Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (M)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BEDAHŞÎ


Şam'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed Bedahşî'dir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1517 (H.923) senesinde Şam'da vefât etti. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ayak ucuna defnedildi.

Muhammed Bedahşî, Mevlânâ Hâce Ubeydullah Semerkandî'nin talebesidir. Mevlânâ Nizârî-zâde ismiyle meşhûr, ârif ve fazîlet sâhibi zât ile de sohbet etti. Bütün varlığı ile Allahü teâlâya bağlı idi. Her dakikasını Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakla geçirirdi.Dünyânın malına ve mülküne bağlı olmayıp, haram ve günahlardan nefret ederdi.

Yavuz Sultan Selîm Han Ridâniye Seferinde Şam'a geldi. Kendisine Muhammed Bedahşî'den söz edilince, daha önce duyduğunu ve pek yakında ziyâretine gideceğini söyledi. Yavuz Sultan Selîm Han zâten uğradığı her memlekette, mukaddes makamları, ilim adamlarını ziyâret etmeyi, tasavvuf büyükleriyle görüşmeyi, duâlarını almayı ihmâl etmezdi. Şam'da kaldığı süre içinde, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kabrini yaptırdı. Medreselere uğrayıp, talebeye yardımda bulundu. Bu arada Emeviye Câmiine gitti. O civarda yaşayan ve herkes tarafından büyük hürmet gösterilen Muhammed Bedahşî'nin iki defâ evine giderek ziyârette bulundu. Yavuz Sultan Selîm Hanın Muhammed Bedahşî'yi ilk ziyâretlerinde, aralarında hiç konuşma olmadı. Sultan onun büyük bir velî olduğunu anlayıp, huzûrunda edeple oturdu. Orada bir sükûnet başladı. Bir saatten fazla oturmalarına rağmen, tek kelime konuşmadan ayrıldılar.

İkinci defâ ziyâretlerinde, önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı ve buyurdu ki: "Sultânım, ikimiz de Allahü teâlânın seçkin kulları arasında bulunuyoruz. Boynumuzda kulluk halkası vardır. Allahü teâlânın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi 72. âyetinde meâlen; "Biz emâneti (Allah'a itâat ve ibâdetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan (bu emânetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor." buyrulduğu üzere, emâneti ve mesûliyeti gökler ve yer yüklenmekten kaçındıkları hâlde, biz onu yüklendik. Omuzlarımıza ağır bir mesûliyet aldık. Siz ise Sultânım, yükünüzü biraz daha ağırlaştırdınız. Saltanat yükü üzerine, bir de hilâfeti yüklenerek taşınması güç bir yük altına gireceksiniz. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir. Diyebilirim ki, sizin yüklendiğinizi, dağlar ve taşlar yüklenip çekemez. İnsanlar da bu yükü taşıyamaz. Ama sizin bir de mânevî gücünüz vardır, ondan yeteri kadar faydalanıyorsunuz. Resûlullah efendimizin; "Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennem'den korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mesûl olacaksınız." mübârek sözleri sizin rehberinizdir. Çok meşakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ yardımcınız olsun."

Yavuz Sultan Selîm Han, Allahü teâlânın bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun karşılık vermedi. Sükût ve edeb ile huzûrundan ayrıldı. Bunun üzerine, mecliste hazır bulunanlardan birisi; "Sultânım, hiç konuşmadınız, hep dinlediniz?" diye sorunca, Yavuz Sultan Selim Han, "Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde onlar konuşurlarken, başkasının konuşması edeb dışı sayılır. Bulunduğumuz makam edeb makâmı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de öyle yaptık. O esrâr ve hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayılırdım. Benim konuşmamı lâyık görmüş olsaydı, elbetteki böyle bir işârette bulunurdu." buyurdu.

Sultânın yakınlarından Hasan Can anlatır: Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han bana şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda MuhammedBedahşî'yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı." Ben ise, gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tabire giriştim ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir." dedim. Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî'nin ölüm döşeğinde Şam'ın ileri gelenlerini toplayıp; "Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara veya olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i Muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultân'a benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyette bulunmuştu.

Şam vâlisi, durumu, Sultânın kapısına duyurunca, Sultânın hocası Halîmi Çelebi Efendi, Sultânın yanına geldi.Konuşurlarken Yavuz SultanSelîm Han; "Şöyle bir rüyâ görmüştüm. HasanCan da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın gerçekleşmesi, tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması tâbirden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak kazanmadı mı? Bu şekilde tâbirin de cezâsı dayak değil mi?" dedi. Halîmi Efendi ise bana bakıp; "Senden böyle acemi davranış beklemezdim. Atılganlık etmişsin." dedi. Ben ise, utancımdan başımı eğip dedim ki: "Vefât günü ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise, fermân devletlüPâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı hediye ihsânıdır." Halîmi Efendi, bu sözlerimi doğru bulup; "HasanCan kulunuzun görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır." dedi. Başlara tâc olan Pâdişâh, Şam'dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed Bedahşî'nin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, kıymetli bir hil'at (elbise) ile, tam ayar iki yüz dinâr altın bana ihsân buyurdu. Bunca lütuf Muhammed Bedahşî'nin kerâmeti eseridir diyerek, azîz rûhuna duâlar eyledim.

HİLÂFETİ ALDINIZ

Yavuz Sultan Selîm Han, Muhammed Bedahşî’yi,
O zaman iki defa, ziyâret, eylemişti.

Ve ilk ziyâretinde, hiç konuşma olmadan,
Edep ile oturup ayrıldı huzurundan.

Bedahşî hazretleri, bir şey söylemeyince,
O da, önüne bakıp, sükût etti öylece.

Zîrâ onun bir velî, olduğunu bilirdi,
Huzûrunda konuşmak, edebe mugâyirdi.

Sultan, ikinci defa, ziyârete gidince,
Bedahşî hazretleri, buyurdu ki şöylece;

Sultânım, ikimiz de, şu anda Rabbimizin,
Seçilmiş kullarından, sayılırız ve lâkin,

Hepimizin boynunda, bir kulluk bağı var ki,
Allah'ın huzûrunda, sorumluyuz inan ki.

Buyurulduğu gibi, Kur’ânda, bir âyette;
Emâneti, yer ve gök alamadığı hâlde,

Onu yüklenmiş olduk, bizler insan olarak,
Zordur bu ağır yükü, hakkı ile taşımak.

Saltanat işini de, alıp siz üstünüze,
Bir yük daha kattınız, bu ağır yükünüze.

Saltanat üzerine, hilâfet de aldınız,
Bu çok ağır sıkleti, daha da arttırdınız.

Bu yükü, ne yer, ne gök ve ne de dağlar çeker.
Ve lâkin Hak teâlâ, size çok yardım eder.

Siz öyle mânevî bir; kuvvete sahipsiniz,
Ondan yeteri kadar, fâidelenirsiniz.”

Yavuz Sultan Selim Han, dinledi edeb ile,
Karşılık söylemedi, bir tek kelime bile.

Sonra izin isteyip, ayrıldı huzûrundan,
Onun bu edebine, hayret edip vüzerân,

Dediler ki: “Sultanım, siz yalnız dinlediniz,
Hikmeti ne idi ki, bir şey söylemediniz?”

Dedi ki: “Biz dünyânın sultanıyız ve lâkin.
Muhtâcız himmetine böyle yüksek zâtların.

Büyükler konuşurken, söze karışılır mı?
Küçüğün konuşması, edebe yakışır mı?

Bulunduğumuz makam, edeb makamı idi,
Orada bize yalnız, sükût etmek düşerdi.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BUHÂRÂLI

Evliyânın meşhurlarından. Aslen Buhârâlı olup, İstanbul'a gelmiştir. 1591 (H.1000)de vefât etmiştir. Kabri, Silistre'de çarşı içinde bir türbededir. Memleketinde ilim tahsîlini tamamladıktan sonra tasavvufta yetişmek üzere Nakşibendiyye yolunun büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Onlardan feyz alarak kemâle erdi. Daha sonra Tuna beldesinde Silistre'ye yerleşti. Orada insanlara İslâmiyeti öğretmekle meşgûl oldu. Üstün ahlâkı ve güzel halleriyle çok sevildi.

Menkıbelerinden bâzıları şöyle nakledilmiştir:

Bir defâsında bahçelerin arasından geçerken bir bahçe sâhibinin kiraz topladığını gördü. Bir miktar kiraz almak istedi. Ancak kirazın sâhibi; "Kurtludur, size yaramaz." diyerek vermek istemedi. Bu cevap karşısında; "Öyle olsun kardeşim!" diyerek oradan ayrılıp gitti. O günden sonra o bahçe sâhibinin kirazlarına bir çeşit kurt musallat oldu. Etrâfa da yayıldı. Öyle ki kirazları yemek hiç mümkün olmadı. Hiç görmedikleri bu hâle çok şaştılar. Ertesi sene ise kirazları daha olgunlaşmadan kurt sardı. Bu sebeple pekçok kimse kiraz ağaçlarını kesip kiraz yetiştirmekten vazgeçti. Beldede âdetâ kirazın kökü kesilmişti. Halk arasında bu işin bir bahçe sâhibinin velî bir zâta kiraz vermemesi sebebiyle olduğu yayılmıştı.

Muhammed Buhârâlı hazretleri bir bahar mevsimi yine bahçeler arasında gezintiye çıkmıştı. Beldenin ahâlisinden onu tanıyanlar yanına toplanıp, hallerini anlattılar. Bahçelerinde çok iyi kiraz yetiştiği halde birkaç senedir, daha yetişmeden kurtlandığını ve hiç istifâde edemediklerini, pekçok kimsenin de kiraz ağaçlarını kestiğini söylediler. Hürmet göstererek duâ etmesini istediler. Bunun üzerine; "İnşâallah bu musîbet üzerinizden kalkar." buyurup, duâ etti. O sene mevcud kiraz ağaçları gâyet bol kiraz verdi ve hiç kurt görülmedi.

Talebelerinden bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün Muhammed Buhârâlı hazretleri, Tuna Nehri kenarında bir bahçede sohbet ediyordu. O sırada bahçede birdenbire pekçok yılan gözüktü. Etrâfı sarmışlardı. Tuna Nehrine doğru sürünüyorlardı. Biraz gittikten sonra sürü hâlinde âniden geri dönüp bahçede sağa sola sürünerek koşuşmaya başladılar. Bahçe, yılanların istilâsından alt üst oldu. Yılanlar bütün yeşil otları sürü hâlinde ezdiler. Muhammed Buhârâlı hazretlerinin sohbetinde bulunanlar bu hâli görünce çok korktular. Şaşırmış bir halde ona; "Efendim bu korkunç ve tehlikeli halden bizi kurtarınız!" dediler. Bunun üzerine bana bastonunu verip; "Falan yerde bir ejderha, ağaç çubukları arasına sıkışıp kalmıştır. Bastonumu al git onu kurtar, korkma, sen onu kurtarınca diğer yılanlar da onun peşinden çekip giderler." dedi. Bastonu alıp etrâfı sarmış olan yılanlar arasından geçerek târif edilen yere vardım. Orada ağaç çubukları arasına sıkışmış ejderha gibi büyük bir yılan gördüm. Onu sıkışıp kaldığı yerden kurtardım. Kurtulunca gitmeye başladı. Bahçeyi saran yılan sürüsü de onun peşinden çekilip gitti. Ben hocamın emriyle bu iş için yılanlar arasından elimde baston olduğu halde içime hiç korku düşmeden gâyet rahat bir şekilde gidip geldim. Bu hâdiseden bir iki sene sonra Eflâk halkı isyân etti. Tatarlar o beldeyi istilâ ve perişan ettiler.

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.367
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED CEVÂD


Oniki imâmın dokuzuncusu, tanınmış büyük velîlerden. Künyesi, Ebû Câfer, ismi Muhammed Cevâd bin Ali bin Mûsâ Kâzım bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Zeynelâbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir. Takî lakâbı ile meşhûrdur. 810 (H. 195) târihinde, Receb ayının onunda Medîne'de doğdu. 835 (H.220) yılında Zilhicce ayının altısında Bağdât'ta vefât etti. Kabri, dedesi Mûsâ Kâzım hazretlerinin kabrinin arkasındadır.

Muhammed Cevâd hazretleri, Resûlullah efendimizin torunu olup, hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma'nın (radıyallahü anhümâ) evlâdlarındandır. Hazret-i Hüseyin'in torunlarından olduğu için "Seyyid"dir. Muhammed Cevâd daha küçük yaşta, büyük ve derin bir âlim olmuştur. İmâmlığı on altı sene iki ay on dört gündür. Halîfe Me'mûn, kızıÜmmü Fadl'ı MuhammedCevâd ile evlendirmiş, Medîne'ye göndermiştir. Her yıl halîfe Me'mûn, Muhammed Cevâd'a on bin dirhem gönderirdi. Ali Nakî ve Mûsâ isminde iki oğlu, Fâtıma ve Emmâme isminde iki de kızı vardı. MuhammedCevâd'ın menkıbeleri ve kerâmetleri çoktur.

Şöyle anlatılır: Bir gün halîfe Me'mûn ava çıkarken, çocukların oynadığı sokaktan geçti. O esnada, bütün çocuklar sokaktan kaçtı. Muhammed Cevâd da orada çocukların yanında duruyordu. Yalnız o olduğu yerden ayrılmadı. Bunun üzerine halîfe Me'mûn ona yaklaşarak: "Ey çocuk! Bütün çocuklar kaçtığı halde, sen neden kaçmadın?" diye sorunca, İmâm-ı Takî: "Ey Emîr-ül-Müminîn, yol dar değil ki, kenara çekilip genişleteyim. Suçum yok ki, senden korkup kaçayım. Senin suçsuz kişileri incitmeyeceğine inanıyorum." diye cevap verdi. Bu güzel yüzün ve tatlı sözlerin sâhibi olan çocuk halifenin hoşuna gitti. Ona; "Sen kimin oğlusun?" diye sorunca, "İmâm-ı Ali Rızâ'nın oğluyum." cevâbını verdi.Halîfe, İmâm-ı Ali Rızâ'yı rahmetle andı. Muhammed Cevad o sırada dokuz yaşındaydı.

Halîfe bir müddet gittikten sonra, av kuşu olan doğanı bir gölün yanında serbest bıraktı. Doğan bir süre sonra, pençesinde yarı canlı bir balıkla geri döndü.Halîfe bu duruma şaşırdı.Av dönüşü, yine aynı yoldan döndüler. İmâm-ı Takî'nin bulunduğu yere gelen halîfe; "Ey Muhammed! Benim av kuşumun bugün ne avladığını biliyor musun?" diye sordu. İmâm-ı Takî, "Evet, ey halife, Allahü teâlâ suda küçük bir balık yarattı, halîfenin av kuşu da bunu avladı ki, Resûlullah'ın sülâlesinin kerâmetleri meydana çıksın." diye cevap verdi. Me'mûn hayret içinde Muhammed Cevâd'ın yüzüne baktı ve, "Sen gerçekten İmâm-ı Ali Rızâ'nın oğlusun." dedi. Henüz çocuk yaştaki Takî'ye ihsân ve ikrâmda bulunarak, yanına aldı.

Daha sonra Me'mûn, kızı Ümmü Fadl'ı Muhammed Cevâd'a nikâh etti ve onları Medîne'ye gönderdi. Muhammed Cevâd ve hanımı, akşam vakti Kûfe'ye vardılar. Muhammed Cevâd bir mescide girdi. Câminin avlusunda bulunan ve meyve vermemiş olan bir sidre ağacının dibinde abdest aldı. Namaz kıldıktan sonra ağacın yanına geldiler. Ağaç taze meyve vermişti. Meyve çok tatlı ve çekirdeği yoktu. Câmi cemâati o meyvelerden bereketlenmek için yediler.

Ümmü Fadl, bir gün babası halife Me'mûn'a bir mektup yazarak,İmâm-ıTakî'nin kendisinin üzerine başka bir hanım almak istediğini şikâyet etti.HalifeMe'mûn cevap yazarak; "Seni İmâm-ı Takî'ye verirken, Cenâb-ı Hakk'ın ona helâl ettiğini haram etmedim. Bundan sonra bana bu konuda şikâyet mektubu yazma." dedi.

Bir zât anlatır: "Bir gün arkadaşımla sefere çıkmak için İmâm-ıTakî hazretlerine vedâ etmeye gittik. İmâm-ıTakî bize yarın gitmemizi buyurdu. Arkadaşım benim eşyâlarım gitti, diyerek yola çıktı. Gece konakladığı yere sel geldi. Onu alıp götürdü."

Başka bir zât ise şöyle anlatır: Bir gün İmâm-ı Takî'nin huzûruna vardım. Falan sâliha hanım size duâ ediyor, kendisine kefen yapılması için bir elbisenizi istiyor, dedim. Bana; "O sâliha hanımın, elbiseye ihtiyâcı kalmamıştır." buyurdu. Ben bu sözün mânâsını anlayamamıştım. Daha sonra duydum ki, o sâliha hanım vefât edeli on üç veya on dört gün olmuş."

İmâm-ıTakî, halîfe Me'mûn vefât edince; "Bizim kurtuluşumuz otuz ay sonradır." buyurdu.Halîfe Me'mûn'un vefâtından otuz ay sonra zevcesinin amcası Halîfe Mu'tasım ile görüşmek için Bağdât'a gittiği sırada vefât etti.

İmâm-ı Takî hazretleri buyurdu ki:

"Zulüm yapan, zâlime yardım eden ve bu zulme râzı olan, bu zulme ortaktır. Zâlimin adâletle geçen günü, kendisine, mazlumun zulüm gördüğü günden daha ağır gelir."

"Câhiller çoğaldığı için, âlimler garib oldu."

"İhtiyaç sâhiplerine iyilik ve yardım yapanlar bu iyiliğe ihtiyaç sâhiplerinden daha çok muhtaçtırlar. Çünkü iyilikleri sebebiyle sevâba ve övgüye kavuşurlar. Her kim iyilik yaparsa başta kendine iyilik yapmış olur."

"Kim Allahü teâlâya güvenir ve sığınırsa, insanlar kendisine muhtac olur. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan sakınan kimseyi Allahü teâlâ insanlara sevdirir."

"Dilde güzellik, tatlılık ve akılda olgunluk olmalıdır."

"İffetli olmak fakirliğin, şükür belânın, tevâzû üstünlüğün, fesâhat sözün, hıfz rivâyetin, tevâzu ilmin, edep ve mâlâyânîyi terk etmek verânın, güler yüzlülük de kanâatin zîneti, süsüdür."

"İnsanın şerefi ve mertliği kimseyi hoşlanmadığı bir şeyle karşılamaması; ahlâkının güzelliği başkasına eziyet veren şeyi terk etmesi; cömertliği, üzerinde hakkı olan kimselere iyilik etmesi, insaflı olması; hak ortaya çıktığı zaman hakkı kabul etmesidir."

"Üç şey vardır ki, kimde bulunursa Allahü teâlâ ondan râzı olur. Çok istigfâr etmek, yumuşaklık ve sadâkat çokluğu."

"Üç şey kimde bulunursa, pişman olmaz. Bunlar acele etmemek, meşveret ve tevekküldür."

"Eğer câhiller susup, konuşmasalardı, insanlar arasında ihtilâf olmazdı."

"Kim arkadaşına kimsenin olmadığı yerde yalnız başına nasihat ederse, onu süslemiş olur. Kim de arkadaşına alenî, halk arasında nasihat ederse, onu lekelemiş olur."

"İnsanın günahlarla mânen ölmesi, gerçekten ölmesinden daha büyük bir ölümdür. Hayâtının bereketli kısa bir hayat olması bereketsiz uzun hayattan daha hayırlıdır."

"Kim Allahü teâlâya bağlanıp, tevekkül ederse, Allahü teâlâ onu her türlü kötülükten ve düşmandan korur."

"Dindarlık şeref, ilim hazine, çok konuşmamak nur, aynı zamanda zühdün ve verânın en yükseğidir."

"Dîni bid'attan daha çok yıkan ve insanı tamahkârlıktan daha çok bozan bir şey yoktur."

İmâm-ı Takî hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "İstihâre eden kaybetmedi, istişâre eden pişman olmadı."

BENİ TAKİP ET

Ebû Hâlid adında bir zât şöyle anlatır: Irak'tayken, Şam'da bir kişinin Peygamberlik dâvâsı ettiği için zincirlere bağlanarak hapse atıldığını duydum. Delice konuşuyor ve acâyib bir hikâye anlatıyor dediler. Merak ederek, o tutuklunun yanına gittim. Aklı yerinde idi. Başına gelenleri şöyle anlattı: Ben Şam'da hazret-i Hüseyin'in başının bulunduğu söylenilen câmide devamlı ibâdet ederdim. Bir gece ibâdet ederken, âniden mübârek yüzlü bir şahıs karşıma çıktı. Bana; "Kalk beni tâkip et." dedi. Az bir süre yürüdükten sonra kendimi Kûfe câmiinde gördüm. Bana "Bu câmiyi tanıyor musun?" diye sorunca, "Evet, Kûfe câmisidir." dedim. Doğrudur dedikten sonra iki rekat namaz kıldık. Sonra o zât çıktı. Ben onu tâkip ettim. Kısa süre sonra kendimi Peygamber efendimizinMedîne'deki mescidinde buldum. Peygamber efendimize selâm verdikten sonra, orada da iki rekat namaz kıldık. Sonra o zât çıktı. Ben onu tâkip ettim. Kısa bir süre sonra kendimi Kâbe'nin yanında gördüm. Kâbe'yi tavaf ettikten sonra o zât yine bana; "Beni tâkip et" dedi. Bir müddet sonra o zât kayboldu. Baktım ki Şam'daki câmideyim. Bu hâle hayret ettim. Bir sene bunun tesirinden kurtulamadım. Bir sene sonra yine aynı gece, o zâtı mescidde yanımda gördüm. Bir sene önce yaptığımız gibi yaptık. Benden ayrılacağı sırada kendisine; "Sana bu kuvvet ve kudreti veren Rabbin hakkı için siz kimsiniz?" diye sorduğumda; "Ben MuhammedCevâd bin Ali Rızâ binMûsâ Kâzım bin Câfer Sâdık'ım!" dedi ve ayrıldı.Sonra ben bu durumu anlattım. Şam'ın vâlisi olan Muhammed bin Abdülmelik duymuş, beni çağırdı. Bana bu hâdiseyi sordu. Ben de başından sonuna kadar anlattım. Sen deli olmuşsun diye beni buraya, ellerimi ve ayaklarımı bağlayarak hapsetti." dedi.

Ben bu anlattığı durumu vâliye bir mektup ile bildirdim. Mektubun arkasına vâli şunu yazmıştı: "Bir gecede o şahsı, Şam'dan Kûfe'ye, Kûfe'den Medîne'ye, Medîne'den Mekke'ye ve oradanŞam'a götüren kimse, onu bizim zindandan kurtarsın." Ben bunu okuyunca çok üzüldüm. Durumu o zâta bildirmek için hapishâneye gittiğimde, vâlinin adamları ve bekçiler telâş içindeydiler. Sebebini sordum. Bana; "Zincirlerle bağlı olan deli, bu gece hapishânenin hiçbir kapısı açılmadan, hiçbir duvarı delinmeden kaçmış gitmiş. Kimin tarafından kurtarıldığı da bilinmiyor." dediler. Bunu duyunca Allahü teâlâya hamdü senâlar ettim. Ve onu oradan, Muhammed Cevâd'ın kurtardığına inandım."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED CİSR

Trablus'ta yetişen büyük velîlerden. Babasının ismi Mustafa'dır. İsmi Muhammed, künyesi Ebü'l-Ahvâl'dir. Aslen Mısır'ın Dimyat kasabasındandır. 1792 (H.1207) senesinde Trablusşam'da doğdu. Babasının terbiyesinde yetişen Muhammed Cisr, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ve yazı yazmayı öğrendi. Babası ile birlikte evliyânın büyüklerinden Şeyh Abdullah Debbâ'nın sohbetlerinde bulundu. On sekiz yaşına gelince, ilim tahsîline devâm etmek için Câmi-ul-Ezher'e gitti. Mısır'da iken babası vefât etti. Burada Şeyh Muhammed Ketbî ve Şeyh AhmedSavî'den icâzet, diploma aldı. Sonra memleketine döndü. İnsanlara, Allahü teâlâya kavuşturan doğru yolu anlatmaya çalıştı.

Muhammed Cisr, ilmiyle âmil, zühd, verâ, takvâ sâhibi bir zâttı. Doğruyu söylemekten hiç çekinmezdi. Vakitlerini, devamlı Allahü teâlâya ibâdet veya talebe yetiştirmekle geçirirdi.

Hacı Abdülkâdir Efendi anlatır: Babam Hacı Osman bir sene Süveyş yoluyla Hicaz'a gittiğinde, Şeyh Muhammed Cisr bir gece bizim evi teşrif etti ve bizde kaldı. Otururken bir ara Muhammed Cisr'de bir hal meydana geldi. Sıkıntılı bir durumdaydı. "Yâ Latîf! Yâ Hafîz! Yâ Allah! Selâmet ver." diyordu. Bir müddet bu halde kaldı. Ben ise hiçbir şey konuşmuyordum. Fakat Muhammed Cisr'in bu hâli sebebiyle bende bir korku meydana geldi. Biraz sonra önceki normal hâline döndü ve bana; "Selâmetteler, selâmetteler, kurtuldular, korkma." buyurdu. Onun bu sözlerinden acabâ babamın başına bir şey mi geldi diye endişe ettim ve; "Efendim! Acabâ babamın başına bir şey mi geldi?" diye sordum. Yine; "Korkma! Selâmetteler, selâmetteler, kurtuldular." buyurdu. Artık bir şey sormadım. Fakat yine de babam için endişeliydim. Aradan bir müddet geçtikten sonra babamdan mektup geldi. Mektubunda; "Falanca gece Kızıldeniz'de yolculuk ederken gemilerinin kayaya çarptığını, gemilerinin parçalandığını ve eşyâlarla birlikte battığını, kendisinin ve yolcuların kurtulup, bir kaya üzerine, çıktıklarını, Allahü teâlânın lütfu ile oradan geçen bir gemiye bindiklerini, fakat ellerinde hiçbir şey kalmadığını yazıyordu. O hâdisenin gecenin geçtiği târih ile Muhammed Cisr'in bizde kaldığı gecenin târihini karşılaştırdığımda, aynı zamâna denk geldiğini gördüm.

