Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (M)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEKHÛL EŞ-ŞÂMÎ


Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî. İsminin Şehrâp, olduğu da bildirilir. Künyeleri değişik şekillerde, Ebû Abdullah, Ebû Eyyûb ve Ebû Müslim olarak bildirilmiştir. Aslen İranlıdır. Kâbil’de doğdu. Orada yaşı biraz ilerleyince, esir edildi. Mısır’da, Hüzel kabîlesinden bir kadının azâdlısıdır. Onun için Hüzelî denmiştir. 731 (H.113)de Şam'da vefât etmiştir.

Zamânında, Şam’ın en büyük fakîhi (İslâm hukûku âlimi) idi. Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini öğrenmek için çok memleketleri dolaştı. Irak ve Medîne’ye gitti. Enes bin Mâlik, Ebû Umâme, Mahmûd bin Rebî’, Ubeydullah bin Muhayrız, Anbese bin Ebî Süfyân, Süleymân bin Yesâr, Tâvûs bin Keysân ve başkalarından (rahmetuullahi aleyhim) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Evzâî, Abdurrahmân bin Yezîd bin Câbir, Sevr bin Yezîd, Süleymân bin Mûsâ da (rahmetullahi aleyhim) ondan hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Hadîs ilminde sika (güvenilir) bir âlimdir. Mekhûl hazretleri kendisine sorulan suâllerin hepsine cevap vermezdi. Teymî bin Atıyye el-Ansî; “Mekhûl’dan (bilmiyorum) diye cevap verdiğini çok işitmişimdir.” der. Zührî; “Şu dört yerde, dört büyük âlim yetişmiştir. Saîd bin Müseyyib Medîne'de, Şa’bî Kûfe’de, Hasan el-Basrî Basra’da, Mekhûl Şam’da. Şam’da, Mekhûl zamânında, fetvâ vermekte ondan daha yetkili kimse yoktu. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh demeden fetvâ vermezdi. Ben bu kadar anlıyabildim. Bu fetvâm, hatâlı da olabilir doğru da derdi.” diye bildirdi.

Mekhûl eş-Şâmî buyurdu ki:

“Dinde âlim olduktan sonra, dünyâlık bir menfaat alırım düşüncesiyle zarûret olmadan pâdişâh ve sultanların yanına gidip, yaltaklık edenler, attıkları adımlar kadar, Cehennem’in derinliklerine, dalmış olurlar.”

Mekhûl eş-Şâmî, bir cenâze görünce; “Siz sabahleyin gidiyorsanız, biz de akşamleyin geleceğiz. Şu cenâze açık bir öğüt ve ibret alınacak bir şey. Fakat, gaflet çok. Öncekiler geçip gidecekler, fakat arkadakiler hiç aldırış etmezler.” buyurmuştu.

“Kim, bir gecesini Allahü teâlâyı zikir ile ihyâ eder, geçirirse, anadan doğmuş gibi günâhsız ve tertemiz olarak sabahlar.”

“Bir ümmet içerisinde, her gün, yirmi beş kişi Allahü teâlâya, yirmi beş defâ istiğfâr ederse (bağışlanmalarını dilerse), umûma âit azabla Allahü teâlâ, onları cezâlandırmaz.”

“Eğer sen Kur’ân-ı kerîm okuyup da, seni kötülüklerden uzaklaştırmıyorsa, senin gerçekten Kur’ân-ı kerîmi okumadığın anlaşılır.”

“İlmi kendisine fayda vermeyen kimseye, cehâleti de zarar verir.”

“İnsanların en yumuşak ve ince kalblisi, günâhı az olanlardır.”

“Sâlih bir zâtı seven, dolayısıyla, Allahü teâlâyı sevmiş olur. İlim öğrenmeye giden kimse, dönünceye kadar, Cennet yolunda sayılır.”

Mekhûl eş-Şâmî, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı ve; “Pazartesi günü Resûlullah efendimiz dünyâya teşrif buyurdular. Yine bugün, Peygamber olduğu bildirildi. Pazartesi günü âhirete irtihâl (vefât) buyurdular. Pazartesi ve Perşembe günü ameller Allahü teâlâya arz olunur.” dedi.

“Müminler yumuşak ve müsâmahakârdır. Eğer, onları çekip götürürsen, karşı çıkmaz, kabûl edip giderler.”

“Âlimler bozuluncaya kadar, insanlara Allahü teâlânın azâbı gelmez.”

“Ana babaya itâat, büyük günâhlara keffârettir. Bir kimse âilesi içinde yaşlılar bulunduğu müddetçe, Allahü teâlânın rızâsını kazanma imkânına sâhiptir.”

Mekhûl hazretlerine birisi geldi. “Yâ Ebâ Abdullah! “Size düşen kendinizi korumaktır. Siz hidâyette olunca, dalâlet üzere olanlar size zarar veremez.” âyet-i kerîmesinin tefsîrini yapar mısınız?” deyince; “Nasîhat eden korktuğu, nasîhatı dinleyen de kabûl etmediği zaman, senin vazîfen kendini muhâfaza etmektir. O zaman, dalâlette olan kimse sana zarar veremez.” dedi.

Mekhûl hazretleri, kendi cemâati ile berâber oturuyordu. O sırada Mervan’ın torunu Yezîd bin Abdülmelik geldi. Orada bulunanlar, hemen ona yer ayırmak ve hazırlamak için kalktıklarında, Mekhûl hazretleri; “Yerinizde oturunuz, bırakın, bulduğu bir yere otursun. Böylece tevâzûu öğrenmiş olur.” buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEMİK DEDE



Gâziantep’te yaşayan büyük velîlerden. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Göksüncük köyünde bir âilenin yanında uzun süre kahyalık yapmıştır. Burada çift sürer, ekin eker, hayvan güder, dağdan odun kesip taşırdı. Yalan ve kötü söz söylemez, harama el uzatmazdı. Ağasından aldığı parayı hak etmek için hîlesiz çalışırdı.

Memik Dede, gereksiz yere ağaç kesmenin, adam öldürmek kadar kötü olduğunu telkin ederdi. Bu yüzden dağa oduna gittiğinde yıkılmış ölü ağaçlarla, çalı çırpı toplayıp gelirdi. Ağası bu duruma kızınca; “Kestiğim ağaç dallarının yerinden sanki insan öldürmüş gibi kan fışkırıyor.” derdi. Hayvanlara da iyi davranılması gerektiğini sık sık söylerdi. Bir gün hayvanlardan birisi geç geldi. Sebebini ineğe sorunca, inek Allahü teâlânın izniyle konuşmaya başladı. “Evin hanımı beni sağarken fazla süt almaya çalışıyor. Doymadan gelip istenilen sütü versem, yavrum aç kalıyor. Bu yüzden tam doymaya çalışıyorum.” dedi. Bunun üzerine Memik Dede durumu evin hanımına anlatarak, hayvana eziyet etmemesini tavsiye etti.

Memik Dede’nin ağası hac farîzasını yerine getirmek için Mekke’ye gitmişti. Bu sırada ağanın hanımı içli köfte yaptı ve; “Ah oğlum Memik! Ağan olsaydı da şundan yeseydi.” dedi. Memik Dede de; “İstersen biraz ver götüreyim.” dedi. Kadıncağız herhalde bir arkadaşına götürecek diye düşündü ve bir tabak doldurup verdi. Bir süre sonra ağa hacdan döndü. Âdet üzere köylüler tarafından karşılandı. Ağa hürmet gösterilmesi gereken kişinin Memik Dede olduğunu söyledi ve hacda iken getirdiği köfte tabağını çıkarıp gösterdi. Tarla sürmekten dönen Memik Dede, kerâmetinin ortaya çıktığını anlayarak oradan uzaklaştı. Yere sapladığı saban ve odunlar Allahü teâlânın izniyle yeşererek türbesinin yanındaki ağaçları meydana getirdi.

Memik Dede, ölümünden bir süre önce; “Şimdiye kadar ben size hizmet ettim, bundan sonra da siz bana hizmet edeceksiniz.” dedi. Vefât edince, saban odunundan yeşeren ağaçların yanına defnedildi. Türbe bakıcılığı babadan oğula kalmak sûretiyle, kahyalık ettiği âile tarafından yapılmaktadır.

Gâziantep bölgesinin Fransızlar tarafından işgâli sırasında Ermeniler birkaç defâ Göksüncük köyünü ve Memik Dede’nin türbesini yıkmaya geldiler. Fakat köye ve türbeye yaklaşamadan geri döndüler. Savaştan sonra Ermeniler, türbenin ve köyün etrâfında çok kalabalık bir askerin mevzilenmiş olduğunu gördüklerinden yaklaşamadıklarını söylediler.

Tekke ve zâviyelerin kaldırılması sırasında bir karakol komutanı bu türbeyi yıktırmak istedi. O anda üzerine bir fenâlık geldi ve bacakları tutmaz oldu. Köylü karakol komutanını türbenin içine götürerek altı gün orada bırakıp, baktılar. Komutan yaptığı hatâyı anlayıp, tövbe etti. Bir süre sonra iyileşti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MERKEZ EFENDİ


Osmanlılar zamânında İstanbul'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhûr oldu.Denizli'nin Sarhanlı köyünde, 1463 (H.86 senesinde doğdu. 1551 (H.959) senesinde İstanbul'da vefât etti.

Mûsâ Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Kuvvetli bir zekâsı ve ilim öğrenmeye aşırı bir hevesi vardı. Önce kendi memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul'daki medreselerde tahsîl yaparak; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî Tefsîri'nin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîline devâm ettiği sıralarda tekkelere gidip, oralardaki âlimlerin sohbetlerine katılırdı. Onların feyz ve bereketlerine kavuştukça, rûhunda bir rahatlama, nefsinde bir ezilme olduğunu görerek sevinirdi. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsîlini bitirdi. Çevresinde sayılan bir âlim oldu. İlimdeki yüksekliğini, zamânının âlimleri tasdîk ettiler. Nitekim, Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi'nin hürmet ve muhabbetini kazandı.

Mûsâ Efendi, Koca Mustafa Paşa'daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Fakat bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyâsında Sünbül Efendinin, kendi evine geldiğini gördü. SünbülEfendiyi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşyâ dayadılar ve üzerine de oturdular. FakatSünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandı. Bu sırada uyanan Mûsâ Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verdi. SabahleyinSünbül Sinân'ın câmiine gidip vâz ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturdu. Sünbül Sinân, vâz esnâsında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsîre başladı.Tefsîrden sonra; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ Mûsâ Efendi de anladı." buyurdu.Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrâr; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anlamadınız, Mûsâ Efendi de anlamadı." buyurdu. Mûsâ Efendi, hakîkaten bu anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Mûsâ Efendinin kürsî arkasında olduğunu, zâhiren görmediği hâlde anlamıştı.

Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca, Mûsâ Efendi huzûruna varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: "Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Meğer sen de hanımın da çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!" buyurunca, Mûsâ Efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affının kabûlü ve talebeliğe alınması için istekte bulundu. Sünbül Efendi, onu kabûl ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; "Artık Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında mârifet sâhibi olmak zamânıdır." buyurdu.

Bundan sonra Mûsâ Efendi hergün Sünbül Sinân'ın dergâhına gelip, ondan ders almağa ve hizmete başladı. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Mûsâ Efendiye; "Âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?" diye sordu. Mûsâ Efendi; "Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizâm içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez." dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; "Âferin Mûsâ Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun." dedi. Böylece Mûsâ Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur oldu.

Sünbül Efendinin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle mânevî dereceleri katetti. Pek zekî olan Merkez Efendi, hocasının terbiyesi altında riyâzet ve mücâhedeler yaparak, yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle, kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelerin sâhibi oldu. Hocasının kendisine icâzet, diploma verdiği sıralarda, Aksaray'da Kovacı Dede dergâhına hoca tâyin edildi. Kısa sürede, dergâh talebelerle dolup taştı.Merkez Efendinin nâmı her tarafa yayıldı. MerkezEfendi, hocası Sünbül Sinân'ın kızı Rahime Hâtun ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; "Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz." dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendinin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası Merkez Efendiye; "Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihânı kazandın." buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahime Hâtun'u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendiye nikâh etti ve evlendirdi.

Düğünden birkaç gün sonra, Sünbül Efendi, kızı Rahime Hâtun'un evine gitti. Evde kızı yemek yapıyordu. Fakat ocakta, odun yerine parmaklarından çıkan alevle yemeğini pişiriyordu. Kızının bu hâlini hayretle gören Sünbül Efendi; "Rahimecik ne yapıyordun?" diye sorunca; "Talebelere çorba pişiriyordum" cevabını verdi.

Yavuz Sultan Selîm Hânın kızı Şâh Sultan, zevci Sadr-ı âzam Lütfi Paşa ile Yanya'dan İstanbul'a gelirken, yolda eşkıyânın baskınına uğradı. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamânın evliyâsından Merkez Efendi karşılarına çıkıverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarına dikilen Merkez Efendiyi gören haydutlar, şaşkına döndüler. Eşkıyâ reisi, Merkez Efendinin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta buldu. Diğerleri de kaçıp orayı terkettiler. Eşkıyânın ortadan çekilmesiyle Merkez Efendi de bir anda kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfi Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendiyi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendinin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul'da Eyüb Bahariye'de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendiyi buraya tâyin ettiler. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez EfendiyeKânûnî Sultan Süleymân Hân, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Burada da aynı hizmete devam eden Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hânın annesinin isteği ve Sünbül Efendinin tenbihi üzerine Manisa'ya gitti. Vâlide Sultanın Manisa'da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa'da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcun yaptı. Bu mâcunu hastalar yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcunu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcunu diye şöhret bulan bu mâcun, şimdi de yapılmaktadır.

Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları hem zâhirî ilimlerde, hem de tasavvufta yükseltmek için, bâtın, kalb ilimlerini öğretirdi. Onların nefslerini terbiye için riyâzet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki: "Benim için hayr duâ ediniz. Siz günâhsız, mâsumsunuz. Sizin duâlarınızı Cenâb-ı Hak da kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette yüzü ak olsun." Çocuklar duâ edince de; "Yâ Rabbî! Bu mâsumların duâlarını red eyleme." diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametliydi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.

Merkez Efendi, bülûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; "Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nâfile olmuş olur." buyururdu.

Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışır görse, yanına varır ve; "Îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında mâlûmâtın var mı?" der, bilmiyorsa anlatır. "Mü'min ile kâfiri ayıran fark, namazdır" hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet edilmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklenmesini, aç bırakılmamalarını da tenbih ederdi. İşe başlarken; "Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum." diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevap verileceğini ve günahlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün herbir tânesinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasîhatler ederdi.

İnsanlara vâz ve nasîhat verirken gözlerini kapayarak anlatırdı. Fakat orada olanları kalb gözü ile görürdü. Merkez Efendi Balıkesir'e gittiğinde, bir Cumâ günü namazdan sonra kürsiye çıkıp vâz etti. Halk, Merkez Efendiyi tanımadıkları için, pek iltifât etmediler. Vâzı dinlemeyip, teker teker câmiden çıkarak gittiler. Ve birbirlerine; "Halvetî yolunun büyüklerindenmiş." diyorlardı. Herkes çıktıktan sonra, müezzin efendi elinde kapının anahtarı olduğu hâlde kürsînin yanına varıp, gözü kapalı olarak konuşan Merkez Efendiye; "Hoca efendi! Giderken câmiyi açık bırakma. Anahtarları buraya bırakıyorum. Çıkarken kitlemeyi unutma!" dedi. Merkez Efendi gözünü açmadan; "Müezzin efendi, sen de işine gidebilirsin. Bizim sohbetimizi siz dinlemiyorsunuz, fakat melâike-i kirâm dinlemektedirler." buyurdu ve vâzına devâm etti. Biraz sonra câmiden gidenlerin hepsi geriye döndüler. O kadar çok insan toplandı ki, cemâati câmi almaz oldu.

Merkez Efendi Manisa'da iken, Hocası Sünbül Sinân hazretleri 1529 (H. 936) da hastalandı. Vefâtından önce talebeleri; "Efendim! Sizden sonra kime tâbi olalım?" diye sordular. Onlara; "Taşradan ilk gelecek dostumuz yerimize geçecek." buyurdu. Sünbül Sinân'ın vefâtından sonra, talebeler, merakla taşradan gelecek olan dostu beklediler. Bu sırada Manisa'da bulunan Merkez Efendinin gönlüne bir kor düşüp yollara düştü. Hocasının vefâtından on gün sonra İstanbul'a geldi. Sünbül Sinân'ın çok sevdiği talebelerinden Yâkub Germi-yanoğlu, Sünbül Efendinin yerine geçmiş, talebeleri okutmağa başlamıştı. Merkez Efendi, hocasının Koca Mustafa Paşa'daki dergâhına gitti. Dergâhta bulunan yeni talebeler Merkez Efendiyi tanımıyorlardı. Yâkûb Germiyanoğlu, Merkez Efendiyi kendi odasına dâvet etti. O gece Yâkûb Efendi, Sünbül Efendinin yerine kimin geçmesi lâzım geldiğini anlamak için istihâre namazı kılıp duâ etti. Rüyâsında, büyük bir meydana kalabalık bir meclis kurulmuş. Peygamber efendimiz de hazır bulunmaktaydı. Peygamber efendimizin karşılarında bir kürsî vardı. Kürsînin üzerinde de Merkez Efendi oturmakta ve "Tîn" sûresinin tefsîrini yapmaktaydı. Tefsîri yaparken, başındaki sarığın bâzan yeşil, bâzan siyah olduğunu gördü. Yanındakilere bunun mânâsını sorduğunda; "Yeşil renk, dînin zâhirî ilimlerinde, siyah renk de dînin bâtınî ilimlerinde kemâl mertebesindeki olgunluğa işârettir." cevâbını verdiler. Ertesi gün Yâkûb Germiyanoğlu, talebeleri toplayarak rüyâsını olduğu gibi anlatınca, hepsi Merkez Efendiye tâbi olup, hocaları Sünbül Sinân hazretlerinin halîfesi kabûl ettiler. O günden sonra, talebeleri Merkez Efendi yetiştirmeğe başladı.

Merkez Efendi bir gün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti. Diyordu ki: "Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yeryüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishâneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni sıtma hastalığına şifâ olarak yarattı." Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; "Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak" buyurdu. Kazdılar, kırmızımtrak bir su çıktı. Kuyu hâline getirdiler. Niyet kuyusu ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı.

Merkez Efendi, senelerce o dergâhta talebelere ders vererek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul'un çeşitli câmilerinde halka vâz ve nasîhatlerde bulundu. Onun vâzında câmiler dolar taşar, oturulacak yer kalmazdı.

Merkez Efendinin ömrü, hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymakla, hayr ve hasenât yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti. 1551 (H.959) senesi Rebî'ul-âhir ayının on yedisine rastlıyan Perşembe günü, talebelerine son vasiyetini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâzesini Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi yıkadı. Cumâ günü Fâtih Câmiinde, misli görülmemiş bir kalabalık toplandı. Ebüssü'ûd Efendi cenâze namazını kıldırdı. "Dünyâda bu kimseyi riyâsız olarak görmüştük." dedi. Sonra, kabrine götürülmek üzere omuzlarda taşınmağa başlandı. Herkes, bu âlim ve velîye hizmet edip, âhirette şefâatine kavuşmak aşkıyle tabutu taşımak için birbirleriyle yarışıyordu. Öyle ki, bâzan kalabalıktan sıkışan, güç durumlara düşenler bile oluyordu. Kalabalığın çok olması sebebiyle, uzun bir sürede, Topkapı surlarının dışında Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkedeki kabrine Ebüssü'ûd Efendinin bizzat kendi eliyle defnedildi.

Merkez Efendinden sonra, yerine oğlu ve halîfesi Ahmed Efendi talebe yetiştirmeye devâm etti.

ISMARLAMAYINCA GELMEZSİN

Mısır defterdarlığından emekliye ayrılan Dehânîzâde'nin babası Kâtip Mehmed Çelebi anlattı: "Sünbül Sinân Efendi benim hocamdı. O vefât ettikten sonra üç sene, halîfesi olan Merkez Efendiye hiç gitmemiştim. Bir gece rüyâmda hocam Sünbül Efendiyi gördüm. Buyurdu ki: "Mehmed Efendi! Niçin gaflet edip Merkez Efendiye teslim olmazsın? O benden daha üstündür. Hemen var, eksik kalan eğitimini tamamla!" SabahleyinMerkez Efendinin huzûruna gittim. Beni görünce; "Ismarlamayınca gelmezsin. Fakat benden üstündür deyince gelirsin. Hâlbuki hocamızın benden üstündür demesinin sebebi, senin hakkımdaki kötü zannını bertaraf etmek içindir. Yoksa kıyâmet gününde yüksek hocamızın sancağı altında haşrolmayı ümîd ederiz." dedi. Şaşırdım kaldım ve tövbe edip talebesi oldum."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MERZÛK SÂRİFÎ


Zebid şehrinde yetişen evliyânın bü-yüklerinden. İsmi, Merzûk olup, babasınınki, Hasan’dır. Nisbesi Yemenî’dir. Babası, Züâl’den gelip Zebid’de yerleşmişti. Doğum târihi belli değildir. Merzûk hazretleri orada yetişti. İbrâhim-i Çeştî, Merzûk Sârifî, Ahmed-i Sayyâd, Ebû Gays bin Cemîl, Muhammed Hâkimî ve başka âlimlerin sohbetinde bulundu. Kendisi de birçok talebe yetiştirdi. Keşif ve kerâmet sâhibi, evliyânın büyüklerindendir. Ümmî idi. Yâni okuması yazması yoktu. Fakat Allahü teâlânın inâyeti, yardımı ile çok ilim sâhibi olmuştu. Her âlim ile bildiği ilimlerle ilgili olarak konuşurdu. Yâni birçok ilimde söz ve ihtisas sâhibiydi. Dostlarına çok faydalı olurdu. Herkes kendisinden çok istifâde ederdi. Talebelerini çok güzel yetiştirirdi. Evlâdından, soyundan çok âlim gelmiş olup, kendilerine Benî Merzûk denilmiştir. Merzûk Sârifî, bu âlimler sülâlesinin ceddi, atasıdır. Zebid şehrinde ilim öğrenmek isteyen herkes kendisine gelip, talebe olurdu. Herkes tarafından tanınır ve sevilirdi.

Torunlarından Yahyâ-i Merzûkî, Benî Merzûk evliyâsını, âlimlerini anlatan bir kitap yazmıştır. Bu kitapta şöyle anlatıyor: Bir defâsında, zamânın sultanı, Merzûk Sârifî’yi bir ziyâfete dâvet etti. Maksadı, onun hâlini iyice anlamak, imtihan etmek, denemekti. Kerâmet sâhibi olduğu söyleniyor, bakalım aslı var mı? düşüncesiyle hareket ediyordu. Bir sığır ve bir de at kestirip, etlerini ayrı ayrı pişirttirdi. Ayrı ayrı tabaklara koydurdu. Sonra Merzûk Sârifî’yi sofraya dâvet ettiler. Merzûk Sârifî talebelerinden bâzılarıyla gelip sofraya oturdu. Sultanın adamları da sofraya oturdular. Merzûk Sârifî, içinde sığır etinin bulunduğu tabakları talebelerinin önlerine dağıttı. İçinde at eti bulunan tabakları da sultanın adamlarının önlerine koydu. Sultan dikkatle tâkib ediyordu. Sığır etlerinin hepsinin Merzûk Sârifî ve talebelerine, at etlerinin de kendi adamlarına geldiğini görünce, çok hayret etti. Tabaklar önceden, sâdece sultanın bileceği şekilde karıştırılmıştı. Merzûk Sârifî ise, bu tabakları hiç yanlışlık olmadan ayırıyor, sığır etlerini kendi talebelerine, at etlerini de sultanın adamlarına ayırıyordu. Sultan bir ara; “Bunların hepsi temiz ettir. Niçin ayırıyorsunuz?” deyince, Merzûk Sârifî; “Bu tabaktaki etler, fakirlere (bizlere) lâyıktır. Diğer tabaklardaki etler de, sultanların adamlarına, hizmetçilerine lâyıktır.” buyurdu. Bunları işiten Sultan, Merzûk Sârifî’nin fazîlet ve yüksekliğini anlayarak, hemen yanına yaklaştı. Merzûk Sârifî’nin elini öptü, ondan nasîhat istedi. “Lütfen bana emrediniz! Hüküm vermekte nasıl davranayım?” dedi. Merzûk Sârifî de ona nasıl davranması îcâb ettiğini açıklayarak, çok nasîhatlerde bulundu.”

Merzûk Sârifî’nin oğullarından birinin, bir kimsede alacağı vardı. Bir zaman sonra o kimseden alacağını istedi. O kimse borcunu inkâr ettiği gibi, Merzûk Sârifî’ye gelerek, borcu olmadığı halde oğlunun kendisinden para istediğini bildirip, şikâyette bulundu. O da oğlunu çağırıp, ona; “Sen borcu, alacağı, malı boşver! Nasıl olsa öleceksiniz. Zâten ecelin geldi.” buyurdu. O oğlu, o mecliste vefât etti.

