Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (M)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED SAÎD FÂRÛKÎ


Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İslâm âlimlerinin önderi, gözbebeği, velîlerin baş tâcı, âriflerin ışığı, tasavvuf bilgilerinin mütehassısı ve İslâmın bekçisi olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin ikinci oğludur. Babası gibi büyük âlim ve velî idi. 1596 (H. 1005) senesinin Şa'bân ayında doğdu.

Ahlâkının güzelliği, fazîletlerinin çokluğu, güler yüzü, yumuşak sözü, işlerinin hâlis olması ile zînetlenmişti. Tahsîlini genç yaşında bitirdi. Fen ve din ilimlerinde mütehassıs oldu. Babasının gayretli çalışmaları, yardımları sâyesinde, büyüklerin sevgisine ve yüksek hâllere kavuştu. On yedi yaşında mânevî kemâlâta vâsıl oldu. Birçok kıymetli kitaplara ta'likler ve hâşiyeler yaptı. Mişkât-i Mesâbih'e ta'likleri çok kıymetlidir. Namazda otururken parmak kaldırmamak için, Hanefî mezhebine göre yazdığı risâlesi şâheserdir. Bu eserinde parmak kaldırmamanın daha iyi olduğunu isbât etmiştir. Yüksek pederinin garîb sırlarına, acâib mârifetlerine mahrem idi. Mektûbât-ı Saîdiyye kitabında yüz mektup vardır. 1660 (H.1070) senesinde vefât etti.

Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "MuhammedSaîd, beş yaşında iken ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığın şiddetli zamânında, kendisine "Ne istersin?" diye sorulduğunda; "Hazret-i Hâce'yi isterim." dedi. (Babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek hocasıBâkî-billah'ı kastetmişti.) Bu durumu Bâkî-billah hazretlerine arzedilince şöyle buyurdu: "Muhammed Saîd'in hatırı sayılır. Bir söz söyledi ve gaybî olarak bizden nisbet aldı."

Hâce Bâkî-billah hazretleri, İmâm-ı Rabbânî'ye yazdığı mektupların bâzılarında, bu oğullarını, şefkat ve merhamet ile anıp duâ ederdi. Sevdiklerinden birine, Hazret-i İmâm'ın medhi hakkında yazdığı bir mektupta şöyle yazıyordu: "Daha küçük olan Ahmed'in çocukları, hepsi esrâr-ı ilâhîdir. Şaşılacak, inanılmayacak kâbiliyetleri, istidâtları vardır. Kısaca şecereyi tayyibedirler. Allahü teâlâ onları en güzel şekilde yarattı." Hazret-i HâceBâkî-billah'ın bu şerefli sözleri, bütün oğullarının istidât ve kâbiliyetlerinin, yaradılışlarının yüksek olduğunu gösteriyor, yüksek derecelere kavuştuklarını haber veriyordu. Bu Mahdumzâde de büyüyünce, zâhirî ilmin tahsîli ile meşgûl oldu. İlminin bir kısmını, hazret-i İmâm'ın huzûrunda elde etti. Bir kısmını da ağabeyinin yanında kazandı. Bâzı ilimleri de Şeyh Tâhir-i Lâhorî'nin yanında tamamlayıp ikmâl etti. Aklî ve naklî bütün ilimlerde tam bir mahâret elde etti. Bu tahsîl esnâsında yüksek babalarının tasarruf ve bereketli teveccühleriyle bu büyük yola bağlılığı kuvvetlendi ve yüksek hâllere kavuştu. Bütün bu zâhirî olgunlukları ve manevî terakkîleri on yedi yaşında ikmâl edip bitirmişti. O zamandan beri aklî ve naklî ilimlerde mahâret sâhibi olup, dâimâ ders okutur, bâzı kıymetli kitaplara ilâveler ve hâşiyeler yapardı. Bunlardan biri Mişkât-ül-Mesâbih'e yaptığı ilâvelerdir. Hanefî mezhebi imâmlarından alınan sağlam hadîsleri açık delîllerle, doğru şâhidlerle, en kıymetli kitaplardan alıp buraya yazmıştır. Okuyan âlimler, çok beğendiler. Onu medhedip, çok duâ eylediler. Hayâli Hâşiyesi üzerine de hâşiyesi vardır. Bu eseri de çok sağlamdır. Hattâ bunda sırf kendine mahsus sözleri de vardır. Zamânının âlimleri bu eseri okuyunca, Muhammed Saîd hazretlerinin son derece ince ilimlere sâhib olduğunu kabûl etmişlerdir.

Münâzarada, bütün Hindistan âlimlerini susturacak ayrı bir meziyeti vardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî bu hususta şöyle anlattı:

"Bir gün bu fakîr de yanlarında idim. Âlimlerden biri kendilerinden usûl-i fıkha dâir çok zor bir mesele sordu. Bu soruyu, gâyet açık ve geniş olarak cevaplandırdı. O âlim kulağıma eğilip, "Bu Mahdumzâde'nin, ilimde bir eşi yoktur. Biliyor musun?" dedi.

