Molla Abdurrahmân'ın yanında bir tek kitab olduğundan bu kitabı oğluna verdi ve; "Yarın şu kadarını ezberleyeceksiniz?" dedi. MuhammedHazîn o kitabı aradı, fakat bulamadı. Düşünceli bir şekilde evine gitti. O gece rüyâsında hazret-i Ali'yi gördü.Hazret-i Ali ona; "Mahmûd'un babasının kitabı var da, senin babanın kitabı olmaz mı?" diyerek ezberlenecek kısmı MuhammedHazîn'e tâlim ettirdi ve bir okumada ezberledi. Sabahleyin derste Mahmûd tam okuyamayınca, Molla Abdurrahmân biraz sertleşti ve Muhammed Hazîn'e oku dedi. Muhammed Hazîn kusursuz ve noksansız okuyunca, Molla Abdurrahmân bunun mânevî olduğunu anladı ve sordu. Muhammed Hazîn durumu olduğu gibi anlattı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED KARSÎ



Büyük velîlerden. İsmi Muhammed Karsî, künyesiEbü's-Sirâc, lakabı Nûreddîn'dir. Kars'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Heri (Herat) şehrinde yaşadı. 1400 (H.803) târihinde Kars civârında vefât etti.

Muhammed Karsî, evliyânın büyüklerinden Muhammed Harezmî'nin bereketli sohbetlerinde yetişti. Kendisinden ilim ve edeb öğrenip velîlerin önde gelenleri arasına girdi. Güzel halleri ve kerâmetleri görüldü. Hocasından Herî (Herat) şehrinde icâzet, diploma alıp geriye memleketi olanKars'a döndü. Orada Kars'ın müftîsi ve hatîbi olarak hak yolun bilgilerini öğretti. Çok talebe yetiştirdi. Meânî ve beyân hakkında eserleri vardır. Minhâc-ül-Müzekkîn onun eseridir.

Muhammed Karsî hazretleri ömrünü Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirdi. Çocukları da sâlih kimseler idiler. Vefâtlarından yedi yıl kadar geçtikte oğullarından biri vefât etti. Onu babalarının kabri yanına defnetmek istediler. Kabri açtıklarında, toprak çöktü ve MuhammedKarsî hazretlerinin mübârek vücûdu taptâze ortaya çıktı.Yalnız mübârek beyni biraz çökmüş bir haldeydi. O günlerde zamânın evliyâsından biri rüyâsında Muhammed Karsî hazretlerini gördü ve ona kabir hâlinden sordu. Muhammed Karsî hazretleri de ona; "İlk talebe olduğum yıllardaydı. Bir gün sokaklardan birinde giderken güzel bir kadınla karşılaştım. İnsanlık icâbı ona baktım. O kadın yanımdan geçerken de güzel kokular saçmıştı. O zaman içimden; "Bunun hakîkî güzelliği kimbilir nasıldır?" diye geçirdim. Daha sonra pişman oldum, tövbe ve istiğfâr ettim. Kabrimde beynimin çökmüş olması, onun cezâsıdır." buyurdu.

Muhammed Karsî hazretlerine günahlardan soruldukta, o; "Hak yola girmiş kişi küçük günahlardan da çok sakınmalıdır. Zîrâ bu yolda küçük günah büyük günah sayılır. Hak yolcusunun organlarını günah işlemekten koruması lâzımdır. Zîrâ günâh, gönle ve bedene zarar verir." buyurdu.

KAYBOLAN HAVLU

Muhammed Karsî hazretleri zamânında Kars'ta Şeyh Kemâl isminde hal ehli geçinir biri vardı. Çok kimse onun etrâfında toplanmıştı. Kendisi de bu hâlini beğenir, kibirlenirdi. Ayrıca Muhammed Karsî hazretleri hakkında iyi konuşmaz sû-i zan ederdi ve; "Hiç bâtınî, kalbî ilimle zâhirî ilim bir araya gelir mi?" diyerek evliyâlık hallerine inanmazdı. Bir gün Kars'ta birisinin çamaşır yıkadıktan sonra kuruması için bahçesine astığı havlusu kayboldu. Ne kadar aradılarsa bulamadılar. Netîcede bâzıları kötü zan ve şüphe altında kaldı. Tam o günlerde Muhammed Karsî hazretleri Şeyh Kemâl'in evine gitti ve onun sığırını satın almak istedi. Şeyh Kemâl de sığırını sattı. MuhammedKarsî hazretleri sığırı satın aldıktan sonra hemen orada kesti ve acele ile karnını yardı. İçinden daha önce kaybolan havluyu çıkardı. Şeyh Kemâl bu hâli görünce, MuhammedKarsî hazretlerinin bâtın ilmine sâhip kerâmet sâhibi büyük bir zât olduğunu anlayıp ellerine sarıldı ve özür diledi. Talebeliğe kabûl etmesini istedi. Onun önde gelen talebeleri arasına girdi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED KUDÂME

Velî ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi Muhamed, künyesi Ebû Ömer’dir. İbn-i Kudâme ismiyle de tanınmıştır. Babasının adı Ahmed’dir. 1134 (H. 52 senesinde doğdu. 1210 (H.607) yılında Dımeşk’da vefât etti.

Küçük yaşta tahsîle başlayan İbn-i Kudâme, önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Ebû Amr’dan, babasından ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi. Sonra Mısır’a gitti. Orada Hanbelî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi ve Ali ibni Berî’den nahiv ilmini okudu. Kendi hattı, yazısı ile çok kitabı yazıp çoğalttı. Bunlardan bâzıları şunlardır. Ebû Nuaym İsfehânî’nin Hilyet-ül-Evliyâ’sı ile, Tefsîr-i Begavî, El-Mugnî, El-İbâne, El-Hırakî ve Kur’ân-ı kerîmi defâlarca yazdı. Bunları yazdığından dolayı hiçbir ücret almadı. Yazısı çok serî olduğundan, bir günde formalarca yazı yazardı. Hâfız Abdülganî bin Abdülvâhid el-Makdisî onun rivâyetlerinden olan kırk hadîs-i şerîfi toplamıştır.

İbn-i Kudâme, fıkıh, ferâiz, nahiv ilimlerini kendinde toplamış, ilmiyle amel eden, insanların ihtiyâcını karşılayan, zâhid bir zât idi. İşittiği her duâyı ezberler ve yazardı. Dîne âit ne öğrendiyse, mutlaka öğrendiği ile amel ederdi. İhtiyar olduğu hâlde devâm ettiği cemâatin en dinç olanı idi. Gençliğinden îtibâren gece yarısı kalkıp teheccüd namazı kılmış, hiç terk etmemiştir. Hanımı şöyle demiştir: “Geceleri ibâdet için kalkardı. Uyku bastırınca, yanında bulunan bir asâ ile ayaklarına vurarak uykusunu dağıtırdı.” Çok oruç tutmaktan zayıflamıştı.

Bir cenâze olduğunu işitse, hemen namazını kılmaya, birinin hasta olduğunu duysa, hemen ziyâretine giderdi. Dine bir hizmet olsa, mutlaka giderdi. Her gece, Kur’ân-ı kerîmin yedide birini, tertîl üzere, yavaş yavaş okurdu. Gündüzleri de, öğle ile ikindi arasında Kur’ân-ı kerîmin yedide birini okurdu. Sabah namazını kılınca, tesbîhleri çektikten sonra, Kur’ân-ı kerîmden şifâ âyetleri denilen âyet-i kerîmeleri okurdu. Bunları ayrıca bir forma hâlinde de yazıp mihrâba asmıştı. Uyku bastırmaması için alıp, çok defâ okurdu. Sabah namazından sonra, güneş iyice yükselinceye kadar Kur’ân-ı kerîm okurdu. Sonra kuşluk namazı kılardı. Biri gece, biri de gündüz olmak üzere iki defâ secde yapar, bu secdelerde uzun müddet durur, duâ ve tesbîh ederdi.

Her Cumâ mutlaka sadaka verirdi. Berâber bulunduğu kimselerin sıkıntılarını giderir, yardım ederdi. Uzakta olanların çocuklarını sorar, ilgilenir, ihtiyaçlarını karşılar, yardım ederdi. Akrabâsına ve diğer fakirlere yardım eder sadaka verirdi. Elbisesinden fazla olanları dağıtır, kendisi, zarûret mikdârı ile kalırdı. Bâzan elbisesiz ve gömleksiz kaldığı da olurdu. kuru ekmek yer, hasır üzerinde yatardı. Çok kere kendi ihtiyâcı olan şeyleri de muhtaçlara sadaka verirdi.

Bir defâsında, bulunduğu belde halkından bir kısmına devamlı yiyecek vererek sıkıntılarını gidermişti. Evine bir şey geldiği zaman, gelen şeyi herkese paylaştırırdı. “Sâhibi ile kabre girmeyen, sâhibinin kabirde faydasını görmediği ilim, ilim değildir.” ve “Siz sadaka vermezseniz, size de verilmez. İsteyene siz vermezseniz, başkaları verip, sevâbını alır.” derdi.

İnsanlara hitâb edip konuştuğu zaman, kalbleri rikkat ve incelik tarafına çeker, çok tesirli konuşurdu. Sohbetinde insânlar ağlayıp, göz yaşı dökerdi. Son derece heybetliydi. Bir talebe ondan bir mesele sormak istese, heybet ve vekarı karşısında toparlanırdı. O, mescide girdiği zaman, talebeler susup, kısık sesle konuşurlardı. Yolda oynayan çocuklar onu görseler, heybetinden, ona olan sevgi ve hürmetten dolayı kenara çekilirlerdi. Bir şey emredince derhal yerine getirilirdi.

Dünyâya düşkün olmaktan ve lüzumsuz işlerden çok uzak dururdu. Duâsı makbul bir zâttı. Duâsı ile hastâlar şifâ bulurdu.

Vâlilere ve devlet adamlarına mektuplar yazıp, muhtaçlara yardım etmelerini isterdi. Kendisine bir muhtaç gelse, bir mektup yazıp vâliye gönderirdi. Bir gün vâlilerden biri ona; “Sen bize, yardım etmek istemediğimiz kişileri de gönderiyorsun, fakat senin mektubunu geri çevirmek istemediğimizden yardım ediyoruz.” deyince, vâliye; “Biz, bize gelen hiçkimseyi geri çevirmiyoruz. Siz gönderdiğim mektubu ya kabûl edersiniz veya hiç göndermem.” Bunun üzerine vâli; “Sizin gönderdiğiniz hiçbir mektubu aslâ geri çevirmeyeceğiz” dedi.

Bir zât şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında İbn-i Kudâme hazretlerinin huzûruna gittik. Üç kişi idik ve çok acıkmıştık, yiyecek bir şeyler istedik. Bize, içi süt dolu küçük bir tabak getirdi. İçine ekmek doğranmıştı. Ondan yedik ve doyduk. Yerken bakıyordum, tabaktakiler hiç eksilmiyordu.”

Muhammed bin Ebî Bekr bin Amr şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında beni yanına çağırdı. Rahatsızlığımdan perhiz yapıyordum. Beni yemeğe başlattı ve bir kimse yemekten önce; “Şehidallahü ennehü lâ ilâhe illâhü” (Âl-i İmrân: 1 âyet-i kerîmesini ve “Kureyş” sûresini okursa ve sonra yerse, o yemek ona zarar vermez.” buyurdu.

Ebû Bekr Abdullah bin Hasan bin Nühhâs şöyle anlatmıştır: “Babam onu çok severdi. Bir Cumâ günü bana, Cumâ namazını onun arkasında kılacağım dedi. Ben de berâber aynı câmiye gittim. Benim mezhebimde Fâtiha'dan önce Besmele çekilir. Onun tâbi olduğu mezhebde çekilmez. Acabâ bundan namazıma bir zarar gelir mi diye düşünmüştüm. Mescide vardık. Muhammed bin Ahmed hazretleri orada idi. Babama selâm verip, sarıldı. Sonra; "Kardeşim namazını kıl, kalbini hoş tut. Çünkü ben, insanlara imâm olduğum günden beri her namazda Fâtiha’dan önce Besmele çekiyorum. Babam bana dönüp, bunu unutma!" dedi.”

Kabir ziyâreti için veya başka bir sebeple bulunduğu dağlık bölgeden indiği zaman, hurma toplayıp götürür, kimsesiz ve yetimlere dağıtırdı. Geceleri kim olduğu bilinip, tanınmayan kimseler ona para ve un getirirdi. Kimseyi azarlamaz geri çevirmez ve hiç kimsenin kalbini kırıp, incitmezdi. Haramlardan son derece sakınırdı.

Sultan Selâhaddîn Kudüs’e geldiğinde, onu ziyâret için yanına gitmişti. O sırada namazda idi. Namazını ve duâsını tamamlamadıkça sultan ile ilgilenmedi. Sultan Selâhaddîn ile savaşlara katıldı, cihâd etti.

Muhammed bin Ahmed hazretlerinin Cebel denilen yerde bir medresesi vardı. Bu medreseyi Kur’ân-ı kerîmin ve fıkıh ilminin öğretilmesi için vakfetmişti. Pekçok talebe o medresede ilim öğrenip, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişti. Vefâtından önce günlerce hasta yattı. Hastalığı sırasında, önceki gibi namazlarını kıldı, nâfile ibâdetlerini, Kur’ân-ı kerîm okumayı, zikir ve duâları terk etmedi.

Vefât edeceği sırada yakınlarını yanına topladı. Kıbleye döndü. Onlara takvâyı, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasakladıklarından sakınmalarını, Allahü teâlânın kendilerini her ân gördüğünü ve yaptıklarını bildiğini, ona göre hareket etmelerini, dosdoğru olmalarını tavsiye etti. Sonra başında Yâsîn-i şerîfi okumalarını söyledi. Son nefesinde; “Şüphe yok ki Allah, râzı olduğu İslâm dînini sizin için seçti. O hâlde ancak müslüman olarak can verin.” meâlindeki Bekara sûresi 132. âyet-i kerîmeden bir kısmını okurken vefât etti. Vefâtında hiç malı ve parası yoktu. Şam'da Kasyun dağında Sefh denilen yere defnedildi.

Abdülmevlâ bin Muhammed’den şöyle nakledilmiştir: “Muhammed bin Ahmed hazretleri kabre konulunca, kabri başında Kur’ân-ı kerîm okuyordum. Bir yerinde yanlış okumuşum. Kabirden seslenip, yanlışımı düzeltti. Sesini duyunca korkup, titremeye başladım.”

Yine şöyle anlatılmıştır: “Kabri başında Kehf sûresi okunuyor, o da kabirden: “Lâ ilâhe illallah” diye sesleniyordu.”

İbn-i Kudâme hazretlerinin bir şiirinin tercümesi şöyledir:

“Ne zaman oyalanmaktan ve boş şeylerden vaz geçeceksin? Saçın ağardı, zayıflık, ihtiyarlık ve elem geldi, ölüm yaklaştı. Başa gelen bu işten ve gafletten dolayı hayâtım boyunca ağlasam ve göz yaşım bitseydi, bundan dolayı kınanmazdım!”

KEÇİ BOYNUZU

Ebû Muzaffer şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında kulunç hastalığına yakalanmıştım. Ağrıların şiddetinden çok sıkıntı çektim. Bir gün yanıma Ebû Amr Muhammed bin Ahmed hazretleri geldi. Elinde küçük parçalar hâline getirilmiş harnûb (keçi boynuzu) vardı. Bana bundan ye dedi. Yanımda bulunanlar, o kulunca zararlıdır, arttırır dediler. Ben onların sözüne aldırmayıp, alıp yedim ve hastalıktan kurtuldum.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED KUDSÎ BOZKIRÎ


Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim, tasavvuf ehli ve velî. İsmi, Muhammed bin Mustafa bin Îsâ'dır. 1784 (H.119 senesinde Konya'nın Bozkır kazâsının Aliçerçi köyünde dünyâya geldi. Annesi Halîme hanımdır. Hocası Ödemişli Hasan Kudsî Efendiye nisbetle, Kudsî denildi. Kudsî lakabını ona Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin verdiği de rivâyet edilmiştir. Halk arasında Memiş Efendi lakabıyla tanındı. 1852 (H.1269) senesi Muharrem ayının on üçünde, Salı günü, yetmiş bir yaşında iken Seydişehir yakınlarında Çavuş köyünde vefât etti. Aynı yerde defnedildi. Türbesi bu köyde olup ziyâret edilmektedir.

İlim ve irfân ile meşgûl olan bir âilenin çocuğu olarak dünyâya gelen Muhammed Kudsî Efendi, küçük yaşta Bozkır'ın Karacahisar köyüne gitti. Orada akrabâlarından İbrâhim Efendi adında Ebû Saîd Hâdimî hazretlerinin talebelerinden ilim sâhibi bir zât vardı. Onun terbiyesinde büyüdü. İbrâhim Efendi vefât edince, oğlu Muhammed Efendinin huzûrunda tahsîline devâm etti. Sonra Kayserî'ye, bilâhare İstanbul'a, Trakya'da Tırhala'ya, Hâdim ve Antalya'ya gitti. Gittiği yerlerde ilim öğrenip tahsîlini tamamladı. Aklî ve naklî ilimlerde yetişip, her ilimde söz sâhibi oldu. Memleketine geri geldi. Karacahisar köyünde yerleşip evlendi. Tâliblerine ilim öğretmekle meşgûl oldu.

Bu sıralarda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, halîfelerinden Ödemişli Hasan Kudsî Efendiyi Konya'ya göndermişti. Hasan Efendi, Konya'nın etraf ve havâlisini dolaşarak, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'den (r.aleyh) aldığı feyzleri saçmaya başladı. Hâdim'i ziyâret etti. SonraKaracahisar'a geldi.Karacahisar'da ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl olan MuhammedKudsî Efendi, Hasan Kudsî hazretlerinin kendi taraflarına doğru yola çıktığını duyunca, talebelerini toplayıp karşılamaya çıktı. O mübârek zâtı birkaç gün köyünde misâfir etti. İlim ve feyzinden istifâde etti. Hasan Efendiye hayran kaldı. Dersi ve talebeyi bırakıp, muhabbet sarhoşluğu ile HasanKudsî'nin peşisıra Seydişehir'e gitti. Seydişehir'e varınca, Hasan Efendi; "Muhammed Efendi, senin hâtırın için Seydişehir'de on gün kalıp, tâlim ve terbiyen ile meşgûl olacağım. Sonra sen geri dön. Meclis ve taleben dağılmasın. Dersler kesildiği zaman Konya'ya gel!" buyurdu. On gün orada kaldı. Sonra, talebelerinin başına döndü. Dersler kesilince Konya'ya gidip, beş ay Hasan Efendinin sohbetinde bulundu. Evliyâlığın yüksek derecelerine kavuştu. Kalbinden Allah sevgisinden başka her şeyi attı. Bin yıl düşünse, Allah sevgisinden ve Allah rızâsından başka bir şey aklına gelmezdi. Kemâle gelip icâzet, diploma aldı. Hocalarından aldığı ilim ve feyzi yaymak, Allahü teâlânın kullarınıO'nun râzı olduğu yola kavuşturmak vazifesi ile, Hasan Efendinin; "Memleketine git, irşâd ile halkı Hakk'a dâvet eyle!" emri üzerine, Karacahisar'a döndü. Orada ilim ve feyz saçmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmekle meşgûl olurken, Mevlânâ Hâlid'i görüp, sohbetine kavuşmak arzusu dayanılmaz bir hâl aldı. Her şeyi bırakıp Şam'a doğru yola çıktı. Allahü teâlânın rızâsı için çıktığı bu yolculukta, çok sıkıntı çekip pekçok mânevî nîmetlere kavuştu. Şam'a varınca, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sohbetleri ile şereflendi. Kırk gün sohbetlerinde bulunup, feyzlere mazhar olarak, bizzat Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin icâzeti ile şereflendi. Yine memleketine gidip, akrabâ ve hemşehrilerini Hakk'ın rızâsına kavuşturmakla vazifelendirildi.

Karacahisar'a geri dönüp yeniden insanlara feyz saçmaya başladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. O belde insanlarının kendisine çok alâka göstermesi, bâzı kimselerin hasedine yol açtı. Hattâ kendisini tüfekle öldürmeye kalkıştılar. Ama Allahü teâlânın izniyle, bir kerâmet olarak kendisine doğru tutulan tüfek yana çevrildi. Bu kerâmeti meşhûr olunca, Karacahisar'da duramaz oldu. O zaman Hâce köyü nâmıyla meşhûr olan Üçpınar kasabasına hicret etti. Burada da on yedi sene kalıp tâliblerine ilim ve feyz saçtı. Ancak orada da fitne ve fesat ateşi körüklendi. Bâzı kendini bilmez câhil kimselerin muhâlefetine mâruz kaldı. Oradan Seydişehir'e hicret etti. Seyyid Hârun Velî hazretlerinin şehri olan Seydişehir'de, âdetâ bir güneş gibi doğdu. Çevreye ışık saçtıklarını iddiâ eden bâzı kimselerin yıldızları söndü. Hattâ kendi talebelerinden Abdullah Efendi adında birisi bile, onun bu ihtişâmına dayanamayıp hased etti. Muhammed Kudsî Efendi, bu hâle çok üzüldü. Onların affedilmeleri ve hidâyete kavuşmaları için duâ etti. Bu sırada Üçpınarlılar, hatâlarını anlayıp, içlerinden beş yüz kimseyi seçerek, özür dilemek ve Muhammed Kudsî Efendiyi tekrar memleketlerine dâvet etmek üzere Seydişehir'e göndermişlerdi. Muhammed Kudsî Efendi, Seydişehir yakınlarında Çavuş köyünde bulunduğu bir sırada, Üçpınarlılar geldiler. Hemşehrilerinin dâvetini kendisine bildirdiler. Ancak Muhammed Kudsî Efendinin büyüklüğünü ve kıymetini takdir ve tasdik eden Çavuş köyü ahâlisi, onun Üçpınar'a gitmesine rızâ göstermediler. Her iki taraf da inleyerek, sızlayarak gece yarılarına kadar yalvardılar. Hangi tarafa meyletse öbür taraf kırılacaktı. Muhammed Kudsî Efendi, zor durumda kaldı. Teheccüd namazını kılıp, Allahü teâlâya el açtı. Allahü teâlânın rızâsı için kendisini dâvet eden bu müslümanların hiçbirini kırmak istemiyordu. Duâ edip, bu dünyâdan göçmenin, zorluktan kurtulmanın en kısa yol olduğunu gördü. Allahü teâlâya duâ etti. "Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu, nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur" meâlindeki Yûnus sûresi altmış ikinci âyet-i kerîmesini okuyup gözlerini yumdu.Sabahtan kuşluk vaktine kadar "Allah... Allah..." dedi. Kuşluk vakti rûhunu Rahmâna teslim edip, bu sıkıntılı dünyâdan ebedî güzellikler âlemine göçüp gitti. Cenâze namazı Çavuş köyünde kılındı. Aynı köyde defnedildi. Kabr-i şerîfi onun büyüklüğünü bilenler tarafından ziyâret edilip, feyzinden istifâde edilmektedir.