Muhammed Cisr bir ara İstanbul'a gitti. İstanbul'dayken Mekke Şerîfi Abdülmuttalib kendisini üzmüştü. O gece rüyasında Şerîf Abdülmuttalib Peygamber efendimizi Muhammed Cisr'in elinden tutmuş olarak gördü. Bu esnâda Şerîf Abdülmuttalib onlara doğru yöneldi. Fakat Peygamber efendimiz mübârek yüzünü ondan çevirdi. Şerîf Abdülmuttalib; "Yâ Resûlallah! Mübârek yüzünü benden niçin çeviriyorsunuz?" diye arz etti. Peygamber efendimiz, Muhammed Cisr'i işâret ederek; "Bunu niçin üzüyorsun? Sen benim evlâdım isen, bu da benim evlâdımdır." buyurdu.Şerîf Abdülmuttalib korku ile rüyâdan uyandı. Sabah olunca, hemen Muhammed Cisr'in yanına gitti ve ona gördüğü rüyâyı anlattı. Ondan af diledi. Peygamber efendimizin mübârek soyundan olduğu kat'î belli olmamakla berâber bu hâdise Muhammed Cisr'in Peygamber efendimizin neslinden olduğuna delil gösterilir.

Şeyh Ahmed Abdülcelîl'in ayağından rahatsızlığı vardı ve bir hayli muzdaripti. Doktorlar hastalığın tedâvîsinden âciz kalmış, hattâ bâzı tabipler vücûda sirâyet edip yayılmaması için o ayağın kesilmesini teklif etmişlerdi. MuhammedCisr İstanbul'dan yeni dönmüştü. Şeyh Ahmed Abdülcelîl'i sorduğunda, durumunu arz ettiler. O da ziyâretine gitti. Ahmed Abdülcelîl yatağında hareketsiz halde yatıyordu.Elindeki asâsı ile hasta ayağına vurdu. Bu sırada ayağındaki yara patlayıp, irin ve cerahat çıktı. Bundan kısa bir müddet sonra, ayağa kalkıp yürümeye başladı. Böylece Allahü teâlâ ona Muhammed Cisr'in eliyle şifâ ihsân etti.

Muhammed Cisr, vefâtı yaklaştığında defnedileceği yeri bildirdi. Bir gün talebelerinden birine; "Benim falanca yerde bir evim var." dedi. O talebe kendi kendine; "Acabâ hocam bununla ne demek istiyor." diye düşündü. Muhammed Cisr bir süre sonra vefât etti ve söylediği yere defnedilince, o talebe vefâtından önce hocasının söylediği sözün mânâsını anladı. 1846 (H.1262) senesinde Filistin'de Led köyünde vefât etti ve buraya defnedildi. Kabri meşhur olup bereketlenmek için ziyâret edilir.

Muhammed Cisr hazretlerinin vefâtından sonra, kardeşi Mustafa Efendi maddî bir sıkıntı içerisine düştü. Bir gün sabah üzüntülü ve kederli olarak evinden çıktı. Bir tarafa doğru gitmeye başladı. Akrabâlarından birisi de onu tâkib ediyordu. Fakat ona nereye gittiğini sormaya cesâret edemedi. Nihâyet yolda hıristiyan bir ihtiyar ile karşılaştı. O hıristiyan hayatta iken Muhammed Cisr'i çok severdi. Mustafa Efendiyi görünce, gülümseyerek yanına geldi ve büyük bir hürmetle elini öptü. "Efendim! Ben de sizin yanınıza geliyordum. Bu akşam rüyâmda ağabeyiniz Muhammed Cisr'i gördüm. Bana; "Kardeşim Mustafa'nın maddî sıkıntısı var. Ona bir mikdar para ver." dedi. Uykudan uyandım. Daha sonra tekrar yattım. Rüyâmda yine ağabeyinizi gördüm. Tekrar aynı şeyleri söyledi. Şeyhin emrini yerine getirmek için şimdi size geliyordum." dedi. Sonra cebinden bir kese çıkarıp Mustafa Efendiye verdi. Oradan ayrılan Mustafa Efendi keseyi açtığında içinde yirmi beş altın olduğunu gördü. Sonra Mustafa Efendi, işin iç yüzünü, arkasından gelen akrabâsına şöyle anlattı: "Ben iflâs ettim. Dün gece kederli bir şekilde yattım. Sabah kalktığımda evden çıkıp yürümeye başladım. Fakat nereye gittiğimin farkında değildim. Gittiğim yöne sanki zorla çekiliyordum. Nihâyet bu hıristiyan ile karşılaştım."

GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER

Beyrut'un o zamanki müftüsü fazîletli âlim Şeyh Abdülbasit Efendi şöyle anlattı: Ben henüz gençtim. Beyrut'ta denize karşı bir dükkanım vardı. Bu sırada Muhammed Cisr gelip yanıma oturdu. İstirahat etmek için bir yer gösterilmesini istedi. Kendisine bir yer hazırladım. Biraz uyuduktan sonra uyandı. Yüzünde celâlli bir hal vardı. Sonra denize doğru baktı. Bana; "Ey Abdülbasit! Şu gemilere bak! Denizde şuradan şuraya kadar nasıl da dizilmişler." dedi. Halbuki denizde hiç gemi görünmüyordu. Buna rağmen denizde bir yeri işâret ediyor; "Sen gemileri görmüyor musun?" diyordu. Ben susuyor ve kendi kendime; "Acabâ işâret ettiği gemiler nerede?" diyordum. Sonra; "Fransız askeri, buraya gemileriyle geldikleri gibi giderler." buyurdu ve kalkıp gitti. Bu sözlerinden hiçbir şey anlamamıştım. Vefâtından sonra Lübnan'da hıristiyanlar ile dürzîler arasında bir anlaşmazlık çıktı. Bu hâdiseyi Şam'da başka bir hâdise tâkib etti. İşte bu hâdiseler sebebiyle Fransız askerleri gemileriyle Beyrut'a geldi. Fransız gemileri daha önce Muhammed Cisr'in denizde eliyle işâret ettiği yerde dizildiler. Sonra Fransızlar bir şey elde edemeden memleketimizden çıkıp gittiler. Şeyh Muhammed Cisr'in sözünün mânâsını o zaman anladım. Bu karışıklıklar sebebiyle halk çok sıkıntı çekti.

ALLAH ADAMLARI, TERBİYE EDERLER

Kardeşi Mustafa Efendi şöyle anlatır: Bir gün ağabeyimle evde münâkaşa ettik. Ona karşı edepsizlik yaptım. Bana; "Ey Mustafa! Edepli ol! Yoksa ehlullah, Allah adamları seni terbiye eder." dedi. Kızarak yine ona karşı edebimi takınmadım. Beni huzûrundan kovaladı. Gece yattığımda şöyle bir rüyâ gördüm: Ağabeyim ile ben kırlık bir yerdeyiz. Fakat o benden uzak duruyordu. Yerden bir taş aldı ve; "Ey Mustafa! Bunu yakala!" diyerek bana doğru attı. Taş böğrüme isâbet etti. Korkarak uyandım. O gün, taşın değdiği yerde küçük bir çıban çıktı. Gittikçe büyüdü. İçi irin ve sarı su dolu olan çıban çok acı veriyordu. Ben durumu hanımımdan başkasına söylemiyordum. Fakat çıbanın durumu daha kötüye gidince, bâzı dostlara gösterdim. Bunu görünce ağabeyim Muhammed Cisr'e karşı olan edepsizliğim sebebiyle bu işin başıma geldiğini söyleyerek beni ayıpladılar. Beni ağabeyimin yanına götürüp, benim nâmıma af dilediler. Ağabeyim beni affetti. Kısa süre sonra rahatsızlığım geçti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED ÇELEBİ SULTAN

Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velilerden. Eğridir'de doğdu ve 1494 (H.900) de orada vefat etti.

Babası, Pîrî Halîfe Sultandır. Seyyid olup nesebi yirmi üçüncü batında hazret-i Hüseyin'e ulaşır. Babası Pîrî Halîfe Sultan, mânevî bir işâret üzerine genç yaştayken İran'ın Hoy şehrinden, hocası Şeyhülislâm Berdeî hazretleriyle birlikte Anadolu'ya göçmüştür. Anadolu'ya gelince, büyük bir mürşid-i kâmil olan hocası Şeyhülislâm Berdeî'nin kızıyla evlenmiş ve bu evlilikten Muhammed Çelebi Sultan doğmuştur. (Bkz. Berdeî Sultan, Pîrî Halîfe Sultan)

Daha küçük yaşta iken, babasının ziyâretine gelenler içerde iken, ıslahı mümkün olmayan kimselerin ayakkabılarını ters çevirir; iyi kimselerinkini ise düzgünce koyardı. Küçük yaşında günahkar ve sâlih insanı ayırır ve söylerdi. Melekleri görür ve gördüğü şeyleri söylerdi. Babası çarşıdan alınan çörekten yedirince bu hali kırk gün kaybolur kırk gün sonra yine görürdü. Niçin gördüklerini söylüyorsun? dediklerinde, bana; "Gördüklerini söyle sana zararı yoktur diyorlar." derdi. On yaşına kadar bu hali devâm etti.Sonra gizledi.

İlim ve feyz ocağında gözlerini açıp küçük yaştan îtibâren ilim ve edep öğrenmeye başladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Babasından ve babasının hocası Şeyhülislâm Berdeî'den ilim öğrendi, onların bereketli sohbetlerinde ve derslerinde yetişti. Tasavvufta kemâle erdi. İcâzet aldı. Şeyhülislâm Berdeî hazretlerinin vefâtından sonra dâmâdı ve Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî Halîfe, Muhammed Çelebi Sultan'ın halîfesi olarak dergâhta senelerce halka rehberlik yapıp insanlara, Eshâb-ı kirâmınPeygamber efendimizden naklen bildirdiği ve asırlar boyunca kıymetli İslâm âlimleri tarafından büyük bir dikkatle nakledilegelen Ehl-i sünnet îtikâdını ve doğru din bilgilerini anlattı, öğretti. Bunlara uygun yaşamalarını sağladı. Ömrünü bu mübârek hizmetlerle geçirdi. Vefâtından sonra ilim ve feyz menbaı olan dergâhda oğlu MuhammedÇelebi Sultan, yolunu şaşırmış olanlara rehberlik vazîfesi yaptı. O da aynen babası gibi ilim ve feyz saçtı, nice sâlih ve velî zâtlar yetiştirdi. Pekçok insanın saâdete kavuşmasına vesîle oldu.Vefâtından sonra yerine torunu Şeyh Burhâneddîn hazretleri geçti.

Muhammed Çelebi Sultan hazretlerinin pekçok kerâmeti ve menkıbeleri olup bir kısmı şöyledir:

Daha yedi yaşındayken rüyâsında bütün âlem bir deryâ, büyük bir deniz olmuş, doğudan batıya bütün insanlar şaşkın bir vaziyettedir. Muhammed ÇelebiSultan deryâ üzerinde uzanıp köprü olur. Bütün mahlûkat üzerinden geçer... Bu rüyâsını babasına anlattığında, babası; "Şeyhimiz Abdüllatîf Kudsî hazretleri birazdan geliyor. Ona soralım." der. O gelince, oğlunu huzûruna çıkarıp rüyâsını anlattırdığında, Şeyh Abdüllatîf Kudsî hazretleri, Muhammed Sultan Çelebi'yi kasdederek; "Bu benim oğlum zamânın kutbudur." dedi. Bu sözü söyleyip üç defâ sayha yaptı, haykırdı. Bu sayhası sırasında sarığı başından yere düştü. Muhammed Çelebi Sultan, Abdüllatîf Kudsî'nin huzûrundan ayrılınca, babasına; "Şeyh hazretlerinin kutb-ı zaman dediği nedir?" diye sordu. Babası; "Oğul! Şeyh hazretleri senin kutup olacağını müjdelediler." dedi.

Eğridir'in Kışlıcak köyü imâmı Nâsuh Fakîh şöyle anlatmıştır:

Babam anlattı: "Bir gece evimde yatıyordum. Kapı çalındı. Çıkıp baktığımda, Muhammed Çelebi Sultan hazretleri olduğunu gördüm. Elinde içi dolu ve çıkınlanmış bir sofra ve bir de nacak vardı. Sofrayı bana verip; "Peşimden gel." buyurdu. Giderken önümüze bir deryâ (deniz) çıktı. Bana; "Yürü korkma!" dedi ve önümden deniz üzerinde yürüdü. Ben de tâkib ettim. Deniz üzerinde yürümeye başladım. Tahtaya basar gibi su üzerinde yürüyordum. Kısa bir zaman sonra bir hisara vardık. İslâm ordusu hisarın etrâfını sarmış beklemekteydi. Muhammed Çelebi Sultan elindeki nacakla hisarın kapısına vurunca, bir râhip kapıyı açtı. Önümüze düşüp evine götürdü. Evine varınca bir dehlize girdik. Merdivenle aşağı indik. Orada bir mescid gördük. Mescidde rahleler, Kur'ân-ı kerîmler vardı ve mumlar yanıyordu. Bizi oraya götüren râhip, papaz kıyâfetini çıkarıp, müslüman kıyâfeti giydi ve yanımıza oturdu. Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bana taşıdığım sofrayı açmamı söyledi.Sofradaki yiyecekleri çıkardım. Yedikten sonra duâ ettiler. Sonra râhibe; "Artık hisarı verin!" deyince, "Emir sizindir!" karşılığını verdi. Sonra oradan çıkıp gittik. Bir müddet sonra şafak söktü. Sabah namazının vakti girmişti. Benim abdestim yoktu.Bana bir yer târif edip; "Falan ağacın altında arı ve tatlı bir su vardır. Var orada abdest al." dedi. Gidip abdest aldım. Kendisi imâm oldu sabah namazını kıldık. Sonra tekrar yürüdük. Daha önce üzerinden geçtiğimiz denize geldik. Yine deniz üzerinden yürüyerek geçtik. Henüz güneş doğmadan Mezar-ı Şerîf denilen yerdeki dergâha ulaştık. Ben; "Sultanım bu garib haller, gezip gördüğümüz yerler nedir?" dedim. "Gittiğimiz hisar Kefe Hisarıdır. İslâm askerleri onu almaya varmışlardı. Bugün hisar kapısını açarlar." buyurdu. Târih koydum. İşâret ettiği gün o saatte Kefe Hisarı fethedildi."

Muhammed Çelebi Sultan'ın meşhur hallerinden biri de, Hızır aleyhisselâmla çok görüşüp, sohbet etmesidir. Bâzan evinde otururken karşıda bulunan Eğridir Gölüne dikkatle bakar ve birini bekler gibi dururdu. Hızır aleyhisselâm göl üzerinden yürüyerek yanına gelirdi. Görüşüp sohbet ederler, sonra yine geldiği gibi su üzerinden giderdi. Bu hâli çok görülmüştür. Halîfelerinden Âlimi Rabbânî Dâvûd Efendi; "Hızır aleyhisselâmla böyle görüştüklerine defâlarca şâhid oldum." diye anlatmıştır.

Şeyh hazretlerinin çiftliğinde değirmeni olan bir ortağı vardı. Köyünde bu değirmeni çalıştırarak geçimini temin ederdi. Köyün ileri gelenlerinden birinin de değirmeni vardı. Bu kimse sâdece benim değirmenim çalışsın diye o kimsenin değirmeninin oluğuna taş bırakır çalışmasına mâni olurdu. Bu durumu Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine birkaç defâ açıp zulme uğradığını söyledi. Adam da bu işinden bir türlü vaz geçmedi. Bir gün gene şikâyet etti. Muhammed Çelebi Sultan hazretleri; "Ayruk (gayrı) etmesün." buyurdu ve başka söz söylemedi. Şikâyette bulunan kimse bu sözden pek bir şey anlayamadı. Hattâ talebelere şeyh hazretleri fazla bir şey söylemedi ve kâdıya (hâkime) göndermedi diye yakındı. Talebeler şeyh hazretleri sana ne buyurdu diye sordular. O da; "Ayruk etmesün." dediğini söyledi.Talebeler bu sözü duyunca; "Öyleyse söz tamam oldu. Artık kurtuldun. Var git sen artık işin sonunu gözle." diye teselli etti. O kimse değirmenine gidip baktığında, değirmenin suyunun taştığını ve dışarı aktığını gördü. Yine taş bırakıldı zannederek oluğu yokladı. Değirmenin çalışmasına mâni olan kimse yine bir taş bıraktırmak için bir adam göndermiş, bu adam da taş bırakırken oluğa kendi düşüp ölmüştü. Bu hâdiseye çok şaşıp köye döndü. Köye gidince de, değirmenin oluğuna taş bıraktıran kimsenin de âniden öldüğünü öğrendi. Zâlimin elinden kurtulduğu içinAllahü teâlâya şükretti. Muhammed Çelebi Sultan'a muhabbeti ve bağlılığı arttı.

Muhammed Çelebi Sultan zamânında Isparta'nın Barla kazâsından iki tüccar ticâret için Bursa'ya gitmişler. Bunlardan birinin eceli gelip paralarını kesesine koyarken vefât etmiş. Hacı İvaz adındaki diğer arkadaşı onun böyle dünyâ sevgisi içinde öldüğünü ibretle görüp ağlayarak o zaman Bursa'da bulunan evliyânın meşhurlarından Şeyh Tâceddîn hazretlerinin huzûruna gitti. Dünyâ malına ve dünyâya düşkünlüğünden dolayı gafletine tövbe edip, Şeyh Tâceddîn hazretlerinin dergâhında kalbini toparlamak için halvete girdi. Şeyh Tâceddîn hazretleri onun bu hâline bakıp, talebelerine; "Hacı İvaz'a siz de yardım edin. Kelime-i tevhîd okurken ona da niyet edin. Onun çok oturmaya gücü yoktur. Kendisi bir tüccardır." dedi. O gece Hacı İvaz şöyle bir rüyâ gördü. Bir dere içinde kendini kanalizasyon pisliği, çöpler ve süprüntüler arasında buldu. Pislikler dağ gibi yığılmış. Çöpler ve pislik arasında boğazına kadar gömülmüş, boğulmasına az kalmış! Bu haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bir dağ üzerinden kendisini seyretmektedir. Talebelerinin de pislikleri ve çöpleri kendi üzerinden alıp attıklarını gördü. Böyle perişan haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bulunduğu dağ üzerinden elini uzatıp Hacı İvaz'ın elinden tutarak dağ üzerine çekip kurtardı. Hacı İvaz sabahleyin uyanıp rüyâsını Şeyh Tâceddîn hazretlerine anlattı. Ona; "Üzerinde olan o pislik kalbindeki dünyâ sevgileridir. Allahü teâlânın inâyetiyle bunlar kalbinden gitti. Artık bütün dünyâ senin olsa, ona hiç sevgin olmasın. Asıl sevgi ve muhabbet, Allahü teâlânın sevgisidir. Sevgi, muhabbet, Allahü teâlâya ve Allah dostlarına olmalıdır. Allah adamları olan evliyâ ile birlikte bulunmaktan gâfil olma!" diye ona nasîhat etti. Sonra da memleketine dönmesi için müsâde etti. Hacıİvaz ayrılıp giderken; "Sultanım! Bizim memlekette bir Allah adamı yoktur. Kiminle berâber olayım!" dedi. Şeyh Tâceddîn hazretleri,Pîrî Halîfe Sultanın kıymetli oğulları Şeyh Muhammed Çelebi Sultan ne oldu?" deyince,Hacıİvaz; "Efendim! Ona îtikâdım yoktur. İyi yünden elbise giyer. İyi cins atlara biner. Kılıç kuşanır. Onda öyle dervişlik görmedim." dedi. Şeyh Tâceddîn hazretleri, Hacı İvaz'ın bu sözleri karşısında; "Bre öyle deme şimdi o sultan kutb-ı âlemdir. İnkâr etme yoksa belâya düşersin!" dedi. Hacı İvaz bu tavsiye üzerine memleketi Barla'ya varır varmaz hemen Eğridir'e gidip Mezâr-ı Şerîf denilen yerdeMuhammedÇelebiSultanın ziyâretine gitti. Oraya yaklaştığında Muhammed Çelebi Sultan'ı Eğridir Gölü kenarında oturur halde gördü. Hızır aleyhisselâmı bekliyormuş. Yanına yaklaşınca; "Bize îtikâdın ve inancın olmadı. Bu evlâmıdır?" dedi. Hacı İvaz ağlamaya başlayıp ayaklarına kapandı. Yaptıklarına pişman olup, tövbe etti.Sonra Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine talebe oldu. Tasavvufta yetişmek üzere sohbetlerini can kulağıyla dinleyip, emirlerini severek yerine getirdi. Bir müddet dergâhında kalıp, nefsini ıslah ile meşgûl oldu. Büyük bir azim ile cânu gönülden bu işe sarıldı. O mübârek zâtın himmetiyle tasavvufta ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. Kendisine halîfelik de verildi. Hacı İvaz'ın bir hizmetçisi vardı. Yanında kalıp tasavvufta yetişmek için çalıştı. Muhammed Çelebi Sultanın himmetiyle o da velîlerden oldu. Bu hizmetçi öyle hallere kavuşmuştu ki, bâzan yemek pişirir, uzun mesafelere kısa zamanda giderek yemek götürürdü. Bayram günlerinde bir çömlek yemek pişirir bu az yemeği dört yüz kişi yiyip doyardı. Bu kerâmetleri o diyarda meşhurdu.

Bursa'da Şeker Hoca denilen bir kimse şöyle anlatmıştır: "Biz üç arkadaş, Şeyh Muhammed Çelebi Sultan için kutup diyorlar. Eğer gerçekten böyle büyük biri ise bir tecrübe edelim dedik. Ziyâretine gittik. Birimiz; "Eğer kutupsa biz huzûruna varınca, önce duâ etsin." dedi. Bir arkadaş; "Bursa'da Ulu Câmide ricâl-i gayb (Allahü teâlânın sevdiği ve gizli olan velî kulları) hangi safta namaz kılarlar bunu biz sormadan cevap versin." dedi. Bir diğerimiz de; "Ricâl-i gayb Ulu Câmiye hangi kapıdan girerler. Bunu da bize söylesin." dedi. Nihâyet huzûruna vardık. Biz vardığımızda kapısının önünde duruyordu. Elini öpüp karşısında durduk. Önce duâ etsin diye niyet eden arkadaşımızı göstererek; "Evvelâ şu mollanın niyeti üzereEl-Fâtiha." dedi. Sonra; "Ricâl-i gayb, Ulu Câmiye doğu kapısından girerler ve üçüncü safta namaz kılarlar." dedi.

Onun zamânında Osmanlı paşalarından Mesih Paşa, Hamid ilinin (Isparta'nın) beyiydi. Muhammed Çelebi Sultanın ziyâretine gider, hürmet gösterirdi. Vezir olması için duâ ve himmet etmesi için yalvarıp yakarırdı. "Eğer vezir olursam, sizi ve talebelerinizi gazâya götürürüm." diye söz vermişti. Hayreddîn Halîfe adında bir halîfesi, talebesi vardı. Ona; "Var rüyâya yatıp istihâre eyle. Bakalım Mesih Paşa vezir olur mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâreye yatıp gördü ki: Hocası Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bir kuşak getirdi. Onu Mesih Paşanın başına sarması için kendisine verdi. Fakat Hayreddîn Halîfe onu bir türlü saramadı. Bunun üzerine şeyh hazretleri kendisi alıp sardı.Sabahleyin Hayreddîn Halîfe gördüğü rüyâyı anlatmak üzere huzûruna gitti. Huzûruna varınca daha anlatmadan; "Hayreddîn! MesihPaşa kuşağı sardı. İnşâallah vezir olur." dedi. Kısa bir müddet sonra Mesih Paşa vezir oldu. Rodos seferine çıktı. Fakat Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine verdiği sözü yerine getirmedi. Sefere çıkarken onlardan hiç bahsetmedi. Bunun üzerine halîfesi Hayreddîn'e dedi ki: "O Mesih Paşa bizim sakalımıza güldü. Murâdı hâsıl olup, vezirliğe kavuştu. Bizi ihmâl edip, ismimizi bile anmadı. Yine istihâre eyle bakalım kal'ayı alıyor mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâre edip gördü ki: Rodos kalesini asker kuşatmış. Rodos'un kalesinin içinde Şeyh Muhammed Çelebi Sultan oturmuş. Bir yanında dedesi Şeyhülislâm Berdeî bir yanında da Bursa'daki Emir Sultan hazretleri bulunmakta. Hızır aleyhisselâm da oradaydı.Bunlar ona; "Oğul kerem eyle hisarı ver!" diyorlardı. Muhammed Çelebi Sultan ise; "Bu sefer olmaz! Vezir bizi maskaralığa aldı." dedi. Hızır aleyhisselâma; "Merdiveni komayın." dedi. Hızır aleyhisselâm Mesih Paşanın hisara kurduğu merdivene bir kamçı vurup parçaladı. Rodoslular çiftlerini sürmek için sahraya dağıldılar. Hayreddîn Halîfe bu istihâresinde gördüğü rüyâyı anlatmak üzere Muhammed Çelebi Sultan'ın huzûruna gitti.Varır varmaz daha o anlatmadan; "Kâfirler kurtuldu gibi. Birkaç gün daha yürüsünler. Ahde muhâlefet, sözünde durmamak nasıl olur! Mesih Paşa da görsün." dedi. Gerçekten Mesih Paşa bu seferinde Rodos Kalesini fethedemedi. Kaleyi fethetmek için kurulan merdiven kırıldı.

