Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (M)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUÎDZÂDE (Molla Muhammed bin Abdülazîz)


Osmanlı âlim ve velîlerinden. İsmi, Muhammed bin Abdülazîz olup, Maraşlıdır. Muîdzâde diye tanınır. Baba ve dedeleri de zamanlarının âlim ve fâzıl zâtları olup, sülâleleri Âl-i Bektût (Bektût oğulları) diye tanınır. Bunun için Muîdzâde Muhammed Efendinin bir nisbeti de Bektûtî'dir. 1516 (H.922) senesinde Eshâb-ı Kehf'in beldesi olan Tarsus'ta doğdu. 1575 (H.983) senesinde Kudüs kâdısı iken vefât etti. O sırada bulunan Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden ve fazîlet sâhibi yüksek zâtların meşhûrlarından idi. Vefâtına, "Vâh, yazık Bektût oğullarına" mânâsına gelen; "Hayf İbn-i Bektût'a" cümlesi târih düşürülmüştür.

İlk tahsîlini doğum yeri olan Tarsus'ta, o beldenin âlimlerinin derslerine devâm ederek yaptı. Muîdzâde, dînimizin temel bilgilerini öğrendikten ve tasavvufta bilgi sâhibi olduktan sonra, Anadolu'da yetişen âlimlerin yükseklerinden olan; Mimârzâde ve Sinân efendilerin derslerine devâm etti. Bunların ders ve sohbetlerinde kemâle geldi. Bundan sonra, yine büyük âlimlerden, pâdişâh hocalığı yapmış bulunan Hayreddîn Efendinin ders verdiği âsitâneye (dershâneye, dergâha) girdi.

Bu büyük âlimlerin sohbet ve hizmetlerinde bulunmakla, üstün gayret ve azmi, istidâd ve kâbiliyetinin yüksekliği ile asâletine uygun olarak en güzel şekilde yetişip kemâle gelen Muîdzâde Efendi, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra, önce Edirne'de İbrâhim Paşa Medresesine müderris oldu. Sonra Câmi-i Atîk veKepenekçi medreselerinde müderrislik yaptı. 1563 (H.971) senesinde Pîrî Reis yerineBursa'daManastır Medresesine, dört sene sonraEdirne'de bulunan Dâr-ül-hadîs Medresesine tâyin olundu. Bu medreselerde altı sene vazife yaptıktan sonra, 1572 (H.980) senesinde, Akyazılı Sinân Çelebi yerine Şam müftîliğine tâyin olundu.

O civarın, ilim ve fazîlet kaynağı en yüksek âlimi olarak ders ve fetvâ vermek hizmetini üç sene müddetle çok güzel bir şekilde îfâ etti. 1575 (H.983) senesinde Kudüs kâdılığına getirildi. Aynı senede âhiret âlemine irtihâl etti. Vefâtıyla boşalan vazifeye, Mazlum Melek diye tanınan Ahmed Çelebi tâyin olundu.

Muîdzâde Muhammed Efendi, ilim deryâsının gayretli ve mâhir bir dalgıcı idi. Aklî ve naklî ilimlerde ihtisas sâhibiydi. Edebli, fazîletli, kâmil bir zâttı. Şiir söylemek ve güzel yazı yazmakta da çok kâbiliyetliydi. İlmi ve irfânı ile bid'at karanlıklarını aydınlatan bir nûr misâliydi. Fetvâları güvenilir ve sağlam, suâllere verdiği cevaplar tatmin edici ve anlaşılırdı. Gâyet fasîh ve belîğ konuşan bir zâttı. Arabî lisânının inceliklerine hakkıyla vâkıftı.

İlimleri nakletmekte kendisine îtimâd edilir sağlam bir kaynaktı. Akıl, zekâ ve hâfızası pek kuvvetliydi. Kendisi, en sağlam, güvenilir ve fazîletli bir âlim olarak tanınırdı.

Kâdı Beydâvî Tefsîri ile Keşşâf Tefsîri arasında bir mukâyesesi, Hidâye ve Miftâh-ul-Ulûm isimli eserlere ilâveleri vardır. Fetvâlarından bir kısmı, Şam mahkemesinde muhâfaza edilmektedir. Kitaplarında; "Gece-gündüz Allahü teâlâya duâ edip yalvaran Muhammed bin Muîd (Abdülazîz) el-Kâdirî el-Bektûtî el-Mer'âşî" mânâsına gelen; "Ed-dâ'î bil-Gadâti vel-Aşiyyi, Muhammed bin Muîd el-Kâdirî el-Bektûtî el-Mer'âşî" beytini imzâ olarak kullanır, kitaplarının dışına bu beyti yazardı.

KABİR AZÂBI HAKTIR

Muîdzâde Muhammed Efendinin talebelerinden biri şöyle anlatır: "Bir gün Muhammed bin Abdülazîz'den Şerh-i Akâid okurken, konu kabir azâbının îzâhına gelmişti. Hocam kabir azâbının hak olduğunu vesîkaları ile çok güzel îzâh etti. Orada bulunanlardan biri, kabir azâbını inkâr etti.Kabir azâbının olmadığını kuvvetli delîllerle îzâh edebileceğini söyledi. Hocam buna üzüldüyse de, bir cevap vermedi. Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra, o kimse, Mer'aş'ın yakın bir köyüne gitmek için yola çıktı. Köye giderken, yolu bir kabristana uğradı. Eski bir kabrin başında durdu. Baktı ki, kabire açılan bir delik var. Elini bu delikten kabre soktu. Sokması ile berâber feryâda başlaması bir oldu. "Yandım, ölüyorum, elimi kurtarın!" diye avaz avaz bağırıyordu. Yanında bulunan yol arkadaşları donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Hiçbiri ne yardıma, ne de bir söz söylemeye kâdir oldu. Kabir azâbını inkâr eden o kimse; "Ben kabir azâbının hak olduğuna inandım. Önceki bozuk îtikâdıma tövbe ettim." dedi ve kolunu kabirden çıkardı. Baktıklarında elinde ve kolunda yanık izleri vardı. Yanında bulunanlar bu hâlin o inkârcı kimseye bir ders ve ibret olarak meydana geldiğini anladılar.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUÎNÜDDÎN-İ ÇEŞTÎ


Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn, lakabı Muînüddîn'dir. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. 1136 (H.531) senesinde Horasan'da doğdu. 1236 (H.634) yılında Ecmîr'de vefât etti. Kabri oradadır.

Horasan'da büyüyüp yetişen Muînüddîn-i Çeştî'nin babası Gıyâsüddîn Hasan, aslenSenceristanlı olup, sâlih ve müttekî bir zât idi. Üç evlâdı vardı. Muînüddîn on bir yaşında iken babası vefât edince, kalan mîrâs üç kardeş arasında taksim edildi. Bu taksimde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ düştü. Bağla meşgûl olduğu bir gün, İbrâhim Kunduzî adında bir velî yanından geçiyordu.Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına dâvet edip gölgeye oturttu, üzüm ikrâm etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip, koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Muînüddîn-i Çeştî'ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr hâsıl oldu. Dünyâdan tamâmen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl oldu. Sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Önce Horasan'a gidip orada Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand'a geçti. Irak'a gitmek için yola çıktı. Yolu Hârun kasabasına uğradı ve zamânının en meşhûr velîsi OsmanHârûnî hazretlerini tanımakla şereflenip talebesi oldu.

Muînüddîn-i Çeştî'ye çok alâka gösteren HâceOsman Hârûnî bir gün ona; "Muînüddîn, abdestini tâzele!" buyurunca, tâzeledi. Sonra; "Kıbleye karşı otur, Bekara sûresini oku!" dedi. Dediklerini hemen yaptı. Sonra; "Yirmi defâ salevât oku" buyurdu. Bu emri de yerine getirdi. Sonra başına sarık sarıp, hırka giydirdi ve buyurdu ki: "Bir gece bir gün mücâhede yap ve İhlâs sûresini bin defâ oku!" Muînüddîn-i Çeştî, hocasının bu emrini de yerine getirip, tekrâr huzûruna gelince, hocası; "Muînüddîn! Başını yukarı kaldır bak!" buyurdu.Kaldırıp bakınca; "Ne görüyorsun?" diye sordu. Cevâbında; "Yedi kat semâyı veArş'ı görüyorum." dedi. "Tekrar bin İhlâs sûresi daha oku!" buyurdu. İhlâs sûresini bin defâ daha okudu. Sonra, "Başını semâya kaldır bak!" buyurdu. Kaldırıp baktı; "Ne görüyorsun?" deyince, "Azamet perdesine kadar her şeyi görüyorum" cevâbını verdi. Sonra; "Gözlerini yum!" buyurdu. O da gözlerini kapattı. "Tekrar oku!" buyurdu, emri yerine getirdi. "Ne görüyorsun?" deyince, "On sekiz bin âlemi seyrediyorum" dedi. Bunun üzerine hocası; "Ey Muînüddîn, senin işin tamam oldu" buyurdu. Önlerinde bir kerpiç duruyordu. "Bunu al!" buyurdu. Alınca, kerpiç altın oldu. "Bunu, burada bulunan dervişlere paylaştır." deyince, hemen paylaştırdı. Yirmi sene bu hocasının hizmetinde ve sohbetinde bulunup, pek çok feyze kavuştu ve tasavvufta yükseldi.

Bir defâsında hocası ile birlikte Kâbe-i muazzamayı ziyârete gitmişlerdi. Kâbe yanında el açıp duâ ettiklerinde, "Muînüddîn bizim dostumuzdur" diye bir ses işitildi. Sonra buradan Medîne-i münevvereye, Peygamberimiz server-i kâinâtın mübârek kabr-i şerîfini ziyârete gittiler. Kabrin başına vardıklarında, hocası; "Muînüddîn, selâm ver!" buyurdu. O da selâm verdi. Kabirden; "Ve aleykesselâm ey şeyhlerin kutbu!" diye ses gelip, selâmına cevap verildi. Ziyâretten sonra Bağdât'a döndüler.

Senelerce hocası Osman Hârûnî'nin derslerine ve sohbetlerine devâm edip, tasavvufda yükseldi ve halîfesi oldu. Elli iki yaşına gelince, seyâhatlere çıktı. Bağdât'a gidiyordu. Yolculuğu sırasında, Sencer kasabasında büyük âlim Necmüddîn-i Kübrâ ile tanışıp, birlikte Bağdât'a geldi. Bir müddet kalıp, Hemedan'a geçti.Hemedan'da, mürşîd-i kâmil Yûsuf Hemedânî'yi tanıyarak sohbetlerinde bulundu ve çok istifâde edip, feyz aldı. Buradan da Herat'a ve Belh'e giderek ilimde ve tasavvufta çok yükselip pek çok talebe yetiştirdi.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Hindistan meşâyihi arasında Çeştî tarîkatının imâmı sayılır. Çünkü Hindistan'da İslâmiyet, onun gayreti ve hizmetleri ile yayılmıştır. Sohbetinde bulunan kimseleri çok kısa zamanda tasavvuf hâllerinde yükseltirdi. Bir kimse üç gün onun sohbetine devâm etse, yükselir, kerâmet ve mârifet sâhibi olmakla şereflenirdi. Mübârek nazarları kime tesâdüf etse, doğru yola kavuşurdu. Yedi günde bir, beş miskal (24 gr) kuru ekmeği suya batırır ve öyle yerdi. Hırkasını yamayıp giyer, eskidikçe yine eski yamaları temizleyip, tekrar yamardı. Her gece ve gündüz bir hatim okurdu. Kur'ân-ı kerîmi hatmedince, gâibden; "Ey Muînüddîn! Hatmin kabûl edildi" diye bir ses işitilirdi.

Aldığı mânevî işâret üzerine Medîne-i münevvereden ayrılan Muînüddîn-i Çeştî hazretleri derhal Hindistan'ın yolunu tuttu. Kendisini sevenlerden kırk kişi de birlikte idi. Bir müddet yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştılar. Ecmîr'e yaklaştıklarında, bölgenin racası (prensi), Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin Ecmîr'e gelmekte olduğunu öğrenince; onu târif ederek, görüldüğü yerde öldürülmesini emretti.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri ise, yanında kırk kişi ile birlikte açıkça yollarına devâm ettiler. Geldiklerini duyan ve öldürmek üzere Ecmîr racasından emir alanlar, Muînüddîn-iÇeştî'yi yolda gördükleri hâlde, hiç biri kendinde onun yanına yaklaşmak cesâret ve gücünü bulamadı. Böylece Muînüddîn-i Çeştî yola devâm edip, Ecmîr'e girdi. Yanındakiler ile birlikte, bir ağacın altına oturup, istirâhat etti. Oturdukları yer, Ecmîr racasının develerinin yattığı bir meydan idi. Orada bir müddet oturduktan sonra, bir kervancı (deveci) geldi. Kalabalık bir cemâatin oturduğunu gördü. Ey fakirler, bu oturduğunuz yer sizin değildir. Burada Mihrâce'nin (Ecmîr prensinin) develeri yatar dedi. Oradakiler hiç karşılık vermediler. Bunun üzerine adam şiddetle yanlarına yaklaştı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri adamın bu davranışı karşısında ayağa kalktı ve; "Biz buradan gidiyoruz, fakat sizin develeriniz buradan kalkamazlar" dedi. Sonra hoşa giden güzel bir havuzun başına kondular. Burada ibâdetle meşgûl olup, sohbet ederlerken, ilk oturdukları yerden kalkmalarını söyleyen deve bakıcısı yanlarına geldi. Muînüddîn-i Çeştî'ye; "Sizi kaldırdığımız yere akşam develer bırakıldı.Sabah olunca, kervancı, develeri kaldırmak için çok uğraştı. Fakat kaldırmak mümkün olmadı. Develer aslâ kalkmıyor" dedi. Muînüddîn-i Çeştî'yi ilk oturduğu yerden kaldırmaları sebebiyle bu iş başlarına gelmişti.

Muînüddîn-i Çeştî, havuz başında iken, bir şahıs; "Ey muhterem zât! Bu oturduğumuz yer Mîr Seyyîd Hüseyin'in makâmıdır. Zamânında bu diyâr, onun emrinde idi" dedi. Muînüddîn-i Çeştî bunu öğrenince; "Allahü teâlâya hamd olsun ki kardeşimin mülkünde bulunuyorum! Ecmîr şehrinde putperestlere âit pek çok puthâne vardır. İnşâallah Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın işâret ve yardımı ile bunları yıkacağım." buyurdu.

Muînüddîn-i Çeştî geldiği bu yerde oturuyordu. Hizmetçileri arada bir, inek satın alıp kesiyor ve birlikte yiyorlardı. Bu durum ineğe tapanlar ve putperestler tarafından öğrenilince, şiddetli bir kızgınlık ve düşmanlıkla kıvranmaya başladılar. Toplanıp, Muînüddîn-i Çeştî ve talebelerini oradan çıkarmayı kararlaştırdılar. Nihâyet büyük bir kalabalık hâlinde, ellerinde taş, sopa ve silâhlar olduğu hâlde üzerlerine saldırdılar. Putperestler yanlarına geldikleri sırada, Muînüddîn-i Çeştî namaz kılıyordu. Namazda iken, kocaman bir değirmen taşını üzerine yuvarladılar. Taş üzerine gelmek üzere iken talebeleri haber verdiler. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeştî selâm verip namazdan çıktı. Ayağa kalktı ve yerden bir avuç toprak aldı. Âyet-el-kürsî'yi okuyup avucundaki toprağı gelen putperestlere doğru attı. Atılan toprağın isâbet ettiği her putperest, olduğu yerde kaskatı kesilip, hareket edemez hâle geldi.Ne yapacaklarını şaşırıp perişân oldular.

Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kerâmetleri karşısında tutunamayan putperestler, savaşmaktan vazgeçtiler. Puthânelerine dönüp gittiler ve âciz kaldıklarını belirterek râhiplerinden yardım istediler. Râhib bir müddet susup, sonra; "Ey dostlarım! Sizin o karşılaştığınız zât, kendi dîninde kemâlâta ulaşmış bir kimsedir. Onu ancak sihir ve efsun yaparak yenerim." dedi. Bildiği bütün sihirleri yeniden tâlim edip okudu. Sonra putperestlerin önüne düştü. Muînüddîn-i Çeştî'nin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Muînüddîn-i Çeştî'ye durum bildirilince; "Onun sihri bâtıl bir iştir, hiç tesiri olmaz. İnşâallah onların râhibi doğru yola girecek" buyurdu. Sonra namaza durdu. Yanlarına geldiklerinde, namaz kıldığını gördüler. Hiç birinin yürümeye tâkatı kalmadı. Oldukları yerde donup kaldılar, yaklaşamadılar. Muînüddîn-i Çeştî, namazını bitirince dönüp onlara baktı. Önlerine düşüp gelen râhipleri, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin mübârek yüzünü görünce, söğüt yaprağı gibi titremeye başladı. Bu hâlden kurtulmak için, her ne kadar putlarının ismini söylemek, râm, râm demek istediyse de, ağzından hep Rahîm, Rahîm, sesi çıkıyor, Allahü teâlânın ismini söylüyordu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, yanındakilerden birine bir bardak su verip, râhibe vermesini söyledi. Râhip, verilen suyu alıp şevkle içti. İçer içmez gönlü temizlenip müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî, râhibin ismini Şâdî koydu.

Raca, bu hâdiseden sonra, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine karşı, Hindistan'ın en meşhûr sihirbâzı olan Ecipâl'ı, Ecmir'e çağırdı. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî'ye doğru giderken yapmak istediği sihri düşünüp hazırlamak istiyor, fakat aklına gelen sihiri hemen unutuyordu. Bir türlü zihnini toplayıp, sihir yapma gücünü kendinde bulamadı. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî'nin yanına gelince, Muînüddîn hazretleri Şâdî'yi yanına çağırdı ve bir bardak vererek; "Ey Şâdî! Şu bardağı al ve şu havuzdan doldur. Doldururken, "Yâ Bedûh, de!" buyurdu. Şâdî "Yâ Bedûh!" diyerek bardağı havuzun içine daldırdı. Bardak doldu, havuzda hiç su kalmadı. Bu kerâmet karşısında putperestler, hayretler içinde kalıp, şaşkınlıklarından ne yapacaklarını bilemediler.

Muînüddîn-i Çeştî'nin kerâmeti karşısında âciz ve çâresiz kalındığını gören sihirbaz Ecipâl, geri dönüp Raca'ya; "Bütün sihirbâzlar âciz kaldılar. Bu iş benim işimdir. Ancak ben bu işi tek başıma başarırım." dedi. Fakat o da âciz kaldı. Sonunda, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin verdiği bir bardak suyu içince, hemen değişti, gönlü aydınlanıp küfür ve sapıklıktan kurtuldu. Kelime-i şehâdet söyleyerek müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî'nin teveccühü ile yüksek makâmlara ve üstün derecelere kavuştu.

Bütün bu hâdiseler, Ecmir racası ve Hindistan'ın diğer racaları tarafından hayret ve şaşkınlıkla tâkib edildi. Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin karşısında âciz ve çâresiz kaldılar. Müslüman olup, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine uymakla şereflenen Şâdî ve Ecipâl, hocalarına; "Efendim, Ecmîr şehrinin ortasında bir yere yerleşmenizi, böylece bütün halkın sizden istifâde etmesini arzu ediyoruz" dediler. Bu teklifleri kabûl edildi. Muînüddîn-i Çeştî, Muhammed adında bir talebesine; "Git, şehrin ortasında bizim için münâsib bir yer hazırla, oraya yerleşeceğiz." buyurunca, emri yerine getirildi. Muînüddîn-i Çeştî, hazırlanan bu yerde dergâhını kurup, talebeleriyle birlikte oraya yerleşti. Sonra, talebelerinden bir kaç kişiyi Raca'ya gönderdi. Ona; "Ey katı kalbli kimse! Putperestliği bırak! Allahü teâlâya îmân edip, müslüman ol! Yoksa hakîr, zelîl ve çok pişmân olur, âh edersin" demelerini tenbîh etti. Talebeleri emir üzerine, Raca ile görüştüler. Söylenilen sözleri aynen bildirdiler. Fakat Raca'nın kalbindeki zulmet kilidi açılmadı ve aslâ îmân etmedi, müslüman olmaktan mahrum kaldı. Gelenleri geri çevirdi.

Raca'yı İslâma dâvet etmek için giden talebeler, Raca'nın kabûl etmemesi üzerine gelip, durumu Muînüddîn-i Çeştî'ye bildirdiler. Bunun üzerine gözlerini yumup, bir müddet murâkabeye daldı. Sonra gözlerini açıp; "Eğer bu bedbaht kimse, Allahü teâlâya îmân etmezse, onu İslâm ordusunun askerlerine teslim ederim." buyurdu. Aradan kısa bir müddet geçti. Gerçekten İslâm ordusu Ecmîr'e geldi.

Sultan Muizzüddîn (Şihâbüddîn) Gûrî, Horasan'da bulunduğu sırada, rüyâsında Muînüddîn-i Çeştî hazretlerini gördü. Onun huzûrunda edeble ayakta duruyordu. Muînüddîn-i Çeştî ona; "Şihâbüddîn! Allahü teâlâ sana Hindistan sultânlığını ihsân etmiştir. Hemen bu tarafa doğru harekete geç! Bedbaht Raca'yı tutup, cezâsını ver." buyurdu. Uyanınca hayrete düşen Sultan Şihâbüddîn, rüyâsını fazîlet sâhibi âlimlere anlatıp, tâbirini sordu. Âlimler; "Sana müjdeler olsun ey Sultan Şihâbüddîn, oraları fethedeceksin! Endişelenme, gönlünü hoş tut. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri sana himmet edecek" dediler. Bunun üzerine SultanŞihâbüddîn, ordusunu alıp, Hindistan'a hareket etti. Hindistan'da Ecmîr racasının ordusuyla karşılaştı. Şiddetli savaşlar yapıldı. Netîcede, Sultan Şihâbüddîn gâlip geldi ve Raca yakalanıp esîr edildi. Sultan Şihâbüddîn ve ordusu, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin himmetiyle zaferden zafere koştu. Ecmîr'den Dehli üzerine yürüyen İslâm ordusu, Dehli racası Pethûra'nın ordusunu mağlûb edip, kendisini esir aldılar. Sultan Şihâbüddîn, Dehli'de saltanat tahtına oturdu. Dört-beş sene kadar Hindistan'da kaldıktan sonra Gazne'ye döndü. Muînüddîn-iÇeştî hazretlerinin himmet ve tasarruflarıyla, İslâmiyet, Hindistan'da her tarafa yayıldı. Pekçok insan küfür hastalığından kurtulup, müslüman olmakla şereflendi. Muînüddîn-i Çeştî'nin talebeleri ve bunların da talebeleri, Hindistan'da asırlarca İslâma hizmet ettiler.