Muhammed Kudsî Efendi vefât edince; Muhammed Behâeddîn, Ubeydullah, Hâlid, Zeynel'âbidîn, Abdullah, Sıddîk ve Hasan adlarında yedi oğlu dört kızı kaldı. Anadolu'nun pekçok kasaba ve köylerine dağılan talebeleri, hocaları vâsıtasıyla aldıkları feyzleri her tarafa yaydılar. Bu mübârek kimselerin yetiştirdiği talebeler, Doksan üç harbine, Balkan, Çanakkale, Birinci Cihan ve İstiklâl harbine katılıp, bu vatanın bize mîrâs kalmasında büyük emek sarfettiler. Birçokları, bu uğurda canlarını fedâ edip, şehîdlik şerbetini içtiler. Oğullarından Muhammed Behâeddîn Efendi tarafından, tercüme edilen Şems-üş Şümûs kitabında Muhammed Kudsî Efendinin hayâtı ve dîn-i İslâma hizmetleri uzun anlatılmaktadır.

Muhammed Kudsî Efendinin halîfelerinin başlıcaları şunlardır: Bozkır-Kayapınar köyünden Velî HâfızEfendi, Hisarlık köyünden Mustafa Efendi, İstanbul'da Hacı Feyzullah Efendi, Ahıska'dan Hacı Halîl Efendi, Sivas'dan Hacı Mustafa Efendi, Bozkır-Otan (Evtân) köyünden Muhammed Efendi, Kovanlık köyünden Velî Hâfız Efendi, Yalıhöyük köyünden İbrâhim Efendi, Ahırlı köyünden Süleymân Efendi, Akseki kazâsı Çemi köyünden Hacı Muhammed Efendi, Alanya Kızılağaç köyünden Ahmed Efendi, Elmalı'dan Hacı Hüseyin Efendi, Seydişehir'de Hacı Abdullah Efendi, Rûşenbe kazâsının Senir köyünden olup Yalvaç'ta oturan Hacı Hasan Efendi, Burdur'da Abdullah Efendi, Buhârâ'dan gelip Taşkent'te yerleşen Fâdıl Efendi, Alanya'da Ali Efendi, Ermenek Lafza köyünden Ali Efendi, Tavas (Davdas) köyünden Mustafa Efendi, Üregil'de Ali Efendi, Antalyalı Ali Efendi, Niğde'deAbdülkâdir Efendi, Konya'da Hâfız Ahmed Efendi ve Nûrî Efendi, Alibeyhöyüğü köyünde Hacı Ahmed Efendi, Tarsus'ta Gönlükü Hacı İbrâhim Efendi, Akseki-Manâval köyünden Süleymân efendiler (aynı isimden iki kişi), Seydişehir-Karaviran köyünden Abdullah Efendi, Çavuş köyünden türbedâr Mûsâ Efendi, Beyşehir'de Hacı Ahmed Efendi, Güzelhisar'daHacı Efendi, Bozkır'da Ahırlı köyünden Hasan Efendi, Kırımlı Hacı Efendi, Isparta'da Osman Efendi, Manisa'da Ali Efendi, Tekeli'de Ali Efendi, Hâdim-Purluğu köyünden Ali Efendi, Belviran-Kanka köyünden Hüseyin Efendi, Manisa civârında İsmâil Efendi, Düşenbe kazâsı Senir köyünde Hacı Efendi, Bayır köyünde Abdürrahmân Efendi, yine Bayır köyünde Muhammed Efendi, Trabzonlu Muhammed Efendi, Aladağ-Yağcılar köyünden Abdülkâdir Efendi, Konyalı Hacı Ömer Efendi, Şebinkarahisar'dan Nûrî Efendi, Bozkır'da Mire köyünden Mustafa Efendi.

Muhammed Kudsî Efendi, orta boylu, esmere yakın buğday tenli, açık alınlı, kaşlarının arası açık, ince uzun kaşlı, gözleri siyâh, burnunun ucu yüksekçe, ağzı büyükçe, sakalı sık bir zât idi. İri ve kuvvetli kemikliydi. Alnında vilâyet nûru parlar, âniden göreni heybet kaplardı. Vakar ve sekîne sâhibi idi. Aslâ kahkaha ile gülmezdi. Bâzan tebessüm ederdi. Güleç yüzlü, dili çok fasîh, yüzü pek melîh idi. Gören ayrılmak istemezdi. Hep mârifetten ve hakîkatten konuşurdu. Hiç fuzûli konuşmazdı. Hep hayırlı nasîhat ederdi. Dünyâ veya bir başka bakımdan gönül sıkıntısı ile huzuruna gelen, hakîmâne sözlerini dinleyince, gönlü açılır, içi rahatlar, dünyâ ve dünyâlık sevgisinden ve arzusundan kurtulur, bir anda, bütün kalbi ile Allahü teâlâya yönelirdi. Garîblere, yetimlere, miskinlere acır, yardım ederdi. Cömertlikte zamânının bir tânesiydi. Borçluların borçlarını öderdi. Dünyâ değil, âhiret zenginiydi. Dâhilî ve hâricî, nafaka ve giyeceklerini üzerine aldığı yirmiden çok cemâati vardı. Gelen giden misâfiri sayısızdı. Taşlık bir köyde oturduğu hâlde, hepsini yedirir ve giydirir, herkesi dünyâdan uzaklaştırır, âhirete yaklaştırırdı. "Rızk için üzülen kimse, insan defterinden hâricdir" buyururdu. Dînin ahkâmına riâyette canını fedâ ederdi. "Bir kimsenin dînimizin emir ve yasaklarına uymada ne kadar noksanı varsa, tasavvuf yolunda da o kadar noksanı vardır" buyururdu.

Kerâmet göstermekten çok sakınırdı. Talebesinin ihlâsına sebeb olacaksa izhâr ederdi. Kâbiliyeti az olan bir talebesi, üç saatlik mesâfedeki bir köyde kendi kendine; "Ne için bir hocaya bağlanayım ve bir takım sıkıntılar çekeyim, bundan sonra diğer insanlar gibi dünyâ işimle meşgûl olayım?" diye düşünüp, o hazretin huzûruna geldi. Ama içinden geçeni hiç kimseye söylememişti. Muhammed Kudsî Efendi; "HacıEfendi, yol göstericisi olmayana şeytan yol gösterir değil mi? Doğru yoldan çıkmağa akıllı kimse nasıl cesâret edebilir?" buyurup, onu bozuk düşüncelerden kurtarmış, hak yolda devâm etmesine vesîle olmuştu.

Vazife verdiği bir talebesi rahatsızlanarak verilen vazifeyi yapmaya dayanamadı, memleketine gitmek istedi. "Gitme, vazifeyi tamamla, korkma, ölmezsin" buyurdu ise de, îtimâd edemeyip gitti. Memleketinde, hasta ve ümîdsiz hâlde yatarken, bir gece o hazreti yanında gördü. Elinde bir kazma vardı. Karnında ağrıyan yere, o kazma ile, bir defâ kuvvetle vurup, oradan bir şey çıkarırken uyandı. Hastalıktan eser kalmadığını gördü. Tekrar gidip hocasına teslim oldu.

Kendisini imtihân için, yemekleri helâlden olmayan bir ziyâfete çağırdılar. Yemekleri görünce, Allahü teâlânın izniyle helâlden olmadıklarını anladı. Ev sâhibinden özür dileyip, yemeklerden yemedi. Ev sâhibi, onun büyüklüğünü anlayıp, tövbe etti. Hâlis talebesi oldu.

Cebinde para olmadığı hâlde, para isteyenlere, elini cebine sokar çıkarır para verirdi. Bu kerâmet kendisinde çok sık görülürdü.

Ders okumak, ilim tahsîl etmek için uzaklara gitmiş bir talebesi, bir meseleyi anlayamayınca, rüyâsına girer, ona öğretir, gelince de latîfe yollu ona takılırdı.

Vefâtından on üç sene sonra türbesi yapılırken, lahdi açıldı. Vücûdu, hayattaki gibiydi. Kefeni ve teni hiç bozulmamış, yeni defnolunmuş gibiydi.

OSMAN KULUNU BAĞIŞLA

Derin âlimlerden olan Osman Efendi, Muhammed Kudsî'nin bâzı talebeleriyle sohbet ederken, bu büyükler yoluna inanmadığını söyler, onlara dil uzatırdı. "Seni üstâdımıza götürelim" diye zorladılar. "Gelirim, fakat elini öpmem" dedi. Muhammed Kudsî hazretlerinin huzûruna geldiler. OsmanEfendi, içeri girer girmez, feryâd edip, birden düşüp bayıldı. Ağzından köpükler gelmeğe başladı. Bir saat sonra ayıldı. Sağına soluna baktı. Muhammed Kudsî Efendi kendisine; "Gördüğünüz burada var mıdır?" buyurdu. "Yoktur" dedi. "Sizin irşâdınız bizden değildir" buyurdu. Talebeler, bu hâle hayret ettiler. Sonra elini öpüp çıktılar. Dışarı çıkınca Osman Efendiye; "Niçin bayıldın?" dediler. Şöyle anlattı: "İçeri girip hoca efendiyi görünce, bana bir hâl geldi. Feryâd ettim. Kendimi, kıyâmet kopmuş, arasatta amellerimi tartarlarken gördüm. Hiç bir hayırlı amelim çıkmayınca, emr-i ilâhî gelip; "Bu kulumu Cehennem'e atın!" dendi.Zebânîler tuttular. "Yâ Rabbî! Ben senin Kur'ân-ı azîmini öğrendim ve öğrettim. Bu kadar hadîs ezberledim. Şu kadar tefsîr aklımdadır. Benim hiç hayırlı amelim yok mudur?" diye yalvardım. "Hiçbiri ilâhî dergâhda makbûl olmadı" emri geldi. Umudum kalmadı. Yardım dileyeceğim yer kalmadı. Âniden büyük bir zât göründü. Uzunca boylu, iri yapılı, yeşil cübbeli, büyük sarıklı olup, güneş gibi parlıyordu. "Yâ Rabbî! Osman kulunu bana bağışla" buyurdu. Uyandım. Etrâfıma bakındım. Böyle bir zât aradım. Göremeyince, Muhammed Kudsî buyurdu ki: "Sizin irşâdınız bizden değildir. Yâni benden değil, benim de hocam olan Mevlânâ Hâlid hazretlerindendir."

Osman Efendi çok ağladı. Ettiklerine pişmân oldu. İstiğfâr etti. Bütün mülkünü ve kitaplarını fakirlere ve talebeye hediye edip, doğruŞam-ı şerîfe gidip, hazret-i Mevlânâ Hâlid'in huzûru ile şereflendi. Osman Efendiye, kırk gün ibâdet etmesini emir buyurdu. Kırk gün tamamlanınca, hücresinden birçok sesler duyuldu. Hizmetçilerden biri, Mevlânâ Hâlid hazretlerine; "Efendim, Osman Efendinin hücresinden sesler geliyor" deyince, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Osman Efendi, evliyânın reîsi oldu. Duyulan sesler, evliyânın rûhlarının sesleridir." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED KUMUL EFENDİ

İstanbul velîlerinden. İsmi, Muhammed Kumul'dur. Hüseyin Paşazâde Kumul Bey de denir. İstanbul'da doğdu. 1726 (H.1132) târihinde Başrûznâmeci iken İstanbul'da vefât etti. Fındıklı'da deniz sâhilinde bulunan Molla Çelebi Câmii yanında Şeyhülislâm Sadreddînzâde Muhammed Sâdık Efendinin kabrinin bulunduğu etrâfı çevrili yere defnedildi. Kabr-i şerîfi ziyâret mahallidir.

Muhammed Kumul Efendi, tahsîlini İstanbul'da yaptı. Devlet hizmetinde Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn adı verilen memuriyete tâyin edildi. Bu sırada Mekke-i mükerremede Ahmed Yekdest Cüryânî hazretleriyle görüşüp, ondan tasavvuf ilmini öğrendi ve icâzet, diploma aldı. Ahmed Yekdest hazretleri kendisini çok sever ve İstanbul'a giden talebesiyle mektup gönderir, ona, Kumul Efendinin sohbetine gitmesini söylerdi.

Ahmed Yekdest hazretleri mânevî terbiyesini hakkıyla verip yüksek derecelere ulaştırdığı talebesi Mehmed Emin Tokâdî'yi İstanbul'a gönderirken ona nerede kalacağını sormuştu. O da cevâben; "Siz nerede emrederseniz." deyince, ona bir mektup verip; "Al bunu İstanbul'da Hâcegânı Dîvân-ı Hümâyûndan Hüseyin Paşazâde Kumul Muhammed Bey vardır. Varınca bu mektubu ona verirsin. Seni onun sohbetine havâle ettik. Ne buyurursa itâat et. Ona teslimiyetin bize teslimiyettir." buyurup kıymet ve fazîletini bildirmiştir.

Mehmed Emin Tokâdî hazretleri anlatır: "İstanbul'a varınca doğruca Muhammed Kumul Efendinin kaldığı yeri buldum. Mektubu verdim. Beni kucaklayıp gözlerimden öptü. Bana izzet ve ikrâmlarda bulundu. Kalacağım yeri temin etti. Muhammed Efendinin sohbetlerine iştirâk edip, yanıbaşında oturuyordum. Nice kimse sohbetlerini dinliyordu. Yalnız kaldığımızda bana tasavvufun inceliklerine âit bilgiler, mârifetler anlatırdı. Bir müşkilim olunca, ben sormadan bir menkıbe, ibretli hâdise anlatır, anlattıkları ile derhal müşkilim ve suâlim hallolurdu."

Mehmed Emin Tokâdî hazretleri anlatır: Muhammed Kumul Efendi vefâtından önce, hasta iken, bana şöyle vasiyette bulundu: "Şu birkaç cilt kitabı Dârüsseâde ağası Beşir Ağa'ya götür. Bizim duâ ettiğimizi söyle. Bunlar Medîne-i münevvereye gönderilecek. Bunların konulacağı yeri onlar bilirler. Gönderip bizi duâdan unutmasınlar." dedi. Birkaç gün sonra vefât etti. Vasiyetleri üzerine o kitapları alıp, vâlilerin toplantı günü olan Çarşamba günü huzurlarına vardım. Kalkıp kucaklaşarak, yanlarına oturmamı söyledi. Hâl hatır sorduktan sonra, İstanbul'da bulunup, ziyâretlerine fazla gidemediğim için üzüldüğünü söyledi. Merhûm MuhammedKumul Efendinin selâmını söyleyip kitapları arzettiğimde, büyük bir üzüntü ve ağlama ile kitapların yerine gönderilmesi için emir verdi. Meclistekilere beni tanıtıp, âhiret kardeşimizdir dedi. Vedâ edip kalktığımda, hizmetçilerine şöyle emretti: "Bize gelenler dünyevî bir iş için gelirler. Bu zâtı iyi tanıyın. Geldiği zaman misâfir var diye bekletmeyin. Zîrâ bunlar bizi Allah rızâsı için ziyârete gelirler." dedi. Koynuma bir kese koydu. Sonra içinde yüz altın olduğunu gördüm. Evime dönüp kendi hâlim ile meşgûl iken, bâzı dostlar ısrar ederek evlenmemi istediler. Merhum Muhammed Kumul Efendinin mahallesi olan Filyokuşu'nda evlendim ve ders vermek, ilim öğretmekle vakit geçirdim."

Mekke-i mükerremede bir gün gâib namazı kılındığını görenler sorduklarında; "Haremeyn-i şerîfeyne büyük hizmetleri görülen Muhammed Kumul Bey İstanbul'da vefât etti. Onun namazıdır." demişlerdir. O gün tesbit edildiğinde tamı tamına İstanbul'da cenâze namazının kılındığı vakte rastladığı anlaşılmıştır.

Muhammed Kumul Efendi, İstanbul'da Dârüsseâde ağası İstanbul Vâlisi Beşir Ağa ile sık sık görüşür sohbet ederdi.Beşir Ağa da Ahmed Yekdest hazretlerinin talebesi olduğundan aralarında derin bir muhabbet vardı.

Muhammed Kumul Efendi ömrünü hak yolun bilgilerini öğretmekle insanların kalplerine Allahü teâlânın ve onun sevdiklerinin sevgisini yerleştirmekle meşgûl oldu. Vefâtından az önce hastalığı sırasında Mehmed Emin Tokâdî'ye bâzı vasiyetlerde bulundu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED KUTUB

Büyük İslâm âlimi ve meşhûr velî. İsmi, Muhammed bin Kâsım Bağdâdî'dir. Seyyiddir. Kutub, Velî, Kutb-i Arvâsî, lakapları vardır. Doğum târihi ve yaşadığı asır ihtilâflıdır. Kabri Arvas'tadır. Arvas seyyidlerinin ilk ceddi bu zâttır. Arvas'ta şarkın müstesnâ âlimlerinin ve büyük velîlerinin yetişmesine vesîle olmuştur.

Baba ve dedeleri Hülâgû'nun Bağdât'ı istilâsı sırasında, Musul'a oradan da Anadolu'ya hicret etmiştir. Pekçok âlim ve velî yetiştirmişlerdir. Muhammed Kutup da babası Kâsım Bağdâdî'den icâzet ve hilâfet aldı. Babasının izniyle Hakkârî tarafına gitti. Feraşîn Dağlarında yedi sene daha riyâzetle meşgûl oldu. Bu zaman içinde devamlı Hızır aleyhisselâm ile görüştü. Onun mânevî terbiyesinden de çok istifâde etti. Çok yüksek hallere ve kerâmetlere sâhib oldu. Yedi sene sonra bir kış günü Şabata'nın bir köyünde misâfir olmuştu. O gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz; "Evlâdım, Hakkâri Emîri İbrâhim Han Abbâsî hastadır. Bu meyveleri götür yesin. Allahü teâlâ şifâ ihsân eder." buyurdu. Uyanınca baş ucunda mevsim kış olmasına rağmen içinde yaz meyveleri bulunan bir sepet gördü. İçinde incir, nar ve hıyar vardı. Hakkâri emiri İbrâhim Han da kalb gözü açık hal sâhibi bir zât idi. Muhammed Kutup, yanına gelmek üzere yola çıktığı sırada; "Şu anda Ehl-i Beyt-i Nebeviden bir zâtın kokusunu aldım. Karşılamak isterim ancak hastayım karşılamaya çıkamıyorum. Gidip onu karşılayınız teşrif buyursunlar. Ziyâreti ile şerefleneyim." dedi. Adamları karşılamak üzere çevreye çıktılar. Karşılarına derviş hâlinde bir mübârek zât çıktı. Beklenen zât olduğunu anlayıp; "İbrâhim Han teşrifinizi bekliyor" dediler ve yanına götürdüler.

Muhammed Kutup, İbrâhim Han yanına girince selâm verdi. Sonra getirdiği meyveleri verdi. Yeryemez hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu.

İbrâhim Han; "Derviş sen kimsin, kimin oğlusun, nereden geliyorsun, bu kış mevsiminde bu yaz meyveleri ne oluyor?" diye sorunca, Seyyid Muhammed; "Adım Muhammed'dir. Babam şu anda Pay köyünde bulunan SeyyidKâsımBağdâdî'dir. Bu meyveleri Ferâşin Dağlarından getirdim." dedi. Bu cevap üzerine Hakkâri beyi, sıradan bir dervişle karşı karşıya olmadığını anladı. Çünkü bu mevsim Ferâşin Dağlarında, bırakın bu meyveleri bulmayı, vahşî hayvanların dahi aç dolaştığı bir zamandı. Oradan tâze yaz meyveleri getirmek, ancak büyük bir kerâmet olabilirdi. Gerçekten de öyleydi. Hakkâri Beyi, Seyyid Muhammed Kutub'a çok hürmet etti ve itibar gösterdi. Kadıyı çağırıp kızı Fâtıma'yı Seyyid Muhammed'e nikâhladı. Bahar mevsimine kadar orada kaldı. Bu müstesnâ evlilikten kıymetli Seyyid âilesi çoğaldı. Herbiri birer cevher olan kıymetli seyyidler asırlar boyunca yetişegeldi.

Seyyid Muhammed hazretlerinin arzusu üzerine ilim öğretmek için ve insanları irşâd ile meşgûl olacak münâsib bir yer aramaya çıktılar. Etrâfı dolaştılar. Bunlar arasında, şimdi Van vilâyetine bağlıBahçesaray (Müküs) kazâsının güneybatısında bulunan Arvas Dağının vâdisini beğendiler. Hemen İbrâhim Han ile birlikteArvas köyünün ve külliyesinin temelini attılar. Bir ev, bir dergâh ve bir de medrese yaptılar. İkisi de sırtında taş taşıyıp, hâlen mevcûd olan iki katlı câmiyi inşâ ettiler. İbrâhim Bey, ayrılmadanArvas ve çevresini, irşâd için vakfetti. Sonra duâ isteyip Hakkâri'ye gitti.

Seyyid Muhammed Velî, burada vakit geçirmeden tedris ve irşâda başladı.Câmiden başka, gerekli kitaplar için bir kütüphâne yaptırdı ve sonra, meşhûr olan Arvas kitaplığını kurdu. Birinci Cihan Harbinde, Rusların işgâli zamânında, ermeniler tarafından bu kitaplık yakılmıştır. İçinde üç bin el yazması eser bulunan bu kitaplığın zâyi olması, ilim nâmına büyük bir kayıp olmuştur.

Değişik îtikâdların, bozuk inançların çok bulunduğu bu bölgeyi seçmesi ve ölünceye kadar ilim öğretmekle ve irşâd ile ahâliyi Ehl-i sünnet ve cemâatin ana caddesinde toplamaya çalışması ve bunda büyük muvaffakiyet elde etmesi, din, millet, devlet ve insanlık sevgisinin en büyük işâretidir. Cenâb-ı Hak iyi niyeti sebebiyle, ona kendisi gibi İslâma, millete hizmet eden büyük vârisler vermiş, Arvas, şarkın din nâmına müstesnâ âlimleri ve velîlerini yetiştirmiştir. Bunun için Molla Muhammed Velî (Kutub) ünvânı ile meşhûr olmuştur. Arvas seyyidlerinin ilk ceddi budur. İrşâdı geniş bir sahaya yayılmıştır. Hattâ Türkistan'a kadar duyulmuş, Buhârâ'dan nâmını duyan Şemseddîn Buhârî, oradaki tâliblerini bırakıp, Arvas'a gelmiş, Seyyid Muhammed Velî hazretlerinin talebesi olmayı, şeref bilmiş ve bir daha memleketine dönmeyip, orada vefât etmiştir. Kabri, mürşidinin kabrine 20 m kadar mesâfede dere tarafında, asırlık bâdem ağaçları arasındadır.