Muhammed Çelebi Sultan bir defâsında Kûnân yakınında Gökse köyüne gitmişti. Orada halka sohbet ve nasîhat etti. Orada bulundukları sırada talebeleri söz arasında; "Efendim! Bize bir halîfe bulup, reis yapsanız." dediler. Bunun üzerine halleriyle çevresinde sevilmeyen birisi olan Alâeddîn adındaki kimseyi kasdederek; "Size Alâeddîn'i reis edelim." dedi. Talebeler; "Efendim! O şahıs tarîkat ehline kâfir der. Tarîkat ehline çok karşıdır. Ondan başka ilim ehli bir kimse vardır. Âlim ve ilmiyle amel eden birisidir. Onu bize reis yapsanız." dediler. Talebelerine; "Allahü teâlâ inâyet eyleye!" diye cevap verir. Başka bir şey söylemez. O gece Alâeddîn rüyâsında kendini gayr-i müslim kıyâfeti içinde, belinde de kâfirlere mahsus bir kuşak olan zünnâr görür. Bunları üzerinden çıkarıp atmak için çok uğraşır, fakat bir türlü atamaz. Huzursuz bir halde uğraşırken karşısına Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî Halîfe Sultan çıkar. "Ey Alâeddîn! Senden bu elbiseyi oğlum Şeyh Muhammed'den başkasının çıkarmaya gücü yetmez." der. Bu sözleri işitince uyanır. Bu rüyânın tesiriyle gece yarısı kalkıp Muhammed Çelebi Sultan'ın evine koşar ağlayıp yalvararak kapıyı çalar. Şeyh hazretleri kapıyı açıp içeri almalarını söyler. Alâeddîn huzûruna girer girmez daha o bir şey söylemeden; "Ey Alâeddîn! Ben sana babam gibi bir şâhidi her zaman nasıl bulayım!" der. Alâeddîn daha rüyâsını anlatmadan haber verdiğini görerek şaşar. Bu kerâmetini de görünce artık tasavvuf ehline düşmanlık yapmaktan vazgeçer. Büyük bir muhabbetle Muhammed Çelebi Sultan'ın hizmetine girer, talebesi olur.

Şeyh hazretleri târifi mümkün olmayacak derecede ihtiyaç hâli üzere geçinirdi. Çok az yer ve yaptığı riyâzetlerini ev halkına aslâ duyurmaz, belli etmezdi. Yemek vakti gelince evinden dışarı çıkar, dergâha giderdi. Dergâhdakiler yemeği evde yedi zannederdi. Dergâhda ve dışardan yiyecek getirseler eve giderdi. Evdekiler de dergâhda yedi zannederlerdi.

Mânevî âleme öyle dalmıştı ki, meleklerle cinler dediklerini yaparlardı. Hızır aleyhisselâmla da çok görüşürdü. Ne kadar altın ve akçe lâzım olsa seccâdesinin altında bulunurdu. Masraflara ve harcama işlerine bakan talebesi onun seccâdesi altında altınlar görür, emri üzere lâzım olduğu kadar alıp harcardı. Fakat altınlar hiç eksilmez aynen dururdu.

Şeyh hazretleri Uluborlu'da Hacı Sinan adında birine misâfir olup, on beş gün kadar kalmıştı. Ayrılıp gideceğine yakın; "Hacı Sinan! Hastalık salgını gelmek üzere. Senin ev halkına bir şey olmaz. Ben buradan ayrıldıktan sonra Allahü teâlânın emrini görürsün." dedi. O sırada Uluborlu'da tâûn hastalığından epey hasta vardı. Muhammed Çelebi Sultan'ı, sevenleri Ahurlu denilen yere kadar uğurlamışlardı. Uluborlu'ya döndüklerinde, her taraftan feryad sesleri duyuluyordu. Kimi oğlum, kimi kızım, anam, babam, kardeşim... diye ağlıyordu. Tâûn hastalığından pekçok kimse ölmüştü. Şeyh hazretlerini misâfir eden Hacı Sinan'ın evinden hiç kimse tâûndan ölmedi. Korkunç salgından kurtuldular.

Acem diyârında, İran taraflarında bir beldede Turâbî adında ilim ehli ve müderris bir kimseye rüyâsında Muhammed Çelebi Sultan gösterilir ve senin şeyhin bu zâttır denir. Bu rüyâ üzerinde müderrisliği ve medreseyi bırakıp kendisine rüyâsında gösterilen mübârek zâtı bulup ona talebe olmak için yollara düşer. Yemeden içmeden kesilir, sâde kuru ekmek gibi bâzı şeyler yer. Kâbe'ye varır orada arar. Rüyâsında; "Senin mürşidin Rum diyârında (Anadolu'da) sen oraya git." diye işâret olunur. Günlerce yolculuk yaparak ulaştığı Mekke'den ayrılıp Medîne'ye doğru yola çıkar. Medîne'de bir müddet kalır. Orada da; "Rum diyarına git!" diye işâret olunur. Oradan da ayrılıp yollara düşer. Kudüs yakınlarında Halîlürrahmân denilen beldeye ulaşır. Orada da Rum diyârına gitmesi işâret olunur. Senelerce bir diyardan bir diyara gezer durur. Kalbi yanık ve mahzun bir halde hep kendisine işâret edilen zâtı arar. Bu hal üzere otuz sene dolaşır. Nihâyet Anadolu'ya ulaşıpBurdur yakınlarında bir köye gelir. Bu sırada Muhammed Çelebi Sultan da o köyde dâvetlidir. Artık aradığına kavuşmuş ve işâret edilen mürşidini bulmuş olmanın sevinciyle huzûruna gidip elini öper. Hâlini anlatır ve talebeliğe kabûl edilir. Şeyh hazretleri Eğridir'e dergâhına dönerken, o da peşlerinden gelir. Dergâha varınca talebeler hocalarını karşılarlar. Sonra da sofra hazırlayıp yemeğe otururlar. Turâbî de sofraya dâvet edilir. Muhammed Çelebi Sultan ona iltifat edip kendi sofrasına alır. Fakat Turâbî yemeklerden yemez. Şeyh hazretleri niçin yemediğini sorunca; "Efendim! Sizi rü-

yâmda göreliden beri otuz senedir hayvânî gıdâ yemedim. Bu perhizimi bozmamak için yemiyorum." der. Bunun üzerine Şeyh hazretleri: "Şimdi kalbinde bu kadar zaman riyâzet çektim diye düşünürsün. Nefsini put edinmişsin. Allahü teâlâ katında makbul olmaz." dedi. Bunun üzerine Turâbî tövbe istiğfâr edip, karnı doyuncaya kadar yemeklerden yedi. Gece vakti olunca, Muhammed ÇelebiSultan, seccâdesini Turâbî'ye gönderdi. "Bu gece seccâdemiz üzerinde otursun! Allahü teâlânın kudretini görsün." buyurdu. Turâbî o gece Şeyh hazretlerinin seccâdesi üzerinde oturdu. Bir ara uyudu ve rüyâsında Peygamber efendimizi ve Ricâl-i gayb denilen evliyâyı gördü. Pekçok kerâmete şâhid olup mânevî ikramlara kavuştu.

Barla'dan HacıDede anlatır: "Bir gün MuhammedÇelebi Sultana yalvarıp, bana hazret-i Hızır'ı göster." dedim. Bu konuşmamızdan sonra bir gün dağdan çıra kesip merkebime yükledim. Hayrât sâhibi merhum RüstemPaşanın tâmir ettirdiği sarp bir yol vardı.Bu yoldan Barla'ya gidiyordum. Sarp bir yerden geçerken merkebim yüküyle birlikte yardan aşağıya uçtu. Ben merkebimden ümidi kestim. Yaşlı idim. Yürümeye de tâkatim yoktu. Ne yapacağım diye düşünürken, karşıma atlı biri çıka geldi. Merkebimi düştüğü yardan tutup yüküyle birlikte çıkardı ve yola bıraktı. Beni de yükün arasına bindirdi.Merkebim hayret edilecek derecede kuvvetlendi ve hızlı yürüdü. Bu hâdiseden sonra bir gün yine Şeyh hazretlerinin ziyâretine gitmiştim. Bu sefer de; "Sultanım! Hazret-i Hızır'ı bana göster." dedim. Bana; "Merkebini kurtarıp, seni ona bindiren Hızır'dı. Ben sana onu gösterdim. Fakat sen tanımadın." dedi.Ben bu sözleri işitince hayret ve şaşkınlık içinde ağlamaya başladım ve ayaklarına kapandım. Sonra bir müddet daha berâber oturduk. Bir de baktım ki birisi bize doğru geliyordu. Bu gelenin hazret-i Hızır olduğunu anladım. Hemen çıkıp karşıladım ve onun da ayaklarına kapanıp himmet istedim. Bana bakıp buyurdu ki: "Bizi istersen tuttuğun elden gâfil olma! Beni Şeyh Muhammed Çelebi'de bulasın." deyip gözden kayboldu.

Yine Barlalı Hacı Dede anlatmıştır: "Merkebimin uçuruma düştüğü o sarp yola büyük bir kaya yuvarlanıp yolu kapatmıştı.Geçmek mümkün değildi.Kayanın büyüklüğü âdetâ bir ev kadardı. Muhammed Çelebi SultanBarla'ya bir düğüne dâvetli olarak gelmişti. Huzûruna varıp yolu kapatan o kayadan bahsedip; "Sultanım, cemâate emir buyursanız da o taşı hep birlikte yoldan kaldırsak." dedim. Bana; "Sen gidedur." dedi. Ben de yanıma halktan bâzılarını aldım. Kayanın yanına vardık. Kayanın yoldan atılabilmesi için etrâfını kazmaya başladım. Bu sırada Şeyh hazretleri yalnız başına oraya geliverdi. Kocaman kayaya dayanıp dağdan tarafa bıraktı. Bana; "Gördün mü?" dedikten sonra, gözden kayboldu. Ben çok şaşkın bir halde oradan ayrılıp Barla'ya döndüm. Baktım Şeyh hazretleri kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. Halka; "Şeyh hazretleri buradan hiç dışarı çıktı mı?" dedim. Sen görüşüp gittikten sonra yerinden hiç kalkmadı." dediler. O hayatta oldukça bu sırrı kimseye açmadım."

Emir Ali Çelebi, Radmos köyünden bir dervişten naklen şöyle anlatmıştır: "Bir gece hocam Muhammed Çelebi Sultan hacca gitmek üzere yola çıktı. Yanında Hızır aleyhisselâm da vardı. Hazret-i Hızır'ın önünde bir lamba asılıydı. Bana; "Bir balta al." dediler, aldım. Beni de yanlarına aldı ve virâne bir yere gittik. Virânede bir yeri kazmamı emrettiklerinde, kazdım. Bir altın hazînesi çıktı. Bana da verseler diye düşünürken hocam bana bir akik taşı verdi ve; "Derviş! Bunu İstanbul'da sat! Başka yerde satma." dedi.Sonra benden ayrılıp, hacca gittiler. Bu hâdiseden sonra bir işim sebebiyle İstanbul'a gittim. İstanbul'dayken param kalmadı. Aklıma Şeyh hazretlerinin verdiği akik taşı geldi.Bunu beş-on akçeye satabilsem diye düşündüm. Bir yahûdînin dükkanına girip; "Satılık bir şeyim var." dedim. Beni yalnız bir köşeye çekip; "Ne satıyorsun? Çıkar göreyim." deyince, çıkarıp gösterdim. Akik taşını görünce; "Ne vereyim?" diye sordu. Beş akçe mi, on akçe mi desem diye düşünmeye başladım. Bir türlü fiyat söyleyemedim. Hocamın himmetiyle; "Sen söyle." deyiverdim. Önce elli bin akçe verdi. Alay ediyor zannederek akik taşını geri istedim. Hemen yüz elli bine çıktı ve satmam için ısrar etti. Ben de kabûl ettim. Beni evine götürüp parayı keseler içinde verdi. Bu taşın çok kıymetli olduğunu söyleyip; "Şimdi ben bunu iki yüz elli bin akçeye bile satmam." dedi. Muhammed Çelebi Sultan'ın bu talebesi, aldığı paralarla köyünde bir hamam yaptırdı ve zengin oldu."

Muhammed Çelebi Sultan'ın vefâtından sonra talebelerinden biri onu rüyâsında çok görür, rûhâniyetiyle irtibât kurardı.Bu talebesi bir defâsında üç meselede tereddüde düşer. Bunlardan biri o sene Ramazanın başlangıcı ile ilgiliydi. Şehrin kâdısı Pazar günü diyor, onlarsa Cumartesi olduğunu söylüyorlardı.İkinci mesele, câmilerinin kıblesinin doğru olup olmadığı husûsunda bir ihtilaf çıkmıştı. Bir husus da kendisine düşmanlık yapan huzursuz eden bir kimseye bedduâ etmesi istendiği halde o etmiyordu. Bu hususlarda tereddüdü vardı. Bir gece rüyâsında kendisini hocası Muhammed Çelebi Sultan'ın türbesinde gördü. Buraya nasıl geldim diye şaşarken hocası kabrinden çıkıp; "Allahü teâlânın izniyle biz getirdik." buyurdu. Bunun üzerine; "Efendim size birkaç suâlim var." deyince, soruları sormadan suâlinin birisi mescidin kıblesi meselesi değil mi? Kıblesi doğrudur. Kâbe'ye karşıdır. Şüphe etme." dedi. "Bir suâlim daha var." deyince; "Ramazanın başlangıcı değil mi? Cumartesi günüdür. Kâdı ilim sâhibi fakat keşif sâhibi olmadığından kalp gözü açık değil." dedi. "Efendim o kâdı sizin tarîkatınızı seviyor, muhabbeti var." deyince; "Evet muhabbeti var. Fakat riyâ ve gösterişten geçip meydana gelmeye kâdir değildir." buyurdu. "Sultanım bir suâlim daha kaldı." deyince, daha o anlatmadan; "Evet o bize mensub olan şahıs değil mi? Bizim hatırımızı gözeterek ona bedduâ etmediğin için memnun kaldık. Allahü teâlânın izniyle onu bir terbiye edelim. Islah olmazsa hakkından geliriz." buyurdu.

BEKLEYEMEDİN Mİ?

Talebelerinden Hayreddîn Halîfe'nin oğlu Hacı Halîfe şöyle anlatmıştır: "Hacca gitmeye niyet etmiştim. Kutb-ı âlem Muhammed Çelebi Sultan'dan müsâde ve duâ almak için huzûruna gittim. Mesciddeydi. Mescide girdiğimde mihrabda kıbleye doğru oturmuş kendi kendilerine şöyle diyorlardı: "Hey HacıHalîfe! Bir sene daha sabredemedin mi ki bizimle berâber gidesin!" Sonra geldiğimi farkedip bana döndü ve; "Hacı Halîfe! Şimdi seni anıyordum. Şeyhülislâm Berdeî Sultanın rûhâniyeti senin hacca gideceğini haber verdi ve; "Bizim Hayreddîn Halîfe'nin oğlu HacıHalîfe Mekke'ye gider. Ona himmet ve duâ eyle." buyurdu. Ondan bildim ki hacca gidersin." dedi. Beni hoş görüp uğurlarken de şöyle dedi: "HacıHalîfe! Kutbu görmek ister misin?" Ben de; "İsterim Sultanım. Bunun için himmet buyurun." dedim. Bana; "Arafat'a vardığın zaman sağ tarafında falan yerde bir çadırda Ricâl-i gaybı (Allahü teâlânın gizlediği sevgili kulları) toplansalar gerektir. Baş tarafta yüzü örtülü oturan kutb-ı âlemdir. Onu ziyâret edersin." buyurdu. Arafat'a vardığımda târif ettiği gibi bir çadır buldum. Çadıra girip Allah adamlarının ayaklarının bastığı topraklara yüzümü sürdüm. İçerisi büyük zâtlarla doluydu. Baş tarafta yüzü örtülü biri oturuyordu.Târife göre yüzü örtülü olan kutb-ı zamandı.Yanına yaklaşıp; "Seni yaratan Rabbimin aşkına! Sultanım lutfeyle, mübârek yüzünüzden örtüyü kaldırıver de yüzünüzü göreyim. Ben size şeyhimin yüksek himmetiyle eriştim." diyerek hem ağladım hem yalvardım. Benim ağladığımı ve yalvardığımı görünce yüzünden örtüyü kaldırdı. Mübârek yüzüne baktım bir de gördüm ki o zât şeyhim Muhammed Çelebi Sultanın kendisidir. Bu hâli görür görmez bir nâra attım. Aklım başımdan gitmiş. Bir müddet sonra kendime gelip toparlandım. Kalkıp etrafıma baktım orada kimse yok. Hacdan döndükten sonra hocamın huzûruna vardığımda; "HacıHalîfe! Kutbu gördün mü? Sakın ben hayattayken bu sırrı kimseye açma, söyleme." buyurdu.

DOLAŞIP NEYLERSİN?

Muhammed Çelebi Sultan bir gün Eğridir Gölünün kenarında otururken bir ulak gelip Afşar yolunu sordu. Şeyh ona; "Afşar, gölün öte yakasındadır. Dolaşıp neylersin. Hemen göl üzerinden yürüyüver." dedi. Ulak böyle bir zâtın sözünü severek ve inanarak kabûl edip yürüdü. Suyun üzerinde batmadan gidiyordu.Afşar halkı onun gölün suyu üzerinde yürüyerek geldiğini görerek; "Hızır mısın?" diye etrâfına toplandılar. Ulak; "Bende bir şey yoktur. Karşı yakada bir sultan var onun nefesine uğradım (kavuştum) ve su üstünden yürüyüp geldim!" dedi. Bu hâdiseye şâhid olan, ulağın sözlerini duyan Afşar halkı, Muhammed Çelebi Sultan hazretlerinin büyük bir velî olduğunu anlayıp muhabbetle sevdiler.

DÜNYÂDA HAKKINI ALSIN

Muhammed Çelebi Sultan hazretleri, bir defâsında Uluborlu'ya dâvet edilince, halkı irşâd, doğru yolu göstermek için bu dâveti kabûl edip gider. Uzun sohbetler ve vâzlarla halka öğüt verir ve vâzı son derece istifâdeli olur. Dönecekleri sırada birisi evine yemeğe dâvet eder. Dâveti kabul edip o gece orada kalır.Ertesi gün vedâlaşıp ayrılır. Bîlköy denilen yere varınca atını durdurup bir talebesini yanına çağırır; "Git şu evinde kaldığımız kimsenin kapısını çal!Bir kap iste! Kabın ağzını aç o zaman Allahü teâlânın kudretini göresin. Ev sâhibine de, şeyh harcadıklarına pişman olmasın. Dünyâda hakkını alsın âhirete kalmasın dedi, diyesin." der. Talebesi emir üzere, kendilerini dâvet eden kimsenin evine varıp bir kap ister. Kabı eline alınca dâvet eden kimse dâvet için ne kadar akçe, para harcadıysa, o kadar akçe kabın içine gaybden dökülür. Ev sâhibi çok şaşırır. Meğer şeyh hazretleri evinden ayrılınca, ona ziyâfet vermek için harcadığı parayı hesaplayıp ziyâfet verdiğine pişman olmuş.

OMUZ VURUP KALDIRDIM

Muhammed Çelebi Sultan hazretleri Uluborlu Ovasında bulunan Yassıviran köyüne zaman zaman gidip halka vâz ve nasîhat ederdi. O köyden Bedevî Dede denilen bir zât şöyle anlatmıştır: Köyümüzün bir değirmeni vardı. Bu değirmeni çalıştıran akarsu ve içecek sularımız kesildi. Dağdaki menbaı kurudu, akmaz oldu. Halk içecek suya muhtaç hâle geldi. Şeyh Sultan köyümüze gelmişti. Toplanıp susuz kaldığımızı, perişan hâlimizi arzedip; "Sultanım siz kutb-i âlemsiniz. Resûlullah efendimizin hürmetine yaptığınız duâ makbuldür." dedik. Bunun üzerine başını eğip sessizce oturdu, murâkabeye daldı. O hâle geldi ki teri sakalı üzerine damla damla aktı. Bir müddet âdetâ kendinden geçmiş bir halde kaldı. Mânâ âlemine dalıp gitti. Sonra başını kaldırdı. Gözleri iyice kızarmıştı. Merakla bekliyorduk. Bize bakıp; "Sizin suyunuz Ağras Suyu ile birmiş. Zelzele olunca bir taş sizin suyun önünü kapatmış. O taşa omuz vurup kaldırdım. Suyunuz yine sizden tarafa döndü. Varın görün." dedi. Köy halkı gidip baktıklarında suyun yine dağdan aşağıya doğru çağlayarak akıp geldiğini gördüler. Böylece o zâtın himmetiyle susuzluktan ve sıkıntıdan kurtuldular.

SAKALINDAN BİR KIL ALAYIM

Uluborlu'dan Emir Halîfe anlatır: "Muhammed Çelebi Sultanın vefâtından kırk sene sonra kabrinin bir tarafı çökmüştü. Tâmir etmek için kabrini açmamız îcâb etti. Kabrini açınca nûra gark olmuş bir halde yattığını gördük. Mübârek yüzü hiç solmamış, aynen hayattaki gibiydi. Yanımda sevenlerinden biri vardı. Bu kişi; "Benim bir oğlum var, bir seneden beri sıtma tutuyor, hastadır. Bu zâtın sakalından bir kıl alayım, şifâ olarak götüreyim." dedi. Biz şimdi durum başka, gâfil olma, alınca bir belâya düşebilirsin." dedik. Fakat adam dinlemedi yanaşıp sakalından bir kılı tutarak çekti. Koparamadı. Şeyh hazretleri sanki canlanmış gibi başını öbür tarafa çevirdi. O kişi yine aldırmayıp sakalından bir kıl koparmak için tutup çekti. Bu sırada Şeyh hazretleri o kişiye öyle bir tokat vurdu ki, adam düşüp öldü. Ben de korkumdan kaçıp bir kenara çekildim ve şaşkın bir halde yığılıp kaldım. Sonra başkaları gelip Şeyh hazretlerinin kabrini kapattı. Bu hâdisenin tesiriyle altı ay hasta yattım.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN EBÛ VERD

Evliyânın büyüklerinden. Hadîs ilminde de âlim olup, doğum târihi bilinmemektedir. 876 (H.263) senesinde vefât etti. Bağdat’ta doğup büyümüş ve ilim tahsilini orada yapmıştır. Evliyânın meşhûrlarından Cüneyd-i Bağdâdî'nin, akrabâsı olup, sohbetinde bulunmuştur. Zamanındaki meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî’nin, Hâris Muhâsibî’nin, Bişr-i Hafî’nin ve Ebü’l-Feth el-Hammâl’ın sohbetlerinde bulunmuştur. Böylece tasavvufta yetişmiştir. Hadîs ilminde; Ebû Nadr Hâşim bin Kâsım'dan ders almış ve ondan işiterek bir miktar hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden ise Abdullah bin Muhammed el-Begâvî ve diğer bâzı âlimler hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

Muhammed bin Ebû Verd’in kendisi gibi meşhûr ve velî bir zât olan bir de kardeşi vardır. İsmi Ahmed olup, ikisinin ismi ve hâlleri çok kerre birlikte zikredilmiştir. Kardeşi Ahmed, yaş itibariyle kendisinden küçük olup, önce vefât etmiştir (Bkz. Ahmed bin Ebû Verd).

İlmi ile amel eden, fazîletli ve kıymetli bir zât olan Muhammed bin Ebû Verd’in hikmetli sözleri pek çoktur.

Buyurdu ki: “Gaflet iki kısımdır. Biri rahmetten gaflet. Diğeri, gelecek olan azâbdan, cezâdan gaflet. Rahmetten gaflet, yükselmeyi engeller. Cezâdan gaflet ibâdetten alıkor. Gafletten kurtulan yükselir.”

Evliyâ kimdir? denilince; “Allahü teâlânın dostlarına dost, düşmanlarına düşman olan kimsedir.” buyurdu.

“Dünyâya düşkün olan ve ona hırsla bağlananı kimse sevmez.”

“Bir kimse dünyâya düşkün olmazsa, insanlar onu sever. Kalbinden dünyâ sevgisini çıkaran kimseyi ise melekler sever.”

“İnsanları şu iki husus felâkete sürükler. Biri, farzları bırakıp, nâfilelerle uğraşmak ve böylece farzları kaçırmak. İkincisi, kalbin gaflete dalıp, âzâların yaptığı işin farkında olmaması.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED EFENDİ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed'dir. Acı Çorba lakabı ile meşhûr olmuştur. Kaynaklarda doğum ve vefât târihleri bulunamayan Şeyh Muhammed hazretlerinin, on altıncı asrın ikinci yarısında vefât ettiği bilinmektedir.

Evliyânın meşhûrlarından Akşemseddîn'in oğlu Fadlullah Efendinin hizmet ve sohbetlerinde yetişip kemâle gelen Şeyh Muhammed Efendi, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim ve velî bir zât oldu. İlim tahsîlini tamamlayıp kemâle geldi. Tasavvufta yüksek derece ve olgunluklara kavuşup, kendisini ibâdet ve tâata verdi.

Diğer büyük velîler gibi, bu da, insanlara bulundukları dünyâlık mevkiler ve sâhib oldukları servetlere göre kıymet verilmesini hoş karşılamaz ve böyle yapılmasından şiddetle nefret ederdi. Yanına gelenler arasında, zengin, fakir, yüksek ve aşağı şeklinde bir ayırım yapmaz, kıymet ve üstünlüğün İslâmiyete uymak nisbetinde olduğunu bildirirdi. Dînimizin emirlerine son derece bağlı, Allahü teâlâyı unutmayan dağdaki bir çobanın, Allahü teâlâdan gâfil olan bir sultandan binlerce kat daha kıymetli olduğunu söylerdi.

İstidâd sâhibi birisi kendisine gelse, ona mutlaka alâka gösterir, ilim ve edeb öğrenmesinde ona faydalı olurdu. Talebeler sohbetleri bereketi ile öyle yüksek derecelere kavuşurlardı ki, başkaları uzun seneler mücâhede edip uğraşmakla o dereceleri elde edemezlerdi.

Ekseri gecelerde meclisinde bulunanlar ile birlikte, başka bir şey düşünmeyip, yalnız Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl olurlardı. Onların bu hâlini görenler, bulundukları yerden nûr yayıldığını ve bu nûrun gök yüzüne doğru yükseldiğini görürlerdi. Nice insanlar, Şeyh Muhammed'e bir müddet hizmet etmekle, yüksek derece ve makamlara kavuşmuşlardı.

Bir gün, Şeyh Muhammed hazretleri talebelerine şöyle tenbihde bulundu: "Yakın zamanda bana bir hâl olur ve hareketsiz kalırım. O hâlim ile karşılaştığınızda, üç gün beklersiniz, üç günden sonra vücûdumda bir kabarma ve şişme görürseniz, o zaman vefât etmiş olduğumu anlar, beni defnedersiniz."

Şeyh Muhammed'in bu sözü söylediği sırada, orada bulunan ve talebelerinden olan bir zât şöyle anlattı: "Ârif-i billâh olan o büyük zât, yukarıdaki sözü söyledikten bir zaman sonra, kendisinde bildirdiği gibi bir hâl oldu. Hakîkaten hiçbir hayat belirti ve hareketi görülmeden, üç gün o hâlde durdu. Üç gün geçtikten sonra, vücûdunda şişme eserleri görülmeye başlayınca, vefât ettiğini anladık. Yıkayıp kefenledikten sonra defnettik.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED EMÎN EFENDİ


Büyük âlim ve velî. 1867 (H.1284) senesinde Arvas'ta doğdu. 1900 (H.131de hac seferinde iken otuz iki yaşında Tûr-i Sinâ'da vefât etti. Büyük âlim ve evliyânın meşhurlarından Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin on mübârek oğlundan ikincisidir.