Bir gün Muînüddîn-i Çeştî'nin rahmetullahi, aleyh huzûruna biri geldi. Edebli bir tavırla oturup; "Çoktan beri sizin sohbetinize kavuşmak isterdim, hamdolsun ki bugün bu büyük saâdet nasib oldu." dedi. Adamın bu sözü üzerine, Muînüddîn-i Çeştî ona doğru bakıp tebessüm etti. Bir müddet durduktan sonra da; "Haydi, buraya ne maksatla gelmişsen onu yapsana!" dedi. Adam bu sözü işitince, maksadının anlaşıldığının farkına varıp, şiddetle titremeye başladı. Başını yerlere koyup durmadan yalvarıyordu. Sonra şöyle dedi: "Ey efendim! Beni bir kimse buraya sizi öldürmem için gönderdi. Siz onu da kerâmetinizle bilirsiniz. Benim, aslında size bir kastım ve düşmanlığım yoktu." dedi. Sonra elini koynuna sokup bir bıçak çıkardı ve orada bulunanların önüne attı. Ortaya çıkıp, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı ve; "Bana dilediğiniz cezâyı verin!" dedi. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeştî; "Bizim yolumuzda, bize kötülük yapana biz iyilik yaparız!"buyurdu. Sonra yerde perişân bir hâlde ezilip, büzülen, pişmanlığından ne yapacağını şaşıran adamı tutup kaldırdı. "Seni buraya gönderen kimsenin de ismini açıklama" buyurdu. Sonra; "Ey yüceAllah'ım! Bu kuluna iyilikler ve muvaffakiyet ihsân eyle." diyerek, ona duâ etti. Bu adam, tövbe edip Muînüddîn-iÇeştî hazretlerinin duâsını aldıktan sonra ona talebe oldu. Aldığı duânın bereketiyle, çok nîmetlere kavuştu. Kendisine kırk beş defâ hac yapmak nasîb oldu. Nihâyet Kâbe'nin civârında vefât etti ve Mekke-i mükerremede mücâvirlerin defnedildiği kabristana defnedildi.

Muînüddîn-i Çeştî bir defâsında Şeyh Evhadüddîn Kirmânî ve Şihâbüddîn ÖmerSühreverdî ile birlikte oturmuş sohbet ediyorlardı.Bu sırada, henüz o zaman küçük yaşta olan SultanŞemsüddîn Türkmânî, elinde ok ve yay olduğu hâlde ava gidiyordu. Yanlarından geçti. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri ona dikkatle baktı.Sonra birden şöyle buyurdu: "Ey dostlar, bana keşf olundu ki, şu küçük çocuk Dehlî şâhı olacak ve Dehlî sultanlığı yapmadan bu dünyâdan göçmeyecek." buyurdu. Neticede işâret ettiği gibi Şemseddîn Türkmânî bir müddet Dehli sultanlığı yaptı.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri sevenleriyle ve talebeleriyle birlikte olduğu zaman buyurdu ki:

"Sâdık talebe, hocasının, rehberinin söylediği sözleri, onun nasîhat ve tavsiyelerini can kulağı ile dinler. Onun sözünden dışarı çıkmaz. Riyâzet ve mücâhede yâni, nefsin istemediği şeyleri yapar, istediği şeyleri yapmaz. Büyük âlimlerin yolunda gidip çalışır ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri, on dört şeyi usûl edinmişler ve yapmışlardır. Maksada kavuşmakta bunu zarûrî görmüşler ve bunları yapanlar maksada kavuşmuşlardır. Bu on dört makam şunlardır:

1. Tövbe, tövbekârlar makamıdır. Bu, Âdem aleyhisselâmın makâmına işârettir.

2. İbâdet makâmı. Bu makam, İdrîs aleyhisselâmın makâmıdır.

3. Zâhidlik, dünyâya ve dünyâlığa düşkün olmamak. Bu makam, Îsâ aleyhisselâmın makâmıdır.

4. Rızâ makâmı. Kadere rızâ göstermek. Bu makam, Eyyûb aleyhisselâmın makâmıdır.

5. Kanâatkârlık. Bu makam, Yâkûb aleyhisselâmın makâmıdır.

6. Cehd, gayret ve nefsin isteklerine uymamak. Bu makam, Yûnus aleyhisselâmın makâmıdır.

7. Sıddîklık makâmı. Bu makam, Yûsuf aleyhisselâmın makâmıdır.

8. Tefekkür makâmı. Bu makam, Şuayb aleyhisselâmın makâmıdır.

9. İrşâd makâmı. Bu makam, Şist aleyhisselâmın makâmıdır.

10. Sâlihler makâmı. Bu makam, Dâvûd aleyhisselâmın makâmıdır.

11. Muhlisler makâmı. Bu makam, Nûh aleyhisselâmın makâmıdır.

12. Ârifler makâmı. Bu makam, Hızır aleyhisselâmın makâmıdır.

13. Şükredenler makâmı. Bu makam, İbrâhim aleyhisselâmın makâmıdır.

14. Makâm-ı Muhibbandır (muhabbet makâmıdır). Bu makam, Peygamberlerin en üstünü olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ'nın makâmıdır.

Bir defâsında; "Tövbekâr mürid kime denir? diye sorulunca; "Şu hâle gelen kimsedir ki, amelleri yazan melekler, onun hiç günahını bulup yazmazlar. Hiç günah işlemezler. Hocam Osman Hârûnî'den işittim. Buyurdu ki: Bir kimsede şu üç haslet bulunursa, o kimseAllahü teâlânın dostudur, sevgili kuludur. Birincisi; cömertliktir, çünkü cömertlik bir deryâdır. İkincisi, şefkattir. Şefkat, güneş gibi aydınlatıcıdır. Üçüncüsü, tevâzudur. Tevâzu, toprak gibidir (toprakta gül biter)."

Çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:

"Muhabbetin alâmeti itâat etmektir. Muhabbette gevşeklik olmaz."

"Derviş o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez, ihtiyaçlarını karşılar."

"Senelerce ilim ve mârifet taleb edip, dergâhta kaldım. Neticede, hayret ve heybet buldum. Böylece kurb, Allahü teâlâya yakınlık menziline ulaştım. Dünyâ ehlini, dünyâya düşkün olanları, dünyâ ile meşgûl buldum. Âhıreti düşünen âhiret ehlini mahcûb buldum. Tasavvuf ehli ve takvâ sâhibi olduğunu iddiâ eden sahtekârlardan uzak durup, yüz çevirdim."

"Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp yükselir."

"Hakîkat ehli olmak için şu on şarta uymak lâzımdır:

1. Tam bir mârifete sâhip olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak. 2. Hiç kimseyi incitmemek ve hiç kimse hakkında kötülük düşünmemek. 3. Dâimâ hak yolu gösterip, insanlarla hep faydalı şeyler konuşmak. 4. Tevâzu sâhibi olmak. 5. Uzlet. 6. Bütün müslümanları iyi bilip,kendini herkesten aşağı görmek. 7. Rızâ, kadere râzı olmak ve teslimiyet. 8. Sabır ve tahammül. 9. Yanıp erimek, acz ve niyâz içinde olmak. 10. Kanâat ve tevekkül üzere olmak.

Yine buyurdu ki: "Rabbini tanıyıp seven kimse, her ân O'nun aşkıyla kendinden geçer. Ancak Allahü teâlânın zikri ile ayakta durur ve yürüyebilir. Çünkü o, Allahü teâlânın azameti karşısında kendini unutmuş, kaybetmiştir.

Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, vefâtından kırk gün evvel, Dehli'de bulunan talebesi Hâce Kutbüddîn'in âcilen Ecmîr'e gelmesini istedi. Bu haber Hâce Kutbüddîn'e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı.Ecmîr'e geldi. Bir gün talebelerine; "Ey dervişler! Biliniz ki ben bir müddet sonra bu dünyâdan ayrılırım" buyurdu. Bu söz talebelerine ve kendisini tanıyıp sevenlerin üzerine bir üzüntü bulutu gibi çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Sencerî'ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî'nin, Dehli'ye gitmesini emreden bir fermân yazdırdı. "Onu, vekîl tâyin ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştiyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetlerini (bunlara mahsus olan bâzı eşyâyı) ona verdim" buyurdu ve Hâce Kutbüddîn'e hitâben; "Senin yerin Dehli'dir." buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: "Dehli'ye gitmek üzere Ecmîr'den ayrılacağım zaman hocamın huzûruna çıktım. Külâhını başıma koydu. Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası Osman Hârûnî'nin âsâsını, kendi okuduğuKur'ân-ı kerîmi, seccâdesini, nalınlarını verdi ve; "Bunlar, bana hocam Hâce OsmanHârûnî tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetlerdir. Şimdi bunları sana veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim ettiğim için kıyâmet günü Allahü teâlânın, Resûlullah'ın ve bu emâneti bizlere ulaştıran mübârek büyüklerimizin huzûrunda mahcûb olurum" buyurdu.

Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn, bu nîmetlere şükür olarak ve çok mesûliyetli olan vazifesinde kolaylık vermesi için Allahü teâlâya niyâz ile iki rek'at namaz kılıp göz yaşları içinde duâ etti. Sonra, Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, bu kıymetli halîfesinin (vekîlinin) elini tutarak; "Kendimde bulunan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, bulunduğum mertebeye seni yükselterek vazifemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedi. Sonra şöyle buyurdu: "Biliniz ki, şu dört şey tasavvufun esâslarındandır: 1) Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir sâlik, aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı, dışarıdan tok ve hâli vakti yerinde görünmelidir. 2) Fakirleri maddî ve mânevî olarak doyurmalıdır. 3) Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükredemediği, O'na lâyık ibâdet yapamadığı ve âkıbetinin nasıl olacağını bilemediği için, dâimâ üzgün bir hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek için dışarıdan çok neşeli, mesûd ve memnun görünmelidir. 4) Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri affetmeli; insanlara karşı lüzumlu olan nezâket ve sevgiyi her zaman göstermelidir." Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn hazretleri, öpmek için hocasının ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip, hemen kaldırdı. Muhabbetle sarıldılar. Hâce Muînüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsiyesi de; "Büyüklerimizin bildirdiği saâdet yolundan ayrılmayınız! Bu mübârek vazifede cesûr bir er olduğunuzu isbât ediniz, gösteriniz!" şeklinde idi. Bundan sonra, muhabbetin ve acı ayrılığın tesiri ile tekrar birbirlerine sarıldılar ve gözyaşları içinde ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn, Dehli'ye geldikten yirmi gün sonra da, Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri vefât etti.

Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, vefât edecekleri gece, yatsı namazından sonra odasının kapısını kapayıp, içeriye hiç kimseyi, hattâ husûsî eshâbını bile almadı. Ancak bâzı talebeleri kapının önünde durmuşlardı. Bütün gece odadan sesler geldi. Sabah namazı vaktinde ses kesildi. Sabah namazına kaldırmak için, kapısına ne kadar vurdularsa da kapı açılmadı. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefât edip, Hakk'a kavuştuğunu gördüler. Peygamber efendimiz, o gece oradaki bir çok evliyâya rüyâlarında; "Biz bugün, Allah'ın sevgili kulu Şeyh Muînüddîn'i karşılamağa geldik." buyurmuştur.

Ecmîr'de dergâhının bulunduğu yerde defnedildi. Kabri önce kerpiçten, daha sonra taştan yapıldı. Önce Hâce Hasan Nâgûrî tarafından tâmir ettirildi. Sonra Şihâbüddîn Muhammed Şâh Cihân tarafından, türbesi yanına mermerden gâyet güzel bir mescid yaptırıldı.

Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinden dört asır sonra Hindistan'da yetişen ve ikinci bin yılının müceddidi olan, İslâmiyeti Hindistan'a ve diğer beldelere yayan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, 1623 (H.1033) senesinde Ecmîr'e gittiğinde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin türbesini ziyâret etmiş ve; "Hâce hazretleri merhamet eyledi. İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdi. Çok konuştuk, esrâr, sırlar açıldı." buyurmuştur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun kabrini ziyâret ettiği sırada, türbesine hizmet eden türbedarlar, kabri üzerindeki örtüyü ona hediye verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl ederek; "Hâce hazretleri, en yakın elbisesini bize ihsân etti. Bunu kefenim olması için saklayalım." buyurdu. Bir sene sonra vefât edince, o örtüyü kefen yaptılar.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çırpınır, talebelerini de bu gâyeye sevk ederek buyururdu ki:

Irmak akarken zaman zaman gürültü çıkarır ve zaman zaman etrâfını zorlar. Ancak sonunda denize kavuşarak sükûnete erişir. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak arzûsu ile yanan kimsenin de hâli böyledir."

Kendisi hakîkaten Allah adamıydı. Güneş gibi herkesi faydalandıran bir davranış içinde ve toprağın herkesi kabûl etmesi gibi misâfirseverdi. "İyi olan Allah adamları ile birlikte bulunmak, hayırlı bir iş yapmaktan daha iyidir, bunun gibi kötülerle ve İslâm düşmanlarıyla bulunmak, kötü bir iş yapmaktan daha kötüdür. İnsana en çok zarar veren günâh, kendi gibi olan insanları aşağı görmektir." buyururdu.

Allahü teâlânın bütün kullarına nehirler gibi sınırsız yardım ederdi. "Allahü teâlâyı ibâdetler içinde en çok râzı eden ibâdet, zayıf ve mazlûmları sevindirmek ve rahatlatmaktır. İhtiyaç sâhibini hayal kırıklığına uğratmayan kimse, hakîkî derviştir. Cehennem ateşinin söndürülmesinin en iyi yolu, açı doyurmak, susuz olanın susuzluğunu gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcını görmek ve sefâlet içinde bulunanla dostluk kurmaktır." buyururdu.

Kendisi sabırlı olup, sevdiklerine sabırlı olmayı tavsiye ederdi: "Sabır, şikâyet etmeksizin üzüntüye katlanmak ve sıkıntılara göğüs germektir." buyururdu.

Ölüme hazırlıklı olmayı tavsiye eder, ölümle ilgili olarak şöyle buyururdu: "Ârif, ölümü dost, rahatlığı da düşman görür. Allahü teâlâyı devamlı hatırlamayı en büyük saâdet bilir. Başının üstünde dolaşan ölümü düşünerek son yolculuğu için hazırlığını tam yapar."

Kendisi güler yüzlü olup; "Ârifin bir özelliği insanlara karşı devamlı güler yüzlü olmasıdır." buyururdu.

Ömrü boyunca pekçok insanın îmânla şereflenmesine vesîle olan Muînüddîn-i Çeştî, birçok talebe yetiştirdi. Bunların en meşhûrları: Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî el-Ûşî, kendi oğlu Hâce Ferîdüddîn, Hamîdüddîn Nâgûrî Sûfî, Şeyh Vecihüddîn Sa'd bin Zeyd, Hâce Burhâneddîn, kızı Bibi Hâfıza-i Cemâl, Şeyh Muhammed Türk, Şeyh Ali, Sencerî, Hâce Yâdigâr, Abdullah Beyâbânî gibi pekçok kıymetli kimselerdir.

MUÎNÜDDÎN ÇEŞTÎ'Yİ ÇAĞIRIN!

Muînüddîn-i Çeştî, gittiği her beldede kabristanları ziyâret eder, orada bir müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhûr olunca, orada durmaz, kimsenin haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyâhatlerinden biri de Mekke'ye olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâbe-i muazzamayı ziyâret etti. Bir müddet Mekke'de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti. Peygamberimiz server-i âlem Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bir müddet de Medîne'de kaldı. Bir gün Mescid-iNebî'de iken, Ravda-i mutahheradan, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinden; "Muînüddîn'i çağırınız!" diye bir ses işitildi. Bunun üzerine türbedâr; "Muînüddîn!" diye bağırdı. Birkaç yerden "Efendim!" sesi işitildi. Sonra; "Hangi Muînüddîn'i istiyorsunuz? BuradaMuînüddîn adında bir çok kişi var" dediler. Bunun üzerine türbedâr geri dönüp, Ravda-i mutahheranın kapısında ayakta durdu. İki defâ, "Muînüddîn-i Çeştî'yi çağır!" diye nidâ eden bir ses işitti. Türbedâr bu emir üzerine cemâate karşı; "Muînüddîn-i Çeştî'yi istiyorlar!" diye bağırdı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp, gözyaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin türbesine yaklaştı ve edeble ayakta durdu. Bu sırada; "Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel!" diye bir ses işitince; kendinden geçmiş bir hâlde, Resûl-i ekremin türbesine yaklaştı ve sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz; "Sen benim dînime hizmet edicisin. Senin Hindistan'a gitmen gerekir. Hindistan'a git! Hindistan'daEcmîr denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan (torunlarımdan) Seyyid Hüseyin adında biri var. Oraya cihâd ve gazâ niyetiyle gitmişti. Şu anda şehîd oldu. Orası kâfirlerin eline geçmek üzere, senin oraya gitmen sebeb ve bereketiyle, İslâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr olacaklar, güçsüz ve tesirsiz kalacaklar" buyurdular. Sonra ona bir nar verip; "Bu nara dikkatle bak ve nereye gitmen gerekiyorsa, görüp, anla!" buyurdu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Server-i âlemin verdiği narı alıp, emredildiği gibi baktı, şark ve garbı tamâmen gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da görüp dikkatle baktı. Bundan sonra Peygamberimizi göremedi. Fâtiha okuyup duâ etti ve yardım dileyip, Ravda-i mutahheradan (Peygamberimizin türbesinden) ayrıldı.

FAZLA ALMA

Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin en başta gelen talebesi ve halîfesi Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî şöyle anlatmıştır: "Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin çok hizmetinde bulundum. Hiç kimseye îtirâz edip, azarladığını görmedim. Bir gün hocamla birlikte bir yere gidiyorduk. Yanımızda talebelerinden Şeyh Ali Rızâ da vardı. Biz yolda giderken bir adam gelip, Şeyh Ali Rızâ'nın yakasından tutarak; senden alacağım var, borcunu ver diyerek alacağını istedi. Onun ise o anda ödeyecek durumu yoktu. Bu sebepten çok mahcûb oldu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri adama yaklaşarak, son derece yumuşak ve gâyet nâzik bir hâlde birkaç gün daha mühlet vermesini söyledi. Fakat adam diretip, aslâ kabûl etmedi. Bunun üzerine cübbesini çıkarıp yere serdi ve cübbesinin altı altın ve gümüş ile doldu. O adama; "Alacağın ne kadarsa onu al, fazla alma." dedi. Fakat adam altınları ve gümüşleri görünce, tamahkârlık ederek alacağı miktardan fazla aldı. Bunun üzerine hemen eli kuruyup, tutmaz oldu. Feryâd ederek; "Tövbe ettim, bana duâ ediniz, bu hâlden kurtulayım" diyerek yalvardı. Muînüddîn-i Çeştî adamın bu hâline acıyıp lütfederek, kuruyan eline kendi elini sürdü. Adamın eli eski hâline geldi. Adam, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Bundan sonra ona talebe olup, ömrünü ona hizmetle geçirdi. Sohbetinden ve derslerinden ayrılmadı. Böylece saâdete kavuştu."

ATEŞ SİZİ YAKACAK

Muînüddîn-i Çeştî, kendi evinde her gün,
Yemek yedirir idi, fukaraya her öğün.

Var idi bu iş için, hizmet eden bir kişi,
Her gün yemek pişirip, dağıtmaktı tek işi.

Para lâzım oldukça, bu işte hizmetçiye,
Gelirdi çekinmeden, Muînüddîn Çeştî’ye.

Namaz kıldığı yerde, bir çekmece dururdu,
Onu çeker, içinde, hazîneler bulurdu.

Alırdı kâfi miktar, günlük ihtiyâcını,
Onunla erzak alır, yakardı ocağını.

Var idi o zamanlar, Bağdat’ta yedi kimse
Ateşe tapıyordu, onların yedisi de,

Çekerlerdi hem dahi, her gün sıkı riyâzet
Yâni nefislerine, ederlerdi eziyyet.

Öyle yapmış idi ki, bu riyâzet onları,
Altı ayda bir lokma, ekmekti gıdâları.

Böyle açlık, susuzluk, çekerek gün ve gece,
Bir hayli istidrâca, kavuştular böylece.

Çok insanlar görerek, onların bu hâlini,
Büyük zât bilirlerdi, mâlesef herbirini.

Muînüddîn Çeştî’yi, işitip bu kâfirler,
Onun ile tanışıp, görüşmek istediler.

Geldiler bu maksatla, bulunduğu ülkeye,
Sordular insanlara: “Hânesi nerde?” diye.

Girdiler, oturdular, karşısında bir yere,
Dehşete kapıldılar ve lâkin birden bire.

Zîrâ henüz onlara, gelmişti bir nazarı,
O an büyük bir korku, kaplamıştı onları.

Peşinden bir titreme, aldı bedenlerini,
Hemen kalkıp öptüler, mübârek ellerini.

Buyurdu: “Siz Allah'tan, hiç utanmaz mısınız?
Hak teâlâ dururken, ateşe taparsınız?”

Dediler: “Biz ateşe, tapıyoruz elbette,
Ki yakmasın bizleri, dünya ve âhirette.”

Buyurdu: “Ey ahmaklar, ateş mâbûd olur mu?
Hiç ateşe tapanlar, yanmaktan kurtulur mu?

Zîrâ tek Allah vardır, ibâdete müstehak,
Böyle îmân etmeyen, yanacaktır muhakkak.