Yine bir gece, zamânın büyüklerinden biri büyük bir meclis hazırladı. O memleketin âlimlerini, meşâyıhını ve ileri gelenlerini de dâvet ettiler. O mecliste tâzim secdesi ve ibâdetteki secdeler hakkında çok derin ilimler ortaya döküldü. Hazret-i Mahdumzâde MuhammedSaîd, azîz kardeşi MuhammedMa'sûm ile berâber bir tarafta idi. Âlimlerin büyüklerinden kalabalık bir grup bir tarafta idiler. Her ilimde sözü en yüksek dereceye getiriyorlardı. Mecliste olanlar bunların kim olduklarını bilmek için kalkıp, yanlarına gelip, bunları seyrediyorlardı. Bu iki kardeşi tanımadıklarından, bu azîzlerin kim olduklarını soruyorlardı. Hazret-i İmâm'ın oğulları olduklarını öğrenince; "Bu vilâyet sedefinden ne için böyle hidâyet incileri zuhûra gelmesin?" dediler.

Yine bu Mahdumzâde teşehhüdde parmak kaldırmamak hakkında Hanefî mezhebine göre bir risâle yazıp, buyurdular ki: "Evlâ olan, parmak kaldırmamaktır." Parmak kaldırılmasının gerekli olduğunu iddiâ eden âlimler, risâledeki cevaplar karşısında şaşırıp kaldılar.

Hâşim-i Keşmî anlattı: "Bir gün hazret-i İmâm bu iki kardeşin zâhirî ve bâtınî ilimlere sâhip olmaları hakkında bu fakîre şöyle buyurdular: "Oğlum Muhammed Sâdık vefât edince, kendi kendime; "Zâhir ilimlerde bu kadar fazîletli, kalb hâllerinde bu kadar yüksek oğlu nerede bulurum?" dedim. Allahü teâlâ ihsân ederek, bu mübârek kardeşini, yüksek ağabeyinin vekîli eyledi.Bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun."

Zamânın âlimlerinden Âsaf-ı Câhî, aklî ilimlerde derin bilgi sâhibi olup, cevaplandıramadığı bâzı meseleleri Muhammed Saîd'e arzederdi. Allahü teâlânın yardımıyla, ânında en güzel cevapları alır içi rahatlardı. Âsaf-ı Câhî zaman zaman Sultan Şâh Cihân'ın huzûruna gider, Muhammed Saîd hazretlerini medh edip; "Şeyh Muhammed Saîd, Müceddîd-i elf-i sânî'nin oğludur. İlimde babası ile berâberdir." derdi. Muhammed Saîd ne zaman sultânın huzûrunda bulunsa, pâdişâh, ondan başkasına dînî suâl sormazdı. Hâlbuki pâdişâhın meclisinde her zaman yüksek âlimler bulunurdu.

Muhammed Saîd hazretleri kalb ilimlerini de, zâhir ilimler gibi yüksek babasının sohbetinden elde etti. Kemâl derecesine kavuşup, bu büyükler yolunda, tâlipleri yetiştirmek için babalarından hilâfet ve icâzet aldı. Talebelerin yetişmesi ve terbiyesi ile meşgûl oldu. Hattâ babaları, ömürlerinin sonuna doğru talebeler ile meşgûl olmaktan el çekip, bunları bu oğlu ve diğer oğlu Hâce Muhammed Ma'sûm hazretlerine havâle ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, fıkıh bilgileri üzerinde bir meseleyi araştırmak isteyince, bu oğlundan sorardı. Verdiği doğru ve sağlam cevaplardan çok hoşlanırdı. Ona duâ ederdi. Bu iki oğlu hakkında; "Her kutbun iki imâmı olur. Siz ikiniz de imâmsınız." buyurdular.

Yine babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onun hakkında şöyle buyurmuştur: "MuhammedSaîd, ulemâ-i râsihînden, derin âlimlerin önde gelenlerindendir. Allahü teâlânın halîlidir (dostudur). O'nun rahmet hazînesidir. Yarın kıyâmet günü rahmet hazînelerinin taksimi ona verilir. Şefâat makâmından büyük payı vardır."

"Tasavvuf yolunda yükselirken ve inerken, kavuştuğum her makamdaMuhammed Saîd yanımdaydı."

"İnişte, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin makâmına geldiğimde gördüm ki, MuhammedSaîd benimle berâberdir."

Yine buyurdu: "İkinizi de (MuhammedMa'sûm ile) Vilâyet-iAhmedî makâmında buluyorum."

"Keşf ve müşâhede hâlinde gördüm ki, kıyâmet kopmuş, Arasat meydanında toplanmışız. Ardımda eshâbımla Sırat üzerindeyiz. Gördüm ki Muhammed Saîd önümüzden hızlı hızlı gidiyor. Defteri de sağ elindedir. BöyleceCennet'in kapısına kadar geldik."