Muhammed Kutup hazretlerinin oğlu Seyyid Kemâleddîn'dir. Onun oğlu Seyyid Cemâleddîn olup, "Âlim-i Rabbânî", "Âlimüddîn" isimleri ile meşhûr olmuştur. Seyyid Cemâleddîn küçüklüğünde babası tarafından iyi yetiştirilmekle berâber, babası vefât edince, daha çok ilme sarılmış, hârikulâde mânevî yardımlar görmüştür. Bütün ulûm-i İslâmiyeyi hayrete şâyân bir biçimde öğrenmiştir. Bu hârika gelişme karşısında hayrete düşen çevresi ona "Âlim-i Rabbânî" ismini vermişlerdir. Böylece tam bir dirâyetle şerîat ve tasavvuf bilgilerinde babasının halefi olmuştur.

Bunun oğlu Seyyid İbrâhim, onun oğlu Seyyid Muhammed Şehâbeddîn'dir. Onun oğlu Seyyid Muhammed olup, "Velî" ünvânı ile de tanınır. Onun oğlu Seyyid Abdullah Arvâsî'dir. Bunların hepsi de, baba ve dedeleri gibi, ilim, irfân ve velâyet sâhibi olup, kimi vaktinin kutbu, kimi asrının gavsı olmuşlardır. Hepsi de, din ve dünyâ ilimlerinde, tasavvuf ve velâyette kemâl mertebesinde olup, asırlarca bölge halkına ışık vermişlerdir. Hepsinin kabirleri, mezkûr Arvas köyü kabristanındadır.

Şâfiî mezhebinde olup, diğer üç mezhebi de bilirler, okurlar, okuturlar ve öğretirlerdi. Hâkim olan tarîkat, babadan oğula intikâl eden Kâdirî ve belli bir yerden îtibâren ilâveten Çeştî ve daha sonraları Nakşibendî idi. Takvâ, verâ, zühd, ilimle amel, doğruluk, ihlâs, muhabbet ve benzeri güzel haller ora halkının yemek, içmek gibi günlük hayâtının icâbı idi. Bu bakımdan orada zararlı değişiklikler, bid'atler, dînî bakımdan zayıflıklar olmazdı.

Seyyid Abdullah hazretlerinin, Seyyid Abdurrahîm ve Seyyid Abdurrahmân adlarında iki oğlu vardı. Seyyid Abdurrahîm'den Doğu Bâyezîd Arvâsî Seyyidleri kolu, Seyyid Abdurrahmân'dan, Hakkâri, Müküs ve Hizan Arvâsî seyyidleri gelmektedir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED MA'SÛM

Büyük âlim ve velî. 1880 (H.129de Arvas'ta doğdu. 1942 (H.1361)de yine Arvâs'ta vefât etmiştir. Kabri, mübârek babası Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin kabri yanındadır. Çok zekî, âlim, ârif, kâmil bir zâttı. Önce Arvâs Medresesinde ve babasının terbiyesinde ve derslerinde yetişti. Sonra sıra ile, Başkale Medresesinde Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin yanında bir müddet, Arvas Medresesinde iki sene, Müküs'te Mîr Hasan Velî Medresesinde bir sene, Gevaş kazâsının İzzeddîn Şerîf Medresesinde iki sene, Diyarbakır-Cizre Mîr Abdullah Medresesinde bir sene, Mardin-Kasımpaşa Medresesinde bir buçuk sene, en sonra Van'ın Erciş kazası Delû köyündeki Hasan Ağa Medresesinde üç sene tahsilden sonra, 1899'da icâzetnâme alıp, senelik 828 kuruş maaşla Adilcevâz kazasının Hâtuniyye Medresesinde müderris oldu. Muvaffakiyetinden dolayı taltif edildi. Kendisine; "Bursa Müderrislik İlmî Pâyesi" verildi. 1910'da Adilcevâz müftülüğüne, aylık 400 kuruşla tâyin olundu.



Seyyid Ma'sûm Efendi, Birinci Dünyâ Harbinde, milis kuvvetleri ile harpte büyük hizmetler yapmıştır. Van müdâfaa-i hukûk cemiyetinin kurucuları arasında bulunarak İstiklâl Savaşını destekledi. TBMM'ne Van meb'ûsu olarak dâvet edildi fakat katılmadı. Bundan sonra hayâtı, zâhiren sıkıntı ve üzüntülerle geçti. 1942'de vefât etti. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin en değerli ve güvendiği eshâbından olup, hal ve kerâmetler sâhibiydi. Memleketinden uzak kaldığı zamanlarda iken, bâzı işlerini cinler görürdü.

Kızları, Nûriye, İsmet ve Atiyye hanımlardır. Oğulları, Seyyid Muhammed Bâkır, Konya'da vefât etti. Ankara'daBağlum'da medfûndur. Seyyid Muhammed Selîm Arvas'ta medfûndur. Seyyid Salâhaddîn Maraş'ta vefât etti. Seyyid Abdülhakîm İstanbul'da vefât etti.Seyyid Tâhâ Efendi Mekke'de vefât etti. Cennet-ül-Mualla kabristanında medfundur. Diğer oğulları Seyyid İbrâhim, Seyyid Bedreddîn ve Seyyid Muhammed Emîn Garbî Efendilerdir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED MA'SÛM FÂRÛKÎ

Evliyânın meşhûrlarından, büyük İslâm âlimi. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ıRabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine; "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi dördüncüsüdür. Mecdüddîn ve Urvet-ül-vüskâ lakablarıdır. Urvet-ül-vüskâ; sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1599 (H. 1007) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkıinde doğdu.

Muhammed Ma'sûm hazretleri doğduğu zaman babası; "MuhammedMa'sûm'un dünyâya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç ay sonra yüksek hocamın (MuhammedBâkî-billah'ın) huzûruna kavuştum, ona talebe oldum. Gördüklerimi orada gördüm." buyurmuştur. Daha üç yaşında iken, tevhîd kelimesini söylerdi. Kur'ân-ı kerîmi kısa sürede ezberledi. İlim tahsîl ettiği sırada, on bir yaşında iken, zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı. İmâm-ıRabbânî hazretleri onun hakkında; "MuhammedMa'sûm'un günden güne ân-be-ân bizim nisbetimizi elde etme hâli; dedesinin yazdığı Vikâye kitabını, o yazdıkça arkasından ezberleyen Şerh-i Mevâkıf sâhibinin hâline benzer." buyurdu. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri yine onun için; "Bu oğlum, sâbikûndan (bu ümmetin büyüklerinden) dir." buyurdu.

O daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki: "Hâl, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yoktur." Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma'sûm hazretleri, ilim tahsîline başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; "İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır." buyururdu. Daha on dört yaşında iken babasına; "Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur." diye arzedince, babası; "Sen zamânının kutbu olursun." buyurarak müjde verdi. Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir: "Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun. Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum."

Muhammed Ma'sûm, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır: "Bu günlerde oğlum Muhammed Ma'sûm, Şerh-i Mevâkıf'ı bitirdi. Bu aradaYunan felsefecilerinin kusur ve hatâlarını iyi anladı. Nice faydalara kavuştu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun." İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık'tan ve babasının halîfelerinden olan büyük âlim MuhammedTâhir-i Lâhorî'den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma aldı.

On altı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde etmiştir: "Bu fakîr, (yâni Muhammed Ma'sûm) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâm-ı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kontrol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli hakîkatleri beyân eyledikleri zaman bu fakîrden başkası, şerefli huzurlarında yoktu. Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için hamd ü senâlar olsun."

Muhammed Ma'sûm, mübârek babasının feyzleri ve teveccühleriyle çok çabuk kemâl derecelerine ulaştı. Kavuşma yolu pek kısa oldu. Bir ömür boyunca elde edilenler, günler ve aylara sığdırıldı. Öyle yetişti ve yükseldi ki, onun bereketi ve feyzleri bütün âleme yayıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki: "Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum. Bu denî, aşağı ve hakîr dünyâdan göç etmem yaklaştı." Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî buyurdu ki: "Bu fakîr, bu gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret edip; "Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur." buyurdu.

Muhammed Ma'sûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vâz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini evliyâlık mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip, irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir haftada evliyâlık kemâlâtına ererler
di. Bâzılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.

Muhammed Ma'sûm hazretlerinin yetiştirdiği mürşid-i kâmillerden herbiri, bulunduğu yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak olan doğru yolu anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu mükemmel hizmetler, îzâh edilemeyecek kadar umûmileşti, yaygınlaştı ve asırlar sonrasına aksetti. Talebelerinin meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî hazretlerinin kabri İstanbul'dadır. İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biridir.

Muhammed Ma'sûm hazretleri 1657 (H.106 senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki: "Bu yerlerin her tarafını Peygamber efendimizin nûrları ile dolmuş buluyorum." Mekke ve Medîne'de bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz hâller müşâhede eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı. Buyurdu ki: "Mekke-i mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudûm yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe'yi tavaf ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma hasretinin insanlarda olamayacağını gördüm. Her defâsında Kâbe'yi üç defâ medhederlerdi. Kâbe'nin etrâfından göğe kadar her yeri kaplamışlardı."

Yine şöyle buyurdu: "Mekke'den Arafat'a gitmek için yola çıktım. Mina'ya varınca, namaz kılmak için Mescid-i Hîf'e girdim. Peygamber efendimiz o mescidin yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda oradaMûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmın makamları vardı. Bu mescidde oturduk. Allah'ın Peygamberi tam bir heybet ve celâl ile geldi. O'nun o mübârek latîf vücûdu sebebiyle yer gök nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü."

Mekke-i muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşiHâce Muhammed Saîd hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti.Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allahü teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki: "Duâ esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâya duâ ettiğim sırada, mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar. Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu."

Yine buyurdu ki: "Kâbe'de idim. Hazret-i İbrâhim'i, makâm-ı İbrâhim'de gördüm. Onun yakınında inanılmıyacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum."

Peygamber efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri Rebî'ul-evvel ayının on ikinci gecesi, Kabe'deMültezem'in yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzlette, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlullah efendimize tazarrû, yalvarma ve ilticâda bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile meşgûl olmam için emrolundum. Allahü teâlânın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi. Hattâ bunu terketmemin hiçbir şekilde rızâsına uygun olmadığı anlaşıldı.

Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretleriMekke-i mükerremeden ayrılıp, Cidde'ye geldiği zaman buyurdu ki: "Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında, içindekilerden daha çok görünmeğe başladı. Zîrâ, huzurda iken, nûrların ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu yüzden hiçbir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor." SonraMedîne'ye gitmek üzere yola çıktı.

Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebînin nûrlarının eserlerinin, dalgalarının görünmesi, duyulmağa başlaması, bir an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi Sahâbe-i kirâmın mübârek mezârlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vâdisine gelince, Sugra'da yatan Bedir muhârebesi şehîdlerinden hazret-i Abdülhâris'in mezârını ziyârete gitti. Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârın başında murâkabe eyledi. Sonra; "Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni karşıladı." buyurdu.Sonra Medîne'ye girdiler. Medîne'de Peygamber efendimizin kabrini ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve; "Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanıma geldi.Lütf ve inâyet buyurup beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun gibisine bu zamâna kadar kavuşmamıştım." buyurdu. Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimizi bu şekilde defâlarca görmüştür.

Muhammed Ma'sûm hazretleri Medîne-i münevverede bulunan Eshâb-ı kirâmdan birçok zâtın ve diğer büyük zâtların medfûn bulunduğu Bakî' kabristanını da ziyârete gitti.Bu ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile görüştü. Bakî' kabristanında vedâ ziyâreti yaparken, hazret-i Osman'ın nûr saçan mezârı başında oturdu. Diğer mezârları da ziyâret için oradan ayrılırken, hazret-i Osman'ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç defâ öptü. Ayrıca hazret-i Abbâs'ın, hazret-i Âişe'nin, hazret-i Fâtıma'nın, Peygamber efendimizin küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim'in ve diğer büyüklerin rûhâniyetini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine kavuştuğunu, herbirinden ayrı ayrı hâller gördüğünü bildirmiştir.

Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin yüksek talebelerinden olan MuhammedHanîf-iKâbilî, gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında iki büyük zâtı görür. Kim olduklarını merak edince biri gelip; "Her ikisi de Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ıRabbânî hazretlerinin oğludur. Biri rahmetler hazînesi Muhammed Saîd, diğeri Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm'dur." dedi. O da beni Muhammed Ma'sûm'un huzûruna götür deyince, o şahıs da; "Ben senin yanına onun işâreti ile seni götürmek için geldim." dedi. Onu alıp MuhammedMa'sûm hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf, büyük müjdelerle dolu olan bu rüyâsından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil'den Serhend'e gitti.Serhend'e varınca Muhammed Ma'sûm hazretlerinin huzûruna girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil'e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf'e geldiler: "Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız." dediler. Ve; "Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend'den Kâbil'e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz." diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve; "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim." dedi.

Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf'e; "Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim." dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de; "Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır." buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! MuhammedMa'sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.

Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "Yalnız MuhammedHanîf'in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve ziyanlara düşersiniz." Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma'sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur." buyurup, ayrıldılar.

Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır: "MuhammedMa'sûm hazretleri bana icâzet verdikten sonra, memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Bunun üzerine; "Efendim, irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise sarfedecek bir şeyim yoktur." dedim. Bu sözler üzerine bana; "Ey Sofi! Bir parça kırmızı ve bir parça da siyah kâğıt getir." buyurdu. Hemen gidip getirdim. Mübârek elleri ile o kâğıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi. Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi kendime; "Bu tasarrufu bana ihsan etselerdi, ne iyi olurdu" dedim. Kalbimden geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki: "Peki bu tasarrufu Hak teâlânın izniyle sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kağıdı ıslatırsan gümüş olur."Sonra izin alarak, memleketime gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazifesine devâm ettim. Halk tarafından çok sevildim ve böylece onlara hizmet ettim." Bu talebesinin ismi, altın yapan Kâbilli Sofi mânâsında; "Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî" diye meşhûr olmuştur.

Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma'sûm hazretlerine talebe olmuştu. Bir gün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi kaçırmamak için hocası Muhammed Ma'sûm'un huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma'sûm hazretleri sıkıntısını kerâmetiyle anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı misâfirine onar tâne olmak üzere yetmiş tâne, "Enbe" denilen yemiş verdi. Ayrıca altı misâfiri için, "Eşrefî" denilen altı altın para verdi ve; "Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada bulunduğun müddetçe, sana misâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver." buyurdu.

MuhammedMa'sûm hazretlerinin, Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda yetişip halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz kumaş vermişti. Verirken de; "Bu kumaşta bereket vardır." buyurmuştu. Sofî Pâyende uzun zaman o kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyaçlarını temin etti. Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş yapan Sofî mânâsında "Sofî Pâyende Kerbâs" ismi ile meşhûr olup anıldı.

Muhammed Ma'sûm hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden olan Hâce Muhammed Sıddîk'a, Peşâver'de irşad, talebe yetiştirme vazifesi verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretlerini çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver'den, Serhend'e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra binip yola devâm ediyordum. Yolda katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir çâresizlik içinde iken hocam Muhammed Ma'sûm hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni ile hocamın imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam âniden gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp, yerden kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına kapanıp, bu yardımından dolayı memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada göremedim."

Yine, talebelerinin büyüklerinden HâceMuhammedSıddîk şöyle anlatmıştır: "Hocam MuhammedMa'sûm hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada, memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten sonra, yolda derin bir su kenarında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Su beni boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim. Tam bu sırada hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri gözüküp elimden tuttu ve beni boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu."

Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: "Bir gün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak sahralara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki sahraya dalıp şehirden çok uzaklaşmışım. Sahrada öyle susamıştım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Mâ'sûm hazretleri uzaktan gözüküverdi. Hemen şevk ile sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helak olmaktan kurtuldum."

Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce Muhammed Sıddîk'ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında hayvanıma odun yükleyip getirirken yük devrilip yıkıldı. Yalnızdım ve tekrar yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma'sûm hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve gözden kayboldu."

Muhammed Ma'sûm hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle anlatmıştır: "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri bana, icâzet-i mutlaka ve hilâfet verip; "Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler." buyurup, memleketime dönmemi söylediği zaman kendisine; "Bizim memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri bilmezler, zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hattâ böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sert tabiatlı ve sıkıntı vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itâat etsinler. Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve muhlislerden olurlar." diye bildirdim. Bunun üzerine hocam; "Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin. Oradaki bütün insanlar sizi severler." dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi oldu."

Sa'dullah Hân, Şâh Cihân'ın yanındayken, Muhammed Ma' sûm hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma'sûm hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve MuhammedMa'sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler gönderdi. "Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin." diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma'sûm hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki: "Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi." O Hânın adamlarına; "Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor." buyurdu. Sa'dullah'ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa'dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.

Berekât-ı Ma'sûmî kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Evrengzîb'in oğlu, zamânın pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh'ın meclisindeydim. MuhammedMa'sûm hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki: "Sultan Evrengzîb, Keşmîr'e giderken, irşâd diyârı olan Serhend'den geçiyordu. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene, pâdişâh olmasının beşinci senesiydi. Ben de babamın yanındaydım. Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana geçecektir." buyurdu. Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı. Evrengzîb'in pâdişâhlık müddeti elli sene idi."

Muhammed Ma'sûm hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa'bân ayının on beşinci gecesi, yâni duâların kabûl olduğu, ecellerin takdir edildiği Berât gecesinde, talebelerinden bâzı hâdiseleri sorup cevap aldı. Sonra da; "Bir kutbun ismini yaşayanlar defterinden sildiler." buyurarak, vefât edeceğine işâret etti.Yine vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup; "Pek yakında kemâl sâhiplerinden birinin mezârı burası olur." buyurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu görenler bu sözdeki işâreti anladılar. Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini sorduğunu ve babasının cevâbında; "Burada her şey rahmet iledir" buyurduğunu bildirdi ve ertesi gün vefât etti.Vefâtları 1668 (H.1079) senesi Ağustos ayının on yedinci günü öğle vakti idi. Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya sıra gelince, yıkayıcı; "Bu mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum." dedi. Bunun üzerine MuhammedMa'sûm hazretleri kendisi, hayatta olanlar gibi ağzını açtı, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada bulunanlar bu hâli görünce şaşırdılar. Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı, hayatta iken; "Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur" buyurduğu yer oldu. Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgir, kabri üzerine yüksek kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ında, bu oğluna yazdığı mektuplar vardır.

Muhammed Ma'sûm hazretlerinin kıymetli neslinden pekçok veli yetişmiş ve zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyzleri yayılıp nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yeryüzünün meşhûrları olmuşlardır. Hidâyet ve irşâdda yüksek derece kazanmışlardır.

Muhammed Ma'sûm hazretlerinin üç ciltlik; Mektûbât-ı Ma'sûmiyye adlı bir eseri vardır. Bu üç cildde toplam altı yüz elli iki mektup vardır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pakistan'ın Karaçi şehrinde bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektuplar arasından yüz kırk bir adedi seçilerek; Müntehâbât-ı Ma'sûmiyye adı ile İhlâs Holding A.Ş. tarafından bastırılmıştır. Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri Mektûbât-ı Ma'sûmiyye'sinin 1. cild 4. mektubunda şöyle buyurmaktadır:

"Bu bir köşede unutulmuşu hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile gönderdiğiniz mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan cenâb-ı Hakk'a bağlılığınızı ve O'nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhir zaman fitne ve zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleştirir ve kendi hicrânı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük nîmettir! Bu nîmetin kıymetini bilip, şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i emmârenin azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen, izzet-i nefs perdesini tamâmen yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır. "Nîmetlerime şükrederseniz, onları arttırırım." (İbrâhim sûresi: 7) buyrulmuştur.

Ey mes'ud ve bahtiyâr kardeşim! Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti (yâni gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısınız. "İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir." hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi isteyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.

Mübâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsüllerin öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fıkıh kitaplarında bildirilmiştir.

Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.

İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına ve edeblerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri yapılmazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuşmanın) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın sevgili Peygamberi buyurdu ki: "Bir mümin namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennet'te olan hûriler onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder."

Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur'ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak, kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları, tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden bir kısmını bu fakîr, toplamıştım. Mevlânâ MuhammedHanîf almıştı. Zamânınızın çoğunu; "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz.Fârisî beyt tercümesi:

Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!

Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!" (Birinci cild, on dördüncü mektup.)

Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri buyurdu ki: "Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur."

"İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr olur."

"Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istigfâr, tövbe etmek çok faydalıdır."

"Kulun ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına bağlıdır."

"Sâlih amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez."

"İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."

"İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."

"İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır."

"Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun!O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar."

"Vakitleri zikr ve tefekkür ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir."

"Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı(geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.

"Bid'atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır."

"Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."

"Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli olmalıdır."

"Kur'ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur."

"Cennet'e girmek ancak rahmet-i ilâhî iledir."

"Ömrün en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahdır. Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, mârifetullahı, ömrün en kötü zamânı olan ihtiyârlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!"

"Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!"

"Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını geciktirmez."

"Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır."

"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır."

"Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr olmuşlardır."

"Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp, âhireti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır."

"Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur."

"Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlullah efendimizin rûhuna, sonra da diğer meyyitin rûhuna hediye etmelidir."

"Seher vakitlerinde ağlamayı ve istigfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak addetmelidir."

"Seher vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı ve ağlayarak namaz kılıp istigfâr etmeyi ganîmet bilmelidir."

"Attâr-ıŞiblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının sebebi sorulunca; "Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden ağlamaktayım" dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; "Meclislerde kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum." buyurdu."

"İslâmiyete uymadıkça, hiçbir vakit mârifet-i ilâhî hâsıl olmaz."

BOL NÎMET VE BEREKET

Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: Peygamber efendimizin mihrâbının yanında öğle namazını kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesiriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i seâdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa nûr saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasından göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini hiçbir zaman göremediğim, sultanların tâcı ve hil'atı gibi, bir tac ve hil'atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve pek kıymetliydi. O anda bana bildirdi ki: "Mübârek vücudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil'at, diğerlerine benzemez." Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan, gece gündüz devâm üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler nehir gibi akıyor. Nitekim, onun hakkında Kur'ân-ı kerîmdeAllahü teâlâ meâlen; "Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik" buyuruyor.

YETİŞ EY HOCAM!

İcâzetini verip, talebeden birine,
Gönderdi hizmet için, kendi memleketine.

Hâce Muhammed Sıddîk, adlı bu talebesi,
Gidip, Allah yoluna, dâvet etti herkesi.