Siz eğer ki Allah'a, koşarsanız böyle eş,
Dünyâ ve âhirette, yakar sizi bu ateş.

Ben ise tek Allah'a, inanırım şu anda,
Bu yüzden ateş beni, yakmaz iki cihanda.”

Onlar hayret ederek, dediler: “Öyle ise,
Bunun doğruluğunu, isbât et şimdi bize.”

Onlar merak içinde, mübâreğe bakarken,
O içerden getirdi, bir yığın kor, yanarken,

Allah'a duâ edip, avuçladı közleri,
Açık kaldı dehşetten, kâfirlerin gözleri.

Hem de onun elinde, söndü yanan ateşler,
Hayretle şâhid oldu, buna ateşperestler.

Ve onlar görür görmez, bu müthiş kerâmeti,
Nakşoldu kalblerine, İslâmın muhabbeti.

Ve duydular gâibden, şöyle söylendiğini:
“Ateşin gücü var mı, yaksın senin elini.”

Onlar bütün bunları, işiterek, görerek,
Hepsi îmân ettiler, şehâdet getirerek.

Oldular yedisi de, makbûl bir talebesi,
Hattâ kısa zamanda, evliyâ oldu hepsi.

Nice kâfir kimseler, bir bakmakla yüzüne,
O anda îmân edip, inanırdı sözüne.

Kendisinin Bağdat’ta, bulunduğu yıllarda,
Gayr-i müslim bir kişi, kalmadı o diyârda.

FELÂKETE UĞRAMASINLAR

Talebesi Hâce Kutbüddîn-i Şîrâzî'ye yazdığı mektubda, Muînüddîn-i Çeştî şöyle buyuruyor: "Kıymetli kardeşim DelhiliHâce Kutbüddîn. Allahü teâlâ sana her iki cihân saâdeti nasîb eylesin. Şunu yazmak isterim ki, Hakk'ı arayan hakîkî talebelerime bildireceğim mânevî bilgileri bildir de, felâkete uğramasınlar. Allahü teâlâyı tanıyan, O'ndan bir şey istemediği gibi, herhangi bir arzuya sâhib olmaz. O'nu tanımayanlar bunları anlamaz. Diğer bir nokta ise, aç gözlülüğü, tamaı bırakmaktır. Tamaı bırakan, istediği şeylere kavuşur. Allahü teâlâ böyle kimseler hakkında; "İsteklerine gem vuran, Cennet'e girer." buyurdu. Kalbini Allahü teâlâdan çeviren ve aşırı isteklere düşen, belâ kefenine sarılır ve pişmanlıklar mezârına gömülür. Aşırı isteklerini bırakıp, kalbini Allahü teâlâya çeviren, af kefenine sarılır ve kurtuluş mezârına gömülür. Allahü teâlânın istediğini kabûl eden, O'nun korumasına kavuşur.

Şimdi, eğer tasavvufun ne olduğunu bilmek istersen, her türlü rahatlığı bırak, bu yolun büyüklerinin sevgisini kalbine yerleştir. Eğer bunları yaparsan, tasavvufun sırları sana açılmaya başlar. Allahü teâlâyı isteyen, bunu, hem kalbi, hem de rûhu ile berâber yapmalıdır. İnşâallah kalb, şeytanın şerrinden korunur ve her iki dünyâda isteklerine kavuşur. Benim hocam, Allahü teâlâ ona yüksek dereceler versin, bir kere bana; "Muînüddîn, Allahü teâlânın huzûrunda bulunan kimseyi biliyor musun?" diye sordu ve şöyle buyurdu: "O dâimâ itâattedir. Allahü teâlâdan ne gelirse kabûl eder, verilenlerdeki nîmetleri görür. İşte bu, bağlılıkta en önemli şeydir. Buna sâhib olan, dünyâ sultânıdır. Selâm ederim."

NASÎHAT

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri vâz, nasîhat ve sohbetleriyle insanların kurtuluşu için gayret ettiği gibi, sultanlara ve devlet adamlarına sözlü ve yazılı nasîhatlarda bulunurdu. Sultan Şihâbüddîn Gûrî'ye şu vasiyetnâmeyi yazıp gönderdi. "Allahü teâlâ Delhi hükümdârı Muizzüddîn Sâm'ı mübârek eylesin. Bu fakîr size ve emriniz altındakilere mânevî ve maddî rahatlık için duâ ettikten sonra derim ki: Peygamber efendimiz beni, Allahü teâlânın izniyle bu ülkeye mânevî şefâatçi ve idâreci olarak mâsûm insanları korumak, onların emniyetini sağlamak, onları hükümdârların ve şeytânî kuvvetlerin baskı ve zulümlerinden korumak için tâyin etti. Bu fakîr Allahü teâlânın izniyle bu vazîfeyi tam olarak yapmaya çalışıyorum. Bu vazîfeyi kalbimin bütünüyle, sınıf, inanç ve din farkı gözetmeksizin hayatta olduğum sürece yapmaya devâm edeceğim.

Bu fakir size ve arkadan geleceklere iyi bir hükümdârlık için aşağıdaki kâidelere uymayı tavsiye ve îkâz ediyorum. Hakîkatte bu kâideler bu ülkedeki, hindû olsun, müslüman olsun, mûsevî olsun, hıristiyan ve mecûsî olsun bütün hükümdârlar için geçerlidir. Kim bu kâideleri din farkı gözetmeksizin tatbik ederse, Allahü teâlâ onu muvaffak kılar ve o düşmanlarından korkusu olmaksızın, sağlık ve sıhhatle tebeasını idâre eder. Her kim ki bu kâideleri gözardı eder onlara uymazsa, Allahü teâlânın gazâbı onunla olur, ülkelerinde ayaklanmalar ortaya çıkar. Sağlıklı bir hayat süremez ve netîce olarak ülkesi dağılır, gider. Bu kâidelere bu sebepten bütün insanlık için uyulması gerekir.

Bu kâideler şunlardır: Birincisi; Allahü teâlânın sana tebea olarak verdiği kimselere zulmetme. Çünkü Allahü teâlâ insanları sever ve onlara zulmedenleri sevmez. İkincisi; günahlar içinde bir hayat yaşayıp hükümdârlık vazîfelerini ihmâl etme. Üçüncüsü; benim talebelerime ve onların tâbilerine, Allah adamlarına ve zamânın velîlerine sevgi ve nezâketle muâmeleyi ihmâl etme. Çünkü onlara böyle muâmele etmeyi Allahü teâlâ ve Peygamber efendimiz sever. Dördüncüsü; yukarıdaki kâideler aynı zamanda bütün diğer hükümdârlar, vâliler ve devlet teşkilâtlarında vazîfeli olan bütün vazîfeliler için geçerli ve gereklidir."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MURÂD-I MÜNZÂVÎ


İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biri. 1644 (H.1054) senesinde Buhârâ'da doğdu. Seyyid olup, nesebi şöyledir: Seyyid Muhammed Murâd İbn-i Seyyid Ali İbn-i Seyyid Dâvûd bin İmâm Ekmel Kemâlüddîn bin Ali eş-Şehîr İbn-i Hümâm Sâlihülkâdî bin Muhammed bin Ömer bin Şuayb bin Hud bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Mûsâ bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Zeynel Âbidîn ibni Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib radıyallahü anhümâ. 1719 (H.1132) senesinde İstanbul'da vefât etti.

Murâd-ı Münzâvî'nin babası, Semerkand beldesinin Nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makâmın idârecisi) idi. Henüz üç yaşında iken ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı. Tahsîl yaşına gelince; ilim, fazîlet ve kemâl elde etmeye başladı. Keşmîr'e gitti. İlim tahsîline devâm edip, din ve fen bilgilerinde olgunlaştı.Sevenlerinin yardımı ile Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Sonra Hindistan'a gitti. Aklî ve naklî ilimleri, maddî ve mânevî kemâlâtı kendisinde toplayan, yüz kırk bin talebesini vilâyet, velîlik makâmına kavuşturan ve Silsile-i aliyye büyüklerinden olanMuhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Bir müddet onun yanında kaldı. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi. İcâzet, diploma aldı. Mürşid-i kâmil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zât olarak tekrar Hicaz'a geldi. Hicaz'da üç sene kaldı.Sonra Bağdât'a gitti. Burada büyük zâtları ziyâret etti. Sonra İsfehân'dan Buhârâ'ya gitti. Belh ve Semerkand'daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdât'a gitti. Oradan üçüncü defâ hacca gitti. Sonra Mısır ve Kâhire'ye buradan da Şam'a geçti. Şam çok hoşlarına gittiği için, uzun müddet burada ikâmet etti ve evlendi. Şam'da pek çok kimse ziyâretine gelip kendisinden ilim ve edeb öğrendiler. Şam halkı kendisini çok sever ve çok hürmet ederlerdi. Şöhreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa Hân ona Şam'da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhûrdur. Murâd-ı Münzâvî'nin bereketiyle zâlimler ıslah olup, Şam halkı pek çok zulümden korundu. Her türlü günah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyâçları için vakıflar kurdu. 1681 (H. 1092) senesinde otuz sekiz yaşında iken İstanbul'u teşrif etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabri civârında ikâmet etti. Bu arada dördüncü defâ hacca gitti. Hac dönüşü Şam'a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci defâ Hicaz'a gitti. Bir sene kadar Mekke-i mükerremede kaldı. Tâliblere ilim ve edeb öğretti. 1708 (H. 1120) senesinde ikinci defâ İstanbul'u şereflendirdi. Bu defâ Yavuz Selim'de, Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa'ya gitti. Bir müddet Bursa'da ikâmetten sonra, tekrar İstanbul'a döndü. Eyyûb'de, Reîs-ül-etibbâ Nûh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd Dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretti. Kerâmetleri her tarafa yayıldı. 1719 (H. 1132) senesi Rebîü'l-âhir ayının on ikisinde Salı gecesiİstanbul'da vefât etti. Cenâze namazı Eyüp Sultan Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışında, Munzavî Câmii karşısındaki medresenin dershânesine defnedildi. Bu medrese, Birinci Sultan Mahmûd Hanın devri şeyhülislâmlarındanAhmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. Huzûruna gelenler ne kadar münkir, inat ve inkarda olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı.

Muhibbî, İbn-i Abdülhâdî diye bilinen Şeyh Muhammed bin Ahmed Ömerî'nin hayâtını anlatırken şöyle der: "İbn-i Abdülhâdî vefât ettiği gün, büyük âlim Murâd-ı Münzâvî, Katîfe denilen yerde bulunuyordu. Arkadaşları ile berâber münâsib bir saatte Şam'a gitmeyi kararlaştırdılar. Ancak bir müddet sonra yola çıkacakları zaman kendisine yolların korkulu ve tehlikeli olduğu, arkadaşsız yola çıkmanın mümkün olmayacağı söylendi. O ise; "Mühim bir şey oldu. Mutlaka ona yetişmem lâzım." dedi. Bir ata binerek yola koyuldu. Biz de peşine takıldık. Ona, Düme denilen yerde yetişebildik. Burada bize Şeyh Muhammed Abdülhâdî'nin vefât ettiğini haber verdiler. Şam'a vardığımızda Murâd-ı Münzâvî atından inmeden doğrucaEmevî Câmiine gitti. İbn-i Abdülhâdî'nin cenâze namazına yetişti."

Âriflerden Mustafa Bekrî şöyle anlatır: "Murâd-ı Münzâvî ile birkaç kere görüştüm. Onun simâsında, yüzünde Allah adamlarının alâmetlerini gördüm. Sâlihleri görmek büyük saâdettir. Murâd-ı Münzâvî, Muhammed Ma'sûm'un bir talebesidir. Şeyh Abdülkerîm Kattân bana, Murâd-ı Münzâvî'nin Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine olan bağlılığından çok bahseder, onunla görüşmeye teşvik ederdi. Hattâ Murâd-ı Münzâvî'yi bir gece rüyâmda üç defâ gördüm."

Mustafa Bekrî şöyle der: "Sohbetinde bulunduğum evliyâdan birisi de hocam Molla Abdürrahîm Hindî'dir. Molla Abdürrahîm, Murâd-ı Münzâvî'ye çok hürmet ederdi.Ona çok bağlıydı. Hattâ, onun ilim ve ameldeki makâmına hayrandı. Molla Abdürrahîm yüksek hâller, dereceler sâhibiydi. Bu sebeble, Murâd-ı Münzâvî'nin derecesini herkesten daha iyi biliyordu. Çünkü o, gözünden mânevî perdelerin kaldırıldığı bir zâttı.

Yine şöyle anlatır: "Şam'ın ileri gelenlerinden birisi, Murâd-ı Münzâvî'yi dâvet etti ve ayrıca gelirken Molla Abdürrahîm'i de berâberinde getirmesini söyledi. Bunun üzerine Murâd-ı Münzâvî ona; "Siz dâvet sâhibisiniz dâveti siz yapınız" buyurdu. Dâvet sâhibi MollaAbdürrahîm'e gidip; "Şeyh Murâd-ı Münzâvî yarın bizim evi teşrif etmenizi istiyor." dedi. Ertesi gün Murâd-ı Münzâvî ve Molla Abdürrahîm, Şam'ın ileri gelenlerinden olan dâvet sâhibinin evine gittiler. Bir müddet kaldıktan sonra, Molla Abdürrahîm hoşuna gitmeyen bir şeyden dolayı evine döndü ve; "Keşke Şeyh Murâd-ı Münzâvî, ev sâhibine beni çağırttırmasaydı." dedi. Bir ara uyudu. Bu sırada rüyâsında Murâd-ı Münzâvî'yi gördü. Huzûruna varıp selâm verdi. Münzâvî ona dönüp; "Sizin bize ihtiyâcınız yok." deyip, onun hâlini beğenmediğini ifâde eden bir tavır takındı. (Çünkü uyumazdan önce Murâd-ı Münzâvî'ye niçin kendisini çağırttığı için sitem etmişti.) MollaAbdürrahîm heyecanla uykudan uyandı. Hemen Murâd-ıMünzâvî'nin evine gitti. Murâd-ı Münzâvî onu görünce: "Geldin mi?" buyurdu. O da; "Evet efendim." deyip özür diledi. Murâd-ıMünzâvî'nin elini öptü. Bu sırada büyük nîmetlere ve hâllere kavuştu. Onun kapısından bir daha ayrılmadı."

Muhammed Bedîrî Dimyâtî şöyle anlattı: "Bir kere Murâd-ı Münzâvî'yi ziyâret etmiştim. Huzûruna varınca, Allahü teâlânın vergisi olan ilimlerin diğer ilimlere olan üstünlüğünü uzun uzun anlattı."

Şam ulemâsından ve o beldenin ileri gelenlerinden olan Bekrîzâde Halil Efendi İstanbul'da ilim tahsîli yapıp kâdı olmuştu. Hazret-i Ebû Bekr'in neslinden olduğu için Bekrîzâde denmekle meşhur olan bu zât şöyle nakletmiştir: "Şeyh Murâd Efendi hazretleri İstanbul'da hazret-i Eyyûb el-Ensârî'nin türbesi civârında ikâmet ederdi. Dergâhında bereketli sohbetleriyle insanlara feyz saçardı. Ben de devamlı ziyâretine gider, sohbetini dinlemekle şereflenirdim. Her varışımda benim hazret-i Ebû Bekr soyundan olmam hasebiyle iltifat ve ikrâmda bulunurdu. Âdeti üzere kahve ve tatlı ikrâm eder ve bu ikrâmı her defâsında yapardı. Bâzan da kendine mahsus macun gibi olan ferahlatıcı bir çeşit tatlıdan ikrâm edilmesini emrederek, çok yakın ve samîmi iltifatta bulunurdu. Yine bir gün ziyâretine gidiyordum. Giderken macun şeklindeki husûsî tatlısından yemeyi canım çok istedi. Kendi kendime ben herkese ikrâm edilen tatlıdan istemem. Hususi tatlıdan isterim. Benim bu arzumu keşf ve kerâmetiyle anlayıp ikrâm etseler diye düşündüm. Bu düşünce ile huzûruna vardım. Oturduktan sonra hizmetçisi âdet üzere herkese ikrâm edilen tatlıdan getirip bana ikrâm etti. Hizmetçi o tatlıyı bana verirken Murâd Efendi hazretleri hizmetçiye; "Yok yok! Git bizim macundan getir." buyurdu. Hizmetçi derviş gidip tatlı macundan getirdi. Bana verdi. Ben de alıp yedim. Şeyh Murâd Efendi bana bakıp tebessüm ederek; "Bir kaşık daha yiyin, arzu ettiğiniz macundandır." dedi. Ben hayret içinde, mahcub oldum. Sonra sohbet ve nasîhat ederek buyurdu ki: "Siz hazret-i Ebû Bekr'in torunlarındansınız. Bizlere feyz onun tarafından gelmiştir. Mâlûmunuz, keşf ve kerâmet derecesine yükselmek ve harika göstermek sizden umulur, buna siz lâyıksınız. Biz sizlere göre yabancı sayılırız. Hal böyleyken sizin kalkıp bunları bizden beklemeniz lâyık mıdır? Bu garîb bir iş değil midir?"

Murâd-ı Münzâvî hazretleri şöyle anlatmışlardır: "Bir defâsında İstanbul'a gitmiştim. Kalmaya niyetim yoktu. Hemen yola çıkacaktım. Lâkin Ramazân-ı şerîf girdi arkasından da kış başladı. O kış İstanbul'da kaldım. Ordu, bir sefere çıkmak üzereydi. Çok kere bu fakire, adam gönderip duâ isterlerdi. Bir gece yarısı kitaptan bir meseleyi okuyordum. Vezir kethüdâsı geldi dediler, getirin dedim, yanıma gelip oturdu. Okuduğum meseleyi tamamlayıp kitabı kapattım. Hoş geldin AhmedAğa, bu vakitte ne oldu da geldin, deyince; "Acabâ bu vakitte bize duâ etmek Şeyh Efendinin hatırına gelir mi?" diye vezir beni gönderdi. Selâm söyledi." dedi.Ben de dedim ki: "Biz Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebindeniz. Mezhebimiz de şöyledir ki, mübârek vakitlerde ve namazlardan sonra selâtin-i İslâma ve ümerây-ı İslâmiyyeye duâ etmemiz lâzımdır. Fakat mahallî icâbet oldunuz dedim. "Mahalli icâbet" ne demektir dedi. Dedim ki daha önceden bir mazlumun bedduâsını almışsınız. Mazlumun bedduâsı hakkında Resûlullah efendimiz; Allahü teâlâ mazlumun duâsı için; "Bir müddet sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim." buyurduğunu bildirdi, deyince; Ahmed Ağa ağlayıp şimdi bizim işimiz harâb olmuştur, deyip hâlini îtirâf etti."

Murâd-ı Münzâvî dergâhını yaptıran Şeyhülislâm Minkârizâde Yahyâ Efendinin dâmâdıÇankırılı MustafaEfendi idi. Burası medrese olmak üzere binâ edildi. Vakfeden zâtın oğlu da Ebü'l-Hayr AhmedEfendi olup, 1731 (H.1144) senesinde şeyhülislâm oldu. 1741 senesinde vefât edince, dergâhta pederi yanına defnolundu. SultanMahmûd Hânın şeyhülislâmlarından olan Ebü'l-Hayr AhmedEfendi, Murâd-ı Münzâvî vefât ettiğinde, onu medresenin dershânesine defnettirdi. Medreseyi de dergâha tebdîl ettirdi. Sonraları Murâd-ı Münzâvî'nin mübârek türbesi yıkılmak üzere iken, 1982 (H.1402) senesinde tâmir edildi.

Murâd-ı Münzâvî'nin kabrini ziyâret edenler, orada rûhânî bir zevk ve lezzet duyarlar. Celvetî büyüklerinden İsmâil HakkıBursevî hazretleri, Ahidnâme'sinde; "İlâhî aşk sâhiplerine, Murâd-ı Münzâvî'nin kabrini ziyâret etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır." buyurmuştur.

Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki:

Vakti ganîmet bilmek lâzımdır. Vaktin kıymetini bilmemenin âfetlerinden biri nefse hoşgelen isteklerdir. Bütün ayıplar ve kabahatler hevâda toplanır. Fısk, şirk ve küfür gibi. Vaktin kıymetini bilmemenin âfetlerinden biri de lehv ve la'b yâni boş faydasız iştir. Lehv ve la'b öyle bir şeydir ki, kişiyi maksadından alıkor. Kişi lehv ve la'b olan işlerle meşgûl olarak asıl maksadından geri kalır. O halde asıl maksadın dışında kalan her iş lehv ve la'bdır. Biri de abes, lüzumsuz işdir. Abes, insanı maksadından alıkoymaz fakat faydası yoktur. Abesle meşgûl olmak, kişiyi lehv ve la'ba sürükler.

İlim iki kısımdır; biri îtikâda, biri de amele âit ilimdir. Îtikâd ile ilgili olanı, Allahü teâlâyı sıfât-ı subûtiyye ve sıfât-ı selbiyesi ile muttasıf bilmektir. Ameller üç çeşittir: Biri insanın isteyerek yaptığı işlerdir. Biri istemediği halde yaptığı işler. Biri de istediği halde yapamadığı işlerdir. Bu şöyle bir misâlle anlatılır: Bir kimse çarşıdan ekmek almak istese bütün kuvvetleri ve hassaları ile bu işe teşebbüs eder. Ayağı ile yürür, gözü ile görür, kulağı ile işitir, aklı ile bilir. Hâsılı bütün âzâları ve hassaları ile hareket eder. Bunun netîcesi yemektir. Yemek ise tabiî bir iştir. Yemekte hayvanlar ile müştereklik vardır. O halde layık mıdır ki, yemek ve içmek için bu kadar önem verip de asıl maksada isteyerek ve severek tam bir yönelişle bütün gücü ve kuvvetiyle ihtimam, gayret ve cehd olunmasın. Bu dünyâda, insana bitmeyen bir vakit (ömür) verilmemiştir. İnsan için bir ecel (belli bir ömür) vardır. Bu ecel (ömür) de herkese nasîb değildir. Zîrâ büluğ çağına kadar olan zamânı saymadılar. Bir kimse büluğ çağına erse, mâzî geçmiştir. Artık ona hiçbir sûretle ulaşılamaz. İstikbâlin ise geleceği mâlum değildir. Yarına kavuşacağınızı kim kat'î olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır. Vakit bu nefestir.