Merzûk Sârifî 1222 (H.619) senesinde vefât etti. Saltanat ehlinin kabirlerinin bulunduğu Bâb-ü Sihâm Kabristanına defnedildi. Kabri, Sultan Muzaffer bin Resûl’ün yanında olup, ziyâret edilmekte, ziyâret edenler mübârek rûhâniyetinden istifâde etmektedirler. Ziyâret edip, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ edenlerin duâlarının kabûl edildiği çok görülmüştür.

Vefâtından senelerce sonra idi. Emîrlerden (vâlilerden) İbn-i İydemir isminde birisi vefât etti. Merzûk Sârifî’nin kabrinin yakınında bunu defnettiler. O zamandaki âdetlere göre, böyle birisi vefât edip defnedilince, kabrin üzerine bir çadır kurulur, ölen kimsenin yakınlarından bir grup kimse o gece o çadırda yatardı. Bu ölen kimse için kurulan çadırda da, amcasının oğlu ve bir grup kimse yattılar. Ölen kimsenin amcasının oğlu olan kimse, o gece çadırda uyurken rüyâsında gördü ki, bir grup melek, deveyi andıran bir ateş (ateşten bir deve) getirdiler. Üzerinde de ateşten bir mahmil (sandık) vardı. O gün vefât etmiş olan amcasının oğlunu, kabrinden çıkardılar ve getirdikleri ateşten sandığa koymak istediler. O ise ateşin şiddetinden, kendisine gelen bu sıkıntıdan dolayı feryâd ediyor, imdâd istiyordu. Bu sırada, Merzûk Sârifî kabrinden çıkıp oraya geldi ve meleklere; “Onu bırakınız!” buyurdu. Melekler onu görünce çok hürmet ettiler ve; “Ey efendimiz! Biz buna böyle yapmakla emrolunduk.” dediler. O da; “Rabbim beni bu kimseye ve yakınımdaki kabirlerde bulunanlara şefâatçi eyledi.” buyurdu. Bunun üzerine melekler onu bırakıp gittiler. Sabah olunca, rüyâyı gören kimse rüyâsını insanlara anlattı. O çadırı oradan kaldırdılar.

İNANMAZSAN BAK

Zamânın kâdısı Zebid’de bir câmi yaptırmıştı. Câmi inşâatı tamamlanmış, mihrâbın yerleştirilmesine sıra gelmişti. Kalabalık bir cemâat toplanmıştı. Merzûk Sârifî de cemâat arasındaydı. Zâten evi de, yeni yapılan mescidin hemen yakınındaydı. Mihrâbın tam düzgün yerleştirilmediğini görünce, kâdıya mürâcaat ederek durumu bildirdi. Kıble istikâmetinin tam o şeklide olmadığını, biraz daha dönülmesi îcâb ettiğini söyledi. Kâdı ise bunu kabûl etmedi ve muhâlefet etti. Merzûk Sârifî kâdıya; “Kıble böyledir. İnanmıyorsan bak. İşte Kâbe-i muazzama!” buyurdu. Kâdı, Merzûk Sârifî’nin bildirdiği şekilde durarak bakınca, Allahü teâlânın izniyle Merzûk Sârifî’nin bereketiyle, tam karşısında Kâbe-i muazzamayı gördü. Orada bulunan cemâatin hepsi de gördüler. Mihrâbı da, Merzûk Sârifî’nin bildirdiği şekilde yerleştirdiler.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MESRÛK BİN EL-ECDÂ

Tâbiînden meşhûr fıkıh ve hadîs âlimi. İsmi Mesrûk bin el-Ecdâ bin Mâlik el-Hemedânî el-Vedâî’ el-Kûfî olup, künyesi Ebû Âişe’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Hazret-i Ali zamânında 683 (H.63)te şehîd oldu. Çok âbid (ibâdet eden) bir zât olup sika (güvenilir, sağlam) âlimlerdendir. Aslen Yemenlidir. Hazret-i Ebû Bekr zamânında Medîne-i münevvereye geldi. Daha sonra Kûfe’ye yerleşti. Kadisiye Savaşına katıldı ve bu savaşta yaralandı. Hissesine de bir câriye düştü. Geçimini Fırat Nehrinden su getirip satmakla temin ederdi. Hazret-i Ömer ile karşılaştığı zaman, Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sordu. “Mesrûk bin el-Ecdâ.” diye cevap verdi. Hazret-i Ömer; “Ecdâ.” şeytandır. Sen Mesrûk bin Abdurrahmân’sın buyurdu. Bundan sonra bu isimle tanındı. Ecdâ lügatta, çekişip, kötü söz söyleyen mânâsına gelmektedir.

Mesrûk bin el-Ecdâ, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali, hazret-i Muâz ibni Cebel, İbn-i Mes’ûd, Mugire bin Şu’be, Zeyd bin Sâbit, İbn-i Ömer ve hazret-i Âişe, Ümmü Seleme, ve birçok Eshâbdan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Şa’bî, İbrâhim Nehâî, Ebû İshak Es-Sebîî’, Mekhûl eş-Şâmî ve birçok âlim Mesrûk bin el-Ecdâ’dan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İlim öğrenmek için çok çalışırdı. İmâm-ı Şa’bî; “Ondan daha çok ilim öğrenmek isteyen bir kimse görmedim.” sözleriyle bunu anlatmak istemiştir. İbrâhim Nehâî; “Mesrûk, İbn-i Mes’ûd’un talebesiydi ve müslümanlara sünnet-i Resûlullah’ı öğretirdi.” buyurmuştur. Tâbiînin büyüklerinden İmâm-ı Şa’bî; “Mesrûk, fetvâyı Kâdi Şüreyh’ten, Şüreyh de kâdılığı (hâkimliği) ondan daha iyi bilirdi.” buyurmuştur. Abdullah ibni Mes’ûd’un talebeleri içinde en eski olanı ve hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali arkasında namaz kılanı Mesrûk’tur. İclî ise; “O, Tâbiînden Kûfeli sika bir râvidir. Abdulah bin Mes’ûd’ dan Kur’ân-ı kerîm tilâveti ve fıkıh öğrenirdi.” buyurmuştu. Rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfler sahîh olup, Kütüb-i Sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almıştır. İbn-i Hibbân, onun sika (güvenilir, sağlam) râvilerden olduğunu zikredip; “Mesrûk, Kûfe ehlinin en çok ibâdet edenlerindendi.” demiştir. Hanımı diyor ki: “Mesrûk bin el-Ecdâ o kadar uzun namaz kılardı ki, namazdan ayakları şişerdi. Allahü teâlâya yemin ederim ki, fırsat bulup onun arkasına oturduğum zaman hâline acır ve ağlardım.” diyerek onun hâlini anlatmaktadır. Ramazanda imâm olduğunda bir rekatta Ankebût sûresini baştan sona okurdu. Hacca gittiği zaman secdeden başka bir şey için başını yere koymamış, hiç uyumamış hep ibâdetle meşgûl olmuştur.

Buyurdu ki: “Mezarında, Allahü teâlânın azâbından emin, dünyâ sıkıntısından uzak ve rahat olan bir kimseye gıbta ettiğim kadar hiç kimseye gıbta etmem.”

Her yaptığı işi Allah rızâsı için yapar, hep âhireti düşünürdü. Bir gün bir zâtın işine yardım eti. O zât da ona bir hizmetçi hediye etti. Mesrûk bin el-Ecdâ buna üzüldü. Hizmetçiyi geri gönderdi ve işine yardım ettiğim zaman kalbindekini bilseydim, işine hiç bakmazdım. Artık bundan sonra işinde sana yardımcı olmam.” buyurdu.

Mesrûk bin el-Ecdâ arkadaşlık haklarına son derece riâyet eder ve verdiği sözü yerine getirmeye çok dikkat ederdi. Arkadaşı Hayseme’nin ağır borcunu ödemek için kendisi borç altına girmiş ve onun haberi olmadan borcunu ödemiştir. Kendisine; “Bir mü'mini öldüren için tövbe uygun mudur, kabûl edilir mi?” diye sorulunca; “Allahü teâlânın açtığı kapıyı ben kapatamam.” diye cevap verdi.

HAYIRLISI BUDUR

Mesrûk son derece tevekkül sâhibiydi. Tevekkül sâhibi olanları da severdi. İmâm-ı Gazâlî İhyâu Ulûmiddîn kitabında şöyle yazmaktadır: Mesrûk bin el-Ecdâ buyuruyor ki: “Çölde yaşayan bir bedevînin bir merkebi, bir köpeği, bir de horozu vardı. Horoz kendilerini sabah namazı için uyandırır, köpek bekçilik yapar, merkeb de su ve çadırlarını taşırdı. Fakat bu bedevi son derece tevekkül eden ve her şeyi hayra yoran bir kimseydi. Bir gün tilki horozunu çaldı. Âile fertleri buna üzüldü. Fakat bu zât; “Belki hakkımızda hayırlısı budur.” dedi. Bir müddet sonra kurt merkebini parçaladı. Yine çoluk çocuğu üzüldü. Adam; “Belki hayırlısı budur.” dedi. Bir müddet sonra köpek de öldü. Adam yine; “Belki hakkımızda hayırlısı budur.” dedi. Bir gün sabahleyin baktılar ki, etraflarındaki komşular eşkıyâlar tarafından esir alınıp götürülmüşler. Çünkü gece onların hayvanları gürültü yaparak yerlerini belli edince, eşkıyalar bunların yerlerini kolayca tesbit etmişler. Fakat bunların hayvanı olmadığı için, eşkıyalar karanlıkta bunları fark edemeyince bunlar kurtulmuştur. Demek ki bunların hakkında hayırlısı, adamın dediği gibi bunların alınması, ölmesi imiş. Allahü teâlânın gizli lütuflarını ve ihsânlarını bilen ve O’na tevekkül eden; O’nun işinden râzı olur.” buyurarak onun tevekkül ve rızâsından haber veriyor, delil gösteriyor.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
METBÛLÎ



Evliyânın büyüklerinden. İsmi İbrâhim, babasınınki Ali’dir. Nisbetleri Ensârî, el-Metbûlî olup, lakabı Burhânüddîn’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1473 (H.877) senesinde Kudüs’e giderken, yolda Südûd denilen köyde vefât etti.

Verâ, takvâ ve zühd sâhibi olan Metbûlî’nin çok kerâmetleri görüldü. Metbûlî, eski Kâhire’nin El-Hüseyniyye mevkiindeki Emîr Şerefüddîn Câmiinin yakınında leblebicilik yapardı.

Metbûlî, Resûlulah efendimizi rüyâsında çok görürdü. Rüyâlarını annesine anlatırdı. O da; “Er o kimsedir ki, Resûlullah efendimiz ile uyanık iken görüşür.” derdi. Bir zaman sonra, Resûlullah efendimizi uyanık bir halde iken görüp konuştuğunu haber verdi. Annesi; “İşte evlâdım, şimdi sen erlik mertebesine kavuştun.” dedi.

Metbûlî, Birket-ül-Hâc mevkiinde bulunan dergâhın tâmiri için, Resûlullah efendimiz ile istişârede bulundu. Resûlullah efendimiz ona hitâben; “Ey İbrâhim! O dergâhı tâmir et. Allahü teâlânın izniyle o dergâh; hacılar, yolcular ve misâfirler için çok güzel bir barınak olacaktır. Doğu tarafından Mısır’a gelen her çeşit belâya da kalkan ve siper olacaktır. Burası mâmûr olduğu müddetçe, Mısır da mâmûr olacaktır.” buyurdu.

Metbûlî, Birket-ül-Hâc mevkiine yakın yerde hurma ağaçlarını dikerken, birkaç yerde kuyu açtırdığı hâlde su bulamadı. Bu hususta da Resûlullah’tan izin istedi. Resûlullah efendimiz de buyurdu ki: “İnşâallahü teâlâ, yarın sana Ali bin Ebî Tâlib’i gönderirim. O da sana, hazret-i Şuayb’ın vaktiyle koyunlarına su verdiği kuyusunu gösterir.” Ertesi gün, Metbûlî, kuyunun yerini gösteren bâzı alâmet ve işâretleri gördü. Orasını kazdırdı. Hazret-i Şuayb’ın kuyusuna rastladı ve bu kuyuyu açtı. O kuyu hâlâ açıktır ve istifâde edilmektedir.

Bir kadın Metbûlî’ye gelip, yana yakıla ağlayarak, oğlunun Frenkler tarafından esir edilip götürüldüğünü, onun kurtarılmasını istedi. Metbûlî, derhâl Bismillâh deyip duâ etti ve; “İşte oğlun geliyor.” buyurdu. Kadıncağız, biraz öteden gelen oğluna doğru koşup boynuna sarıldı. Metbûlî, yanındaki talebelerine dönüp; “Yavrularım, şâhid olunuz ki, Allahü teâlânın bu asırda duâları ânında kabûl olan kulları vardır.” buyurdu.

O zamanda yaşayan İbn-i Bakarî adlı bir kişi, birisine zulmedip, o kimse ve çocuklarının sütünü sağdıkları ineği gasbetti. O mazlum kişi, gelip durumu Metbûlî’ye arzetti. Metbûlî de hemen merkebine bindi ve İbn-i Bakarî'nin evine gitti. İbn-i Bakarî, Metbûlî’yi görür görmez yaptıklarına pişmân oldu ve gasbettiği malı geri gönderdi.

Talebeleri ile birlikte kırlık bir arâziye gitmişti. Talebeleri acıktıklarından, canları, çeşitli kaplar içinde çeşitli yiyecekleri istedi. Metbûlî onlara, abdestleri alıp daha sonra gelmelerini söyledi. Talebeler geri döndüğünde, hocalarının yanında kendileri için hazırlanmış, çeşitli porselen kaplar içinde arzuladıkları yiyecekleri buldular. Yûsuf el-Kürdî dedi ki: “Biz o yiyeceklerden yedik. Daha sonra hocamız ayrıldı. Biz de sofrayı yayılı bir halde bırakıp ayrıldık.”

Sultan Kayıtbay zamânında kıtlık oldu. Metbûlî’nin dergâhına beş yüz kişi geldi. Metbûlî, her gün bunlara ölçek ölçek hamur yoğurtup, katıksız yavan ekmek verdi. Bir zaman geldi, oradakiler Metbûlî’den katık istediler. O da hizmetçisine emredip; “Hurmalığın ortasındaki hasırı kaldır ve ihtiyaç kadar parayı oradan al.” buyurdu. Hizmetçi gidip baktığında, hasırın altında; yukarıdan aşağı doğru oluk gibi akan altın ve gümüşler gördü. İhtiyaç kadar alıp, gelen misâfirler için onunla katık aldı. Bir ara dergâhın hizmet işleriyle uğraşan bu hizmetçi, Metbûlî’ye; “Efendim, mâdemki bu kadar zenginsiniz, müsâade buyurun da bu paradan fakirlere bol bol verelim.” dedi. Metbûlî; “İhtiyaç kadar vardır.” buyurdu. Daha sonra hizmetçi, parayı gördüğü yere gidip baktığında, hiçbir şey göremedi. Orasını kazdığı halde, yine hiçbir şey bulamadı.

Malına ve makâmına güvenip başkalarına zulmeden birisi, Metbûlî’ye dil uzattı ve; “Varsın Şeyh beni üflesin.” diye alay etmeye başladı. O kişinin bu küstahlığını işiten Metbûlî, haber gönderip; “Ben üfürükçü değilim. Ancak okumu hangi hedefe yöneltirsem tam isâbet eder.” buyurdu. O esnâda helâya girmiş bulanan o kişi gecikince, adamları helânın kapısını açtılar, helâ çukuruna yüzünü koymuş bir şekilde can verdiğini gördüler.

Metbûlî’nin Mısır’da öğle namazını kıldığını hiç kimse görmediği için, bâzı kimseler ileri geri konuştular. O kimselerden biri Şam’a gitti ve oranın Beyaz Câmisinde Metbûlî’nin namaz kıldığını gördü. Câminin imâmına, onunla ilgili bâzı şeyler sordu. İmâm da, Metbûlî’nin her gün burada öğle namazını kıldığını söyledi. Bu hâli öğrenen kişi, yaptıklarına pişmân olup tövbe etti.

İbrâhim el-Metbûlî, bir gün bir su kenarında olan birisinin ziyâfetine gitti. Ev sâhibi misâfirlere hizmet etmekle meşgûl iken, üç yaşındaki çocuğu suya düştü. Fakat kimse farkında olmadı. Çok sonra haberi oldu. Telaşla Metbûlî’ye koşup durumu anlattı. O da; “Şimdi doğruca Zâhir Câmiinin karşısındaki köprüye gidiniz, orada olması lâzım.” buyurdu. Hemen oraya gittiler ve orada buldular. O çocuk, uzun seneler yaşadı.

Necm-ül-Gazzî şöyle anlatır: “Kâdı’l-kudât Şeyhülislâm Kemâlüddîn et-Tarîl, neseb olarak Türk idi. Kemâlüddîn, çocukluğunda ez-Zeydâniyye denilen yerde güvercinlerle oynardı. Bir gün, İbrâhim el-Metbûlî talebeleri ile birlikte oradan geçerken, kuşlarıyla oynamakta olan Kemâlüddîn’e dönüp; “Şeyhülislâm Kemâlüddîn’e merhabâ.” buyurdu. Talebeleri, hocalarının o çocuğa latîfe yaptığını zannettiler. Çocuk, o günden îtibâren oyunu terk edip, Kur’ân-ı kerîmi öğrendi. İlim tahsîl etti. İbrâhim el-Metbûlî’nin talebelerinden olup da yaşayanlar, o gencin, çok önceleri hocalarının müjdelediği, fakat kendilerinin anlayamadığı büyük âlim Şeyhülislâm Kemâlüddîn olduğunu gördüler.”

Şeyh Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Bir zaman Benî Haram kabîlesi mensupları, Benî Vâil kabîlesinin şerrinden (zararından) kaçarak, İbrâhim el-Metbûlî’ye geldiler ve dergâha yerleştiler. Bunun üzerine Metbûlî bir elçi gönderip, Benî Haramlılarla barışmalarını teklif etti. Onlar da; “O, talebeleriyle dağlarda bol bol gezip dursun. Böyle işlere burnunu sokmasın. Zîrâ biz, düşündüğümüzü yapacağız.” diye bildirdiler. Bunun üzerine Metbûlî hiddetlendi ve; “Rabbime yemîn ederim ki, bu andan kıyâmete kadar, bu kabîle, baş olamayacaktır.” buyurdu.” Şa’rânî dedi ki: “Zamânımıza kadar bu kabîle dağıldı ve başkalarının esâretinde yaşadı.”

El-Matariye civârında, koyun otlatan çobanlarla Metbûlî’nin talebeleri arasında anlaşmazlık oldu. Bunun üzerine çobanlar, Mısır’dan gelmekte olan İbrâhim Metbûlî’nin üzerine köpeklerini salıvermek sûretiyle intikam almak istediler. Boyunları demir halkalı ve çivili olan on kadar çoban köpeği, Metbûlî’nin üzerine saldıracakları sırada, onu görünce saldırmak yerine münisleştiler ve kuyruklarını sallamaya başladılar. Sonra da geri dönüp kendi sâhiplerine saldırdılar ve onları yaraladılar. Daha sonra köpekler, Metbûlî’nin yanına gelip, hizmetinde bulundular.

İbrâhim el-Metbûlî buyurdu ki: “Tekebbür etme, tevâzu sâhibi ol. Böylece yüksek mertebelere kavuşursun.”

“Kalbini dünyâ muhabbetinden temizle ki, kalbine, îmân kanalları açılsın. Kalbini temizlemeyenin kalbine îmân kanalları açılmaz.”

“Sanatı olmayan kişiyi sevmem. Zîrâ herkesi dilenmekten kurtaracak şey, onun sanatıdır.”

BABANIN RIZÂSI

Metbûlî bir gün, çok ibâdet eden, çok hayır ve hasenâtta bulunan, herkesin hâlini övdüğü bir talebesine; “Evlâdım, çok ibâdet etmene rağmen dereceni düşük olarak görüyorum. Umulur ki, baban senden râzı değildir.” buyurdu. Talebe de; “Evet efendim, babam benden râzı değildir.” dedi. Bunun üzerine Metbûlî; “Babanın mezarını tanıyorsan, kalk oraya gidelim, ziyâret edelim. Belki senden râzı ve hoşnûd olur da, ameline uygun yüksek mertebelere çıkmış olursun.” buyurdu. Gencin; “Peki efendim.” demesi üzerine, berâberce kabristana gittiler. Bundan sonrasını, Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kabristana gidip o gencin babasının mezarını ziyâret ettiğimizde, babası başını kabirden çıkardı ve başındaki toprakları sağa sola saçtı, sonra doğruldu. O zaman Metbûlî; “Ey Allahü teâlânın kulu! Bu sâlih kimseler, oğlun hakkında, senin hakkını helâl etmeni istemek için geldiler. Tâ ki o, kavuşamadığı mânevî derecelere yükselsin.” buyurunca, babası; “Siz şâhid olunuz ki, ben ondan râzı oldum ve hakkımı helâl ettim.” dedi. Metbûlî de; “Şimdi siz, rahatça mezarınıza giriniz.” buyurdu. O gencin babası, kabrine girip uzandı. Bu kabir, Hüseyniyye’deki Şerefüddîn Câmiinin yakınındaydı.”

BAŞKASINA SÖYLEME

Şeyh Cemâlüddîn Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Bir gece, memleketim olan Hısn-i Kehf şehrindeki âile efrâdımı özledim. Metbûlî’ye, ikindi namazından sonra bu arzumu arz ettim. Bana; “Allahü teâlânın izniyle senin dileğin yerine gelecektir.” buyurdu. Câmideki halvethâneme girip, ikindiye mahsus dersimi okudum. Kendimi, Hısn-i Kehf’de gördüm. Konu komşu gelip hal ve hatırımı sordular. Evimize girdim. Anneme ve babama selâm verdim. Onların yanında bir müddet kaldım. Köy câmisinde hutbeler okudum. Sonra, hocam Metbûlî’yi görmeyi arzuladım. Annem ve babamdan izin isteyip, şehrin dışında bir yere çıktım. O esnâda kendimi Birket-ül-Hâc’daki halvethânemde buldum. Dışarı çıkıp arkadaşlarıma selâm verdim. Hiç kimse, bana yolculuktan dönen kişi muâmelesi yapmadı. Onlara dokuz aydır ayrı olduğumu ve seferden geldiğimi söylediğimde, o esnâda hocam Metbûlî gelip; “Yavrum, yanındaki sırları herkese söyleme.” buyurdu. Daha sonra vâlidem Mısır’a geldi ve hocama; “Efendi, eğer güzel hatırınız olmasaydı, bir seneye kadar biz Yûsuf’u kolay kolay bırakmazdık.” dedi. “Yıllarca yapılacak şeylerin bir anda yapılması çok görülmüştür. Allahü teâlâ, Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmı, Mîrâc gecesi bir anda göklere götürüp getirdi. Döndüğünde, yatmış olduğu yerin soğumamış olduğunu gördü. Allahü teâlâ, zamânı genişletmektedir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEVLÂNÂ EBÛ SAÎD EVBEHÎ


Ubeydullah-ı Ahrâr'ın talebelerinden büyük velî. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. On beşinci asrın sonlarında yaşamıştır.

Küçük yaşta tahsil hayâtına başlayan Mevlânâ Ebû Saîd'de, medresede okurken bir gün zâhirî ilimlere karşı soğukluk, tasavvufa ise bir rağbet hâsıl oldu. Medreseden ayrılıp, gönül ehli rehber aramaya başladı. Yolda giderken, ilim talebelerinden birine rastladı. "Nereden geliyorsun?" diye sorunca; "Kuh-i Nûr denilen yerde Şeyh İlyâs Işkî nâmında bir zâtın yanından geliyorum." dedi ve o zâtı anlata anlata bitiremedi. Bunun üzerine gayr-i ihtiyâri bu zatın sohbetinde bulunmak için huzuruna gitmeye karar verdi. Kuh-i Nûr'a doğru yola çıktı. Yolda Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin dergâhına uğradı. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr bir yerden gelmiş, attan iniyordu. Kendi kendine; "Hâce hazretlerini hiç görmedim. Önce onu görüp, sohbetini dinleleyim, sonra Kuh-i Nûr'a gideyim." dedi.Bu düşünce ile Hâce'nin peşinden dergâha girdi.Hâce'nin karşısına oturdu. Bir müddet sükûttan sonra Hâce Ubeydullah mübârek başını kaldırıp, ona doğru bakarak:

Sohbetimde kal, ne işin var dağda
Sığınak yok, bugün gördüğün dağda.

beytini okuyunca, hâli değişti. İçinden; "Eğer bu beyti benim için okudularsa, bir kere daha okusalar." dedi. Bunun üzerine Hâce Ubeydullah, Mevlânâ Ebû Saîd'e doğru dönüp; "Mevlânâ Ebû Saîd! Bu beyit senin içindir." diyerek tekrar okudu. Daha sonra Hâce Ubeydullah dergâhtan ayrıldı. Mevlânâ Ebû Saîd, ismini söylemesinden ve Kûh'e gideceğini kimse bilmediği halde, oraya gitmemesine işâret etmesinden dolayı hayret etti. Hemen kaldığı medrese talebelerine, kitaplarım ve eşyâlarım sizlerin olsun diye haber gönderdi.