Hazret-i Mahdum Muhammed Saîd buyurdu ki: "Vebâ günlerinde babama büyük musîbetlerin vâki' olduğu sıralarda, yâni, üç gün içinde ağabeyim HâceMuhammed Sâdık, kardeşlerimden Muhammed Ferruh, Muhammed Îsâ ve daha başka yakınları ile vefât ettiklerinde, ben de ağır hastalanmıştım.Neredeyse ümîd kesilmişti. Hazret-i İmâm çok üzüldüler. Bu sırada bir gece Hak teâlâ tarafından kendisine öyle husûsi tecelliler ve zuhûrlar oldu ki, bunların bu musîbetleri unutturan ilâhî teselli ve müjdeler oldukları bildirildi." Hazret-i İmâm buyurdular ki: "Rabbimin bu lütuf ve ihsânları arasında iken, mânevî bir emir geldi ki: "Muhammed Saîd ile Muhammed Ma'sûm'u getirin!" Getirdiler. İkisini de dizlerime oturttular. Her ikisini de yaşlanmış ve sakalları ağarmış gördüm. Bana şöyle buyuruldu ki; "Bu iki oğlunu sana bağışladım. Çok yaşayacaklardır." Hazret-i İmâm, Hak teâlânın bu lütfundan çok memnun olup kalktılar ve müjde verdiler. Hâlbuki bu iki oğulları henüz yirmi yaşına gelmemişlerdi."

Muhammed Saîd buyurdu ki: "Yüksek babam vefâtından iki ay kadar önce buyurdular ki: "Çok derin sırlar bildiriliyor. Onları kime anlatayım. Siz her zaman burada olmuyorsunuz." O günden îtibâren dışarıdaki dersi bırakıp devamlı sohbet ve hizmetlerinde bulundum. Kimseden duyulmayan o sırları ve keşfleri dinler oldum. O günlerde bu cinsten olan ihsân ve ikrâmlar öncekilere kıyasla çok daha fazlaydı. Bunlar gizli olup açıklamaya gelmez."

Yüksek babamın son hastalıklarında, imâmeti bana verdikleri zaman, namazda imâm olmam sebebiyle, babama ihsân edilen ve örtülmesi lâzım olan sırlar bana da akmaya başladı. Yüksek babam buyurdular ki: "Muhammed Saîd! Bütün bunlar senin imâm olman ve namazda öne geçmenin bereketleridir. Senin bu yüksek ihsânlardan ve derin sırlardan nasîbin ve payın tamdır."

Hazret-i İmâm'ın bu iki oğluna, ihsân, merhamet ve muhabbet nazarları son derece idi.Tenhâda ve kalabalıkta sırdaşı, hakîkat ve mahrem bilgilerinde muhâtabı idiler. Dünyâ işlerinde emînleri, müşâvirleri ve mutlak vekilleri, ibâdet ve tâatlerinde en iyi hizmet edicileri hep bunlardı. Dünyâ ve âhiret husûsunda büyük yardımcısı Muhammed Saîd hazretleri idi.

Muhammed Saîd hazretleri sâniyesini bile boşa geçirmez, bir günde yapacağı işleri önceden plânlardı.Vakitlerini şöyle taksim etmişti. Sabah namazını kılar, ardından o vakitte okunacak ve yapılacak duâ ve vazifeleri okurdu. Sonra Allahü teâlâyı kalbinden zikrederdi. İşrak vakti gelince, işrak namazını kılardı. Sıcak zamanlarda, gecenin uykusuzluğunu gidermek için iki-üç saat istirahat ederdi. Sonra kalkar, abdest alır, talebeye ders verir, bu hâl öğleye kadar devâm ederdi. Öğle namazını vaktin evvelinde edâ eder, sonra hâfızdan Kur'ân-ı kerîm dinlerdi.Bitirdikten sonra, kendisi Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bâzan da öğle namazından önce Kur'ân-ı kerîm okur, öğleden sonra ders ile meşgûl olup, bu durum ikindiye kadar devâm ederdi.Sonra yeniden abdest alıp, ikindiyi kılar ve ardından vâz ederdi. Bâzan ikindiyi kıldıktan sonra husûsî odasına gider, akşama kadar orada kalır, akşam olunca namaz için çıkar, akşam namazını vaktin evvelinde kılardı. Sonra akşam vazifelerini okur, evvâbin namazını kılardı. Bu namazda uzun sûreler okurdu. İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebine göre yatsı vakti girince, yâni ufukta beyazlık kaybolunca namazını kılıp, odalarına giderdi. Soğuk mevsimlerde gecenin üçte birine kadar yatsı namazını geciktirip, öyle kılardı. Gecenin sonuna doğru teheccüde kalkardı, namazda uzun sûreler okurdu. Çoğu zaman teheccüd namazının abdesti ile sabah namazını kılardı. Her vakitte okunması bildirilen duâları okur, ayrıca vakit belirtilmemiş duâları da okurdu. Bunlarla birlikte her gün beş bin kelime-i tayyibe okurdu. Bu kadar devamlı tâat, vakitleri gözetip değerlendirme ve ibâdet, insan gücünün dışında idi. Buna rağmen, talebenin yetiştirilmesinde eshâbıyla sohbetinde, eksiklik ve kusur etmezdi. Hak tâliblerine feyz saçar, onları ilerletir, yüksek makamlara kavuştururdu. Bu yolun tâlibleri çok uzak memleketlerden huzûruna gelir, yüksek makamlara kavuşurlardı.