Küçük yaşta iken kendisinde büyük bir kâbiliyet ve üstün bir istidât görülmüştür. Bu güzel hâliyle ilim tahsîline başladı. Arvas Medresesinde meşhur müderris Molla Muhammed Merhum'un yanında okumuş, mantık ilmini, babasının icâzet verdiği talebelerinden meşhûr Molla Mahmûd Sûrî hazretlerinden tamamlamış, diğer bütün ilimleri Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinden okuyarak, feyz almış, az zamanda "Allâme" sıfatıyla şöhret kazanmıştır. Küçük yaşta tasavvufta kemâle erip, icâzet verilmiştir. Babasından tasavvufta mutlak hilâfet ile şereflenmiş, irşâda mezun buyrulmuştur.

Zâhirî ve bâtınî ilimde yüksek derecelere kavuştuktan sonra çok mükemmel hizmetler yapmış, pekçok âlim ve velî yetiştirmiştir. Arvâs Medresesini yeniden tesis etmiş, bu medreseyi ilim, irfân menbaı hâline getirmiştir. Üstâdlarından almış oldukları ilim, irfân ve feyzleri, her hususta kardeşi yerinde olanSeyyid Abdülhakîm hazretleri ile birlikte, ilim talebesine akıtırlardı. Arvas'ın bu bereketli, feyzli makâmını gören ziyâretçiler geri dönmek istemezlerdi.

1895 (H.1313)te babası Seyyid Fehîm hazretlerinin vefâtıyla Arvas makâmı sarsılmaya başladı. 1900 (H.131de Muhammed Emîn hazretlerinin de Tûr Dağındaki vefâtları üzerine, âile yıkılmaya yüz tuttu. Birinci Cihân HarbindeSeyyid Abdülhakîm hazretlerinin biricik halîfesi Şeyh Muhammed Sıddîk (kuddise sirruh) ermeniler tarafından şehîd edilmiş, Arvas Kütübhânesi ermeni kafirleri tarafından yakılmış, aynı şekilde medrese, hânekâh ve mescidler, yakılmış yıkılmıştır. Kalanlar sürgün edilmiş, mal ve mülkleri yağmalanmış, medrese yerle bir edilmiştir.

Muhammed Emîn hazretleri 1900 senesinde Arvas'tan babasının icâzetli talebelerinden Molla Abdülkerîm, Molla Abdullah, Hacı Sâlih, Başkale'den Mevlânâ Seyyid Abdülhakîm, birâderleri Seyyid Tâhâ, amcazâdeleri Şeyh Hasan, müderrisler Molla Alâüddîn Van'da birleşerek hacca gitmek üzere Şam'a geldiler. Bütün Şam ulemâsı, onları imtihan için toplanıp, Seyyid Muhammed Emîn'le ilmî mubâhase ve mücâdele sonunda her ilimde mağlûb olarak üstünlüğünü kabul ettiler. Fakat mağlûbiyeti hazm edemeyip, Beyrut vâlisine; "Türkiye'den Şeyh Muhammed Emîn Efendi isminde bir zât Şam'a geldi. Bütün Şam âlimlerini yendi. Bu üstünlüğü onlara bırakmamak üzere, Arabistan'ın neresinde olursa, bildirin, onları mutlaka mağlûb ettirin." diye çok imzalı bir yazı gönderdiler. Beyrut, Arabistan'da meşhûr üç âlimi temin edip, onların bulundukları yere gönderdi. Odasına girdiklerinde Şeyh Muhammed Emîn murâkabe hâlinde kıbleye dönük oturmaktaydı. Selâm verdiler. Selâmlarını tam alıp, hoş geldiniz ey âlimler buyurdu. Âlim olduğumuzu nereden öğrendiniz dediler. Âlimlerin selâmı bellidir buyurunca, size arz edilecek birkaç suâl vardır dediler. Kendileri günlerce çalışmış, en önemli suâlleri not etmişlerdi. Buyurun, suâllerinizi sorun buyurdu. Bir suâl sorup, cevap istediler. Başka suâlleriniz de varsa, hepsini sorun, sırasıyla cevaplandırayım buyurunca, efendim, suâllerimiz çoktur dediler. Sonunda otuz üç suâl sordular. Hepsine yeterli ve doyurucu sağlam cevaplar veren Muhammed Emin Efendi sonunda, "Bir îtirâzınız, bir sözünüz var mı?" buyurdu. Âlimler; "Yoktur, cevapların doğruluğunu ve mükemmelliğini kabûl ettik" dediler. Bunun üzerine Seyyid Muhammed Emîn, verilen cevaplar sahîhdir (doğrudur), esah (en doğru) değildir buyurup, bu defa esah cevapları söyledi. Mahcûb olup, seslerini çıkaramayıp, el öpüp ayrıldılar. Vâliye gidip; "Bizi kimin imtihanına gönderdiniz. Vakti müsâit olsa, bu dîn-i mübîni göğsündeki ilimden yenilemeye muktedir bu zâtın ilmi, Sâdüddîn Teftezânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinin ilimleri ile ancak mukâyese edilebilir." dediler. Vâli, bu seçkin heyeti iftar yemeğine dâvet etti. Yemekte asıl maksadını açıklayıp; "Sizi imtihana gönderdiğim âlimler, Arabistan'ın en üstün âlimleridir." deyip özür diledi. Vâli, maiyeti ile birlikte tarîkate intisab etti. Beyrut'ta büyük şöhret ve hürmet hâsıl oldu. Vâli, Sultan Abdülhamîd Hana bir mektup gönderip, Muhammed Emîn hazretlerinin memleket ve künyesini göstermek sûretiyle; "Arvas'tan bu zât Arabistan ulemâsına gâlib geldi. Büyük bir âlim, mâneviyât sâhibi bir zâhiddir. Mutlaka bu zâtı şeyhülislâm yapmak lâzımdır." diye arz etti. Öte yandan kâfile Cidde'ye, oradan Mekke-i mükerremeye, haccı edâdan sonra Medîne-i münevvereye geldiklerinde, Mekke-i mükerremenin şerîfi onlarla beraber geldi. Medîne-i münevverede Şerîf, Peygamber efendimizin türbesinin altın kapısını açtı. Muhammed Emîn Efendi, fakirâne, zelîlâne, hürmetle içeriye, ceddi Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem ziyârete gitti. Orada bulunan cemâatten birkaç ehl-i hakîkat, Resûlullah'ı ancak bu zât ziyâret etti dediler. Ziyâretten çıkınca, ağzından yanmış ciğer kokusu geliyordu. Seyyid Abdülhakîm hazretleri; "Muhammed Emîn'in ciğerleri kebâb oldu, çok yaşamaz." buyurdu. O andan îtibâren hastalandı. Kâfile yola çıkıp hareket etti.Yolculuk yaptıkları vapur, Tûr Dağına yakın bir limana yanaştı. Muhammed Emin hazretlerini alıp hastaneye götürdüler. Ağır hasta idi. Bir Cumâ günü sabah namazından sonra, Tûr beni örttü mânâsında "Gâmenî Tûr" diyerek ebced hesâbına göre (131 vefât târihini söyledi. Sonra kelime-i tevhîd okuyup temiz rûhunu teslim etti. Vefâtında otuz iki yaşındaydı. Hastalığı sırasında hastânede hizmetinde bulunan Hacı Sâlih Efendi der ki: "Seyyid Abdülhakîm hazretlerine bu elîm hâdiseyi arz etmek için gittim. Murâkabe hâlinde ağlıyordu."

Muhammed Emîn Efendi kuddise sirruh, kardeşlerinin en üstünü idi. Âlim, fâdıl, velîyyi kâmil ve edîb idi. Akâid ile ilgili bir kitabı vardır. Bir de, peygamberlerin aleyhimüsselâm âleme rahmet olması veNakşibendî yolunun üstünlüğünü anlatan bir risâlesi vardır. İkisi de basılmamıştır. İkinci eserin sonundaki ifâdelerinde; "Yâ Rabbî! Muhammed Emîn Arvâsî nâm fakîr kulunu, iki dünyânın sevgisinden kurtar. Kalp ve vücûdumuzu zâtının muhabbeti ile tezyîn eyle ve evliyâyı kirâmın hizmetçilerinden say..." diye duâ etmiştir. Eserin sonundaki 1337 târih ve Muhammed Sâlih Arvâsî (ki kendi kardeşleridir) imzâlı yazı ise şöyledir: "Emsâli nâdir bulunan, muhtevâsı bir inci dizisini andıran iş bu faydalı risâle, asrının allâmesi, zamânının bir tânesi, nesebi Hüseynî, meşrebiMuhammedî Seyyid Fehîm hazretlerinin oğlu, ilim ve tasavvufta kendilerinden mezûn, Şeyh Muhammed Emîn hazretlerinin eseridir. Tûr-i Sînâ'da vefât etmiştir."

Oğlu Seyyid Sirâceddîn vefât etmiştir. Fâtıma isminde tek bir kerîmesi kaldı. Pervârî meşâyıhından Şeyh Es'ad Efendi ile evlendi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED EMİN ERBİLÎ

Son asırda Irak'ta ve Mısır'da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Babasının ismi Fethullah'tır. Doğum târihi bilinmemektedir. Ancak on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Irak'ın Erbil şehrinde doğdu. 1914 (H.1332) senesinde Kâhire'de vefât etti. Kabri, Karafe kabristanındadır.

Kâdiriyye yolu ileri gelenlerinden olan babası Fethullah Efendinin terbiyesinde yetişen Muhammed Emin Erbilî, babasından Kur'ân-ı kerîm okumayı ve diğer temel din bilgilerini öğrendi. Erbil'de bulunan âlim ve velîlerin ilim meclisinde ve sohbetlerinde bulundu. Nakşibendiyye yolu büyüklerinden Mevlânâ Şeyh Ömer'e talebe oldu. Onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu.Şeyh Ömer Efendinin pekçok yüksek hallerine ve kerâmetlerine şâhid oldu. Onun sohbetinde ilâhî feyzlere kavuştu. Nefsinin istediklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü tealânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Nakşibendiyye yoluna göre yetişip güzel ahlâk ve iyi haller sâhibi oldu. Hocasının talebeleri arasında en yükseği oldu. Hocasının verdiği vazifeleri edepli bir şekilde ve tam olarak yerine getirdiği gibi, arkadaşlarına karşı da muâmelesi hoştu.

Muhammed Emin Efendi hocasının huzûrunda geçirdiği yıllarla ilgili olarak şöyle anlatır: "Senelerce hocam Ömer Efendinin sohbetinde bulundum. Huzurlarına girdiğimde edep ve hayâmdan otur demedikçe oturduğumu ve onun yüzüne baktığımı hatırlamıyorum. O emretmeden huzurdan ayrılmadım. Bâzan bana oturmamı emrederdi de ben edep, hayâm sebebiyle oturamazdım. Hocamın huzûruna babasının talebelerinden yaşlı bir zât geldi. Hocam onu benim halvette bulunduğum odaya getirdi. Orada günlerce berâber kalıp mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak ve riyâzete, nefsin istediklerini yapmamağa devâm ettik. Gece olduğu zaman bir müddet istirahat etmek için husûsî yerlerimize çekildik. Ben o ihtiyar zâtın uyuyacağını zannettim. Halbuki o zât Allahü teâlânın ismini zikrederek murâkabeye daldı. Ben de ona uyup aynı şeyleri yaptım. Her ne zaman başımı kaldırıp o zâta baktıysam, bu hâli üzere duruyordu. Yorgunluk hissettiğim zaman kendi nefsime dedim ki: "Ey alçak nefsim! Sen daha ömrün başındasın ve gençsin. Halbuki bu zât ihtiyar ve güçsüz hâle gelmiştir. O, Allahü teâlâya ibâdetle meşgûlken sen yorgun olduğunu söylemekten utanmıyor musun?" Böylece günler ve geceler boyu halvette kaldık. Bir gün hocam o ihtiyar zâta; "Bu Erbilli genç nasıldır?" diye sordu. O zât; "O genç çok yorgundur." dedi. Ben hocama karşı saygısızlık yaptığımı zannettim. Hocam o zâta; "Niçin yorgundur?" diye sorunca; "Halvette bulunduğum sırada ne zaman başımı kaldırsam bu genci oturmuş murâkabe eder halde buldum. Nefsim bana istirahat etmemi emrettiği zamanlar ona dedim ki: "Bu kimse genç yaşında uykuya ve istirahata daha çok muhtaçtır. O uyumuyor da sen nasıl uyumak istiyorsun. Halbuki sen dünyâdan yüz çevirdiğini ve âhirete yöneldiğini iddiâ ediyorsun. Bu iddiân ile hareketlerin birbirini tutmuyor." dedim." dedi. Hocam tebessüm ederek buyurdu ki: "Senin onda gördüğünü, o sende gördü. Benim yanımda sizin aranızda fark yoktur."

Muhammed Emin Erbilî hazretleri hocasının huzûrunda ve sohbetinde olgunlaşıp yüksek mânevî derecelere ulaştıktan sonra, icâzet, diploma ve hilâfet alarak tasavvuf yolunda talebe yetiştirmekle vâzifelendirildi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve mübârek zâtların kabirlerini ziyâret etmek üzere seyâhate çıktı.Bu yolculuğu ve ziyâretleri esnâsında çeşitli garib hallerle karşılaştı. Yûnus aleyhisselâmın kabrini ziyâret ettiği sırada kabirle kendisi arasındaki perde kaldırılınca, Yûnus aleyhisselâmın oturduğunu ve peygamberlerin onu gruplar hâlinde ziyâret ettiklerini gördü. Onların selâmlaşmalarını ve konuşmalarını işitti. Orada hazır olan peygamberler, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem gelmesini bekliyorlardı. Muhammed Emin Erbilî hazretleri orada bulunanlara dedi ki: "Ben burada hazır bulunanların nurlarını örten büyük ve parlak bir nur görüyorum." Orada bulunanlar; "O buraya teşrif edecek olan yaratılmışların seyyidinin nûrudur." dediler. Muhammed Emin Erbilî, Yûnus aleyhisselâmın kabrini ziyâreti esnâsında gördüklerini hocasına ve arkadaşlarına anlatınca, arkadaşları ona Peygamber efendimizin meclisini nasıl gördün, diye sordular. O buyurdu ki: "Diğer peygamberlerin onun önünde, talebelerin, hocasının önünde edep ve hayâları sebebiyle diz çöktükleri gibi olduklarını gördüm."

Muhammed Emin Erbilî hazretleri hocasından izin alarak hac vazifesini yerine getirmek ve sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyaret etmek için Hicaz'a gitmek üzere yola çıktı. Bu yolculuğu sırasında Allahü teâlâya tevekkül ederek azık almadı. Kalbinde en ufak bir rızık endişesi ve Allahü teâlâdan başkasına güvenme düşüncesi yoktu. Allahü teâlâ onu bu tevekkülü ve niyeti sebebiyle bolca rızıklandırdı. Basra'ya vardığı zaman yolculuk için bir gemiye bindi. Geminin sâhipleri ondan hiç ücret almadılar. Gemide bulunduğu sırada bir kimse yanına geldi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri o kimseye; "Sen filân kimse değil misin?" diye sorunca, o kimse; "Evet." dedi. Muhammed Emin Erbilî o kimseye yanına aldığı iki emânet çantayı vererek; "Bu iki çantayı sana Muhammed Nûr gönderdi." buyurdu. O kimse çantaları aldıktan sonra, Muhammed Emin Erbilî hazretlerine hediye etti. Muhammed Emin Erbilî çantaları açtığı zaman içlerinde para, bol mikdarda yiyecekler ve çeşitli giyecekler olduğunu gördü. Bunlardan pek az bir kısmını aldıktan sonra gerisini fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine sadaka verdi.

Önce Mekke-i mükerremeye giden Muhammed Emin Erbilî, hac vazîfesini yerine getirdi. Bir sene müddetle orada kalıp âlim ve velîlerle görüştü. Onların ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Diğer zamanlarında ibâdetle ve Allahü teâlânın ismini zikretmekle meşgûl oldu. Mekke'de kaldığı müddet içinde Zemzem suyundan başka bir şey yiyip içmedi. Acıkınca da, susayınca da zemzem suyu içti.

Hac ibâdetini yaptıktan ve bir müddet Mekke-i mükerremede kaldıktan sonra 1882 (H.1300) senesinde Medîne-i münevvereye giderek senelerce kalıp, Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini sık sık ziyâret etti. Feyz ve bereketlerinden istifâde etti.

Medîne-i münevverede kaldığı sırada Mahmûdiyye Medresesinde ders verdi.Pekçok kimse onun derslerine devâm etti. Onun medresedeki derslerine uzaktan yakından o kadar çok kimse geldi ki, medrese dışında Mescid-i Nebîde de ders vermeye ve halka vâz, nasîhat etmeye başladı. Şöhreti her tarafta duyuldu. Burada bulunduğu sıradaTürklerden bir kimsenin kızıyla evlendi, ayrıca her sene Mekke-i mükerremeye giderek hac ibâdetini yaptı.

Daha sonra aldığı mânevî bir işâretle Mısır'a gitti.Câmiü'l-Ezher Medresesine devâm etti. Orada hadîs, fıkıh ve tefsîr dersleri veren âlimlerin ilim meclislerinde bulundu. Şeyh Muhammed el-Eşmûnî'nin Buhârî derslerine devâm etti. Şeyh Mustafa İzzeddîn Şâfiî'den Şâfiî mezhebi fıkhını öğrendi. Zâten bâtın (kalp) ilimlerinde yüksek bir velî olan Muhammed Emin Erbilî, zâhirî ilimlerde de derin âlim oldu. Embâbe adı verilen köyde yerleşip ilim ve ibâdetle meşgûl olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Bu köyde bulunduğu sırada çocukları dünyâya geldi. Fakat Ahmet isminde bir oğlu hâricindekiler vefât etti. Bu oğlu da babasının vefâtından sonra İngilizlerle olan bir çarpışmada şehîd düştü.

Muhammed Emin Erbilî hazretleri ilk zamanlar kendisinin tasavvuf yolunda olduğunu ve Nakşibendiyye yoluna mensûb bulunduğunu kimseye bildirmedi. Sâdece ilim ve ibâdetlerle meşgûliyetine devâm etti. Daha sonra Bulak'a gidip yerleşti.Burada bulunduğu sırada da Ezher Medresesine gidip gelerek ilimle meşgûl oldu. Zamânın allâmesi ve Ezher Medresesi hocalarındanŞeyhülislâm Selîm el-Büşrâ'nın derslerine devâm etti. Ondan çok sayıda hadîs-i şerîf kitabını okudu. Mısır halkı onun zâhirî ilimlerdeki üstünlüğü yanında tasavvuf yolunda yüksek bir velî olduğunu öğrenip, etrâfında toplanmaya başladı. Uzaktan yakından gelerek ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundular. Bulak'ta bulunduğu sırada Nakşibendiyye yolunun esaslarını öğretip, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Bulak'taki SinâniyyeMescidinin imâmı hastalanınca, onun vazifesini yürüttü.

İlk zamanlar fazla açılmak istemiyordu. Fakat aldığı mânevî bir işâret onu geniş halk kitlelerine hakkı ve hakîkati anlatmaya sevketti.

Sinâniyye Mescidinde ders vermekle meşgûl iken, yüzünde, işlediği günahların zulmeti bulunan bir genç geldi. Ona tasavvuf yolunda talebe olmak istediğini bildirdi. Fakat Muhammed Emin Erbilî bu gencin günahkâr hâlini firâseti ile anlayıp, bu yüksek yola hemen giremeyeceğini söyledi. O gence şimdiki günahlarından tövbe etmesini teklif etti. Fakat genç mutlaka tasavvuf yoluna girmekte ısrar etti. Bunun üzerine Muhammed Emin Erbilî hazretleri gence sert bir lisanla öncelikle günahlarından tövbe etmesi gerektiğini tasavvuf yoluna girmesinin kendisi için tehlikeli olabileceğini anlattı. O gece uykuya vardığı zaman rüyâsında hocası Şeyh Ömer Efendiyi gördü. Hocası Irak'tan, onun Bulak'taki evine gelmişti. Hocasını karşılamak için ayağa kalktı. Fakat hocası, kendisine kızgın ve heybetli bir şekilde bakıyordu. Yanında bulunan ve tasavvuf yoluna kabûl etmediği genci işâret ederek; "Bu genci yolumuza girmekten niçin alıkoyuyorsun? Sana bu yola girmek isteyen kim gelirse, onu kabûl et." buyurdu. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bu işâret üzerine daha çok kimseye tasavvuf yolunu anlatmaya ve bu yola girmek isteyenleri kabûl etmeye başladı. Bundan sonra onun üstünlüğünü ve fazîletini işiten herkes sohbetlerine koştu. O, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yola teşvik etti. Gece gündüz demeden bu vazifeye devâm etti. Bu maksatla birçok memleketi dolaştı. Binlerce kimse onun sohbetleri bereketiyle Allahü teâlânın beğendiği yola kavuştu. Bu sırada birçok sıkıntılarla karşılaştı. Onun bu hizmetine mâni olmak isteyenler çıktı. Fakat Allahü teâlânın yardım ve ihsânlarıyla hiçbirisi onu yolundan döndüremedi. Hoş sohbetiyle, güzel ahlâkı ve İslâmiyete uygun yaşayışıyla insanların gönüllerini fethetti.

Bulak'taki Sinâniyye Mescidinin imâmı vefât etmişti. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bu mescide imâm tâyin edilmeyi arzu ediyordu. Çünkü o burada uzun müddet kalıp insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmıştı. Fakat Bulaklı bozuk îtikâdlı bid'at ehli âlim geçinen bir kimse, Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin karşısına râkib çıkıp kendisinin Sinâniyye Mescidine imâm olmak istediğini bildirdi. Bu maksadına ulaşabilmek için de başka meşhûr kimselerden yardım istedi. Nihâyet bid'at ehli bozuk îtikâdlı kimse, taraftarlarının da desteğiyle Sinâniyye Mescidine imâm tâyin olundu.

Perşembe günü tâyin olunan bid'at ehli kimse,Cumâ günü vazîfeye başlayacaktı. Perşembe günü akşamı Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "Biz, Allahü teâlâya tevekkül ettik. Bize yardımcı olarak Allahü teâlâ yeter." buyurdu. Perşembeyi Cumâya bağlayan gece her zaman Sinâniyye Mescidinde yaptığı Hatm-i Hâcegân virdini bu defâ talebeleriyle birlikte evinde yaptı. Fakat bu duruma talebeleri çok üzüldüler. Muhammed Emin Erbilî buyurdu ki: "Allahü teâlâ bu gece size yardım edecektir." Gece yarısı olduğu zaman Allahü teâlâ onun sözünü doğru çıkardı. Bid'at sâhibi kimse felç oldu. Ertesi sabah insanlar birbirine Sinâniyye Mescidine imâm tâyin edilen kimsenin felç olduğunu ve bunun Muhammed Emin hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlatıyorlardı. Bu hal üzerine ona karşı olanlar da gelip sohbetinde bulundular. Bütün tedâvî ve ilaçlara rağmen o kimse sıhhatine kavuşamadı. Bu hâli uzun seneler devâm etti. Nihâyet felçli olarak vefât etti. Muhammed Emin Erbilî hazretleri Sinâniyye Mescidinde beş sene müddetle imâm olarak vazife yaptı.

Muhammed Emin Erbilî hazretleri Bulak'ta bulunduğu müddet içinde, gündüzleri ders veriyor, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıyor, geceleri de talebeleriyle birlikte Allahü teâlânın ismini zikrediyor, Nakşibendiyye yolunun esaslarını anlatıyor, Hatm-i Hâcegân yaptırıyor ve talebelerinin Kur'ân-ı kerîm okurken hatâlarını düzeltiyordu.

Dersleri ve sohbetleri sırasında, her müslümanın günlük hayatta karşılaşacağı fıkhî meseleleri izah ediyor, âlim ve velîlerin hallerinden ve kerâmetlerinden bahsediyordu. Kur'ân ehline çok hürmet eden ve ikrâmlarda bulunan Muhammed Emin Erbilî hazretleri, Sinâniyye Mescidinde Kur'ân-ı kerîm okuyucularını topluyor, onların kırâatlerini dinliyordu. Kur'ân-ı kerîm okuma ve dinleme bittikten sonra orada bulunanlara yemekler, tatlılar ve meyveler ikrâm ediyordu.

Mısır'ın çeşitli beldelerinden gelen insanlar Muhammed EminErbilî hazretlerinin sohbetlerine devâm edip feyzlerinden istifâde ediyorlardı. Onlara şefkatli bir baba gibi davranan Muhammed Emin Erbilî hazretleri, insanların husûsî meselelerine kadar eğiliyor, onların ihtiyaçlarını gideriyordu.Sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle sarılıyor, bid'atlerden ve bid'at ehlinden şiddetle kaçınıyordu. Talebelerinin ve sevenlerinin ilim ve zikir meclisinden bir an bile ayrılmamalarını istiyordu. Onlara; "Derslerinizi iyi müzâkere ediniz. Kalbinizin temizlenmesi ve öğrendiğiniz ilimden istifâde etmeniz için Allahü teâlânın ismini çok anınız." buyuruyordu.

Dünyâya, dünyâ ehline ve insanların kendisine îtibâr göstermelerine değer vermeyen Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "Biz kimseden bir şey istemeyiz. Gelen hediyeyi de reddetmeyiz. Fakat onları alıp yanımızda da alıkoymayız, ihtiyaç sâhiplerine dağıtırız." buyururdu. Sözleri hareketlerine uygundu. En zor ve sıkışık zamanlarında bile mânevî vazîfelerini, virdlerini ve Allahü teâlâyı anmayı terketmezdi.

İnsanlara karşı tevâzû ve yumuşaklıkla muâmele ederdi. Allahü teâlâ onun zâhirini görünen güzelliklerle süslediği gibi kalbini ve hallerini de mânevî güzelliklerle süslemişti. Sohbetleri pek tatlı ve tesirliydi. Bir defâsında bâzı kimseler tavla oyunu oynuyorlardı. Onlara yaklaşıp; "Kumar mı oynuyorsunuz?" buyurup yanlarından ayrıldı. Tavla oynayan kimseler oyunu bıraktılar bir daha oynamadılar.