Bu karşılamadan sonra Mevlânâ Ebû Saîd, Hâce Ubeydullah'a bağlanarak, derslerine devâm etti. Bir sene sonra, zaman zaman hocasının iltifatlarına kavuştu. Bu iltifatları bir ara kesildi. Bunun üzerine Mevlânâ Ebû Saîd'de öyle bir kabz, sıkıntı ve daralma hâli meydana gelip helâk olma noktasına geldi. Bu hal yirmi gün kadar devâm etti. Mevlânâ Ebû Saîd bâzı büyüklerin; "Teheccüd namazından sonra Yâsîn-i şerîf okuyup sonra her ne duâ edilirse, makbûl olur." sözüne izâfeten bir gece teheccüd vaktinde Yâsîn-i şerîf okuyup; "Yâ Rabbî! Eğer bende hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini rahatsız eden bir şey varsa, onu benden gider. Eğer benim istidâd ve kâbiliyetimde hocamı rahatsız edecek bir hâlim varsa vücûdumu ortadan kaldır veya beni bu dergâhtan uzak eyle." diye yalvardı. Çok ağlayıp göz yaşı döktü. Sabahleyin Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetine gittiğinde, hocasının ilk sözleri şu oldu: "Bir şeyden sıkıldığınızda, ya ölümünüzü yâhut dergâhtan uzaklaşmayı istiyorsunuz." buyurdu. Bundan, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin böyle sıkıntılarla kendisini terbiye etmekte olduğunu anladı. Bundan sonra yine önceki rahatlık hâli hâsıl oldu.

Mevlânâ Ebû Saîd, Hâce Ubeydullah'ın sohbetlerinde kemâle geldikten sonra hocasından diploma alarak, insanlara doğru yolu anlatmaya çalıştı. Ömrünün sonuna kadar talebe yetiştirmekle meşgûl oldu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ


On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Irak ve Şam'da yetişmiş büyük velîlerden. İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve Silsile-i aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed'dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn'dir. Bağdâdî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası hazret-i Osman'ın, annesi ise hazret-i Ali'nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur. 1778 (H.1192) senesinde Bağdât'ın kuzeyindeki Şehrezûr kasabasında doğdu. 1826 (H.1242) senesinde Şam'da vefât etti. Kabri Şam'ın kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süleymâniye'de devrin meşhûr âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile kardeşi Abdülkerîm Berzencî'den, Abdullah-ı Harpânî'den ve daha pekçok âlimden ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen), hey'et (astronomi), geometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdî'nin Kâmûs'unu ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.

Hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî 1788 (H.1203) senesinde tâundan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkülü çözer her derde devâ olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmi bir yaşındayken, ulemâya ve talebeye üstâd olup, yedi sene ders okuttu. Sözü tesirli, avâm ve havâss arasında sözü delîl olan şerefli bir zâttı.

1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzûundan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî'den hadîs rivâyeti; Mustafa Kürdî'den Kâdirî yolu icâzeti aldı.

Bir müddet Şam'da kaldıktan sonra Hicaz'a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman Peygamber efendimize aşk derecesindeki sevgisini anlatan Kasîde-i Muhammediyye'yi Farsça olarak yazdı.

Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: "Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme." Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. "Utanmadan Kâbe'ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!" diye düşünürken, o kimse; "Mümine hürmet, Kâbe'ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne'deki zâtın nasîhatını unuttun mu?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; "Beni talebeliğe kabûl et." diye yalvardı. O da; "Sen burada olgunlaşamazsın." dedikten sonra eli ile Hindistan'ı göstererek; "Senin işin orada tamam olur." dedi ve gitti.

Bu gördüğü zatın hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu rivayet edilmektedir.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye'ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan'ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan'ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî'nin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; "Mevlânâ Hâlid'e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurdu." dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli'ye kızmaya başladı.

Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan'ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; "Âb-ı hayât zulümâtta bulunur." şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran'a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî'yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur'ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, mânâlarının tahrif edildiğini görmüştü.Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen; "Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî'ye; "Peygamberler günah işler mi?" dedi. Kâşî; "Bütün peygamberler mâsûmdur, günah işlemezler." dedi. Mevlânâ Hâlid;"Peki, Kur'ân-ı kerîmin; "Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi." meâlindeki âyet-i kerîmede; "Af" söylendiğine göre, günah işlemiş mânâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir." deyince, Kâşî; "Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr'i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir." dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr'i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?" dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.

Mevlânâ Hâlid, Tahran'dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur'a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî'nin kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kasîde söyledi.

Sonra Tûs (Meşhed) şehrine gitti. Orada, on iki imâmın dokuzuncusu Mûsâ Kâzım'ın oğlu İmâm Ali Rızâ'nın türbesini ziyâretinde de, çok güzel bir kasîde okuyarak onu medheyledi.

Mevlânâ Hâlid, AhmedNâmıkî Câmî'nin kabrini ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasîdeyle medheyledi. Buradan Afganistan'a geçti. Hirat'a uğradı. Hirat'ın bütün âlimleri, fazîlet sâhipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât sonradan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebesi oldu. Her şehirden ayrılırken; âlimler, vâli ve kumandanlar ve halk ona âşık olup, saatlerce yola uğurladılar. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla hepsini hayran bıraktı. Peşâver'de çok hürmet ve tâzimle karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler. Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî'yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti.Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın en üstün talebelerindendi.

Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah'ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; "Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî'nin huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana vâd olunan nîmetlere kavuşmaya sebep bilmelisin." dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan'ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd'a geldim.

Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli'ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli'ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan'ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç îtirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; "Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm." diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş'a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ'nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilayet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbindeki bütün esrâr ve mânevî üstünlüklere kavuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât'a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur." buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve îtibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler." diye arz etti. "Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!" buyurdu. "Din için dünyâlık isterim!" dedi. "Git, her istediğini verdim!" deyip; "Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakk'a gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakk'ın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!" buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid'i uğurladı. Sonra; "Hâlid bürd", yâni "Hâlid herşeyi aldı götürdü." buyurdu.

Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid'i (rahmetullahi aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; "Aleyke ve aleyhisselâm." buyurdu. Sonra; "Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri Bağdât'tır." deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Haktan ve O'nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.

Mevlânâ Hâlid Şîrâz'a, oradan İsfehan'a sonra Hemedan'a gitti. Hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu şehirlerdeki vâz ve nasîhatlerini duyan îtikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid'in heybeti sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec'e, oradan da 1811 (H. 1226) senesinde vatanları olan Süleymâniye'ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâniye'de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bağdat'a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Tekrar Süleymâniye'ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye'den tekrar ayrılıp Bağdât'a gitti. İkinci defâ Bağdât'a teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdât'ta en önce kendisine talebe olan, Bağdât müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Saîd Paşanın yardımıyla, İhsâiyye, Isfahâniyye Medresesini tâmir ettirip, Mevlânâ Hâlid'e arz etti.Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladığı günlerde, Bağdât Vâlisi Saîd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü.Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Mevlânâ Hâlid'in celâl hâli gidince, Saîd Paşanın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; "Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir." deyip, nasîhat buyurunca, Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât'ta kalıp İslâmiyeti anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâniye'ye döndü. Orada kendisi için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara vâz ve nasîhat edip talebe yetiştirdi.

Süleymâniye'deyken, Berzencîler'den silâhlı iki yüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cumâ günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında beklemeye başladılar. Cumâ namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere heybetli bir nazarla bakınca kalblerinde müthiş bir korku hâsıl oldu. Öldürmek için gelenlerden bâzısı nâra atarak kaçıştı, bâzıları da yüzüstü düşerek perişân oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânekâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu; "Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık." dediler.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât'ta ilimle ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olduğu sırada, onu hased eden inkarcılardan birisi Bağdât Vâlisi Saîd Paşaya bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid hazretlerini şikâyet etti. Mektup yalan ve iftirâlarla doluydu. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretleri küfürle ithâm ediliyordu. Mektûbu okuyan vâli, sinirlenerek mektubu yere çarptı ve; "Sübhânallah! Eğer hazret-i Şeyh Hâlid de müslüman değilse, müslüman kimdir? Bu mektubu yazan ya delidir veya Allahü teâlâ onun basîret gözünü kör etmiştir. Bunun sebebi de o kimsedeki aşırı haseddir. Allah'a sığınırız, Allah'a sığınırız." dedi.

Bağdât'taki âlimlere bu mektuba bir reddiye yazılmasını emretti. Halle Müftüsü Muhammed Efendi bu mektuba bir reddiye yazarak bozuk fikirlerini çürüttü. Bu mektubu Bağdât âlimleri de tasdik ettiler. Daha sonra hatâ ettiğini anlayan iftirâcı iddiâlarından vazgeçip Mevlânâ Hâlid hazretlerinden özür diledi ve affedildi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri karşılaştığı güçlükleri hocası Abdullah-ı Dehlevî'ye bir mektupla arz edince, hocası ona yazdığı mektupta şunları buyuruyordu:

"Mektubuma Rahman veRahîm olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlânın nimetlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.

Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler. "Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir." sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine îtirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mümin ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir." İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd'in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd'in nîmetlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.

O memleketin âlimleri, şerîfleri ve âmirleri mübârek varlığınızı nîmet bilip sizden istifâde edeler. Size tâzim ve hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Din nasîhattir." buyurdu.

Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend'in, Müceddîd-i elf-i sânî'nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib'in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyâç yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve Habîbine uymaya muvaffak eylesin! Âmîn."

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine düşman olan ve karşı çıkanlardan pekçoğu onun güzel ahlâkı ve kerâmetleri karşısında insafa gelip büyüklüğünü kabûl ettilerse de bâzıları aynı hased ve muhâlefetlerine devâm ettiler.

Âlim ve fazîlet sâhibi olan Şeyh Ali Süveydî, büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihân etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi.Müsâfeha esnâsında bir hadîs-i şerîf okudu.Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i Sitte'de yazılı hadîslerden üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak okuyunca, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; "Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız." derdi.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, bir gün yolda yürürken bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ'nın arkasından yürüdü. Hânekâha girdi. Müslüman oldu. Saâdete kavuşanlara katıldı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Allahü telânın emir ve yasaklarını anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra Süleymaniye'den âile fertlerini ve talebelerinden bir kısmını da berâberine alarak yerleşmek üzere Şam'a gitti. Şam ahâlisi, âlimleri ve idârecileri ona saygı ve iltifât gösterdiler. Şam Vâlisi Abdurrahmân Paşanın oğlu Mahmûd Paşa Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü anladı. Uzaktan yakından pekçok kimsenin onun sohbetiyle ve ilim meclisleriyle şereflenmek üzere geldiklerini görerek ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Kendisinin ve talebelerinin geçimlerini sağlayabilecek maddî yardımlarda bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri sohbetleriyle insanların dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse onun sohbetlerinde bulundu. Şeyh İsmâil Şirvânî, Şeyh AhmedEğribozî ve başka zâtlar bunlardandır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada Abdülvehhâb es-Sûsî'yi İslâmiyeti anlatmak veNakşibendiyye yolunun esaslarını tanıtmak üzere vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî İstanbul'a gidince, kendisini şeyhülislâma kabûl ettirdi. Âlimlerden bir grub büyük vezirler ona bağlandılar. Abdülvehhâb es-Sûsî devlet adamları ve ulemâ ile düşüp kalkması sebebiyle ucb ile kendini beğendi ve kibire kapıldı. Zenginliğe ve dünyâ malına meyletmesi sebebiyle İslâmiyete uygun olmayan hareketler yapmaya başladı. Bu durumu keşif yoluyla anlayan ve habercileri vâsıtasıyla bilgi alan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri mektup yazarak Abdülvehhâb es-Sûsî'yi Şam'a çağırıp tövbe etmesini istedi ve yerine başkasını vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî zâhiren Mevlânâ Hâlid hazretlerine itâat ediyor göründüyse de, gizlice hîleli yollara başvurdu. Fakat Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid hazretlerine onun başvurduğu hîleli yolları bildirdi. Mevlânâ Hâlid efendimiz üç kere mektup yazarak işin hakîkatini İstanbul'daki talebelerine ve sevenlerine bildirdi ve onun tasavvuf yolundan tard edildiğini, sözlerinin dinlenmemesi gerektiğini haber verdi. Bu mektuplardan birinde buyurdu ki: "...Size mâlûm olsun ki, Abdülvehhâb tarîkat ve şerîat esaslarından pekçok şeyi bozdu. Bu yolda bulunma şerefini de dünyâ leşini almaya vesîle etti, îtibâr vesîlesi kıldı. İstanbul'da maddî çıkarlara yol açtı. Allah orayı belâdan korusun. Gerek İstanbul'da, gerekse Irak'ta insanların inkârına sebeb oldu. Onun davranışları insanlar arasında vehimlere ve vesveselere yol açtı.

Sizin ona çok tâzim edip saygı göstermeniz onun için gurur sebebi oldu.Kendi üzerindeki terbiye haklarını inkâr yoluna gitti. Ondan son derece ters davranışlar ortaya çıktı. İşte anlatılan sebeplerden dolayı ilâhî irâde onun tarîkat yolundan kovulması yolunda tecellî etti. Bâzı sırlarından dolayı, onlar basîret sâhibi olanlara gizli bir şey değildir.

Bu mektup size ulaştıktan sonra onunla muhatap olmayın. Bunun tersine davranırsanız bu silsile büyüklerinin sizinle olan bağları kopar. Kezâ bu fakirle de bir bağlantınız kalmaz. Sevgi hakkını gözeterek bu mektubu yazdım. Size bir zarar gelmemesi için oradaki ihlâs sâhibi kardeşlerimiz ve sevenlerimiz de bu mektubun muhâtabıdırlar."

Tasavvuf yolundan tard olunan Abdülvehhâb es-Sûsî yaptıklarına pişman olup bir gün Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebelerinden olan Şeyh Yahyâ hazretlerine gelerek elini öptü ve affedilmesi için vâsıta olmasını istedi. Şeyh Yahyâ, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin huzûruna geldi ve Abdülvehhâb'ın affını diledi. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bu iş benim elimde olsa affederdim. FakatNakşibendiyye silsilesinin sâdâtı (efendileri) onu tarîkat kapısından kovmuşlardır. Şâyet Abdülvehhâb sakalını traş eder, yüzünü siyaha boyayıp bir merkebe ters bir şekilde biner, sokaklarda gezer, kendini teşhir ederse, o zaman belki şeyhlerin rûhâniyeti onu affeder." Bunun üzerine Şeyh Yahyâ; "Üstâdım! Abdülvehhâb nefsine böyle bir iş yükleyemez. İzin veriniz de onun yerine bu işi ben yapayım, Abdülvehhâb affolunsun. Ben kendimi müslümanların hayrı için fedâ ederim." dedi. Onun bu sözlerini dinleyen Mevlânâ Hâlid hazretleri ağlayarak Şeyh Yahyâ ile kucaklaştı. Şeyh Yahyâ dönüp Abdülvehhâb'ın yanına gitti ve dedi ki: "Sen kendinden başka kimseyi kınama, ancak ve sâdece kendini kınayabilirsin." Zâten kötü niyetliliği kendine huy edinmiş olan Abdülvehhâb es-Sûsî, Medîne-i münevvereye giderek Mevlânâ Hâlid hazretlerinin aleyhinde küfre vardıracak iftirâlar ve sözler sarf etti.

Şam fetvâ emîni İbn-i Âbidin hazretleriMevlânâ Hâlid hazretlerinin sevdiklerindendi. Mevlânâ Hâlid efendimize iftirâ eden azgınlara ve onlara inananlara bir reddiye risâlesi yazı. Bu risâleye de Sell-ül-Hüsâmü'l-Hindî li-Nusreti Mevlânâ Şeyh Hâlid Nakşibendî ismini verdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, OsmanlıPâdişâhıSultan İkinci Mahmûd'a; "Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın." diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; "Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; "Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın." buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler."

Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam'a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine mânevî olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyâfetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri onları yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar.

Bu hâlin Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul'a dönmek istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Olmaz. En uygunu İstanbul'a dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız.Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur." buyurdu.

Vazîfeli iki kişi Sultan İkinci Mahmûd Hana dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam'a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hizmetinde bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.

Sonra Sultan Mahmûd Hanın saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve îtibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. "On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır." dedi. Sultan Mahmûd Han; "Din adamlarından devlete zarar gelmez." diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; "Hâlet Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir." buyurdu. Az zaman sonra SultanMahmûd Han Mora İsyânına sebeb olduğu için onu Konya'ya sürdü. Orada îdâm olundu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir ara üçüncü defâ Bağdât'a gelerek İhsâiye Medresesinde yerleşti. İnsanlara İslâmiyeti anlatmaya ve ilim öğretip talebe yetiştirmeye devâm etti. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesini yayıp, sonradan ortaya çıkan bid'atları kaldırdı. İlim, fazîlet ve güzel ahlâkta olgunluğun zirvesine yükselen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü dost düşman herkes kabûl etti.Bağdât'ın âlimleri, ileri gelenleri, vezirleri ve vâlileri önünde boyun eğdikleri gibi, diğer İslâm ülkelerindeki insanlar da onun üstünlüğünü işitip Bağdât'a koştular. Uzaktan yakından onun sohbetlerine ve ilim meclislerine gelenler, zâhirî ve bâtınî üstünlüklere kavuşarak memleketlerine döndüler veya İslâm memleketlerinin çeşitli yerlerine giderek İslâmiyeti anlattılar.

Çok sevdiği talebelerinden ve halîfelerinden olan Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî'ye yazdığı mektûbunda buyurdu ki:

"Allahü teâlâ, kalbimin özlediği, rûhumun gözlediği Seyyid Tâhâ'yı, fena ve bekâ mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Allâmenin (yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakîre yazdığı mektup geldi. İslâmiyetin yayılmasına çalıştığınız ve Kur'ân-ı kerîmin hatmi hakkında yazıyorsunuz. Çok memnun olduk. İhlâs şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullah efendimizin sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin vâsıtanızla olduğu için, her birinin sevâbı kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. Resûlullah'ın; "Bir kimse İslâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevaplarına kavuşur. Bir kimse İslâmda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir." hadîs-i şerîfi bu sözümüze şâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû."

Talebelerine ve sevenlerine nasîhat ederek buyurdu ki:

Sizlere vasiyetim, size İslâmiyeti anlatan hocaya îtirâzı terk, Resûlullah'ın dînine ittibâ ve kendini aradan çekip, yok etmeyi bu yolun esâsı biliniz. Bu üçü olmadan bu yolda ilerleme olmaz.

Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider.

Hanım, çocuklar, mal ve mülk, Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini istediği zaman alır.

Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.

En mühim vasiyetim şudur ki: Ölümü, âhiret hallerini ve nîmetlerin hakîki sâhibini unutmayınız. Elden geldiği kadar peygamberlerin efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kere duyulmayacak kadar alçak sesle, Kelime-i tehlîl (Kelime-i tevhid) söyleyiniz. Hem kalbe yönelerek, hem de mânâsını düşünerek olsun. Böylece kalpte, hakîkî matlûbdan başka bir şey kalmasın. Zîrâ büyüklerin yolunda asıl maksad mâbûddur.

İhlâs ne kadar çok olursa, evliyanın yardımı o kadar ziyâde olur.

Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur.

Bizim yolumuz, İslâm dînine ittibâ (uyma) yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır.

Allah adamlarının iğnesini (dokunaklı sözlerini) ilâç gibi bilmelidir. Çünkü bu tâifenin celâli, cemâl ile karışıktır. Yâni kızmalarında da merhamet vardır.

Bütün gayretle, sünnetin yayılmasına ve bid'atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâd üzere olmalarına uğraşmalıdır. Bu işle uğraşmadan yapılan zühd ve ibâdeti, kör, kötürüm ve ihtiyarlar da yapar.

Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeblerini anlatan kitapları insanlara okuyup, tavsiye etmeniz büyük devlettir.

İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Resûlullah'ın sevdiği ve büyük evliyânın özendiği bir ahlâktır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin gösterdiği pekçok kerametleri onun evliyâlıktaki yüksek derecesini göstermekdir.

Bağdat'taykenHâcı Mahmûd Efendi isminde, servet sâhibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu zât, Mevlâna Hâlid'in şerefli hânekâhlarına ve diğer yerlere kendi eliyle yüz bin kuruş harcayıp borçlanmıştı. Bir gün Mevlânâ Hâlid'in huzurlarına gidip; "Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı." deyince, Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bir ay sabret." O, bunun üzerine; "Aman efendim, sabra tâkatim kalmadı." diyerek iki defâ tekrarladı. Bu tekrar çok yakınlığından ve samîmiyetindendi. Mevlânâ Hâlid de; "Mâdemki öyle, kaldır şu hasırı istediğin kadar al." buyurdu. Mahmûd Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Yüz bin kuruş tamamlanıncaya kadar bu işe devâm etti.Mahmûd Efendi bu kerâmeti görünce, Mevlânâ Hâlid'in ellerini öptü.

İsmâil binAli adlı zât anlatır: "Şam-ı şerîfteyken bir gün, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin bulundukları yere gittim. Mukaddes iltifâtlarına nâil olunca, cezbe hâli gelip, bir nevî gösteriş yaptım. Gözlerimi açınca Mevlânâ Hâlid, Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine şöyle buyurdu: "İsmâil'e söyle, hâl ile cezbe ortaya çıktığında onu tutmak gerekir. Niye izhâr eder de cezbesini tutmaz. Zîrâ zorla cezbe göstermek riyâdır. Riyâ ise zinâdan daha büyük günahtır. Hâline tövbe etsin." Mevlânâ hazretleri hâlimden kalbimi keşfetmişti.

Bağdat Vâlisi Dâvûd Paşanın vezirliği esnâsında Osmanlı şehirlerinden birkaçını İranlılar işgâl ettiler. O kasabalarda bulunan halkın kitaplarını yağmaladılar. Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine geldi. Huzurlarına girip, başından geçen hâdiseyi arz ederek; "Efendim bir kitap alamayacak hâle geldim. Ne yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize güvenerek geldim." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, yanlarındaki on yedi bin kitabı o âlime hediye ettiler. Böylece yanlarında bir kitap bile kalmadı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât'taki vazîfesini tamamladıktan sonra son olarak 1822 senesinde Şam'a gitmek üzere hazırlandı. Âile fertlerinden bazılarını Bağdât'ta bıraktı. Bağdâtlılar gitmesini istemediler. Ancak Mevlânâ Hâlid hazretleri kendilerine gelen mânevî işâretin Şam'a gitmeleri doğrultusunda olduğunu belirterek yola çıktı. Talebeleri ve sevenlerinden büyük bir cemâatle Şam'a geliyorlardı. Şam arâzisine geldikleri zaman, Safvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabîlesinden bir yol kesici, adamları ile kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: "Pekçok yardımcımla Mevlânâ Hâlid'in kâfilesine hücûm edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş, heybetli biri göründü. Sonra gözlerimizin önünde büyük bir dağ kadar oldu. Yolcular ile aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ gibi olan bu zâtı görünce, korkudan bir titreme gelerek, mızraklarımız elimizden düştü.Sonra herkes hayvanlarından düştü. Artık kâfilede Allah'ın sevgili bir kulu olduğunu anladık ve hep bir ağızdan; "Aman aman, affedin affedin!" diye bağırıştık. Bunun üzerine kâfile görünmeye başladı. İçlerinde Mevlânâ Hâlid'i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyâz ettik. Ellerine sarılarak tövbe ve istiğfâr eyledik."

Sağ sâlim Şam'a gelenMevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri,ÜmeyyeCâmiindeki Gazze büyüklerininHalvethânesine girdi.Şam'a bu gelişi sırasında Seyyid İsmâil Efendinin kızı Âişe Takıyye Hanımla evlendi.Sonra Bağdât'ta kalan hanımı ve âile fertlerinin de getirilmesini emretti.

Âlim ve fazîlet sâhibi bir zât olan Şeyh Muhammed Hafız Urfalı anlatır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Bağdât'ta kalan hanımı ve oğlu Şihâbüddîn'in Şam'a gelmesi için mektup yazınca onlar yola çıkıp Urfa'ya geldiler. Bu esnâda Mevlânâ Hâlid hazretleri bana hitâben; "Hafız! Çoluk çocuğumuz Urfa'ya geldiler. Sizin evinize indiler. Lakin Şihâbüddîn vefât eyledi." buyurdu. Bu sözün söylendiği târihi yazdım. Sonra Urfa'ya gittiğimde sordum. Tam buyurdukları zamanda Şihâbüddîn'in vefâtı vâki olmuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'ın meşhûr semtlerindenKunvat'ta büyükçe ve geniş bir konak satın aldı. Âilesi ile birlikte oraya yerleşti. Oranın bir kısmını vakıf olarak bağışladı. Konağın yanına bir mescid yaptırdı. Bu mescidde beş vakit namaz cemâatle kılınmaya başladı. İleri gelenlerden ve halktan pekçoğu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin cemâat ve sohbetlerine koştu. Vezirler ve devlet adamları onun huzûrunda el pençe divan durdular. Kâfile kâfile gelenler Nakşibendiyye yoluna girip talebesi oldular. Kendisine devletin ileri gelenlerinden mektuplar yazıldı, vâliler ziyâretine koştular. Âlimler ve şâirler üstünlüğünü anlatan eserler ve şiirler yazdılar. Kısaca İslâm dünyâsının her tarafında onun üstünlüğünü ve fazîletini bilmeyen ve kabûl etmeyen kalmadı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da kaldığı müddet içinde pekçok yıkık mescidi tâmir ettirdi. İdas Câmii de bunlar arasındadır. Yerleştiği konağın yakın bir yerine bir köy kurdu. Orada halîfeleri ve talebelerinden bir cemâatin kalmasını emretti. O köy halkının dînî terbiyesini ise, halîfelerinden Şeyh İsmâil Enârenî ile Şeyh AhmedHatib'e bıraktı.ŞuvaykaCâmii olarak bilinen Murâdiye Câmiinde Muhammed Hânî'yi, Sâlihiyye'deki Câmi-i Sâhibe'deAbdülkâdir Dimlanî'yi insanlara İslâmiyeti anlatmakla ve Hatm-i hâcegân yaptırmakla vazîfelendirdi. Kendisi de medresesinde sabahları Şâfiî fıkhı okuttu.