Sır mahremlerinden çok güvenilir biri anlattı: Bir defâ Muhammed Saîd hazretleri hastalandı. Hastalığı uzadıkça ağırlaştı. Zayıfladı, bitkin hâle geldi. Tabibler çare bulamadılar. Birgün hazret-i İmâm yolda bir kâğıt gördü, eğilip aldı. Üzerinde, Allah ism-i şerîfi yazılıydı. Onu öpüp temiz bir yere koydular. Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından kendilerine; "Bizim ismimizi yücelttiğin için, oğlunu sana bağışladık ve hastalığını sıhhate çevirdik." diye ilhâm edildi ve kısa zamanda o hastalıktan iyileşti.

HâceMuhammed Saîd'in, makam, kerâmet ve hârikulâde hâlleri sayılamıyacak kadar çoktur. Kalblerden geçenleri bilmede, kabir hâllerini keşfte ayrı bir husûsiyeti vardı. Bir mesele hakkında bir şey söylese, Allahü teâlâ onun hatırı için o işi söylediği gibi yaratırdı.

Hadarât-ül-Kuds müellifi, Bedreddîn Serhendî hazretleri anlatır: "Geniş bir ova gördüm. Velîler, sâlihler ve bâzı insanlar oraya toplanmıştı. HâceMuhammed Saîd bir taht üzerinde oturuyor ve bütün bu kalabalık, ona yüz dönmüş onu dinliyordu. Bu kalabalığın imâmı, büyüğü ve rehberi o idi."

Hazret-i MuhammedSaîd'in bağlılarından olan Vezir Hanın hâmile olan hanımı, kendisine bir mektup yazıp; "Hak teâlânın bana bir erkek evlâd vermesi için teveccüh buyurun." dedi. Hazret-i MuhammedSaîd duâ etti ve cevâbında o hanıma; "Rahat olun, Allahü teâlâ yakın zamanda sana bir erkek evlâd verecektir." diye yazdı. Hâmile olan o hanım, doğum yapınca, bir oğlu dünyâya geldi.

Bir kimsenin oğlu ölmek üzereydi. Oğlunu çok sevdiği için, vefâtının biraz daha gecikmesini arzu ediyordu. Bu sebeple ağlayarak Muhammed Saîd hazretlerinin huzûruna geldi ve; "Ey İmâm hazretleri! Allahü teâlâ, hazret-i Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme mucizesini ihsân etti. Siz de peygamberlerin aleyhimüsselâm vârislerisiniz. Oğlum şu anda ölmek üzeredir. Hâline bir teveccüh buyurmanızı istirhâm ediyorum." diye yalvardı. Muhammed Saîd bir müddet cevap vermedi, murâkabe ettikten sonra başlarını kaldırıp; "Oğlunun canı geri geldi, dirildi ve sağlamlaştı." buyurdular. O kimse sevinerek evine koştu. Evde yerinden kalkamayan, konuşamayan, sekerât-ı mevt hâlindeki oğlunu, iyileşmiş buldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarına yazdığı bir mektup aşağıdadır:

"Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlüne salât ve selâm olsun. Kıymetli oğullarım! Siz ne kadar, bizim sohbetimizi istiyorsanız, ben de o kadar sizi görmek, sizinle konuşmak istiyorum. Fakat ne yapalım ki, bütün arzular ele geçmiyor.

Mısra':

"Rüzgâr, ekseriye geminin istemediği taraftan eser."

Bu asker arasında, isteksiz ve rağbetsiz kalmamda, büyük faydalar görüyorum. Burada bir saat kalmağı, başka yerlerde bir çok saatler kalmaktan daha iyi buluyorum. Burada öyle şeyler ele geçiyor ki, başka yerlerde bunun zerresine kavuşacağımı zannetmiyorum. Buranın mârifetlerinin yüksekliği başka, hâlleri ve makamları ayrıdır. Sultânın buradan ayrılmama mâni olmasında, yüksek bir kemâl kapısı ve hakîkî sâhibimiz olan Allahü teâlânın rızâsını buluyorum. Kendi saâdetimi bu hapiste düşünüyorum. Bilhassa bu karışık günlerde, acâib muâmeleler ve bu tefrika ve fitne zamanlarında çok garîb güzellikler görüyorum. Fakat bu şaşılacak yeni ve tâze nîmetlerin günden güne akıp gelmesi karşısında oğullarımı düşünüyorum. Onlardan uzak kaldığım, onların yanında olamadığım için kalbim yanıyor, ciğerim kavruluyor. Benim istememin, sizin isteğinizden daha fazla olduğunu zannederim. Meşhûr sözdür ki: "Babanın oğlunu istediği kadar oğul babayı istemez." Her ne kadar asâlet ve füru' olmak, bunun aksi ise de bu böyledir."