Allahü teâlâ insanı kalp ve bedenden meydana gelen bir varlık olarak yaratmıştır. Bedenin ve kalbin kemâle ermesi, Peygamber efendimizde son bulmuştur. Ümmetine ise bu kemâlâttan O'na tâbi oldukları kadar ulaşmıştır. Resûlullah vâsıta olmadan kemâlât gelmez. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Eshâb-ı kirâm bu kemâlâtı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden almıştır. Tâbiîn ise onlar vâsıtasıyla almışlardır. Bâzıları da daha çok vâsıta ile almışlardır. O halde herkesin zâhirî ve bâtınî kemâlâtı ancak Resûlullah aleyhisselâm vâsıtasıyladır.

Bütün bu olgunluklara kavuşmanın yolu, Allahü teâlâya muhabbettir. Bu muhabbetin ele geçmesi ise Resûlüne tâbi olmakladır. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ, bana tâbi olanları sever." buyuruyor. (Âl-i İmrân sûresi: 31)

O halde bu kemâlâta, olgunluklara kavuşmanın Resûlullah'a tâbi olmaktan başka yolu yoktur. İttibâ da iki kısımdır. Biri zâhiren, diğeri bâtınen tâbi olmaktır. Zâhiren tâbi olmak âlimlerin yazdıkları bilgilere uymak ile olur. Âlimler Resûlullah'ın emirlerini, sözlerini ve işlerini noksansız ve ilâvesiz aynen yazmışlar ve zaptetmişlerdir. Bunlar fıkıh ilmi, hadîs ilmi ve tefsîr ilminde bildirilmiştir.

Bâtınen tâbi olmak ise Resûlullah'ın beğendiği işleri yapmak, hallerde ve ahlâkta tâbi olmaktır. Bunların bir kısmını ulemâ beyân etmişlerdir. Lâkin tamamını beyân etmeye kelimeler ve ibâreler kâfi değildir. Ancak bâtınen mânâ anlatılabilir. Bu işle de meşâyıh (tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen rehberler) vazifelidir."

"Muhabbet kesbî değil (çalışmakla kazanılmaz) vehbîdir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar."

"Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tâlibe üç şey lâzımdır; taleb, çalışmak, ilim."

"Kul ile Rabbi arasında olan muâmele, henüz sütten yeni kesilmiş mâsum bir çocuk ile annesi arasında olan muâmele gibi olmalıdır. Mâsum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur."

"Allahü teâlâ insanın yüreğine rûh âleminden bir gönül yâni kalb yerleştirmiştir. Bu gönülün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi husûsiyetleri vardır. Meselâ bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O'nu sevmek, rızâsına kavuşmayı arzu etmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yolu olan Resûlullah'a her bakımdan tâbi olmak, O'ndan başka her şeyden alâkayı kesmek, bu geçici dünyâda kalb huzûru içinde vakti Allahü teâlâya ibâdetle geçirmek ve Allahü teâlânın rızâsına muvâfık şekilde konuşmak lâyıktır.

Böyle bir gönüle sâhip olmayan bir kimse, insan sûretinde bir mahlûktur. Böyle bir seâdetten mahrûm olan kimse, kat'î olarak hastadır. Bunun ilâcı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve magfiret etmesi için Allahü teâlâya yalvarmak, kabûlünü, tevfîkini ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü teâlânın ve kulların haklarını ödemek, hak sâhiplerini râzı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne sâhip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat'î karar vermeli, sünnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azîmetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid'at ve ruhsatlardan sakınmalı, her işinde ve her hâlinde Resûl-i ekreme ve O'nun Eshâb-ı kirâmına tâbi olmalıdır."

Murâd-ı Münzâvî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) El-Müfredât-il- Kur'âniyyeTefsîri: Çok kıymetli olup, tefsîrler; Arabî, Fârisî ve Türkçe bir aradadır. 2) Silsilet-üz-Zeheb fis-Sülûki vel-Edeb, 3) Risâle fit- Tasavvuf, 4) Mektûbât veMelfûzat, yazma nüshaları İstanbul kütüphânelerinde vardır.

KALB HUZÛRU

Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki: Îtikâdda ehl-i hak, yâni Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere bulunup, bilinmesi zarûri olan fıkıh bilgilerini öğrenerek onlara uygun amel etmelidir.

Kalbinde Allahü teâlânın rızâsından başka bir şey bulunmaması için, doğruluk ve ihlâsta kemâl sâhibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde dâimâ Allahü teâlâyı anmalı, bunda aslâ gevşeklik göstermemelidir. Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmalıdır. Allahü teâlâdan başkası hatıra geldikçe istigfâr okumalı, mâsivâdan kurtarması içinAllahü teâlâya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb huzûruna kavuşmaya çalışmalı, zorlama ile de olsa mâsivâyı (Allah'tan başka her şeyi) unutmaya gayret etmelidir. Zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı, böylece gönülde Allahü teâlânın rızâsından başkası kalmamalı, mâsivâyı tamâmen unutmalı, nefsi de benlik dâvâsından kurtarıp, kalb huzûru ve rahatlığı ile kulluğa dâir bütün vazifeleri yapmalıdır. BöyleceAllahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile fânî-fillah ve bâkî-billah olunur ve Allahü teâlânın pekçok feyz ve mârifetlerine kavuşulur.

Bu mertebeye erişebilmek için, nefy ve isbâtı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yâni "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah"ı çok söylemelidir... Mânâsı; hak olan mâbûd yalnız Allahü teâlânın zât-ı pâkidir. O'nun rızâsından başka hakîkî bir maksûd yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın resûlüdür. O'na tâbi olmak vâcibdir. İşte bu Kelime-i tayyibe ile bahsedilen seâdete kavuşulur.

HANİ SÖZ VERMİŞTİN YA

Mustafa Bekrî şöyle dedi: "Bana da Bedîrî anlattı: "Murâd-ı Münzâvî'ye buğzedip onu kötüleyen birisi ile görüşmüştüm. Bana ona buğzetmeyi îcâbettiren bir şey anlatmıştı. Ben de ona muvâfakat etmiştim. O şahsa da Murâd-ı Münzâvî'nin yanına çok gittiğimi, bundan sonra onun yanına gitmiyeceğimi söyledim. Ertesi gün beni seven âile dostlarımdan birisi geldi ve; "Haydi Murâd-ı Münzâvî'nin ziyâretine gidelim." dedi. Onu kırmayıp teklifini kabûl ettim. Fakat içimden de bu teklifi çabucak kabûl etmeme hayret ettim. Yine kendi kendime; "Hani sen onun ziyâretine gitmeyeceğine söz vermiştin ya!" dedim. Bu sırada nefsimin çok mahcûb olduğunu gördüm. Buna rağmen Murâd-ıMünzâvî'yi ziyârete gittim. Ancak her zamanki gidişlerimde hemen huzûruna girerdim. Fakat bu sefer bana: "Biraz bekle, Münzâvî'nin bir mâzereti var." kâbilinden sözler söylediler. Bunun üzerine oturup kendi kendimi kınamaya; "Böyle eşiklerde oturup beklemeye niçin râzı oluyorsun. Hem sen bir daha ziyârete gelmiyeceğine karar vermemiş miydin?" demeye başladım. Bir saat sonra bana ve arkadaşıma izin verildi. Onunla berâber Murâd-ı Münzâvî'nin huzûruna girdik.

Beni yakınına çağırdı ve selâm verdi. Sonra arkadaşıma döndü ve şöyle dedi: "Dün şöyle bir şey oldu. İnsanlardan birisinin yanına başka birisi geldi. İkisi berâber birisine dil uzattılar. Birisi; "O şöyledir." dedi. Diğeri onu tasdik etti." diyerek bir gün önce olan şeyleri bir bir saydı. Dünkü zemmedip kötülediğimiz hâli aynen anlattı. Sonra bana döndü; "Bu anlattıklarım oldu mu?" buyurdu. Ben de; "Evet efendim." diyerek özür diledim. "Hayır olmadı." diye inkâr etmedim. Sonra; "Şimdi zemden, kötülemekten vazgeçtim. Dünkü zem hâlimiz geçici bir şeydi. Şimdi o hâl geçti. Şeytan aramıza girdi. Allahü teâlâ onu sizin vesîlenizle def eyledi" dedim. Sonra da tasavvuf yoluna dâir bilgiler öğrendim. Bana lüzumlu bilgileri yazdı. Murâd-ı Münzâvî'nin pek yüksek hâlleri vardı."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MURÂD-I VELÎ


Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında yaşamış velîlerden. Babası Aliyyül Vukua, Türkistan'dan hicret edip Hicaz-Şam-Urfa yoluyla Çankırı'ya gelip yerleşmiş mübârek bir zâttır. Çankırı'nın Eldivan ilçesi Seydi köyünde medfun bulunan Murâd-ı Velî'nin kerâmetleri halk arasında anlatılmaktadır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MÛSÂ KÂZIM


Eshâb-ı kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden. Oniki imâmın yedincisidir. Câfer-i Sâdık'ın oğlu, İmâm-ı Ali Rızâ'nın babasıdır. Resûlullah efendimizin torunu olup, hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma'nın evlâtlarındandır. Hazret-i Hüseyin'in çocuklarından olduğu için "seyyid"dir. Asıl adı, Mûsâ binCâfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır binAli Zeynel'âbidîn binHüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir. Künyesi, "Ebü'l-Hasan" ve "Ebû İbrâhim"dir. Kâzım, Sâbir, Sâlih, Emîn... gibi birçok lakabları vardır. En meşhûru "Kâzım"dır. Hilminin (yumuşaklığının) çokluğundan, kendisine kötülük yapanlara dahi kızmayıp bağışladığından, gazabına hâkim olduğundan "Kâzım" lakabı verilmiştir.

İmâmlığı, tasavvufda feyz vermesi yirmi beş sene üç ay sürmüştür. Erkek çocukları, Ali Rızâ, Zeyd, İbrâhim, Ukayl, Hârun, Hasan, Hüseyin, Abdullah Ekber, Abdullah Asgar, Muhammed, Ahmed, Câfer, Yahyâ, İshâk, Abbâs, Ebü'l-Kâsım, Hamza, Abdurrahman Kâsım, Câfer-i Ekber, Câfer-i Asgar'dır. Kızları ise on sekizdir. Herbiri zamânının en çok ibâdet edenleri ve kerîmeleri idiler.

Annesi câriye idi. Adı, Humeyde-i Berberiyye'dir. Mûsâ Kâzım hazretleri, Mekke ile Medîne arasında bulunan "Ebvâ" denilen yerde, 745 (H.12 senesiSafer ayının yirmi üçüncü Pazar günü doğdu. 802 (H. 186) senesinde, Bağdat'ta hapishânede vefât etti. Bağdat'ın on kilometre kuzeybatısında "Kâzımiyye" mahallesinde defnedilmiştir. Bu mahalle, Dicle Nehrinden beş kilometre içerdedir. Büyük ve çok süslü bir türbesi ve hemen yanında büyük bir câmii vardır. Müslümanların en çok ziyâret ettiği türbelerden biridir. İmâm-ı A'zam hazretlerinin türbesi de Dicle kenarındadır.

Mûsâ Kâzım hazretleri yüksek bir âlim ve büyük bir velîdir. Din bilgilerinde ictihad derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet ederdi. Geceyi hep namazla geçirirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine "Sâlih kul" adını vermişlerdi. Tasavvuf ilminde, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Bu ilme âit mârifetleri, isteyen müslümanların kalblerine akıtan bir kaynaktır. Resûlullah efendimizin üç vazifesinden biri de, tasavvuf mârifetlerini, bilgilerini öğretmek ve kalblere yerleştirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden sonra dört halîfesi tam olarak yerine getirdiler. Dört halîfeden sonra İslâmiyet her yere yayılmış ve müslümanların sayısı çoğalmıştı. İslâm âlimleri, Resûlullah'ın, sallallahü aleyhi ve sellem vazifelerini yerine getirmekte aralarında vazife taksimi yaptılar. Kelâm, akâid, îmân bilgilerini "Mütekellimîn" adı verilen âlimler yaydılar, öğrettiler. Fıkıh yâni amel, ibâdetleri ve işleri öğreten âlimlere"Fukahâ" denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm ve diğer tasavvuf âlimleri öğretip kalblere akıttılar. Oniki imâmın her biri, Ehl-i sünnet îtikâdındaki müslümanların gözbebeği olmuştur. Onları ve bu âileye mensub olanların hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin sermâyesi bilmişlerdir.

Mûsâ Kâzım hazretleri, hadîs-i şerîf ilminde sika, güvenilir bir râvidir. Büyük bir hadîs imâmıdır. Oğulları Ali Rızâ ve İbrâhim, İsmâil, Hüseyin ile kardeşleri Ali ve Muhammed, ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûlullah'a kadar varan bir rivâyet ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Yemekten önce el yıkamak, fakirliği yok eder. Yemekten sonra yıkamak da, üzüntüyü giderir..."

Mûsâ Kâzım hazretlerinin yaşadığı devirde, Ehl-i beytten olanlara maalesef birçok haksızlıklar yapılmıştır. Zamanın sultanları tarafından birkaç kerre hapse atılmış ve hapiste iken vefât etmiştir. Halbuki dünyâya düşkün değildi. Zühd ve takvâsı çoktu. Affı ve ihsânı, kerem ve cömertliği ile meşhûrdur. Medîne-i münevverede otururdu. Siyâsete hiç karışmadığı haldeAbbâsî halîfelerinden Muhammed Mehdî kendisini Medîne'den Bağdât'a getirterek hapsetmiş, bir müddet sonra hazret-iAli'yi rüyâsında görüp, kendisine Kur'ân-ı kerîmden meâlen; "Demek ki, idâreyi ele alırsanız, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabâlık bağlarını kesip atacaksınız" buyurulan Muhammed sûresi yirmi ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Bunun üzerine ertesi gün hemen Mûsâ Kâzım'ı hapisten çıkararak, kendisine ve evlatlarına karşı isyân etmeyeceğine yemin etmesini teklif etmiş, İmâm-ı Mûsâ Kâzım da; "Bu işi aslâ yapmam ve şânıma da yakıştırmam" buyurunca, doğru söylediğini tasdik etmiş ve bu teminât üzerine, Medîne'ye dönmesine izin vermişti. Sonra Halîfe Hârun Reşîd, 795 yılında Umre'den dönerken, Medîne'ye uğramış, İmâm hazretlerini yanına alıp Bağdat'a getirmiştir. Ardı arkası kesilmeyen hâdiselerin yatışması sona erdirilmesi düşüncesi ile Onu tekrar hapsettirmiştir. Bağdât Târihi kitabının yazarı Hatîb-i Bağdâdî'nin rivâyetine göre, ölünceye kadar hapiste tutmuştur. Diğer bir rivâyete göre, Hârun Reşîd de gördüğü korkulu bir rüyâ üzerine, onu hapishâneden çıkarıp, Medîne'ye göndermişti. Ancak Bağdât'ta vefât etmiş olması, Hatîb-iBağdâdî'nin rivâyetini kuvvetlendirmektedir. Hattâ zehirletilerek vefât ettiği de rivâyet olunur. Yedi sene zindanda kaldı.

Hapishânede iken Hârun Reşîd'e yazdığı mektupta şöyle dedi: "Benden belâ ve musîbet son bulmayacak, buna karşılık, sen de dâima rahat ve genişlik içerisinde olacaksın. Yalnız şunu unutma; sonu gelmeyen âhirete sen de, ben de gideceğiz."

Yahyâ bin Hâlid Bermekî tarafından hurma içinde zehir verilerek öldürüldüğü rivâyet olunmaktadır. Zehir verildiği gün Mûsâ Kâzım hazretleri; "Bana bugün zehir verdiler. Yarın vücûdum sararacak, sonra yarısı kızaracaktır. Ertesi gün de siyah olacaktır. O zaman vefât ederim" buyurmuştur. Dedikleri aynen olmuştur.

Mûsâ Kâzım'ın hayâtı, fazîlet ve üstünlüklerle doludur. Sevdiklerine ibret veren ve yol gösteren kerâmet ve menkıbeleri çoktur. Ruhlara gıdâ olan sözleri o kadar çoktur ki, bâzıları kitaplara geçirilmiş, bâzıları da dilden dile, gönülden gönüle akıp gelmiştir.

Onu seven ve ondan istifâde eden âlimlerden Şakîk-i Belhî"kuddise sirruh" şöyle anlatıyor:

"Hacca gidiyordum. Fâriziyye'ye vardım, orada, güzel yüzlü, buğday benizli, yün elbiseli, başı sarıklı ve ayağında nalını bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime; "Bunun tasavvuf talebesinden olması lâzımdır, bu yolda müslümanlardan ayrı duruyor, gidip biraz ağır konuşayım da bu işten vazgeçsin" dedim. Yanına yaklaşınca, bana: "Ey Şakîk" diye hitâb ederek, meâlen; "Zandan çok sakınınız, zîrâ bâzı zanlar günâhdır" buyrulan Hucurât sûresi on ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Bir tarafa doğru gitti. Kendi kendime; "Bu bir sâlih kişi olmalı, adımı ve kalbimdekini bildi" dedim. Arkasından, helâllaşayım diye gittim. Ne kadar hızlı yürüdüysem yetişemedim. Başka bir konak yerinde onu yine gördüm. Namaz kılıyordu. Bütün âzâları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Namazını bitirsin de helâllaşayım dedim. Namazını bitirdi. Yanına yaklaştım. Bana; "Ey Şakîk!" diyerek, meâlen; "Ben tövbe eden, îmân edip sâlih ameller işleyen ve sonra doğru yolu bulan kimseleri elbette affederim" buyrulan Tâhâ sûresi seksen ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Beni bırakıp uzaklaştı. Kendi kendime; "Bu genç yüksek bir velî olmalı, ikinci defa ismimi ve kalbimdekini bildi." dedim.

Başka bir konak yerinde yine onu gördüm. Bir kuyunun başında, elindeki kısa ipli kova ile su çıkarmak istiyordu. Kova suya düştü. Ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Sen benim Rabbimsin, su aşağıdadır. Kuvvet sendedir, su içmek istiyorum." diye duâ etti. Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp kovasını doldurdu. Abdest alıp dört rekat namaz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumları kovanın içine döktü. Çalkalayıp içti. Yanına gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. "Hak teâlânın sana ihsân ettiği nîmetlerin fazlasından bana da tattır."dedim. "Hak teâlânın nîmetleri açık veya gizli her zaman bize gelir. Hak teâlâya hüsn-i zanda bulun!" deyip, kovasını bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Kovanın içine koyup çalkaladığı kum onun kerâmeti ile yiyecek hâline gelmişti. Ondan daha lezzetli bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke'ye gelinceye kadar onu bir daha göremedim. Mekke'de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşû ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devâm etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Mûsâ bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin'dir" dediler. "Yolda bu zâttan şöyle şöyle acâib hâller gördüm" dedim. "Bu hâller bu seyyid için acâib değildir dediler."

Onu seven Hâlid ez-Zabbâlî şöyle anlatıyor: Halîfe Mehdî, İmâm Kâzım'ı ilk defâ çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı için çarşıdan bâzı şeyler almamı buyurdu. Yüzüme baktı ve; "Seni üzüntülü görüyorum, ne oldu?" diye sordu. Ben de; "Niçin üzülmeyeyim, bir zâlimin yanına gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı belli değildir." dedim. "Hiç korkma, falan ay, falan günde geri döneceğim. Akşamleyin beni beklersin." buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurduğu gün geldi. Güneş batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi. Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Çok sıkıldım. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım hazretleri bir katıra binmişti. "Ey falan!" diye seslendi. "Buyurun efendim buradayım" dedim. "Az kalsın, kalbine şüphe geliyordu değil mi?" buyurdu. "Evet öyle olacaktı." dedim. Sonra; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu zâlimden kurtuldun." dedim. "Beni bir daha oraya götürecekler o zaman kurtulamayacağım." buyurdu.

Menkıbeleri çeşitli kitaplarda toplanmıştır. Nûr-ul-Ebsâr da anlatılan menkıbelerden bâzıları şunlardır:

Bir gün Mûsa Kâzım hazretlerinden, zamanın halîfesi Hârûn Reşîd sordu:

"Sizler, kendinizin Ehl-i beytten olduğunuzu söylüyor veResûlullah'ın zürriyetindeniz diyorsunuz. Halbuki aslında biz dedemAbbâs'dan dolayı Resûlullah'ın soyundanız, siz de hazret-i Ali'nin evlâtlarısınız. İnsanların nesebi ve soyu baba ile devam eder."

Cevâbında buyurdu ki:

"Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde En'âm sûresi seksen dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: "İbrâhim peygamberin zürriyetinden olan Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun! Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız. Ve ey Zekeriyyâ ve Îsâ!" Bu âyet-i kerîmede Îsâ aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmın soyundan sayılıyor. Halbuki Îsâ'nın babası olmadığı, herkes tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte annesi tarafından İbrâhim aleyhisselâmın zürriyetinden sayılmaktadır. Öyleyse, bizler de annemiz Fâtıma'tüz-Zehrâ(radıyallahü anhâ) tarafından Resûlullah efendimizin soyundan sayılırız."