Şam'dayken Kudüs'e giderek Mescid-i Aksâ'yı ve büyüklerin kabirlerini ziyaret etti. Kudüs halkından saygı iltifat gördü. Kudüs'ten Urfa'ya gelerek mübârek makamları ziyâret etti ve insanlara vâz nasihat ederek kurtuluşlarına vesîle oldu. Tekrar Şam'a döndü. 1826 senesi hacca gidişinde berâberinde halîfelerinden ve talebelerinden pekçok kimse de bulundu. Yol boyunca gittiği beldelerin insanlarına da İslâmiyeti anlatanMevlânâ Hâlid hazretleri hac vazîfesini yerine getirdi. Medîne-i münevvereye giderek sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede pekçok âlim ve evliyâ zâtlarla karşılaşıp sohbet etti. Aynı sene içinde Şam'a döndü ve vazîfesine devâm etti.

Mevlânâ Hâlid hazretleri hayâtının son senesinde Ramazân-ı şerîf ayının son gününde halîfeleri ve sevenlerineKudüs'e gitmek istediğini bildirdi. Talebeleri bu habere çok sevindiler. Fakat Şevvâl ayı içerisinde tâûn salgını, vebâ hastalığı ortaya çıktı. Talebeleri; "Kudüs'e gitmenin tam zamânıdır." dediler. Onlara buyurdu ki: "Şimdi üzerinde durduğumuz mesele, tâuna karşı sabırlı olmaktır. Bunun sevâbı, istediğiniz şeyden daha çoktur." Tâunla şehîd olup gitmenin fazîletinden ve iyiliğinden bahsetti. Tâûndan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okuyarak bu yüksek dereceye kavuşmak istediğini bildirdi.

O sırada birisi gelip; "Efendim duâ edin de bana tâûn bulaşmasın." diye yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; "Rabbime kavuşmayı istememekten hayâ ederim." buyurdu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Muhammed Behâüddîn isimli beş yaşındaki oğlu bu sene tâûn hastalığına tutulup vefât etti. Onun vefâtını haber alınca, buyurdu ki: "Ey Rabbim! Bu musîbete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir." buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin fazîletlerini içine alan sohbet ve vâza başladı. Âhirete göç eden bu temiz yavrunun Kâsiyûn Dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri imâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.

Behâüddîn'in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı sene içinde taûndan vefât etti.Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuktu. O da defin hazırlıkları bitinceKâsiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn'in mezârının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları sâhiplerine vermek için ayırmaya başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Enârenî'yi çağırttı. Ona; "Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn'in yanına gitmeyi isterim." buyurdu. Şeyh İsmâil; "Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz." deyince Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Güneşin harâreti bize zarar vermez." buyurdu. Sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; "Ey İsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî'yi tâyin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonraAbdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz borcumun iskâtı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından bâzı ihlâs sâhipleri, bu makâmda, sevdiklerimiz için dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızdaki fakir ve yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musîbet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz." buyurdu.

Şeyh İsmâil de; "Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey İsmâil! Biz Şam'a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz bundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil oluruz. Başka bir şey istemiyoruz. Bâzı inkârcıların size yapacağı ezâ ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir." buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.

Bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzî'ye buyurdular ki: "Bütün kitaplarımı vakfettim." O esnâda içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; "Efendim Seyyid Hüseyin Efendi ve berâberinde bâzı âlim zâtlar, size tâziyeye geldiler." dedi. Daha sonra onları karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu Abdurrahmân için tâziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh İsmâil Efendi de izin alıp ayrılmak istedi. Mevlânâ hazretleri: "Bugün burada kalınız." buyurdu. Sonra da; "İnsanların; "Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor." demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cumâ gecesi gideceğimizi zannediyorum." buyurdu. Daha sonra kendisine yemek getirildiğinde; "Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?" buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ yemeklerinden yemedi. Sonra; "Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem." diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti. Sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sâhiplerine göndermeye başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasîhat ve vasiyet ederek vedâlaştıktan sonra; "Biz bu Cumâ gidiyoruz." buyurdu.Sonra mescide vardı. İkindi namazını kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî'yi yanına çağırıp iltifât etti.Kütüphânesinin önünde oturdu. Önceki vasiyetini ve nasîhatı tekrar etti. Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasîm Şeyh İsmâil Enârenî'dir. Benden sonra irşâd vazifesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç kimse hatırından çıkarmasın." buyurup, İsmâil Gazzî'ye: "Bana kalemi ver, vakıf şartlarını yazayım." buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; "Bu kitapları Allah için vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır." diyerek şartlarını yazdı. Sonunda da; "Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplarımın küçük bir tânesini de olsa değiştiren, noksanlaştıran kimseler üzerine; Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti yağsın." buyurdular. O esnâda talebelerinden olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn içeri girdi ve bâzı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her soruya cevap verdikten sonra da, hangi kitaplarda olduğunu söyledi ve bu arada; "Şu kitabı getirin." buyurdu. O kitaptaki delîllerini de gösterdi. O zaman İbn-i Âbidîn hazretleri; "Efendim! Dün gece rüyâmda hazret-i Osman'ın vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım." diyerek rüyâsını anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; "Ey İbn-i Abidîn! Yakında ben vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazımızı kıldırırsın, çünkü ben, hazret-i Osman'ın evlâdındanım." buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü ve rüyâsını anlattığına çok pişmân oldu.

Daha sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, sevdiklerine şöyle vasiyette bulundu: "Muhammed aleyhisselâmın sünnetine uyunuz. Üzerinde bulunduğumuz doğru yol üzere olunuz. Karşılaşacağınız güçlüklere sabr ve tahammül gösteriniz. Bizim vefâtımızdan daha büyük musîbet size ulaşmaz. Şekil ve şemâilimi sayarak, bağırıp çağırarak ağlamak sûreti ile, rûhuma zahmet vermeyiniz. Etrafa mektuplar yazarak, vefâtıma hiçbir kimsenin üzülmemesini ve ağlamamasını tenbih ediniz. Beni seven ve bana muhabbet eden, Allah rızâsı için kurban kesip sevâbını benim rûhuma göndersin. Rûhuma Kur'ân-ı kerîm ve Fâtihalar, kıymetli duâlar göndersin. Dünyâ sevgisi ile gönülleri dolanlar gibi sakın siz de; "Sadakaya muhtaç değilim. Ancak Fâtiha ve İhlâs-ı şerîflere muhtâcım." demeyiniz. Benim için iyiliklerde bulununuz. Sadaka veriniz. Sizi bize yaklaştıracak işler işleyiniz. Ömrümüz elliye ulaşmıştır. Otuz beş senelik farzları iskat edersiniz. Ömrümüzde kuşluk ve teheccüd namazlarını diğer beş vakit farz namazlar gibi hiç terk etmedik. Ey İsmâil, talebe ve arkadaşlarımın kıymetini biliyorsun. Onlara sıkıntı verecek şeylerden sakın. Zannederim ki, yakın zamanda talebelerim için bir dergâh inşâ edilir."

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu nasîhatleri yaptığında, sıhhatleri ve âfiyetleri yerindeydi. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını bildirdiler. İçeri girmemeleri hakkında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade ettiler. İsmâil Efendi berâberlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi huzurlarına girip, ziyârette bulundular. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, sağ yanlarına yatmış bir vaziyette murâkabe hâlindeydi. Hâl ve hatırları sorulunca, teşekkür ve iltifât olarak gözlerini açıp, fazla kalmamalarını ve fazla konuşmamalarını işâret ettiler. Talebelerinden İsmâil Efendi; "Efendim zât-ı âlileriniz su isterler mi?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; "Dünyâ ve içindekilerden vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm." demek istediler. Bu hâllere şâhid olanların hepsi, mübârek ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde dışarı çıktılar. Dışarıda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için bekleşiyorlardı. Onlara gördüklerini anlattılar.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara hitâben; "Hepinize hakkımı helâl ettim. Birbirinizden ayrılmayınız. Vefâtınıza kadar bu evde kalınız." buyurdular. Abdest alıp bir mikdâr namaz kıldıktan sonra; "Şu anda tâuna tutuldum." buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı. Sabahleyin de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar; "Bundan sonra beni meşgûl edip benden bir şey istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekîlimden isteyiniz. Beni Hak'la meşgûl olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgûlüm. Yanımda hiç kimse bulunmasın."Göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı üzere yatarak, murâkabe ve Allahü teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya başladı. Hastalığının şiddetinden; "Ah! vah!" gibi sesler aslâ duyulmayıp, her azâsından, hattâ mübârek saçlarından Hakk'ın zikrinin belirtileri görülüyordu. 1826 (H. 1242) senesi Şevvâl ayının yirmi altıncı günü müezzin ezân okumağa başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr sûresinin son âyetlerini okudu. Meâlen; "(Sonra Allah mümin kimselere şöyle buyurur): "Ey (îmânda sebât gösteren Allah'ı anmakta huzûra kavuşan) mutmainne olan nefs, dön rabbine (Cennet'le sana hazırladığı nîmetlere) sen O'ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden (îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennet'ime." Bu âyet-i kerîmeleri okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhları Cennet-i âlâya uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.

Kapısında bulunan âbidler, talebeleri, sevdikleri, vefâtlarını işitince, müteessir olarak kendilerinden geçtiler. Talebelerinden İsmâil Efendi, oradakilere; "Evliyânın vefâtı, bir evden öteki eve gidişi gibidir." hadîs-i şerifini naklederek, nasîhatte bulundu. Talebelerinin önde gelenlerinden İsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed Efendi,Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve Şeyh Abdülkâdir Efendi berâberce Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu sâf ve temiz, ebedî istirahata çekilmiş bir şekilde görünce, mübârek ayaklarından öpüp göz yaşı döktüler. Daha sonra Şeyh İsmâil Efendi; "Kendimi, öldükten sonra dirileceğimiz yer olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid Efendimizin yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nûrluydu. Her hâli ile nûr saçışları, velîliğine işâret ediyordu." dedi. Şeyh İsmâil sözlerine devamla; "Elini öptüğüm zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid oldum. Böyle hoş koku şimdiye kadar koklamış değildim. O güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye başlamıştım. Cân ve gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu." diyerek o günkü hâllerini anlattı.

Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen ve; "Beş vakit namazda Ettehiyyâtü okurken Resûlullah efendimizi baş gözüyle görmezsem, o namazımı iâde ederim." diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn kıldırdı.

Mevlânâ Hâlid hazretleri; uzuna yakın boylu, iri yapılı, buğday tenli, burnunun ortası yüksekçe, gözleri iri ve siyah, sakalı sünnete uygun olup, siyahı beyazından fazlaydı. Güleryüzlü, kolları uzunca, geniş göğüslü, vakarlı ve çok heybetliydi.

Birçok peygamberin, âlim ve evliyânın kabrinin bulunduğu Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristana defnedilen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kabri üzerine daha sonra türbe yaptırıldı. Bu türbesi sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dört oğlu vardı. Bunlardan Şihâbüddîn Efendi babasının sağlığında ikenBağdât dönüşü sırasında Urfa'da vefât etti. Muhammed Behâüddîn ve Abdurrahmân Efendi ismindeki iki oğlu da babalarının vefât ettiği sene tâun hastalığından Şam'da vefât ettiler. Dördüncü oğlu Necmeddîn Efendi babasının vefâtından sonra dünyâya geldi. Uzun müddet yaşadı. Onun da iki oğlu olup, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin nesli bunlardan devâm etti.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri pekçok talebe yetiştirip, İslâm memleketlerine gönderdi. Onun sohbetlerinde ve ilim meclislerinde yetişen âlim ve velîlerden bâzıları şunlardır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin medrese arkadaşı Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı, Şeyh Ahmed Eğribozî, FeyzullahErzurûmî, Kuzey Afrika'dan gelip feyzlerine kavuşan Şeyh MuhammedMağribî, Şeyh Seyyid EsadSadrüddîn, Müftî Hayderî Bağdâdî, Şeyh Abdurrahmân Rûzbehânî, AbdullahCeselî, Şeyh MuhammedKudsî Bozkırî, Osman-ı Kürdî Tavîlî, Ubeydullah Hayderî, İbrâhim Fasih Hayderî, Muhammed-iCedîd, Seyyid Abdülgafûr Efendi, Mûsâ Cûbûrî, İsmâil Enârenî, Abdullah-ı Herâtî, Abdülfettâh-ı Akrî, Abdullah Erzincânî Mekkî, İsmâil Şirvânî, İsmâil Berzencî, MollaEbû Bekr-i Bağdâdî, Abdülgafûr Kürdî, Muhammed Meczûb İmâdî, Şeyh Hasan HâfızKozânî, Şeyh Hâlid-i Cezîrî, Seyyid Tâhâ-yıHakkârî, Ahmed Hatîb Erbilî, İsmâil-i Basrî, Şeyh Yûsuf-i İslâmbolî, Muhammed Hânî Şeyh Fırakî, Tâhir-i Akrî, Şeyh Tekrîtî, Mûsâ Bendenîhî, Âşık-ı Mısrî, Hasan-ı Kudsî, Hüseyin Vâiz Malâtî, Ahmed Hicâr Halebî, Sâlih Kazzâz-ı Dımeşkî, Ahmed Bikâî, Ahmed bin Süleymân Trablûsî Ervâdî, Şeyh Ahmed Tevzeklî, ilim ve fazîlet sâhibi Mücâhid Şeyh Şâmil-i Dağıstânî, Abdurrahîm Bustânî Hamevî, Ahmed Kürdî Zemlikânî, Ahmed Kürdî, Şeyh Ali Palurî, Şeyh İsrâil Ezrâî.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin icâzet ve hilâfet verdiği bu zâtlar Mekke, Medîne, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdât, Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye,Cezîre, Şemzîn (Şemdinli), Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbakır, Anadolu'nun birçok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Mağrib, Girit ve diğer İslâm memleketlerine gidip İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattılar. İnsanlar bu zâtların vesîle olmasıyla dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, çeşitli ilimlerde eserler yazdı. Bilhassa İrâde-iCüz'iyye Risâlesi'nin bir benzeri o zamâna kadar yazılmamıştı. Râbıta Risâlesi'nin bir çok şerh, tetimme ve tâlikleri vardır. Hele Fârisî dil ile yazdığı, ince rûhunun terennümlerini bildiren Dîvân'ı, bir şâheserdir. Okuyanlar, zekâsının kuvvetini, görüşünün keskinliğini, aklının üstünlüğünü, kalbinin temizliğini, sanatkârâne üslûbunu, evliyâlıktaki derecesini ve muhabbetinin çokluğunu görür. Eserlerinden biri de Îtikâdnâme olup bu kitap, İslâmın beş şartını ve îmânın altı şartını bildirmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu eserini Farsça olarak yazıp, Îtikâdnâme adını verdi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kardeşi, büyük velî Mevlânâ Mahmûd Sâhib'in talebelerinden Kemahlı Hâcı Feyzullah Efendi de, bu kitabı Türkçe'ye tercüme ederek, Ferâid-ül-Fevâid ismini verdi. Her müslümanın okuması ve çoluk-çocuğuna okutması gerekli olan bu eser, İhlâs Holding A.Ş. yayınları arasında, Herkese Lazım Olan Îmân ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bunun Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de yapılarak bastırılmış, İhlâs Vakfı tarafından bütün dünyâya dağıtılmıştır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin bir de Câliyet-ül-Ekdâr adında, salevât-ı şerîfe kitabı vardır. Okunması, keder ve üzüntüleri giderir. Bundan başka; Cem'ul-Fevâid min Câmi'il-Usûl ve Mecmeu'z-Zevâid, Hayâlî Hâşiyesi, Şerh-ur-Remlî Hâşiyesi, Risâletün fil-İbâde, Arabî ve Fârisî Mektûbât, Risâletün fi Isbât-ır-Râbıta, Risâletün fî Âdâb-il-Mürîd Maaşşeyhihî, Risâletün fit-Tarîk, Makâmât-ı Harîrî Hâşiyesi (tam değil), Zemahşerî'nin Etbâk-üz-Zeheb'i üzerine Fârisî bir şerh, Siyâlkûtî Hâşiyesi, Şerh-i Akâid-i Adudiyye, El-Ikd-ül-Cevherî fil-Farkı Beyne Kesbey il-Mâtürîdî vel-Eş'arî vb.dir.

İNCE MESELELER

Süleymâniye'nin meşhûr âlimlerinden bâzısı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile mağlub etmek istediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çâresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslâm denen Şeyh Yahyâ Mazûrî İmâdî'ye mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanların hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mazûrî İmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanları uzun hayâtınızla bereketlendirsin. Şehrimizde,Hâlid isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve insanları irşâd dâvâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır." dediler.

Bu mektup, Şeyh Yahyâ'nın eline geçince, bâzı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine dâvet ettiyse de, kabûl etmedi ve; "Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır." deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hânekâhına gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh'e hitâben; "Din ilimlerinde çok müşkil meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur." buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarını söyledi.

Şeyh Yahyâ bu mübârek zâtın evliyânın büyüklerinden olduğunu anladı. Tövbe edip talebelerinden oldu. İftirâcılar bunu duyunca perişân oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ'yı çok severdi.

DERGÂHI TEMİZLERDİ

Bir sene yolculuktan, sonra Mevlânâ Hâlid,
Delhi’ye geldiğinde, ikindiydi tam vakit.

Delhi’nin toprağına, ilk ayak bastığında,
Dağıttı sevincinden, her ne varsa yanında.

Sonra varıp elini, öperek o büyüğün,
Talebesi olmakla, şereflendi aynı gün.

O da, ilk iş olarak, ezmek için nefsini,
Verdi ona dergâhın, günlük temizliğini.

Her zâhirî ilimde, çok büyük âlim iken,
Başladı vazîfeye, hiç îtirâz etmeden.

Kova ve süpürgeyi, her gün alıp eline,
Aylarca devam etti, dergâh temizliğine.

Kovasını kuyudan, su ile doldurarak,
Taşırdı omuzunda, bir sopaya takarak.

Dergâhtan o kuyuya, o kuyudan dergâha,
Gidip gidip gelirdi, bir günde, pekçok defa.

Hem dergâhın temizlik, işiyle uğraşırdı,
Ve hem de abdest için, depoya su taşırdı.

Üstâdının verdiği, bu temizlik işinden,
Eğer az bir gevşeklik, gelse idi içinden,

En şiddetli cezâyı, verip hemen nefsine.
Yine devam ederdi, aynı vazîfesine.

Bir gün nasıl olduysa, yaparken bu işini,
Az hissetti nefsinin, işe gayretini.

Derhâl kendi kendine, söylendi ki: “Ey nefsim,
Sana bu, çok şerefli, vazîfeyi veren kim?

Yapmak istemez isen, bu işi eğer ki sen,
Atarım elimdeki, süpürgeyi ve hemen,

Yerleri, sakalımla, süpürtürüm vallahi,
Vazîfene severek, devam et, durma haydi.”

Nefsini bu şekilde, paylayınca o biraz,
Ondan sonra nefsinden, gelmedi bir îtirâz.

Üstâdının verdiği, bu işi yapmak için,
Çalıştı canla başla, gevşeklik etmeksizin.

Su taşıya taşıya, aylarca omuzunda,
İki omuzu dahî, yara oldu sonunda.

Bir gün yine dergâha, omuzda su taşırken,
Mübârek üstâdıyla, karşılaştı âniden.

Abdullah-ı Dehlevî, şâhid oldu ki o an,
Hâlid-i Bağdâdî’nin, mübârek omuzundan,

Çıkıyor Arş’a doğru, muazzam büyük nûrlar,
Melekler hayranlıkla, onu seyrediyorlar.

Ne zaman ki üstâdı, vâkıf oldu bu hâle,
Anladı artık onun, geldiğini kemâle.

O’nu o vazîfeden, alarak en sonunda,
Emretti ki dâima, bulunsun huzûrumda.

Bâdemâ üstâdına, yaparak çok hizmetler.
Çekti çok mücâhede, ve çetin riyâzetler.

Beş ay da bulunarak, üstâdının yanında,
Olgunlaştı iyice, nazarları altında.

Bereketli sohbet ve, teveccühleri ile,
Bu vilâyet yolunda, kavuştu tam kemâle.

Abdullah Dehlevî’nin, kalbinde sır ve esrar,
Ne varsa üstünlükten, hepsine oldu mazhar.

Yâni onda bulunan, o şerefli emânet,
Hâlid-i Bağdâdî’ye, geçmiş oldu nihâyet.

EMÂNETİMİZİ VERİN

Hacı Halîl Efendi, Sultan Mahmûd Hanın saray hizmetçisiydi. Halil Efendi hacca gitmeye niyet etti. İstanbul'dan Üsküdar'a geçtiğinde, Üsküdar mezârlıklarının içinden bir zât, elinde bir mektup olduğu hâlde hızlı adımlarla ona doğru koşarak geldi ve:

"Aman HacıHalîl Efendi şu mektubumu al! Lütfen Şam'a vardığınızda, velîlerin önderi, âriflerin büyüğü Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretlerine ver. Buyurduklarını ve mektubu verdiğiniz târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alırız." dedi ve yine kabristanlığa doğru yürüyüp uzaklaştı.

Halîl Efendi Şam'a gidip, vâlinin konağına misâfir oldu. O akşam Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine feneri hazırlamasını emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi.Konağı teşriflerinde vâli hürmetle karşılayıp; "Efendim, teşrifinizden çok memnun olduk. Bunun bu gecede olmasının bir hikmeti olsa gerek." dedi. Halîl Efendi de orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra ayağa kalktılar ve; "Gidelim." buyurdular. Vâli ve HacıHalîl Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defâ kalktıklarında, HacıHalîl Efendiye dönerek; "HacıHalîl Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır." buyurdu. Halîl Efendi de; "Efendim böyle bir emânet yoktur." dedi.Mevlânâ Hâlid hazretleri tekrar; "Elbet olacak. Cebinize ve eşyânıza baksanız." buyurdu. Halîl Efendinin hatırına mektup gelmeyince; "Halîl Efendi! Üsküdar kabristanlığından geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir mektup vermişti." buyurdu. Hacı Halîl Efendi hatırladı ve derhal mektubu çıkarıp verdi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdu ki: "Hacı Halîl Efendi bizimdir (bizim misâfirimizdir)." Vâli de; "Biz köleniz deEfendimindir." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O başka." buyurdular ve birkaç defâ; "Hâcı Halîl Efendi bizimdir." buyurunca, Hacı Halîl Efendi: "İnşâallahü teâlâ hacdan sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz sürerim (ziyâret edip misâfir olurum)." dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Hacdan sonra gelirseniz bizi bulamazsınız." buyurdu. Hacı Halîl Efendi de; "İnşâallah buluruz." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Nasîb!" buyurdu. Daha sonra mektubu açıp okudu ve; "Bize hüsn-i zan etmişler. Zannettikleri gibi olsun." buyurdu.

Halîl Efendi hacdan sonra bizi bulamazsınız buyurmasının hikmetini anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu. Mekke-i mükerremeye geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını gördü. Onlara; "Ortada cenâze yok. Kimin namazını kılıyorsunuz?" diye sordu. Onlar da: "Şam-ı şerîfte Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât etti. Onun namazını kılıyoruz." cevâbını verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl Efendi kendine geldi. Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretlerinin kerâmetini anladı. Haccı edâdan sonra, Şam'a oradan da İstanbul'a gitti. Üsküdar'a geldiğinde kabristanlığın kenarında mektubu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendiye; "Efendim! Siz mektubu verdiniz, bizim de işimiz oldu." deyip, kabristanlığa doğru uzaklaştı.

EN SEVGİLİ OLANINIZ

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, bir sohbeti sırasında talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki:

"Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı; câhiliye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid'atlerden sakınmanızı; gösterişe kapılmamanızı; halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebeb olur. Yapmak mecburiyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Devlet reislerine dil uzatmayınız, onların iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onların iyiliği, sizin iyiliğinize vesîle olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEVLÂNÂ HAMÎD-İ BİNGÂLÎ

Evliyânın büyüklerinden. Hindistan’ın Bingâl vilâyetinin Mengelkût kasabasındandır. Kısa zamanda tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerin yanısıra, zamânın fen ilimlerini öğrendi.