Muhammed Hâşim-i Keşmî anlattı: "Bir vakit, halvetde iken İmâm-ıRabbânî hazretleri bu fakîre; "Çok daha yaşayacağımı zannetmiyorum. Bu dünyâdan göç yakın görünüyor. Muhammed Saîd'in bu mesnedde yerimde oturmasını istiyorum." buyurdular. Bu fakîr, onların bu sözlerini oğullarına söyledim. Tam bir tevâzu ile; "Benim gibi bir kâbiliyetsiz, böyle şeylere kendimi hiçbir zaman lâyık görmüyorum. Hazret-i İmâm her nereye gitse, kardeşim Muhammed Ma'sûm'u, kendi yerine oturturlar, bana ise, ona hizmet ve uymayı emir buyururlardı. Eğer bu ümid, babamın yüksek hatırına gelmeseydi böyle buyurmazlardı. Ben şehrin dışındaki yüksek dedemin mezârının başında bir hücreye çekilir (yâni vefât edersem), bu mesnedi, o gözlerimin nûru Muhammed Ma'sûm'a havâle ederim." buyurdular. Bu sözleri MuhammedMa'sûm'a arzettim. O da ağladı ve şöyle buyurdu: "Azîz kardeşim MuhammedSaîd beni kendi hizmetine lâyık görmüyor. Hâllerin doğruluğuna, ihtiyatlı olmağa, melek ahlâklı olmağa, ilmin kuvvetine ve buna benzer şeylere bakıyorum. Kendimi onların en aşağı talebesi buluyorum. Kendi saâdetimi onlara hizmette görüyorum. Bu fakîr bu hâdiseyi, halvette iken hazret-i İmâm'a arzettim. Çok hoşlarına gitti ve gözleri yaşardı. Bu fakîre; "Görüyormusun, bu iki kardeş arasında nasıl muhabbet ve bağlılık var?" buyurdular. Onlara duâlar eylediler. Allah kabûl eylesin."

CİNLER

Hâşim-i Keşmî anlattı: "Hazret-i MahdumzâdeMuhammedSaîd bu fakîre anlattı: "Bir gece kendi evimde, pencereleri içerden kapayıp uyuyordum. Gecenin bir kısmı geçmişti ki, bir kimse kuvvetle kapıyı çaldı. "Acabâ bu saatte kimdir?" diye hayret ettim. Her ne kadar; "Kim var orada?" deyip bağırdıysam da cevap vermedi. Kapının yanına gelip, kapıyı açmak istedim. O kimse kapıyı kendi tarafına çekti. Ben de bana doğru çektim. Bu esnâda hazret-i İmâm'ın sesini duydum. Bana; "MuhammedSaîd hazır ol!" buyurdular. Onların sesi gelir gelmez, kapıdaki zât kayboldu. Daha sonra babamın huzûruna gidince, daha ben olayı anlatmadan; "Bu gece senin evine cin girip sana eziyet vermek istedi. Bunu farkettim, bağırdım ve onu kovdum." buyurdular." Buna temasla, hazret-i İmâm'ın yüksek talebelerinden bir kısmı, onların mübârek dillerinden naklederek şöyle anlattılar: "Bir gece evimde, uyumak için yattım. Tam gözlerimi kapayıp, uykuya dalarken, bir cinin bana tesir ve tasarruf etmek istediğini anladım. "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh..." mübârek kelimesini okudum. Bu kelime ağzımdan çıkar çıkmaz meleklerin gelip, o cini parça parça ettiklerini, yanında olanları etrafımdan koğduklarını ve filân yere götürdüklerini gördüm."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED SÂMİ (Sam Şeyhi)

Gâziantep'te yetişen büyük velîlerden. İsmi Muhammed Muhyiddîn, babasınınki ise Abdurrahmân'dır. Gâziantep'e bağlı Sam köyünde 1447 (H.851) senesinde doğdu. Zamânın âlimlerinden ilim öğrenen Muhammed Sâmi, halk arasındaSam Şeyhi veya Müderris Mehmed Efendi diye meşhur oldu.

Muhammed Sâmi, Sam köyünde uzun yıllar tâliplerine ilim öğretti ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır seferine giderken, Gaziantep'ten geçti. Bölgede meşhur olan Şeyh Muhammed Efendinin ziyâretine gitti. Bu büyük zâtı bağ budarken buldu. Hal ve hatırdan sonra, pâdişâh, Muhammed Efendiye; "Buranın nesi meşhurdur?" deyince; "Üzümü meşhurdur." dedi ve mevsim üzüm mevsimi olmadığı halde, asmadan bir salkım üzüm koparıp sultana verdi. Bu zâtın büyük velî olduğunu anlayan sultan, onu çadırına dâvet etti. Uzun sohbetten sonra sultan Mısır'ı feth edip edemeyeceğini sordu. Muhammed Sâmi bir gün sonra feth müjdesini verdi. Sultan; "Sefere beraber çıkalım." deyince, Muhammed Sâmi; "Siz gidin biz geliriz." dedi. Savaşın en şiddetli zamânında birçok bağ bıçakları ve asma çubuklarının havada uçtuğu, karşı taraf askerlerine kayıplar verdirdiği görüldü.