Bir kimse gelerek Nakşibendiyye yolunun üstünlüğünü ve tasavvufu inkâr etti. Muhammed Emin Erbilî hazretleri ona herhangi bir karşılıkta bulunmadı. Oradan ayrılırken o kimseyi tasavvufî haller ve cezbeler kapladı. Bu hâli uzun müddet devâm etti. Sonra Muhammed Erbilî hazretlerine gelerek özür diledi ve onun talebelerinden oldu.

Gittiği yerlerden birinde, haramların ve kötülüklerin açıkça işlendiği bir düğün oluyordu. MuhammedEmin Erbilî hazretleri bu hâle çok üzüldü ve; "Bu düğünün sâhibi buralı mıdır? Ona mâni olan kimse yok mudur?" diye sordu. Orada bulunanlar düğün sâhibinin başka günahlarını da söylediler. Muhammed EminErbilî hazretleri düğün sâhibinin hidâyete ermesi ve ıslah olması için duâ etti. Çok geçmeden düğün sâhibi onun huzûruna geldi. Ağlayarak yaptıklarına pişman olduğunu bildirdi ve tövbe etti. Ona talebe olmak istediğini bildirdi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri onu talebeliğe kabûl etti. O kimse Muhammed Emin hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerinden oldu.

Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin pekçok kerâmetleri görülmüştü. O bu hallerin ve kerâmetlerin kendisinden olmadığını, büyüklerin bereketiyle ve talebelerinin himmetiyle olduğunu söylerdi.

Bir defâsında sohbetten ve Allahü teâlânın ismini zikrettikten sonra talebeleriyle birlikte oturdu. Bir mikdâr ekmek getirtti ve bir kenara koydu. Talebelerinden birine ekmekten arkadaşlarına vermesini söyleyince, orada bulunan herkese ikram etti. Ekmek az olmasına rağmen bütün talebelere yetti ve herkes doydu. Hattâ dergâhına gelenlere ikrâm edildiği halde yine bitmedi. Sonra bâzı kimselerin hıyâneti sebebiyle ekmek kayboldu.

Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin sevenlerinden sâlih bir kimse vardı. Bu kimsenin doğan çocukları yedi gün yaşadıktan sonra ölürdü. Son olarak bir çocuğu dünyâya geldi. Fakat çocuk yine hastalandı. O kimse Muhammed Emin Erbilî'ye ağlayarak gelip çocuğunun yaşaması için duâ etmesini istedi. Muhammed Emin hazretleri o kimseye; "Korkma,Allahü teâlânın izniyle senin çocuğun yaşayacak." buyurdu. Kendisinin küçük bir kızı vardı. Allahü teâlâdan kendi kızını almasını ve o kimsenin çocuğunu yaşatmasını niyâz etti. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl buyurdu. Evine gittiği zaman kendi kızının öldüğünü gördü. O kimsenin çocuğu ise onun duâsı bereketiyle uzun müddet yaşadı.

Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin duâsı bereketiyle, pekçok hasta şifâya kavuşurdu. Bir gün imâmlık yaptığı mescide bir kimse gelerek kendisinin felç olduğunu, bütün doktorlara gittiği halde şifâ bulamadığını bildirerek devâ için duâsını istedi. Bu hususta ısrar etti. Muhammed Emin Erbilî hazretleri Allahü teâlâya bu kimsenin şifâ bulması için üç gün üst üste duâ etti. Üçüncü gün o kimse sanki hiç hasta olmamış gibi sıhhatli bir şekilde evine döndü.

Muhammed Emin Erbilî hazretleri talebelerinin ve sevenlerinin sıkışık anlarında yardımlarına yetişirdi. Talebelerinden birisi mahkemede şâhitlik yapmak üzere kâdı huzûruna çağrıldı. Fakat kâdının bulunduğu beldeye giden vâsıtayı kaçırdığı için mahkemeye geç kaldı. Kâdı, Muhammed Emin hazretlerinin talebesine kızdı. O ise geç kalış sebebini açık bir şekilde îzâh edememişti. Bu yüzden onun altı ay hapsedilmesine karar verdi. Vazifeli asker onu alarak hapishâneye götürdü. Olan hâdiseler sebebiyle çok üzülen talebe, hocasını vesîle ederek bu halden kurtulması için Allahü teâlâya yalvardı. O sırada Muhammed EminEfendinin iki veya üç defâ; "Yâ Kerîm." sesi işitildi. O anda kâdının vazifelendirdiği kimse gelip o kimseyi kâdının huzûruna götürdü.Kâdı ona hitâben; "Seni affettim." dedi ve serbest bıraktı.

Muhammed Emin Erbilî hazretleri başkalarından gelen sıkıntı ve eziyetlere sabreder, talebelerine de sabretmelerini emrederdi. Tasavvufu ve Nakşibendiyye yolunun üstünlüğünü inkâr eden bir kimse vardı. Muhammed Emin hazretlerinin talebelerinden birine gelerek hocasının Tenvîrü'l-Kulûb adlı kitabından bir adet istedi. Talebe o kimsenin böyle bir istekte bulunmasına sevindi. O kimsenin eski yaptıklarından vaz geçip ıslah olduğunu zannetti. Talebe merak edip o kimseye kitabı niçin istediğini sordu. O kimse o kitabın yapraklarıyla istincâ edeceğini yâni tahâretleneceğini söyledi. Talebe üzülerek ve kızarak; "Bu kitabı yazan kimseye hürmet etmiyorsan, içindeki Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden bildirilenlere de mi hürmet etmiyorsun?" dedi. O kimse alaylı bir tavırla güldü. Bu hareket karşısında MuhammedEmin hazretlerinin talebesi iyice kızdı. Fakat hocasının emrine uyduğu için sabrederek herhangi bir karşılıkta bulunmadı. Olanları gelip hocasına anlattı. Muhammed Emin hazretleri buyurdu ki: "Sabret. Allahü teâlâ gayret sâhibidir. Sen bu sabrının karşılığını inşâallah bulacaksın." Aradan fazla zaman geçmeden talebeye hakaret dolu sözler sarfeden kimsenin şiddetli bir hastalığa tutulduğu haberi duyuldu. Bütün tedâvîlere rağmen o kimsenin hâlinde bir iyileşme olmadı. O kimsenin günlerdir uyku uyuyamadığı ve feryat figân etmesi sebebiyle kimsenin yanına yaklaşamadığı haberi yayıldı. Sonunda yakınları kendisine hakâret edilen talebeye gelip hallerini bildirdiler. O talebe; "Âriflerin yâni Allah adamlarının okları zehirlidir. O oklardan birisi kime isâbet ederse o kimse helâk olur. Lâkin ben o kimsenin bu rahatsızlığının hafiflemesini istiyorum. İnşâallah bu akşam durumu hocama bildireceğim." dedi. O talebe ve yanında bulunan arkadaşları hocalarının evine gittiler. O sırada hastanın yakınları da hastayı oraya getirdiler. Muhammed EminErbilî hazretlerinin önüne koydular. O kimse kurumuş, sanki etsiz bir heykel gibi olmuştu. Halbuki hasta olmadan önce kuvvetli ve boyu posu yerindeydi. O kimse Muhammed EminErbilî hazretlerini görünce acı acı ağladı. Hastanın yanında bulunanlar onun hâlini Muhammed Emin Erbilî'ye anlattılar. Muhammed Emin Erbilî o kimseye nasîhat etti ve yaptıklarına tövbe etmesini istedi. İstiğfâr okuduktan sonra; "Allahü teâlâya tövbe ettim ve söylediklerime pişman oldum." de, buyurdu. Hasta denilenleri yaptı. Muhammed Emin Erbilî hazretleri Fâtiha ve Nâs sûrelerini okuyup, Peygamber efendimizin, Silsile-i aliyyenin rûhlarına hediye edip onları vesîle etti ve bu hastanın hidâyete kavuşması ve son nefeste îmânla gitmesi için duâ etti. Hastayı sâhipleri alarak evine götürdüler. Hasta ve yanındakiler dışarı çıkınca, Muhammed Emin hazretleri "Elhamdülillah. O kimse Allahü teâlâya sâdık bir şekilde tövbe etti. Onun son nefeste îmânla gideceğini ümid ediyorum." buyurdu. O kimse evine gittikten sonra günlerce rahat bir şekilde uyudu. Halbuki aylardır hastalığı sebebiyle uyuyamıyordu. Nihâyet bu halde îmân ile rûhunu teslim etti.

Muhammed Emin Erbilî hazretleri bir gece talebeleriyle birlikteAllahü teâlânın ismini zikrediyor ve zikrin edeplerini anlatıyordu. Bu mecliste âlimlerden de pekçok kimse vardı. Orada bulunanlardan bir kısmı kalben hazır olmadığı halde zâhiren orada bulunuyordu. Bunu gören Muhammed Emin hazretleri buyurdu ki: "Dikkat ediniz. Allahü teâlâ kalplerinizi biliyor. Siz O'nu görmüyorsanız da O sizi görüyor." Orada bulunanları ihlâsla ve kalp huzûruyla Allahü teâlâyı zikretmeye dâvet etti.

Bir defâsında talebelerinden birisi kusurlarını ve yaptığı ibâdetlerin Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya vesîle olamayacağını düşünerek üzülüyordu. Neredeyse bu hususta ümitsizliğe düşecekti.Onun bu hâlini gören Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "Senin bu hâlin nedir? Allahü teâlâ hazret-i Hamza'yı şehîd eden kimseyi affetti. Seni de affeder." buyurarak onu rahatlattı.

Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin âlimlerden ve halktan pekçok talebesi ve seveni vardı. İnsanlara sohbetlerinde ve ilim meclislerinde İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattığı gibi, birçok kitaplar ve risâleler de yazmakla meşgûl oldu. Onun kitaplarından bâzıları basıldıysa da, bir kısmı basılmadı. Onun Tenvîrü'l-Kulûb adlı eseri daha sağlığında iken meşhûr oldu. Ezher Medresesi hocaları ve diğer âlimler bu kitaba özel önem verdiler. Ezher hocalarından Şeyh Muhammed eş-Şâfiî, bu kitap hakkında; "İhlâs bu kitabın müellifinin sözlerinde açıkça görülmektedir." derdi.

Muhammed Emin Erbilî hazretleri 1904 (H.1322) senesinde Hicaz'a gitti. Hac ibâdetini yerine getirdi ve Medîne-i münevvereye giderek Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Orada bulunduğu sırada Mekke'deki zâlim bir vâliden ve Mısır'da bulunan bid'at ehli, Ehl-i sünnet müslümanlarla alay eden, mezhepleri kabûl etmeyen, tasavvufu ve tasavvuf ehlini küçük gören, sâlihlerin ve evliyânın kabirlerini ziyâreti inkâr eden bir âlimden bahsettiler. Bu kişilerin hâlini duyan Muhammed Emin Erbilî hazretleri din gayretiyle üzüldü.Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bu ziyâret esnâsında Allahü teâlâdan Mekke ve Mısır halkına yardım etmesini diledi. Bu iki kimsenin durumunu Resûlullah efendimize ağlayarak arz etti. Bir gece boyunca Mescid-i Nebîde oturup duâ ve niyazda bulundu. Resûlullah efendimizin feyz ve nûrlarına kavuştuktan sonra kendini Mısır'da gördü. Büyük bir akrebin başı Ezher Medresesinin kıble tarafında, kuyruğu iseEzher Medresesinin Müzeyyineyn kapısının dışındaydı. İnsanlar korku ve dehşet içinde kıvranıyorlardı. Muhammed Emin Erbilî hazretleri elindeki asâ ile o akrebe vuruyordu. Nihâyet o akrebin öldüğü veya ölmek üzere olduğu kanâatine varıldı. Muhammed Emin Erbilî hazretleri, insanlara; "Onun üzerine ayaklarınızla basınız ve ondan korkmayınız." buyurdu. Muhammed Emin Erbilî hazretleri hal olarak bir anda kendini Mekke-i mükerremede buldu. Mısır'da öldürülen akreb büyüklüğünde bir yılan gördü. O yılanı da asâsıyla vurarak öldürdü. Sonra kendisine geldiğinde, Resûlullah efendimizin huzûrunda olduğunu anladı. Bu hâlini talebelerinden birine anlatınca, talebesi; "Bu hâli nasıl yorumluyorsun?"diye sordu. Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "O iki kimsenin hâlidir. Her ikisi de yakında helâk olacaklardır." buyurdu. Kısa bir zaman sonra zâlim vâlinin ve bid'at sâhibi olan âlimin öldüğü haberi duyuldu.

Muhammed Emin Erbilî hazretleri 1906 (H.1324) senesinde Mısır'a döndü.İnsanlara İslâmiyet'in emir ve yasaklarını anlatmak için çeşitli beldelere gitti. Pekçok sıkıntılara katlandı.Câhil ve sapık kimseler ona karşı çıktılar. Fakat onun hizmetlerine mâni olamadılar. Yaşlı olmasına rağmen güçlüklere sabretti. Gece gündüz demeden irşâd faâliyetlerini sürdürdü.

Fakir zengin herkesi ziyârete gidenMuhammedEminErbilî hazretleri, yemek husûsunda ısrar edenlere; "Tasavvuf yolcusunun yemeği ilim öğrenmek, Allahü teâlânın ismini zikre devâm etmektir. O kimsenin düşüncesinin yemek, içmek olması ona yakışmaz." buyurdu.

Gittiği yerlerde anlattıklarından istifâde edip hayırlı işlere yönelenler olmadığı zaman, oradan süratle uzaklaşırdı. "Burada kalmak ömrü boşa geçirmek, zâyi etmektir." buyururdu. Bir yerde kalırsa, ya vâz nasîhat eder, ya zikr yaptırır veya eser yazmakla meşgûl olurdu.

Talebeleriyle birlikte Hatm-i Hâcegân virdine devâm ederdi. Her hafta Cumâ gecesi Hatm-i Hâcegân okuturdu. Hatimden sonra talebelerine kıbleye dönmelerini, bir veya ikişer kere Yâsîn-i şerîf sûresini okumalarını emrederdi. Bâzan da birer defâ Fâtiha okuturdu.

İnsanları ve talebelerini boş söz konuşmaktan sakındırırdı. "Boş söz konuşan ve boş şeylerle meşgûl olan kimsenin tasavvuf yoluna girmesi lâyık değildir. Hele bu yola girmişse, boş şeylerle meşgûl olması hiç lâyık değildir. Çok konuşmak kalbi öldürür ve zikrin kalbe yerleşmesine mâni olur." buyurdu.

Kalbini Allahü teâlânın zikrinden başkasıyla meşgûl etmediği gibi, meşgûl edenlere; "Kalp ev gibidir. Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl etmek, tozlu bir yolun tozlarını üzerine toplamak gibidir. Ev süpürülmediği zaman tozlar yığılır ve temizliği zor olur. Kalbini başka şeyle meşgûl eden ve günlük virdi olmayan veya olup da terk eden talebe, gaflet pislikleriyle kalbini kirletmiş olur. Emirleri yapmak ve tasavvuf yolunda yürümek onun için zorlaşır." buyururdu.

Senelerce SinâniyyeMescidinde imâmlık yapıp, talebe yetiştirmekle meşgûl olduktan sonra, Mescid-i İmrânî'de vazîfe yaptı. Ömrünün sonlarında talebeleri ve âilesi için bir dergâh inşâ ettirdi. Muhammed EminErbilî hazretleri bu dergâhın inşâsında bizzat çalıştı. Bir an evvel bitirmek için gayret etti. Binânın yapımı bittikten sonra talebelerinden birini çağırdı ve; "Gel sana yeni kardeşlerimizin yerini göstereyim." buyurdu. Talebesiyle birlikte oda oda gezdiler. Tavana çıktıkları zaman; "İnsanlar kendim için bir köşk yaptığımı söylüyorlar. Vallahi kalbimde en ufak bir meşgûliyeti yoktur. Dünyâya karşı sevgim yoktur. Lâkin buranın süratle yapılması için beni bir kuvvet zorladı. Bunda da bir hikmet vardır." buyurdu. Çok geçmeden vefât etti.

Son günlerinde onun yüzünde her zamankinden daha çok nûr parlıyordu. 1914 (H.1332) senesi Rebîülevvel ayının ikinci Perşembe günü humma hastalığına tutuldu. Akşam ve yatsı namazlarını evinde kıldı. Mescide gidemedi. Ders vermek ve Hatm-i Hâcegân yapmak üzere talebelerinden birini vazîfelendirdi. Bu gecede Allahü teâlâya olan aşkı ve Peygamber efendimizden îtibâren Nakşibendiyye yolu büyüklerine karşı muhabbeti iyice fazlalaştı. Onların rûhâniyetleriyle konuşmaya başladı. Onlara olan sevgi ve kavuşma arzusunu bildirdi. Bu hâli bir gece boyunca devâm etti.Yanına ziyâret için gelenlere; "Hocanızın hâline bakıp ibret alınız. Onun öldüğü gibi siz de öleceksiniz. Allahü teâlânın ismini çok anın." buyurdu. Şeyh Muhammed Yûsuf es-Sekâ'yı yerine ders vermekle vazîfelendirdi. Son saatlerinde bile kendisini ziyârete gelen talebelerinin yanına gelmesine mâni olunmamasını istedi. Her birisi tek tek girip elini öptüler, helâllaştılar ve duâsını aldılar. Cumartesi günü hastalığı iyice şiddetlendi ve; "Bugün benim son günümdür." buyurdu. İkindi vaktinden sonra tam bir sâkinlik ve sessizlik hâli oldu. Pazar gecesi ilaçlarını vermek üzere yanına gelen bir talebesine gülümseyerek buyurdu ki: "Rahat olunuz." Talebesi dedi ki: "Biz, Peygamber efendimizin sünnetiyle tedâvî olmakla emrolunduk." diyerek ilacını verdi. O gece sabaha karşı sekerât-ı mevt hâli başladı. Yüzünden şimşek gibi nurlar yayıldı. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Pazar günü, vefâtını duyan talebeleri ve sevenleri uzaktan yakından geldiler. Techiz ve kefenlemesi öğleden sonra yapılabildi. Ezher Câmiinde kılınan cenâze namazına pekçok kimse katıldı. Karafe Kabristanında Celâleddîn Mahallî ve Tâcüddîn es-Sübkî hazretlerinin kabirleri yakınında defnedildi. Kabrinin üzerine bir türbe yapıldı. Kabri, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Nakşibendiyye yoluna mensûb olan Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine kadar olan silsilesi şöyledir. MuhammedEmin Erbilî hazretlerinin hocası Şeyh Ömer Efendi, onun hocası Şeyh Osman Efendi, onun hocası ise Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleridir.

Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin pekçok halîfesi vardı. Vefâtından sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattılar.

Muhammed Emin Erbilî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Hidâyetü't-Tâlibîn li-Ahkâmi'd-Dîn, 2) İrşâdü'l-Muhtâc ilâ Hukûki'l-Ezvâc, 3)Tenvîrü'l-Kulûb fî Muâmeleti Allâmi'l-Guyûb, 4) Dîvân-ı Hutab, 5) Seâdetü'l-Mübtediîn fî İlmi'd-Dîn, 6) Fethu'l-Mesâlik fî Îzâhi'l-Menâsik, 7) Mürşidü'l-Avâm li Ahkâmi's-Sıyâm, El-Uhûdü'l-Vesîka fit-Temessüki biş-Şerîa vel-Hakîka.

HİÇ EKSİLMEDİ

Muhammed Emin Erbilî hazretleri, fakir-zengin herkesin dâvetini kabul eder giderdi. Onu sevenlerden fakir bir kimse, çocuğunu sünnet ettirecekti. Fakat sünnete dâvet edeceği kimselere ikrâm edeceği bir şey yoktu. Muhammed Emin Erbilî hazretlerine gelip, çocuğunun sünnet merâsimine dâvet etti. Muhammed Emin Erbilî ona; "Misâfirlere ikrâm edecek neyin var?" diye sordu. O kimse bir koyunu ile bir mikdâr buğday unu olduğunu söyledi. Muhammed Emin hazretleri; "Allahü teâlâ bu ikrâmını bereketli eder inşâallah. Başka bir şey hazırlamak için kendini zorlama. Misâfirlerin oturabilecekleri geniş bir çadır hazırla. Ben gelinceye kadar hazırladığın şeylerden kimseye bir şey ikrâm etme." buyurdu. O kimse gidip Muhammed Emin Erbilî'nin buyurduğu gibi geniş bir çadır ve ikrâm edilecek şeyleri hazırladı. Dâvetliler gelip oturdular. Bu sırada Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin oraya geldiğini işiten talebeleri ve sevenleri de geldiler. Dört yüz kişiden fazla bir kalabalık meydana geldi. Muhammed Emin Erbilî, hazırlanan yiyeceklere bereketle duâ buyurdu. Onun duâsı bereketiyle hazırlanan az bir mikdar yemekle oradakilerin hepsi doyuncaya kadar yediler. Fakat yemekler hiç yenilmemiş gibi ortada duruyordu. Çünkü Allahü teâlâ peygamberlerine mûcize ihsân ettiği gibi, velî kullarına da kerâmetler ihsân etmişti.

EDİRNE'NİN KURTULUŞU

Muhammed Emin Erbilî hazretleri, İslâm memleketlerinin kâfirlerin eline düşmemesi için çok duâ ederdi.Mısır'da bulunduğu sırada sevdiklerinden birini ziyârete gitti. Fakat bu sırada üzüntülüydü. Ziyâretine gittiği kimse üzüntüsünün sebebini sordu. Muhammed EminEfendi buyurdu ki: "Edirne'nin küffâr eline düştüğü haberi sana ulaşmadı mı?" O kimse dedi ki: "Efendim ne yapalım elimizden ne gelir?" Muhammed Emin Efendi; "Allahü teâlâya duâ edelim ve bu musîbetin İslâm memleketinden uzaklaşması için yalvaralım." buyurdu. Talebelerinin toplanmasını emretti. Allahü teâlânın ism-i şerîfini çok andıktan sonra hep birlikte bu musîbetin gitmesi için duâ ettiler. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bir ara gözden kayboldu. Kısa bir müddet sonra sevinerek meclise geldi ve; "Allahü teâlâ burada bulunanların duâsını kabûl buyurdu. Edirne şehrini müslümanlara tekrar ihsân edecek." dedi. Söylediği gibi oldu. Bir müddet sonra Edirne'nin kurtulduğu haberi duyuldu.

HAKİKATİ ANLATACAĞIM

Mısır'da Ezher Medresesinde Muhammed Râzî isminde âlim bir zât vardı. Fakat tasavvuf yoluyla ilgisi yoktu. Bir gün Muhammed Emin Erbilî hazretleriyle oturup sohbet ederlerken, MuhammedEmin Erbilî'ye; "Bu zamanda mürşid-i kâmil yoktur. Kendisinin mürşid-i kâmil olduğunu söyleyenler ise bu zamânın deccalleridir. Eğer sen kendinin mürşid-i kâmil olduğunu söyleyecek olursan, sen sâlih bir kimsesin. Mürşid-i kâmil olmaktan çok uzaksın." dedi. MuhammedEmin Erbilî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ her zaman yeryüzünde mürşid-i kâmiller bulundurur. Allahü teâlâdan sana zamânın mürşid-i kâmilini göstermesini diliyorum." Sohbetten sonra ayrıldılar. Muhammed Râzî ismindeki o kimse bir gece rüyâsında yüksek ve nûrlu kürsüler üzerinde oturan velîleri gördü. O zâtların yüzleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Onlara imrenerek kendi kendine dedi ki: "Bunlar mürşid-i kâmil olan zâtlardır herhâlde." Utanarak birisine yaklaştı ve; "Bu zamânın mürşid-i kâmilini biliyor musun?" diye sordu. O zât da; "Bu zamânın mürşid-i kâmili, şu senin yanında oturan arkadaşındır." diyerek Muhammed Emin Erbilî hazretlerini işâret etti. Muhammed Râzî o zâtın işâret ettiği kimsenin yanına gidince Muhammed Emin Erbilî hazretlerini gördü. Muhammed Emin Efendiye; "Sen mürşid-i kâmil olan kimselerdensin de kendini niçin gizliyorsun. Beni de meclisine al." dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri; "Şimdi meşgûlüm. Sana hakîkati daha sonra anlatacağım." buyurdu. Muhammed Râzî uykudan uyandı. Rüyâda gördüklerini düşündü. Ertesi gün, Ezher Medresesinin revaklarında oturan MuhammedEmin Erbilî'yi görüp onun yanına yaklaştı.Fakat Muhammed EminErbilî ona yumuşaklıkla; "Yâ Şeyh sabret. Sana olanları anlatacağım." buyurdu. Bu söz karşısında şaşkına dönen Muhammed Râzî kendi kendine; "Ben rüyâda gördüklerimi kimseye anlatmadım." dedi. O kimse, MuhammedEmin Efendiye; "Ben rüyâmda şöyle şöyle gördüm, fakat onu sana anlatmadım. Senin, bu zamânın mürşid-i kâmili olduğunu anladım. Beni de zikir meclisine kabûl et." dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri onu Bulak'taki meclisine kabûl etti. Muhammed Râzî ismindeki o zât da tasavvuf yoluna girip, ilerledi. Muhammed Emin hazretlerinin bereketiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu.

DÖNMEYECEĞİN GÜN DE GELİR

Talebelerinin suâllerine cevap verir, özel meselesi olanlarla ilgilenirdi. Hastaları ziyâret eder, cenâzesi olanların cenâzesinde bulunurdu. Ölümü çok hatırlar ve hatırlatırdı. Bir defâ cenâzeden dönen bir talebesine; "Nereden geliyorsun?" diye sordu. O da kabristandan geldiğini söyleyince; "Bu sefer kabristandan döndün. Kabristana gidip de geri dönmeyeceğin gün de gelecektir." buyurdu. Bir meclisden kalkacağı zaman; "Biz iki defa kalkacağız. Birisi bu gördüğümüz kalkış, diğeri ise kıyâmet günündeki kalkıştır." buyururdu. Ölümü hatırlatıcı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler okurdu. "Dil ile ölümü zikretmenin hiç kıymeti yoktur. Asıl kıymetli olan ve Peygamber efendimizin "Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayınız." hadîs-i şerîfinden murâd, ölümü dil ile değil, kalp ile hatırlamaktır." buyururdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN ESLEM TÛSÎ

Horasan taraflarında yaşayan büyük velîlerden, tefsîr, kelâm ve hadîs âlimi. İsmi, Muhammed bin Eslem bin Sâlim, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Tûsî nisbesiyle meşhûr olmuştur. İnsanlar arasında "Resûlün Lisânı" ve "Horasan Serdârı" diye tanınmıştır. Tûs'da doğdu, doğum târihi bilinmemektedir. 856 (H.242) senesinde Nişâbur'da vefât etti.

Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Muhammed bin Eslem Tûsî, Ya'lâ bin Ubeyd ve kardeşinden, Câfer bin Avn, Yezîd bin Hârûn, Ubeydullah bin Mûsâ, El-Mukrî ve başkalarından hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Hadîs, tefsîr ve kelâm ilminde yüksek bir âlim oldu. Zamânındaki hadîs âlimleri onun sikâ, güvenilir bir zât olduğu husûsunda görüş birliğine vardılar. Muhammed bin Eslem Tûsî hazretleri hâfız yâni yüz bin hadîs-i şerîfi, râvilerinin hal tercümeleriyle birlikte ezbere bilirdi. Kendisinden de İbrâhim bin Ebî Tâlib, Hüseyin bin Muhammed el-Kubânî, İbn-i Huzeyme, İbn-i Ebî Dâvûd, Muhammed bin Vekî' et-Tûsî ve başka zâtlar da ondan hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.

Muhammed bin EslemTûsî hazretleri bütün ömrü boyunca Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine tam bir bağlılık içinde yaşadı.

Haram ve şüphelilerden sakınmakta ve hattâ şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terketmekte çok dikkatli idi. Bütün ömrü İslâmiyete uymakla geçti. Riyâya düşmek ve parmakla gösterilmek korkusuyla, nâfile ibâdetlerini evinde gizli yapar ve; "Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demektir" hadîs-i şerîfini okurdu. Bir defasında yerden bir taş alıp; "Bu, taş değil mi?" diye sordu. "Evet" dediler. "Şu yüksek kaya da taş değil mi?" dedi. "Evet" dediler. "İşte bunun büyüğüne de küçüğüne de taş denildiği gibi, riyânın azı da çoğu da tehlikelidir." buyurdu. Yaptığı ibâdetlerin gizli kalması ile ilgili olarak; "Mümkün olsa, günah ve sevaplarımı yazan sağımdaki ve solumdaki meleklerden de gizlerdim." buyururdu. Allah korkusu ile çok ağlardı. Bu hâli komşuları da farkederler, kendisine acırlardı. Sadece arpa ekmeği yer, fazlasına lüzum yok derdi. Hiçbir zaman kahkaha ile gülmezdi. Bir ara Nişâbûr'a geldi. Herkes, feyiz ve bereket kaynağı olan sohbetlerinden istifâde edebilmek için can atıyordu. Onun vesilesiyle elli bin kişinin tövbe edip hidâyete kavuştuğu rivâyet edilmektedir.

Zaman zaman Nişâbûr'dan Tûs'a, Tûs'dan Nişâbûr'a gidip gelerek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatan Muhammed bin Eslem Tûsî hazretleri pekçok kimsenin kurtuluşuna vesîle oldu. Onun sohbetine gelenler çok istifâde ederek döndüler. Ondan duâ isteyen hastalar, duâsı bereketiyle ve Allahü teâlânın izniyle şifâ bulup, sıhhatlerine kavuşup geriye döndüler.

Muhammed bin Eslem hazretleri, geceleyin muhtac olanların ne ihtiyaçları olduğunu gizlice tesbit eder, sonra da başkalarından borç alıp, ihtiyâcı olanlara gönderir ve götüren şahsa, kimin gönderdiğini söylememesini tenbih ederdi. Bir gün yahûdînin birisi gelip, kendisinde bulunan alacaklarını istedi. O anda Muhammed bin Eslem'in cebinde hiç para yoktu ve kalem açmakla (yontmakla) meşgûldü. Yerde kalem açılması ile çıkan ufak parçalar (yongalar) bulunuyordu. Yahûdîye; "Onları al." buyurdu. Yahûdî yongaları eline aldığında hepsinin altın olduğunu görüp, hayret etti; "Böyle bir zâtın hürmetine, ufak ağaç parçaları altın oldu. Şuna inandım ki, bu zâtın mensub olduğu din, hak dindir, bâtıl olamaz." dedi ve müslüman oldu.

Muhammed bin Eslem Tûsî hazretleri, yanlış ve eğri yollara sapmamayı tavsiye eder, hak ve hakikatı insanların anlayabileceği şekilde geniş olarak anlatırdı. Bu hususta şöyle rivâyet ettiler. Abdullah ibni Mes'ûd radıyallahü anh şöyle anlatıyor: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem doğru bir çizgi çizdi ve; "Bu Allah yoludur." buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip; "Bu yolların herbirinde şeytan vardır ve kendine çağırır." buyurdu ve; "Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz" (En'âm sûresi: 53) meâlindeki ayet-i kerîmeyi okudu.

Resûlullah efendimiz; "Benî İsrâil (İsrâiloğulları), yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (yâni hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem'e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem'e gidip, yalnız bir fırka kurtulur." buyurdu. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); "Yâ Resûlallah! Kurtulanlar kimlerdir?" diye sorunca; "Cehennem'den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir." buyurdu.

Muhammed bin Eslem Tûsî bu hadîs-i şerîfi rivâyet ettikten sonra buyurdu ki:

"İşte ben her işimde bu hadîs-i şerîfi ölçü aldım. Karşılaştığım işler bunlara uygunsa yaparım, değilse terkederim. İlim sâhibleri de böyle yapsa, Resûlullah efendimizin izinde gitmiş olurlar. Fakat onları dünyâ ve mal sevgisi aldatıyor. Eğer hadîs-i şerîfte; "Biri hâriç hepsiCennet'e gidecek." denseydi biz o bir fırkada olmaktan korkardık. Halbuki; "Biri hâriç hepsi Cehennem'e gidecektir" denmektedir."

Büyüklerden birisi şöyle anlatıyor: Bir gün şeytanın havadan yere düştüğünü gördüm."Ey Mel'ûn! Bu nasıl iştir?" diye sordum. "Şu anda Muhammed bin Eslem abdest alıyor, ondan korkup kaçarken buraya düştüm. Nerede ise ayağım kırılacaktı." dedi.

Muhammed bin Eslem, Müsned ismindeki kitabına, "Îmân; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, âhiret gününe, hayır olsun şer olsun, kaderin hepsine (hepsinin, Allah'ın takdiri, dilemesi ve yaratması ile olduğuna) inanmaktır" hadîs-i şerîfini yazarak başladı ve "Îmânın, Allah'a inanmak ile başlaması, O'nun fazlı, rahmeti ve kullarından dilediğine yaptığı bir ihsândır. Kulunun kalbine, kendisine îmân etmek nîmetini ihsân etmekle bir nûr saçar, bu nûrla kulunun kalbini aydınlatır. Göğsünü açar, genişletir. Kalbindeki îmânı arttırır ve onu ona sevdirir. Böyle olunca kalp, îmânın bütün şartlarına inanır. Öldükten sonra dirilmeğe, hesâba çekilmeğe, Cennet'e ve Cehennem'e, Allahü teâlânın kalbine saçtığı nûr sebebiyle, hepsine görür gibi inanır. Kalbi inanınca, dili de buna uygun söyler, tasdîk ve şehâdet eder ve her bir organ buna uygun amel işleyip, Allahü teâlânın emrine itâat eder. Farzları yapıp, haramlardan kaçar. Bunu yapınca tam ve olgun müslüman olur." Sonra meâlen; "...Allahü teâlâ size îmânı sevdirdi onu kalblerinizde güzelleştirdi. (Hucurât sûresi 7)" ve "Allah'ın İslâm nûru ile kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü nursuz gibi midir? Elbette o, Rabbinden bir hidâyet üzeredir" (Zümer sûresi: 22) âyet-i kerîmelerini yazdı.

Muhammed bin Eslem Tûsî hazretleri ilim ve güzel ahlâk sâhibiydi. Peygamber efendimizin; "Îmânı kâmil olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır." hadîs-i şerîfini sık sık tekrar ederdi.Sevdiğini Allahü teâlânın rızâsı için sever, buğz ettiğine Allah için buğz eden Muhammed bin Eslem Tûsî şu hadîs-i şerîfi çok söylerdi:

"Şirk, karanlık gecede düz bir taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak sesinden daha gizlidir. En aşağısı kötü bir şeye muhabbet ve iyi olan bir şeye buğz etmendir.Din Allah için sevmek ve Allah için buğz etmekten başka nedir?"Resûlullah efendimiz bundan sonra şu âyet-i kerîmeyi okudu:"Ey Sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever." (Âl-i İmrân sûresi: 31)

Allahü teâlâya çok ibâdet eder ve O'nun ism-i şerîfini çok zikrederdi. Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini naklederdi:

"Bir kimse ihlâs ile Lâ ilâhe illallah derseCennet'e girer." Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); "Yâ Resûlallah! Bunu ihlâs ile söylememizin alâmeti nedir?" diye sordular. "Sizi Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden men etmesidir." buyurdu.

Dünyâya ve dünyâ malına değer vermediği gibi, ölümü çok hatırlardı. "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız." hadîs-i şerîfini tekrar tekrar söylerdi.

Ebû Abdullah isminde bir zât şöyle anlatıyor; "Vefâtından dört gün önce Muhammed bin Eslem'in yanına girdim. Bana dedi ki: "Ey Ebû Abdullah, Allahü teâlânın bana yaptığı iyiliği sana müjdeleyeyim mi? Artık ölümüm yaklaştı. Allahü teâlâ hesâba tahammül edemeyecek derecede zayıf olduğumu bildiği için, üzerimde hesâbını vereceğim bir şey bırakmadı. Vefât ettiğimde yıkayıp, kefenlendikten sonra, üstünde yattığım yaygıyı altıma serin. Seccâdemi üstüme örtün. Bunları, elbiselerimi ve abdest aldığım su kabını, namazını kılan bir fakire verin. Bu kesenin içinde otuz dirhem var, oğluma hediye ettim. Helâl paradır. Bunları verdikten sonra geride bir şeyim kalmıyor. Kapıyı kapat. Ben vefât edinceye kadar içeriye kimse girmesin. Yalnız olmayı istiyorum. Ben babamın sülbünde, annemin karnında yalnızdım. Dünyâya yalnız başıma geldim. Rûhum yalnız olarak çıkacak. Kabre yapayalnız konulacağım. Yalnız iken Münker ve Nekir gelip suâl soracaklar. Hayra da şerre de uğrasam, tek başımayım. Cennet'e veya Cehennem'e de gönderilsem, tek başıma yollanacağım. Kimse yanımda olmayacak. Orada beni yalnız bırakacak olan bu insanlarla, burada berâber olmamın ne faydası var?" buyurdu. Dördüncü gün Nişâbûr'da vefât etti. Cenâzesi götürülürken insanlar birbirlerine; "Ey insanlar! İşte bu, mirâsı yanında olarak dünyâdan çıkan âlimdir. Bu, karınlarının kölesi gibi olan diğer insanlar gibi değildir. Muhammed bin Eslem (rahmetullahi aleyh), dünyânın kendisini aldatamadığı, kandıramadığı çok yüksek bir zât idi." dediler.

Muhammed bin Eslem'in (rahmetullahi aleyh) hastalığı sırasında komşularından birisi, bir gece rüyâsında Muhammed binEslem'i gördü. "Elhamdülillah sıkıntıdan kurtuldum." diyordu. Sabah olunca, rüyâyı gören komşu, hem kendisini ziyâret etmek ve hem de rüyâsını anlatmak için yanına gitti, ama vefât ettiğini öğrendi.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Alî Fârmedî hazretleri, bir mescidde vâz veriyordu. Bir ara kendisine; "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." hadîs-i şerîfinde bildirilen âlimler, kimleri işâret ediyor?" diye sordular. Cevâbında; "Bu âlimler çok az bulunur. Onlardan bir tânesi mescidin yanında yatmaktadır." deyip, Muhammed bin Eslem'in kabrini gösterdi.

İshâk bin Râheveyh buyuruyor ki: "Câhiller "sevâd-ı âzam" deyince, insanların cemâati "ehl-i cemâat" diye anlarlar. Halbuki, Sevâd-ı âzam, Peygamber efendimizin izinde ve yolunda giden, O'na tâbi olan ve O'nunla berâber olan âlimlerin cemâatidir. Bunlara muhâlif olan, cemâati terk etmiş olur. Bu büyük âlimlerden birisi de Muhammed bin Eslem'dir.

Muhammed bin Eslem Tûsî'nin hadîs ilmine dâir El-Müsned ve El-Erbeûn isimli eserleri ve Tefsîr-ül-Kur'ân, El-Îmân vel-A'mâl (sapık fırkalardan Kerrâmiyye ve Cühemiyyeye reddiye) isimli eserleri vardır.

AZÂB ÇOK ÇETİN

Muhammed bin Eslem ki, evliyâyı kirâmdan,
Pek ziyâde kaçardı, şüpheli ve haramdan.

Riyâdan da çok fazla, sakınırdı kendini,
Hep gizli yapıyordu, gece ibâdetini.

Allah için ağlayıp, yaş dökerdi gözünden,
Rabbinden çok korktuğu, okunurdu yüzünden.

Yemezdi başka bir şey, arpa ekmeği hâriç,
Devamlı hüzünlüydü, kahkaha etmezdi hiç.

Nişâbur’a gelmişti, bir işini görmeğe,
Koşuştu herkes ondan, bir şeyler dinlemeye.

Sohbetini dinleyen, insanlardan nihâyet,
Tam elli bin kişiye, nasîb oldu hidâyet.

Abdullah bin Tâhir ki, Horasan vâlisiydi,
Çok güzel, yakışıklı, nûr yüzlü birisiydi,

Bir ara Horasan’dan, gelmişti Nişâbur’a,
Halk onu görmek için, dökülmüştü yollara.

Bu mübârek vâliyle, görüştü hep ahâli,
Sonunda bir husûsu, merak etti bu vâli.

Dedi: “Beni görmeye, bu gelenlerden hâriç,
Tanınmış kimselerden, gelmeyen kaldı mı hiç?”

Dediler ki: “Gelmeyen, iki zât kaldı ki hem,
Ahmed ibni Harb ile, Muhammed ibni Eslem.”

“Ne için gelmediler?” diye sordu o vâli,
Dediler: "Bu ikisi, âlimdir hem de velî,

Allah adamıdırlar, ibâdet ederler hep,
Rablerinden gayriyi, etmezler aslâ talep,

Halk ile ilgileri, olmuyor pek o kadar,
Dünyâ adamlarıyla, olmazlar alâkadar.”

Vâli dedi: “Öyleyse, biz gidelim onlara.”
Gittiler berâberce, İbn-i Harb’e evvelâ.

O, vâliyi görünce, buyurdu ki: “Evet, siz,
İşittiğimizden de, daha güzelmişsiniz.

Duymuştum sîmanızın, çok güzel olduğunu,
Şimdi de hakkul-yakîn gördüm ve bildim bunu.

Şimdi size yakışan, şudur ki, güzelsiniz,
Bunu, günah kiriyle, sakın kirletmeyiniz!

Nice güzel yüzlüler, vardır ki böyle işte,
Günahı sebebiyle, yanacaktır ateşte.”

Abdullah bin Tâhir’e, İbn-i Harb’ın sözleri,
Öyle tesir etti ki, yaşla doldu gözleri.

Oradan da Muhammed bin Eslem’in evine,
Gittiyse de o kapı, açılmadı kendine.

Dedi ki: “Yâ İlâhî, ben günahkar bir kulum,
O ise çok sevdiğin, bir zâttır, biliyorum.

Biz, dünyâya bulaştık, o, dünyadan kaçtı hep,
Onun yükselmesine, bu oldu zâten sebep.

Ben onu, senin için, seviyorum pek fazla,
Hizmetçisi olmaya, lâyık değilim aslâ.

Onun hürmeti için, yâ Rabbî affet beni,
Nasîb et, işiteyim, tek bir nasîhatini.”

Cumâ namazı için, çıkar çıkmaz evinden,
Kapıda bekliyordu, öptü iki elinden.

Buyurdu ki: “Ey vâli, öleceksin sen dahî,
Hiç günah işleme ki, azâb çetin vallahi.

Her ne ki işledinse, dünyâda sevap, günah,
Hepsinin hesâbını, soracak senden Allah.

Bakmazlar âhirette, senin vâliliğine,
Hesabı veremezsen, yazık olur hâline.”

VÂLİNİN HÜRMETİ

Bir zâlim, Kur'ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu söylemesi için Muhammed bin Eslem hazretlerini zorladı ise de, söylemeyip, zindana atıldı ve orada iki sene kadar kaldı. Bu zaman zarfında, her Cumâ günü gusledip, seccâdesini alır ve Cumâ namazını câmide kılabilmek için zindanın kapısına gelirdi.Câmiye gitmesine izin verilmeyince geri döner ve; "Yâ Rabbî! Ben Cumâ namazını cemâatle câmide kılabilmek için çıkmak istiyorum. Fakat izin verilmediğini sen görüyorsun. Elimden gelen bir şey yok. Hâlim sana mâlûmdur" derdi. Nihâyet zindandan kurtuldu. O sırada, Horasanvâlisi Abdullah bin Tâhir, Nişâbûr'a gelmişti.Halk kendisini karşılamak için yollara döküldü. Tanışma merasimi üç gün sürdü. Üçüncü gün akşam, Abdullah bin Tâhir; "Tanınmış kimselerden bu merâsime gelmeyen kaldı mı?" diye sordu. "Evliyâdan Ahmed bin Harb ile Muhammed bin Eslem Tûsî var" dediler. "Niçin gelmediler?" deyince; "Bunlar iki büyük zâttır ki, hep kendi hâllerinde; Allahü teâlâya ibâdet eder ve her an O'nu hatırlamakla meşgûl olur. İnsanlarla pek alâkadar olmazlar." dediler. "Öyle ise bizim onlara gitmemiz lâzımdır." deyip, önceAhmed bin Harb'in yanına geldi. Ahmed bin Harb, Abdullah'ı görünce, "Simânızın çok güzel olduğunu duymuştum. Görüyorum ki, yakışıklılığınız duyduğumdan da fazla imiş. Şimdi size yakışan odur ki, bu güzel yüzü, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmek ve çeşitli günahları işlememek sûretiyle çirkin ve kara olmaktan koruyasınız." buyurdu. Abdullah bin Tâhir, bundan sonra Muhammed bin Eslem Tûsî'nin yanına gitti. Fakat eve giremedi. Kapıda, "Yâ Rabbî!Ben çok kötü bir kimse olduğum için, belki benden nefret ediyor. Fakat, o senin sevgili kullarından olduğu için, onu senin rızân için çok seviyorum ve biliyorum ki, ben onun hizmetçisi bile olmaya lâyık değilim. Bana lütfeyle. O mübârek zât hürmetine bu kötü kulunu affeyle." diye duâ etti. O gün Cumâ idi. Dışarıda bekleyip, namaz vaktinde nasıl olsa dışarı çıkar, o zaman kendisi ile görüşürüm diye düşündü. Namaz vakti gelip, Muhammed bin Eslem rahmetullahi aleyh dışarı çıkınca Vâli büyük bir hürmetle, kendisinden duâ istirhâm etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED EZHERÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Abdürrahmân Ezherî’dir. 1714 (H.1126) senesinde Cezâyir’de İsmâiloğulları kabîlesinin bulunduğu bölgede doğdu. 1793 (H.120 senesinde Cezâyir’de vefât etti.

Muhammed Ezherî, küçük yaşta Kâhire’ye gitti. Ezher Câmii hatîbi ve imâmı Muhammed bin Sâlim Hafnâvî’den, ilim ve tasavvuf yolunun edebini öğrendi. Uzun bir müddet sonra ağabeyi onu görmeye gitti. Kâhire sokaklarında ilk sorduğu kişi kardeşi Muhammed Ezherî oldu. Bulduğunda, aradan uzun bir süre geçtiği için iki kardeş birbirini tanımamıştı. Muhammed Ezherî ağabeyine; “Câmiye gel. İmâmdan sorarsın. Çünkü aradığınız onun yakın talebelerindendir. Namazda ikinci safta ol. Namaz bitince, imâmın yanına gider sorarsın” dedi. Sonra Muhammed Ezherî, hocasına, gelenin durumunu anlattı. Namaz kılınıp herkes câmiden çıktıktan sonra, imâm olan Muhammed bin Sâlim Hafnâvî, Muhammed Ezherî’nin ağabeyi olan şahsa işâret etti. O da imâmın yanına yaklaştı. Muhammed Hafnâvî ona Muhammed Ezherî’yi gösterip; “İşte bu senin kardeşindir” dedi. Bunun üzerine Muhammed Ezherî, kalkıp ağabeyinin elini öptü. Sonra hasret giderdiler. Câminin imâmı ve Ezherî’nin hocası olan Muhammed Hafnâvî, ona; “Kardeşinin yanında misâfir olarak kal. Burada olduğun müddetçe sana yardımı olur ve hizmetinde bulunur” dedi. Bir müddet sonra hocası, Muhammed Ezherî’yi ilm öğretmesi için memleketine gönderdi. Gönderirken ona çok duâ etti. Muhammed Ezherî, bu duâların çok bereketini gördü. Bir süre sonra Mısır’a dönmesini emretti. Muhammed Ezherî Mısır’a dönünce, hocası ona, icâzet verdi. Sonra tekrar memleketine gönderdi.

Muhammed Ezherî, memleketine gidip yerleşince, oradaki insanlara doğru yolu anlattı. Böylece kalblerdeki îmânların yeşermesine vesîle oldu. Muhammed Ezherî’den çok kimse istifâde etti. Yolunu şaşırmışlar, onun vâsıtasıyla kötü yollardan ayrılıp iyi bir insan oldular. O her tarafta meşhûr oldu. Mânevî ilim ve mârifetlere kavuştu. İnsanlar, çok uzak beldelerden ondan feyz almak için geldiler. İnsanların zâhirlerini Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakla, bâtınlarını ise kalb hastalıklarından temizleyip, yerine güzel huylar kazandırmakla süslüyordu. İnsanların anlıyabilecekleri şekilde konuşurdu. Onun sohbetlerinden büyük-küçük herkes istifâde ederdi. Sohbetlerini dinlemek için devlet adamları ve âlimler de gelirlerdi. Birçok kerâmetleri görüldü.

Bulunduğu yerin vâlisi, Muhammed Ezherî’yi evine dâvet etti. Muhammed Ezherî, vâlinin evinde birkaç gün kaldı. Onlara nasîhatlarda bulundu. Muhammed Ezherî, vâlinin yanından ayrılırken, vâli bir miktar para vermek istedi. Fakat o kabûl etmedi. Vâli alması için ısrar edince, dünyâlığa ihtiyâcı olmadığını göstermek için, bir kere; “Lâ ilâhe illallah” deyince, evin tavanından birkaç tâne altın düştü. İkinci olarak söyleyince, bir miktar altın daha düştü. Bunu gören vâli, ondan özür diledi. Muhammed Ezherî de onun özrünü kabûl edip, oradan ayrıldı.

Muhammed Ezherî’nin, insanlara doğru yolu göstermek için yazdığı kıymetli risâleleri vardır. Bu eserleri talebelerinden bâzıları derlemişlerse de basılmamıştır. Yazmış olduğu eserlerden birisi, Şerh-ur-Risâlet-il-Muhtasarati alâ Kavâidi İlm-is-Sûfiyye'dir.

SEN SOR, SEN SOR

Bir gün bâzı kimseler, Muhammed Ezherî’yi imtihan için huzûruna geldiler. Fakat hazırladıkları suâlleri sormaya cesâret edemediler. Birbirlerine “Sen sor, sen sor” diye işâret ediyorlardı. Muhammed Ezherî ise o sırada başını eğmiş, Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl idi. Bir ara başını kaldırıp onlara; “Niçin susup duruyorsunuz. Câmi, Allahü teâlâya ibâdet ve O’nu anmak içindir. Câmiye, ya Allahü teâlâyı zikr için veyâ ilim öğrenmek için gelinir. Bunun hâricinde yapılanlar boş işlerdir” dedi. İçlerinden bir tânesi edeb ve hürmetle; “Efendim! Biz huzûrunuza sohbetinizden faydalanmak için geldik” dedi. Bunun üzerine Muhammed Ezherî konuşmaya başladı. Konuşurken gelenlerin akıllarından geçen bütün suâlleri cevaplandırdı. Kimin aklından geçen suâli cevaplandırırsa, ona tebessüm ederek dönerdi. Allah dostlarının yanında, kalbden geçen şeylerin gizli kalmadığını onlara gösterdi. O zaman orada bulunanlar, onun büyüklüğünü anladılar.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN FADL BELHÎ

Büyük velîlerden. Adı Muhammed bin Fadl bin Abbâs bin Hafs, künyesi Ebû Abdullah olup, aslen Belhlidir. Belh'te kendisini anlıyamadıkları için şehirden sürdüklerinden, Semerkand'a yerleşmiştir. Muhammed bin Fadl, Ahmed bin Hadraveyh'in talebesi olup, daha birçok âlimin sohbetinde bulunmuştur. Semerkand'da kadılık yaptı. 931 (H.319) senesinde burada vefât etti.

Ebû Osman, Muhammed bin Fadl için şöyle demiştir: "Şâyet kendimde biraz kuvvet bulsam, kardeşim Muhammed bin Fadl'a giderim. Çünkü onu görmekle kalbim ferah buluyor." Ayrıca şöyle demiştir: "Muhammed bin Fadl, insanların iyisini kötüsünden seçip ayırandır."

Hacca giderken Nişâbûr'a uğradığında, sohbet etmesini istediler. Muhammed bin Fadl, Kürsiye çıkarak; "Allahü teâlâ büyüktür. Allahü teâlânın zikri büyüktür. Rızâ, en büyük olan Allahü teâlâdandır." dedi ve kürsiden indi.

Ebû Osman Hîrî, Muhammed bin Fadl'a yazdığı bir mektupta"Bedbahtlığın alâmeti nedir?" diye sorduklarında; "Bedbahtlığın alâmeti üçtür: Bir kimseye ilim verilir ama amel etmek için yardım edilmez. Amel etmeye yardım edilir ama bu sefer de ihlâsdan mahrum edilir. Üçüncüsü ise âlimler ile sohbet etmek nasîb olur, fakat onlara hürmet etmekten mahrum edilir." buyurmuştur.