Hamîd-i Bingâlî, memleketinden zâhirî ilim tahsîli için Lâhor’a gitmişti. İlim tahsîlinden sonra memleketine dönerken Ekberâbâd’da, önceden tanıştığı müftî Mevlânâ Abdurrahmân ile buluşup, birkaç gün, birlikte sohbet ettiler. Hamîd-i Bingâlî tasavvuf büyüklerinin yoluna önceleri hiç inanmazdı. Müftî olan arkadaşı ile berâber olduğu günlerde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ekberâbâd’a gelmişti. Mevlânâ Abdurrahmân'ın bulunduğu ve İmâm-ı Rabbânî’nin sevenlerinin oturduğu mahallede misâfir olmuştu. Hamîd-i Bingâlî bu haberi duyunca, dayanamadı ve büyük bir sıkıntı ile Mevlânâ’nın yanına gelip; “Bu mahalleden başka yere gidiyorum.” dedi. Mevlânâ; “Hayrola, neden îcâb etti? Bu sıkıntının sebebi nedir?” diye sorunca, o da hazret-i İmâm’ın ismini söyleyip; “Sizin yakınınıza geldiler. Ben onunla tanışırım. Görmeye gitmezsem olmaz, gidersem hiç olmaz.” dedi. Mevlânâ; “Onlar büyüktürler ve âlimdirler. Niçin görmek istemezsin?” deyince, Hamîd-i Bingâlî; “Ben onu görmeye dayanamam.” dedi ve kapıdan çıkıp gitti. İki üç gün sonra Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ’nın evinde unuttuğu bir risâlesini almaya gelmişti ki, biraz sonra İmâm-ı Rabbânî de oraya geldi. Mevlânâ, edebe riâyeti yerine getirdi. Hazret-i İmâm’ı karşıladı ve tam bir tevâzu ile içeri aldı. Şeyh Hamîd’in yüzünün rengi değişti. Bu eve geldiğine bin pişmân oldu. Hazret-i İmâm, Mevlânâ’ya hitâben; “Size bir mesele danışmaya geldim.” buyurdu. O da; “Zâtınıza gizli kalan hangi bir mesele olabilir?” diye arz etti. “Siz müftîsiniz, bunun için size sorup amel etmek en ihtiyâtlı yoldur.” buyurdu. Gâyet açık olan meseleyi görüştükten sonra, mübârek yüzünü Şeyh Hamîd tarafına dönüp; “Şeyh Hamîd Efendi! Siz burada mı idiniz?” buyurdu. Şeyhe bir iki nazar etti. Sonra kalktı. Mevlânâ, her ne kadar; “Hizmetçiler sofra hazırladı, getiriyorlar.” dediyse de, kabûl buyurmadı. Mevlânâ dış kapıya kadar onları uğurladı. Bundan sonrasını Mevlânâ Abdurrahmân şöyle anlattı: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin peşinden Hamîd-i Bingâlî de dışarı çıktı. O inkâr ve nefrette olan Şeyh Hamîd, hazret-i İmâm’ın arkasından ağlayarak, kavrularak, gözünden yaşlar akıtarak, dervişler gibi düşe kalka gidiyordu. Hazret-i İmâm ise, ona dönüp bakmıyordu bile. Nihâyet hazret-i İmâm kaldığı eve girdi. Şeyh, onların kapısı önünde hayrân ve perişân halde el bağlamış, başını önüne eğmiş bir halde durdu. Bir müddet sonra, İmâm-ı Rabbânî, o kendine çektiği Hamîd-i Bingâlî’yi husûsî odasına çağırdı ve sohbette bulundu. Gittikleri yolun husûsiyetlerini anlattı. Evliyâlık makamları onu öyle kapladı ki, hallere gömülüp, dostlardan ve tanıdıklardan tamâmen kesildi. Birkaç gün sonra, hazret-i İmâm memleketleri olan Serhend’e hareket etti. Şeyh yaya olarak gayr-i ihtiyârî, gönlünü çaldırmış bir halde hazret-i İmâm’ın peşi sıra gitti.

Hazret-i İmâm’ın eshâbının bâzıları dediler ki: “Hazret-i İmâm’ın, Mevlânâ Abdurrahmân'ın evine teşrîfi, belki Ekberâbâd’a gelişleri, sırf Şeyh Hamîd’i bozuk îtikâdından kurtarmak içindi. Zîrâ buna memur idiler.” Mevlânâ Abdurrahmân diyor ki: “Hazret-i İmâm’ın Şeyh Hamîd üzerindeki bu tasarrufunu görmekle, benim ihlâs ve îtikâdım kuvvetlendi.” Ne zaman Mevlânâ’ya, hazret-i İmâm’ın kerâmetleri sorulsa, hep bu hâdiseyi anlatırdı.

Ondan sonra Hamîd cezbe ve sülûk makâmlarında ilerleyerek, vilâyet derecesine kavuştu ve icâzetle şereflendi. Doğru yolu bildiren âlimler arasında, icâzet verilip, gönderilen talebeye hırka vermek âdet olduğundan, Hamîd-i Bingâlî ayrılırken, hazret-i İmâm’dan teberrüken, kullandıkları bir şey istedi. Onlar da istediğini verdiler. Hamîd verileni öperek, huzûrundan ayrıldı. Teşyî etmeye (uğurlamaya) giden ahbabları dediler ki: “Hamîd-i Bingâlî o hediyeyi sarığına sarıp başına tâc eyledi. Bu şekilde memleketine gitti.” Mısrâ:

Bir toprak ki, yâr ilinden başa gelir,
Benim için yüz taştan da iyidir.

Memleketine gidince, hocasının hediyesi için küçük bir oda ayırdı. İhtiyaç sâhipleri, hastalar, dertliler bunu duyunca, dermân için oraya koştular. Memleketin her tarafından, hastalara şifâ için, huzûruna su kabları getirirlerdi. Şeyh hocasının hediyesinin ucunu suya sokar ve suyu onlara verirdi. İnsanlar şifâ bulurlardı. Hasta ölüm hastası ise suya sokar sokmaz su kabı kırılırdı. Bu çok tecrübe edilmiştir.

Hamîd-i Bingâlî hayatta olduğu müddetçe bu hâl üzere devâm etti. Vefâtından sonra, Hamîd’in kabri üzerine türbe yapıp, hocasının hediyesini, onun duvarındaki gömme dolaba koydular. Eskisi gibi ihtiyaç sâhipleri ve hastalar oraya geldi ve maksadlarına kavuştular.

Hamîd-i Bingâlî, dînin emirlerine oldukça dikkat eder, haramlardan sakınır, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahi terk ederdi. Kanâat ve tevekkül hâli kelimelerle ifâde edilemeyecek derecedeydi. Hocası olan İmâm-ı Rabbânî’ye iki sene tam bir teslîmiyetle hizmet ederek, icâzet almakla şereflendi. Hocasının emri ile memleketi olan Bingâl’e gitti. Orada zâhirî ilimlerde müderris, kalb ve tasavvuf ilimlerinde yol gösterici oldu. 1640 (H.1050) senesinde Bingâl’de vefât etti.

İMÂM-I RABBÂNÎ’NİN KERÂMETİ

Hadarât-ül-Kuds kitabının sâhibi Bedreddîn Serhendî şöyle anlatır: Kendisine mektup yazıp; “Hazret-i İmâm’ın menkıbelerini kitap hâline getiriyorum. Onlardan sonra halîfelerini de yazacağım. Sizin de şâhid olduğunuz menkıbe ve kerâmetlerini yazınız, kendi hâlinizi de anlatınız ve hazret-i İmâm’ın size verdikleri icâzetnâmenin sûretini gönderiniz.” dedim. Şeyh cevâbında şu mektubu gönderdi:

“Allahü teâlâ sizi belâlardan korusun ve kendinden başka şeylerden uzaklaştırsın. Bu duâmı Resûl-i ekremin ve âlinin hürmetine kabûl buyursun! Kıymetli mektûbunuzu okudum. İçindekileri anladım. Çok iyi bir işe niyet etmiş ve başlamışsınız. Cenâb-ı Hak hayırla bitirmek nasîb etsin! Bu fakîre; “Hazret-i İmâm’ın hâl ve kerâmetlerinden hatırınızda bulunanları yazın.” diyorsunuz. İyice bilmiş olunuz ki, hazret-i İmâm, Mektûbât ve risâlelerine yazmadık bir hâl ve makâm bırakmadı. Bu sermâyesi az fakîr, ne yazsam, ne söylesem hepsini yazmışlardır. Âyân olanı beyâna hâcet yoktur. Bu fakîrin hallerini anlatmaya, yazmaya gelince, hazret-i İmâm’ın ve diğer eshâbının makâm ve halleri yanında yazılmaya değer önemli bir şeyi yoktur. zerre, ne kadar yüksekten uçsa güneşin yanına yaklaşamaz. İcâzetnâmeyi istemiştiniz, gönderiyorum. Allah yolunda olanlara selâm olsun.” Mektubun arkasına; “Gâibâne muhlis Sofî Hamîd.” diye yazdı. İcâzetnâmesi şudur:

“Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salât-ü selâmdan sonra, Allahü teâlânın rahmetine muhtaç, Ahmed bin Şeyh Abdülehad Fârûkî Serhendî Müceddîdî der ki: “Âlim, sâlih, sıddîk, dînin, tarîkatin ve hakîkatın ilimlerini kendinde toplayan, kardeşim Şeyh Hamîd-i Bingâlî (Allahü teâlâ sevdiği ve beğendiği şeyleri ona ihsân eylesin) sülûk konaklarını geçip, cezbe ile urûc eyleyip (yükselip) vilâyet derecelerine kavuşunca ve başlangıca yerleştirilen sondakiler, kendisinde hâsıl olunca, istihâreden ve Allahü teâlâ tarafından izin verildikten sonra, doğru yolda olmak isteyen ihlâslı talebelere büyüklerimizin yolunu tâlim için izin ve icâzet verdim. Allahü teâlâdan, onu, kötülüklerden ve ayıblardan korumasını ve Resûlullah’a mütâbaatte istikâmet üzere bulundurmasını niyâz ederim.”

Hamîd-i Bingâlî, bu icâzetnâmenin sûretinin kenarına; “Bu sûret, ilim deryâsı hocamın yazdığı aslına tamâmen uygundur.” diye yazdı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEVLÂNÂ HASAN-I BERKÎ

Büyük evliyâdan. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerde âlim idi. Tasavvuf yolunda yetişip evliyâlık derecelerinde yükselmek için, Şeyh Ahmed-i Berkî’nin talebesi oldu. Onun hizmetinde, yüksek makamlara, ilâhî ma’rifetlere kavuştu. Hocasının işâreti ile Serhend’e giderek, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine girdi. Onun talebesi olmakla şereflendi. sohbetleriyle yüksek hâllere ve makamlara erişti. Sonra vatanına dönerek eski hocası Ahmed-i Berkî’nin sohbetlerine devâm etti. Onyedinci asrın sonlarında Osmanpur'da vefât etti.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ahmed-i Berkî’ye yazdığı mektupta; “Şeyh Hasan, sizin devlet erkânınızdandır. İşlerinizde sizin yardımcınızdır. Eğer siz bir sefere çıkacak olursanız, vekîliniz odur. Ona iltifât ve teveccühü eksik etmeyiniz. Çok gayret ediniz ki, zarûrî din ilimlerini bitirsin. Hindistan’a gelişi, onun için de sizin için de büyük nîmet oldu. Allahü teâlâ bize ve size istikâmet versin.” buyurdular.

Bundan kısa bir zaman sonra, Ahmed Berkî âhırete intikâl etti. Hazret-i İmâm’a haber gelince, Ahmed-i Berkî’nin eshâbına şu mektubu yazdılar: “Ahmed-i Berkî’nin gösterdiği yolda yürüyünüz. Zikir ve murâkabe ile meşgûl olun ki, bir isteksizlik ve gevşeklik hâsıl olmasın. Talebeleri toplanıp, birbirlerinde fânî olsunlar ki, sohbetin eseri görülsün. Bu fakîr bundan önce; “Eğer Mevlânâ bir sefere çıkarsa, kendi yerine Şeyh Hasan’ı bırakması uygun olur.” diye yazmıştım. Herhâlde bu seferi kast etmişiz. Şimdi de tekrar tekrar düşünüyorum. Bu işi yapacak ancak Şeyh Hasan’ı buluyorum. Bâzı arkadaşlara bu sözümüz ağır gelmesin. Bizim ve onların istemesiyle olmuyor. Ona uymanız lâzımdır. Şeyh Hasan’ın yolu, Mevlânâ’nın yoluna çok yakındır. Mevlânâ’nın son defâ bizden aldığı nisbette Şeyh Hasan’ın da ortaklığı vardır. Diğer arkadaşlar, her ne kadar keşf ve müşâhede sâhibi olsalar da, bu nisbetten nasîbleri azdır.”

Hepsi emre uyarak, Mevlânâ Hasan-ı Berkî’nin sohbetine dâhil oldular. Hasan-ı Berkî, bu makamda, ilim ve feyz vermekle meşgûl oldu. İmâm-ı Rabbânî’nin ve kendi üstâdının âdetlerine ve usûllerine bağlı kaldı. Murâkabe, mücâhede ve bid’atlerin kaldırılması ile uğraşıp, daha yüksek derecelere ve ulvî makâmlara kavuştu.

Hasan-ı Berkî anlattı: “Bu fakîre iki açık hâdise gösterildi. Biri şudur: Hazret-i İmâm bizi talebeliğe kabûl edip buyurdu ki: “Hem yardım ediyoruz, hem de hakîkî îmâna kavuşmanıza vesîle olmaya çalışıyoruz.” İkinci hâdise de şudur: Hazret-i İmâm bana; “Bizden ne istersin?” diye sordular. Bu fakîr de; “Her şeyi veriniz” dedim. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Öyleyse gel” deyip elimi tuttular. O anda bambaşka bir hâle girdim.”

Hasan-ı Berkî, vefâtına yakın dedi ki: “Bana müjde verildi ki, senin taleben olan, magfiret olunmuştur. Daha çok istedim. İlhâm oldu ki, sana muhabbeti olan magfiret olunmuştur. Daha çoğunu istedim. Emr olundu ki, tevâtürle her kim sana kıyâmete kadar muhabbet ederse magfiret olunmuştur."

Ashâbına olan vasiyet ve nasîhatlerinde buyurdu ki: “Bütün yeryüzünü araştırdım. Dünyâda hazret-i İmâm’ın iki büyük oğulları, yâni Hâce Muhammed Sa’îd ve Hâce Muhamed Ma’sûm gibisini bulamadım. Sizden kim Hakkı taleb ederse, onların huzûruna koşsun, onlara hizmeti, saâdet ve kurtuluş bilsin!”

SÜNNETİ İHYÂ ETMEK

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Hasan-ı Berkî’ye yazdığı mektuplardan biri şöyledir:

“Bu mektubumu yazmaya, Besmele ile başlıyorum. Allahü teâlâya hamd, seçtiği iyi insanlara selâm ve duâ ederim. Kardeşim, Şeyh Hasan’ın mektubunu okuyunca, çok sevindim. Kıymetli bilgiler ve mârifetler yazılı idi. Bunları anlayınca, pek hoşuma gitti. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, yazdığınız bilgilerin, keşiflerin hepsi doğrudur. Hepsi, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygundur. Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru îtikâdları böyledir. Cenâb-ı Hak, doğru yolda bulundursun. Yüksek derecelere eriştirsin! Yayılmış olan bid’atlerin ortadan kalkmasına çalıştığınızı yazıyorsunuz. Bid’at karanlıklarının ortalığı kapladığı böyle bir zamanda, bid’atlerden bir bid’atin ortadan kalkmasına sebep olmak, unutulmuş sünnetlerden bir sünneti meydana çıkarmak, pek büyük bir ni’mettir. Sahîh olan hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır!” Bu işin büyüklüğünü, bu hadîs-i şerîften anlamalıdır. Fakat, bu işi yaparken, gözetilecek mühim bir incelik vardır. Yânî bir sünneti meydana çıkarayım derken, fitne uyanmasına sebep olmamalı, bir iyilik, çeşitli kötülüklere, zararlara yol açmamalıdır. Çünkü, âhır zamandayız. Müslümanlığın zaîf, garîb olduğu bir asırdayız.

Merhûm Mevlânâ Ahmed'in çocuklarının okumalarına, terbiyeli, bilgili yetişmelerine çok gayret ediniz. Zâhirî ve bâtınî edebleri öğretiniz. Görüştüğünüz herkesin, hattâ orada bulunan bütün din kardeşlerimizin İslâmiyete uymalarına, sünnete yapışmalarına ön ayak olunuz! Bid’at işlemenin, dinsizliğin zararlarını herkese anlatınız! Cenâb-ı Hak hepimize iyi işler yapmak nasîb eylesin! Dîn-i İslâmın yayılmasına, gençlere öğretilmesine çalışanlara başarılar versin! Dîn-i İslâmı yıkmak için, temiz gençliğin îmânını, ahlâkını çalmak için uğraşan, yalan ve iftirâlarla gençleri aldatmaya çalışan din ve fazîlet düşmanlarına aldanarak kötü yola sapmaktan, yavrularımızı korusun! Âmîn.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEVLÂNÂ HAYREDDÎN ETRÂDÎ


Türkistan velîlerinden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Hindu Hoca Türkistânî diye de bilinir. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Mevlânâ Hayreddîn, on beşinci asrın sonlarına doğru yaşadı. Türkistan şehzâdelerinden zengin bir gençti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetlerine devamla kısa zamanda kemâle geldi.

Mevlânâ Hayreddîn ağır başlı, vakarlı bir zâttı. Çok zaman şu şiiri okurdu:

Her parlamada dost yüzü görünür dâim;
Her yüzden ona bak, ey himmetli kardeşim,

İşte yüzün, bak ki, ayna olmuştur ona;
Bu can gelmez dışa körden gayra neyleyim

Gözün varsa görürsün sûretini onun;
Önünde, göz tabanda olunca nedeyim...
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEVLÂNÂ KÂSIM ALİ BEDAHŞÎ

Hindistan’da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Mevlânâ Kâsım Ali Bedahşî olup, önceleri Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebelerinden iken, terbiyesi ve bu yolda yetişmesi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle olunanlardandır. Doğum ve vefât târihleri tam olarak tesbit edilememiş ise de onyedinci asrın ortalarında vefât etmiş olduğu bilinmektedir.

Mevlânâ Kâsım Ali önceleri Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebelerinden idi. Hâce hazretleri, onun terbiyesini, mânevî olarak yetişmesini, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle etmiş, o da Mevlânâ’nın yetişmesi için çok gayret etmiştir. İmâm-ı Rabbânî, Bâkî-billah hazretlerine gönderdiği bir mektupta Mevlânâ’nın hâlini şöyle anlatır: “Mevlânâ Kâsım’ın hâli daha iyidir. Hâllere gark oluyor ve kendini unutuyor. Adımını bütün cezbe makamlarından yukarıya attı...”

Yine İmâm-ı Rabbânî, Bâkî-billah hazretlerine yazdığı başka bir mektubunda: “Mevlânâ Kâsım Ali’nin herkesi en yüksek makâma ulaştırmaktan nasîbi vardır. Herşeyin doğrusunu yine Allahü teâlâ bilir.” diye yazmıştır.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının birinci cild, 118. mektubu Mevlânâ Kâsım Ali’ye yazılmış olup şöyledir:”Bizi sevenlerden Mevlânâ Kâsım Ali’nin yolladığı mektup geldi. İçindekiler anlaşıldı. Fussilet sûresinin 46. âyet-i kerîmesinde meâlen: “İyi iş yapan kendine iyilik etmiş olur. Kötülük yapan da, kendine etmiş olur.” buyruldu. Hâce Abdullah-ı Ensârî buyurdu ki: “Yâ Rabbî! Her kimi helâk etmek istersen, bizim üzerimize saldırtırsın.”

Fârisî beyt tercümesi:

Korkarım ki, dertlilere gülenler,
Tard olurlar, îmânı kaybederler.

Hak teâlâ, bütün müslümanları, bu fakîrlere (tasavvuf büyüklerine) inanmamaktan ve onlara laf atmaktan korusun. İnsanların efendisi sevgili Peygamber efendimiz hürmetine bu duâmızı kabûl buyursun Âmîn.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEVLÂNÂ MUHAMMED RUKIYYE


Evliyânın büyüklerinden. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. 1494 (H. 900) senesinden sonra vefât etti. Muhammed Rukıyye, zâhirî ilimlerde eşsiz bir âlim olup, tasavvuftaki derecesi çok yüksekti. Vâz ve nasîhat ettiği zaman, dünyâ sevgisini ve muhabbetini gönüllerden çıkarmaya çalışırdı. Çok sayıda talebe yetiştirdi.

Mevlânâ Muhammed; ârif, âlim, takvâ ehli, dünyâ sevgisini kalbinden çıkarmış, kalbi Allahü teâlânın sevgisi ile dolu mübârek bir zâttı. Çok ibâdet ederdi. Tasavvuf yolunu Yûsuf Mahdûm'dan öğrendi. Mevlânâ Muhammed'in yedi oğlu oldu. Çocukları, kendisi hayattayken talebe yetiştirmeye ve insanlara doğru yolu göstermeye başladılar.

Mevlânâ Muhammed, talebelerine şöyle buyurdu: "Size bu yolda lâzım olan, mücâhede ve riyâzeti elden bırakmamak, bu yolun âdâbına gereği gibi riâyet etmek, bu yolun temeli olan doğru söze ve helâl yemeye devâm etmektir."

Hocam Yûsuf Mahdûm şöyle buyurmuştur: "Sadık talebe önce halvet ve uzlete çekilmeli, oruç tutmalıdır. Yeme, uyku ve konuşmanın az olmasına, devamlı abdestli olmaya ve beş vakit namazı cemâatle kılmaya dikkat etmelidir. Her gün Kur'ân-ı kerîmden yüz âyet-i kerîme okumalıdır. SonraAllahü teâlâyı çok zikretmelidir. Hergün yüz İhlâs sûresi, yüz istigfâr ve Resûlullah efendimizin rûh-i şerîflerine yüz salevât-ı şerîfe okumalıdır. Buna devâm eden kimsenin Ârif-i billah olması mümkündür. Bundan fazlasını yapmak daha iyidir. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Susmak, açlık, az uyumak, uzlet ve zikre devâm yolumuzun aslıdır."

Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Ya hayır söyle veya sus. Susan kurtulur." Yâni sükût eden kimse, dünyâda düşmanlarından, âhirette ise ateşten kurtulur. Eshâb-ı kirâmdan Ukbe bin Âmir buyurdu ki: Resûlullah efendimize; "Dünyâ ve âhirette kurtuluş ne ile olur?" diye suâl ettim. Resûlullah efendimiz; "Dilini muhâfaza eyle. Zarûret olmadıkça evinden çıkma. Günahlarını hatırlayıp, ağla. Kurtuluş bunlarla olur." buyurdu.

Tasavvuf yolunun esâsı, devamlı Allahü teâlâyı zikretmek, hatırlamaktır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Allahü teâlâyı her hâlinizle çok anın ki, (dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşup azaptan) kurtulabilesiniz." buyrulmaktadır (Cum'a suresi 10). Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede kurtuluşu, çok zikre bağlı kılmıştır. Mu'âz bin Cebel'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem efendimiz; "Cennet ehli, dünyâda zikretmeden geçirdikleri zamanları için pişmân olurlar." buyurmuştur. Fudayl bin İyâd hazretleri de; "Allahü teâlâyı zikreden, zikirle nîmetlenir, sevap kazanır, günahtan kurtulur." buyurdular.

Bir mürşid-i kâmile talebe olmak isteyen kimse, dînin emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunun edeplerine riâyet etmek sûretiyle, mürşid-i kâmilin işâret buyurduğu şekilde ibâdet ve tâatle meşgûl olunca, hem nefsini ıslâha, hem de ilâhî mârifetlere kavuşur: "Nefsini tanıyan, Rabbini tanır." hadîs-i şerîfi gereğince, cehâletten uzaklaşır, irfân derecelerine ve Rabbine yakınlık makâmına kavuşur ve büyük velîlerden olur.

AFETLER

Mevlânâ Muhammed Rukiyye buyurdu ki: Dilin yirmi bir âfeti vardır. Bu âfetler şunlardır:

1) Fâidesiz konuşmak. 2) Bâtıla dalmak, yâni içki meclislerini, fâsıkların yaptığı işleri, zenginlerin rahatını, sultanların zulmünü güzel görerek anlatmak. 3) Sözde başkalarına galip gelmek için münâkaşa ve mücâdele etmek. 4) Düşmanlık. 5) Halk beğensin diye konuşmak. 6) Edebe uygun olmayan sözler söylemek. 7) İki dilli ve iki yüzlü olmak. Bir kimseyi yüzüne karşı medh etmek. 9) Günâhı ve suçu olmayan bir müslümanı alaya almak. 10) Günâha götürecek latîfeler yapmak. 11) Bir müslümanla alay etmek. 12) Bir müslümanı bir toplumda maskara yapmak. 13) Müslümanın sırrını başkasına duyurmak. 14) Verdiği sözü yerine getirmemek. 15) İki müslüman arasında söz taşımak. 16) Yalan söylemek. 17) Yalan yere yemin etmek. 1 Küfre sebeb olan sözleri söylemek. 19) Konuşulmaması gerekeni konuşmak. Şeyh Sa'dî buyuruyor ki: "Şu iki şey aklın noksanlığındandır: Konuşulacak yerde konuşmamak, konuşulmayacak yerde konuşmak." 20) İnsan ve hayvana lânet etmek. 21) Gıybet etmek.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEVLÂNÂ SEYYİD HASAN


Türkistan'da yetişen velilerden Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin talebelerindendir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Mevlânâ Hasan, on beşinci asrın sonlarında yaşadı. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde kemâle geldi.