Yavuz Sultan Selîm Han sefer dönüşünde Muhammed Sâmi Efendiye arzusunu sordu. O da sağlığınızı dediyse de sultanın ısrarı üzerine, Sam köyünün aşarını istedi. Sultan,Sam'ı Şam anlar ve; "Şam uzak bir şehirdir. Halep'i vereyim." dedi. Pâdişâhın yanındakiler yanlışlığı düzeltince, Sultan, Sam köyünü Muhammed Efendiye vererek, bu konuda bir de ferman yayınladı. Bu fermanKânûnî Sultan Süleymân Han zâmanında yenilenmiştir.

Etrâfına feyz ve bereket saçan Muhammed Efendi, 1527 (H.934) senesinde vefât etti.Kabri, Sam köyünde ilkokul ile muhtarlık binâsı arasında küçük bir bahçededir. Soyu hâlâ devâm etmekte olup, bölgede Ulusam soyadıyla bilinir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED SIDDÎK


Hindistan'da yaşayan büyük velîlerden. Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin torunu, Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin en küçük oğludur. 1649 (H.1059) senesinde Serhend'de dünyâya geldi. Babasının mübârek teveccühleri altında yetişti. Zamânındaki ilimleri öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuşarak zamânın kutublarından oldu. 1719 (H.1131) senesinde vefât etti.

Muhammed Sıddîk kardeşlerinin en küçüğü idi. Muhterem babasının ihtiyârlığı zamânında dünyâya geldiği için, babasının ve annesinin çok sevgilisi idi. Babası Muhammed Ma'sûm hazretleri, diğer oğullarına müjdelediği bütün kemâlâtı buna da müjdeledi.MuhammedSıddîk, küçük yaşta ilim tahsîline başladı.Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri ve zamânının fen ilimlerini öğrendi. On sekiz yaşında büyük bir âlim oldu. Bu arada babasının teveccühleri ile kalb ilimlerinde de en yüksek derecelere çıktı. "Vilâyet-i Ahmediyye" ismi verilen üstün makâmın sâhibi oldu. Bu makâma kavuşmadan önce rüyâda Peygamber efendimizi görerek Vilâyet-i Ahmediyye makâmı ile şerefleneceğinin müjdesini almıştı.

Muhammed Sıddîk hazretlerinin mübârek yüzü, kaşları, gözleri ve burnu babasına çok benzerdi. Ömrünün çoğu hastalık ile geçti. Bir anda birkaç çeşit hastalık vücûdunda olduğu hâlde, o hiç şikâyet etmez, hâline şükr ve sabrederdi. İbâdet edebilecek kadar yer, yiyeceklerin pekçoğundan perhiz ederdi. Buyururdu ki: "Hastalık sebebiyle yaptığım bu perhizler aynı zamanda kalbimi temizledi."

Ömrünün sonuna doğru saltanat merkezi olan Delhi'ye gitti. Zamanın pâdişâhı Muhammed Ferruh onun talebesi olmakla şereflenmişti.

Muhammed Sıddîk hazretlerinin, MuhammedMehdî veMuhammedAbdülbâkî isminde iki oğlu vardı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED SIDDÎK ARVÂSÎ


Büyük âlim ve velî. Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin oğludur. 1871 (H.1287) senesinde Arvas'ta doğdu. 1916 (H.1334) senesinde otuz iki yaşında Ermeniler tarafından şehîd edildi.

Küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Arvas Medresesinde veGevaş'ta babasının icâzetli talebelerinden, Molla Abdülcelîl'den bir müddet okudu. İlk bilgileri öğrendi.Daha sonra zamânın meşhûr âlimi ve tasavvufta büyük rehber Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden Başkale'de ilim öğrendi. Onun yüksek huzûrunda ilmini tamamladı. Bundan sonra da tasavvufta yetişmek üzere çalıştı. Bu hocası onu lâyık olduğu feyz ve kemâl derecelere ulaştırdı.Hilâfetle şereflenip irşâd için önce Arvas'a gitti. Sonra hocasının emriyle Van Müftülüğünü kabûl etti.

Ders arkadaşlarından Abdülmecîd Efendi şöyle anlatmıştır: "Benim yazım düzgün ve güzel olduğundan hocamız Abdülhakîm Efendi bana MuhammedSıddîk'ın hilâfetnâmesini yazdırdı. Bunu yazdırdıktan sonra bizimle bir hafta hiç ilgilenmedi. MuhammedSıddîk bu durum karşısında herhalde bir kabahatim var diye çok üzüldü. Üzüntüden başını kaldıramaz olmuştu. Bir gün hocamız Abdülhakîm Efendi bana; "Muhammed Sıddîk'a söyle at hazırdır, yarın atına binsin buradan gitsin." buyurdu.