Lâkin özlediğinden, pek fazla üstâdını,
Ziyâret maksadiyle, yaptı hazırlığını.

Sonra ata binerek, yola çıkıp giderken,
At ürküp, kendisini, düşürdü üzerinden.

Ve hem de bir ayağı, takıldı üzengiye,
Başladı hayvan onu, yerde sürüklemeye.

Etraf da ıssız olup, kimsecikler yoktu pek,
Nerdeyse ölecekti, yerde sürüklenerek.

Çâresizlik içinde, kapadı gözlerini,
İstedi üstâdının, yardım ve himmetini.

“Allah’ın izni ile, ey hocam, yetiş hemen,
Çok zor bir durumdayım, kurtar beni bu hâlden.”

Kalbinden geçirince, hemen bu murâdını,
O, bir anda yetişti ve durdurdu atını.

Takılan ayağını, atın üzengisinden,
Çıkarıp halâs oldu, ölüm tehlikesinden.

Ayağa kalktığında, düşündü ki o ilkin:
“Teşekkür eyliyeyim, hocama, bu iş için.”

Ve lâkin göremedi, onu kendi yanında,
Zirâ o, göz önünden kaybolmuştu ânında.

Aynı zât anlatır ki, hocamın derslerine,
Muntazaman gittiğim, günlerde bir gün yine,

Âile efrâdımı, ziyaret etmek için,
Memlekete gitmeye, hocamdan aldım izin.

Hazırlığımı yapıp, yola çıktım nihâyet,
Sonra bir su yanında, mola verdim bir müddet.

Bir insan boyundan da, derindi hem de o su,
Gömleğimi çıkarıp, yıkamak ettim arzû.

Ve lâkin birden bire, ayaklarım kayarak,
Düştüm suyun içine, yüzü koyun olarak.

Suda yüzmesini de, mâlesef bilmiyordum.
“Beni bu vaziyetten, kim kurtarır?” diyordum.

Böyle çok zor durumda, kalınca en nihâyet,
Yine ben üstâdımdan, istedim, yardım medet:

“Allah'ın izni ile, çabuk yetiş ey hocam,
Yoksa bu su içinde, az sonra boğulacam.”

Ben böyle düşünürken, üstâdım geldi birden,
Beni, sudan çıkarıp, kayboldu göz önünden.

Yolculuk yapıyordum, bir gün yine sahrada,
Susuzluk tesîriyle, otururdum arada.

Yürüyecek tâkatim, kalmadı en nihâyet,
Hattâ yoktu etrafta, sudan eser, işâret.

“Ne yapacağım” diye, düşünürken böyle ben,
Baktım, yine üstâdım, teşrîf etti âniden.

Beni tutup, bir suyun, başına götürerek,
Bekledi baş ucumda, kendime gelene dek.

O sudan kana kana, içip döndüm ben geri,
Baktım yine üstâdım, terk eylemiş bu yeri.

İBRİĞİN SIRRI

Muhammed Ma'sûm, bir gün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara fırlattı. Hizmetinde bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi.Talebesi, önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. "Acabâ ne kusur ettim." deyip, MuhammedMa'sûm hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini MuhammedMa'sûm-i Fârûkî hazretlerine bildirdi. MuhammedMa'sûm hazretleri buyurdu ki: "Ona söyleyiniz korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada, kana susamış bir arslana rastladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda elimde ve yanımda ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana fırlattım ve o zavallıyı kurtardım."

Bu hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: "Sahrâda âniden bir arslan gördüm. O anda Hocam, İmâm-ıMuhammedMa'sûm hazretlerini hatırladım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm-ıMa'sûm hazretleri geldi, elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı.Sonra hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum."

KISA ÖMÜR

Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar."

"Bir kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir."

BOŞ HAYALLERDEN VAZGEÇ

Bir genç, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık olup, dalgın ve dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma'sûm hazretleri bir gün o gencin hâlini anlayıp buyurdu ki: "Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden vazgeç! Himmet ve arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet bostanından meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır." Bu hâl içerisinde ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî'nin bir beytini okuyarak bu hâlden kurtulması için duâ ve himmet etmesini istedi. MuhammedMa'sûm hazretleri, gencin bu sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve; "Seni bu hâlden kurtardılar!" buyurdu. Genç bu sözü duyar duymaz, kendini toplayıp aklı başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o kadar faydalandı ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.

EHL-İ SÜNNETİN ŞEREFİ

Bir gün İran kumandanlarından râfızî îtikâdlı biri, Hindistan'ın başşehrine gitmek üzere yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden birini Muhammed Ma'sûm hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek istediğini bildirdi. Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Misâfir kâfir de olsa ona ikrâmda bulununuz." sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı, Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma'sûm ile alay etmek, onu küçük görüp hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî misâfir geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye olarak birkaç tâne bıçak getirmişti.Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma'sûm hazretleri bıçaklardan birini alıp; "Bir salatalık getirin." buyurdu. Salatalık getirdiler. O bıçakla salatalığı kesti ve buyurdu ki; "Salatalığı keserken, bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm." Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.

ON İKİ SENE SONRA

Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere iken, talebesi olan kız kardeşinin oğlunu istedi. Sonra; "Senin hâllerin tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin huzûruna gidip, sülûk eylemen, tasavvufta yetişmen ve böylece kemâl mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem, bu büyük nîmete ancak, on iki sene sonra kavuşabileceksin." buyurdu. Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend'e yolu düşmedi. Ancak on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin ziyâreti ile şereflendi. Muhammed Ma'sûm hazretleri onu görünce; "Üstâdının sana söylediği on iki sene bugün doldu." buyurdu. Gelen talebe hesâb etti aynen buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki: "Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece öğrensinler diye söyledim."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED MAZHAR

Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi Muhammed Mazhar olup, AhmedSaîd-i Fârûkî hazretlerinin en küçük oğludur. Hazret-i Ömer'in soyundandır. 1832 (H.124 senesi Cemâzil-evvel ayının üçüncü günü, Hindistan'ın Delhi şehrinde dünyâya geldi. 1883 (H.1301) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Babası Ahmed Saîd-i Fârûkî'nin kabri yanında medfûndur.

Muhammed Mazhar doğduğu zaman, yüksek dedesi Mevlânâ Ebû Saîd hazretleri ona, Muhammed aleyhisselâmın güzel ahlâkı ile ahlâklanması, O'nun yolunda bulunması için, Muhammed aleyhisselâmın güzel ahlâkının kendisinde göründüğü kimse mânâsına, Mazhar-ı Muhammed ismini verdi. Doğum târihine de, yine bu mânâya gelen, "Mezâhir-i Muhammedî" sözü ile ebced hesabına göre târih düşürülmüştür.

Muhammed Mazhar'ın dedesi Ebû Saîd (r.aleyh), bu torununu çok sever; "Bu çocukta yüksek ilmin kokusu var. Yakın zamanda, şânı her tarafta duyulacak ve herkes feyzinden istifâde edecek" buyururdu. Hakîkaten az bir zaman sonra, buyurdukları meydana çıktı. Muhammed Mazhar, hakk-ul-yakîn mertebesine erişti. Kur'ân-ı kerîmi ezberlediğinde henüz daha dokuz yaşındaydı. Peder-i âlisi Ahmed Saîd hazretlerinden tasavvufu öğrendikten sonra, zâhirî ve bâtınî, tasavvufî ilimlere dâir eserleri okudu.Kısa zamanda bu ilimlerdeki tahsîlini tamamladı, kemâle geldi. Babasının emri ile, babasının huzûrunda talebelere teveccüh eder, ders verirdi.

Kendisinde Haremeyn-i şerîfeyni, Mekke ve Medîne'yi ziyâret etme arzusu şiddetlenince, babasından izin alarak hacca gitti. Hacdan sonra, Resûlullah efendimizin kabr-i saâdetlerini ziyâreti sırasında, mânevî iltifât ve inâyetlere mazhar oldu. Büyük bir sevinçle Delhi'ye döndü.Delhi'de bir müddet yüksek babasının hizmetinde bulunduktan sonra, babası ve diğer yakın akrabâları ile birlikte, İngiliz fitnesinden korunmak için Hicaz'a hicret ettiler. Babası Ahmed Saîd-i Serhendî vefât edince, onun yerine geçenMuhammedMazhar, Medîne-i münevverede talebe yetiştirmeye başladı. Vefâtına kadar feyz ve irşâd kaynağı olarak bu vazifeye devâm etti. Hizmet yıllarında bir hac mevsiminde idi. İslâm âlimlerinin ve evliyânın en büyüklerinden, zamânının ve asrının bir tânesi, "Silsile-i aliyye"nin otuz üçüncüsü olanSeyyid Fehîm bin Abdülhamîd Arvâsî hazretleri ile Muhammed Mazhar, Mekke-i mükerremede buluştular. Aynı yolun bağlıları olan bu iki büyük velî, muhabbetle birbirlerine sarılıp kucaklaştılar, sohbet ettiler.

Zamânındaki evliyânın en büyüklerinden olan Muhammed Mazhar hazretleri, aklî ve naklî ilimleri kendinde toplamış, ilimlerin usûl ve fürû'u ile birlikte, anlaşılamayan, mübhem yerleri çok iyi bilen, bütün ilimlerde mâhir, ihtisas sâhibi, büyük bir âlim, yüksek bir velî idi. Tevekkül sâhibi ve kanâatkâr idi. Çok cömertti. Dünyevî alâkalardan soyulmuş, arınmıştı. Yâni dünyâ ile alâkalı herşey ile meşgûl olmaktan berî ve uzaktı. Eline geçen dünyâlıkları, o beldede bulunan fakir ve muhtaçlara tasadduk ederdi. Medîne-i münevverede, Bâb-ül-Bakî' denilen yerde, sırf kendi gayretiyle, gâyet büyük bir medrese yaptırdı. Birinci katı kütüphâne, ikinci katı dershâne ve üçüncü katı da sohbethâne olarak kullanılan bu medrese uzun müddet ilme çok hizmet etti.

Muhammed Mazhar hazretleri, Peygamber efendimizin tam bir âşığı idi. Kerâmetler ve fazîletler hazînesiydi. Çok ibâdet ve tâat yapardı. Kur'ân-ı kerîmi haftada bir defâ hatmederdi.Her Pazartesi ve Perşembe günleri ile eyyâm-ı biyd (her arabî ayın, on üç, on dört ve on beşinci günleri) günlerinde oruç tutmak ve bu esnâda hadîs, tasavvuf kitapları ve bilhassa İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât-ı Şerîf'ini çok okumak ve okutmak, onun güzel âdet ve edeblerinden idi. Hicrî 1277 senesinde yazdığı Makâmât-ı Sa'îdiyye kitabı Fârisî olup, babası Ahmed Saîd'in ve hocalarının hallerini ve yüksek makamlarını bildirmektedir. Kitap hicrî 1281'de Delhi'de bastırılmıştır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED MURÂD EFENDİ


İstanbul'da yetişen âlim ve velîlerden. 1788 (H.1203) senesinde İstanbul'da doğdu. 1847 (H.1264) senesinde vefat etti. Kabri İstanbul'da Çarşamba semtinde tekkesi yanında kurduğu Dâr-ül-Mesnevî bahçesindedir. Babası Şeyh Abdülhalîm el-Ahıshavî en-Nakşîbendî'dir.

Beş yaşında ikenMuhammed Himmet Efendi mektebine başlayıpKur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi.Yedi yaşında Kur'ân-ı kerîmi ezberlemeye başladı. On yaşında hıfzını bitirdi. Hıfzını tamamlayınca babası o devrin İstanbul'da bulunan kırâat âlimlerini dâvet edip SultanSelim Câmiinde hatm duası yaptırdı. Üç gün müddetle cemiyetler tertib edildi. Ziyafet verildi.Bundan sonra Hace Ahmed Efendinin mektebinde iki sene secâvend, tecvid ilmihal öğrendi. Birgivî Şerhi ve benzeri kitabları okudu. On iki yaşında Bolulu HaceHalil Efendiden Arapça öğrenmeye başladı. Sarf ve nahiv öğrenip İzhar kitabını okudu. Sonra Şeyh Yahya Efendiden Molla Câmi hazretlerinin Kâfiye Şerhini (Molla Câmi kitabını) okuyup tamamladı. Bu hocasından mantık ilminde İsâgûci, Tasavvurât kitablarını da okudu. Bu kitablardan bazılarını başka hocalardan da okuyup tamamladı. Yine Meşârik-ül-Envâr, İbn-i Melek, Şerh-i Akâid kitablarını ders almak sûretiyle okudu. Bu sırada onsekiz yaşında idi. Farsçadan da Tuhfe-i Vehbî, Pend-i Attar, Gülistan, Bostan kitablarını Divan-ı Hâfızı Şirâziden bir miktar okudu.

Bu tahsilinden sonra Eyüb Sultan semtindeAbdullah Kaşgarîden de ders alıp bazı kitabları ondan okudu. Bu kitablar arasında Mesnevî-yi Şerîfi de okudu.

Tasavvufta ise Nakşibendiyye yolunun rehberlerindenŞeyh Nimetullah Efendiye talebe olup sohbetlerinde ve derslerinde bulundu. Bu hocasından Mişkat-ül-Mesabîh ve büyük İslam âlimi İmam-ı Rabbânî hazretlerinin İslâm dünyasında meşhur ve emsalsiz kitabı Mektûbât-ı Şerîfi okudu. Yine Vâiz Muhammed bin MuhammedŞeyh Hüşgûn'dan kırâat-ı seb'a ve kırâat-ı aşereyi okudu.Meşayıh-ül-Kurra Eyyüb Sultan Câmii baş imamı ve Sultan AhmedCâmii Cumâ vâizi El-Hâc AbdullahEfendiden de kırâat-ı aşere okudu. 1814 (H.1230) senesinde başlayıp iki buçuk sene müddetle İmâmzâdeHâfız Muhammed Es'ad Efendiden Taftazânînin Akâid-i Nesefî Şerhini, Haşiye-iHayâlî, Kâdî-Mîr, Muhtasar-ül-Müntehî kitabları ve Şifâ-ı Şerîf, Dürer, Mutavvel, Hulâsatül-Hisab, Menâr Şerhi İbn-i Melek gibi kitabları okudu. 1824 (H.1240) senesinde Regâib gecesinde devrin meşhur yirmi âliminden meydana gelen bir heyet huzurunda ve kalabalık bir cemâat önünde icâzet aldı.Kendisi de zamanla yetişdirdiği talebelere icazet vermiştir.

Bolulu Seyyid Nu'man Efendi,Yemenicizâde Seyyid Hâfız Muhammed Efendi, Seyyid Hâfız Muhammed, Hâfız Necib Efendi ve Hâfız ÖmerDerviş Hasan meşhur talebeleridir.

Osmanlı sultanlarından Üçüncü SelimHan, Dördüncü Mustafa Han ve Gâzi İkinci Sultan Mahmûd Han devirlerini yaşamış bir âlim olup kıymetli eserler yazmıştır. Bunlar arasında altı cildlik Mesnevî şerhi Hülâsat-üş-Şürûh, Şerh-i Tuhfe-i Şâhidî, Risalet-üs-Sakaleyn, Muin-ül-Vâizîn, Ferîdüddîn Attâr'ın Pendnâme'sine yazdığı Mâhadar adlı şerh, Kavâid-i Fârisî ve Divânı en önemli eserleridir.

Murad Molla Dergâhında şeyhlik yaptı. Sultan Ahmed Câmiinde vaaz verirdi. Tekkenin yanında bir Dâr-ül-Mesnevî yaptırdı. Burada Mesnevî okuttu. Farsça bilgisi çok derindi. Devrinin ileri gelenlerine çok tesirli olmuştur. Ayrıca şairdi.

Buyurdu ki: "Dünyada ve ahirette selâmeti isteyen kimse önce bedenini sıhhatli tutup, ihtiyacından fazla şeyleri kazanmak için haddi aşmamalıdır. Kendine her ne muamele yapılırsa başkasına da o muameleyi yapmalıdır. Bu nasihatı kabul eden kimse dünya ve ahirette selamet bulur."

"İlim ve mârifet ehli şöyle tenbih etmişlerdir: Üç kimse ile arkadaş olup sohbet et. Birincisi, ilim ehli ve hüner, sanat sahibi olan kimselerle arkadaş ol. Dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşman kolay olur. İkincisi, güzel ahlak sahibi kimselerle arkadaş ol. Çünkü böyle kimseler dostun ayıbını görmemezlikten gelerek örterler ve bu ayıbını nasîhatla, düzeltirler. Bu hususta çok gayret gösterirler. Üçüncüsü; kötü niyetli olmayan, dünyaya düşkünlük göstermeyen, sâdık ve ihlâslı olan kimseler.

Şu üç sınıf kimseden de sakınmak lazımdır: Birincisi, fısk ve fücur ehli olup, günah işleyen, nefislerine uyup Allahü teâlânın emrinden çıkan kimselerdir. Bunlarla arkadaşlık ne dünyâ rahatı kazandırır ne de âhirette rahmete kavuşturur! İkinci grup, yalancı ve hâin olanlardır. Bunlarla dostluk acı azaba ve felâkete sebeb olur. Senden başkasına, başkasından sana söz taşır... Üçüncü sınıf, ahmak olanlardır. Bunların sözlerine itimat edilmez. Ne fayda sağlayabilirler ne de bir zarara mani olabilirler. Hayırlı gördükleri şer, faydalı gördükleri zararlıdır. Zararlı gördükleri faydalıdır."

"Şu hususlar iyi bir müslümanın vasıflarındandır. Allahü teâlâ mealen; "Mü'minler ancak kardeştir" (Hucurat Sûresi-13) buyurdu. Mü'minin itikadı doğru olmalıdır. Kendi nefsi için ne muâmele yaparsa müslüman kardeşleri için de aynı muâmeleyi yapmalıdır. Devamlı tâat üzere bulunup günahlardan sakınmalıdır. Doğru sözlü ve yalandan uzak olmalıdır. Hayra koşmalı ve hayra teşvik edici olmalıdır. Çok merhametli ve şefkatli olup her hususda adaletten ayrılmamalıdır. İslamiyetten asla ayrılmamalı, ahdinde sağlam ve vâdinde doğru olmalıdır. Hayır işleri tehir etmemeli ve değiştirmemelidir. Her hususda insaflı olmalı Allahü teâlânın her şeyi bildiğini aklından çıkarmamalıdır. Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Yumuşak huyluluğunun yanında şüphe ve tereddütten kurtulmuş bir kalbe sâhib olmalıdır.

Sâlih ve başkasının iyiliğine çalışan iyi kalbli bir kimse olmalıdır. Allahü teâlâ meâlen; "Kim salih amel işlerse (sevab) kendinedir." (Fussilet Sûresi-46) buyurdu. Gururlu olmamalı ve ibâdeti dünya menfaati için yapmamalı. Dostlar için iyi niyetli olup her feyzini Allahü teâlâdan bilmeli..."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED ÖMER



Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmiMuhammed bin Ahmed, künyesi Ebü's-Se'âdet'tir. Ahmed Saîd-i Fârûkî hazretlerinin üçüncü oğludur. 1829 (H.1244) senesi Şevvâl ayında Delhi'de doğdu. 1880 (H.129 senesi Muharrem ayında Râmpûr'da vefât etti. TürbesiRâmpûr'da, Şâh Cemâlullah'ın künbetine bitişik batı tarafındadır.

Muhammed Ömer'in ağabeyinin ismiAbdülhamîd idi. O vefât edince, babası çok üzülmüştü. Bu sebeple talebelerinden Alebe'yi, yardımlarını istemek için Hindistan'ın büyük velîlerinden olan Bâkî-billah hazretlerinin kabrine gönderdi.Alebe, Bâkî-billah hazretlerinin kabrine varıp duâ etti. O sırada kendisini bir uyku hâli kapladı ve uyuya kaldı. RüyâsındaBâkî-billah hazretleri ona şu müjdeyi verdi: "Allahü teâlâ ona uzun ömürlü, hayırlı ve sâlih bir çocuk verecektir. Biz ona Ömer ismini verdik." Bu müjdeden bir süre sonra doğan çocuğa Bâkî-billah hazretlerinin koyduğu ismi verdiler. Babası onu diğer kardeşlerinden daha fazla severdi.

Muhammed Ömer'in kardeşi ve evliyânın büyüklerinden Şeyh Muhammed Mazhar Ahmedî, Makâmât-ı Saîdiyye adlı eserinde, Muhammed Ömer'in hayâtını anlatırken şöyle dedi: "Onun doğumundan önce annem rüyâsında, ayın, evlerinde doğduğunu görmüştü. Gördüğü bu rüyâyı babama anlattığında babam, bu rüyâyı şöyle tâbir etmiş: "Allahü teâlâ bize ay gibi sâlih bir evlâd verecektir." Bir zaman sonra kardeşim Muhammed Ömer dünyâya gelmiş.

Küçüklüğünde, böbreklerinde taş teşekkül etmesi sebebiyle hastalanmıştı. Bu sebeple çok zahmet çekti. Bir doktor ameliyat yaparak böbreğinden taşı aldı. Fakat bir müddet sonra böbreği tekrar taş bağladı. Ameliyat yapan doktora durum bildirilince; "Artık ameliyata dayanamaz" dedi. Bunun üzerine yüksek babası bu sıkıntıdan kurtulması için duâ
ve teveccühde bulundu. Babasının yalvarıp duâ etmesi üzerine, böbreğindeki taş parçalanıp idrar yolundan döküldü. Böylece sıkıntıdan kurtuldu.

Muhammed Ömer, dokuz yaşında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, mantık ve kelâm ilmini Mevlânâ Şeyh Habîbullah Mültânî'den öğrendi. Fıkıh, hadîs, ahlâk ve tasavvuf ilimlerini amcası ve zamânının büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Şâh Abdülganî Ahmedî'den öğrendi. Babasından Makâmât-ı Ahmediyye'yi okudu.

Muhammed Ömer, yirmi iki yaşına gelince, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kabrini ziyâret için babasından izin istedi. Babası gitmesine izin vererek, berâberinde iki talebesini de gönderdi. Çeştî hazretlerinin kabrini ziyâret için türbede bir süre kaldı. Muînüddîn-i Çeştî'nin rûhâniyetlerinden istifâde etti.