Hârûn Reşîd, bir gün veziri Ali bin Yektîn'e çok güzel elbiseler hediye etmişti. Bunlar arasında, siyah ibrişimle dokunmuş, altın yaldızlı gömlek en iyisiydi. Pâdişâhlara mahsus bir elbiseydi. Ali bin Yektîn, Mûsâ Kâzım hazretlerini çok sevdiği için bir mikdar daha mal ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzım'a gönderdi. Gömlekten başka bütün hediyeleri kabûl ettiler. Gömleği geri gönderip, bunu saklamasını, bir gün lâzım olacağını söylediler. Bir gün Ali bin Yektîn, kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle, Hârûn Reşîd'e gidip; "Benim efendim Mûsâ Kâzım'ı imâm edinmiştir. Ona çok mal gönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm ettiğiniz ibrişimli altın yaldızlı gömleği bile hocasına gönderdi." dedi. Hârun Reşîd, kızıp, Ali bin Yektîn'i çağırttı; "Sana giydirdiğim gömleği ne yaptın?" diye sordu. Ali bin Yektîn; "Bendedir ey müminlerin emîri!" dedi. Hârûn Reşîd, hemen getirmesini istedi. O da kölelerinden birisini çağırıp; "Benim sarayımda falan odaya git, anahtarını falandan iste, odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mühürlü bir kutu göreceksin. O kutuyu getir" dedi. Kölesi derhal kutuyu getirdi. Kutuyu açınca, içindeki gömleği gördüler. Güzel kokular da sürülmüştü. Hârun Reşîd'in öfkesi geçti. Ali bin Yektîn'e; "Bunu yerine gönder, hatırını da hoş tut! Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam. Bu elbise yanında olmasaydı, seni cezâlandıracaktım. Fakat işin doğrusu meydana çıktı. Bundan sonra, bir şeyi araştırmadan hakkında hüküm vermeyeceğim" dedi. Başka hediyeler ve ihsânlarda bulunarak gönderdi. Fesatlık yapan köleye de gereken cezâsı verildi.

İshâk bin Ammâr şöyle anlatıyor: "Mûsâ Kâzım, Hârun Reşîd tarafından hapsedildiği zaman, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin iki talebesi olan Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî ziyâretine gitmişlerdi.Maksadlarından biri de ilmi hakkında bilgi sâhibi olmaktı. İlminden sorup denemek istiyorlardı.Tam o sırada hapishânenin nöbetçisi yanına geldi ve; "Ey mübârek efendim, bugünkü nöbetim bitti. Yarın dönüşümde, bir ihtiyâcınız varsa, getireyim" dedi. İmâm-ı Mûsâ Kâzım; "Bir ihtiyâcım yoktur." dediler. Sonra, Ebû Yûsuf ile MuhammedŞeybânî'ye dönerek; "Ben bu adama hayret ediyorum. Yarın döneceğini zan ediyor ve ihtiyaçlarımı soruyor. Halbuki onun eceli gelmiştir ve yarın ölecektir" buyurdular. İmâm-ı A'zam hazretlerinin iki talebesi de Mûsâ Kâzım'ın böyle söylemesine hayret ettiler ve; "Biz, bu zâtı, zâhirî ilimlerden imtihan etmek istedik. Bu ise, bâtınî ilimden bize haber veriyor. Bu sözünü deneyelim" diyerek kalkıp gittiler. Adamın evine yakın bir yere nöbetçi koydular ve ona; "Bu evde bir şey gördüğün zaman, gelip bize haber ver!" dediler. Gece yarısında evde bir ağlama sesi yükselmeğe başladı. Nöbetçi gelip hemen haber verdi. İmâm-ı Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî geldiği zaman ev sâhibinin öldüğünü gördüler. Mûsâ Kâzım hazretleri için olan hayretleri ve onun büyüklüğü hakkında zanları bir kat daha arttı.

Muhammed bin Abdullah el-Bekrî anlatıyor: "Borç istemek için Medîne-i münevvereye gelmiştim. Bana bu hususta yardımcı olabilecek bir kişiyi çok aradım fakat bulamadım. En sonunda yorulup, kendi kendime: Ebü'l-Hasan Mûsâ bin Câfer'e gitsem, durumumu ona anlatsam, iyi olur. Belki bir şeyler elde ederim, diye düşündüm. Kararımı verip, Negamâ denilen yerdeki bahçesinde onu buldum. Beni görünce küçük bir hizmetçisi ile yanıma geldi. Elinde bir kalbur, kalburun içinde hurma vardı. O ve ben hurmadan yedik. Sonra bana bir ihtiyâcım olup olmadığını sordu. Ona durumumu olduğu gibi anlattım. Bunun üzerine içeri girdi. Az sonra yanıma geldi. Hizmetçisine sen git dedi. Elini elime uzattı. Bana içinde üç yüz dinâr olan bir kese verdi ve kalkıp gitti. Sonra bineğime binip, oradan ayrıldım."

Mûsâ Kâzım hazretleri çok cömert idi. Birisi ona devamlı içerisinde dinâr bulunan keseler gönderiyordu. Bu keselerin içerisinde, bâzan üç yüz, bâzan dört yüz, bâzan iki yüz dinâr bulunuyordu. Mûsâ Kâzım hazretleri eline geçen bu dinâr keselerini yanında biriktirmez, onları Medîne-i münevvere fakirlerine dağıtırdı.

Kızkardeşi onu şöyle anlatır: "O yatsı namazını kıldığı zaman, Allahü teâlâya hamd eder ve duâ eder, bu hâli gece bitinceye kadar devâm ederdi. Gece bitince, tekrar kalkar, sabah namazını kılardı. Sonra, bir mikdar, zikir ile, Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olur, bu durumu güneş doğuncaya kadar devam ederdi. Sonra, Kuşluk vaktine kadar oturur. Daha sonra hazırlanır, dişlerini misvaklar, zevâl öncesine kadar uyurdu. Uykudan uyanınca, abdest alır, ikindiye kadar namaz kılar, namazı bitirince, kıbleye doğru dönerek, akşam namazına kadar Allahü teâlâyı zikrederdi. Sonra tekrar, akşam ile yatsı arası namaz kılardı. Bu onun hergünkü âdeti idi."

Mûsâ Kâzım hazretleri,Resûlullah efendimizin yüksek nesebine sâhib olan Ehl-i beytin en büyüklerindendir. Nurlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyizlerin çokluğu, akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce mârifetleri bildiren sözleri, nükte ve latîfeleri çok meşhûrdur. Hikmetli sözlerinden biri şöyledir. Buyurdular ki: "Arkadaşlık ettiğin biri, önceleri hâli hâline uyar, sonraları kalbine sıkıntı verirse, hemen kendine bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et. Doğru olduğunu anlarsan, bilesin ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur, biraz düşün. Hemen ondan ayrılma! Onu yalnız başına bırakma.Cenâb-ı Hak tarafından bir düzelme gelinceye kadar bekle."

Rivâyet edilir ki, Mûsâ bin Câfer el-Hâşimî (Mûsâ Kâzım) hazretleriMescid-i Nebevî'ye girip, gecenin ilk vaktinde secdeye vardı. Sabaha kadar secdede şöyle dediği duyuldu: "Yâ Rabbî! Günahım çok, fakat senin affın büyük."

EVİN YIKILDI

Mûsâ Kâzım hazretlerini sevenlerden Medâin şehrindeki Îsâ isminde bir zât şöyle anlatıyor: Hacca gitmiştim. O sene Mekke'de kaldım. Sonra, bir sene de Medîne'de kalayım diyerek oraya gittim. Musallâ denilen yerde Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin evi yanında bir yer kirâladım. Orada devamlı Mûsa Kâzım'ın ziyâretine gidiyordum. Yağmurlu bir geceydi , yanında oturuyordum. Birdenbire, bana; "Ey Îsâ, kalk evine yetiş! Evin, eşyâlarının üzerine yıkıldı." dediler. Koşarak evime geldim. Baktım ki, gerçekten ev yıkılmış, eşyâlar altında kalmıştı. Birkaç işçi tuttum. Bütün eşyâlarımı noksansız enkâz altından çıkardım. Yalnız abdest almak için kullandığım ibriğim kayboldu. Ertesi gün İmâm-ı Mûsâ Kâzım'ın yanına geldim. Bana; "Eşyâlarından kaybolan bir şeyin var mı?" diye sordular. Ben de; "Hayır efendim, yalnız abdest ibriğim kayıp!" dedim. İşte o zaman başlarını aşağıya indirip gözlerini yumdular. Bir müddet bekledikten sonra, başlarını kaldırıp bana dediler ki: "Sen bir gün önce ev sâhibinin helâsına gitmişsin ve orada unutmuşsun! Şimdi git, ev sâhibinin hizmetçisinden iste, sana versinler." Ben de hemen koşarak geldim. Ev sâhibinin hizmetçisinden ibriğimi isteyince, getirip teslim etti.

NE KADAR ZARARIN VAR

Yahyâ bin Hasan anlattı: "Medîne-i münevverede birisi Mûsâ Kâzım hazretlerine eziyet edip kırıcı sözler söylüyordu. Onu sevenler, ona devamlı; "Bize izin ver, şuna haddini bildirelim." diyorlardı. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri böyle bir işe teşebbüsten onları şiddetle men ediyordu. Bir gün, kendisine hakârette bulunan şahsın nerede olduğunu sordu. Medîne-i münevverenin civârında bir yerde olduğunu söylediler. Mûsâ Kâzım, bineğine binerek, onun tarlasının olduğu yere gitti ve orada buldu.Tarla'ya katırı ile girdi. O şahıs, tarlaya basma diye bağırdı. Mûsâ Kâzım onun yanına kadar geldi. Yanına oturdu. Ona; "Ne kadar zararın oldu?" deyince, o şahıs; "Yüz dinâr." deyip; "Sen kaç dinar umuyordun?" diye sordu. Mûsâ Kâzım "Bilmiyorum. Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Ne kadar, zarara uğradığını bilmediğim için sana; "Ne kadar zararın olduğunu tahmin ediyorsun?" diye sordum." Bu söz üzerine o şahıs; "Öyleyse, iki yüz dinâr istiyorum" dedi. Mûsâ Kâzım ise ona üç yüz dinâr verdi. Mûsâ Kâzım'a daha önce hakâretlerde bulunan o şahıs, bu cömertlik ve ihsân karşısında hayran kaldı. Kalkıp, Mûsâ Kâzım hazretlerinin başını öptü ve sonra birbirinden ayrıldılar. Mûsâ Kâzım oradan ayrılınca, Mescid-i Nebevî'ye (Resûlullah efendimizin mescid-i şerîfine) gitti. Yine orada o şahısla karşılaştı. Fakat kendisini seven yakınları onu orada görünce, hemen üzerine yürümek istediler. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri onlara; "Hangisi hayırlı; sizin yaptığınız mı, yoksa benim istediğim mi? Ben ona yakınlık göstermek sûretiyle ıslâh olmasını düşünmüştüm" dedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MÛSÂ BİN MÂHÎN MARDÎNÎ

Büyük velîlerden. İsmi Mûsâ bin Mâhîn ez-Zûhî'dir. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Mîlâdî on ikinci asırda yaşadı. Mardin'de vefât etti. Şeyh Mûsâ kabristanlığına defnedildi.

Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin talebelerindendir. Hocası, onun yetişip, büyük bir velî olacağını önceden müjdeledi ve; "Ey Bağdât halkı, yakında öyle biri gelecek, öyle bir güneş doğacak ki, öyle birisi daha size gelmedi." buyurdu. "O zât kimdir?" denilince, Mûsâ bin Mâhîn olduğunu işâret etti. Hocalarının huzûruna geleceği zaman, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin gönderdikleri kimseler tarafından, çok uzaklarda karşılandı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna girince, kalkıp kucakladı.

Allahü teâlâ, Mûsâ bin Mâhîn hazretlerine çok ihsânda bulunmuş, gayblar âleminin sırlarına kavuşturmuştur. Çok kerâmeti görüldü. Herkes heybetine ve fazîletine hayran olup, onu severdi. Âlimler ve velîler onun sohbetlerine devâm ettiler. Irak'ta pekçok kimse ondan icâzet aldı. O, duâsı kabûl edilen büyük bir velî idi. Gözleri kör bir kimseye duâ etse, Allahü teâlânın izniyle gözleri açılırdı. Fakire duâ etse, zengin olur, bir kimseye bereket için duâ etse, berekete kavuşurdu. Hastaya duâ etse, sıhhate kavuşurdu. Mûsâ bin Mâhîn hazretleri mübârek eliyle demire dokunsa, demir mum gibi erir akardı. İnsanlar onun himmet ve duâları ile büyük musîbetlerden kurtuldular.

Bir zaman Mardin şehrinde büyük bir yangın çıktı. İnsanlar ne yaptılarsa yangının önünü alamadılar. Herkesi büyük bir korku kapladı. Çâresizlik içindeMûsâ bin Mâhîn hazretlerinin dergâhına koşup durumu anlattılar ve duâ istediler. Mûsâ bin Mâhîn hazretleri bunun üzerine onlara elindeki asâyı verdi ve; "Bunu alın ve yangının en alevli yerine atın." buyurdu. Gelenler asâyı alıp yangın mahalline döndüler ve buyrulduğu şekilde onu alevlerin en kabarık yerine attılar. Çok geçmeden alevlerin durduğu, yangının söndüğü görüldü. Herkes çok sevindi. Sonra atılan asâyı arayıp buldular. Hiçbir şey olmadığını, renginin bile değişmediğini gördüler. Alıp doğruca Mûsâ bin Mâhîn hazretlerine teslim ettiler. Hürmet, minnet ve teşekkürlerini arzettiler. Bunun üzerine Mûsâ bin Mâhîn hazretleri; "Allahü teâlâ bize elimizin değdiği hiçbir şeyi ateşin yakmayacağını ilhâm etti." buyurdu. Yangın onun kerâmeti olarak sönmüştü.

Kabri Mardin'de olup, ziyâret edilmektedir. Cenâzesi kabre konulduğunda, kabirde, kalkıp namaz kıldı. Kabri birden genişledi. Defnetmek için kabre inenler, bu hâli görünce bayıldılar.

OKU DEYİNCE

Oğlu Ahmed Mardînî, babasından naklen onun hakkında şöyle anlatmıştır: "O, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem çok görür, hallerinde hep Resûlullah'a uyardı. Bir kadın, dört aylık çocuğunu ona getirdi. Çocuğa duâ edince, çocuk yürümeye başladı. İhlâs sûresini çocuğa okuyup, ona da oku deyince, çocuk gâyet açık bir şekilde İhlâs sûresini okudu. Bu telkinden dolayı, gâyet güzel bir fesâhat ve ifâde güzelliğine kavuştu. Bu hâli uzun müddet devâm etti. Mûsâ bin Mâhîn hazretleri vefât ettiğinde, o çocuk otuz yaşında olduğu halde, aynı fesâhatle konuşuyordu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MÛSÂ SEDRANÎ

Meşhur velîlerden. On ikinci asırda yaşamıştır. Şihâbüddîn-i Sühreverdî hazretlerinin oğlu şöyle anlatmıştır:

"Bir hac seferinde babamla berâberdik. Kâbe'yi tavâf ederken Mağribli bir şeyh gördüm. Sohbetinden bereketlenmek için halk, huzûrunda toplanıyor, ziyâretine geliyordu. Beni de o zâta tanıtıp; "Bu Şihâbüddîn-i Sühreverdî'nin oğludur." dediler. Bana merhaba deyip başımdan öptü ve hayır duâ etti. Onun duâsının bereketini dâimâ kendimde gördüm. Ümid ederim ki, onun duâsının bereketine âhirette de kavuşurum. Beni o zâta tanıtanlara bu zâtın kim olduğunu sordum. "Bu zâta Şeyh Mûsâ derler." diye cevap verdiler. Tavaftan sonra babama; "Oğlun Şeyh Mûsâ ile görüştü." dediklerinde, babam çok memnun olup, bana duâ etti. Şeyh Mûsâ'nın üstünlüğünden bahsetti.

Şeyh Mûsâ'nın talebelerinden biri; "Onun Kur'ân-ı kerîmi çok hatmetmesi doğrudur. Bunu daha önceden işitmiştim. Hatırıma bu nasıl olur, diye gelmişti. Bir gece onunla birlikte Kâbe'yi tavâf ettim. Tavâfdan sonra Hacer-ül-Esvedi öptü. Oturup Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Fâtiha sûresinden başlayıp, Hacer-ül-esvedden Kâbe'nin kapısı karşısına kadar dört adımlık yeri yürüyene kadar kısa zamanda bir hatmi tamamladı. Ben harf harf tâkip ettim." dedi. Babam ve orada bulunan cemâat bu sözleri dinleyip kabûl ettiler. Bunun üzerine babam Şihâbüddîn-i Sühreverdî'ye; "Bu hal zamânın genişlemesi kâbilinden ve evliyâda hâsıl olan bir hal midir?" dedim. Babam; "Öyledir." dedi. Bu hâdiseyi isbat için de şöyle anlattı:

"Şeyh-üş-Şüyûh İbn-i Sekîne'nin kuyumculuk yapan bir müridi vardı. Bu mürid, Cumâ günleri dervişlerin, talebelerin seccâdelerini câmiye getirir, namazdan sonra da toplayıp dergâha götürürdü. Yine bir Cumâ günü seccâdeleri alıp birbirine bağladı. Dicle Nehri kenarına gitti. Gusül abdesti almak için nehre girdi. Suya girip çıkınca baktı ve oranın Dicle Nehri olmadığını gördü. "Burası neresidir?" diye bir kimseden sorunca; "Mısır'dır ve bu nehir Nil Nehridir." dediler. Hayret edip, oradan şehre gitti. Bir kuyumcu dükkanına vardı. Üzerinde sâdece örtünecek kadar bir bez vardı. Kuyumcu onun da kuyumcu olduğunu ve başından acâib bir hâdisenin geçtiğini anladı. Ona hoş muâmele yapıp evine götürdü. Onu kızı ile nikâhladı. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Bu hal üzere yedi sene geçti. Bir gün Nil Nehrine gidip suya girdi. Sudan başını çıkarınca, kendini Dicle kenarında buldu. Yedi sene önce suya girdiği yer ve elbiseleri de koyduğu yerde duruyordu. Elbiselerini giyinip dergâha gitti. Dervişlerin seccâdelerini bağladığı gibi buldu. Ona çabuk ol cemâat mescide girmeye başladı demeleri üzerine, seccâdeleri mescide götürdü. Namazdan sonra da dergâha döndü. Başından geçen hâle çok şaşırmış bir halde evine döndü. Hanımı; "Misâfirler için balık pişirmemizi istemiştin. Balık pişti hazır, misâfirleri getir." dedi. Gidip misâfirleri getirdi balık yediler.

Sonra hocası İbn-i Sekîne'nin evine gidip, başından geçen hâdiseyi anlattı. "Mısır'daki çocuklarını gidip getir." buyurdu. Bilâhare gidip getirdi. Hocası ona; "Sen Dicle'ye girdiğin sırada hatırında ne vardı?" diye sorunca; "Hatırımda meâlen; "Rabbinin indinde bir gün, saydığınızdan bin sene gibidir." buyrulan âyet-i kerîme vardı. Bunu düşünüyordum." dedi. Hocası; "Bu hal, Allahü teâlânın rahmetidir. Senin müşkülünün halli ve îmânının tashihidir. Allahü teâlâ bâzı kullarına mahsus olmak üzere zamânı böyle uzun yapmaya ve yine kısa göstermeye kâdirdir." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSLİHUDDÎN TAVÎL

Osmanlı âlim ve velîlerinden. Kastamonu'ya bağlı Küre'de doğdu. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. On altıncı asrın başlarında Bursa'da vefât etti. Orada medfundur.

Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Birçok ilmî eserleri okuyup müzâkere etti ve yüksek derecelere ulaştı. Şöhreti her tarafta duyulup, âlimler arasında yüksek bir dereceye sâhib olduktan sonra tasavvufa yöneldi. Zamânındaki tasavvuf ehli birçok zâtların sohbetinde bulundu, fakat hiçbirinden kalbi mutmain olup, rahat bulup feyz alamadı. En sonunda Şeyh İlâhî hazretlerine talebe olup, hizmetinde bulundu. Ondan feyz alıp yükseldi. Vefât edinceye kadar onun yanından ve hizmetinden ayrılmadı. Tasavvufta yüksek mertebelere ulaştı ve kemâle erdi. Ömrü boyunca kötü insanlardan uzak oldu.

Muslihuddîn Tavîl, heybetli ve celâl sâhibiydi. Ama sohbet esnâsında yumuşak ve güler yüzlüydü. Şakâyik müellifi Taşköprüzâde anlatır: "Küçüklüğümde Şeyh Muslihuddîn Tavîl'in huzûruna gidip, heybetli yüzünü görmüştüm. O zaman görünüşünün celâlinden korktum. O heybet ve celâlinden olan korku hâlen içimde durmaktadır."

Muslihuddîn Tavîl hazretleri, Sultan İkinci Bâyezîd'e saltanatı zamânında bir mektup gönderip, bu mektubun baş tarafında Arş ve Kürsî ile ilgili bilgi verdikten sonra, mektubun sonuna doğru; "Bir yerde zulüm ve bid'atler, dînimizde olmayıp da sonradan ibâdet olarak konan şeyler, hurâfeler yaygınlaşsa, o beldenin sâlihleri ve âlimleri Peygamber efendimizi rüyâsında üzgün ve hüzünlü bir şekilde görseler, mübârek yüzlerinin bu hâli gazab işâretidir. Resûlullah efendimizi rüyâmda üzüntülü ve hüzünlü gördüm. Zulüm ve bid'at karanlığından kalblerin karardığını, Küre'de birçok zulüm ve bid'atin yaygınlaştığını anladım." diye yazıp, Pâdişâha genişçe bildirdi. Bunun üzerine Pâdişâh, zulüm ve bid'at azgınlıklarını adâlet ve ihsânla yok edip, haksızlıkları ortadan kaldırdı.