Bunun üzerine ertesi gün Muhammed Sıddîk gâyet üzgün bir halde yola çıkacaktı. Beldenin eşrafı onu uğurlamak için toplandı. Abdülhakîm Efendi hazretleri ise ona dönüp bakmadı bile. Nihâyet yola çıkıp ayrıldı gitti. Çevkan Suyunun yanına vardığı sırada Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri onu geri çağırdılar. Koluna girip iki âşık gibi berâber yürüyerek geri geldiler. Birbirlerini çok severlerdi. Herkes onları seyrediyordu. Muhammed Sıddîk'a hilâfetnâmesini verdiler. Tekrar insanlara yaklaştılar. Muhammed Sıddîk Efendi sevincinden tebessüm ediyordu.Hocası ona halkın gözleri önünde çok iltifat gösterdi. Sonra onu tekrar uğurlayıp, gönderdi. Ona önce gösterdiği sert muâmeleye temasla şöyle buyurdu: "Her şeyi tamamdı. Ancak kalbinde Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin oğluyum diye bir nokta vardı. Onu da bu muâmele ile sildik."

Muhammed Sıddîk Efendi zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişip hocası Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden icâzet aldıktan sonra Arvas'ta ve Van'da hizmet etti.Van'da bulunduğu sırada bir gün Van Vâlisi Tâhir Paşa zamânında, Van'a, rûhun bir insandan başka bir insana geçtiğine inanan sapık bir kimse gelmişti. Van'a geliş sebebini Vâli Tâhir Paşaya anlatıp, vâli konağında misâfir olmuştu. Vâli Tâhir Paşaya sapık düşüncelerini açınca, bir müddet münâkaşa ettiler. Bu münâkaşadan sonra Vâli Tâhir Paşa da Van'da bulunan büyük âlim Muhammed Sıddîk Efendiyi vâli konağına dâvet edip; "Şöyle sapık bir kimse geldi. Bozuk fikrini yayarsa zararlı olur ne edelim?" diye sordu. Bunun üzerine; "Ben şimdilik onu tam mânâsıyla susturup iknâ edemem. Konuşma çok uzar. Onu birkaç sözle ancak hocam Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri iknâ eder." dedi. Bunun üzerine Başkale'ye; "MuhammedSıddîk çok ağır hasta acele teşrifinizi dilemektedir." diye bir tel çekildi. Abdülhakîm Efendi bu haberi alır almaz atına binip Van'a gitti. TalebesiMuhammed Sıddîk ile buluşunca, Muhammed Sıddîk; "Efendim benim hastalığım, sıkıntım şudur?" diyerek inkârcı, sapık kimsenin hâlini anlattı ve cevap verilerek onun iknâ edilip susturulmasını arzu ettiğini söyledi.

Bunun üzerine Abdülhakîm Efendi; "O kimse ile bahçede görüşeceğim. Bir yer hazırlatın. Altı yaşında bir eşeği de bahçeye bağlatıp bir müddet aç ve susuz bırakınız." dedi. Bu hazırlıklar yapıldıktan sonra sapık kimse ile bahçede görüşmek üzere bir araya geldiler. Konuya geçmeden önce Abdülhakîm Efendi sapık kimseye; "Nerelisin? Evli misin, baban öleli kaç sene oldu?" diye sordu.Sapık kimse; "Siz şarklı hocalar birisi ile karşılaşınca, böyle fuzûlî sorular sorarsınız. Buraya ne için geldiyseniz o konuda konuşalım." dedi. Abdülhakîm Efendi hazretleri; "Dâvânızı duydum. Yalnız siz çok insafsız bir kimsesiniz. İnsafsızlarla ilmî münâzara yapmayı tercih etmem." buyurunca; "Neden insafsız mışım?" dedi. "İfâdenize göre baban altı sene önce ölmüş ve o zaman deminden beri şurada anırıp duran şu eşek dünyâya gelmiş ve babanın rûhu bu eşeğe geçmiş! Böyle iddiâ ediyorum aksini isbât edebilir misin?" deyince, sapık kimse şaşırıp kaldı ve yenik düştü. Sapık bir düşüncede olduğunun farkına vardı. Seyyid Abdülhakîm Efendinin büyük bir âlim ve velî olduğunu anladı, iknâ oldu.

Bundan sonra SeyyidAbdülhakîm Efendi ilmî olarak gâyet geniş açık ve anlayabileceği bir tarzda rûhun bir insandan başka bir insana geçmeyeceğini, bunun mümkün olmadığını anlattı. Sapık kimse gerçekten iknâ olup, sapık fikrinden vaz geçti. Îtikâdını düzeltti ve tövbe etti.

Seyyid Abdülhakîm Efendi onu alıp Vâli TâhirPaşanın yanına götürdü. "İşte bir iddiâ ile buraya kadar gelmiş bu kimseyi bir eşekten misâl vererek müslüman ettik." buyurdu. Sonra bu kimsenin saptırdığı insanların îtikâdının düzeltilmesi içinTâhirPaşanın gayret göstermesini ve yardımcı olmasını istedi.