Ebü's-Se'âdât Ömer, babasının vefâtından önce, Delhi şehrinde müslüman olmayanların çoğunlukta olması sebebiyle, babası ile birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, Medîne-i münevvereye gittiler. Resûl-i ekremin kabrini ziyâret ederek, O'nun feyz ve bereketlerine kavuştular. Muhammed Ömer, babasının vefâtından sonra Mekke-i mükerremede yerleşti. Burada riyâzet ve nefs mücâdelesi ile meşgûl oldu. İşraktan ve öğleden sonra, akşam ile yatsı arasında talebelere ders verirdi. Çok Kur'ân-ı kerîm okurdu ve çok ibâdet ederdi.Vücûdu zayıf ve hastalığı çok olmasına rağmen bütün ibâdetleri yapardı. Onun o kadar hâlsiz ve güçsüz bir görünüşü vardı ki, onu gören namaz kılması, oruç tutması değil, konuşmaya bile gücünün yetmeyeceğini söylerdi. Hâlbuki o, hastalık ve elemlere aslâ aldırmazdı. İbâdet ve tâatla gününü geçirirdi. Terâvih namazlarında uzun sûreler okurdu.

Muhammed Ömer, 1862 senesinde bir gemi ile Cidde'den Mısır'a gitti. Kâhire, İskenderiyye, Filistin ve çeşitli bölgelerdeki mübârek yerleri ve İslâm âlimlerinin kabirlerini ziyâret etti. Molla Ebü'l-Berekât Buhârî, bu ziyârette görülenleri tafsîlatlarıyla bir kitap hâlinde yazdı.

Muhammed Ömer, orta boylu, heybetli, huşû' ve hudû' sâhibi bir zât idi. Bütün ibâdet ve tâatlarını tam bir kalb huzûru içerisinde yapardı. Resûlullah efendimizin mübârek ahlâkı ile ahlâklanmıştı. O'nun ahlâkını herkes beğeniyordu.

Muhammed Ömer'in en meşhûr talebesi, oğlu Ebü'l-Hayr'dır. O da 1922 (H.1341) senesinde Delhi'de vefât etmiş olup, onun oğlu Ebü'l-Hasan Zeyd-i Fârûkî, Delhi'deki Abdullah-ı Dehlevî dergâhında ilim ve feyz saçmağa devâm etmektedir.

Muhammed Ömer'in kerâmetleri çoktur. Bâzıları şöyle anlatılır:

Harem-i şerîfte, Ramazân-ı şerîf gecelerinden birisinde talebelerine; "Bu gece, Allahü teâlâ Sâhibzâde Muhammed Yûsuf'a sâlih bir evlâd verdi. Onun ismi Muhammed'dir" dedi. Talebeleri onun bu haberine çok şaşırdılar. O günün târihini yazdılar. Bir müddet sonra gelen mektupta,Ramazân-ı şerîfin falanca gecesinde Sâhibzâde Muhammed Yûsuf'un bir oğlunun doğduğu, ona Muhammed ismini verdiklerini bildiriyordu. Bu haberle daha önce yazdıkları Muhammed Ömer'in söylediği vakti karşılaştırdıklarında, ikisinin de aynı güne isâbet ettiğini gördüler.

Mevlânâ Hakîm MuhammedNüvvâb, bir gün Muhammed Ömer'in yanına geldi. Ona; "Mekke-i mükerreme emîriŞerif Abdullah Paşa, hasta olan kardeşi Şerîf Sultan'ı tedâvî etmemi emretti. Bunun için sizden izin istiyorum. Eğer müsâade ederseniz, tedâvisine başlayacağım. Eğer izin vermezseniz, mâzeret beyân edeceğim" dedi. O zaman Muhammed Ömer; "Sen mâzeret beyan et, hastaya yaklaşma!" buyurdu. Bunun üzerine Hakîm Muhammed Nüvvâb, Şerif Abdullah Paşaya bir mâzeret beyân etti. Emîrin hasta olan kardeşi üç gün sonra vefât etti.

Muhammed Ömer, Mekke-i mükerremede çok şiddetli bir şekilde hastalanmıştı. Bu sebeple, çocukları ve onu sevenler çok üzülmüşlerdi. Muhammed Ömer, bilhassa çocuklarının çok üzüldüğünü görünce; "Üzülmeyin! Çünkü benim vefâtım bu hastalık sebebiyle olmayacak" dedi. Çocukları, Muhammed Ömer'in bu haberinden dolayı biraz rahatladılar. Fakat bir tânesinin kalbine; "Babam çok hasta, belki beni tesellî için böyle söylüyor" diye geldi. O zaman babası; "Hatırından geçenleri biliyorum" dedi. Oğlu, Muhammed Ömer'e; "Benim arzum sizinle berâber gitmektir" deyince, Muhammed Ömer; "Hayır benimle berâber gelmeyeceksin. Çünkü burada birisinin terbiyesi senin elinle olacaktır" dedi. Muhammed Ömer daha sonra senelerce yaşadı.

Muhammed Ömer, ömrünün sonlarına doğru deniz yoluyla, Mekke-i mükerremeden Hindistan'a gitmek için çoluk-çocuğu ve talebelerinden bâzıları ile gemiye bindi. Gemi Hindistan'a doğru yola çıktı. Muhammed Ömer, gece-gündüz tövbe ve istigfâr hâlinde bulunuyordu. Gemide şiddetli sıcak ve izdiham olmasına rağmen bunlara hiç aldırmıyordu.Bu yüzden çoluk-çocuğundan ve talebelerinden bâzıları hastalandı. Talebelerinden bâzısı yanına gelip; "Efendim gemi çok sıcak, izdiham fazla, çoluk-çocuğumuz çok rahatsızlar. Hiçbirimizin yürümeye ve hareket etmeye tâkati yok." dediler. Muhammed Ömer sükût edip, onları dinledi. Biraz sonra hıristiyan ve İngiliz olan gemi kaptanı geldi. Onun konuştuğunu kimse anlamadı. Daha sonra hâl ve hareketlerinden, orada bulunanlar onun Muhammed Ömer'i sorduğunu anladılar. Bu sırada gözü Muhammed Ömer'e ilişti. Kaptan hemen ona lâzım gelen hürmeti gösterdi. Bir tercüman ve gemideki hizmetçileri çağırdı. Muhammed Ömer ve talebeleri için ayrı yer hazırlattı. Kadınlar için de ayrı bir yer tahsis etti. Hepsi çok rahatladılar. Kaptan hergün Muhammed Ömer'in yanına gelip, yanında yarım saat kalıyor, lâzım gelen hizmetleri yapıp yanından ayrılıyordu. Bu durum, Kelkütâ'ya varıncaya kadar devâm etti. Kaptan, Kelkütâ'ya gelip, gemiden inmeden önce, yarım saat kadar Muhammed Ömer ile görüştü. Bu sırada kimseyi içeri almadılar. Kaptanın onun ile ne konuştuğunu kimse duyup öğrenemedi.

Kelkütâ'ya varınca, herkes onu karşılamaya geldi. Yollar insanlarla doldu. Onu karşılayanlar, onun geçeceği yolun kenarında saf hâlinde durmuşlardı. Herkes elini öpmek arzusundaydı. Bâzıları elini öpebiliyorlar, bâzısı ise sâdece onu görmek fırsatına kavuştuğu için seviniyorlardı. Karşılayanlar arasında Kelkütâ vâlisi de vardı. Vâli, Muhammed Ömer'e çok hürmet ve iltifâtta bulundu. OnunKelkütâ'ya gelişini büyük bir ganîmet bildi ve yapabileceği bütün hizmetleri yaptı.

Muhammed Ömer'in, şiirlerinden başka şu eserleri vardır: 1) Ensâb-üt-Tâhirîn: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, kendi zamânına kadar olan çocuklarından bahseder. 2) Babasının yazdığı Enhâr-ı Erbe'a üzerine bir şerh yazarak, El-Cedvel-ül-Müntehabe min-en-Nehr-il-Mâd min-el-Enhâr-ı Erbe'a adını vermiştir. Tasavvufa dâirdir.

KIRIK GÖNÜL

Muhammed Ömer, bir gün yemek yiyordu. Bu sırada talebelerinden birisi yanına gelip, ona küçük amcasının bulunduğu geminin batmakta olduğunu söyledi. Muhammed Ömer bu haberi duyunca yemek yemeyi bıraktı. Çok üzüldü. Bir müddet murâkabe etti. Murâkabeden sonra başını kaldırdı ve şunları anlattı: "Geminin hâlini göstermesi için Allahü teâlâya bütün varlığımla yöneldim. Hamdolsun, Allahü teâlâ benimle gemi arasındaki perdeyi kaldırdı. Dalgalar arasında batmakta olan gemiyi gösterdi. Gemiyi bu hâlde görünce üzüntüm daha da çoğaldı. Kırık bir kalble Allahü teâlâya çok yalvardım. Allahü teâlâ duâmı kabûl buyurdu.Bana mânevî bir yolla gemiyi dalgalar arasından çıkarmam emrolundu. Allahü teâlâ bana bu kuvveti verdi. O'nun izni ile bu işi yapmaya muvaffak kılındım. Gemiyi çıkarma işi ile meşgûl olurken, birisinin yüzünde öleceğine dâir alâmetler gördüm. Nihâyet gemi, Allahü teâlânın izni ile dalgalardan kurtuldu." Talebeleri onun anlattıklarını yazdılar. Gemi onların bulunduğu yere gelince, küçük amcası yanındakilerle berâber Muhammed Ömer'in yanına geldi. Başlarından geçeni aynen Muhammed Ömer'in anlattığı gibi anlattılar. Bununla Muhammed Ömer'in büyüklüğünü daha iyi anladılar.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN ÖMER (KURD EFENDİ)



Osmanlılar zamânında yetişen İslâm âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ömer er-Rûmî’dir. Kurd Efendi diye meşhûrdur. Tasavvufta Halvetiyye yoluna mensuptu. Aslen Rumeli’de, Filibe’nin otuz altı kilometre batısında, Meriç Nehri sâhilinde ve demir yolu hattı üzerinde bulunan meşhur Tatar Pazarcığı kasabasındandır. Babası Helvacı Ömer Efendidir. 1524 (H.931) senesinde doğdu. 1588 (H.996) senesi Şevvâl ayının altısında Tatar Pazarcığı’nda vefât edip, babasının yanına defnolundu.

Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayıp, zamânın usûlüne göre tahsilini tamamladı. Sahn-ı semân (Fâtih) Medresesinde müderris yardımcısı olarak vazîfe aldı. Tasavvufa karşı alâka duyup, velîlerin sohbetlerine devâm etti. Kendisini yetiştirecek kâmil ve olgun bir velî aradı. Bu ateşle yanıp tutuştuğu sırada İstanbul’dan memleketine gitmek üzere yola çıktı. Bu yolculuk esnâsında Sofyalı Bâlî Efendi ismindeki âlim ve velî bir zât ile karşılaşıp onun sohbetine ve hizmetine devâm etti. Tasavvuf yolunda ilerleyip insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma aldı. Bâli Efendi onu kendi memleketinde irşâd vazîfesine getirdi. Bâlî Efendi 1553 senesinde Sofya’da vefât edince, vasiyeti üzerine onun halîfesi olarak vazîfesini yürüttü. Sofya’da onun dergâhında talebelere ders vermeye ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Ders verdiği talebeler ve diğer insanlar ondan çok istifâde ettiler.

Aynı hocadan ders almış olan arkadaşlarından Nûreddînzâde 1573 senesinde vefât edince, İstanbul Kadırga’da Sokullu Mehmed Paşanın yaptırdığı zâviyede vazîfe aldı. Burada ilim ve mârifet âşıklarına ilim ve feyz kaynağı olarak uzun müddet hizmet etti. Çarşamba günleri Fâtih Câmiinde, Cumâ günleri Çarşamba’da Fethiye Zâviyeleri civârında bulunan Mehmed Ağa Câmiinde hadîs, tefsîr dersleri verdi ve insanlara vâz ve nasîhatte bulundu.

Zigetvâr’ın fethinden sonra sınırlara çıkıp, Mustafa Paşaya çok yardım etti. Budin’e gitti. Sınırdaki nice kaleler onun bereketi, gayret ve himmeti ile feth olundu.Sınır beyleri, âmirler ve diğer insanlar onun sohbetlerinde bulunup, çok istifâde ettiler. Dönüşte uğradığı bir beldede, Şeyh Muslihuddîn isminde velî bir zât ile görüştü. Bir Cumâ günü idi. Bir mecliste toplandılar ve sohbet ettiler. Bu sohbette bulunanlar, Kurd Muhammed Efendi bereketiyle öyle faydalara, yüksek derecelere, mânevî olgunluklara kavuştular. O meclisin bereketi, söylenilen sözlerin kalblere nasıl tesir ettiği, uzun zaman anlatıla geldi.

İnsanların uzaktan yakından gelip ilminden ve feyzinden istifâde ettikleri Kurd Efendi, zâhirî ve bâtınî ilimlerde birçok talebenin olgunlaşıp kemâle gelmesine vesîle oldu. Kurd Efendinin çok talebesi vardı. Herkes tarafından kendisine saygı ve îtibâr gösterilirdi. Sultan Üçüncü Murâd Han ona çok hürmet ve iltifât ederdi. Çünkü, hak yoldan ayrılmış birçok kimsenin, hidâyete kavuşup doğru yola gelmelerine vesîle olduğunu biliyordu. Talebeleri de, her tarafta insanları hak yoluna dâvet eder, doğru yolda bulunmaya sevk ederlerdi. Bid’at ve sapıklıktan uzaklaşmayı, ibâdet ve tâate devâm etmeyi teşvik ederlerdi. Muhammed Kurd Efendinin kendisinde olduğu gibi, talebelerinde de, kerâmetler, hârikulâde hâller meydana gelirdi.

Bir ara, İstanbul’da Çarşamba semtinde, Fethiye’de bulunan Mehmed Ağa Câmiinin yanındaki Halvetiyye Tekkesine yerleşen Muhammed Kurd Efendi, orada talebe yetiştirmeğe devâm etti.

Kurd Muhammed Efendi, İstanbul’da bulunurken, 1588 (H.996) senesinde, hocasının kabrini ziyâret için Sofya’ya gitti. Kendisi ve yanında bulunanlar, Bâlî Efendinin kabrini ziyâret ederken, çok feyzlere, bereketlere kavuştular. Bundan sonra akrabâ ziyâreti için Tatar Pazarcığı'na geldi. Orada hastalandı. Nakledilir ki, hastalığı şiddetlenip vefâtı yaklaştığında bile, hiç âh vâh etmedi. Sabretti. Cenâb-ı Hakk'ın takdîrine tam râzı olmuş hâlde idi. Orada, Şevvâl ayının altısında vefât etti. Babasının yanına defn olundu.

Kurd Efendi; kâmil, fazîletler sâhibi, çok yüksek bir zâttı. Talebelerinin yükseği ve kendisinden sonra halîfesi olan Emîr Abdülkerîm Efendi, hocasının büyüklüğünü, üstünlüğünü, derecesinin yüksekliğini anlatmak için şöyle söylerdi: “Mısır’da, Yemen’de bu kadar sene dolaştım, nice tasavvuf büyüklerinin sohbetlerine kavuşup, hizmetlerinde bulunmakla şereflendim. Herbirinden ayrı ayrı faydalanıp, feyzlere kavuştum. Ancak, Muhammed Kurd Efendiye vâsıl olmadıkça tam kemâle eremedim. Fenâ ne imiş, ancak ona kavuştuktan sonra anlayabildim.”

Kurd Efendi nâmıyla meşhûr Muhammed bin Ömer rahmetullahi aleyh, kıymetli eserler de yazmıştır. Bunların belli başlıları şunlardır: 1) Mürşid-ül-Enâm ilâ Dâr-is-Selâm (Şir’at-ül-İslâm kitabının şerhidir), 2) Tercüme-i Şerh-ul-Kâfiye lil-Câmi’, 3) Ta’bîr-ur-Ru’yâ, 4) Tefsîru Sûret-il-Mülk, 5) Reyhân-ül-Ervâh fi Tercemet-il-Merâh, 6) Şerhu Mukaddimet-ül-Cezeriyye fit-Tevhîd, 7) Adâb-ı Mülûk Risâlesi, İlmihâl, 9) Tercümân-ı Hidâye Şerhi Bidâye, 10) Etvâr-ı Seb’a Risâlesi, 11) Terceme-i Vikâye, 12) Şerhu Neşr-il-Cezerî (Kırâat ilmine dâirdir). Eserlerinin hiçbirisi basılamamıştır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED HEVÂRÎ


Fas’ta yetişen evliyânın büyüklerinden ve Mâliki mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Muhammed bin Ömer el-Hevârî, künyesi Ebû Abdullah’tır. 1350 (H.751) senesinde Magrâve’de doğdu. 1439 (H.843) senesinde Cezâyir’in Vehrân şehrinde vefât etti.

Muhammed el-Hevârî, Bâce’de ilim öğrenmeye başladı. Sonra Fas’a giderek, orada ikâmet etti. Fas'ta Mûsâ Abdûsî'den, Kubâb ve Bicâye’de Ahmed bin Hâris ve Abdurrahmân Vaglisî’den ilim öğrendi. Mısır’da el-Irâkî ile görüştü. Ondan ilim öğrendi. Garpta ve şarkta birçok memleketleri dolaştı.

Hevârî, Mekke ve Medîne’yi ziyâret etti. Buralarda bir süre ikâmet etti. Sonra namaz kılmak arzusu ile Beyt-i Makdis’e gitti. Oradan da Şam’a geçti. Şam’da Benî Ümeyye Câmiinde ders okuttu. Seyahatleri sırasında birçok vahşî hayvanlar yanına gelir ve ona hiç zarar vermezlerdi. Sonra Vehrân’a gidip yerleşti. Kendisine ilim öğrenmek için gelenlere ilim ve ahlâk öğretti.

Muhammed Hevârî; velî, sâlih, ârif ve zâhid, hiç dünyâya düşkün olmayan bir zât idi. Devlet adamlarıyla görüşmezdi. İlim meclislerinde Allahü teâlânın rahmetinin çok olduğunu söyler, insanları ilim meclislerinde bulunmaya teşvik eder îmân sâhiblerini saâdetle müjdelerdi.

Hevârad beldesinin yakınında Heza isimli bir yer vardı. Orada Seyyid Süleymân isimli bir âlim yaşıyordu. Bu âlim, durumunu anlatan ve bâzı suâlleri bulunan yetmiş satırlık bir mektup yazdı ve Muhammed Hevârî hazretlerine biri ile gönderdi. Gönderdiği kişiye; “Sakın mektubun cevâbını almadan gelme.” dedi. O kişi gidip mektubu Muhammed Hevârî’ye verdi. Muhammed Hevârî, mektubu getirene; “Bu mektubun sâhibi sen misin, yoksa getirici misin?” diye sordu. O kişi birşey anlamadı. Hevârî tekrar sorunca; “Ben mektubu getirenim. Mektup Seyyid Süleymân’ındır.” diye cevap verdi. Muhammed Hevârî, mektubu hiç açmadan, sorulan suâllere satırı satırına cevap verdi.

Sultan Ahmed halîfe olduğu zaman, Sultan Ebû Fâris askerleriyle ona karşı savaşmak için yola çıkmıştı. Sultan Ahmed, hemen Hasan bin Mahluf hazretlerinin yanına gitti ve; “Efendim! Sizin de bildiğiniz gibi, Sultan Ebû Fâris ordusuyla buraya geliyor. Ben, üç şey üzerinde sizinle istişâre etmeğe geldim. Ben onu karşılamaya çıkayım mı, yoksa o gelinceye kadar burada bekliyeyim mi? Veya Hüneyn'e giderek bir gemiye binip Endülüs’e mi gideyim? bu durum hakkında siz ne buyurursunuz?” diye suâl etti. Hasan bin Mahlûf da; “Sultânım, ben sana ne söyliyeceğimi bilmiyorum. Fakat sen, bu müşkilâtını kendi yazın ile yaz, mühürle. Biz onu Muhammed Hevârî hazretlerine gönderelim. O size gereken cevâbı verir ve yol gösterir.” dedi. Bunun üzerine Sultan, hemen denileni yaptı. Hasan bin Mahlûf da mektubu bir talebesiyle, Muhammed Hevârî’ye gönderdi. O talebe, sonra olanları şöyle anlattı: “Muhammed Hevârî hazretlerinin yanına vardığım zaman, daha ben birşey söylemeden ve mektubu görmeden buyurdu ki: “Sultânın bizim nasîhatlerimize ihtiyâcı yoktur. Sultânın yanından gelenlerin de nasîhatlerimize ihtiyacı yoktur." Bunun üzerine ben; Sultânın yanından gelmiyorum. Bu mektubu size getirmemi Hasan bin Mahlûf hazretleri emretti.” dedim. Muhammed Hevârî, hocamın ismini işitince çok sevindi ve; “Git söyle, sevinsin ve hiçbir yere gitmesin. Zîrâ ne o hayâtında Sultan Ebû Fâris’i görecek, ne de Sultan Ebû Fâris onu görecek.” dedi. Ben hemen oradan ayrıldım. Hocamın yanına geldim. Durumu arz etmek isteyince; “Sendeki bir sırdır. Onu sâhibi gelene kadar sakla. O sırrı ancak sâhibine verirsin.” buyurdu. Hocam ikindi namazından sonra beni Sultânın yanına gönderdi. Sultâna, Muhammed Hevârî hazretlerinin söylediklerini söyledim. Sultan çok sevindi. Sultan, müjdeyi verdiğim için bana yirmi dînâr para verdi ve; “Eğer Allahü teâlâ bu belâyı benden def ederse, Hasan bin Mahlûf’a yüz dînâr vereceğim.” diye adakta bulundu. Sultan Ebû Fâris yola çıkıp Neşvis Dağının eteklerine geldiği zaman, adamları onu kötülediler ve yanından ayrıldılar. Bunun üzerine Sultan Ebû Fâris, Tûnus’a gitti. Bayram günü vefât etti. Halk bayram namazı kılmak için evinden çıktığı zaman, Sultan Ebû Fâris’in ölmüş olduğu haberini aldılar.

Ali Tâlûtî şöyle anlatır: “Bir gün ben Hasan bin Mahlûf’un yanında oturuyordum. O sırada bir zât geldi. İçeri girmek için izin istedi. Hasan bin Mahlûf da içeri girmesine izin verdi. O zât Hasan bin Mahlûf’a yazılı bir kâğıdı okudu. O kâğıtta şöyle yazıyordu: “Muhammed Hevârî büyük bir velî olup, kutubluk makâmına yükselmiştir. Onun zamânın kutbu olduğunu, falan falan kimseler tasdîk etmiştir.” Ben bu kimsenin okuduklarına çok hayret ettim. Zîrâ bütün söyledikleri, Muhammed Hevârî’de mevcuttu.”

Muhammed Hevârî’nin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Es-Sehv vet-Tenbîh, 2) Et-Teshîl, 3) Et-Tibyân, 4) Tabsırat-üs-Sâil.