Zâhir ilminde âlim olan bir kimse, Şeyh Muslihuddîn Tavîl'e gelip; "Ben bu yolu terk etmek istiyorum." dedi. Muslihuddîn Tavîl, ona; "Hangi yolu terk etmek istiyorsun?" diye sorunca, o da; "İlim yolunu terk etmek istiyorum." dedi. Muslihuddîn Tavîl kızarak; "Bundan güzel yol mu vardır ki onu terk etmek istersin? İlim yolu öyle bir yoldur ki, o yola giren dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşur. Onu terk etmek, doğru yoldan ayrılmaktır." buyurdu. Bu cevap karşısında o zât utanıp bir şey söyleyemedi. Bu sırada mecliste bulunanlara; "Kâdılardan Germiyanlı Sinan Çelebi diye bir zât vardır bilir misiniz?" diye sordu. Orada hazır bulunanlardan bâzıları; "İlim ehli bir kâdıdır, yüksek derece sâhibidir. Biz onun adâletli ve yüksek bir zât olduğunu biliriz." dediler. Muslihuddîn Tavîl hazretleri buyurdu ki: "Sinân Çelebi, tasavvuf yolunu tamamlayıp, birçok yüksek derecelere ulaştı ve kerâmetler sâhibi oldu. Zâhiren kâdılık vazifesini yürütüp, adâletle hükmeder, Allahü teâlânın dîninin emirlerini ve Peygamber efendimizin sünnetini anlatmakla meşgûl olurdu. Bâtınen nefsini tezkiye ile mânevî saâdetlere kavuşmağa çalışırdı. Zâhirdeki hâllerinden, bâtında olan güzel hâlleri daha çoktu. Ama sizden onun bu hâlini bilen yoktur." Bu sözü bittikten sonra; "Yüksek gayret ve arzusu olan talebe, ister kâdı, ister müderris olsun, yüksek ve olgun bir zâta tâbi olduktan sonra, farkında olmadan tasavvuf yolunu tamamlayıp kemâle ulaşır. Dünyevî ve dînî vazifeler onun Hak yoluna girmesine mâni değildir. Yüksek rütbeler, gâyeye ulaşmaya perde olmaz." buyurdu.

Muslihuddîn Tavîl, Bursa'da Şeyh Tâceddîn Efendinin kabri yanına bir hasır serip, kırk gün müddetle sabah namazı vaktinde gelip, o hasırın üzerinde Yâsîn sûresini okuyup ibâdet etti. Kırk gün tamâm olunca vefât edip, o hasırın bulunduğu yerde defnolundu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA ÂKİF EFENDİ


On sekizinci yüzyılda Anadolu'da yetişen ilim ve gönül ehlinden. İsmi, Mustafa bin Ebû Muhammed Bayram Efendi el-Merzifonî'dir. 1686 (H.109 senesinde Amasya'da doğdu. 1760 (H.1173) senesinde Amasya'da vefât etti. Kabri, Amasya'da surların dışındaki kabristanın kıble tarafındadır.

İlim ehli asîl bir âileye mensûb olan Mustafa Âkif Efendi, küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Zamânının ileri gelen âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Şeyh Muhammed Amâsî'nin babası Abdullah Efendi ile Kazâbâdî ve Remzî el-Kayserî ilim tahsîl ettiği âlimlerin başında gelirler. Tahsil için zamânın çeşitli ilim merkezlerini gezdi. Kâhire'ye giderek, Arabî ilimler ile hadîs ilmini tahsîl etti. Burada özellikle Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim ve diğer sahîh hadîs-i şerîf kitaplarını okudu. Ebü'l-İzz el-Acemî ona hadîs-i şerîf okutmakla ilgili icâzet verdi.

Üç defâ hacca giden Mustafa Âkif Efendi, hac esnâsında çeşitli İslâm memleketlerinden gelen âlim ve velîlerle görüşüp, onların meclis ve sohbetlerinde bulundu. Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim olduktan sonra memleketi olan Amasya'ya döndü. Sultan Bâyezîd Medresesine müderris tâyin edilip ders okuttu ve talebe yetiştirdi. Daha sonra uzun müddet Amasya Müftisi olarak vazîfe yaptı. Gerek müderisliği, gerek müftîliği sırasında insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp onların iki cihân saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu.

Yaşlanınca müftîlikten ayrıldı. İlme ve müslümanlara hizmeti sebebiyle, Şeyhülislâm Mustafa Efendi kendisine, Süleymâniye müderrisliği pâyesini gönderdi. Ömrünün sonunda insanlardan uzak bir hayat yaşamayı tercih eden Mustafa Âkif Efendi, ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. Tasavvuf yoluna girip bu yolda ilerledi. Onda mânevî haller ve kerâmetler görüldü. İnsanlar ona, gördükleri bu haller sebebiyle deli ve mecnûn gözüyle bakmaya başladılar. Gece ve gündüzünü ilme ve ibâdete veren Mustafa Âkif Efendi, ilmî mütâlaalar ve araştırmalarda bulundu. Gece sabaha kadar lambası hiç sönmeyen bu âlim zât, gözlerinin bozulmaması için çalıştığı odaya birçok lamba koyardı.

Tıb, astronomi ve matematik ilimlerinde mahâret sâhibiydi. Tıb ilminin gereklerine dikkat ederdi. Talebelerinin ve sevdiklerinin hastalıklarına çeşitli ilaçlar yaparak tatbik ederdi. Bunun için evinin üstünde bir oda yaptırmıştı. Burada oturur, bedenen sıhhatli olmak için oraya hızlı iner çıkardı. Bahçede gidip gelerek hareketli olmaya çalışırdı. Bu bahçede talebelere ders okuturdu. Yanında çok sayıda talebe bulunmasını istemezdi. Eğer talebelere ders vermesi gerekirse dört veya beş talebeye ders verirdi. Bir kişi fazla olsa, onu kabûl etmezdi. Eğer azıcık müsâde etse etrâfını talebe sarardı.

Mustafa Âkif Efendi ulemâ sınıfından olmasına rağmen belli bir kıyâfet giyinmezdi. Bâzan ulemâya âit elbise giydiği gibi bâzan da mevlevî dervişlerine âit elbise giyerdi. Câmiye giderken vakar ve ağır başlılıkla giderdi.

Kendisi cömert olup, ikrâm ve ihsân sâhibi idi. Ziyâfet hazırlar, memleketin ileri gelenlerinden vâli, kâdı ile ulemâdan birçoklarını ve halkın ileri gelenlerini dâvet ederdi. Şehrin vâlisi Cumâ günleri onu ziyâret ederdi. Vâliyi saygı ile karşılar ona izzet ve ikrâmda bulunurdu. Vâli ile müsâfeha ettikten sonra; "Siz sultanın vekillerisiniz. Size itâat ve saygı gerekir." derdi. Kendisi fakir olmasına rağmen Allahü teâlânın ihsân ve bereketiyle fakirlere bol tasaddukta bulunurdu. Câmiye giderken boynuna beyaz bir kese asar, kesenin içine altın ve gümüş paralar doldururdu. Onun cömert ve ihsân sâhibi olduğunu bilen fakirler, yolu üzerine sıra olurlardı.Kesede bulunan paraları fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine altın veya gümüş fark ettirmeden dağıtırdı. Bâzan da kesedeki para bitinceye kadar avuç dolusu verirdi. Bâzan fakirler onun üzerine fazlaca yüklenmek isteyince, keseyi bırakarak hızlıca evine giderdi. Sonra fakirler kesesini evine getirirlerdi. Malı ve geliri olmamasına rağmen bu âdetini hemen hemen her gün devâm ettirirdi. İnsanlar onun bu hâline şaşarlardı. Halbuki Allahü teâlâ pekçok velîsine olduğu gibi, Mustafa Âkif Efendiye de kerâmet olarak bu malları ihsân etmişti.

Mustafa Âkif Efendi, pekçok ilmî araştırmaları olan bir zâttı. Amasya kütüphânelerindeki kitapları araştırmıştı. Okuduğu ve incelediği kitaplara rakamlar şerhler koyar, fihristlerini çıkarırdı. Çok kere kırmızı mürekkeple ve ta'lik hattıyla yazardı. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler söyler, nesirler yazardı. Üç lisanda da şiir kâbiliyeti vardı. Tıp ilminde de geniş bilgi sâhibiydi. Hey'et, astronomi ve hendese, geometri ilimlerinin teorik ve pratik kısımlarında ihtisas sâhibiydi. Aklî ve naklî ilimlerin usûl ve fürû kısımlarında yüksek âlimdi. Hattâ onun; "Üç yüz senedir usûl-i fıkıhta benim gibi birisi gelmedi." dediği rivâyet olunur. Edebiyâtta Anadolu'daki Arapça dîvânlar onun şiirinin kaynağıydı. Arapça Kasîde-i Mîmiyyesi ve Kasîde-i Ayniyyesi vardı.

İlmiyle âmil, fazîlet sâhibi bir velî idi. Tefsîr, hadîs, usûl-i fıkıh ve fıkıh ilimlerinde zamânının mürâcaat kaynağı olan Mustafa Âkif Efendi, 1760 (H.1173) senesi Receb ayının yirmi birinci Pazar günü güneş doğmadan önce Amasya'da vefât etti. Amasya surunun dışında, Musallâ yolundaki kabristanın kıble tarafında defnedildi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA BEKRÎ


Büyük velîlerden. İsmi Mustafa babasınınki Ali'dir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. 1688 (H.1099) senesinde Kudüs'te doğdu. 1749 (H.1162) senesi Rebî'ül-evvel ayının üçünde Pazartesi gecesi yatsı namazından sonra Kâhire'de vefât etti. Karâfe-i kübrâ denilen yere defnedildi.

Mustafa Bekrî altı aylık iken babasını kaybetti. Bunun üzerine amcası Ahmed bin Kemâlüddîn'in yanında büyüdü. İlk olarak, Abdürrahmân bin Muhyiddîn Selîmî ve Muhammed ibni Mevâhib'den ilim tahsîl etti. Muhammed ibni İbrâhim ile ders müzâkeresi yaptılar. Hâfız ibni Hacer'in Sahîh-i Buhârî şerhini okudu. Büyük âlim Abdülganî Nablüsî hazretlerinin derslerini tâkib ederek, ileri gelen talebelerinden oldu. Allahü teâlânın tevfîki ve yüksek kâbiliyeti ile az zamanda birçok ilim tahsîl ederek, tefsîr ve hadîs ilimlerinde derin bilgilere sâhib oldu. Abdülganî Nablüsî hazretlerinden, Muhyiddîn-i Arabî'nin Tedbîrât-ı İlâhiyye ve Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin bâzı bölümlerini okudu. Tasavvuf yolunu, Halvetiyye yolunun büyüklerinden Şeyh Abdüllatîf Halebî'den öğrendi.

Mustafa Bekrî, hac farîzasını yerine getirdikten sonra Mısır'a gitti. Burada Hacı Baba diye meşhûr olan Şeyh Mustafa ile görüştü ve ona talebe oldu. Onun yanında "Erbe'în" denilen riyâzetini tamamladı. Hocasının emri ile Şam'a gitti ve burada insanlara doğru yolu göstermeye başladı.

Mustafa Bekrî, hocası Abdüllatîf Halebî'den hilâfet alınca, mânevî yüksekliğin verdiği aşkın tesiri ile inzivâ hayâtını tercih etti. Devamlı Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldu. Nefsinin arzu ve isteklerine karşı mücâdele etti. Tasavvuf yolunda talebe yetiştirme izni aldığı zaman çok gençti. Hocası vefât ettikten sonra, hocasının yerine geçti. 1710 senesinde Beyt-i Makdis'e gitti. Burada insanlara doğru yolu anlattı. Sonra Yafa'ya geçti. Yafa'da Necmüddîn ibni Hayreddîn-i Remlî ile görüştü. Ondan İmâm-ı Mâlik hazretlerinin Muvattâ ismindeki eserinin bir bölümünü okudu. Bu kitabın tamâmını ders olarak okutmak ve hadîs-i şerîf rivâyet etmek için izin aldı. Sonra Şam'a dönerek, insanlara vâz ve nasîhatte bulunmaya başladı. 1714 senesinde Şam'a ve oradan Halep yoluyla Bağdât'a gitti. Bağdat'ta Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabrini ziyâret etti. Mübârek rûhundan feyz aldı.

Mustafa Bekrî, ilim öğrenmek ve büyük zâtların kabirlerini ziyâret etmek için birçok beldelere gitti. Bu ziyâretleri sırasındaİstanbul'a da gelen Mustafa Bekrî, 1717 senesinde Muharrem ayının on ikisindeİstanbul'dan ayrılarak Şam'a gitti. Orada bulunan HocasıAbdülkâdir Nablüsî ile görüştü. 1732 senesinde ikinci defâ hacca gitti. DönüşteKudüs'e uğradı. Sonra çeşitli yerlere seyahatler yapanMustafa Bekrî, en sonundaKâhire'ye yerleşti ve burada vefât etti.

Sefînet-ül-Evliyâ kitabının müellifi onun hakkında şöyle demektedir: "Çok sayıda zâtın hayâtını yazdım. Mustafa Bekrî hazretleri kadar çok seyahat etmiş bir zâta rastlamadım. Eşine az rastlanan bir zâttır. İlim ve irfân bakımından çok yüksek derecelere sâhiptir. Yaptığı çok sayıda seyahatlere rağmen pekçok eser yazdı. Birkaç eserini mütâlaa ettim. Eserlerin herbirisi deryâ idi. Mustafa Bekrî hazretlerinin halîfelerinin sayısı yirmi kadardır. Her biri yüksek derecelere kavuşmuştur."

Yûsuf Nebhânî de şöyle demektedir: "Mustafa Bekrî'nin çok sayıda eserini gördüm. Bu eserlerinden, kendi el yazısı ile yazdığı El-Makâmât-ür-Rûmiyye ismindeki eserine rastladım. Üzerinde, Eşmûnî Hâşiyesi'nin sâhibi Yûsuf Hafnî'nin el yazısıyla yazılmış bir takrîzi vardı. Mustafa Bekrî, bütün eserlerini Mescid-i Aksâ civârındaki Ebüssü'ûdoğulları dergâhına vakfetmiştir. Şimdi bu kitapların çoğu zâyi olmuştur."

Mustafa Bekrî hazretlerinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Elfiyetün fit-Tasavvuf, 2) El-Vird-üs-Seheri, 3) El-Fark-ul-Mü'zin bit-Tarebi fil-Farkı Beynel-Acem vel-Arab, 4) Sebîl-ün-Necât vel-İlticâ fit-Tevessül bi Hurûf-il-Hicâ, 5) Es-Süyûf-ül-Haddâd fir-Reddi alâ Ehl-iz-Zendika vel-İlhâd, 6) Şerhun alâ Hizb-il-İmâm eş-Şa'rânî, 7) Şerhun alâ Kasîdet-il-İmâm Ebû Hâmid Gazâlî, Şerhu Kasîdet-it-Tâiyye li İbn-i Fârıd, 9) El-Cevâb-üş-Şâfî vel-Lübâb-ül-Kâfî, 10) Keşf-üs-Sadâ, 11) El-Hullet-ül-Fâniyye, 12) El-Hediyyet-un-Nediyye lil-Ümmet-il-Muhammediyye.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA EFENDİ



On sekizinci yüzyılda Anadolu'da yetişmiş olan evliyâdan ve âlimlerden. İsmi Mustafa olup, Hacı Mustafa Efendi veya Debbağzâde diye meşhur olmuştur. Rize'de doğdu, İstanbul'da vefât etti. Doğum ve vefât târihleri belli değildir.

Doğum yeri olan Rize'de ilim tahsiline başlıyan Debbağzâde Mustafa Efendi İstanbul'a geldi. Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil edip derin âlim olduktan sonra Fâtih Câmiinde ders okuttu. Selânik kâdılığına tâyin edildiyse de gitmedi. Daha sonraMısır kâdılığına tâyin edildi. Mısır kâdılığı sırasında insanların Allahü teâlânın emirlerine uygun olarak yaşamaları için gayret etti ve bu vazîfeyi adâletle yürüttü. Derin ilmiyle ve güzel ahlâkıyla insanlara örnek oldu. Sonra Medîne-i münevvere kâdılığına getirildi. Sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîflerini ziyâret edip, mübârek beldenin ahâlisine hizmette kusûr etmedi. Mekke-i mükerremeye giderek hac vazifesini yerine getirdi.Hac ibâdeti esnâsında başka İslâm memleketlerinden gelen âlim ve velîlerle görüşüp sohbet etti. Sonra İstanbul'a dönmek üzere oradan ayrıldı. Ancak Bayas (veya Payas) Vâlisi KüçükAlioğlu onun bu yolculuğuna mâni oldu. Onu hapsettirdi. Debbağzâde Hacı Mustafa Efendinin hapsedildiği haberi İstanbul'a ulaşınca, zamânın pâdişâhı, onun serbest bırakılması için emir gönderdi. Fakat vâli, pâdişâhın emrini de dinlemeyip, onu serbest bırakmadı. HattaDebbağzâde Hacı Mustafa Efendiye sıkıntı ve ezâ ettirdi. Mustafa Efendi hapsedildiği hücrede devamlı olarak namaz kılıp, ibâdet etti ve Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundu.

Hücrede bulunduğu sırada başını secdeye koyup kendisinin kurtulması ve onu hapseden vâlinin cezalandırılması için Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundu. Allahü teâlâ âlim ve velî olan bu zâtın duâsını kabûl etti. Ona zulmeden bu vâli feci bir şekilde öldü.Vâlinin yerine geçen oğlu, Debbağzâde HacıMustafaEfendiyi hapishâneden çıkarttırdı. Ona ikrâm, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Bu hâlin, HacıMustafaEfendinin kerâmeti olduğunu anlayan vâli, onu kendi adamlarıyla İstanbul'a kadar yolladı.

İstanbul'a gelen Debbağzâde Hacı Mustafa Efendi, ilim öğretmeye ve insanlaraAllahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti. Sahîh-iBuhârî'yi, İbn-i Hacer'in Nuhbe'sini okuttu. Pekçok kimse ondan ders alıp ilim öğrendi. Âkifzâde Abdurrahmân Efendi de ondan ders ve hadîs-i şerîf okutmak husûsunda icâzet alan kimselerdendir. Sahîh-i Buhârî'nin senedinde bulunan zâtları ihtivâ eden bir eser te'lif eden Debbağzâde Hacı Mustafa Efendi, ilim ve fazîlet sâhibi, olgun, çok ibâdet eden, velî bir zât idi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA FEVZİ EFENDİ (Eğinli)

Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin önde gelen talebelerinden. Babası Nûmân Efendidir. 1871 (H.128 târihinde Eğin'de doğdu. 1924 (H.1343) târihinde İstanbul'da Fâtih-Çarşamba'da vefât etti. Edirnekapı'dan Eyüb'e giden yol üzerinde MustafaPaşaDergâhı civârına defnedildi. Kabri, torunlarından Nûmân Efendi tarafındanEdirnekapı Şehidliğinde Recep Peker Caddesine nakledildi.

Mustafa Fevzi Efendi çocukken İstanbul'a geldi.İlk tahsîlini tamamladıktan sonraİstanbul'un meşhur vâizlerinden Kasabzâde Efendinin derslerine katıldı. Medresedeki kitapları sıra ile okuyup bitirdi. Hocasına dâmâd oldu.Bahriye Dâiresine tâyinle Kalyon Katipliği ve Kolağalığına yükseldi ve daha sonra kendi isteğiyle emekli oldu.

Mustafa Fevzi Efendi, evliyânın büyüklerinden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretlerini tanımak ve sohbetlerini dinlemekle şereflendi. Onun âhirete irtihâlinden sonra son halîfesi Hasan Hilmi Efendinin sohbetleriyle olgunlaştı ve ondan icâzet, diploma aldı.

Mustafa FevziEfendi, mânevî bir coşkunlukla hikmetli şiirler söyledi.Hak yolunun büyüğü hocası Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretleri için yazdığı bir şiirinde özetle şöyle demektedir:

"Ey Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri! Nefsimin esiri olmuş bir halde kapınıza geldim. Sizin kapınızdan başka sığınacak bir yer olmadığını anladım. Size karşı zerrece yüzümün olmadığını biliyorum. Himmet ve yardımlarınıza muhtâcım ey hocam. Alçak nefsim beni hatâdan hatâlara düşürdü. Gözü görmez bir âmâ gibi nereye gideceğimi bilemez oldum. Rabbime karşı günâhkâr bir kulum. Bunun için ey hocam hâlimi arz için size geldim.

Eğer himmet ve yardımınız olursa, bu dertli bir çâre bulur. Aman efendim bana başkalarını güldürmeyin.

Size köle olup geldim, beni o yâre dost yapın.

Beni bu dünyâ aldattı. Nefsim hepsinden azgın çıktı.

Unuttum zikri, fikri bütün söz ve işlerim isyân oldu. Yüzüm yok kapınıza gelmeye ama yine geldim. Meded ey Ahmed Ziyâeddîn. Sizden başka sığınacak kimse bilmiyorum."

Mustafa Fevzi Efendinin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Menâkıb-ı Ziyâiyye, 2) Menâkıb-ı Hasaniyye, 3) İsbât-ül-Mesâlik, 4) Mir'ât-üş-Şühûdî, 5) Mîzân-ül- İrfân, 6) Şems-üs-Safâ fî Evsâf-il-Mustafa, 7) İzhâr-ı Hakîkat, Orduya Arz-ı Hâl.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA FEYZİ EFENDİ (Tekirdağlı)


Gümüşhânevî Dergâhının son şeyhi. Babası çiftçilikle meşgûl olanEmrullahAğadır. 1851 (H.1267) senesinde Tekirdağ'ın Kılıçlar köyünde doğdu. İlk tahsîlini memleketinde gören Mustafa Feyzi Efendi, 1868 senesinde İstanbul'a geldi. Bâyezîd Câmii dersiâmlarından ağabeyi Tekirdağlı MehmedTâhir Efendiden ders okudu. 1883 senesinde icâzet, diploma aldı. Aynı sene içinde yapılan rüûs imtihânını kazanıp, ders okutabilecek duruma geldi. Dersvekili sıfatıylaBâyezîd Câmiinde ders okutmaya başladı. 1887 senesinde kendisine "İbtidâ-i hâric" rütbesi verilerek İstanbul Müderrisliği vazîfesi verildi. 1907 senesinde "Mûsıla-i Sahn" rütbesiyle Şehzâdebaşı İsmâil PaşaMedresesi müderrisliğine tâyin edildi.Daha sonra dördüncü Osmânî ve dördüncü Mecîdî nişânı ile taltif edilerek 1910 senesinde Huzûr dersleri muhataplığına tâyin edildi. En son huzûr dersinin yapıldığı 1919 senesine kadar bu vazîfesine devâm etti.

Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerine tasavvuf talebesi olan Mustafa FeyziEfendi, onun önde gelen halîfelerinden oldu. İlmiyle ve güzel ahlâkı ile insanlara faydalı olmaya çalıştı. Ömer Ziyâüddîn Dağıstânî'nin vefâtından sonra Gümüşhânevî Dergâhına postnişîn tâyin edildi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Bu sırada Yeni Câmide hadîs dersleri okuttu. Birçok talebe yetiştirip hilâfet verdi. Serezli Hasîb Efendi, Kazanlı Abdülazîz Bekkîne, Bursalı Mehmed Zâhid (Kotku) Efendi onun hilâfet verdiği kimselerdendir. Gümüşhânevî Dergâhı postnişînliği vazîfesini tekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar sürdürdü. Tekke ve zâviyelerin kapatılması üzerine insanlardan uzak, bir köşede halvete çekildi. Son yıllarını ibâdet, tâat ve Allahü teâlânın ismini yâd etmekle geçiren Mustafa Feyzi Efendi, 1926 (H.1345) senesinde İstanbul'da vefât etti. SüleymâniyeCâmii hazîresinde hocasının kabrinin yakınında defnedildi. Kabri, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

İlim, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi bir zât olan Mustafa Feyzi Efendi, orta boylu, dolgunca olup, sakalının beyazı siyahından çoktu. Devamlı oruç tutar, çok namaz kılar ve Allahü teâlânın ismini zikrederdi. Her sene bir kere baştan başlıyarak sonuna kadar Râmûzü'l-Ehâdîs kitabını okuturdu. Sohbetleri sırasında;

Tasavvuf kimseye âr olmamaktır,
Tasavvuf gül olup hâr olmamaktır,
Tasavvuf yok olup var olmamaktır
Kim anlarsa bunu bürhân var onda.

kıtasını sık sık tekrar ederdi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA HÂKİ EFENDİ

Tokat velîlerinden. Doğum târihi belli değildir. 1920 (H.133 de İstanbul'da vefât etti. Kabri Fâtih Câmii bahçesinde, Gazi OsmanPaşa türbesine yakındır. Sık sık ziyâret edilmektedir. İlmi, ahlâkı, tevâzuu Tokat, Çorum, Sivas, Amasya ve Yozgat'ta dilden dile anlatılmaktadır. Aynı zamanda Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin yeğenidir.

Mustafa Hâki Efendi, ilk tahsilini Tokat'ta yaptıktan sonra, Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa Efendiye talebe olup icâzet aldı. Sonra Tokat'a dönüp, talebe yetiştirmeye başladı. Dergahı hak âşıkları, ilim tâlipleri ile dolup taşardı. Yetiştirdiği talebeleri, arasında en meşhuru Sivaslı Mustafa Tâkî'dir. Mustafa Tâkî Efendi vefât edince bâzıları; "İlim üç Mustafa ile gitti. BunlarÇorum Şeyhi Şîranlı Mustafa, Mustafa Hâki ve Sivaslı Mustafa Tâkî'dir." demişlerdir

Mustafa Hâki Efendi, 1908'de ikinci Meşrûtiyetin ilânı sebebiyle yapılan seçimde devrin ileri gelenlerinin arzûsuyla Tokat mebûsu oldu. Ancak ittihatçıların ve gayr-i müslimlerin oyları ile mebusluğu düşürüldü veİstanbul'da mecbûri ikâmete tâbi tutuldu. Kendisine Çarşamba'daki Mustafa İsmet Efendi dergâhı verildi ve vefâtına kadar burada kaldı.

Mustafâ Hâki Efendinin oğlu Behâeddîn Efendi, dînî ilimlerin yanında Eczâcılık mektebini bitirmiş, siyâsî olaylara karışmamak için Türkiye'den ayrılıp önce Medîne'ye gitmiş orada 27 sene ders okutmuş sonrada Şam'a geçmiştir. Torunları zaman zaman Tokat'a gelip akrabâlarını ziyâret etmektedirler.

Mustafa Hâki Efendinin sözleri ve kerâmetleri halk arasında anlatılmaktadır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Mustafa Hâki hazretleri Samsun'a geldiği bir günde misâfir kaldığı evde ikram edilen meyveyi yerken buyurur ki: "Bu gece dünyâya bir oğlum gelse gerektir." Tokat'a gelindiğinde görülür ki sözün söylendiği o saatte Behâeddîn Efendi dünyâya gelmiştir.

Mustafa Hâki hazretleri sohbetlerde umumiyetle Eshâb-ı kirâm sevgisinden bahseder, Eshâb-ı kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı kirâm dîni bildirenlerdir. Eshâb-ı kirâma dil uzatan, dîni yıkar. Eshâb-ı kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur. Hepsi bütün velîlerden üstündür.

İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunda ilerlemektir.

İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.

Nasihat istiyen birisine buyurdu ki: "Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır. Hakaret görebilir, eziyet görebilir, cefaya uğrayabilir. Lâkin ondan hep güzel temiz faydalı şeyler çıkar. Müminin, insanları ayırmadan, hepsine aynı şekilde davranması ve güzel ahlâklı olması lâzımdır."

Kerâmet hakkında da; "Bir kimsenin havada uçtuğunu suyun üzerinde yürüdüğünü görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassasiyetine bakınız. Şâyet bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklarda gevşeklik varsa hemen ondan uzaklaşınız. Çünkü zararı dokunur." derdi.

Vefâtı sebebiyle yazılan mersiyeden bir bölüm:

Hicrânda koydun bizleri ey Mürşîd-i ebcel
Nâkısları kim eyleyecek kâmil ü ekmel

Destine yapışdık ebedî bir habl-i metîne
Çekdin elini nâkıs olan düşdi zemîne

Eyvâh geçirdik dem-i fırsatları eyvâh
Allaha ulaştırıcı sohbetleri eyvâh

Feyz-i nazarın mürdeleri eyledi ihyâ
Bu seng-dil Âdemliğini bulmadı hâlâ

Sen bizleri cezb eder idin arş-ı berîne
Biz kendimizi attırırız zîr-i zemîne

Hayfâ o nezâfet o zerâfet, o cemâl
Cem' olmış idi sende hemân cümle kemâlât
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA İZZÎ EFENDİ

İstanbul'da yetişen evliyâdan. İsmiMustafa İzzî olup, Hasırcızâde lakabıyla meşhûrdur. İstanbul'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1823 (H.1239) senesinde İstanbul'da vefât etti. Sütlüce'deki türbesine defnedildi.

Mustafa İzzî Efendinin babası, sâlih bir zât olan Halîl Demhûrî'dir. Birâderi de, Hasırcıbaşı Emîr Ağa'dır. Babası dâimâ onun ticârethânesinde vakit geçirdiği için, Hasırcı Şeyh Halîl ismiyle anıldı. Bu sebeple Mustafa İzzî Efendi de, Hasırcızâde diye şöhret buldu.

Mustafa İzzî Efendi, tasavvuf yolunu seçip ilim ve edeb öğrendi. Birâderi ise ticâretle meşgûl oldu. Büyük âlim Süleymân Sıdkî Efendinin terbiyesiyle yetişti. Çok riyâzet ve mücâhedede bulundu. İçini ve dışını İslâm dîninin güzel ahlâkı ile süsledi.Hocasından icâzet, diploma aldı. Şöhreti her yere yayıldı. Hocasının emriyle Sütlüce'deki dergâha yerleşip, insanları irşâda, hak ve hakikatı anlatmaya ve talebe yetiştirmeye başladı. Dergâhı, Hasîrîzâde dergâhı diye şöhret buldu.

Mustafa İzzî Efendi, hacca gitmek için yola çıktı. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki vazifesini hakkıyla yerine getirmeye çalıştı. Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîfini ziyâret edip Mısır'a geldi.Mısır'a geldiğinde yol parası tükenmişti. Yoluna devâm edemeyip orada kaldı. Mevsim de, Ahmed Bedevî'nin ziyâreti ve mevlîd-i şerîf cemiyetlerinin yapıldığı zamâna tesâdüf etmişti.Bu sebeple Tanta'ya gidip, oradaki Ahmed Bedevî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. O esnâda hâlini arzetti. Hüzn ile kendinden geçmiş iken, hiç tanımadığı birisi omuzuna eliyle dokunarak; "Hasırcıoğlu Mustafa Efendi siz misiniz?" dedi. O da; "Evet efendim." diye cevap verince, o kimse koynundan bir kese çıkardı ve; "Şunu al. İhtiyâcın için sarfedersin. İstanbul'da karşılaşırsak alırım, yoksa helâl olsun." dedi ve kalabalık içine karışarak kayboldu. İstanbul'da da hiç görülmedi.

Mustafa İzzî Efendinin vefâtında, zamânın şâirlerinden Hayreddîn Efendi tarafından söylenen şiirde özetle şöyle denmektedir:

"Bütün vakitlerini insanlara ilim ve edeb öğretmekle geçirdi. Fazîletiyle zamânının büyükleri arasına girdi. Kırk sene irşâd makâmında bulundu. Nice eksik ve noksan kimseler onun feyziyle terbiye oldu. Onun rûhâniyetinden istifâde etmek isteyen, onu vesîle edip yardım istesin. Hulûs-i kalb ile bu ziyâretgâha gelsin. Bu sebeple mânevî kemâle kavuşur."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA MÂNEVÎ EFENDİ

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Karabaşvelî'nin oğlu ve halîfesidir. Babasından ve başka âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl etti.Tasavvuf yolunda, babasının yanında kemâle geldi. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1690 (H.1102) senesinde Sokullu Mehmed Paşa dergâhına hoca olarak tâyin edildi.Beş sene burada halkı doğru yola sevk etmek için vâz ve nasîhatta bulundu. Sonra Ordu-yu Hümâyûn'a tâyin edildi. Orada da vâz ve nasîhatlarına devâm etti. 1702 (H.1114) senesinde İstanbul'da vefât etti. Üsküdar'daki Nasûhî dergâhında bulunan kabristana defnedildi.

Mustafa Mânevî Efendi, ârif ve kâmil bir zât idi. Doğru sözü söylemekten aslâ çekinmezdi. Güzel manzûmeleri vardır. Muhyiddîn-i Arabî'nin Füsûs adlı eserine şerh yazdı. Müretteb bir dîvânı vardır.

Mustafa Mânevî Efendinin şiirlerinden

Selâm eyle

Sabâ! Vakt-i seher ol zülf-i cânâne selâm eyle,
Yolun uğrarsa koş! Arş-ı Rahmâna selâm eyle,

Seherde bülbül-i şeydâyı tahrîk eyledim bildim,
İden ol gulgule feryâd u efgâne selâm eyle.

Medîne şehrine var Ravda-ı pâke sürüp yüzler,
Varıp, ol hâk-i pây-ı rûh-ı sultâna selâm eyle.

Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Ali ile Hasan Hüseyin,
Cenâb-ı Fâtıma ol binti cânâne selâm eyle.

Süheyb-i Rûm u Ammâr ibni Yâsir, Hamze vü Abbâs,
Bütün ahbâb ile ervâh-ı ihvâna selâm eyle.

Azizim Hazret-i pîrim, efendim hâkine yüz sür,
Derûnî iştiyâk ile o cânâne selâm eyle,

Varıp ol, Kâbetullah'ı ziyâret kıl, tavâf eyle,
Safâ vü Merve'de sa'y eyle, kurbâna selâm eyle.

Erişip, İbn-i Abbâs kabrini bir hoş ziyâret kıl,
Bütün Eshâba, İbn-i Ammi sultâna selâm eyle.

Oradan uğra Bağdât'a sürüp ol hâke hem yüzler,
Dahi ol kutb-ul-aktâba Şeyh Geylâne selâm eyle.

Eşiğine yüzünü sür fedâ kıl canla başı,
Ol Abdülkâdirî'nin sen Âsitânına selâm eyle.

Eriş Mûsâ-ıKâzım hem eimme zümresine hep,
Ferîd-üd-dehr olan ol ismi Nu'mân'a selâm eyle.

Cemî-i müctehidler mâ takaddem ve mâ teehhar hep,
Kubûrin kıl ziyâret ehl-i irfâne selâm eyle.

Bilâd-ı ehl-i İslâm'ın cemîsini ol devvâr,
Ledünnî ehline hep, pâdişâhâne selâm eyle.

Tarîk-ı Nakşibendî Hâcegân ser çeşme-i aktâb,
O pîr-i ekreme, o bahr-ı ummâna selâm eyle.

Dolaşıp Rûm diyârını hep ziyâret eyle onları,
GelipŞam-ı şerîfe bahr-ı Kur'ân'a selâm eyle.

Bilâl ile nice Eshâb u ehlullah makbûrdur.
Dahî Şeyh Arabî, hem Şeyh Arslan'a selâm eyle.

Varıp kırklar makâmına husûsen hazret-i Yahyâ,
Ânın ol ravda-i pâkine rindâne selâm eyle.

Demişler onda yetmiş bin kadar var enbiyâ cümle,
Salât eyle selâm et, cümle yeksâne selâm eyle.

Cemî-i enbiyânın merkad-i pâkine bir bir vur,
Mübârek rûhlarına pek garîbâne selâm eyle.

Umûmun merkadi ma'lûm değildir, şüphesiz hakkâ,
Umûmun rûh-ı pâkine habîbâne selâm eyle.

Husûsan Şam içinde garka-i rahmet onlardan,
Ne denlî var ise, hep ehl-i îmâna selâm eyle.

Erişip Tûr-i Sinâya münevver kabr-i Mûsâ'ya,
Sürüp akdâmına yüzler, kelîmâne selâm eyle.

Ne küllü var ise hep enbiyâ vü evliyâ cümle.
Zebûr, İncil ü Tevrât ve ehl-i Kur'ân'a selâm eyle.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA BİN SÜLEYMÂN


Evliyânın büyüklerinden, aklî ve naklî ilimlerde âlim. 1479 (H.884) senesinde Muğla'da doğdu. 1560 (H.96 senesinde, Semerkand'da Hâce Ubeydüllah-i Semerkandî zâviyesinde vazifeli iken vefât etti.

Hızır Şâh, Ömer Azîz ve Süpürgeci Şücâ' Efendi gibi zamânın en meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Ayrıca Kara Seydî Efendi ve A'rac AhmedÇelebi'nin derslerine devâm etti.Kadıasker Seydî Çelebi'nin yanında mülâzemet pâyesi kazandı.Bir müddet sonra muhabbetullaha, Allahü teâlânın sevgisine tutulup, her şeyi terketti. Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Ubeydüllah-i Ahrâr'ın talebesi Seyyid Emîr Ahmed Buhârî'nin sohbetlerinde yüksek mânevî makamlara ve hâllere kavuştu.

Emîr Ahmed Buhârî hazretlerinin vefâtından sonraAnadolu'dan ayrılıp Hicaz'a gitti. On sene müddetle Mekke-i mükerremede ikâmet etti. BuradaKâdı Beydâvî'nin Envâr-ut-Tenzîl adındaki tefsîrini ve Sahîh-i Buhârî'yi okuttu. Çok talebe yetiştirdi. Hicaz âlimleri, büyüklüğünü ve ilimdeki yüksek derecesini görüp onu çok övdüler. Mekke-i mükerremede, bir gün Şeyh Ebû Derdâ ile tanışıp sohbetine katıldı. Ebû Derdâ'nın büyük bir zât olduğunu anlayıp, kendisini irşâd etmesini, hak ve hakikatı öğretmesini istedi. Ebû Derdâ bu işe ehil olmadığını, kendisini irşâd edebilecek âlimin Horasan'da el-Hac Muhammed bin Mahdûmî olduğunu işâret etti. Ebû Derdâ'nın işâretiyle, Mustafa bin Süleymân Horasan'a gitti. Muhammed bin Mahdûmî'nin hizmetine girdi. Muhammed bin Mahdûmî vefât edinceye kadar onun yanında ikâmet etti. Sohbetlerinde ve huzûrunda, çok yüksek mânevî hâllere ve makamlara ulaştı. Hocası Muhammed bin Mahdûmî'nin vefâtından sonraSemerkand'a gitti. Burada Uluğ Bey Medresesine müderris ve müftî oldu. Hem medresede talebe yetiştirir, hem de sorulan suâllere fetvâlar vererek müslümanların müşkillerini hallederdi. Aynı zamanda Hâce Ubeydüllah Semerkandî'nin zâviyesinde, tâliblere zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Zamânında o beldenin en büyük âlimlerindendi. Bu hâl üzere iken, fânî dünyâdan dâr-üs-selâm'a göç eyledi.

Mustafa bin Süleymân, ilmi ile amel eden büyük âlimlerdendi. Kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen zâtlardandı. Naklî ilimler kadar, zamânının aklî, fennî ilimlerini de çok iyi bilirdi. İlim ve mârifet diyârı olan Semerkand'da âlimlerin reisi olup, güzel ahlâk ve fazîlet sâhibi idi. Bir defâ Semerkand Sultânı tarafından, Kânûnî Sultan Süleymân zamânında İstanbul'a gönderildi.Sultan Süleymân'dan, kendi kız kardeşinin çocuklarına yardım edilmesini istemişti.Kânûnî, bu büyük âlimin isteğini derhâl yerine getirmişti. Bunlar Kâdızâdeler adıyle meşhûr Mahmûd Muğlevî'nin oğulları Ali ve Ahmed efendilerdi. Ali Efendi 1572 (H.980) senesinde İstanbul'da, Ahmed Çelebi ise 1584 (H.992) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Hepsi de fazîlet ve ilim sâhibi olgun kimselerdi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUSTAFA YENİCEVÎ


Vardar Yenicesi'nde yetişen evliyânın meşhurlarından. Zamânın büyük âlim ve evliyâsındandır. Vardar Yenicesi'ni vatan edinip, halkın irşâdıyla meşgûl olmuştur. Dergâhında halka ve ileri gelenlere ve herkesin hâline göre yemek ikrâm ederdi. Geçimini sağlamak için az bir tarlası vardı. Fakat insanlara yaptığı ikrâm herkesi hayrette bırakırdı. Bulunduğu beldenin emîri, halk arasında sevilmesini ve sözünün geçmesini çekemeyip devamlı bir bahâne uydurarak eziyet ederdi.

Bir defâsında eşraftan pekçok kimseden borç aldığını duyup esnafı toplayarak;
"Herkes yarın sabah gidip ondan borcunu istesin." demişti.
Esnaf ise onu çok sevdiğinden ne zaman verirse o zaman parasını alırdı. Bu sebeple emire;
"Biz eskiden beri ona borç veririz. O kendisi istediği zaman bize öder. Çok defâ bizden borç almış ve ödemiştir. Onun bize hiç bir zararı yoktur. Nasıl gidip de paramızı isteyebiliriz. Elbette kendisi öder." dediler.
Şehrin emîri;
"Yarın mutlaka gidip isteyeceksiniz! Vermezse bana geleceksiniz." diye tenbih etti.
O gün Şeyh Mustafa hazretlerinin bir seveni esnafa gelip onları huzûruna çağırdığını bildirdi. Kime borcu varsa hepsini ödeyip hesaplarını kapattı. Ertesi gün şehrin emîri onları toplayıp;
"Ne yaptınız, sabah gidip istediniz mi, neden durumu bana bildirmediniz?" deyince;
"Biz gidip istemeden önce o bizi çağırıp borcunu tamâmen ödedi." dediler.
Emîr bu hâdiseyi duyunca çok kinlenip bir adamına;
"Git onu bu gece dergâhında öldür gel!" diye emretti.
O da öldürmek için dergâhına gitti. Öldürmek için odasına kadar girdi. Bir de baktı ki, Şeyh Mustafa hazretlerinin başı vücûdundan ayrılmış, başı bir tarafta vücûdu bir tarafta kanlar içinde yatar gördü.
"Benden önce emîrin bir adamı onu öldürmüş." diyerek geri dönüp
Emire;
"Benden önce giden biri onu öldürmüş!" dedi.
Emir bu haber karşısında şaşırdı. Onun benden başka düşmanı yok, diyerek ertesi gün öldüğünü gözüyle görmek maksadıyla dergâhına gitti. Oraya varınca, Şeyh Mustafa hazretlerini talebeleriyle hoş bir halde sohbet eder gördü.
"Bu, onun kerâmetidir." deyip, büyük bir velî olduğunu anladı. Yaptığına pişman olup, tövbe ederek Şeyh Mustafa hazretlerinden özür diledi. Sâdık talebelerinden oldu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUTARRİF BİN ABDULLAH

Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî. İsmi Mutarrif bin Abdullah bin Eş-Şihhîr bin Avf bin Ka’b bin Vikdân bin Kureyş olup, künyesi Ebû Abdullah’tır. Zamânının âlimleri arasındaki lakabı ise İmâdüddîn (dînin direği)’dir. Babası ise Eshâb-ı kirâmdandır. Basra’da yaşamış, zühd, verâ ve takvâ sâhibi ve velî bir zâttır. İlim ve amel bakımından zamânın bir tânesi idi. Zamânındaki insanların hepsinden hürmet ve saygı görürdü. Sözleriyle onların hak yola kavuşmasına, nefislerinin insanı dünyâ ve âhirette felâkete götüren fenalıklarından kurtulmalarına sebeb olmuştur. Peygamber efendimizin sağlığında doğmuştur. Haccâc’ın Irak’ın idâresini ele aldığı zaman zuhur eden vebâ salgını sırasında 713 (H.95) yılında Basra’da vefât etmiştir. Mutarrif bin Abdullah babasından, hazret-i Osman, Ali, Ubey bin Ka’b, Ebû Zerr, İmrân bin Hüseyin, Ümmül müminin Âişe, Abdullah bin Mugaffel ve Muâviye (radıyallahü anhüm) ve Eshâb-ı kirâmdan birçok zâttan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Yezîd Ebü'l-Alâ’, Hamîd ibni Hilâl Sâbit bin Eslem el-Benânî, Said El-Cerîrî, Katâde, Geylân bin Cerîr, Muhammed bin Vâsî’, Hasan-ı Basrî, Saîd bin Ebî Hind, Abdülkerim bin Reşid ve daha birçok âlim de Mutarrif bin Abdullah’tan rivâyette bulunmuşlardır. İbn-i Sa’d; “Mutarrif, Ubey ibni Ka’b’dan rivâyette bulunmuş sika (güvenilir, sağlam), fazîletli, verâ, takvâ, akıl ve edeb sâhibi bir zâttır.” demiştir. İclî ise onu Tâbiînin büyüklerinden, sika ve sâlih bir zât olarak zikretmiştir. Geniş elbise giyer, ata binerdi. Sultanlara, devlet adamlarına nasihat eder, tesirli sözleriyle onların, uygunsuz işler yapmalarına mâni olur, Allahü teâlânın râzı olduğu hâle gelmelerine sebep olurdu. Hiç kimse hakkında kötü düşünmez herkes tarafından sevilirdi.