Muhammed bin Fadl buyurdu ki:

"İslâmiyet nûrlarının kalblerden ayrılıp, kalblerin kararmasına dört şey sebeb oldu: Bildikleri ile amel etmemek. Bilmeyerek yapmak. Bilmediklerini öğrenmemek. Başkalarının öğrenmelerine mâni olmak."

"İnsanların en ârifi, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirme husûsunda gayret sarf eden ve Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine tâbi olanlardır."

"Errahmân demek; Allahü teâlânın, dünyâda iyi ve kötü herkese ihsân etmesi demektir."

"İnsanların, nefsin istek ve arzularından uzaklaşmak için ıssız çöllere çekilmesi, ne kadar şaşılacak bir şeydir. Zîrâ insanların arasına çıkmak, Peygamberlerin sünnetidir."

"İlim kaledir. Cehâlet meçhûldür. İyi arkadaş rızıkdır. Kötü arkadaş, keder ve üzüntüdür. Akrabâyı ziyâret etmek hasenedir. Sıla-i rahmi kesmek musîbettir. Sabır kuvvettir.Cüret âcizliktir. Doğruluk kuvvettir. Yalan zayıflıktır. Mârifet doğruluktur. Akıl tecrübedir."

"İlmin tadından zevk alan, onsuz yapamaz. Devamlı ilimle meşgûl olur."

"Zâhidlerin gözleri, âriflerin ise kalbleri ağlar."

"Bir müridi (talebeyi) dünyâ malı toplamaya istekli görürsen, bil ki, onun bu isteği aşağılık, Rabbine sırt çevirme ve başaşağı dönme nişânıdır."

"Şükrün neticesi; Allahü teâlâyı sevmek ve O'ndan korkmaktır."

"Dil ile zikretmek, günahlara keffârettir. Kalb ile zikr, Allahü teâlâya yakınlık ve mertebenin yükselmesidir."

"Güneşin doğuşundan, güneşe gözle bakılabildiği sürede (işrak zamanına kadar) namaz kılmak haramdır. Ancak işrak vaktinden sonra nâfile kılmak mübah olur."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED HÂCI EFDAL


Hindistan'da yetişen büyük âlim ve velî. İsmi, Hâcı Muhammed Efdal olup, Mazhar-ıCân-ı Cânân hazretlerinin, kendilerinden ilim ve feyz aldığı dört büyük hocasından ilkidir. Doğum ve vefât târihleri ile hâl tercümesi hakkında fazla bilgi bulunmamakta ise de, on ikinci asrın ortalarında vefât ettiği bilinmektedir. Kabri, Hâce Muhammed Bâki-billah hazretlerinin bitişiğindedir.

Müceddidiyye yoluna âit feyz ve mârifetleri, Muhammed Huccetullah'dan aldı.Muhammed Huccetullah, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin İmâm-ı Muhammed Ma'sûm'dan olan torunudur. On yıl müddetle o mübârek zâtın huzûrunda, sohbetlerinde bulunarak çok istifâde etti. Bundan sonra on iki yıl müddetle Şeyh Abdülehad hazretlerinden feyz aldı. Şeyh Abdülehad da, İmâm-ıRabbânî hazretlerinin, Hazîn-ür-rahme Muhammed Saîd-i Fârûkî'den torunudur.

Bu iki büyük zâttan aldığı feyz ve nûrlar ile, tasavvufî kemâlâta, yüksek olgunluklara kavuşan Hâcı Muhammed Efdal, bu yolda çok yükselerek ilerledi. Muhammed Huccetullah ve Şeyh Abdülehad, Hâcı Muhammed Efdal'e; "Bu yolun büyüklerinden kalbimize akıtılan bütün ilim ve mârifetleri sizin kalbinize yerleştirdik" buyurmuşlardır.

HâcıMuhammed Efdal, derin âlim, fazîletler sâhibi, olgun ve yüksek bir velîydi. Tasavvuf ilimlerinin mütehassısı idi. Allahü teâlânın aşkı ve bu yolun büyüklerinin muhabbeti ile kendinden geçmiş hâlde bulunurdu. Öyle bir tevâzu ve gönül kırıklığına ve edebe sâhib idi ki, kendisini, değil evliyânın büyüklerinden, tasavvuf ehlinden bile saymazdı.Hattâ yakınlarından tasavvuf ehli kimselere; "Sizlere derin ve keskin bir basîret ve mânevî makamları tanıma hâli ihsân olunmuştur. Bizim hâlimize bir bakın ki, amellerimizin bozukluğundan, mânevî hiçbir kazancımız kalmamıştır" buyururdu. Hâlbuki, aslında kendisi bu bilgi ve mârifetlerin mütehassısı, kaynağı idi. Nitekim, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâl ile alâkalı olarak; "Kalbin, bâtının hâlini bilememek, anlayamamak, tasavvufta, tecellî-i zâtî denilen çok yüksek bir makâma kavuşmuş olmanın alâmetidir" buyurmuştur.

Hâcı Muhammed Efdal hazretleri, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereyi ziyareti sırasında, ilâhî lütuflara ve Resûlullah efendimizin mânevî ihsân ve feyzlerine mazhar olup, çok yüksek makamlara ulaştı. Böylece, Allahü teâlânın rızâsına, muhabbetine kavuşmak isteyenlerin mercii, sığınağı oldu. Birçok kimseyi, zâhir ve bâtın nûru ile terbiye ederek yetiştirdi. Derin hadîs âlimi Şâh Veliyyullah-ıDehlevî, hadîs ilmini ondan okudu ve icâzet aldı.

Dünyâ malında zerre kadar gönlü ve gözü olmayanHâcı Muhammed Efdal kendisine hediye gelen paraları, ilmî ve fennî kitapları satın alarak vakfetmeye harcardı. Böylece, Allah rızâsı için vakfettiği, insanların istifâdesine sunduğu kitapların adedi birkaç bini bulmuştur.

"Kalbin gafletten kurtulup, Allahü teâlâyı zikretmeye başlaması, hakîkî İslâm âlimlerinden bir velînin teveccühü ile olur. Bu saâdet, Allahü teâlânın muhabbetini kazandıran sermâyedir."

ŞAŞILACAK İŞ

Hâcı Muhammed Efdal hazretleri buyurdu ki: "Ne kadar şaşılır ki, insanların birçoğu, Allahü teâlânın kelâmı olarak Kur'ân-ı kerîmin mübârek harflerini, zarûrî lâzım olan tecvîd bilgisine uygun olarak okumaya ve bunu öğrenmeye gayret etmiyorlar. Bu bilgi nihâyet birkaç günde öğrenilebilir. Ama kırâatin (okumanın) sahih olması için bu bilgi mutlaka lâzımdır. Namazın sahih olması için de kırâatin sahih olması mutlakâ lâzımdır."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN HÂMİD TİRMİZÎ

Horasan’da yetişen evliyânın meşhûrlarından. Künyesi, Ebû Bekr’dir. Dokuzuncu asırda Belh şehrinde yaşamış olup, doğum ve vefât târihi bilinmemektedir. Zamanının meşhûr âlimlerinden ve evliyâsından Ahmed bin Hadreveyh ve diğer evliyâların sohbetinde ve derslerinde yetişmiştir. Hadîs ilminde de ilim sâhibi olmuş, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Derslerinde ve sohbetinde çok talebe yetişmiştir.

Muhammed bin Hâmid hazretlerinin kıymetli sözlerinden bir kısmı şunlardır:

Buyurdu ki: “Tefekkür beş çeşittir. 1- Allahü teâlânın yarattığı şeylere bakıp, O’nun yüceliğini düşünmek. Bundan mârifet, Rabbini tanımak hâsıl olur. 2- Allahü teâlânın nîmetlerini ve ihsânlarını düşünmek. Bundan muhabbet hâsıl olur. 3- Allahü teâlânın vâdettiği nîmetleri ve mükâfâtları düşünmek. Bundan ibâdete karşı rağbet ve ibâdet yapma şevki hâsıl olur. 4- Allahü teâlânın azâbını düşünmek. Böyle tefekkür eden kimse, Allahü teâlâya isyân etmekten sakınır. 5- Allahü teâlânın verdiği nîmetler ve ihsânları yanında, nefsin kötülüklerini düşünmek. Bundan da, geçmiş günahları hatırlıyarak Allahü teâlâya karşı hayâ, utanma hâsıl olur.”

“İnsanın kalbine nur yerleşince; dışı, âzâları, iyilik yapar ve iyiliği konuşur.”

Muhammed bin Hâmid hazretlerine, Fâtır sûresinin; “Ey insanlar, siz Allaha muhtaç olanlarsınız. Allah ise hiç bir şeye muhtaç değildir. Hamîddir (hamd olmaya lâyıktır).” meâlindeki 15. âyet-i kerîmenin tefsîri sorulunca şöyle tefsîr etmiştir. “Siz âcizsiniz, Allahü teâlânın rahmetine muhtaçsınız, bunun için fakirsiniz. Allahü teâlâ ganîdir. Sizin ibâdetlerinize ihtiyâcı yoktur.”

“Ehl-i muhabbet olmayan kimse, himmete tam mânâsıyla ulaşamaz. (Himmet, sadece bir şeyi istemektir. Bu da Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır.) Muhabbet ehli buna; sünnete tâbi olup, bid’atlardan sakınmak sûretiyle kavuşmuştur. Çünkü Resûlullah efendimiz himmette en yüksek derecede olup, Allahü teâlâya en yakın olandır.”

“Câhillerin evliyâyı inkâr etmesi, büyüklere dil uzatması, onları anlamaktan uzak olmalarından ve kalblerinin hikmeti almamasındandır.”

“Evliyâ olan zâtlar, evliyâlıklarını dâima gizlerler, söylemezler. Fakat onların hâlleri ve davranışları, evliyâ olduklarını gösterir. Evliyâlık iddiasında bulunan kimseler, dilleriyle bunu söylerler. Fakat hâl ve hareketleri, onların yalancı olduklarını ortaya çıkarır.”

“Allahü teâlâya en yakın olan kimseler, fakirlerle bulunmaktan hoşlanan kimselerdir. Ebedî olanı, geçici olana tercih edenler ve kazâya rızâ gösterenlerdir.”

“Bir şeyi yapmaktan âciz kalırsan, bu âcizliğini, zayıflığını anlamaktan da âciz kalma.”

“Bir kimsenin bir müslümanı hor görmesi, îmân ve mârifet zayıflığındandır.”

“Yol belli ve açık; delil, âlimler (müctehidler), azık tam, binek kuvvetli. Fakat insanı asıl maksada kavuşmaktan uzaklaştıran şeyler var. Bunlar: Âlimlere (müctehidlere) uymadan, kendi görüşüne uymak, nefsinin istekleri peşinde koşmak. Azığı (yiyeceği) gayrimeşrû yerden toplamak. Mesûliyeti unutup, bineği zayıflatmaktır.”

“İnsanların felâketine sebep; asıl işi bırakıp boş şeyler ile uğraşmaları, nefislerinin isteklerine uymaları ve harama dalıp, şüphelilerden sakınmamalarıdır.”

“İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.”

“Kalb ve vakit, insan için sermâyedir. Fakat kalbini kötü zanlarla, düşüncelerle meşgûl eder. Vaktini de boş şeylerle geçirir, zâyi eder. Bu ne acı bir hâldir. Sermâyeyi kaybedene kim kâr getirebilir.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN HANEFİYYE

Büyük âlim ve velî, hazret-i Ali'nin oğlu. Annesi Havle binti Câfer bin Kays-ı Hanefiyye olduğu için, İbn-i Hanefiyye denilir. 641 (H.21) senesinde doğdu. 700 (H.81)de Medîne'de vefât etti. Muhammed Hanîf, Muhammed Hanefiyye ve Muhammed-ül-Ekber de denir. İsmi Muhammed, künyesi Ebü'l-Kâsım'dır. Nesebi,Muhammed bin Ali bin Ebî Tâlib bin Abdülmuttalib bin Hâşim binAbd-i Menâf bin Kusey'dir.

Künyesinin Ebü'l-Kâsım olması, Peygamber efendimiz tarafından hazret-i Ali'nin evlâdına verilen husûsî bir izin iledir. Muhammed bin Hanefiyye, hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin'den sonra, hazret-i Ali'nin oğullarının en üstünüydü. Münzir-i Sevrî bildirdi ki: "Ben, bir defâ Muhammed bin Hanefiyye'ye; "Senin hem ismin hem de künyen, Peygamber efendimizin isim ve künyesi gibidir, bu ise câiz midir?" dedim, cevap olarak; "Ben, babam hazret-i Ali'den duydum. Buyurdu ki: "Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Resûlallah, sizden sonra Allahü teâlâ bana bir erkek evlâd ihsân ederse, ismini ve künyesini sizin mübârek isminiz ve künyeniz gibi versem bir mahzuru var mıdır?" diye arz edince, Resûlullah efendimiz; "Evet oğlunuzun ismini ve künyesini benim ismim ve künyem ile verebilirsiniz. Lâkin ondan başka ismimin ve künyemin aynı kişide birlikte bulunması helâl değildir." buyurdu. Babam bunu söyledikten sonra bana; "Resûlullah efendimizden müsâde almıştım. Onun için sana, Muhammed ismini ve Ebü'l-Kâsım künyesini verdim." dedi.

Ebû Hamza bildirdi ki: "Bir gün bir kimse Muhammed binHanefiyye'nin yanına geldi ve; "Esselâmü aleyke yâ Mehdi." diye selâm verdi. İbn-i Hanefiyye buyurdu ki: "Doğru söylüyorsun. Ben insanları, hidâyete, doğru yola ve hayra dâvet etmek ve doğru yolu göstermek bakımından Mehdi'yim. Lâkin âhir zamanda gelecek olan Mehdi (aleyhirrahme) değilim. Öyle anlaşılmaması için bana selâm vereceğiniz zaman "Esselâmü aleyke yâ Muhammed veya yâ Ebe'l-Kâsım, deyin. Başka isim ile hitâb etmeyin" buyurdu.

Muhammed bin Hanefiyye, ilimde üstün derecelere sâhipti. Abdullah ibni Abbâs ile berâber, fıkıh, hadîs, tefsîr gibi ilimleri kitaplara yazdılar. Muhammed bin Hanefiyye haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmakta ve güzel huyları kendinde toplamakta çok üstün olup, bu hâliyle mübârek babaları hazret-i Ali'nin husûsî muhabbet ve takdirine kavuşmuştu. İbn-i Hanefiyye aynı zamanda çok cesur ve fevkalâde kuvvet ve şecâat sâhibiydi. Bu durumu bildiren çeşitli misâller vardır. Bir defâ, hazret-i Ali'nin aldığı zırh uzunca olduğundan, alt kısmından biraz kesilmesi îcâb ediyordu. Hazret-i Ali kesilmesi gereken kısmı işâretledi. Oğluna işâretli yerin alt tarafını kesmesini söyledi. İbn-i Hanefiyye, zırhı bir eline aldı. Diğer eliyle de, işâretli yerden çekip kopardı.

Muhammed ibni Hanefiyye Cemel ve Sıffîn Muhârebelerine karışmak istemedi ise de, babasının; "Babanın bulunduğu tarafın haklı olduğundan şüphen mi var?" sözü üzerine babasının yanında yer almış ve babasının sancağını taşımıştır. Kahramanlık ve şecâatte eşsizdi. Hazret-i Ali şehîd olduktan sonra Abdullah ibni Zübeyr veAbdülmelik bin Mervân arasındaki hâdiselere karışmamak için Kûfe'ye hicret etti. Abdullah ibni Abbâs Tâif'de 684 (H.65)de vefât edince cenâze namazını Muhammed bin Hanefiyye kıldırdı. Muhammed bin Hanefiyye hazretleri Kûfe'de iken, iki defâ hac yapmak istedi ise de siyâsî karışıklıklar sebebi ile yapamadı. İkinci defâ da hac yapamayınca çok sayıda kimse etrafında toplanıp; "Biz sizin emrinizdeyiz. Eğer emrederseniz harb bile yaparız." dediklerinde, İbn-i Hanefiyye, onlara çok güzel nasihat ve tavsiyelerde bulunup, hepsini sakinleştirdi. Daha sonra Abdülmelik bin Mervân duruma hâkim olup, herkes kendisine bîat etti. Muhammed bin Ömer, İbn-i Hanefiyye'ye bir mektup yazarak buyurdu ki: "Ben Abdülmelik'e bîat ettim. Siz de bîat edin. Çünkü bîat edilmiyecek hiçbir sebeb kalmamıştır. Bütün ümmetAbdülmelik'e bîat etti." Bunun üzerine Muhammed binHanefiyye, Abdülmelik'e bir mektup yazdı. Mektubunda buyurdu ki: "Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektup, Muhammed bin Ali'den müminlerin emiri Abdülmelik'e. Ben bu ümmetin içinde meydana gelen ihtilaflardan uzak durdum ve hiç kimseye bîat etmemiştim. Artık bu ihtilâflar bitti ve herkes sana bîat etti. Biliniz ki ben de bu ümmetten biriyim. Sulh ve iyilik isterim. Ben de sana bîat ettim. Gördüm ki, insanlar sizin etrâfınızda toplandı. İsterim ki siz de vefâkârlık yaparsınız. Eğer haksızlık ve zulüm yaparsanız hiçbir hayrınız kalmaz. Buna rağmen bize haksızlık yaparsanız ve bîatımızı kabul etmezseniz, biliniz ki yeryüzü geniştir."

Abdülmelik bin Mervân mektubu okuyup etrafındakilerle istişâre ettikten sonra yazdığı cevabî mektûbda şöyle dedi: "Ey Muhammed bin Ali, siz bize yakınsınız. Akrabâmsınız. Mâdem ki siz bize bîat ettiniz, biliniz ki, sizin bîatınızı kabûl ettim. Size vâd ediyorum ki, bundan sonra Allahü teâlânın ve Resûlünün emânındasınız. Bizden size ve arkadaşlarınıza hiçbir zarar gelmez. Şehrinize dönüp, istediğiniz gibi hareket ediniz. Ben sağ oldukça size hiç kimse bir zarar veremez." Abdülmelik bin Mervân daha sonra, Hicâz ve Irak'ın valisi olanHaccâc binYûsuf'a mektup yazarak Muhammed bin Hanefiyye'ye hiç zarar vermemesini, ona karışmamasını, iyilik ve ikrâmda bulunmasını emretti. Bunun üzerine Muhammed bin Hanefiyye, Medîne-i Münevvere'ye döndü. Bâki mevkiinde bir ev yaptırıp, oraya yerleşmek arzûsunda olduğunu Halife Abdülmelik'e bildirdi. Halîfe derhal izin verip evi kendisi yaptırdı. Muhammed bin Hanefiyye âilesi ile berâber o eve yerleşti. 700 (H.81)'de Medîne'de vefât etti.Cenâze namazını hazret-i Osman'ın oğlu hazret-i Eban kıldırdı. Abdullah, Hamza,Câfer, Hasan, İbrâhim, Kâsım, Abdurrahmân ve Rukayye isimli çocukları olmuştu.

Muhammed bin Hanefiyye, babası hazret-i Ali'den şöyle bir hadîs-i şerîf rivâyet etti.

Resûlullah efendimiz; "Ümmetime şefâat edeceğim. Hattâ Rabbim; "Yâ Muhammed! Râzı mısın?" diye nidâ edecek. Ben de; "Evet yâ Rabbî, râzıyım." diyeceğim." buyurdu.

CENNET'İN KARŞILIĞI

Muhammed bin Hanefiyye buyurdular ki: "Bir kimse seyyidleri ve âlimleri severse, o kimse çok günahkâr bile olsa, Allahü teâlâ o kimseye pekçok ihsânlarda bulunur."

"Kanâatkâr olup, elini ve dilini kötülükten muhâfaza edip, evinde oturan kimseye Allahü teâlâ merhâmet etsin. Allahü teâlânın sevdikleriyle görüşmek onların sohbetlerine katılmak büyük bir nîmettir. Kim bu nîmete kavuşmuş olarak ölürse, şüphesizAllahü teâlânın ihsânlarına ve Cennet'ine kavuşur ve orada sevdikleriyle berâber olur."

"Allahü teâlânın rızâsı için olmayan her şey boştur, mânâsızdır."

"Kimin nefsi ıslâh olmuş ise, onun nezdinde dünyânın zerre kadar kıymeti yoktur."

"Allahü teâlâ, Cennet'i nefslerinize karşılık kıldı. Nefsinizi, Cennet dururken, başka şeylere satmayınız."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED HÂNÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Abdullah bin Mustafa Hânî'dir. 1798 (H.1213) senesinde, Hama ve Haleb arasında bulunan Hân-ı Şeyhûn'da doğdu.

Muhammed Hânî, tasavvuf yolunu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'den öğrendi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin önde gelen talebelerindendi. Ona hizmette en önde yer alırdı. Bir kuşluk vakti Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin huzûruna girmek için kapının önüne geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin ayakkabıları kapının önündeydi. İçeri girip; "Efendim, güneş ayakkabınızı bozuyor." dedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî; "Git onu gölgeye bırak." buyurdu. Muhammed Hânî hemen ayakkabıları alıp, gölge bir yere koydu. Büyük bir edeple içeri girip hocasının huzûrunda oturdu. O anda hocasının teveccühüne kavuştu ve kendinden geçti. Ayılınca; "Hocamın ayaklarını öpeyim." diye aklından geçirdi. O anda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî; "Git ayakkabıları öp. Zîrâ o, kurtulman için sebeb oldu." buyurdu. Bu olaydan kısa zaman sonra Muhammed Hânî kemâle geldi. Kemâle geldikten sonra çok kerâmetleri görüldü.

Muhammed Hânî hazretlerinin torunu Şeyh Abdülmecîd Hânî anlatır: "Bizzat şâhid oldum. En büyük amcam Şeyh Ahmed, böbreklerinde taş olduğu için çok rahatsızlanmıştı. Birçok tabibe baş vurduğu hâlde, derdine çâre bulamamışlardı. Bu durumu Muhammed Hânî hazretlerine arzettiği zaman, dedem ona bir şey yazdı. O yazıyı bir taşa koyup üzerine su dökmesini, sonra da ondan içmesini söyledi. O da dedemin söylediği gibi yaptı. Bir müddet sonra böbreklerindeki taş parçalanarak idrarla berâber dışarı çıktı. Böylece amcam hastalıktan kurtuldu."

Yine torunu Abdülmecîd Hânî anlatır: "Babam bana, dedemin bâzı şeyleri, Allahü teâlânın izni ile, olmadan önce haber verdiğini ve dediklerinin aynen çıktığını söyledi. Dedem, talebelerinin hatırlarından geçenleri, Allahü teâlânın izni ile bilirdi. O, talebelerine hâllerini sormaz; onların, düşündüklerini, hâllerini ve hareketlerini kendilerine söylerdi. Onlara bir işi yapmalarını bâzan emreder, bâzan da onları bir işi yapmaktan nehyederdi.

Bir kimse kendisine yapılan haksızlığı şikâyet etmek üzere, Muhammed Hânî hazretlerine gelmişti. Bu sırada Muhammed Hânî'nin yanında Şam vâlisini gördü. Vâli gitmek için kalkınca, Muhammed Hânî onu uğurlamak için kalktı. O zaman o şahsın hatırına; "Muhammed Hânî, vâliye, vâli olduğu için hürmette bulunuyor." düşüncesi geldi. Bu sırada Muhammed Hânî o şahsa dönerek; "Senin işin için kalkıp, vâliyi uğurladım." dedi. O şahıs hatırından geçirdiği o düşüncelerden dolayı çok utandı. Muhammed Hânî'den kendisini affetmesini ricâ etti.

Muhammed Hânî, ömrünün sonlarına doğru hastalandı. Hastalığı gittikçe şiddetlendi. 1862 (H.1279) senesi bir Pazartesi gecesi seher vakti Şam'da rûhunu teslim etti. Şeyh Muhammed Tandetâî Ezherî tarafından yıkanıp, kefenlendi. Kalabalık bir cemâat tarafından kılınan cenâze namazından sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin türbesine defnedildi.

Muhammed Hânî'nin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Behçet-üs-Seniyye fî Âdâb-it-Tarîkat-in-Nakşibendiyye, 2) Es-Seâdet-ül-Ebediyye fîmâ Câebihin-Nakşibendiyye. Bu iki eser de matbûdur."

ELİNİ NİÇİN ÖPTÜ?

Bağdât vâlisi Mehmed Reşîd Paşa, Şam'a beşinci ordu komutanı olarak gelmişti. MehmedReşîd Paşa, Fransız terbiyesi ile yetişmiş, İslâmiyetin yüksekliğini ve kemâlini anlayamamış biriydi. Şam'a gelince, bir arefe günü, askerin et ihtiyâcı için kurban pazarına gitmişti. Kurban pazarı, Muhammed Hânî'nin bulunduğu mescide yakındı. Mehmed Reşîd Paşa, pazarda ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, kurbanların semiz olup olmadığına bakarken, elleri kirlendiğinden, abdest alınan yerde ellerini yıkamak için mescide geldi. Bu sırada Muhammed Hânî abdest alıyordu. MuhammedHânî'nin üzerinde görülen vakar ve olgunluk alâmetleri, Mehmed Reşîd Paşanın dikkatini çektiğinden, içinden elini öpmek geçti. Ancak kendi kendine; "Böyle bir müslümanın elini nasıl öperim. Çünkü bunlar benim en kızdığım kimseler." dedi. Bir müddet bu düşünceler içerisinde tereddüt gösterdikten sonra karar verdi veMuhammedHânî hazretlerinin yanına gidip elini öptü. Muhammed Hânî ona sâdece elini uzattı. O öptükten sonra elini çekti ve abdestine devâm etti. Mehmed Reşîd Paşa da oradan ayrıldı. Fakat kalbi elini öptüğü zâtla meşgûldü. Bir süre sonraMüşîr Mehmed Nâmık Paşa ile karşılaştı. Ona olup bitenleri anlattı. Mehmed Nâmık Paşa; "O karşılaştığın zât, evliyâdan MuhammedHânî hazretleridir. Hattâ onu ziyâret ettiğim için sen beni ayıplıyordun." deyince, MehmedReşîd Paşa; "Bu gibi zâtlar müslümanların iftihar ettiği kimselerdir. Hamdolsun ben şu anda onun bereketi ve vesîlesi ile İslâm dîninin yüceliğini, kemâlini ve hak bir din olduğunu anladım. Artık müslümanları seviyorum. Allahü teâlâ onun vâsıtası ile bana hidâyet nasib eyledi." dedi. Ondan sonra Mehmed Reşîd Paşa, Muhammed Hânî'yi ziyâret etmeye başladı. Hidâyete kavuşmasına vesîle olduğu için Muhammed Hânî'ye hep teşekkür ediyordu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED HAREZMÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed Harezmî, lakabı Kerîmüddîn, künyesi Ebü'l-Füyûdât, şöhreti Ahî Muhammed'dir. Harezm vilâyetinde doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1378 (H.780) târihinde Herat şehrinde vefât etti. Halvetîler kabristanında medfundur.