İBN-İ MERZÛK CEVAP VERSİN

Abdülhamîd el-Asnûnî şöyle anlatır: “Muhammed Hevârî, Vehrân beldesinde idi. Ben de onu ziyârete gittim. Selâm verip huzûruna girdim. Selâmımı aldı. Ben de edeple yanına oturdum. Benden başka yanlarında birkaç kişi daha vardı. Oradakilerden biri Muhammed Hevârî’ye bir suâl sordu. O da; “Senin bu suâlinin cevâbını, çocuğu olmayan İbn-i Merzûk versin.” buyurdu. Ben bu duruma çok şaşırdım. Zîrâ ben İbn-i Merzûk’u tanırdım ve iki tâne çocuğu vardı. Durumu İbn-i Merzûk’a haber vermek istedim. Tlemsân’daki Şeyh Hasan hazretlerinin yanına gittim. Durumu ona arz ettim. O da bana; “Kimseye hiçbir şey söyleme. Sendeki bir sırdır. Onu sakla ve sâhibine söyle.” buyurdu. Ben İbn-i Merzûk’un yanına gitmek istedim. Hava çok sıcaktı. Öğle namazını kılmak ve biraz serinlemek için Munşâr Medresesine girdim. O sırada arkadan İbn-i Merzûk girdi ve bana; “Şeyh Muhammed hazretleri ne dedi?” diye sordu. Ben de durumu ona anlattım. O da; “Beni evlâdlardan kurtaran Allahü teâlâya hamd ederim.” dedi. Daha sonra onun iki evlâdı vefât etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED PÂRİSÂ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed, lakabı Hâfız-ı Buhârî ve Pârisâ'dır. 1355 (H.756) senesindeBuhârâ'da doğdu. 1419 (H.822) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. İlim öğrenmek için medrese tahsîline başlayıp, zamânının âlimlerinden ders alarak, hadîs ve fıkıh ilmini öğrendi. Bu ilimlerde yetişip âlim olduktan sonra, tasavvuf ilmini öğrenip, büyük bir velî olarak yetişti.

Muhammed Pârisâ hazretlerinin tasavvufta hocası, evliyânın en büyüklerinden olan meşhûr İslâm âlimi Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî'dir. Ona talebe olduktan sonra, sohbetlerine devâm edip, himmet ve teveccühüne kavuştu. Böylece tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. Zâhir ve bâtın ilimlerinde zamânının bir tânesi oldu.

Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sohbetine devâm ettiği ilk sıralarda, bir gün gelip, hocasının kapısının önünde edeble beklerken, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir hizmetçisi içeri girer. Behâeddîn Buhârî ona kapıda kim var? diye sorunca, o da; "Pârisâ bir genç vardır." der. Bunun üzerine dışarı çıkıp bakar ve; "Sen Pârisâ bir genç misin?" buyurur. Bundan sonra ismi; dünyâya düşkün olmayan, dindar, ârif, âlim, müttekî mânâlarına gelen "Pârisâ" olarak söylenmiştir ve ismi MuhammedPârisâ şeklinde meşhûr olmuştur. Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; "Bizim varlığımızdan murâd, Muhammed Pârisâ'nın yetişip ortaya çıkmasıdır." buyurmuştur. Kendisinden sonra, yerine bıraktığı vekillerden biri de o olmuştur.

Yine hocası ona; "Hâcegân yol ve hanedânından bana her ne ulaşmışsa, ne elde etmişsem, bu emânetlerin hepsini sana verdim. Kardeşimiz Mevlânâ Ârif de bunları sana vermiştir." buyurdu.

Muhammed Pârisâ hazretleri, birgün bir bahçede, havuz kenarında ayaklarını suya sarkıtmış oturuyordu. O sırada Allahü teâlânın zikrine dalmış, kendinden geçmiş hâlde iken, hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri oradan geçti. Onu kendinden geçmiş, âdetâ baygın bir hâlde ve dünyâyı unutmuş derin bir murâkabeye dalmış olarak gördü. Bu hâlinden son derece duygulanıp, soyundu ve havuza girdi. Yüzünü, suya sarkmakta olan talebesinin ayaklarına sürerek; "Allah'ım bunun hürmetine bana rahmet et!" diye duâ etti ve talebesi Muhammed Pârisâ'ya pek yüksek bir iltifât gösterdi.

Muhammed Pârisâ, kerâmetlerini çok gizlerdi. Fakat bir defâsında, büyük hadîs âlimlerinden Şemseddîn Muhammed bin Muhammed-i Cezerî, Mirzâ Uluğ Bey zamânında Semerkand'a gelmişti. Mâverâünnehr'in hadîs âlimleri, hadîslerin senedlerini inceleyerek, tahkik ve tashih ile uğraşıyordu. Hasedçilerden biri, bu zâta; "Muhammed Pârisâ'nın söylediği hadîs-i şerîflerin senetlerinin sıhhati tam ve mâlûm olmadığı hâlde, Buhârâ'da çok hadîs nakleder. Onun senedlerini inceleseniz iyi olur" dedi.Durum Mirzâ Uluğ Bey'e bildirilince, o da, Buhârâ'ya bir haberci gönderip, Muhammed Pârisâ'dan Semerkand'a gelmesini ricâ etti. Muhammed Pârisâ hazretleri Semerkand'a geldi.Semerkand şeyhulislâmı Hâce Üsâmeddîn ve o asrın büyük âlimleri büyük bir meclis kurup, Muhammed Pârisâ'yı da çağırdılar. Hadîs mütâlaasına başlayınca, Hâce Üsâmeddîn, Muhammed Pârisâ'dan kendi isnadlarıyla bir hadîs rivâyet etmesini ricâ etti. O da senedleriyle bir hadîs-i şerîf okudu. Şeyhulislâm; "Bu hadîsin sahîh olduğunda hiç şüphe yoktur, ama şu anda benim yanımda sâbit değildir." dedi. Orada bulunan bâzı hasedçiler bu sözden hoşnûd olup, birbirlerine gözle işâret ettiler. Muhammed Pârisâ, aynı hadîs-i şerîfi bir başka senedle okudu. Şeyhulislâm, yine önceki sözlerini tekrâr etti. Muhammed Pârisâ hazretleri hangi isnâdı söylese, bunu duymadım cevâbını alacağını görerek bir an susup murâkabe ettikten sonra, o şahsa dönerek; "Hadîs ehlinin kitaplarından falanın mesnedini sağlam tutup, onun senedlerini mûteber sayar mısınız?" buyurdu. O da; "Evet, onun isnâdları (senedleri) tamâmen mûteber, güvenilir ve hadîs muhakkıklarındandır. Onda hiçbir ferdin şüphesi yoktur. Eğer sizin isnâdlarınız ona müsned olsaydı, isnâdınızın sıhhatinde, hiç sözümüz kalmazdı" dedi. Bu söz üzerine Muhammed Parisâ hazretleri, HâceÜsâmeddîn'e dönüp, "Sizin kütüphânenizin filân yerinde, falan kitabın altında, şu boyda, şu cildde bir kitap konulmuştur. Bahsettiğim hadîs-i şerîf, o kitabın falan sahifesinde yazılıdır." diyerek, sahifesini de belirtip; "Talebelerinizden birisini gönderin, hemen o kitabı getirsin." buyurdu. Hâce Üsâmeddîn, kendisinin böyle bir kitabının bulunduğunda tereddüd edince, o meclistekiler de bu söze şaşırdılar. Çünkü Muhammed Pârisâ hazretleri, onun kütüphânesini hiç görmemişti. Nihâyet bir talebesini gönderip, târif edilen kitabı bulup getirtti. Bahsedilen hadîs-i şerifi, MuhammedPârisâ hazretlerinin söylediği sahifede aynen buldular. Bunun üzerine, ilim meclisinde bulunan âlimler ve dinleyiciler şaşkınlıkla, Muhammed Pârisâ'nın büyüklüğüne hayran kaldılar. Hâce Üsâmeddîn'in, bu hâdise karşısındaki hayranlığı hepsinden ziyâde oldu. Çünkü kütüphanesinde böyle bir hadîs kitabının bulunduğunu kendisi bile iyice bilmiyordu. Bu hâdiseyi Mirzâ Uluğ Bey işitince, Muhammed Pârisâ'yı Buhârâ'dan Semerkand'a getirttiğine çok üzülmüştür. O mecliste bu kerâmetin zâhir olması üzerine, âlimler ve zamânın ileri gelenleri tarafından çok sevildi. Hürmet göstererek kendisine bağlandılar ve onun sohbetlerinde bulunarak feyz aldılar.

Muhammed Pârisâ hazretleri, iki defâ hacca gitti. İlk hacca, hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleriyle birlikte, ikinci defâ, ömrünün son aylarında gitti. 1419 (H.822) senesi Muharrem ayında, hacca gitmek ve Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etmek üzere Buhârâ'dan yola çıktı. Buhârâ'dan ayrılırken, talebelerinden biri vedâ sırasında; "Siz hacca gittiniz." demişti.Bu talebesine; "Gittik ve gittik" buyurarak cevap verdi. Böylece, bu seferinde vefât edeceğine işâret etmişti. Nesef yolu üzerinden, büyüklerin mezarlarını ziyâret etmek üzere; Soganiyân'a (Cağânîyan), Herat'a, Tirmiz'e ve Belh şehirlerine uğradı. Vardıkları her yerde velîlerin kabirlerini ziyâret etti.Câm şehrine de uğramıştı. Burada yetişen meşhûr Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Nefehât-ül-Üns adlı eserinde şöyle yazmıştır: "MuhammedPârisâ'nın Câm şehrinden ayrıldığını hatırlarım. Mukâyese ederek şöyle hatırlıyorum ki, 1419 (H.822) senesi, Cemâzil-evvel sonu veya Cemâzil-âhir ayı başı idi. Babam, bir grup sâlih zâtla, Muhammed Pârisâ'nın ziyâretine gitmişti. Ben bu sırada beş yaşını henüz bitirmemiştim. Babam yanındakilerden bir kimseye beni omuzuna almasını söyledi ve beni de alıp ziyâretine gittiler. Huzûruna varınca, beni kürsüsünün önünde tuttular. Muhammed Pârisâ bana iltifât edip, bir şeker verdi. Bu hâdiseden sonra, altmış yıldan beri nûrlarının yayılması gözümdedir. İşte Hâcegan silsilesine ihlâsla bağlanmamın ve onlara muhabbetimin sebebi, Muhammed Pârisâ'nın bereketli nazarlarına kavuşmamdır. Ümîd ederim ki, bu bağlılığın bereketiyle, onları sevenler ve muhlisler zümresiyle haşrolunurum."

Câm şehrinden hareket edip Nişâbur'a ulaştı. Havanın sıcak, yolun da korkulu olması sebebiyle, yolcular arasında yola çıkıp çıkmamak husûsunda konuşmalar oldu.Neticede yola çıkmaları geri kaldı. Bu sırada Muhammed Pârisâ hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Dîvân'ını alıp açtı. Açtığı sahifede şu mânâda beyitler çıktı:

Ey Hak âşıkları, ikballe yürüyün!
Saâdet burcuna yönelin dosdoğru!

Bu yol, size Hakk'ın izniyle mübârek olsun;
Şehirde, çölde, dağda ve suda!..

Bundan sonra Mekke-i mükerremeye gitmek üzere Nişâbûr'dan yola çıktılar. Sohbet ederek selâmetle ve âfiyet içinde Mekke'ye ulaştılar. Hac ibâdetini yaptılar. Bu sırada Muhammed Pârisâ hazretleri hastalandı. Vedâ tavâfını sedye üzerinde yaptı. Sonra Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmek içinMedîne-i münevvereye doğru yola çıktılar. Yolda, uyku ile uyanıklık arasında Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini gördüğünü ve kendisine çok müjdeler verdiğini anlatmıştır. 1419 (H.822) senesinde 12 Aralık Çarşamba günü Medîne'ye vardılar. Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret edip, müjdelere kavuştu. Ertesi gün, Perşembe günü vefât etti. Bu sırada meşhûr Osmanlı âlimiMolla Fenârî Medîne'de bulunuyordu.Cenâze namazını o kıldırdı.Kâfilesindeki talebeleri ve Medîne halkı cenâzesinde bulundular. Cumâ gecesi Bakî' kabristanında, Eshâb-ı kirâmdan hazret-iAbbâs'ın türbesi yanına defnedildi. Şeyh Zeyneddîn Hâfî, Mısır'dan beyaz bir mermer taşı getirip kabrine dikmişti.

Oğlu Burhâneddîn Ebû Nasr şöyle anlatmıştır: "Babam vefât ettiği sırada yanında bulunamamıştım. Vefâtından sonra yanına geldim. Mübârek yüzünü açıp baktım. Gözlerini açıp bana tebessüm ediyordu. Üzüntüm ve ızdırâbım iyice arttı. Ayak ucuna geçtim, ayaklarını topladı."

Muhammed Pârisâ hazretleri pekçok tâlebe yetiştirdi. Bunların en meşhûru, oğlu Ebû Nasr Pârisâ'dır. Onu zâhir ve bâtın ilimlerinde yetiştirip, tasavvufda yüksek derecelere kavuşturmuştur.

Muhammed Pârisâ hazretlerinin; 1) Risâle-i Kudsiyye, 2) Tuhfet-üs-Sâlikîn, 3) Tahkikât, 4) Fasl-ül-Hitâb li Vasl-il-Ahbâb, 5) Menâsik-ül-Hac, 6) Füsûs-ül-Hikem Şerhi, 7) Menâkıb-ı Behâeddîn Nakşîbend gibi kıymetli eserleri vardır.

ER KİMDİR ANLASINLAR

Muhammed Pârisâ zamânında, Semerkand'da Mirzâ Halîl Şâh, Horasan'da da Mirzâ Şâhruh pâdişah idi. MuhammedPârisâ, Semerkand pâdişâhı Mirzâ Halîl'e zaman zaman mektuplar göndererek, müslümanlara yardımcı olup, işlerine alâka göstermesini istiyordu. Mirzâ Halîl, bu mektupları kendisi için ağır görmeye başladı.Hasedçilerin de tahriki ile, MuhammedPârisâ'ya karşı hoş olmayan bir tavır aldı. Nihâyet adamlarından birini göndererek; "Deşt (çöl) tarafına gitsinler! Orada bulunan nice kimseler onların bereketiyle müslüman olma şerefine ersinler..." şeklinde haber yollayıp, memleketinden çıkmalarını bildirdi. Muhammed Pârisâ hazretleri bu haber üzerine gelen elçiye; "Tamam kabûl ettik. Fakat önce büyüklerimizin kabirlerini ziyâret edeceğiz. Sonra da gideceğiz." dedi. Hemen atının hazırlanmasını istedi. Derhâl atını eğerleyip hazırladılar. Atına binip yola çıktı. Yanına, talebelerinden büyük bir kalabalık yaya olarak katıldı. ÖnceKasr-ı Ârifân'a gidip, hocası Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Hocasının kabrini ziyâret edip ayrıldıkları sırada, yüzünde bir azamet ve heybet belirmişti. Oradan Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin kabrini ziyâret için de Sûhârî'ye gitti. Orada da ziyaretini tamamlayınca, atını sürüp yola çıktı. Sûhârî yakınında bir tepeye çıkınca, tepe üzerinde durup, Horasan'a doğru dönüp; "Hepsini yerle bir et; böylece bugün meydanda er kimdir, anlasınlar!.." mânâsında bir beyt okudu.

Bundan sonra Buhârâ'ya döndüler. Tam bu sırada, Horasan pâdişâhı Mirzâ Şâhruh, Muhammed Pârisâ hazretlerinin gönlünü kıran Semerkand pâdişâhıMirzâ Halîl'e bir mektup yazdı. Mektubunda savaş ilân ettiğini bildirerek; "Geliyorum, harp meydânına çık!" diye yazmıştı. Bu karar önce kendi halkına duyurulmak için câmilerde okunup ilân edildi.Sonra da mektubu Mirzâ Halîl'e gönderdi. Mektubu gönderdikten hemen sonra da üzerine yürüyüp, Mirzâ Halîl'i mağlup ederek öldürdü.

ÖLÜ KALBLER

Muhammed Pârisâ hazretleri buyurdu ki: "Üç kimse, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlıyamaz. Birincisi; Arabîyi iyi bilmeyen ve tefsîr okumamış, ilmi olmıyan kimse. İkincisi; büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü, îtikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için hak sözü kabûl etmeyen bid'at sâhibi. Çünkü bid'atın zulmeti, kalbi karartır."

"İnsanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyleri seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalbden çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak da bu düşünceleri arttırır. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması, uzaklaşması lâzımdır. Allahü teâlâ, çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmez."

"İnsanlar, ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip ölü kalbleri diriltmişler, talebelerinin ölü kalblerini diriltmeğe çalışmışlardır. Doğrusu da, kalbleri diriltmek yanında ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur. Hattâ abes, yâni faydasız şeylerle vakit kaybetmek olur. Çünkü ölüyü diriltmek, ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalblerin dirilmesi ise, sonsuz hayâta (ebedî saâdete) kavuşturur. Zâten Allahü teâlâya yakın olanların vücudları kerâmettir. İnsanlarıAllahü teâlâya dâvet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir. Ölü kalbleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların selâmeti, onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devâdır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Allahü teâlânın lütufları, ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED REŞÎD


Büyük âlim ve velî. Seyyiddir. Babası Fehîm-iArvâsî'dir. On dokuzuncu asrın sonlarında Gevaş'ta vefât etti. Bütün ilimleri babasından gâyet mükemmel bir şekilde öğrendi.Tasavvufta babasının sohbetlerinde kemâl derecelerine ulaştı.

Babasının derslerine devâm edip, medreselerde okutulan bütün kitapları okuyup, tamamladı. Sâdece belâgat ilminde meşhûr bir kitap olan Mutavvel kitabını okumamıştı. Sıra gelince, bu kitabı, Şemdinli tarafındaŞinû adındaki köyde çok meşhur bir hoca olan Molla Abdurrahîm adında bir müderristen okumayı arzu etti. Bunun için babası Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinden izin istedi. Babası bu hususta emsâlsiz bir âlim olmasına rağmen içine böyle bir arzu doğdu. Babası; "Oğlum buraya kadar seni okuttum. O kitabı da okuturum." buyurdu ise de müsâde etmesini çok arzu ediyordu. "Efendim bunda şüphem yoktur. Ne olur bu şevkimi kırmayınız, lütf buyurunuz da müsâde ediniz." deyince müsâde etti.

Müderris Molla Abdurrahîm'in yanına gidip durumu anlattı. Bir sabah ders okuyacağı sırada Mutavvel kitabını hocasının önüne koydu. Hoca okumaya başlayınca; "Efendim bizim usûlümüzde talebe dersi okur, anlatır, hoca dinler. Eğer talebenin bir müşkülü olursa, hoca halleder." dedi. Bunun üzerine hoca müsâde etti ve onun dersi okumasını ve anlatmasını dinledi.Hoca onu dinlerken, ilimdeki derecesine ve dersi anlatmaktaki üstün mahâretine hayran kaldı.Hemen kitabı kapatıp; "Siz bu ilmi kimden öğrendiniz?" dedi. Seyyid Muhammed Reşîd; "Babamdan öğrendim." dedi. "Babanız sizden âlim midir?" deyince; "Babam o kadar ilim sâhibi ki, benimle hiç mukâyese edilemez." dedi.

Molla Abdurrahîm bu sözleri dinleyince; "Şu söylediğiniz sözlere ve ilimdeki derecenize göre ben değil size ders vermeye, talebe bile olmaya lâyık değilim! Size bir şey okutamam. Öyle bir dahiyi bırakıp buraya gelmişsin. İlmimden fayda göreceğinize kâni değilim! Fakat buraya kadar gelmişken birkaç gün burada kalın da ilimde pekçok müşkül meselelerimiz vardır. Bunları lütfen halledin, sonra gidersiniz." dedi. Kabûl edip kaldı. Onların ilimdeki müşkül meselelerini hallederken, hastalandı. O köyden Nehri köyüne gönderdiler. Nehri köyünden onu Seyyid UbeydullahArvâsî Van'a oradanda halası Cevâhir Hanım onu Gevaş'ın Tığnîz köyüne götürdü ve orada vefât etti. Hacı Zive ismindeki kabristana defnedildi. Cenâzesinde gaybdan pekçok kuş toplandı.

Babası Seyyid Fehîm hazretleri onun hasta olduğunu işitince, Arvas'a getirmeleri için birkaç kişi gönderdi. Ancak vardıklarında vefât etmişti.Cübbesini ve diğer elbiselerini bir bohçaya sarıp Arvas'a getirdiler. Bu sırada Seyyid Fehîm hazretleri misâfirhânede sohbet ediyordu.Muhammed Reşîd'in elbiselerinin sarılı olduğu bohçayı evin harem kısmına götürdüler. FakatSeyyid Fehîm hazretleri; "Bohçayı buraya getirin." buyurdu. Emri üzerine götürdüler. Bohça önüne konulunca; Muhammed Reşîd vefât etti! İnnâ lillah..." diyerek bohçayı açtı. Kendi sarığını ve cübbesini çıkarıp MuhammedReşîd'in sarığını ve cübbesini giydi. "Beni bu cübbeye vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun." buyurdu. Sonra onun cübbesini ve sarığını çıkarıp tekrar bohçaya koydu ve kıymetli sohbetine devâm etti.

Muhammed Reşîd hazretlerinin Muhammed Bâkır isminde bir oğlu ile Âişe Hanım isminde bir kızı vardı. Bu kızıSeyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri ile evlenmiş, daha sonra Birinci Cihân Harbinde hicretlerinde Musul'da vefât etmiştir. Seyyid Ahmed Neyyîr Mekkî, Seyyid AhmedEnver ve Seyyid AhmedMünîr merhûmların vâlideleridir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED RÛCÎ


Evliyanın büyüklerinden. İsmi Muhammed olup, lakabı Şemsüddîn'dir. 1417 (H. 820) senesi Berât gecesinde Rûc köyünde doğdu. Muhammed Rûcî'den önce, annesinin çok sevdiği bir oğlu vardı. Beş yaşında iken bu çocuk vefât etti. Annesi bu duruma çok üzüldü. O gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; "Sen üzülme, kalbin rahat olsun. ÇünküAllahü teâlâ, sana bir erkek çocuk verecek, onun ömrü uzun olacak, yüksek derecelere kavuşacak." buyurdu.Bir müddet sonra MuhammedRûcî dünyâya geldi.Annesi ona; "Sen, Resûlullah efendimizin bana müjdelediği oğlumsun." derdi. MuhammedRûcî, 1498 (H.904) senesinde vefât etti. HocasıSa'düddîn Kaşgârî'nin kabrinin yanına defnedildi.

Muhammed Rûcî, küçüklüğünden beri insanlardan uzak ve yalnız kalmayı arzu ederdi.Akranlarının arasına karışmazdı. Evde bir odada, tek başına yaşamağa çalışırdı. Babası ve dedeleri ticâretle uğraşırlardı.Muhammed Rûcî, babasının mesleğine hiç rağbet etmedi.