Küçük bir çocukken babası onu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine götürdü. Küçük Hasan odaya girdiğinde, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında duran balı görünce hemen ona koştu ve yemeye başladı. Hâce Ubeydullah gülümseyerek durumu seyretti ve Küçük Hasan'a; "Yavrum senin ismin ne?" diye sordu. Bal yemekle meşgûl olan Mevlânâ Hasan; "Bal." cevâbını verdi. Hâce Ubeydullah bu cevaptan çok hoşlandı ve; "Kâbiliyeti, yeteneği çok kuvvetli. Zîrâ küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun sevgisinde eridi ve kendisini o zannetti. Başka bir şey tadınca, onda da öyle olacak." buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr, babasından küçük Hasan'ı istedi. Kendi terbiyesi altına aldı. Mektebe gönderdi. Kur'ân-ı kerîmi hatmettikten sonra, ona ilim tahsîl etmesini emretti. İlim tahsîli yanında, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde de bulunarak, kemâle ulaştı.

Mevlânâ Seyyid Hasan'ın, talebe yetiştirmekte büyük kâbiliyet ve kuvveti vardı. Fakat, hocasına hürmetinden, kendini hoca yerine koyacak böyle bir hareketten çekinirdi. Bir gün hastalandı ve yatağa düştü. Hâce Ubeydullah, Mevlânâ Kâsım'a, Seyyid Hasan'ı ziyâret edip etmediklerini sordu. Ziyâret etmediklerini öğrenince; "Sen onu ne sanıyorsun? O senin anlayışından çok yüksektir! Sen ki, Mevlânâ Kâsım'sın. Seyyid Hasan'a elli yıl hizmet etmek mevkiindesin!" buyurdu.

NİÇİN ÎTİRÂZ EDERSİN?

Bir gün Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr Keşmir'e gitmişti.Semerkand sultanı ve ileri gelenleri Hâce Ubeydullah'ı ziyâret ettiler. Ziyâretler sebebiyle talebeler üç gün Hâce Ubeydullah'ın sohbetlerinden uzak kaldı. Talebeler keşke hocamız sultanlar ve emirlerle görüşmekten uzak durup, talebelerini terbiye ile meşgûl olsaydı diyorlardı. Talebelerinden Mevlânâ Ali bin Hüseyin bu düşünce ile Seyyid Hasan'ın yanına gitti. Mevlânâ Hasan, İhyâu-Ulûmiddîn adlı eseri mütâlaa ediyordu. Onu görünce mütâlaayı bırakıp, bir müddet durdu, sonra Mevlânâ Ali'ye şöyle dedi: Bir âlim şöyle anlattı: Bir kere Hâce Ubeydullah hazretlerinin huzurlarına vardım. Hatırımdan; "Hace Ubeydullah, sultanlar ve zâlimlerin gelip gitmesi ile kendilerini rahatsız ediyor. Bunun yerine bir mikdar talebe ile meşgul olup, onları yetiştirse." diye geçti. Huzurlarına varıp oturduğumda, bana yönelip buyurdular ki: "Benim bir müşkil meselem vardır. Sizden ona cevap isterim. Meselem şudur: Bir kimse var. İdâreciler ve zâlim kimseler onun sözünü dinleyip, onun ricâsı ile müslümanlar, zulümden kurtulurlar. O şahıs zâlimlerin zulmüne mâni olur. Acabâ; mazlumları, zâlimlerin eline bırakıp, bir dağ köşesine çekilip tâat, ibâdet ve talebeleri terbiye ile meşgûl olması câiz olur mu? Bu iki işin hangisi ile meşgul olmak daha iyidir?" dedi. Ben de; "Bu durumda uzleti, yalnızlığı bırakıp zâlimler ile berâber olması evlâ değil, belki farzdır. Müslümanları zâlimlerin elinde bırakıp, uzlet ve ibâdeti tercih etmek günahtır." dedim. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm edip; "Bak şimdi kendin fetvâ verdin. Ya niçin îtirâz edersin." buyurdu.

Bunu dinleyen talebe hemen aklından geçen düşüncelere tövbe etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEYÂN MÎR


Hindistan velîlerinden. İsmi Muhammed’dir. Hazret-i Ömer’in soyundandır. Süstan şehrinde 1550 (H.957) senesinde doğdu. 1635 (H.1045)te vefât etti. Kabri Lahor yakınlarında Haşımpur’dadır.

Asil bir âileye mensûb idi. Babası, annesi ve kızkardeşi de keşf ve kerâmet sâhibi olup, velî idiler. Zamânının büyük velîlerinden zâhir ve bâtın ilimlerinde derin âlimdi. Devrindeki âlimler onun bulunduğu mecliste kendisine hürmeten konuşmazlardı. Tasavvufun derin mânâlarına vâkıftı. Allahü teâlânın izniyle insanların hatırından geçenleri bilirdi.

Büyük kardeşi doğunca, annesi keşf yoluyla onun velî bir zât olmayacağını anlayıp; “Allah’ım! Ârif, kâmil bir çocuk istiyorum.” diye duâ etti. Bu duâyı yaptığı sırada gâibden bir ses; “Allahü teâlâ sana istediğin vasıfta bir erkek ve bir kız çocuğu ihsân edecektir.” diyordu. Bu hâdiseden sonra Meyân Mîr ve ondan sonra da kızkardeşi dünyâya gelip velîlerden oldular.

Sekiz yaşından îtibâren Lahor'da ikâmet etti. Tasavvufta Kâdiriyye yolunda aslen Sustanlı olan Şeyh Hızır’ın sohbetlerinde ve hizmetinde kemâle erdi. Ayrıca Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Allahü teâlânın râzı olmadığı şeyleri terk etmek, dünyâdan ve dünyâ ehlinden uzak durmakta, tevekkül ve kanâatta pek ileriydi. Gece gündüz ibâdet, tâat ve mânevî haller üzereydi. Her hâli ve tavrı sünnet-i seniyyeye, dînin emir ve yasaklarına uygundu. Yalnızlıkta ve sıkıntı zamanlarında bu hâlini aslâ terk etmezdi. Tasavvufta ona zamânının Cüneyd-i Bağdâdî'si denilmiştir. Sohbetleri ve sözleri çok tesirliydi. Talebeleri kısa zamanda onun sohbetinde murâdlarına kavuşur, tasavvufta kemâle ererlerdi. Molla Şah, Molla Hâce Behârî, Şeyh Muhammed Lahorî, Şeyh Ahmed Sinâmî, Şeyh Ahmed Dehlevî gibi zâtlar sohbetinde yetişen meşhûr talebeleridir.

Husûsî âdetleri şöyleydi: Sabah namazında talebeleri ile berâber her gün sahra tarafına bağlara doğru gider, oradaki ağaçların altına herbiri ayrı ayrı otururlardı. Namaz vakti gelince, bir araya gelirler, cemâatle namaz kılarlar, sonra tekrar dağılırlardı. Geceleyin kendi odalarına gelirlerdi. Ekseriyetle bütün geceyi yalnız ibâdet ve tâatle geçirirlerdi.

Talebelerinden birisi şöyle anlatır: “Bir gün hocam Şeyh Muhammed en yakınlarından olan Hâce Gelân ile kabristana gitti. Bu esnâda Hâce Gelân’a kabirdekilerden birinin halleri göründü. Hocam Meyân Mîr Muhammed ise, o kabir sâhibinin konuşmalarını dinliyordu. Hâce’ye; “Bu kabir sâhibi ne diyor?” dedi. O; “Ben henüz genç iken dünyâdan bu kabre geldim. Kötü amellerim, işlerim sebebiyle azab içerisindeyim.” diyor dedi. Şeyh Muhammed, Hâce Gelân’a; “Ona bu azâbın kendisinden nasıl, ne ile kalkacağını sor.” dedi. O da ona sordu. “Yetmiş bin Kelime-i tehlîl (Lâ ilâhe illallah) okuyarak sevâbını bana bağışlayınız, o zaman içinde bulunduğum azab benden kalkar.” diyor, dedi. Bunun üzerine Şeyh Muhammed talebelerine yetmiş bin Kelime-i tehlîl okumasını emretti. Kendisi de okudu. Kelime-i tehlîlin okunması bitince, o zât, kabir sâhibinin “Kelime-i tehlîl ve sizin duâlarınız bereketiyle azab benden kalktı.” dediğini nakletti.

Sefînet-ül-Evliyâ müellifi şöyle anlatır: Şeyh Muhammed ve talebeleri kerâmetler ve hârikalar sâhibiydi. Nakledilir ki: Şeyh, sıcak havalarda gecelerini odasının damında geçirirdi. Bir gece bana su testisi ile yelpâzeyi yanına bırakmamı emretti. Ben yelpâzeyi onun yanına bıraktım. Fakat su testisini yanına bırakmayı unutmuşum. Gece yarısı olunca, su testisini bırakmadığımı hatırladım. Kalktım, testiyi alıp, yanına bırakmak için yattığı yere çıktım. Fakat Şeyhi bulamadım. Damdan aşağı indim, oturup nereye gidebilir, diye düşünmeye başladım. Sabah namazı vakti olunca, Şeyh yukardan bana; “Abdest almak için su getir.” diye seslendi. Bunun üzerine su testisini yanına götürdüm. Ve; “Efendim! Bu gece neredeydiniz?” dedim. “Sen rüyâ görmüşsün.” buyurdu. “Eğer nerede olduğunuzu bana bildirmezseniz, hayatta olduğum müddetçe bu hâdiseyi unutamam.” dedim. O zaman; “Sana söyleyeceğim fakat bu sırrı kimseye söylemeyeceksin. Söylersen, zarar görürsün.” dedi ve şunları anlattı: “Bu gece şimdiye kadar Peygamber efendimizin peygamberliği bildirilmeden ibâdetle meşgûl olduğu Hira Mağarasındaydım. Hacca gidip o mağarada bir müddet vaktini ibâdet ve tâatle geçirmeyenlere şaşıyorum. Bir kimseye başka yerde on iki yılda hâsıl olmayan fütûhat, mânevî açılmalar, orada bir gece oturmakla ele geçer.” buyurdu. Bu fakirin Şeyh Muhammed ile iki kere berâberliğimiz oldu. Husûsî yardımlarına kavuştum. Bir rahatsızlığım vardı. Tabibler onun tedâvîsinden âciz kalmışlardı. Şeyh Muhammed bir bardak su istediler. Suya bir duâ okudu ve bana verdi. Onu içtim o hafta sıhhatime kavuştum.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MEYMÛN BİN MİHRÂN
Tâbiînin büyüklerinden, veli. Hadîs ilminde sika (güvenilir), fıkıh ilminde ilmi çok olan büyük bir âlimdir. Kûfe’de yetişti. Sonra Rakka’ya yerleşti. Künyesi Ebû Eyyûb’dur. 657 (H.37) de doğdu. 734 (H. 116)’de Cezire’de vefât etti. 735’de vefât ettiği de rivâyet edilmiştir. Halife hazret-i Ömer bin Abdülaziz tarafından kâdı ve vâli olarak Cezire’ye tâyin edildi. Tâyin edildiği vazifesinin başına gitmek üzere halifenin yanından ayrılınca, Halîfe Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki: “Bu Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân ve onun emsâli olan büyük âlimler, aradan gider (vefât ederlerse), halk kumandandan mahrum kalan askere döner.”

Oğlu, “Babam, kavuştuğu bu yüksek derecelere, çok namaz kılmakla ,çok oruç tutmakla değil, Allahü teâlâya âsi olmakdan çok korkmakla ulaşmıştır.” dedi. Hasan-ı Basrî’nin dostlarından idi. Her gün ve gecesinde bin rek’at namaz kılardı.

Bir gün kendisine dediler ki, “Biz evimizde otururuz, rızkımız bize gelir, diyen kimseler hakkında ne buyurursunuz?”. Buyurdu ki: “Onlar ahmaktır. İbrâhim aleyhisselâm gibi bir yakîn (tam îmân) sâhibi olsalardı, sebeplere yapışırlar, onun gibi çalışıp kazanarak geçimlerini sağlarlardı.”

Arkadaşlarına şöyle derdi; “Bende hoş olmayan, sevimsiz bir hâl görürseniz, onu yüzüme karşı söyleyiniz. Bir kimse, din kardeşinde uygun olmayan bir hâl görür de onu kendisine bildirmezse ona faydalı olamaz.”

Bir toplulukta, Beytülmâlın gelirlerinden biri olan vergiler hususunda konuşuluyordu. Hazret-i Meymûn bin Mihrân şöyle söyledi. “Hazret-i Ömer zamanında Irak taraflarından toplanan vergilerin tamamı bir milyon ukiyye olurdu. Vergiler toplanıp, halifeye arzedildikten sonra, hazret-i Ömer, Basra ve Kûfe’den 10’ar kişi çağırır, bunlardan, vergi olarak alınan bu malların helâl olduğuna, bir müslüman veya zımmîden zulüm ile haksız olarak alınmadığına dâir, şâhidlik isterdi. Bütün şâhidler, bütün vergilerin adâletle, kimseye zulüm ve haksızlık edilmeden toplanıldığını bildirirlerse, getirilen vergileri kabûl eder, aksi halde kabûl etmezdi.”

Bâzı insanların birbirlerine karşı zâlimce hareketlerde bulunduklarını duydukça üzülür, bâzan bu üzüntüsü, hastalanıp yatağa düşecek kadar fazla olurdu. Kendisine, geçmiş olsun demeye gelinirdi. Kendisine, “Birbirine uygunsuz davranan o kimseler barıştılar. O sert durumdan kurtuldular” diye haber verilince sevinir ve iyileşirdi.

Bir defasında namazını cemâatle kılmak için mescide gitti. Namazın kılınmış olduğunu öğrenince çok üzüldü ve “Bir defa cemâatle namaz kılmak bana Irak vâliliğinden daha sevimlidir” buyurdu.

Meymûn bin Mihrân şöyle anlatıyor: “Bir gün, Halîfe Ömer bin Abdülaziz ile beraber bir mezarlığa uğradık. Halife ağladı ve “Vallahi, şu mezara girip de azâbdan emin olan kimseden daha nasibli, daha bahtiyar kimse bilmiyorum” buyurdu.

Kendisine sordular. “Arkadaşlarınızdan hiç ayrılmıyorsunuz ve hiç de birbirinize küsmüyorsunuz. Bu nasıl oluyor?” Cevâbında buyurdu ki; Çünkü ben dostlarıma hiç husûmet (hasımlık) beslemiyorum. Onlarla hiç mücâdele ve münâkaşa etmiyorum.”

Meymûn bin Mihrân hazretleri buyurdu ki:

“Allahü teâlânın takdirine rızâ göstermiyen kimsenin ahmaklığının tedâvisi yoktur.”

“İnsan bir günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta yerleştirilir. Tövbe edince kalbi cilâlanır ve parlar. Dolayısı ile o siyah nokta kaybolur. Ama tövbe etmezse ve günah işlemeye de devam ederse, nokta nokta kalb kararır. Nihâyet bu siyahlık bütün kalbi kaplar. İşte buna (rân) kalbin tamamen kararması) denir.”

“İki arkadaş birbirlerini sevdikleri zaman, birbirini ziyâret etmeleri için aralarındaki mesafenin çok fazla olması mühim değildir.”

“Gizli işlenen günahın tövbesi gizli, âşikâre işlenen günahın tövbesi âşikâre olur.”

“Ey Kur’ân-ı kerîmi okuyanlar! Kur’ân-ı kerîmi dünyâlık kazancınıza âlet etmeyiniz.”

“İnsan, iki ortağın birbirini hesâba çekmesinden daha şiddetli olarak kendisini hesâba çekmedikce, tam müttakîlerden (takvâ sâhibi) olamaz.”

“Eğer bir kimse sana hased ediyorsa, sen onun şerrinden korunmak istiyorsan, işlerini ondan gizli yap.”

“Din kardeşlerine iyilik etmeden, onların rızâsını talep etmek şaşkınlıktır.”

“Gelen misâfirine yemek verip de imkânı varken tatlı ikrâm etmiyen kimse, yatsı namazını kıldığı halde vitri kılmıyan kimse gibidir.”

“Dostların sofrasında yenilen yemeğin hazmı kolay olur. Düşmanın yemeği ise, insana ağırlık verir.”

“Bâzı hâllerde, yalan konuşmak doğruyu söylemekten daha hayırlıdır. Meselâ elinde silâh olan bir kimse “Öldürmek için falan kimseyi arıyorum. Gördün mü?” diye sana sorsa, sen o kimseyi gördüğün halde, birinin canını, diğerinin cinâyetten kurtulmasını isteyerek, o kimseyi görmediğini, yakında buralara uğramadığını söylemez misin? İşte bu niyyetle, böyle hâllerde yalan söylemek câiz ve lâzımdır.”

“Güzel amelleri, sadece gösteriş için ve desinler diye işleyen kimse, dışı dikkat ve itina ile süslenerek güzelleştirilmiş olan bir necâsete benzer.”

“Kişi hem namaz kılar, hem de kendisine lânet edebilir.” buyurdu. “Bu nasıl olur?” dediler. Bunun üzerine; “Bilin ki Allahın la’neti zâlimlerin üzerine olsun.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve buyurdu ki, “Bâzı kimseler, hem namaz kılar, hem de bâzı günahları işlemek sûretiyle kendilerine zulmederler. Başkasının malını, izinsiz olarak almak, haklarına riâyet etmemekle onlara zulmetmiş yâni zâlim olmuştur.”

BAŞINA DÖKÜLEN ÇORBA

Bir gün Meymûn bin Mihrân'ın misâfirleri geldi. Hizmetçisine, misâfirlere ikrâm etmek üzere acele yemek hazırlamasını söyledi. Hizmetçi hemen çorba pişirip, bir tabağa koydu. Sıcak çorba tabağını misâfirlerin önüne koymak için acele ile gelirken ayağı takılıp düştü. Sıcak çorba da Meymûn hazretlerinin başından aşağı döküldü. Hizmetçi mahcûb olup, bana kızacak diye çok korktu. Bunu gören hazret-i Meymûn bin Mihrân buyurdu ki: "Sana kızmıyorum. Seni affettim ve Allahü teâlânın rızâsı için seni serbest bıraktım. Artık hürsün."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MİDYEN BİN AHMED EL-EŞMÛNÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Midyen bin Ahmed el-Eşmûnî olup, Mısır’da Nil nehrinin garb sâhilinde bulunan Eşmûn beldesinde yetişti. Nesebi, Ebû Midyen Magribî hazretlerine dayanmaktadır. Doğum târihi tesbit edilemiyen Midyen bin Ahmed, 1457 (H.862) senesinde vefât etti. Vefât târihinin 1446 (H.850) olduğu da rivâyet edilmiştir.

Zamânında bulunan evliyânın önde gelenlerinden olan Eşmûnî, Ahmed Zâhid hazretlerinin yüksek talebelerinden idi. Onun vefâtından sonra Muhammed Hanefî’nin talebeleri arasına girip tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. Evliyânın yükseklerinden oldu. Onun ilminden ise birçok kimse istifâde etti. Üstünlüğü, yüksekliği başka memleketlere kadar yayıldı. Birçok fazîletleri kendisinde toplamış idi.

Bir defâsında dergâhında bulunan mescide bir minâre yapılmıştı. Ustalar minâreyi yapıp bitirdikten sonra, minâre bir tarafa doğru eğrildi. Herkes minârenin yıkılacağını, yakında bulunan evlere zarar vereceğini zannedip telâşlandılar. Bu işten anlayan mühendisler oraya toplanıp incelediler ve nihâyet minârenin yıkılmasına karar verdiler. Bu sırada oraya gelen Midyen Eşmûnî, sırtını minâreye dayadı. Biraz yüklenince, minâre yavaş yavaş doğruldu. Sonunda da tam düzgün hâle geldi. Orada toplanan insanların hepsi, bu hâli görüp hayretle seyrettiler. O minârede, daha sonra bir eğrilme hâli görülmedi. Hattâ bu minârenin, günümüze kadar durduğu bildirilmektedir.

Rivâyet edilir ki, yaşlı bir kadıncağız, Midyen Eşmûnî’ye gelerek dedi ki: “Efendim. Benim sâdece otuz dînâr altınım var. Bunları size veriyorum. Siz de benim Cennete girmeme kefil olunuz.” O da; “Böyle şey olur mu. Hem ben buna selâhiyetli değilim.” buyurdu. Buna rağmen o kadın, otuz dînârı bırakıp gitti. O günlerde de vefât etti. Kadının vârisleri Midyen Eşmûnî’ye gelip; “Onun size verdiği vekâlet sahîh değildi. O hâlde o altınları bize vermeniz lâzımdır.” diyerek, altınları istediler. O da birkaç gün sonra vereceğini bildirdi. Vefât etmiş olan kadın, rüyâda vârislerine görünüp, herbirine dedi ki: “Bana olan lütuf ve fadlından dolayı, benim nâmıma Eşmûnî hazretlerine teşekkür ediniz. Ben o altınları, kendisinin ve talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ona hediye etmiştim. Bütün malım o altınlar idi. Hepsini, seve seve o zâta hediye ettim. Allahü teâlâ, o büyük zâta olan hürmet ve muhabbetim sebebiyle bana rahmet etti ve Cennetini ihsân etti. Sakın altınları geri almak için uğraşmayınız.” Aynı rüyâyı gören vârislerin hepsi, Eşmûnî'den otuz altını istemekten vazgeçtiler. Durumu kendisine bildirdiler.

Midyen Eşmûnî bir gün dergâhının yakınında bulunan bir dereden abdest alıyordu. Bir ara takunyasının birini çıkarıp, doğu tarafına doğru fırlattı. Takunyayı öyle şiddetli bir şekilde fırlattı ki, orada bulunanlar nereye düştüğünü anlıyamadılar ve hocalarının niçin böyle yaptığına bir mânâ veremeyip, bir hikmeti olduğunu düşündüler. Bu hâdisenin üzerinden bir sene geçmişti ki, Midyen Eşmûnî'nin çok uzak doğu beldelerinden birinde bulunan bir talebesi, bir gün Eşmûnî’nin dergâhına geldi. Elinde, Eşmûnî’nin bir sene önce o tarafa doğru attığı takunyası vardı. O talebenin anlattığına göre, Eşmûnî hazretlerinin bulunduğu beldeden çok uzakta oturuyordu ve bir de kızı vardı. Ahlâkı bozuk bir kimse, ıssız bir yerde bu kıza musallat olmak istedi. Çok zor durumda kalan o kız da; “Ey babamın üstâdı, hocası olan zât! Bu kimsenin bana bir kötülük yapmasından beni koru. Bana yardım et!” diye imdâd istedi. Tam bu sırada, Eşmûnî hazretlerinin bulunduğu beldenin tarafından bir takunya gelip, şiddetle o ahlâkı bozuk kimseye çarptı. Neye uğradığını anlayamayan o kimse, kaçıp gitti. O kız da böylece kurtulmuş oldu. İşte, bir sene önce atılan takunya bu idi.

İmâm-ı Şa’rânî’nin bildirdiğine göre, Muhammed Harîfîş ed-Dünûşerî, Muhammed Gamrî’nin talebelerinin ileri gelenlerinden idi. Bu zât diyor ki: “Hocamız Muhammed Gamrî vefât edince, kime talebe olacağımızı birbirimize sorduk. Onun gibi bir zât bulabilmek çok zor idi. Evliyâlık yolunda bulunanlardan bâzılarına suâl edip, kendileriyle istişâre ettim. Bana dediler ki: “Senin aradığın vasıfların kendisinde bulunduğu bir zât olarak Midyen Eşmûnî’yi tanıyoruz. Sen ona git.” Bundan sonra Eşmûnî’nin yanına gittim. Avluda abdest almakta olduğunu söylediler. Oraya gittim. Orada, sarığı ve cübbesi büyük olan heybetli bir zât vardı. Ortada; bir ibrik, leğen ve elinde havlu ile bekleyen başka bir kimse duruyordu. O bekleyen kimseye; “Eşmûnî nerededir?” diye sordum. O heybetli zâtı işâret ederek; “İşte budur.” dedi. Ben o zâtı, vefât etmiş olan hocam Gamrî’ye benzettim. O da büyük bir sarık ve cübbe giyerdi. O da abdest aldıktan sonra bir havlu ile kurulanırdı. Bu zât, görünüş îtibâri ile hocama benziyor ama, evliyâlık yolundaki derecesi acabâ nedir? Kerâmet sâhibi bir velî midir? diye düşünerek, kalbimden bir beyti okudum. O beytin bir yerini bilerek yanlış okudum. Bundan sonra Midyen Eşmûnî bana dönerek; “O beyti öyle değil, şu şekilde oku!” diyerek, o beyti düzgün olarak okudu. Sonra da; “Sen kalkıp uzak memleketten buraya kadar gelirsin. Sonra da, şu âna kadar tam teslim olmamış bir kalb ile bizi imtihân etmeye mi kalkarsın?” dedi. Ben de; “Tövbe ettim.” deyip, ellerine sarıldım. Ona talebe oldum. Allahü teâlânın izni ile, onun yanında çok faydalara kavuştum.