Allahü teâlânın korkusundan ve O’na hesap verme endişesinden toprak olmayı ister ve: “Rabbim tarafından biri gelip Cennet veya Cehennem'e girmek yâhut toprak olmak arasında bana tercih hakkı verseydi, toprak olmayı tercih ederdim.” buyurdu. Son derece sabırlı ve tevekkül sahibi olup, kadere râzı olanlardandı. Bir oğlu vardı öldü. Zâhirde hiç üzüntülü hâli görünmedi. Sakalını taradı, güzel elbiselerini giydi. Bâzıları buna hayret ettiler. Bu hareketlerinin sebebini sordular. Cevâbında; “Ölüm karşısında, rızâ göstermeyip feryâd etmemi mi bekliyorsunuz? Rabbime yemin olsun; eğer dünyâ ve içindekilerin hepsi benim olsaydı sonra, ahiretin bir yudum suyu (Kevser suyu) karşılığı bunları almak isteselerdi hiç düşünmeden hemen verirdim. O bir yudum suyu, bu dünyâ ve içindekilerin hepsine tercih ederdim.” buyurdu. Geceleri daha iyi ibâdet ve Allahü teâlânın kullarına hizmet edebilmek için uyur ve; “Gecemi uyuyarak geçiririm. Pişman olmuş olarak sabahlarım. Bu hâli, bütün geceyi ibâdetle geçirip, sabaha kendini beğenmiş olarak çıkanın hâlinden daha fazla severim.” derdi. İçi dışına, dışı içine uygun bir zât olup; "Bir kulun içi dışı bir olunca; cenâb-ı Hak; “İşte benim gerçek kulum budur.” buyurur." derdi.

Mutarrif bin Abdullah'ı çekemeyenler onu Ziyâd bin Ebîh’e şikâyet ettiler, çirkin iftirâlarda bulundular. Ziyâd da askerlerine Mutarrif hazretlerini getirmelerini emretti. (Bu sırada kendisi Basra’da idi.) Hazret-i Mutarrif’i Ziyâd’a getirdiler. Ziyâd adamlarına sordu: “Siz onu çağırırken şeklinde, hâlinde bir değişiklik oldu mu?” “Hayır.” dediler. Bunun üzerine; “O halde bu hâl ancak sâlih kimselerde bulunur. Onu derhal serbest bırakın ve özür dileyin.” diye emretti.

Müslümanlara hizmet etmeyi, onların din ve dünya işlerini yapmayı vazife bilirdi. İnsanlar beğensin diye Kur’ân-ı kerîm okuyan hâfızlardan hoşlanmazdı. “Zamânımızda kurrâ (hâfız) kalmadı. Hepsi okuyuşlarıyla dünyâ nîmeti toplamaya çalışıyorlar.” buyurdu.

Kimseyi gıybet etmez ve gıybet edilmesini istemezdi. “Yanımda gıybet yapan benim arkadaşım olamaz.” buyururdu. Ehil olmadan, anlamadan veya dünya için yazı, kitap yazanların hâline acır ve bunlara nasihat ederdi. Buyurdu ki: “Kıyâmet günü bir takım insanlar olacak; dünyâda yazdıkları uygunsuz şeyler için; ne olurdu kalemlerimiz ateş olsaydı da ellerimizi dokunduramaz ve yazamaz olsaydık derler.”

Buyurdu ki: “Helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Fakat saâdete kavuşup, kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim. İyi biliniz ki; Allahü teâlâ bir kuluna, îmân ile ruhunu teslim etmekten, îmân ile ölmekten daha büyük bir nîmet vermemiştir.”

“Kalbin doğruluğu amellerin doğruluğu iledir. Amellerin doğruluğu da niyetin doğruluğu iledir.”

Mutarrif bin Abdullah bir gün sünnet-i Resûlullah’tan bahsederken, kendisine; “Bize yalnız Kur’ân-ı kerîmden bahsediniz.” denildi. Cevâbında; “Vallahi biz Kur’ân-ı kerîmin bir benzeri, bir mukâbili olduğunu söylemiyoruz. Fakat Kur’ân-ı kerîmi bizden iyi bilen kendisine vahiy gelen, murâd-ı ilâhîye tam vâkıf bir zâtın (hazret-i Peygamberin) bulunduğunu söylüyoruz.” buyurdu.

Buyurdu ki: “İnsana verilen şeyler içerisinde akıldan daha kıymetlisi yoktur”. “Verâ (şüpheli şeyleri terketmek), yalnız kendini bu hâle ehil kılanlara (farzları yapıp, haramlardan sakınan ve Allahü teâlânın rızâsını isteyenlere) gelir.” “Dâimâ şerefli olmalısın. İnsanlara ihtiyaç arzetmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun.”

“Sıddıkların kalbine gaflet gelmeseydi kendilerine Allahü teâlâdan gelen tecellîlere dayanamaz, can verirlerdi”.

Herkese acır, günah işleyenlere de ıslah olmaları için duâ eder, herkesin de duâ etmesini isterdi.

“Günahkârlara karşı nefsinde merhamet duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tövbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zîrâ yeryüzündekilere Allahü teâlâdan mağfiret dilemek meleklerin ahlâkındandır.”

Kendisi çok az yer ve şehvetlerden kaçınırdı. Herkese de böyle yapmasını buyururdu. Hatta kendisi hiçbir şey yemiyor denecek kadar az yerdi. “Şehvetlerini ve yeme içmeyi terkeden kimse kerâmet sahibi olur” buyurmuşlardır. Her işinde orta yolda idi. “İşlerin en hayırlısı vasat (orta) yolda olmaktır.” buyurmuştur.

O fitne ve fesattan son derece kaçınır, fitneye bulaşmaktan korkardı. Hazret-i Hasan’ın fitneden kaçmasını selden boğulmamak için kaçan bir insana benzetmiş, “Fitne insana hidayet etmek için gelmez. Fakat nefsiyle çarpışanın nefsin arzularını terk etmesi için gelir” demiştir.

Yezîd bin Abdullah’a soruldu: “Müslümanlar arasında fitne harp çıktığı zaman Mutarrif ne yapardı?” Şöyle cevap verdi. “Evine kapanır ve hiç bir cemâate yaklaşmazdı. Ortalık açılıp fitne ortadan kalkmadıkça kimse ile görüşmezdi." ”Sıhhatte olup şükretmeyi, belâ gelip de sabretmekten daha çok severim.” buyurmuştur. “Beni medheden kimse ancak beni ve nefsimi küçültmüş olur.” “Sâlih kalb; sâlih amel ile elde edilir. Sâlih amel de ancak niyyetin sâlih (doğru olmasıyla) ele geçer.” Evine girdiği zaman yemek yediği ve su içtiği kaplar onunla beraber tesbih ederdi. Bu tesbihi yanında bulunan kimseler de işitirdi. Geceleyin yürürken elindeki asâsı (bastonu) lamba gibi önünü aydınlatırdı. Yine bir gün sabah namazı için oğlu ile berâber câmiye giderken bastonundan iki parça nûr yükseldi. Oğlu Abdullah’a; “Ey Abdullah! Bana bak, sabahleyin bunu insanlara (Basralılara) anlatsaydım herkes beni yalanlardı.” buyurdu. Asâsının ve kendisinin nûr saçması ile çok kerâmetleri görülmüştür.

İnsanlar onun yanına gittiği zaman rahatlar, huzûr bulurdu. Çünkü o hep âhiretten bahseden ve âhireti taleb eden (isteyen) bir zât idi. İnsanlardan uzak şehir dışında yaşardı. Cumâ günü olunca hayvanına biner, şehire Cumâ namazı için gelir, kabirleri ziyâret eder, o sırada hafifçe uyuklar, uykusunda kabristanda yatanların hepsinin hâlini görürdü. Yine bir Cumâ günü Cumâ namazı için gelmişti. “Cumâ gününü tanıyabiliyor musunuz, bu gün kuşların söylediklerini anlıyor musunuz?” diye sordu. Basra ahâlisi; “Ne söyler?” diye sordular. “Selâm olsun, selâm olsun sâlih (duâların kabul edildiği, tövbelerin kabul olduğu mübârek) bir güne.” derler buyurdu.

Mutarrif hazretlerini bir kimse bir meseleden dolayı yalancılıkla suçladı. O da ellerini kaldırdı; “Yâ Rabbi! Eğer bu kimse sözünde yalancı ise onu helâk et.” diye duâ etti. Bu kimse orada cemâatın içinde can verdi. Askerler Mutarrif hazretlerini kâdıya götürdüler. Kâdı; “Sen adam öldürmüşsün.” dedi. Mutarrif hazretleri; “Hayır ben sâdece duâ ettim ve duâm o kimse hakkında kabul olundu.” diye cevap verdi. Bunun üzerine durum anlaşıldı ve müslümanların Mutarrif hazretlerine sevgi ve muhabbetleri bir kat daha arttı.

Buyurmuştur ki: “Kerâmet sahibi bir zâtı yalancılıkla itham eden; en büyük yalancıdır.”

Haccâc, Müverrik-ül-İclî’yi habsetmişti. Mutarrif hazretleri Gaylân bin Cerir’e dedi ki: “Gel Allahü teâlâya İclî'yi zindandan kurtarması için duâ edelim.” Mutarrif hazretleri İclî'nin kurtulması için duâ etti, yalvardı. Biraz sonra İclî kurtuldu. Haccâc yatsı vakti dışarı çıktı ve insanların içerisine karıştı. Bir de ne görsün İclî'ye çok benzeyen bir kimse, bu zâtı İclî'nin babası zan etti. Halbuki gördüğü İclî'nin kendisi idi. Hemen muhâfızını çağırdı: “Hemen zindana git ve şu ihtiyârın oğlunu serbest bırak, babasına gönder.” diye emir verdi. Halbuki İclî daha önce kurtulmuştu.

Hasan bin Amr el-Fezâri’den: Sâbit el Yemânî ve bir arkadaşı aniden Mutarrif’in yanına girdiler. Mutarrif’ten üç türlü nur yayılıyor, etrâfı aydınlatıyordu. Bir nur başından, bir nur göğsünden bir nur da ayak kısmından yayılıyor, parlıyordu. Şaşkınlıkları geçince Mutarrif’e sordular: “Sendeki bu hal nedir?” O da; "Neden bahsediyorsunuz?" diye sordu. “Senden nur yayılıyor.” dediler. “Siz bunu gördünüz mü?” dedi. “Evet.” dediler. “İşte bu gördüğünüz nurlar benim yaptığım secdelerin karşılığıdır.” buyurdu.

ALLAH RIZÂSI

Mutarrif bin Abdullah, Allahü teâlâya ve Resûlullah efendimize son derece tâzim edenlerdendi. Kötü şeyler içerisinde onların ism-i şerîflerinin zikredilmesini uygun görmezdi. Buyurdu ki: İçinizden bâzıları hayvanına (köpek ve merkebine... v.s) kızdığı zaman; “Allah cezânı versin, seni şöyle yapsın böyle yapsın der. Halbuki bu uygun değildir. Allahü teâlânın ism-i şerîfine tâzim ediniz. Hayvanın (köpek, merkep... v.s) yanında O’nun mübârek ismini ağza almaktan korkunuz.”

Allahü teâlâya şöyle yalvarırdı: “Allah’ım, ihlâs ile yapmış olduğum her amelim için senden af ve mağfiret dilerim. Çünkü ben yalnız senin rızânı istiyorum.” O daima Allahü teâlânın merhametine sığınır ve hakîki müminlerin hâli olan “Beyn’el-Havfi ver-recâ” korku ile ümid arasında yaşar ve şöyle yalvarırdı: “Allah’ım bizden râzı olmasan da affet. Çünkü efendi, kölesinden râzı olmasa da affeder.” Arafat’taki duâsında; “Allah’ım benim yüzümden buradakilerin duâsını reddetme, kabul eyle” diye yalvarırdı. Halbuki halk onu vesile ederek duâ eder duâları kabûl olurdu. Basra’da duâsının hemen kabul edilmesi ile tanınırdı. Herkesin kendi aybını görmesini isterdi. Eğer insan kendi ayıblarıyla meşgul olursa; başkalarının ayıblarını görecek ve onlarla uğraşacak zaman bulamayacağını beyan eder ve “İnsanların pek çoğu hatâ içindedir. Bu halleriyle hatalarını unutup, başkalarının hatalarını anlatan ve onlarla uğraşan da yine kendileridir.” buyurdu.

ŞEREFLİ İNSAN

Mutarrif bin Abdullah, Tâbiîn-i izâmdan,
Âlim ve takvâ ehli, evliyâ-yı kirâmdan.

Güzel elbise giyer, iyi ata binerdi,
Nasîhat vermek için, sultanlara giderdi.

Allah korkusu ile, hesap verme derdinden,
Dâim hüzünlü olup, geçiyordu kendinden.

Öyle fazla idi ki, onun bu endîşesi,
“Keşke toprak olsaydım”, idi hep düşüncesi.

Son derece sabırlı, tevekkül ehliydi pek,
Her dert ve musibete, katlanırdı severek.

Genç yaşında bir oğlu, vefât etti bir zaman,
Bu kederli hâlini, gizledi insanlardan.

Sakalını tarayıp, giydi güzel elbise,
Râzı oldu Allah'ın, takdîri her ne ise.

Gördü ki bu hâline, şaşırdı bâzı kişi,
Dedi: “Hoş ve güzeldir, Rabbimizin her işi.”

Yapabilmesi için, daha iyi ibâdet,
Gece uykularına, verirdi ehemmiyet.

Buyururdu: “Yatsıyı, kılınca hemen yatmak,
Sabaha, boynu bükük, kırık kalb ile kalkmak,

Daha iyi geliyor, bana şöyle etmekten,
Çok ibâdet yapıp da, kendini beğenmekten.”

Derdi: “Kulun aynıysa, dışı gibi, içi de,
Rabbimiz buyurur ki, “Gerçek kul budur işte.”

İnsanlara hizmeti, vazîfe biliyordu,
“Dünyâda en kârlı iş, işte budur” diyordu.

Kimseyi gıybet etmez, dinlemezdi de hattâ,
Derdi ki: “Bu korkunç bir, hastalıktır âdetâ.”

Dünyâ çıkarı için, olursa kitap yazan,
Böylelere nasîhat, ederdi çoğu zaman.

Derdi ki: “Âhirette, böyle olan kimseler,
Bu yaptıkları için, çok pişmanlık çekerler.

Derler: “Ateş olsaydı, yazan kalemlerimiz.
Aslâ dokunmasaydı, onlara ellerimiz.”

Bilin ki îmân ile, ölmekten daha fazla,
Kıymeti hâiz olan, bir nîmet olmaz aslâ.

İhlâs ile, zevk ile, ibâdet eylemeli,
Her tâatin peşinden, yine tövbe etmeli.

Bir yıl hacca gitmişti, duâ etti: “Yâ Rabbî,
Yoktur bu toplulukta, günahkâr, benim gibi.

Benim günahım ile, reddetme bu hüccâcı,
Onların hürmetine, kabûl eyle bu haccı.”

Hâlbuki herkes onu, vesîle ediyordu,
Onun hatırı için, Allah'tan istiyordu.

Derdi ki: “Görse insan, sırf kendi günâhını,
Vakit bulmaz görmeye, başkasının aybını.

Her derdini Rabbine, arz eyliyen bir insan,
Dünyâ ve âhirette, şeref bulur her zaman.”

Evinde el sürdüğü, su ve yemek kapları,
Zikrederdi onunla, duyardı başkaları

Geceleyin yürürken, elindeki bastonu,
Nûr saçardı etrâfa, tanırdı herkes onu.

Kim girseydi yanına, keder ve üzüntüyle,
Çıkardı huzûrundan, gülerek, neşe ile.

Çünkü o, bahsetmezdi, aslâ dünyâ işinden,
Söylerdi ölüm ile, Cehennem ateşinden.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MÜEYYEDZÂDE ABDÜRRAHÎM ÇELEBİ

Kânûnî Sultan Süleymân zamânı âlim ve velîlerinden. İsmi Abdürrahîm olup, Müeyyedzâde Ali Efendinin oğludur. Hacı Çelebi diye de bilinir. Kaynaklarda doğum târihi bildirilmemektedir. 1537 (H.944) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kardeşi Müeyyedzâde'nin yanına, Eyyûb Sultan civârına defnedildi.

Molla Sinân Paşa veHocazâde'nin yanında ilim öğrendi. Bu iki âlim de Hacı Çelebi'yi çok severlerdi. Taşköprüzâde'nin babasının bildirdiğine göre, Hocazâde, talebeleri içerisinden Hacı Çelebi ile Gıyâseddîn Paşa Çelebi'yi daha çok severdi. Bu iki talebesini diğerlerinden önde tutardı. Hacı Çelebi, çok zekî ve gayretli bir kimse idi. Dînî ilimleri ve zamânının fen bilgilerini iyice öğrendi. Arabî dil bilgilerinde de yüksek bilgi sâhibi oldu. Zâhirî ilimleri iyice öğrendikten sonra tasavvuf yoluna girdi. Büyük velî İskilipli Şeyh Muhyiddîn Efendinin hizmetinde bulundu. Muhyiddîn Efendi, Şeyh Yavsi diye tanınırdı. Sultan İkinci Bâyezîd Hân, Muhyiddîn Efendi için İstanbul'da bir zâviye yaptırmıştı. Hacı Çelebi, bu zâviyede derece derece tasavvuf yolunda ilerledi. Yüksek hâllere ve mânevî makamlara kavuştu. Şeyh Yavsi Muhyiddîn Efendinin vefâtından sonra, yerine Muslihuddîn Şîrâzî halîfe oldu. Muslihuddîn Şîrâzî'nin vefâtından sonra da Hacı Çelebi halîfe oldu. Burada insanlara dünyâ ve âhiret saâdetinin yollarını gösterir, İslâmiyetin emrettiği güzel ahlâkı öğretirdi.

Hacı Çelebi, her türlü güzel ahlâkı kendinde toplamış, ilim ve ameli kendisinde birleştirmiş bir zât idi. Tasavvuf bilgilerini, dînî ilimleri ve zamânının fen bilgilerini çok iyi bilirdi. Hüsn-i hat sanatında da çok ustaydı. Yüksek hâller ve mânevî makamlar sâhibiydi. Pekçok kerâmetleri görüldü ve bunlar halk arasında meşhûr oldu. Hocası Muhyiddîn İskilîbî'nin kızıyla evlendi. Bu evlilikten, Ali Çelebi adında bir oğlu oldu. Bir oğlu daha olup, küçük yaşta vefât etti.

SON VASİYET

Abdürrahîm Müeyyedî'nin vasiyetnâmesi:

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Yanımda bulunan kişiler şâhid olsunlar. Fakîr Abdürrahîm bin Ali bin Müeyyed el-Kâtib'in vasiyeti:

Allahü teâlânın bir ve noksansız olduğuna, eşi, ortağı, benzeri olmadığına, hiçbir varlığa muhtâc olmadığına, doğurmadığına ve doğurulmadığına, (ana, baba ve oğul olmadığına) kesin olarak inandım. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı bütün insanlığa, diğer Peygamberleri de bâzı kavimlere gönderdi. Hepsinin bildirdikleri haktır ve gerçektir. Onların hepsi, kıyâmet gününün, Cennet ve Cehennem'in, Mîzân veSırât'ın, nîmet, azâb ve affın, kabir hayâtının hak olduğunu bildirdiler. Bu îmânla yaşadım ve bu îmânla vefât ediyorum.

Dostlarıma ve talebelerime şunları vasiyet ediyorum: Ben vefât ettikten sonra, ilk gecede yetmiş bin defâ "Lâ ilâhe illallah" okusunlar. Sonra hepsi, Allahü teâlânın azâbından mutlak kurtuluşum için duâ etsinler. Allahü teâlânın her türlü azâbından, Muhammed aleyhisselâmın tebliğ ettiklerini tasdîk etmemiz sebebiyle, duâlarının kabûl olacağı ümîdiyle kurtulabilirim.

Yine dostlarıma ve talebelerime, gerekli şekilde techiz, tekfin ve defn etmelerini, kabrim üzerine türbe ve ziyâretgâh yapmamalarını, cenâze namazımda bid'at işlenmemesini ve bid'at ehlinden kimseyi bulundurmamalarını, elbiselerimden derecelerine göre dostlarıma ve sâlih kimselere verilmesini vasiyet ediyorum. Beni böylece duâlarıyla, kardeş ve dost olarak hatırlamalarını istiyorum. Dînen kendilerine düşen vazifelerin yapılmasını sağlamaları böylece mümkün olur. Size söylediğimi hatırlayacaksınız. İşlerimi Allahü teâlâya havâle ediyorum. Muhakkak O, kullarını görür. Kendim ve sizin için Allahü teâlâdan magfiret diliyorum. Vasiyetimi, "Sübhâneke Allahümme ve bi-hamdike lâ ilâhe illâ ente estagfiruke ve etûbü ileyke fagfirlî verhamnî inneke entel gafûrurrahîm" diyerek bitiriyorum.

Yine dostlarıma ve talebelerime, namaz iskâtı, yemin ve oruç keffâreti için terekemden bin dirhem vermelerini ve borçlarımı ödemelerini vasiyet ediyorum."
 
Üst Alt