Dâimâ Resûlullah efendimizi rüyâda görmeyi temenni ederdi. Bir gün eve girdi. Annesi evde oturmuş bir kitabı okurken yanına yaklaştığında; "Kim Cumâ gecesi bu duâyı birkaç defâ okursa, rüyâsında Resûlullah efendimizi görür." sözlerini işitti. Böylece Resûlullah efendimizi görme arzusu arttı. Gelecek gece de Cumâ gecesi idi. Annesine; "Cumâ gecesi gelince o duâyı okuyacağım. Belki Resûlullah efendimizi görürüm" deyince, "Git oku." dedi. O da doğruca odasına gitti. Kitapta bildirilen şartlara uyarak, duâyı okumakla meşgûl oldu. Daha önce de, kim her Cumâ gecesi Resûlullah efendimize üç bin salevât okursa, rüyâsında Resûlullah efendimizi görür, diye duymuştu. O duâyı okuduktan sonra, üç bin kerre de Resûl-i ekreme salevât okudu. Vakit gece yarısına yaklaşınca, yatağına yatarak uyudu. Rüyâsında şöyle gördü: Eve girdiğinde kışlık salonda annesi onu görünce; "Oğlum niçin geciktin? Burada seni bekliyordum. Evimizi Resûl-i ekrem teşrif etti. Haydi gel, seni Resûlullah efendimize götüreyim." dedi.Elinden tutup, Resûl-i ekremin bulunduğu yazlık salona doğru götürdü. Resûl-i ekrem oturmuşlardı. Etrâfında da birçok kimseler vardı. Bunların bir kısmı oturuyor, bir kısmı ayakta duruyordu.Resûlullah efendimizin etrafında halka yapmışlardı.Dünyânın her tarafına mektuplar gönderiyordu. Huzûrlarında bir kâtip vardı. Resûlullah efendimizin buyurduklarını yazıyordu. O, Şerefüddîn Osman Zeyyâr Tukânî idi. O zât, zamânın büyük âlimi ve velîsi idi. Annesi onu Resûlullah efendimizin huzurlarına götürünce, Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah! Zât-ı âliniz bana, ömrü uzun ve Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşacak bir oğlum olacağını buyurmuştunuz. O buyurduğunuz bu mu, yoksa başkası mı?" diye sorunca, Resûl-i ekrem ondan tarafa doğru baktılar. Sonra tebessüm ederek; "Evet, o söylediğim oğlunuz budur." buyurduktan sonra, kâtip Şerefüddîn Osman'a, "Onun için bir mektup yaz." buyurdu. O da bir kâğıda üç satırlık bir yazı yazdı. MuhammedRûcî, kâtibin yazdığına bakıyordu. Satırların altına şâhidlerin ismini yazar gibi, ayrı ayrı yerlere birçok kimsenin isimlerini yazdı. Sonra kâğıdı katlayıp, annesine verdi. Oradan ayrılınca, annesinden mektubu aldı. Kendi kendine; "Bu mektûbun muhtevâsını bilmiyorum. En doğrusu, geri dönüp, mektubu Resûlullah efendimize göstereyim. Bana mektubun muhtevâsını anlatırlar." dedi. Bu düşünce ile döndü veResûl-i ekremin huzûruna girdi. "Yâ Resûlallah! Bu mektubun muhtevâsını bilmiyorum." dedi. Resûlullah efendimiz kâğıdı elinden aldı. Kâğıtta yazılı olanları sesli olarak okudu. O daResûl-i ekremin okuduklarını bir defâda ezberledi. SonraResûlullah efendimize başka bir şeyi sordu. O anda, kapının sesini duyarak uyandı. Annesi kapıdan içeri giriyordu. Elinde kandil vardı. Yatağından kalktı. Annesi ona; "Oğlum, rüyânda birşey gördün mü?" diye sorunca; "Evet gördüm." dedi. O zaman, "Ben de senin gördüğünü gördüm." dedi ve rüyâsını anlatmaya başladı. İki rüyâ arasında hiç fark yoktu.

Kendisi anlatır: "Daha gençliğimde tasavvuf yoluna girdim. Bâzı kimselere, Herat âlimlerinin ve tasavvuf büyüklerinin hâllerini sordum. Çünkü onlardan birinin sohbetinde ve meclisinde bulunmak istiyordum. Bir kişi Şeyh Sadreddîn Ravâsî'yi tavsiye etti. O, Şeyh Zeynüddîn Hâfî'nin talebelerinden idi. Şimdi ise, yanında bulunanlara doğru yolu göstermek ve onları yetiştirmekle meşgûldü. Bunun üzerine derhâl Herat'a gittim. Yolda Şeyh Zeynüddîn Hâfî'nin kabrini ziyâret ettim. Bu sırada Sadreddîn Ravâsî, talebeleriyle berâber orada bulunuyorlar ve zikir ediyorlardı. Zikri, seslerini yükselterek yaptıkları için, bu durum hoşuma gitmedi. Yoluma devâm ederek Herat'a yaklaştım. Bu sırada bizim köyden olanHâfız İsmâil ile karşılaştım. O, Sa'düddîn Kaşgârî'nin sohbetiyle şereflenmişti. Sonra Molla Câmî'ye bağlandı. Tasavvuf yolunda pekçok şeyler kazandı. Hâfız İsmâil bana; nereden geldiğimi, maksadımın ne olduğunu sordu. Ben de ahvâlimi olduğu gibi anlattım. Hâfız İsmâil beni dinledikten sonra; "Câminin kapısına git. Orada büyük bir zât vardır. Bâzan câmide cemâatle berâber oturur. Belki onun hâli sana hoş gelir." dedi. Bunun üzerine hemen câminin kapısına gittim. Câminin odasında, bir cemâatle berâber o zâtın oturduğunu gördüm. Yanındaki cemâat âlim ve fazîletli zâtlardan meydana geliyordu. Hiç konuşmadan onu dinliyorlardı. Kapının dışında durdum. Duvara yaslanıp, onlara bakmağa başladım. Onlardaki sessizliği, sekînet ve vekarı görünce, hatırıma Şeyh Sadreddîn'in etrâfında halka yapmış olanların hâllerini ve bağırmalarını getirip; "O ne ses ve hareketlilik, şimdi bu ne sessizlik ve durgunluk?" diye kendi kendime düşünmeye başladım. Bu sırada Mevlânâ Sa'düddîn Kaşgârî başını kaldırdı. "Ey kardeşim, yanıma gel!" buyurdu. Elimde olmadan onun yanına gittim. Yanına oturttu ve; "Sultan Şâhruh'un hizmetçileri veya askerleri, onun yanında bulunup, yüksek sesle Şâhruh, Şâhruh diye bağırsalar, onların böyle bağırmaları gâyet edebsizlik ve ahmaklık olur. Hizmetçilerin ve askerlerin edebi, Sultan ve efendinin yanında sessiz, hazır bir vaziyette, bağırıp çağırmadan durmaları ile olur." buyurdu.Sonra Sa'düddîn Kaşgârî elime baktı ve elimdeki boynuzdan yüzüğü gördü. İhtiyâcı olan kimsenin, hâcet elini boş olarak uzatması daha iyidir." buyurdu. Bunun üzerine elimden yüzüğü çıkardım. Sa'düddîn Kaşgârî kalkıp mescide girdi. Orada bulunanlardan birisine, beni peşinden mescide götürmesini işâret etti. Mescide girdim. Sa'düddîn Kaşgârî bir yere oturdu. Beni de karşısına oturttu ve tarîkatı telkin etti. Sonra; "Mescid güzel bir yerdir. Burada ikâmet et. Sana emrettiğim şeylerle meşgûl ol." dedi. Onun gösterdiği şeylerle meşgûl olmaya başladım. Annem bunu haber alınca, hemen Rûc'dan yanıma geldi. O da bu yola girdi.

Bir müddet geçtikten sonra, bir gece mescidin kubbesinde bulunan odada teheccüd namazı kıldıktan sonra murâkabeye daldım. Bu sırada kandil gibi bir nûr göründü. Gündüz gibi kubbeyi aydınlattı. Onun aydınlatması ile bütün kubbeyi görüyordum. Bu nûr her an fazlalaşıyordu. O hâle geldi ki, koskoca bir kandil oldu. Bir müddet bu hâlde kaldı. Bu hâli görünce, bir nevî gurûr ve kendimi beğenme hâli meydana geldi. Sabah olunca, Sa'düddîn Kaşgârî'nin meclisine gittim. Öfkeyle bana bakarak; "Seni, gurûr kokusu ile dolu görüyorum. Bu kadarcık bir nûr görmekle, hiç insana gurûrlanmak yakışır mı? Hâlbuki Mevlânâ Nizâmüddîn Hâmûş'a bağlandığım zaman, karanlık gecelerde yolda giderken, sağımda ve solumda on veya on iki meşale yanardı.Nereye gitsem onlar da benimle berâber giderlerdi. Buna rağmen aslâ onlara iltifât etmez, onlara hiç îtibâr etmezdim." diye buyurduktan sonra, kızarak şunları ilâve etti: "Yanımdan kalk git. İkinci defâ bu şekilde bir daha yanıma gelme!" Böylece beni meclisinden kovdu. Onun huzûrundan kalbim kırık çıktım. Çok ağlayıp, göz yaşları döktüm. Bundan dolayıAllahü teâlâdan af ve magfiret diledim. Kalbimi bu gurûr ve kendini beğenme kirlerinden temizlemek için çok gayret gösterdim. Hocam Sa'düddîn Kaşgârî'nin iltifatları ve teveccühlerinin bereketi ile, bu sıkıntılı ve kötü durumdan kurtuldum. Aynen bana görünen nûr, anneme de göründü.Hattâ, o benden daha fazla gördü.

Böyle nûrların bana göründüğü günlerde, birisi bana çok tevâzu gösteriyordu. Onun bana karşı tevâzusu artık haddini aşmıştı. Bunun üzerine ona; "Bana niçin bu kadar tevâzu gösteriyorsun? Bunun sebebi nedir?" diye sordum. O şahıs, şunları anlattı: "Karanlık bir gecede mescide bitişik dergâhta oturuyordum. Bu sırada kapıdan biri girdi.Bunun üzerine orası gündüz gibi aydınlanıverdi. Hâlbuki o şahsın yanında kandil falan yoktu. O şahsa iyice baktığımda, siz olduğunuzu gördüm. Siz oradan gidince, yine orası eskisi gibi karardı."

Mevlânâ Sa'düddîn'in sohbetine kavuşmama rağmen, kalbimde bu yolun büyüklerine bağlılık hâsıl olmadığı için, çok üzgün ve kederli idim. Karanlık gecelerde, câmide başımı yere vuruyordum. Gündüzleri sahrâya çıkıyor, oralarda ağlıyor, Allahü teâlâya yalvarıp yakarıyordum. Bu hâl üzere, yaklaşık sekiz ay geçti. Bir gün Mevlânâ Sa'düddîn, bu hâlde ağlarken görünce; "Çok ağla ve yalvar. BöyleceAllahü teâlânın rahmetine kavuşursun. Çünkü ağlayıp yalvarmak, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmakta çok tesirli ve kıymetlidir. Ben de gençlik günlerimde senin gibi çok ağlardım." dedi. Bu sırada ona iltifât ve teveccüh ile baktı. Bunun üzerine onda, bu yolun büyüklerine bir anda bağlılık hâsıl oldu.

Bundan sonra câmide murâkabe hâlinde idim. Gece yarısına doğru uyku bastırınca, uyku dağıtmak için kalktım. O sırada hocamın arka tarafta beni tâkib ettiğini fark ettim. Hemen arkasına oturmak istedim. O da başını kaldırarak; "Ey Muhammed, niçin kalktın?" buyurdu. "Uyku hâli meydana gelmişti. Onu gidermek için" dedim. O zaman bana lütuf ve merhamet buyurdular ve bende büyüklerin yoluna bağlılık tamâmen hâsıl oldu.

Mevlânâ Sa'düddîn Kaşgârî'nin Allahü teâlânın izniyle, istediği zaman istediği kimseye, bu yolun büyüklerine bağlılığı verme gücü vardı. İstediği kimseyi, kendisinden geçirir, mânevî âlemlere daldırırdı. Bir gün onunla berâber mescidin kapısına gelmiştim. Akşam ezânı okundu. Mescide girip akşam namazını kıldık. Namazdan sonra hatim okunacaktı. Çok kalabalık bir cemâat vardı. Her tarafta kandiller yakılmıştı. Sa'düddîn Kaşgârî namazdan sonra kıbleye doğru bir köşede oturdu. Ben de arkasına bir yere oturdum. Sonra bana, yanında oturmam için işâret etti.Yerimden kalkıp yanlarına oturdum. Daha oturmadan, bir ân bakınca birden bire kendimden geçtim. Bu hâl, müezzinin yatsı ezânını okumasına kadar sürdü. Bu süre içerisinde, hiçbir şeyden haberim olmadı.

Daha bu yolun başlangıcında iken, câmide abdest alınan yerde oturdum. Elimde de Mesnevî kitabı vardı. O sırada Mevlânâ Sa'düddîn abdest alınan yere geldi. Bana, elimdeki kitabın ne olduğunu sordu.Mesnevî deyince; "Onu okumakla bu yolda ilerleme olmaz. Bu yolda çalışma ve gayret lâzımdır. Ancak o zaman onun mânâlarına vâkıf olabilirsin." buyurdu.

Yine bu yolda başlangıç günlerinde iken câminin bir kenarında, bağdaş kurmuş bir halde murâkabede bulunuyordum. Bu sırada; "Ey edebsiz! Hizmetçiler hiç sultânın huzûrunda böyle mi oturur?" diye bir ses işittim. Bunun üzerine derhâl yerimden sıçrıyarak, kerpiçlerin üzerinde oturdum. O zamandan sonra bağdaş kurarak hiç oturmadım."

Bir gün hocası Mevlânâ Sa'düddîn ile, Şeyh Behâüddîn Ömer'i ziyâret için Cigâre köyüne gittiler. Hocası ata bindi. O da peşlerinden yüreyerek gidiyordu. Yola çıkmadan evvel, evde biraz bir şeyler yemişti. Yolda harâret bastı. Fakat edebinden, hocasından izin isteyip de su içmeye gidemiyordu. Bu sırada Hocası ona; "Susadın mı?" diye sordu. O da; "Evet, şehirden ayrıldığımızdan beri bende susuzluk var." dedi. Bunun üzerine ona; "Git bir yerden su iç gel. Çünkü senin susuzluğun bana da tesir etti." buyurdu. Hemen bir yerden su içip geldi. Yollarına devâm ettiler. Şeyh Behâüddîn Ömer'in evine varınca, Muhammed Rûcî uzakça bir köşeye oturdu. Hocasıyla Şeyh Behâüddîn konuşmaya başladılar. Onlardan uzakça bir yerde oturduğu için, ne konuştuklarını duymuyordu. Bu sırada kendi kendine; "Bana öyle oturmak yakışmaz. Şeyh Behâüddîn Ömer'e doğru dönmüş olarak oturmam gerekir." deyip, onun tarafına doğru dönerek oturdu. Kalbi onun kalbiyle aynı hizâya geldi. O anda Muhammed Rûcî'ye dönüp, hocasına; "Bu ne yapıyor?" diyerek tebessüm etti. Şeyh Behâüddîn'in kısa süren teveccühleri ile çok faydalar hâsıl oldu. Onda kıymetli hâller meydana geldi.Dört veya beş gün, büyük bir sevinç ve rahatlık meydana getiren feyz ve bereketler birbirini tâkib etti.

Yine kendisi anlatır. Yine bu yolun başlangıcında iken, dergâhın şark tarafındaki salonda, kıbleye bakan kısımda oturuyordum. Bu yoldaki vazifelerle meşgûl iken karşımda, zayıf yapılı, uzun boylu bir karaltı göründü. Hindistan cevizi gibi küçük olan başı tavana uzanıyordu. Ağzı açık olup, beyaz dişlerle doluydu. Boynu ve ayakları ince ve uzundu. O gülerek, bana doğru yavaş yavaş geliyordu. Bâzan eğiliyor, bâzan doğruluyordu. Çeşitli hareketler yapıyordu. Kendi kendime; onun şeytan olduğunu, büyüklere bağlanmaktan, meşgûliyetimden alıkoymak istediğini söylüyordum. Onun için meşgûliyetim üzerine sebat edeceğim husûsunda azmimi sağlamlaştırdım ve işime devâm ettim. O ise, çok garip ve acâib hareketler yapmak sûretiyle beni meşgûliyetimden vazgeçirmek istiyordu. Fakat onun, beni bu meşgûliyetimden vazgeçirmesi mümkün olmadı. Bana yaklaşınca, daha fazla işimle meşgûl oldum. İyice yanıma gelip, benim vazgeçmediğimi görünce, üzerime sıçrayıp omuzuma bindi ve iki ayağını sırtıma yapıştırdı. Yine işimle meşgûl idim. Bir müddet sonra ayaklarını üzerimden çekip, duman gibi havaya yükseldi. Sonra kayboldu. Ondan sonra bir daha böyle bir şey görünmedi.

Câmide, Mevlânâ Sa'düddîn Kaşgârî'nin emri ve tavsiyesi üzerine dâimâ ibâdetle meşgûl olurdum. Hattâ geceleri de uyumazdım. Oturur, Allahü teâlâya yalvarır, büyüklerin nisbetine kavuşmak için çok ağlardım. Mescidden sâdece zarûri ihtiyaçlarım için çıkardım. Bir defâsında bulunduğumuz belde muhâsara edilmiş, şehrin kapıları kırk gün kapatıldığından, o günlerde herkes câmiye dolmuştu. İbâdet ve duâ ile meşgûl olduğumdan, durumu kimseye sormadım. Sonra birgün, muhâsara hakkında bilgi veren bir kimsenin konuşmasına şâhid oldum. Ona; "Siz hangi muhâsaradan bahsediyorsunuz?" diye sordum. O da; "Herhâlde sen muhâsara sırasında burada değildin." dedi. Ben de, o zaman halkın neden mescidde toplandığını anladım.

Mescidde îtikâf yapıyordum. Üç gün geçtiği hâlde, yiyecek getiren kimse olmamıştı.Hâlsiz bir hâlde kalkıp yiyecek bir şeyler bulmak için mescidden çıkmak istedim. Sol ayağımı mescidin dışına koymuş, sağ ayağım mescidin içinde iken; "Ekmek için bizimle berâber olmayı bırakıyor musun?" diye ilâhî bir düşünce kalbime geldi. Bunun üzerine dışarı çıkardığım ayağımı tekrar içeri soktum. Elim ile yüzüme bir tokat vurdum. Tokat izi uzun müddet yüzümden çıkmadı. Kendi kendime; "Bir daha kendime yemek aramak için aslâ çıkmayacağım." dedim. Bunun üzerine büyüklere kuvvetli bir bağlılık hâsıl oldu. Bir ara, daha önce görmediğim ve tanımadığım birisi gelip, önüme bir mikdâr şeker koydu. Sonra konuşmadan gitti. O zâtın konuşmadan dönmesi ve ibâdetimden alıkoymaması, o şekeri getirmesinden daha çok sevindirdi.

Bir gün Mevlânâ Sa'düddîn Kaşgârî; "Falancanın ahvâli hakkında bir şey biliyor musun?" diye sordu. O şahıs, memleketinden Herat'a ilim tahsîl etmek için gelmişti. Sonra Mevlânâ Sa'düddîn'e bağlandı. Bu zât, dünyâ ile irtibâtını tamâmen kesmişti. Talebeler arasına da çok az karışırdı. Devamlı suskun ve mahzûn bir hali vardı. Hocama; "Onun hâlini bilmiyorum, fakat bildiğim bir şey varsa, o da; dâimâ gizli bir şeylerle meşgûl olduğudur." dedim. Bunun üzerine Mevlânâ Sa'düddîn; "Ona hâlini sor, durumunu iyice öğren. Sana halini anlatıncaya kadar onu bırakma." buyurdu. Bu emir üzerine, o şahsın yanına gittim. Ona; "Sen niçin talebelerin arasına karışmıyorsun ve dergâhta kimse girmesin diye odanın kapısını kapatıyorsun? Niçin yalnız başına oturuyorsun?" dedim. O da; "Ben fakir ve garip birisiyim. Kendimi arkadaşlar arasına karışmaya lâyık görmüyorum. Hem de onların vakitlerini zâyi etmeyi ve onları rahatsız etmeyi istemiyorum." dedi. Ben, hâlini tam anlatmasını, elbette onu arkadaşların arasına karışmaktan men eden birşeyin olduğunu ve bunu açıklamasını ısrârla istedim. Bu ısrârım karşısında; "Niçin bu kadar üsteliyorsun?" deyince, ben de, bana bunu sormamı hocamın emrettiğini, hâline iyice vâkıf oluncaya kadar yanından ayrılmayacağımı söyledim. Isrârımın kendimden olmayıp hocamdan geldiğine iyice kanâat getirince, âh çekerek şöyle dedi: "Bende bir zaman garib bir hâl meydana geldi. Sana ondan biraz anlatayım. Cemâatle yatsı namazını kıldıktan sonra, bir süre murâkabe ile oturur, bir mikdâr da Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olurdum. Bu sırada, sonu görünmeyen bir nûr beni her taraftan kuşatırdı. O nûrun görünmesiyle kendimden geçerdim. Bu hâlim sabaha kadar uzardı. Gündüz ise, bu hâlin lezzetine dalardım." Ondan bu hallerini dinleyince, ona gıpta etmemden dolayı içim yanıyordu. Elimde olmayarak gözlerimden yaşlar geldi. Onun sözleri bana çok tesir etti. Oradan ayrıldım. Anladım ki; Mevlânâ Sa'düddîn'in onun hâlini öğrenmemi istemesi, etrâfında böyle kimselerin de bulunduğunu bana bildirmek içindi."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED SÂDIK

Hindistan'ın büyük velîlerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi ve müslümanların baştâcı olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin birinci oğludur. 1591 (H.1000) senesinde Serhend'de doğdu. 1599 senesinde pederi ile birlikte Hâce Muhammed Bâkî-billah ile görüştü. Ondan cenâb-ı Hakk'ı zikretmek, murâkabe etmek için vazife almakla ve ona bağlı bir talebe olmakla şereflendi. İstidâdı, fıtratı ve yaradılışı yüksek olduğundan, onların terbiyesi ve merhametli nazarlarının bereketleri sayesinde kıymetli hâllere, yüksek makamlara kavuştu. Daha çocukken, uzak yerlerdeki şeyleri, mezardaki hâlleri keşf ederdi. Sonra kendi peder-i âlîsinden feyz alarak, kemâl mertebelerinin sonuna erişti. Babasının esrarına mahrem oldu. 1616 (H.1025) senesinde tâûn hastalığından Serhend'de vefât etti.