Eşmûnî’ye bir fıkhî mesele suâl edilse, cevap vermez, suâl edene; ``Îsâ ed-Darîr’in yanına gidip ona sormasını söylerdi.``Îsâ ed-Darîr, Midyen Eşmûnî’nin dergâhında bulunan ümmî bir zât idi. Yine birgün birkaç kişi gelerek, Midyen Eşmûnî’ye bâzı fıkhî meseleleri suâl ettiler. Fakat bunların maksadları, suâlin cevâbını öğrenmek değil, Midyen Eşmûnî’yi imtihân etmek idi. Midyen Eşmûnî bunlara da aynı şekilde, ``Îsâ ed-Darîr’e gitmelerini, suâllerini ona sormalarını söyledi. Onlar ise; “Biz bu suâlimizin cevâbını senden başka kimseden istemeyiz.” dediler. Midyen Eşmûnî bunların suâli kendisini imtihân etmek maksadıyla sorduklarını kalb gözüyle anlayıp, o kimselere buyurdu ki: “Bu suâlin cevâbı falan kitaptadır. O kitap sizde mevcuttur. O kitap, kütüphânenizde raf üzerindedir. O kitabın onuncu sayfasının yedinci satırında, suâlinizin cevâbı vardır.” Bu sözleri hayretle dinleyen o kimseler, geri gidip baktılar; aynen Midyen Eşmûnî'nin târif ettiği yerde suâllerinin cevâbını buldular. Bundan, o zâtın kerâmet sâhibi, büyük bir velî olduğunu anlayıp çok pişmân oldular. Yaptıklarına tövbe ettiler.

Eşmûnî hazretlerinin dergâhına yakın bir yerde, yahûdî bir doktor vardı. Bu doktor, zaman zaman dergâha gelip, orada bulunanları ücretsiz olarak muâyene ederdi. Etraftan bâzı kimseler de “Bu yahûdî doktoru dergâhına niye sokuyor?” diye Midyen Eşmûnî’yi ayıplarlardı. Hattâ bir gün, bu düşüncelerini ona söylediler. O da bunlara; “Siz o doktoru yahûdî zannedersiniz. Fakat birkaç gün daha sabredin, bakalım ne göreceksiniz?” dedi. Bu hâdiseden az bir zaman geçmişti ki, o yahûdî doktor müslüman oldu. Böylece Eşmûnî’nin, bu doktora niçin iltifât ettiği anlaşılmış oldu.

Midyen Eşmûnî hazretlerinin dergâhında, yazı işlerine bakan kâtip; “Hocamız bize her neyi haber verdi ise, o şey, Allahü teâlânın izniyle, aynen söylediği şekilde mutlaka meydana gelmiştir.” dedi.

BUNDA BİR HİKMET VARDIR

Midyen Eşmûnî’nin, uzak bir yerden gelmiş bir talebesi vardı. Bu talebe bir gün hocasına gelerek dedi ki: “Efendim, siz de münâsip görürseniz, ben memleketime gidip oradaki mallarımı satmayı, orası ile alâkayı kesip, burada tamâmen sizin yanınıza yerleşmeyi istiyorum.” Onun bu fikrini münâsip gören hocası, izin verdi. O da memleketine gitmek üzere yola çıktı. Memleketine vardığında, ineğini ve satılabilecek mallarını sattı. Bunların ücreti olan altınları bir keseye koyup, onu da sarığının arasına bağladı. Bundan sonra, hocasının yanına gitmek üzere yola çıktı. Bir gemiye bindi. Bir gün kadar gittikten sonra bir fırtına çıktı. Çok şiddetli esiyordu. Bu esnâda, o talebenin sarığı, şiddetli rüzgâr sebebiyle başından uçup suya düştü. Böylece altınlar da gitmiş oldu. O talebe, bunda da bir hikmet bulunduğunu düşünerek yola devâm etti.

Hocasının yanına geldiğinde, başından geçenleri ona anlattı. Bunları dikkatle dinleyen hocası, tebessüm edip, üzerinde oturmakta olduğu seccâdenin bir köşesini kaldırdı. Oradan talebenin düşürdüğü kesesini çıkarıp, talebeye verdi. Bunun gemiden nehre düşürdüğü kesesi olduğunu ve hâlâ ondan sular damlamakta olduğunu gören talebe hayretler içinde kalıp, bu hâlin, hocasının bir kerâmeti olduğunu anladı.

HÂLİS DUÂ

Midyen ibni Ahmed ki, doğdu Mısır ilinde,
Eşmûnî lakabıyle, tanındı halk içinde.

Tasavvufta o kadar, yükseldi ki bu velî,
İlminden istifâde, edenler çoktu hayli.

Dergâhının yanında, bir dere akıyordu,
O bir gün bu dereden, abdest tazeliyordu.

Henüz bitmemişti ki, abdesti, durdu bir ân,
Nâlininin tekini, çıkarıp ayağından,

Hiddet ve şiddet ile, fırlattı ileriye,
Şaşırdı talebeler, “Acaba n’oldu?” diye.

Bu hâdiseden sonra, bir yıl geçti aradan,
Geldi bir talebesi, çok uzak bir diyârdan.

Elinde bir tek nâlin, dedi ki: “Ey efendim,
Ben filan memlekette, ikamet etmekteyim,

Takrîben bir yıl önce, oldu ki bir hâdise,
Geldim ki arz edeyim, onu hazretimize.

Kızım bir gün ıssız bir, mahalleden gelirken,
Terbiyesiz biriyle, karşılaşmış âniden,

Uygunsuz lâflar edip, dokunmak isteyince,
Sizi vesîle edip, duâ etmiş hemence:

“Yâ İlâhî, babamın, üstâdı kimse eğer,
O velîyi şu ânda bana imdâda gönder.”

Kızım, bu duâsını, henüz bitirmemişken,
Ve henüz onun eli, kızıma değmemişken,

Havadan hızla gelen bir nâlin birden bire,
Suratına çarparak, devirmiş onu yere.

Kızım onu görünce, kurtulup çok sevinmiş,
O nâlini alarak, acele eve gelmiş.”

“Bahsettiğim o nâlin, işte budur” dedi ve,
Bıraktı o nâlini üstadının önüne.

Eşmûnî hazretleri, buyurdu ki o zâta,
“Kızın teslîmiyeti, demek tammış üstâda.

Erişirse birine, bir belâ, bir musîbet,
O dahî hiç kimseden, beklemezse bir medet,

Rabbine sığınarak, sırf O’na güvenerek,
O’na duâ ederse, tam tevekkül ederek,

O zaman Hak teâlâ, kâfi gelir kuluna,
Öyle imdâd eder ki, o dahî şaşar buna.”

HAKÎKÎ SULTAN KİMDİR?

Rivâyet edilir ki, Sultan Çakmak bir ara mâlî bakımdan çok zayıflamış, askerin yiyeceğini te’min etmekte bile zorluk çekmeye başlamıştı. Midyen Eşmûnî’nin yanına bir adamını gönderen Sultan Çakmak, onun duâsını ve bu zor durumda ondan yardım istediklerini bildirdi. O gelen kimseye büyük bir taş direk veren Midyen Eşmûnî, taşıyıcılar ile o taş sütunu sultâna gönderdi. Sultan o sütunu gördüğünde, Allahü teâlânın izni ile ve Midyen Eşmûnî hazretlerinin duâsı bereketi ile onun altın hâline döndüğünü hayretle müşâhede etti. O mâdeni satıp, parasını beytülmâla koydu. Bu sebeple mâlî durumları düzeldi. Midyen Eşmûnî’nin bereketi ile rahatladılar ve ona çok duâ ettiler. Hürmet ve bağlılıkları da daha çok arttı. Büyük bir darlıktan böylece kurtulmuş olan Sultan Çakmak; “İşte hakîkî sultan bu büyüklerdir” dedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MİMŞÂD ED-DÎNEVERÎ


Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Irak'ta yaşayan büyük velîlerden. Dînever'de doğup büyüdüğü için Dîneverî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. 911 (H.299) senesinde Dînever'de vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren doğum yeri olan Dînever'de ilim tahsîl eden Mimşâd ed-Dîneverî; Cüneyd-i Bağdâdî, Rüveym bin Ahmed ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük velîlerle aynı yıllarda yaşadı. Pekçok âlim ve velînin sohbet ve ilim meclislerinde bulunarak zâhirî ve mânevî ilimlerde ilerledi. Yahyâ el-Celâ, Sırrî-yi Sekatî ve Mârûf-i Kerhî hazretleriyle görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hübeyretü'l-Basrî hazretlerine talebe oldu.

Hübeyret-ül-Basrî hazretlerinin derslerine devâm ederken bir gün kendisine; "Git abdest alıp gel." buyruldu. Söyleneni yaptıktan sonra hocasının yanına geldi. Hocası elinden tutup; "Yâ Rabbî! Mimşâd ed-Dîneverî'yi dervişlik makâmına eriştir." diye duâ etti. Bu duânın tesiri ile Mimşâd ed-Dîneverî hazretleri kırk defâ bayılıp ayıldı. Sonunda kendisine gelip ayağa kalktı. Hocasının ellerini öptü. Hübeyre hazretleri; "Arzu ettiklerine kavuştun mu?" diye sordu. Cevâbında; "Otuz senedir bunun için uğraşırım. Elhamdülillah sizin himmetinizle arzuma bugün kavuştum." dedi. Kendisine icâzet verilip, talebe yetiştirmekle vazîfelendirildi.

Uzun müddet Hübeyretü'l-Basrî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulunan Mimşâd ed-Dîneverî büyük velîlerden oldu. Gittiği yerlerde İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İnsanlara nasîhat ettiği gibi bâzan da kendinden üstün velîlerin sohbetlerinde bulunup nasîhat aldı.

Bir seyâhatinde yaşlı bir zâttan aldığı nasîhatı şöyle anlatır: Bir yolculuğumda, yaşlı bir zât gördüm. Hayrı yüzünden okunuyordu. "Bana nasîhat et." dedim. Bunun üzerine; "Himmetini koru. Himmet, niyet; bütün işlerin başlangıcıdır. Himmeti temiz olanın, gayreti iyiye yönelen kimsenin, yaptığı işleri de temiz olur. Halleri ve amelleri de düzelir."

Hocası Hübeyretü'l-Basrî hazretlerinin vefâtından sonra yerine geçerek talebelerine ilim öğretip nasîhatlerde bulundu. İnsanların kalplerine Allahü teâlânın sevgisini yerleştirmek, onlara doğru yolu göstermek ve öğretmek için çalışan Mimşâd ed-Dîneverî birçok talebe yetiştirdi. En tanınmış talebesi Ebû İshak Şâmî-i Çeştî hazretleridir.

Ömrünün büyük bir kısmını oruç tutarak geçiren Mimşâd ed-Dîneverî tekkede ders verirdi. Tekkesinin kapısını devamlı kapalı tutardı. Kapıya birisi gelse, misâfir misin, mukîm misin diye sorardı. "Eğer kalıcı isen içeri gir, şâyet misâfir isen, burası senin yerin değildir. Çünkü birkaç gün kalır kendine bizi alıştırırsın da, sonra ayrılığına dayanamayız." derdi.

Mimşâd ed-Dîneverî çok mal-mülk sâhibi idi. Allahü teâlânın sevgili kullarıyla tanıştıktan sonra, bütün varlığını fakirlere dağıttı. Sonra hac için yola çıktı. Oradan ayrılırken de; "Yâ Rabbî! Âilem ve çocuklarımı sana emânet ettim" diye duâ etti. Mekke-i mükerreme yolunda giderken çölde bir adam gördü. Başında bir tepsi yemek vardı. Mimşâd ed-Dîneverî bunu ne yapacağını sordu. Adam da; "Ben ehl-i gâipten bir kişiyim. Her gün senin evine böyle bir tepsi yemek götürürüm. Allahü teâlâ bana böyle emretti." dedi.

Kendisi şöyle anlatır: "Bir zamanlar borcum vardı. Kalbim hep bu borç ile meşgûl olurdu. Bir gün rüyâmda birinin bana; "Ey cimri! Yaptığın bu borç bize aittir. Bize güven, borcundan dolayı hiç korkma. Senin görevin, borcunu bize havâle etmek, bizim görevimiz ise borcunu ödemektir." diye söylediğini gördüm. Bundan sonra hiçbir zaman, kasap, bakkal ve manav gibi yerlerdeki borçları düşünmedim. Zîrâ bunlar hep ödeniyordu."

Mimşâd ed-Dîneverî'ye: "Aç kalan velî ne yapar?" diye sorduklarında; "Namaz kılar." diye cevap verdi. "Peki onu yapacak gücü yoksa?" diye sorduklarında; "Uyur." cevâbını verdi. Ya uyuyamazsa?" diye sorduklarında: "Allahü teâlâ velî kuluna şu üç şeyi verir. Ya gıdâ, ya güç veya ecel!" buyurdu.

Mimşâd ed-Dîneverî buyurdu ki: "Hak teâlâya ulaşmanın yolu uzundur, o yola sabretmek zordur."

"Talebenin edebi, hocasına hürmet, kardeşlerine hizmet, dünyâ bağlarını kesmek ve dînin âdâbına göre kendini korumaktır."

"Sâlih kimselerle berâber olan sâlih, fâsıklarla bulunan da fâsık olur."

Mimşâd ed-Dîneverî vefâtı yaklaştığında ona; "Hastalıktan ne çekiyorsun?" dediklerinde; "Benden ne çektiğini, gidin de hastalığa sorun." dedi. "Gönlünü nasıl buluyorsun?" diye sorduklarında; "Gönlümü kaybedeli otuz sene oldu, onu tekrar ele geçirmek istedim ama bulamadım. Bu süre içinde gönlümü bulamayınca, bütün sıddîkların gönüllerini kaybettikleri şu hâl içinde, ben onu nasıl bulacağım?" dedi ve rûhunu teslim etti.

GÖNÜL BAĞI

Mimşâd Dîneverî buyurdu ki:

"İnsanın tapındığı, yâni ömrünü kendisi için harcayıp, çok sevdiği şeyler çeşit çeşittir. İnsanların bir kısmı, nefsine, bir kısmı çocuğuna, bir kısmı malına, bir kısmı parasına, bir kısmı hanımına, bir kısmı, makam ve mevkiye tapar. Herkes gönlünü bunlardan birisine bağlamıştır. Bunların bağından kurtulmak çok zordur. Bunlara tapınmaktan sadece; kendine, malına, makamı ve mevkiine güvenmeyip, her şeyin sâhibi ve yaratıcısı Allahü teâlâya hakkıyla kulluk yapamadığını bilip, yaptıklarını hep kusurlu ve noksan görerek, nefsini ayıplayanlar kurtulabilir."

"Bir kimse yalnız Allahü teâlâyı düşünürse, ona hiçbir şey ve kimse zarar veremez."

"Tevekkül, kalbinin ve nefsinin meyl ettiği her şeyden uzaklaşmaktır."

"Sâlihlerle sohbet etmek, onlarla berâber bulunmak kalpte iyilik meydana getirir. Bozuk kimselerle sohbet etmek ve onlarla berâber bulunmak kalpte fesâd ve kötülük meydana getirir."

"Hocalarımın huzûruna girdiğim zaman, onları görmenin ve sohbetlerinde bulunmanın bereketini istediğim için dünyâ düşüncelerini tamâmen unuttum. Çünkü bir kimse hocasının huzûruna dünyâ, mal ve makam düşüncesiyle girerse onu görmenin ve onunla bulunmanın bereketini bulamaz ve sözlerinden istifâde edemez."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MÎR MUHAMMED NUMÂN


Hindistan'ın büyük velîlerinden. Seyyid olup, 1569 (H.977) senesinde Semerkand'da doğdu. Hindistan'a gelip, Hâce Bâkî-billah hazretlerinin sohbeti ile şereflendi.

Hocasının vefâtına kadar Delhi'de hizmetinde bulundu. Hâce Bâkî-billah'ın, vefâtında, İmâm-ı Rabbânî Delhi'yi teşrif etmişti. Merhamet buyurup, Seyyid Mîr Muhammed Numân'ı Serhend'e götürdü. Mîr Muhammed, uzun seneler İmâm-ı Rabbânî'ye hizmet etti ve sohbetinde bulundu. Sonra talebe yetiştirmesi için Burhânpûr'a gönderildi. 1650 (H.1060) senesinde Agra şehrinde vefât etti.

Mîr-i Büzürk diye bilinen babası Mîr Şemseddîn Bedahşânî, asâleti, fazîleti, ilmi, takvâsı, huzûru ve safâsı ile Bedahşan veMâverâünnehr'in meşhûrlarındandı. Tefsîr ve benzeri Arabî ilimlerde asrının bir tânesiydi. Doğduğu ve kaldığı yer, Bedahşan beldelerinden olan Keşm beldesidir. Kabri Kâbil'dedir.

Mîr Muhammed Numân şöyle anlattı: "Azîz babam, dünyâya gelen her oğlunun ismini Muhammed aleyhisselâm ismi ile birlikte olacak diye karar vermiş. Çocuklarına: Celaleddîn Muhammed, Sa'deddîn Muhammed veZiyâeddîn Muhammed gibi adlar vermiş. Bunlar benim kardeşlerimdi. Ben annemin karnında üç-dört aylık idim. Babam, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Numân bin Sâbit hazretlerini rüyâda görmüş ve; "Bir oğlun dünyâya gelecek, ona benim ismimi, yâni Numân ismini ver." buyurmuş. Babam, banaMuhammedNumân ismini koymuş. 1569 (H.977) da Semerkand'da dünyâya gelmişim. Ben çocukken, bâzı garip hâller beni kaplar, beni benden alır, kendimden geçer dünyâyı unuturdum. Büluğa erince, Belh şehrinde Emîr AbdullahBelhî Işkî'nin huzûrunda, işâret ve müjdeleri ile ona talebe oldum ve tövbe ettim."

Mîr Muhammed Numân bundan sonra Hindistan'a gitti. Dînimizin emirlerine uyma isteğinin çokluğundan vaktin velîlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulundu.Herbirinden vazifeler aldı, meşgûl oldu. Şeyh Saîd Habeşî ile de müsâfeha ile şereflendi. Nerede bir derviş duysa, onun sohbetine gider, onu cân ve gönülden sever, talebe olmayı arzu ederdi. Nihâyet hazret-i Hâce Muhammed Bâkî'nin sohbetleriyle şereflendi. O büyük velî, Mîr Muhammed'e nihâyetsiz lütuflarda bulundu. Onu kendi silsile dizisine ve talebeleri arasına aldı. Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin yoluna uygun zikr ve murâkabe ile şereflendirdi. Mîr Muhammed işini bırakıp, dünyâyı terk etti. Kalabalık âilesini alıp, tam bir tevekkülle Bâkî-billah'ın huzûruna geldi.

Mîr Muhammed Numân'ı, Fîrûzâbâd Câmiinin altında ikâmet ettirmeyi düşündüler. Bu câminin altında odalar vardı. Bu odalarda asırlarca kimse oturmamıştı. Rutûbetten nefes bile zor alınırdı. Hazret-i Hâce'nin emri üzerine, çoluk-çocuğu ile oraya yerleştiler. Mîr Muhammed Numân'ın hâller sâhibi ve sâlihadan olan kız kardeşi orada oturmaktan hastalandı. Hazret-i Hâce'nin temiz anneleri, Mîr'i ziyârete geldi. Oranın fenâ kokusundan bir saat orada oturamadı. Bu hâli gören anneleri, oğulları hazret-i Hâce'ye dönüp; "Ey oğlum, üstâdım ve gözümün nûru! Sizin bu sevenleriniz burada ölmesinler!" dedi. Hazret-i Hâce; "Anneciğim, bunlar, bu gibi işler kalblerine ağır gelip, incinme düşüncesiyle buraya gelmediler. Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için geldiler. Mâdem ki onların oradan çıkarılmasını istiyorsunuz. Öyle ise yeni eve taşıyalım." dedi. Sonradan Mîr Muhammed Numân; "Velîlikte hangi makamlara kavuşmuş isem, hepsi de Fîrûzâbâd Câmiinin altında ihsân edildi." buyurdu.

Mîr Muhammed Numân buyurdu ki: "Birkaç gün dînin emirlerine uygun olmayan, sekr hâlleri beni kapladı. Ne kadar uğraştıysam bu hâllerden kurtulamadım. Nihâyet hazret-i Hâce Bâkî-billah'a hâlimi arz etmeyi düşündüm. Câmiye geldiğim zaman onlar da bana baktılar. Bu bakışlarının bereketi ile kalkmasını istediğim hâller, benden tamâmen kalktı."

Hazret-i Hâce'nin talebelerinden olan bir vâli, hocasına ricâ edip; "Duydum ki, dergâhınızdaki fakir talebelerden bir kısmı aç kalıyormuş. Emrederseniz her gün hepsinin ihtiyâcını ben göreyim." dedi. Hazret-i Hâce eshâbından bâzıları için buna izin verdiler. Bu esnâda biri arz etti ki: "Mir Muhammed Numân da çok fakir ve ailesi kalabalıktır." Hazret-i Hâce onun ihtiyâcının karşılanmasına râzı olmadılar ve; "Bunlar bizim bedenimizin parçalarıdır." buyurdu. Yâni vücûdumuzun parçasını bu gibi işlere yaklaştırmayız. Mîr Muhammed Numân buyurdu ki: "O günlerde çok fakir ve parasız olduğum hâlde, bu lütuflarını duyunca kendimden geçtim."

Bâkî-billah hazretleri vefât edinceye kadar, Mîr Muhammed Numân'ı en güzel şekilde yetiştirip, olgunlaştırdı. Velâyette yüksek makamlara ulaştırdı. Sonra da en önde gelen talebelerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle eyledi.Mîr Muhammed bunu şöyle anlattı: Hazret-i Hâce'nin vefâtlarından önceki günlerde, bir gece uyumayıp hizmet eyledim. Bana baktılar. Bu bakışlarının tesiriyle bir hâle tutuldum. Her ne yaparsam; "Acabâ Allahü teâlânın rızâsına uygun mudur, değil midir?" diye düşünceye dalardım. Öyle oldu ki, bir adım atsam; "Acabâ rızâsına uygun mu, değil mi?" derdim. Döndüğüm zaman da, şu düşüncelere gark olurdum ki; "Bu vakit onlara teslim ve rızâ vaktidir. Ve o kıymeti takdir olunmayan deryâdan, bu kalbi susamışın kalbine bir yudum su sunmak zamânıdır."

Hazret-i Hâce, hazret-i İmâm'a (yâni İmâm-ı Rabbânî hazretlerine) talebe yetiştirme icâzeti verdikleri ve bütün eshâbını onlara ısmarladıkları zaman, her talebesini ayrı ayrı çağırıp vedâ etti. Sonra hazret-i İmâm'ın huzûruna gönderdi. Hazret-i İmâm'ı, talebelerin terbiyesine vekil eylediler. Talebelerine de, onların huzûrunda bizi tâzim etmeyiniz, hattâ bize teveccüh eylemeyiniz." buyurdu. Bana da; "Ahmed-i Fârûk'a hizmeti kendi saâdetin, kurtuluşun bil, her emrini yerine getir." buyurdu. Üstâdımın büyüklüğünü düşünüp, bu sözleri bana ağır geldi ve; "Kalbimin aynası, ancak sizin yüksek kalbinizin parlak nûruna karşı duruyor. Onlar ne kadar büyük olsa da bu böyledir." diye arz ettim. Kızarak buyurdular ki: "Meyân Şeyh Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten, göstermeyen bir güneştir. Geçmiş evliyânın en büyüklerindendir." Bundan sonra inanarak, isteyerek ve severek hazret-i İmâm'ın hizmetine ve huzûruna kavuşmayı arzu eyledim.

Hazret-i Hâce vefât edince, İmâm-ı Rabbânî tâziye için Delhi'yi şereflendirdiler. Mîr Muhammed Numân, kalbinin kırıklığını, garipliğini, miskinliğini, nasîbsizliğini, istidâtsızlığını ve hazret-i Hâce'nin, kendisini İmâm'a havâle ettiğini hatırlatan bir mektup yazdı. Mektupta; "Merhametinize kavuşmak için, Peygamberlerin efendisinin hânedânına mensûb olmaktan başka vesîlem yoktur. Peygamberlerin efendisinin sadakası olarak bana acıyın." diye arz etti. Hazret-i İmâm bu mektubu okuyunca, kalbine bir incelik geldi. Buyurdu ki: "Mîr, ümidsiz olmasın. İnşâallahü teâlâ daha iyi olacak". Yine buyurdu: "Hâce'nin eshâbı arasında, Mîr'in bize husûsî bir bağlılığı vardır." İmâm-ı Rabbânî hazretleri Serhend'e giderken, Mîr'i de yardım ve terbiyelerine alıp, yanlarında götürdüler.

Mîr Muhammed Numân, senelerce hazret-i İmâm'ın sohbetinde bulundu. Bir defâsında İmâm-ı Rabbânî hasta oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Eğer ölürsem, emâneti ehli olan birine bırakmak lâzım." diye düşündüler. O zaman bu ağır yükü yüklenebilecek, büyük oğulları Hâce Muhammed Sâdık ve hazret-i Mîr Muhammed Numân'dan başkası bulunmadığından, bu emâneti onlara ısmarlamak istedi. Bunun için de bâzı makamları, bu iki azîzin istidâdlarına göre, onların kalblerine akıttılar. Sonra oğullarının ve sevdiklerinin yalvarmaları ile Allahü teâlâya yaptığı duânın hemen akabinde sıhhate kavuştular.