Muhammed Harezmî memleketi olan Harezm'de ilim ve edeb öğrendi. Sonra Geylan'daki evliyâdan mânevî ilimleri tahsîl edip, zamânın büyük velîleri arasına girdi. Çok kerâmeti görüldü. Çok talebe yetiştirdi. Talebelerinin önde gelenleri Muhammed Karsî, Kutbu Tebrizî, Osman Şirvânî ve Pîr Ömer Halvetî'dir.

Harezmî hazretleri bir gün hanımı ile sohbet ederken hanımı ona; "Sizden sonra yerinize kimi bırakacaksınız?" diye sordu. O da; "Ey hâtun! Mâdemki bunu bilmek istersin. Bak şimdi oğullarımız uykuda. Herkes yatağında. Ben önce oğullarımı isimleriyle çağıracağım. Hangisi sesimi işitip gelirse, bu ona nasîptir." buyurdu. Sonra isimlerini yüksek sesle çağırdı. Lâkin hiçbirinden cevap gelmedi. Sonra talebelerinden birini çağırdı. O üç fersah uzaklıkta idi. Hemen gelip emre hazır olduğunu bildirdi. Harezmî hazretleri o zaman hanımına; "Ey hanım! Bu iş bu talebemizin nasîbidir." buyurdu.

Harezmî hazretlerinin memleketinde birisi, öfkeyle ağzından; "Eğer bu yıl hac etmezsem hâtuna talak verdim." sözü çıktı.Lâkin dediği zamanda hacca gidecek para eline geçmedi. Dolayısıyla hacca gidemedi. Durumu şehrin hâkimi öğrenince ona tenbih edip; "Dînin emri gereği hacılar gelince senin nikâhın bozulur. Hanımın boş olur." dedi ve mahalle halkına da haber salıp durumun tâkib edilmesini emretti.

O adamcağız kime ne söyledi ise, derdine çâre bulamadı. Herkes hanımının boş olacağını söyledi. Nihâyet Şeyh MuhammedHarezmî hazretlerine gelip yaşlı gözlerle hâlini arzetti. Harezmî hazretleri ona merhamet edip; "Sen Zilhiccenin dokuzuncu günü yanıma gel. İnşâallahü teâlâ nasîb olur. Evliyânın kerâmeti bizim yolumuzda haktır." buyurdu. Bunun üzerine adamcağız arefe günü Harezmî hazretlerinin huzûruna geldi. Ümitle ne yapacağını ne diyeceğini bekledi. Bütün arzusu hac edip hanımından ayrı düşmemekti. Harezmî hazretleri onu kimsenin olmadığı tenhâ bir yere götürüp; "Allahü teâlânın izni ve evliyânın himmet ve yardımı ile inşâallah şimdi Arafat'a varacaksın. Orada hac ile ilgili vazîfelerini yap. Hemşehrilerinle görüş. Onlardan birinden bir mikdar ödünç para al. Aldığına dâir bir senet imzâlattır. Gelince istediği zaman verirsin." buyurdu. Sonra mübârek ridâlarını çıkardı ve yere serdi ve üzerine oturttu. O kimse tayy-ı mekân ile bir anda kendini Arafat'ta buldu. Vakfe ve diğer hac vazîfelerini yaptı.Hemşehrileriyle görüştü.Harezmî hazretlerinin vasiyeti üzere birinden biraz borç aldı. Kâdıya senet imzâlattırdı. Sonra bir anda kendini Harezmî hazretlerinin huzûrunda buldu.Hacda aldığı para da yanındaydı. Hemen Harezmî hazretlerinin ayaklarına kapanıp; "Elhamdülillah maksadıma kavuştum." diye sevincini belirtti ve evine gitmek istedi. O zaman Harezmî hazretleri ona; "Ben sağ olduğum müddetçe bu hâli kimseye söyleme yoksa zarara uğrarsın." buyurdu. O da söz verip evine yöneldi. Aradan bir müddet geçti. Bu zaman içinde herkes ona, hacılar dönünce hâlin ne olacak hanımından ayrılacaksın." diyorlardı. O bunlara karşı; "Hayır ben hac yaptım." derdi. Bunu duyanlar, "Bu adam deli olmuş." diye alay ettiler.

Bir zaman sonra hacılar geri döndü. Hacılar o adamı gördüklerinde; "Sen ne zaman geldin?" diye sordular. Bunu işitenler güldüklerinde; "Siz ne diyorsunuz?" dediler. O zaman adamcağızın yanına hacda iken para aldığı adam geldi ve verdiği parayı istedi. O da ispat et, dedi. Sonra durum kâdıya intikâl etti. Alacaklı dâvâ edip; "Ben buna arefe günü şu kadar para borç verdim. İşte Mekke kâdısının imzâladığı ismi yazılı borç aldığına dâir senet." dedi ve senedi gösterdi. Sonra başka hacılar aynı şekilde şâhitlik yaptılar. Netîcede dâvâsında doğru olduğu, hacca gittiği anlaşıldı ve hanımından ayrılma tehlikesinden kurtuldu. Bu, Muhammed Harezmî hazretlerinin yardım ve kerâmetiyle olmuştu. Bundan sonra insanlar onun velî olduğunu söylemeye başladılar.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED HÂŞİM-İ KEŞMÎ


İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin talebelerindendir. İran'da Bedâhşân'ın Keşm kasabasındandır. Önce Seyyid Mîr Muhammed Nûmân hazretlerinin huzûrunda tövbe edip, ona talebe oldu. Sohbetinde yetişip, Seyyid Mîr Muhammed'in işâreti ile, 1621 (H.1031) senesinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetiyle şereflendi.

Muhammed Hâşim'in yüksek babası Hâce Kâsım, o bölgenin büyüklerinden ve meşhûr âlimlerinden olup, Bedehşân pâdişâhı Mîrza Şahrûh'un hocalarındandır. Muhammed Hâşim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine kavuşmasını, hocasının hayâtını yazdığı Zübdet-ül-Makâmât kitabının önsözünde şöyle anlatıyor:

Devâmlı var olan ve O'ndan başkasıO'nunla varlıkta duran Allahü teâlâya hamd ederim. Serâpâ nûr olan Peygamberimiz hazret-i Muhammed'e, Âline, Eshâbına, O'na tâbi olanların hepsine ve kıyâmete kadar O'nu sevenlere salât ü selâm ve iyi duâlar ederim.

İlim ve irfân kaynağı, gizli ve âşikâr hazîneler sâhibi, temkin ve edeb sofrasının efendileri, silsile-i zeheb halkasının mestolmuşları! Biliniz ki, kendi amelinden utanan bu hakîrin baba ve dedeleri, yüksek Kübreviyye yolunda idiler. Daha çocukluğumda, bu yolun büyüklerinden bâzılarının bereketli sohbetlerinde bulunmuştum. Fakat yaradılışım îtibâriyle ve aslî münâsebetim sebebiyle, daha gençliğimin, delikanlılığımın ilk zamanlarında gizli işâretler ve müjdelerle, kalbimi silsile-i zehebden olan Nakşibendiyye'nin büyüklerine bağladılar. Ümid gözüm onların rahmet ve bereketi ile açılınca, bu büyük yolun yol göstericilerinden hangisinin, bu âcizin kolundan tutacağını bilemiyordum. Bu azîz ve çok yüksek silsileye girmek isteyenleri kabûl edenlerden hangisinin, bu kâbiliyetsizi, kerem ve ihsân ederek kabûl edeceğini anlayamıyordum. Bu düşüncenin devâm ettiği günlerde, o makâmlara kavuşmak istemenin verdiği arzû ile, elem ve sıkıntı içinde, dâimâ; "Haydi! Atımı hazırlayın, muhakkak Hindistan'a gitmem lâzımdır." diyordum. Mevlânâ buyurur ki:

Beyt:

Hindistan'ı rüyâmda gördüğüm günden beri,
Ümid gözüm açıldı, harâb buldum her yeri.

Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp, Hindistan'a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhut zamânımızda da vardır, ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır." dedim.

Beyt:

Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı.
Ya âşıklar diyârında bir sâhib-i dil kalmadı.

Bu günlerde idi. Bir gece rüyâmda büyük bir zât; "Haydi, kalk, filân mürşid-i kâmil ve âlim, filân yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar." dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sessizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstâdın huzûruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; "Bismillâhirrahmânirrahîm, Nasr sûresini sonuna kadar oku!" buyurdular. Okudum ve ağladım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu düşünmeğe başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insanların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görürsün. O hâlde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allahü teâlâ tevvâbdır (Yâni ziyâdesiyle tövbe kabûl edicidir)." Allahü teâlânın kelâmının sonu tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.

Bu rüyâdan sonra diyar diyar gezip, Hindistan'ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr'a vardım. Gariblerin sığınağı, üzüntülü kalblerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb'in isminin bereketiyle feyzlenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sâhibi ve Kur'ân-ı kerîme muttalî büyük bir âlimin rüyâsına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allahü teâlâ bu şehri ve diğer bütün müslüman memleketlerini belâlardan, âfetlerden korusun.)

Burhânpûr'da silsile-i şerîfeden, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve tâliblerin kalblerini çekmekte mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîki mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Muhammed Nûmân'ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzûrlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zîrâ, beni rüyâda büyük bir zâtın huzûruna (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna) bu zât kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzûr ve hizmetlerinde, İmâm-ı Rabbânî'nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihâyet bin otuz bir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ıRabbânî'nin yüksek dergâhına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve seferde, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbetlerinden çok istifâde ettim. O cihânı nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.

Bu fakîr bir gün, Kur'ân-ı kerîm okurken; "Ey Habîbim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd'a kavuşturur." (İsrâ sûresi: 79) meâlindeki âyet-i kerîmesine gelince, aklıma; "Teheccüd namazını kılmakla şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd'un bereketlerinden nasîb alınıyor mu?" diye geldi.Hazret-i İmâm'a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzûrlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut." buyurdular. "Çoğu zaman kılıyorum." dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâm-ıMahmûd'dan nasîb ve pay almak istiyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı âyet-i kerîmeyi okudular. Bu fakîr, mübârek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak için huzûrunuza gelmiştim. Elhamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyân ettiniz." dedim.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakîrin de, bu devlet ve saâdete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Allahü teâlânın inâyeti ile, güzel kokulu mektûplarından bir tâne de bu fakîre yazsalar ve bu mektup Mektûbât'ın birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım." diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla, şerîat sâhibi peygamberlerin adedine ve Eshâb-ı Bedr'e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim." buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler.

Beyt:

Vücûdumun her kılı gelse de dile,
Şükrünün binde birini edemez bile.

Onların civârında ve duvarlarının gölgesinde geçen aylar ve günler esnâsında, zamânın gavsi ve esrâr sâhibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize; "İmâm-ıRabbânî'nin husûsî ve umûmî meclislerinde, inci saçılan mübârek dilinden, vakte, zamâna, hâle ve istidâda göre çıkan ve mârifetler hazînesi olan Mektûbât'ta bulunmayan, yeni ve tâze faydaları, yüksek mârifetleri, onların hâllerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerâmetlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ıRabbânî müceddid-i elf-i sânî'nin hocası kutb-ı zamân, çok yüksek makâmlar sâhibi, kalblerin nûrlandırıcısı, âriflerin ışığı, din ve milletin kendisinden râzı olduğu, efendimiz Hâce Muhammed Bâkî Üveysî Nakşibendî (kaddesallahü sirreh) hazretlerinin yüksek hâllerini bir kitap hâlinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hâllerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular. Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çârem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr'a gittim. Uzakta kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri ve sözleri yazmak arzûsu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir mikdâr yazınca, hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mâteme gark etti. Vefâtından sonra, teselliyi, hâllerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta buldum.

Nazm:

Bir balık ki mahrûm kalır Fırat'dan,
Artık yaşayamaz ümid keser hayatdan.

Hazret-i İmâm'ın vefât haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdırâbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişân oldu.Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubâîyi söylüyordum:

Mâdem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim,
Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim.
Her gördüğüm dikenden, soracağım gülümü,
Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.

Akşam olunca şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle başıma gam örtüsünü bürüdüm. İçim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. İçimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum.

Soğuk âh âteş-i gamla, gözümüz yaşlı her zaman,
Aşk habercisinden bir başka âcizlik var her zaman.

Damarlarım iplik oldu, yanan tenim iflâh olmaz,
Senin aşkından kalbimiz parçalanıyor her zaman,

Her kılın dibi mâtemden halka oldu, ey Hâşim,
Her halkada nice dille ben ağlarım her zaman.

Bu yanma ve gözyaşları arasında, hazret-i İmâm göründü. "Sabretmek lâzım." buyurdular. Binlerce kırıklık, perişânlık ve şaşkınlıkla; "Ey iki dünyâ seâdetimin sebebi, ateşe kim dayanabilir?" diye arz ettim. "İbrâhim aleyhisselâma benzeme hâlini yerine getirmek lâzımdır. O ateşe atılırken sabretmişti." buyurdular. Bu kendinden geçmiş sarhoş âşığın divâneliği arttı ve şu rubâîyi okudum:

Divâne gönlüm bu sözden daha çok mecnûn oldu,
Açılan yaralardan, feryâdım efzûn oldu.
Kırılan şişelerin içinde bir şey kalmaz,
Bu kalbim kırıldıkça daha çok kanla doldu.

Tekrar sahrâlara çıkmak istedim. Mescidin kapısından ayağımı dışarı atınca yere yıkıldım. Kendimden geçtim. Bu fakîrin tanıdıklarından biri, o gece oradan geçiyordu. Beni tanıyıp evine götürdü. Bizim evdekilere, beni gam ve mâtemle dolu olan evimize götürmeleri için haber verdi. Orada kalmama râzı olmadıklarını anlayınca, ister istemez, güçsüz kuvvetsiz, zorla kendi virânhâneme geldim. Gelirken dilimde şu hasret şiiri vardı:

Yol başlarında göz yaşı dökerek oturayım,
Gelen geçen yolculardan, senden haber sorayım.

Bâzan toz gibi kalkıp, bâzan yere ineyim,
Bundan iyi seferi olamaz güçsüzlerin,

Ciğerim, seve seve, yanıyor söyleyeyim,
Gözümü kâse yapıp, altın gümüş ister gibi.

Kapındaki fakirlerden gözyaşı dileneyim,
Evim inilti yatağı, ben de olayım ney gibi.

Belki böylece Yûsuf'tan bir haber edinirim,
Sahrâda yanan bir susuz, deryâya inmiş gibi,

Ondan haber verecek birini bekleyeyim.
Bu kâfile erbâbı, bey' ve şirâ hayrânı,
Gönlü düğüm yapıp Hâşim, hayâlle avunayım.

Ömrünü insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle geçiren Hâşim-i Keşmî hazretleri, 1645 (H.1054) senesinde Burhanpûr'da vefât etti. Kalabalık bir cemâatle kılınan cenâze namazından sonra bu şehirde defnedildi.

En mühim eseri Berekât-ı Ahmediyye'dir. Bu kitabın bir ismi de Zübdet-ül-Makâmât' tır. Bu eserini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından bir sene önce yazmaya başlayıp, 1627 (H.1037) senesinde tamamlamıştır. Kitap, belâgat ve fesâhat bakımından çok yüksek olduğu gibi, ihlâs ve muhabbetle yazıldığından, çok feyzli ve bereketlidir. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri; "Berekât kitabını okumak, îmânın vicdânileşmesine sebeb olur. Benim vardı. Seferde kayboldu. Bulursanız kabrimin başında okuyun" buyurmuştur. Kitap, İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşr edilmiştir.

Kitap iki maksad üzeredir. Birinci maksad; İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mürşidi Hâce Muhammed Bâkî'yi, ikinci maksad; her cephesiyle, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, yüksek oğullarını ve değerli halîfelerini beyân eder.

Ayrıca İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerine yazdığı mektuplarından meydana gelen Mektûbât kitabının üçüncü cildini 1623 (H.1033) yılında toplamaya başladı. Eseri 1630 (H.1040) senesinde tamamladı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED HUCCETULLAH

Hindistan'ın büyük velîlerinden. İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin torunu ve Urvet-ül vüskâ Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin ikinci oğludur. 1624 (H.1034) senesinde dedesi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefât ettiği yıl doğdu. İsmi Muhammed Nakşibend olup, lakabı Huccetullah'tır. Tasavvufta Hullet ismi verilen pek yüksek makamların sâhibi idi.

Muhammed Huccetullah, dedesinin vefâtına yakın dünyâya geldi. O doğacağına yakın babası Muhammed Ma'sûm'a, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Bu yakınlarda doğacak oğlun, yüksek mârifetlere ve sırlara kavuşacak, zamânının anlamaktan âciz kalacakları bir insân-ı kâmil olacaktır." buyurdu. Hakîkaten kısa bir süre sonra doğan çocuğa, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin ismini verdiler. Muhammed Nakşibend'i babası küçük yaştan îtibâren iyi bir tahsîle tâbi tuttu. Tefsir, hadîs, fıkıh, bunun yanısıra zamânın fen ilimlerini en mükemmel şekliyle öğretti. Genç yaşta büyük bir âlim olan Muhammed Nakşibend, mübârek babasının kıymetli sohbetiyle, bereketli teveccühleri ile, kalb ilimlerinde yüksek mârifet sâhibi oldu. Velîlikte büyük derecelere kavuştu. Hullet ismi verilen makâmın sâhibi olup, lakabına Huccetullah dediler.

Muhammed Nakşibend hazretleri, 1703 (H.1115) senesinde seksen bir yaşında vefât edip, hakîkî âleme göç ederek sevdiklerine kavuştu. Üç oğlu vardı. Herbiri de velîlikte yüksek dereceler sâhibiydi. Bunlar; Ebû Ali, Muhammed ve Mûsâ Kâzım'dır.

Muhammed Nakşibend hazretleri, sağlığında zamânın devlet reislerine, beylere, vâlilere, âlimlere ve sâlihlere nasîhat eder, uzakta olanlarına ise mektuplar yazarak dînin emirlerini bildirirdi. Bunlar iki cild hâlinde toplanmıştır. Birinci cildde yüz yirmi sekiz, ikinci cildde altmış sekiz mektup vardır. İki cild bir arada 1963 (H.1383) senesinde Pakistan'ın Haydarâbâd şehrinde basılmıştır.

Muhammed Nakşibend hazretleri, yazdıkları mektuplarından birinde buyurdular ki:

"Allahü teâlâya hamd olsun. Seçtiği kullara selâm olsun. Mektubunuzla şereflendik. İkrâmlarınız da geldi. Duâ etmemize sebeb oldu. Hadîs-i şerîfde; "Duâ kapılarının kendisine açıldığı kimseye (yâni duâ nasib olan kimseye) kabûl kapıları ve Cennet, yâhut rahmet kapıları da açılır" buyruldu. O hâlde duâda kusur etmemelidir. Kapalı kapıları duâ anahtarı ile açmalıdır. İhtiyaçlarını Allahü teâlâdan yalvararak ve O'na sığınarak istemeli, âhiret kurtuluşunu onlarda görmelidir.

Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: "Duâ müminin silâhıdır, dînin direğidir. Göklerin ve yerin nûrudur. Herşeyi Hak teâlâdan istemelidir. Ayakkabının bağı, yemeğin tuzu bile olsa."

Duânın kabûl olması için olan şart ve edebler: Yemekte ve giymekte haramdan sakınmak, Allah'a karşı ihlâslı olmak. Duâdan önce namaz veya benzeri sâlih bir amel işlemek, abdestli olmak, temiz olmak, kıbleye karşı diz çöküp oturmak, duâ ederken Allahü teâlâya hamdü senâ etmek, Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe getirmek, iki elini uzatıp, omuzları hizâsına kaldırmak, elinde eldiven olmamak, isterken Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları ile istemek, meselâ; yâ Rabb-el-âlemîn, yâ Ekram-el-ekramîn, yâ Erhamerrâhimîn... gibi. Avuç içleri açık olmak, edeb üzere bulunmak, hudû' ve huşû' hâlinde olmak. Kendini eksik, kusurlu, zavallı ve kırık bilmektir.

Duânın kabûl zamanları ise; Kadr gecesi, Arefe günü, Ramazân-ı şerîf ayı, Cumâ günü, gecenin ilk üçte biri, gece yarısından sonra, gecenin son üçte biri, gecenin ortası ve seher vakitleridir. Bunlardan en önemlisi Cumâ saatidir.

Ezân okunurken onu dinleyip yapılan duâ kabûl olunur. Secdede, Kur'ân-ı kerîm okuduktan sonra, Kur'ân-ı kerîmin hatminde (bilhassa hatmi okuyanın duâsı makbûldür), Zemzem suyu içerken, ölünün yanında, kuş öterken, sohbet meclislerinde, yağmur yağarken, Kâbe'yi gördüğü zaman, iki mübârek Allah lafzı arası duâ kabûl yerleridir. Oturduğu yerin de temiz olması lâzımdır. Kâbe'yi tavâf ederken, Hacer-i esved ile Kâbe'nin kapısı arası olan Mültezem'in yanı, Altın oluğun altı ve Zemzem kuyusu yanı, Safâ ve Merve tepeleri, Sa'y edilen yerler, Safâ ile Merve arasında gidip gelirken, Arafat'la Minâ arasında bulunan Müzdelife, Arafat, Minâ, taş atmaya gelirken ve taş atarken, haccın menâsikinde, Resûlullah'ın mübârek Ravdasının yanında da duâlar müstecâbdır, makbûldür. Fâcir ve fâsık olsa da, mazlûmun duâsı makbûldür. Babanın, âdil pâdişâhın, sâlih ve velîlerin duâları müstecâbdır.

Allahü teâlâya duâ ederken, peygamberlerini ve sâlih kullarını da vesîle etmelidir. Duâ ederken sesini yükseltmemeli, kendisinin günahkâr, kusurlu olduğunu îtirâf etmeli, samîmî kalb ile, ciddî olarak, isteyerek ve gönül huzûru ile duâ etmelidir. Ettiği duânın mânâsını bilmelidir. Yakınındakilere, yâni komşularına da duâ etmelidir. Duâyı tekrar tekrar etmeli, duâ ederken ve dinlerken sık sık âmîn demelidir. Olmayacak şey için duâ etmemelidir. Duâdan sonra iki elini yüzüne sürmelidir. Duânın kabûlünde acele etmemelidir. Duâ ettim, kabûl edilmedi dememelidir. Sonra kabûl edilebilir. Yâhut kabûlü bir şeye bağlanır. Yâhut bir belâyı gidermiş olur. Bu sayılanlar duânın kabûl kısımlarıdır.

Çocukların da ana-babasına duâları, misâfirin duâsı, oruçlunun iftâr vaktindeki duâsı, müslümanın müslümana gıyâbında, yâni arkasından yaptığı duâ makbûldür. Allahü teâlânın İsm-i âzamı ile yapılan duâ kabûl olunur. Bu şekilde duâ edenin duâsını, Allahü teâlâ ânında kabûl eder. Bu da, enbiyâ sûresi 87. âyet-i kerîmesinin; "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn" kısmıdır. Bu hususta başka diyenler de olmuştur. Ama burada bu kadar yazmak yetişir.

Yâ Râbbî! Duâlarımızı kabûl eyle. Sen her şeyi işitirsin, bilirsin.

Ayrıca küçük ve büyük günahlar hakkında ve bir takım nasîhatleri bildiren bir risâle yazdım. Büyük Câmide, Şeyh Mustafa huzûrunuza takdim edecektir. İnşâallah okursunuz."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED İHSÂN

Hindistan velîlerinden. İsmi Muhammed İhsân'dır. Hâfız Muhammed Muhsîn'in oğludur. Abdülhak-ı Dehlevî'nin soyundandır. Silsile-i aliyyeden olan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin olgun halîfelerindendi. Doğum ve vefât târihleri bilinmemekte ise de, on üçüncü asrın ortalarında vefât ettiği bilinmektedir.

Muhammed İhsân, gençliğinde tahsîl görmemiş ve ilimde yetişmemişti. Bu sebeple, lüzumsuz ve uygunsuz işlerle meşgûl oluyordu.Bir gece rüyâsında Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ı gördü. Süt ile pirinç pilavı yiyordu. Yemeğinden artanı Muhammed İhsân'a verdi. O da yeyip çok lezzet aldı. Heyecanla uyandı. Bu rüyânın tesirinin devâm ettiği günlerde, Muhammed İhsân, Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın talebeleri arasına girdi. Tam bir tövbe ile eski hâlini terketti. Artık bu büyükler yolunda istikâmete kavuşup git gide ilerledi. Müceddidiyye yolunda çok yüksek makamlara kavuştu. Kalbi, Allahü teâlânın muhabbetiyle nûrlandı. Öyle ki, cenâb-ı Hakk'ın muhabbetinden kendinden geçmiş bir hâlde bulunur, dünyâyı unuturdu.

Bir gün Şeyh Muhammed İhsân'ın yanında birisi, Senâullah-ı Sebnehlî'nin şu sözünü nakletmişti: "Senâullah buyurdu ki: Hazret-i İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî'nin mübârek kalbinden, büyükler yolunun feyz ve nûrları, coşkun bir sel gibi kalbteki bütün karartı ve lekeleri silip götürdü." Sohbette bulunan bir talebe bu sözü işitince, öyle derinden bir iç çekince, kendinden geçip bayıldı.

Şeyh Muhammed İhsân'ın kerâmetleri pek çoktur. Kendisi şöyle anlatır: "Bir defâsında bulunduğumuz bölgeyi düşman istilâ etmişti. Ben kendi küçük hücremde, odamda tam bir tevekkül ile oturmuş, Allahü teâlânın zikri ile meşgûldüm. Her tarafı istilâ edip, yağmalayan fitnecilerin rahatsız etmesinden Allahü teâlâya sığındım. O gün akşama kadar, fitneci ve yağmacılar her tarafı perişân ettikleri hâlde, Allahü teâlânın izni ile onlardan hiçbiri benim bulunduğum yere gelmedi."
 
Üst Alt