Muhammed Sâdık'ın, çocukluğunda, tâlim ve terbiyesi ile, yüksek dedesi Abdülehad hazretleri meşgûl oldu. Çok akıllı olup, nûr ve zekâ alâmetleri, yüzünden belliydi. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Babam bana; "Sizin bu oğlunuz bana eşyânın hakîkatinden ve keyfiyetinden garip suâller soruyor. Çok zor cevap verebiliyorum" derdi." buyurdu.

Muhammed Sâdık, yüksek kâbiliyet ve yaradılışı sebebiyle hazret-i İmâm'ın, rahmet nazarlarının ve terbiyelerinin bereketi ile, üstün hâllere, pahâ biçilmez muâmelelere kavuştu. Hazret-i Hâce Bâkî-billah'ın ve muhterem babalarının dâimî tasarrufları altında idi. O günlerde velîlikte görülen ve cezbe denilen hâlin kendilerinde gâlib olduğu zamanlarda bile, din ilimleri öğrenmekten geri kalmayıp, onları da bitirmeğe uğraştı. Hâşim-i Keşmî anlattı: "İşittim ki: O günlerde çok defâ kendinden geçmenin ve cezbeye kapılmanın çokluğundan, başı açık yalın ayak, her tarafa gider, fakat yine de ders okuduğu kitapları ezberlerdi. Birgün yağmur yağarken, bir grup çocukla başı açık perişân bir hâlde durmuştu. Muhammed Bâkî-billah oradan geçiyordu. Onu bu vaziyette görünce, tebessüm edip; "Bizim meczûbumuz bakın ne yapıyor?" buyurdu."

Muhammed Sâdık hazretlerinin kendinden geçmesi, öyle bir hâle gelmişti ki, bu hâllerin kendini istilâ ettiği, kapladığı zamanlar, hazret-i Hâce (Muhammed Bâkî) bunları hafifletmek için, çarşıda pazarda satılan şeylerden, yemesini buyururdu. Hazret-i Hâce'nin bir mektubunda; "Gözümün nûru Muhammed Sâdık! Zâhir ve bâtınınız mübârek olsun. Hâlleriniz hamd edilecek derecede iyidir. İşte bu huzur içerisinde olunuz. Hâllere gark olmaktan endişe etmeyiniz." buyurdu. Muhammed Sâdık'ın yaşının küçük olduğu zamanlar, yerlerin ve kabirlerin keşfinde, görüşleri çok doğru idi. Hattâ hazret-i Hâce onun keşf ve firâsetine tam olarak îtimâd ederdi. Bâkî-billah hazretleri onu, mezarların başına götürür ve bu mezarlarda yatanların hâllerinin nasıl olduğunu sorardı. O da hemen herbirinin hâlini, gördüğü gibi anlatırdı. Bir defâsında amcası ticaret için bir sefere çıkacaktı. Amcasıyla birlikte dedesi Abdülehad hazretlerinin kabrini ziyâret ettiler. Kabrin başında bir müddet murâkabe de kaldılar, sonra başını kaldırıp; "Dedem, amcamın bu sefere çıkmasını istemiyor." dedi. Muhammed Sâdık, o zaman küçük olduğu için, amcası onun bu sözüne aldırmayıp sefere çıkmaktan vaz geçmedi. Nihâyet sefere çıktı. Fakat gittiği yerde malı helâk oldu, kendisi vefât edip, bir daha geri dönemedi.

Hazret-i Hâce, sağlığında yetiştirmesi için talebelerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle edince, Muhammed Sâdık da onların arasındaydı. Belki de onların en iyisi idi. O da feyz alma elini, yüksek babalarının nûrlu eteklerine uzattı. Ancak bu şekilde kemâl ve ikmâl derecelerinin sonuna ulaşmak mümkün olurdu. Nitekim herkes;

"Böyle babaya, böyle evlâd yakışır."

mısraını söylüyordu.

İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Bâkî'ye yazdıkları mektupda şöyle arzettiler: "MuhammedSâdık yaşının küçüklüğünden, kendini zabt edemiyor. Eğer huzûrunuza gelirken onu da getirirsem, çok terakki edeceğini zannediyorum. Dâmenkûh'a (dağ eteği) giderken yanımızda idi. Pek çok terakki eyledi. Hayret makâmında gark oldu. Hayret cihetinden bu fakîre çok benziyor."

Onu görenler, onunla konuşma ve görüşme şerefine kavuşanlar Allahü teâlâyı hatırlar, dünyâyı unuturlardı.Hattâ bâzı zenginler; "Bu genci gördüğümüz zaman, dünyâdan soğuyoruz." derlerdi.Bir başkası bu Mahdumzâde'nin teslimiyetine temasla şöyle anlattı: "Bir gün bâzı komşuların sıkıntı ve cefâlarından ona şikâyet ederek; "Ne olur, bunların bâzılarına tenbih etseniz ve onları azarlasanız." dedim. Bu Mahdûmzâde temiz kalblerinden bir âh çekip; "Ey dostum! Eğer biz kızarsak, bizim, âdetlere uyan insanlarla aramızda ne fark olur." buyurdu. O derviş dedi ki: "Bu sözün mübârek ağzından öyle bir edâ ile çıkışı vardı ki sonunda, utandım ve kalbimde bir ağırlık gibi duran kin ve hırs tamâmen gitti."

Aklî ve naklî ilimlerde çok kuvvetliydi. Bir gün Şîraz'dan Hindistan'a gelen âlimlerin en büyüklerinden birinin sohbetinde bulundu. Bu âlim aklî ilimlerde eşsizdi. Yaradılışı îcâbı, o âlim ile derin ilimlere dâir birkaç kelime konuştu. Sözlerini bitirince Şîrazlı âlim; "Bu genci görmeyince, Hindistan'daki talebelerden birinin, aklî ilimlerdeki derin meseleleri idrâk kuvvetini yakînen anlayamamıştım." dedi.

Muhammed Sâdık hazretlerinin ilimdeki mahâreti, hâllerinin yüksekliği, yalnızlığı istemedeki fazlalığı, münâcaatları, Allahü teâlâya yalvarma arzuları, ziyâde idi. Yüksek babalarından ayrı kaldığı zamanlar, onlara bâzı mektuplar yazmışlardır. Bu mektuplardan bir parça aşağıdadır:

"Canım Babacığım!Hiç bir ânımın, Allahü teâlânın rızâsının hilâfına geçmemesinden başka arzum yoktur. Bu da ele geçmiyor. Ancak o dergâhta hizmet edenlerin imdâd ve yardımı ile ele geçer.

Mısra:

"Kerîmler ile yapılan işler kolaydır"

Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, hâlim şerefli teveccühünüzün bereketi ile, emrettiğiniz şekilde istikâmettedir. Bunda, az bile olsa bir gevşeklik olmuyor. Hattâ günden güne, artmakta ve yükselmekte olduğunu ümid ediyorum. Sabah, öğle ve ikindiden sonra, sohbete oturup, hâfızdan Kur'ân-ı kerîm dinliyoruz. Ey gönüllerin kıblesi! Bu fakîr, hemen hemen, her gece, hazretinizi rüyâda görmekle şereflenmekteyim. Bundan daha çok ne yazayım. Köleniz."

Hazret-i İmâm'ın bu yüksek oğullarına yazdıkları birçok mektuplar vardır. Bu mektupların en büyüğü birinci cildde iki yüz altmışıncı mektup olup, kendi yollarını bildirmektedir. Bu mektubun bâzı kısımları aşağıda alınmıştır:

"Elbette nâfilenin kıymeti, farzın kıymeti yanında hiç gibidir. Okyanus yanında, bir damla bile değildir. Nâfilenin kıymeti, sünnetin yanında da böyledir. Sünnet de, farzın yanında okyanus yanındaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin yaklaştırması arasındaki büyük farkı, buradan anlamalıdır. Çok kimse, bu inceliği bilmedikleri için, farzları bırakıp, nâfilelerin yayılmasına çalışıyorlar. Câhil sofîler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeği ve riyâzetler yapmağı beğeniyor. Cumâ namazına ve cemâate gitmiyorlar. Hâlbuki, bir farz namazı cemâatle kılmak, onların binlerle, kırk günlük çilelerinden daha faydalı olduğunu bilmiyorlar. Evet, İslamiyetin edeblerini gözetmek şartı ile, zikr ve fikir çok faydalı ve pek kıymetlidir. Câhil hocalar da, nâfilelerin yayılmasına çalışıyor, farzların yapılmasına aldırış etmiyor, terk edilmesine sebeb oluyorlar.Meselâ, Aşûre namazının, Resûlullah'tan haber verildiği iyi bilinmiyor. Bunu cemâatle ve ehemmiyet vererek kılıyorlar. Hâlbuki, nâfile namazı cemâatle kılmanın mekruh olduğunu fıkıh kitablarında okuyorlar. Farzları kılmakta gevşek davranıyorlar. Farzları müstehab olan zamanlarında kılanları pek azdır. Vaktinde bile kılmıyorlar. Farzları cemâatle kılmağa ehemmiyet vermiyorlar. Bir iki kişiden fazla cemâat toplandığı az görülüyor. Çok zaman da yalnız kılıyorlar. Din adamları böyle olursa, başkalarının nasıl yaptıklarını artık düşünmelidir. Bu kötü hâllerden dolayı müslümanlık zayıflamağa başladı. Böyle işlerin zulmeti ile, günahlar, bid'atler çoğaldı. Fârisî beyt tercümesi:

Az söyledim, dikkat ettim, kalbini kırmamağa,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana!

Nâfile ibâdetleri yapmak, insanı zıllere kavuşturur. Farzları yapmak ise, asla ulaştırır. Ancak, farzları tamamlayan nâfileler (Meselâ, farz namazlarından önce ve sonra kılınan sünnetler), asla kavuşturmaya yardım ederler. Farzlardan sayılırlar. Farzların en üstünü, en yükseği namazdır. "Namaz, müminin mîrâcıdır." ve "Kulun, Rabbine en yakın olduğu zamânı, namazda olduğu zamandır!..." hadîs-i şerîfleri bunu haber vermektedir. "Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim vardır ki..." hadîs-i şerîfinde bildirilen, Resûlullah efendimizin en kıymetli zamanları, bu fakîre göre, namazdaki zamanıdır. Günahları örten namazdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmaktan koruyan, namazdır. Resûlullah efendimizin; "Yâ Bilâl, beni ferâhlandır!" buyurarak, rahatlandırılmak istediği şey, namazdır. Dînin direği namazdır. Müslümanlık ile, kafirliği birbirinden ayıran, namazdır.

Ey oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O'na tutulmuştur. O'nun rızâsını kazanmaktan, O'na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru söyleyici; "Câhillikte en ileride olanınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur." buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah efendimiz; "Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!" buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldırmazlar.

Kıldan ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!
Her kürsîde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!

Sünnetlerin nûrunu, bid'atlerin zulmetleri ile örttüler. Resûlullah'ın milletinin parlaklığını yeni yeni bilgilerin kirleriyle söndürürler. Daha da çok şaşılır ki, birçokları, bu yenilikleri, bu reformları, güzel görüyorlar. Bid'atlere "hasene" adını takıyorlar. Bu bid'atlerle, dîni yükseltiyoruz, İslâmiyetin noksanlarını tamamlıyoruz diyorlar. Herkesin bu bid'atleri yapmasını körüklüyorlar. Allahü teâlâ, bunları doğru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din, bu bid'atlerden önce kâmil olmuştu. Allahü teâlânın nîmeti tamam olmuştu. Allahü teâlâ bu dinden râzı olmuştu. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen; "Bugün, dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum" buyurdu.Dînin olgunlaşmasını, bu bid'atlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur.

Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili mârifetler, Mebde' ve Me'âd Risâlesi'nde, "İfâde ve istifâde" bâbında yazılmıştı. Sırası gelmiş iken, faydalı olan bu mârifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâliktir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar, herkese; rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:

Sustum artık, zekîlere bu yeter,
Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.

Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmandır ve rahîmdir. O'nun resûlü Muhammed aleyhisselâma, Âline veEshâbına, sonsuz salât ve selâm olsun."

1616 (H.1025) senesinde Serhend'de şiddetli bir vebâ (tâûn) salgını başladı. Bu salgın her geçen gün şiddetleniyor, yüzlerce insan her gün kabre konuyordu. Bu hâli gören Muhammed Sâdık hazretleri; "Bu tâûn yağlı lokma istiyor. Biz gitmedikçe (ölmedikçe) geçmez." buyurdular. Hummâya yakalandılar veRebî'ül-evvel ayının dokuzuna rastlayan Pazartesi günü vefât eylediler. Bundan sonra, hastalık hafifledi, hastalardan birçoğu iyileşti. O şiddetli sıtma hâlinde olanlar anladılar ki, bu Mahdumzâde geldi, bu hastalığa yakalanan hastaların elinden tutup onları kurtardı ve; "Bugün bu belâyı biz üzerimize aldık." buyurdu. Biri rüyâda gördü ki, her kim bu Mahdumzâde'nin ismini yazıp, yanında taşırsa, bu belâdan kurtulur. İnsanlar bir müddet onun mübârek ismini yazıp yanlarında taşıdılar. Çok tesirini ve faydasını gördüler. Vefâtından sonra, yakınları, dedelerinin yanına gömmek istediler. Hazret-i İmâm bu hususta teveccüh eylediler. Şimdi gömülü bulundukları yerde, gömülmesini emir buyurdular. Hazret-i İmâm her Cumâ namazından sonra, ziyâretine gider, bir müddet murâkabe ederek otururlardı. Bunun gibi her Cumartesi sabahı, bütün eshâbı ile, sohbet halkasını, onun nûrlu mezârının başında kurarlardı. Birçok zamanlar, bu oğlunun âhiret hâllerinden garib şeyler beyân ederlerdi. Hazret-i İmâm'ın teveccüh ve duâları ile, çok yüksek ilerlemeler hâsıl olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, oğullarına verdiği ihsânları keşf ederlerdi. Bir gün oğullarının kabrinin başından kalkarken şöyle buyurdular: "Bugün oğluma teveccüh eyledim. Gördüm ki, her an nûrlar ve garîb eserler zahir oluyor. Her an, coşarak rahmet-i ilâhiyyeye âit garîb sırları açıklıyor."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih'e gönderdiği bir mektupda oğulları hakkında şöyle buyurdu:

"Allahü teâlânın nîmetlerine hamd olsun ve O'nun seçtiği kullarına selâm olsun! Kardeşim Molla Sâlih! Serhend'de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ ile birlikte âhirete gittiler. "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn." Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabır gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra, bu belâdan râzı olmağı nasîb eyledi. Fârisî beyt tercümesi:

Beni ne kadar incitsen, dönmem senden yine,
Dayanmak tatlı olur sevgili elemine.

Merhûm oğlum, Hak teâlânın âyetlerinden bir âyet idi. Rabbül'âlemînin rahmetlerinden bir rahmet idi. Yirmi dört yaşında iken, öyle şeylere kavuştu ki, az kimseye nasîb olur. Mevleviyyet mertebesine, naklî ve aklî ilimlerin profesörlüğüne yükselmişti. Öyle olmuştu ki, yetiştirdiği gençler Beydâvî Tefsîri'ni, Şerh-i Mevâkıf ve benzeri yüksek kitapları okuyorlardı. Mârifet ve irfânını anlatmak ve şühûdünü, küşûfünü yazmak, başarılacak şey değildir. Bildiğiniz gibi, daha sekiz yaşında iken, kendisini öyle hâl kaplamıştı ki, hocamız hâlini yumuşatmak için, pazarların şübheli yemeklerini ona yedirirlerdi. "Muhammed Sâdık'ı sevdiğim gibi, hiçbir kimseyi sevmiyordum. Kendisi de, bizi sevdiği kadar kimseyi sevmiyor." buyururlardı. Onun büyüklüğünü bu sözden anlamalıdır. "Vilâyet-i Mûseviyye"yi son noktasına ulaştırmıştı. Bu vilâyetin işitilmemiş, şaşılacak şeylerini anlatırdı. Allah korkusundan her an yüreği titrer, edebi gözetirdi. O'na sığınır, O'na yalvarır, O'na boyun büker ve O'nun huzûrunda eğilirdi. "Evliyâdan herbiri, Hak teâlâdan bir şey istemiştir. Ben, O'na sığınmayı ve O'na yalvarmağı istedim." buyururdu.

Muhammed Ferrûh'dan ne yazayım ki, on bir yaşında ilim talebesi idi. Kâfiye okuyordu.Tam anlıyarak ders görüyordu. Dâimâ âhiret azâbından korkar ve titrerdi. Çocuk iken, bu dünyâdan ayrılmak için ve böylece, âhiret azâbından kurtulmak için duâ ederdi. Ölüm yatağında iken, kendisine hizmet edenler, hiç işitilmemiş ve şaşılacak şeylerini gördüler.

Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ'dan ne yazayım.

Oğullarımın her üçü de, birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sâhibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra, bizleri fitneye düşürme! Fârisî mısra tercümesi:

"Her ne olursa olsun, dosttan konuşmak daha tatlı."

(Birinci cild, üç yüz altıncı mektup.)

Babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu oğluna ve diğer oğullarına yazdığı birçok mektupları Mektûbât adındaki eserinde toplanmıştır. Onun hakkında; "Aziz oğlum, bu fakîrin mârifetlerinin bir mecmûasıdır. Cezbe ve sülûk makamlarının bir nüshasıdır" ve "Oğlum, benim esrâr mahremimdir." gibi buyurduğu şeyler çoktur.

İmâm-ıRabbânî hazretleri 1624 (H.1034) senesinde vefât edince, oğlu Muhammed Sâdık'ın mezârının kıble tarafına kabir hazırladılar. Mübârek cenâzelerini kabre koydukları an, oğluMuhammed Sâdık'ın kabri, peder-i âlîsine hürmet için ayak ucuna geldi ve iki kabrin arasındaki kısım kabardı. Görenler hayretler içinde kaldılar.

NASÎB EYLESİN

Muhammed Sâdık hazretlerinin, babalarına yazdığı bir mektup şöyledir: "Yüksek Babacığım, eşsiz mürşidim, gözlerimin nûru, cânım efendim! Bir gece terâvih namazında hâfız Kur'ân okuyordu. Çok geniş, çok nûrânî bir makâmı gördüm. Bunu hakîkat-ı Kur'ân makâmı zannettim. Fakat bu makam olduğunu söylemeye cür'et edemiyorum. Hakîkat-ı Muhammedînin bu makâmın merkezi olduğunu anladım. Sanki büyük bir denizi, bir testiye sığdırmış oluyorlar. Bu makam hakîkat-ı Muhammedînin tafsilidir. Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyânın büyüklerinden çoğu, kendi kâbiliyyet ve istidatları miktarınca o makamdan pay almışlardır. Bu makamdan tam pay alan bizim Peygamberimizden başkası bilinmiyor. Bu fakîr de bundan bir pay aldım. Allahü teâlâ yüksek teveccühleriniz bereketi ile büyük ve tam pay almamı nasîb eylesin. Bu makam daha iyice açıklanmadı. Bu muazzam ayda çok bereketler zâhir oluyor. Kardeşim Muhammed Saîd her zamanki gibidir. Vakitlerini Allahü teâlâyı anarak zikr ile kıymetlendiriyor. Şehirdeki dostlar da huzur içindedirler. Duâlar ederim efendim."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED SAÎD


Anadolu velîlerinden. 1872 (H.1289) senesinde Cizre'nin tanınmış âilelerinden birisinin çocuğu olarak doğdu. Lakabı Seyfeddîn'dir. BabasıHüseyinMazlum Efendidir. Tahsil çağı geldiğinde Şeyh MuhammedAli Tavîlî'nin yanında ilim öğrenmek için gitti. Muhammed Ali Tavîlî'nin sohbetleriyle kısa zamanda kemâle geldi. Hocası ona icâzet vererek Cizre'ye halîfe tâyin etti.

Muhammed Saîd 1913 (H.1331) senesinde Cizre'de vefât etti. Kalabalık bir cemâat tarafından kılınan namazdan sonraCizre Mezarlığına defnedildi. Vefâtından seneler sonra, aynı mezarlığa bir kişiyi defnettiler. Akşam rüyâda bu kişiyi MuhammedSaîd'in talebelerinden birisi gördü. O kimsenin başında iki suâl meleği duruyordu. Defnedilen kişi korkudan titriyordu. Yüzü ve vücudu simsiyahtı. Suâl meleklerine cevap verecek bir hâli yoktu. Bu sırada bir nûr kabrin içini kapladı. Nûr coşup dalgalar hâlinde ölünün vücuduna çarpıyor, çarptıkça beyazlaşıyordu. Sonunda bütün vücûdu nûr kesildi. Meleklerin bütün suâllerini cevaplandırdı. Ertesi gün bunun kim olduğunu merak eden talebe, hemen araştırdı. Bir bakkal olduğunu, köylünün haklarını karıştırdığını, fakat bir gün Muhammed Saîd'in sohbetinde bulunup, ona muhabbet etmiş olduğunu öğrendi. Bu durumun hocasının bereketiyle olduğunu anladı.

ÜÇ KERE YETMEDİ Mİ?

Muhammed Saîd, Cizre Ulu Câmisinde ders vermeye, vâz ve nasîhatlarda bulunmaya başladı.Birçok kimse Muhammed Saîd'in sohbetlerinde doğru yola kavuştu. Bir gün alkolik birisi MuhammedSaîd'in yanına gelip; "Efendim!Tövbe edeceğim fakat içkiden bir türlü kurtulamıyorum. Artık bu, irâdemin dışında bir hal" deyince,Muhammed Saîd; "Her günahtan tövbe ederek yapmamaya azmet. İçkiyi de içemeyeceksin." buyurdu. O kişi; "Kendimi tutamıyorum." deyince, Muhammed Saîd; "İçebilirsen iç." buyurdu. Bunu bir müsâde zanneden alkolik, tövbe etti. Öğle saatlerinde meyhâneye gitti. Ne zaman kadehi eline alsa, kadehin içindeMuhammedSaîd'in kamasının ucunu gördü. Meyhâneciyi çağırıp bardağı değiştirdi. Bu değiştirme üç sefer tekrarlandı. Her seferinde bardağın içinde MuhammedSaîd'in kamasının ucu duruyordu. Sonunda meyhâneden çıktı ve doğruca onun vâz verdiği câmiye gitti. MuhammedSaîd onu görünce; "Üç kerre yetmedi mi? Bardağını bir daha değiştirseydin, kama ile iki parça olurdun." buyurdu. O zât, Muhammed Saîd'e talebe oldu ve ömrünün sonuna kadar tövbesini bozmadı.
 
Üst Alt