Bundan sonra Mîr Muhammed Nûmân'a olan yardımları ve onu ilerletme vesîleleri her gün arttı. Dâimâ husûsî lütuf ve ihsânlarda bulunup, onun hâllerini yükseklere çıkardı. 1609 (H.101 yıllarında hilâfet verdiler. Dînin yayılması için Burhânpûr'a gönderdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bizzat el yazıları ile yazdıkları hilâfetnâmeleri şudur:

"Allahü teâlâya hamd ederim. Resûlüne ve O'nun keremli ehl-i beytine ve Eshâbına salâtü selâm ederim. Velîlerin yolunda ilerleyip, ârif-i billah olan sâlih ve olgun kardeşim Seyyid Mîr Muhammed Numân (Allahü teâlâ onu ve bizi dâimâ rızâsında bulundursun) bu fakîrin vâsıtası ile, Nakşibendiyye büyüklerinin yoluna girdi ve yükseldi. Talebeye faydalı olacak hâle gelince, bu yolun tâlimi, öğretilmesi için kendisine icâzet izin verdim. İcâzetin şartı; dînin emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, büyüklerimizin yolunda gitmekte sabır ve sebât etmektir. Allahü teâlânın yolunda gidenlere ve Peygamber efendimize uyanlara selâm olsun."

Mîr Muhammed Numân hazretleri iki defâ Burhânpûr'a gittiler. Bu şehirde, ilim ve söz sâhibi Muhammed Fadl ve Şeyh Îsâ gibi büyükler vardı. Mîr'in çalışmaları netice vermeyip, Nakşibendî yolu bu beldede revaç bulmadı. Hazret-i İmâm'ın huzûruna geldi ve hakîkatı anlattı.Hazret-i İmâm, üçüncü defâ aynı şehirde insanlara dînimizin emir ve yasaklarını tebliğ etmelerini emredip, "Bu son şekil, inşâallah, eskilere benzemez." buyurdular.

Hazret-i Mîr emre uyarak tekrar Burhânpûr'a gitti. Bu defa büyük kabûl gördü. Sohbetine giden fakîr olsun, zengin olsun, gâfil veya huzur sâhibi olsun, sohbet ve tasarrufunun tesirinden kendinden geçerdi. Hattâ bunların o hâllerini görenler aynı hâle düşerdi. Bu büyük velînin sohbetlerinin tesirleri o hâle ve dereceye ulaştı. Hattâ o şehirdeki büyük âlimlerin talebelerinden çoğu gelip, talebeleri arasına girdi. Çoğu fâsıklar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyan tam bir mümin oldu. Çok ayıklar, muhabbet şarâbı ile kendinden geçtiler.

Mîr Muhammed Numân, hazret-i İmâm'ın eshâbı arasında, İmâm'a aşk ve muhabbet ile bağlananların en önde geleniydi. Bu yüzden Hindistan'daki şöhret ve hizmeti güneş gibi açıktır. Kendisine bağlananlar o kadar çok oldu ki, bazı düşmanlar vaktin sultânına; "Sizin saltanatınız, hudud şehriniz Burhânpûr'da sona erer. Çünkü orada hazret-i Mîr dedikleri bir derviş vardır ve yüz bin Özbek talebesi süvari hâlde emrindedir. Sultan tesir altında kalıp, hazret-i Mîr'i Burhânpûr'dan çağırdı ve; "Size niçin hazret-i Mîr diyorlar" dedi. O da; "Ben seyyidim. Seyyide Mîr derler. Hazret demelerinden râzı değilim, emrediniz demesinler." buyurdu. "Yüz bin mürîdin varmış!" dedi. Hazret-i Mîr, tebessüm etti. Sultan, orada olanlara; "Bakın, ben onunla konuşuyorum, o ise gülüyor. Bu dervişin böbürlenmesini anlıyorsunuz değil mi?" dedi. Mîr'i seven ve hürmet eden MehâbetHan oradaydı. Sultânın sözüne katılmış görünerek; "Onun üstâdı, memleketleri halîfelerine taksim etmiştir. Bunu Burhânpûr'a verdi. Bunun oradaki makam ve mertebesi o derecededir ki, bizim ve sizin gibilerin orada varlığı hissedilmez." dedi. Sultan, Mehâbet Hanın da bu dervişe düşman olduğunu sanıp; "Onu sana bıraktım." dedi. MehâbetHan, Mîr Muhammed Numân hazretlerini kendi evine götürdü, yakınlık ve muhabbet gösterdi. Çeşitli ziyâfetler ikrâm eyledi. Söz sâhibi kimseler ve diğerleri, karınca ve çekirgeler gibi hazret-i Mîr'in ziyâretine geldiler.Çok adaklar yapıp, yerine getirdiler. Sultan bunu işitince, Mehâbet Hana kızdı. O da; "Pâdişâhım, bu derviş beş vakit namaz kılar, başka hiçbir şey yapmaz." diye arz etti. Pâdişâh, Mîr'in Burhânpûr'da kalmayıp başşehir Ekberâbâd'da bulunmayı kabûl ederse onu bırakalım dedi. Mîr hazretleri kabûl etti ve Ekberâbâd'da oturmaya râzı oldu. Orada tâliblere ders vermeye başladı.

Mîr Muhammed şöyle anlatır: Yine bir gün Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm. Hazret-i Ebû Bekr de yanındaydı. Buyurdular ki: "Ey Ebû Bekr! Oğlum Muhammed Numân'a de ki; "Şeyh Ahmed'in makbûlü benim makbûlümdür. Şeyh Ahmed'in merdûdu (reddettiği) benim de merdûdumdur. Benim merdûdum da Allahü teâlânın merdûdudur." Bu müjdeyi işitince, son derece sevinip; "Elhamdülillah ki, ben hazret-i İmâm'ın makbûlüyüm. O hâlde Allahü teâlânın da makbûlü oluyorum." diye içimden geçirdiğimde, Resûlullah efendimiz hazret-i Sıddîk-ı ekber'e buyurdular ki; "Oğlum Muhammed Numân'a de ki; Onun makbûlü olan, Şeyh Ahmed'in de makbûlüdür, benim de, Allahü teâlânın da makbûlüdür. Onun merdûdu, Şeyh Ahmed'in, benim ve Allahü teâlânın merdûdumuzdur."

Yine bir gün rüyâda, pâdişâhların cülûs veya tebrik günlerinde yaptıkları gibi, bir meydana büyük bir çadır kurulduğunu gördüm. Bütün insanların yaşadığı memleketler o çadırın altında kalıyordu. Dünyâdaki pâdişâhlar, hâkimler, memleketin idâresini yürüten âmirler ve devlet erkânı hep orada bulunuyorlardı. Köyler, şehirler, çarşılar, yollar, ölüm, hayat, fakirlik, zenginlik, efendilik, hizmetçilik hep orada... Bütün o erkân, iş yapmak için, çadırın tepesindeki deliğe bakıyorlar ve ardından ikinci bakışları dünyâya ve dünyâdakilere oluyordu. İş yapanlardan herbirine oradan bir iş buyuruluyordu. Hatırımdan, "Ben de yukarı bakayım, orada ne vardır ki, bütün bu erkân oradan emir alıp, iş yapıyorlar." diye geçti. Başımı kaldırınca, çadırın orta direğinin en üst noktasında bir pencere olduğunu ve hazret-i İmâm orada oturup, mübârek yüzünü o pencereye koyarak, işaret ettiğini gördüm. Bütün dünyâdaki devlet erkânı, yapacakları işleri onun o işaretlerinden anlıyor, birbirine uyan ve uymayan işleri, hep o bir işâretten çıkarıp yapıyorlardı.

Yine bir gün sabah namazından sonra câmide oturmuş murâkabe ile meşgûl oluyorduk. Hocam ile karşı karşıya oturmuştuk. Bir ara başımı meşgûliyetimden kaldırdım. Hazret-i İmâm'ın yerinde Resûlullah efendimizin oturduğunu gördüm. Üzerimi bir heybet kapladı. Hemen başımı önüme eğdim. Bir müddet sonra, tekrar başımı kaldırdım. Hazret-i İmâmın da Server-i kâinâtın yanında oturduğunu gördüm. Tekrar murâkabe için başımı eğdim. Bir an sonra yine başımı kaldırdım. Gördüm ki, Resûlullah efendimizin yerinde hazret-i İmâm, hazret-i İmâm'ın yerinde de, Resûlullah efendimiz oturuyor. Tekrar murâkabeye koyuldum. Bir zaman sonra başımı kaldırınca, iki yerde de Resûlullah efendimizi gördüm. Biraz sonra ikisini de hazret-i İmâm buldum. Sonra da hazret-i İmâmın yalnız oturduğunu gördüm. Bu gördüklerim baş gözü ile olmuştur, rüyâ ve vaka hâli değildir.

Hazret-i İmâm'ın Mektûbât isimli üç cild, değer biçilmez eserinde, Mîr Muhammed Numân hazretlerine yazılmış mektuplar vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:

"...Üstâdım Hâce Muhammed Bâkî-billah'tan işittim. Buyurdu ki, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî yazıyor ki: "Kerâmet ve hârikaları çok görülen evliyâ, son nefeslerinde, bunları gösterdiklerine pişmân olmuştur. Keşke hiç kerâmetimiz görülmeseydi demişlerdir." Evliyânın üstünlüğü, hârikaların görülmesi ile ölçülseydi, bunların görünmesine pişmân olmak yersiz olurdu.

Suâl: Vilayette, hârika görünmesi şart olmayınca, hakîki velî ile, yalancı şeyhler birbirinden nasıl ayrılır?

Cevap: Bu dünyâda evliyânın belli olması lâzım değildir. Doğru ile yalancının karışması lâzımdır. Bu dünyâda hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın karışması lâzımdır. Velînin, kendi vilâyetini bilmesi de şart değildir. Kendi vilâyetini bilmeyen evliyâ çok idi. Bunları, başkaları nasıl tanıyabilir? Tanımalarına lüzum da yoktur. Evet, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar göstermesi lâzımdır. Böylece, nebî, nebî olmayandan ayrılır. Çünkü, nebînin peygamberliğini tanımak herkese lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi peygamberinin dînine çağırdığı için, peygamberinin mûcizeleri kendilerine yetişir.Evliyâ, eğer dinden başka bir şeye çağırmış olsaydı, o zaman, hârikalar göstermesi elbette lâzım olurdu. Dîne çağırdığı için hârika göstermesi hiç lâzım değildir. Din âlimleri, herkesi, kitaplarda yazılan emirleri yapmaya çağırıyor. Evliyâ, hem buna çağırıyor, hem de dînin bâtınına dâvet ediyor. Önce, dîne çağırıyor. SonraAllahü teâlânın ismini zikretmeyi gösteriyor. Her zaman, aralıksız zikr-i ilâhi ile olmayı ehemmiyetle istiyorlar. Böylece vücûdu zikr kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan başka bir şey bulundurulmaz. Her şey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa, Allahü teâlâdan başka bir şey hatırlayamaz. Bu iki türlü dâvet için, evliyânın hârikalar göstermesine niçin lüzum olsun? İrşâd etmek, bu iki dâveti yapmak demektir.

Hârikanın, kerâmetin burada hiç yeri yoktur. Şunu da söyleyelim ki, uyanık bir talebe, tasavvuf yolunda ilerlerken, üstâdının nice hârikalarını, kerâmetlerini hisseder. O bilinmez yolda, her an, onun mededine baş vurup, hep yardımına kavuşur. Evet, başkaları için hârikalar göstermesi lâzım değildir. Fakat, talebesine her an kerâmet göstermekte, hârikalar, üst üste gelmektedir. Talebesi, üstâdının hârikalarını hissetmez olur mu ki, ölü olan kalbine hayat vermektedir. Onu, müşâhedelere keşiflere kavuşturmaktadır. Câhiller, ölüyü diriltip, mezârdan çıkarmayı, büyük kerâmet sanır. Büyükler ise, ölü kalpleri diriltmeye, hasta rûhları tedâvî etmeye ehemmiyet verir. Sofiyye-i âliyyenin büyüklerinden, HâceMuhammedPârisâ: "İnsanların çoğu ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip ölü rûhları diriltmişler, talebenin ölü kalplerini diriltmeye çalışmışlardır. Doğrusu da, kalpleri, rûhları diriltmek yanında, ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur. Hattâ abes, yâni faydasız şeyle vakit öldürmek olur. Çünkü, ölüyü diriltmek ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalplerin diriltilmesi ise sonsuz hayâta kavuşturur. Allahü teâlâya yakın olanların vücûdları kerâmettir. İnsanları Allahü teâlâya dâvet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir. Ölü kalpleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların selâmeti, onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devâdır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Onlar, celîs-i ilâhîdir, Allahü teâlâ ile berâber olandır. Allahü teâlânın lütufları, ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz." buyuruyor.

O büyükleri, yalancılardan ayıran farkların en açığı; her sözlerinin, hareketlerinin dîne uygun olması, yanlarında bulunanların kalplerinde,Allahü teâlânın korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. Evliyâ ile münâsebeti olanlarda, bu alâmetler görülür. Münâsebetleri olmayanlar, zâten herşeyden mahrûmdur. Fârisî beyit tercümesi:

İyiliğe elverişli olmayan kimse,
Faydalanamaz, Pegamberi de görse.

(2. cild, 92. mektup)

Allahü teâlâya hamd olsun ve O'nun seçtiği kimselere selâmlar olsun! Kıymetli seyyid kardeşim! Dikkatle dinleyiniz! İyi düşünceli olan kardeşlerimizin dertlerden kurtulmamız için, her çâreye baş vurduklarını, hiçbirinin fayda vermediğini haber aldım. "Allahü teâlânın yarattıklarında, gönderdiklerinde hayır, iyilik vardır." hadîs-i şerîfi meşhûrdur. İnsan olduğumuz için, başımıza gelenlerden, bir aralık üzülmüştük. İçimiz sıkılmıştı. Birkaç gün sonra, Allahü teâlânın lütfu ile, üzüntü ve sıkıntılar gitti, hiç kalmadı. Onların yerine sevinç, genişlik geldi. Bizimle uğraşanlar, Allahü teâlânın istediğini istemekte ve yapmaktadırlar. Böyle olunca, sıkılmanın, üzülmenin yersiz olduğu, Allahü teâlâyı seviyorum diyenin böyle olmaması gerektiği anlaşıldı. Çünkü sevene, sevgilinin gönderdiği acıların da, O'ndan gelen iyilikler gibi sevgili ve tatlı olması lâzımdır. Sevgilinin iyilikleri tatlı geldiği gibi, O'nun acıtması da tatlı gelmelidir. Hattâ, O'ndan gelen acılarda, tatlılardan daha çok lezzet bulmalıdır. Çünkü acılar, sıkıntılar nefse tatlı gelmez. Nefis, böyle şeyleri istemez. Her bakımdan güzel olan, her şeyi güzel olan Allahü teâlâ, bu kulunu incitmek dileyince, O'nun irâdesi, isteği, bu kula elbette güzel gelmelidir. Daha doğrusu, bundan zevk almalıdır. Bizimle uğraşanların diledikleri, istedikleri, Allahü teâlânın dilediğine uygun olduğu için ve bunların dilekleri, O sevgilinin dilediğini gösterdiği için, bunların diledikleri ve yaptıkları da, elbette güzeldir ve tatlı gelmektedir. Sevgilinin işini gösteren bir kimsenin işi de, sevene sevgilinin işi gibi, sevimli ve tatlı gelir. Bunun için bu kimse de, sevene sevgili olur. Şaşılacak şeydir ki bu kimsenin vereceği acılar, sıkıntılar, ne kadar çok olursa, sevenin gözüne o kadar çok tatlı görünür. Çünkü, onun verdiği sıkıntılar, sevgilinin düşman gibi olduğunu göstermektedir. Bu yolda aklı gidenlerin işlerine akıl ermez. Demek ki, o kimseye karşılık yapmak, onu kötü bilmek, sevgiliyi sevmeye uymaz. Çünkü o kimse, sevgilinin işlerini gösteren bir ayna gibidir. Bizimle uğraşanlar, incitenler, başkalarından daha sevimli görünüyorlar. Kardeşlerimize, dostlarımıza söyleyiniz! Bizim için üzülmesinler, sıkılmasınlar. Bizi incitenleri kötü bilmesinler. Onlara kötülük yapmasınlar! Bunların yaptıklarına sevinseler, yeridir. Evet, duâ etmekle emr olunduk. Allahü teâlâ, duâ edenleri, O'na boyun bükenleri ve yalvaranları, sızlayanları sever. Böyle yapmak, O'na tatlı gelir. Belâların, sıkıntıların gitmesi için duâ ediniz! Af ve âfiyet için yalvarınız!

O kimsenin incitmesi, sevgiliyi düşman gibi göstermektedir dedim. Evet çünkü, sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise, merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice faydaları vardır ki, anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmayanları harâb etmekte, onların belâlarına sebeb olmaktadır. Muhyiddîn-i Arabî, "Ârifin niyeti, maksadı olmaz." buyuruyor. Yâni Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için, bir şeye başvurmaz demektir. Bu sözün ne demek olduğunu iyi anlamalıdır. Çünkü, dert ve belâların, sevgiliden geldiğini, O'nun dileği olduğunu bildirmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emrolunduğu için, bu emre uymaktadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O'ndan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlâ selâmet versin! Âmîn. (3. cild, 15. mektup)

RÜYÂNIN BEREKETİ

Mîr Muhammed Numân anlattı:

Bir gece rüyâda hocam İmâm-ı Rabbânî'yi gördüm. Bir yerden mübârek dergâhına gelmişim. Kapıda bekliyorum. İçerden çıkıp beni ayakta, başı önüne eğik, muhtaç hâlde görünce memnun oldu. Çok teveccüh edip, beni kucakladı ve yanındakilere; "Mîr, yoldan geldi. Harâreti vardır. Meyve suyu getiriniz." buyurdu. Önüme beyaz bir kâse getirdiler. Hazret-i İmâm; "Mîr, bu kâseyi al ve hepsini iç ve ondan hiç kimseye bir damla verme!" buyurdu. O meyve suyunu tamâmen içtim. Bundan sonra mübârek hocam yüzünü kıbleye dönüp ellerini kaldırdı ve; "Ey Allah'ım! Muhammed Resûlullah'a mahsus olan nisbeti Mîr'e nasîb eyle!" diyerek, duâ etti ve ellerini mübârek yüzüne sürdü. Sonra yine ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî, bana mahsus olan nisbeti de Mîr'e ihsân eyle." dedi. Uyanınca, rüyâmı hazret-i İmâm'a arz ile tâbirini istirhâm ettim. Cevap vermediler. Huzurlarından ayrıldım. Bir müddet sonra şu mektubu bana gönderdiler:

"Bir gün sabah namazından sonra eshâbımla oturuyordum. Gayr-i ihtiyârî size teveccüh eyledim. Hissettiğim zulmet ve bulanıklıkların giderilmesine gayret ettim. Böylece sizin kemâl hâliniz ayın on dördü gibi oldu. Hidâyet güneşine verilen her şey o dolunaya aksetti. Hattâ kemâl cihetinden fark kalmadı. Ancak bundan sonra zarfı genişletmek ve genişlediği kadar onu doldurmak kaldı. Uzun zaman bu mânânın temsîlî sûretini, doğruluğunu gösteren bir yakînin hâsıl olması için, nazarımda tuttum. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun. Bu nîmete kavuşmanız gördüğünüz ve tâbirini çok istediğiniz o rüyâ sebebiyledir. Allahü teâlâya hamd ve senâlar olsun ki, borcunuz tamâmen ödendi ve vâd edilen şey gerçekleşti. Verilen söz yerine geldi. Temennimiz, kavuştuğunuz bu kemâle, insanları da kavuşturmanız ve o memleketin köyünü, sahrâsını mübârek vücûdunuzla aydınlatmanızdır."

ETİN ÜZERİNDEKİ KURT

Mîr Muhammed Numân hazretleri, bir gün dervişlerden bir grupla, kendisini sevenlerden birinin evine dâvet edildi. Mîr, ev sâhibini huzûruna çağırıp; "İkrâmda ifrâta, aşırılığa gitmemesini söyledi ve sakın yemeklerde şüpheli bir şey bulunmasın." buyurdu. O da elden geldiği kadar ihtiyâtlı hareket etti. Ama hazret-i Mîr'in yanında kalabalık bir cemâat bulunduğundan, pekçok keçi ve koyun kestiler. Âniden, kesilen bu hayvanların birinin eti üzerinde sayısız kurtlar peydâ oldu. Öyle ki, bir anda etten kemiğe geçtiler. Hazret-i Mîr'e getirdiler; "Bunun için çok dikkat edin demiştik. Keçi, helâlden değildir. Allahü teâlâ kurtlarla bunu bize gösteriyor. Siz yine de araştırın." buyurdu. Araştırdılar. Anlaşıldı ki, bu keçi, hayvan zekâtı toplama memuru arkadaşının zulmen alıp, kendisine gönderdiği ve ev sâhibinin bundan hiç haberi olmadığı bir hayvandı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MÎRİM HALVETÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi Mîrim Halvetî'dir. Ahî Mîrim de denilir. Herî (Hirat) şehri kasabalarından Kilbâd'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Herî ve Şirvan'da yaşadı. 1409 (H.812) senesinde Kırşehir'de vefât etti. Vefât zamanları Karamanoğlu Mehmed Beyin o bölgeye hükmettiği târihlere rastlamaktadır. Başka bir rivâyette Herat civârındaKazerkân kasabasında vefât ettiği bildirilmektedir.

Mîrim Halvetî Şirvan ve Herat'ta ilim tahsîl etti. Tîmûr Han zamânında Anadolu'ya gelip Kırşehir'e yerleşti. Kendisine Ahî denilmesine sebeb Ahî Evrân oğullarından olması yüzündendir. Kırşehir'e geldiğinde burası hoşuna gidip; "Külâbâd'dan çıktık ise Gülâbâd'a geldik." buyurdu.

Mîrim Halvetî hazretlerinin hak yolunun büyükleri arasına girişi şöyle anlatılır:

İlk zamanlarında şiirler ve kasîdeler söylerdi. Zamânın sultanlarından birine bir kasîde yazdı. Huzûruna gidip yazdığı kasîdeyi okudu. Kibirli, gururlu sultan kasîdeyi beğenmedi. Bunun üzerine Mîrim Halvetî çok üzüldü ve yaptığı bu işe tövbe etti. O gece rüyâsında âlemlerin efendisi Peygamber efendimizi gördü. O zaman, önceleri, Peygamber efendimizi medheden bir kasîde yazdığını hatırladı ve bunu hürmetle efendimize okudu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Mîrim Halvetî gel sana bir hediye verelim." buyurdular. Sonra Efendimiz oturdukları yerden bir avuç toprak alıp; "Bu kimyâdır. Sakın gaflette olma." buyurup onun eline verdiler. Mîrim Halvetî sabahleyin uyandıkta o toprağı elinde buldu. Sarrafa götürdüğünde onun hâlis altın olduğunu anladı.

Mîrim Halvetî, Halvetî büyüklerinden Ömer Halvetî'nin sohbetine katıldı ve nefsiyle uzun seneler mücâdele edip, ıslâha çalıştı. Netîcede hocasından icâzet, diploma aldı. İnsanlara güzel ahlâkı öğretmekle vazîfelendirildi.

Mîrim Halvetî hocasının vefâtından sonra ona bir türbe yaptı. AyrıcaTebriz'de dergâhlar inşâ etti.Kırşehir'e geldiklerinde ise dergâh ve mescid yaptırdı.

Mîrim Halvetî'nin Ebû Tâlib adında bir talebesi vardı. İlmiyle amel eden biri olup, güzel huylu olgun idi. LâkinVahdet-i vücûdu inkâr ederdi. Bir gün yanına Mîrim Halvetî hazretleri geldi ve ona; "Evlâdım! Sen taleb, istek yolunu bilmezsin. Zâhidle, dünyâya düşkün olmayanla kalıp ilâhî aşk ve irfâna kavuşmaya çalışmazsın." buyurdu ve kulağına eğilip bir kerre; "Yâ Allah!" diye seslendi. Hemen o dakika Ebû Tâlib kendinden geçip yere düştü. Sonra aklı başına geldi ve Mîrim Halvetî hazretlerine; "Efendim! Şimdi kalbim açıldı.İlâhî aşkı tattım. Lâkin bunu kırk senedir özlüyordum." dedi.

Hikmetli sözleriyle insanları irşâd etti, doğru yolu gösterdi. Bir gün sevdiklerine; "Hak yolunun yolcusu gönlünü âhirete vermeli, dünyâlıklara kapılmamalıdır. Bir olan Allahü teâlâya bağlanmalı, başka şeylere heves etmemelidir." buyurdu.

Çok talebe yetiştirdi. Talebelerinin en meşhurları; Pîr Ebû Tâlib, Pîr Tevekkül, Amr Rabbânî ve İzzüddîn'dir.
 
Üst Alt