Muhammed Sıddîk Efendi Van'da müftü olduğu sıradaBirinciDünyâ Savaşı çıkmıştı.Bu sıralarda bir gün Mejingir (Yukarı Kaymaz) köyünde Mejingir Suyu kenarında kollarını sıvamış abdest alıyordu.Sağ ayağını yıkamış sol ayağını yıkamak üzere iken o çevrede bulunan ermeni komitacılarından iki ermeni yakınında saklanmıştı. Ateş edip MuhammedSıddîk Efendiyi vurdular. Atılan kurşun sağ omuzundan girip sol böğründen çıkmıştı. Vurulduğunu hissedince, belindeki kundaklı silahı çekip ateş etti.Kendisini yaralayanı vurup öldürdü. Diğerini de yaraladı. Arkadaşları da o yaralıyı öldürdüler. MuhammedSıddîk hazretleri birkaç saat sonra şehîd oldu. Bu arada vasiyetini yapmıştır. Kabr-i şerîfi Mejingir köyündedir. Fehmî Efendi adında fazîlet sâhibi bir oğlu vardı. 1969 senesinde vefât etmiştir. Kabri, babasının kabri yanındadır. Kerâmet sâhibi bir velî idi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED SIDDÎK KEŞMÎ



Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İran'da Bedahşân'ın Keşm kasabasından olup, Hidâye ismi ile meşhûrdur. Doğum târihi bilinmemektedir. Küçük iken, Hân-ı Hânân Abdürrahîm'in sohbetinde bulundu. Bunun vâsıtası ile Hâce Bâkî-billah hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Bu hocasının vefâtından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbet ve hizmetine kavuştu. Evliyâlıkta, "Vilâyet-i hâssa" ismi verilen en yüksek makamlara kavuşmakla şereflendi. 1622 (H.1032) senesinde, izin alarak hacca gitti. 1640 (H.1050) senesinde vefât etti.

Muhammed Sıddîk'ın ilk hocası Hân-ı Hânân Abdürrahîm'in, Nakşibendiyye yolunun büyüklerine bağlılığı ve yakınlığı vardı. Muhammed Sıddîk, tasavvuf yolunda yükselmek için hocasının işâreti ile, zamânın en büyük velîlerinden Hâce Bâkî-billah'ın huzûruna gitti. Onun hasta kalblere şifâ veren sohbeti ile şereflendi. Hâce hazretlerine her bakımdan teslim olup, bütün emirlerine ve hizmetine canla başla sarıldı. Böylece hocasının en gözde talebeleri arasına katıldı. Hâce'nin gönlünde MuhammedSıddîk'ın husûsi bir yeri vardı. Bunu zaman zaman bildirerek; "Mevlânâ MuhammedSıddîk'ın istidâdı çok yüksek ve kâbiliyeti pek çoktur" buyururdu.

Mevlânâ MuhammedSıddîk anlattı ki: "Bir bayram sabahı, talebe arkadaşlardan birkaçı ile, mübârek hocamızın dergâhına gittik. Kendileri, ellerinde gülsuyu şişesi ile çıkıp geldiler. Orada bulunanlar arasında, benim elbisemi yeni ve bayrama yakışır şekilde bulup, üzerime gülsuyu serptiler. Bu serpmeden, perişân hatırım, bozulan moralim düzeldi.

Beyt:

Eteğinden gülsuyu, her tarafa saçılır,
Uyuyan bahtın yüzün bu şekilde uyanır.

Yine bir gün, Dekken yolculuğundan dönmüştüm. Hazret-i Hâce'yi hatırıma getirerek hep onu düşündüm ve buna devâm ettim. Bu hâl öyle oldu ki, kime baksam, o emeller sultânının yüzü görünürdü. Hattâ kapıya, duvara, taşa, ağaca baksam, hep o güzel yüz karşımda dururdu. Bu hâller içerisinde idim ki, mübârek hocam, en büyük talebesi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hilâfet verip, Serhend'e gitmesine izin verdi. Bütün talebelerinin de hazret-i İmâm'la Serhend'e gitmelerini ve ondan istifâde edip ilerlemelerini emretti.Sâdece hizmetinde bulunan birkaç kişi kaldı. Beni de huzûruna çağırıp; "Serhend'e gitme hazırlığını yaptın mı?" buyurdu. Hâlim yukarıda arz ettiğim gibi olunca, Serhend'e gitmekten kaçınıyordum. Benim gitmek istememem üzerine hazret-iHâce celâllendi ve; "Sen ve senin gibiler, onu nasıl tanıyabilirsiniz? Senin nazlanmana sebeb olan o hâl, ondan sana gelmiş olanın yanında zerre kadar bile kalmaz" buyurdu. Bundan sonra kendimden geçtim, bayılmışım. Ne kadar zaman bu hâlde kaldığımı bilmiyorum. Kendime gelince, yumuşadıklarını, acıdıklarını gördüm. Aklım başıma geldikten sonra şunları söyledi: "Korkacak bir şey yok. Zîrâ bu hâlimiz, sevginin tezâhürü idi. Ey kardeşim! Eğer îtikâdın sağlam ise ve benim doğru söylediğime yakînen inanıyorsan, bu gün gök kubbe altında Şeyh Ahmed gibi birinin olmadığını bilmelisin. Geçmiş en büyük evliyâdan, onun kemâlâtını hâiz üç-dört kişi biliyorum. Fazla değildir. Kendimi onun tufeylisi, yâni, nîmetleri ile yetişen biri olarak görüyorum. Dediklerimi hiç unutma! İşine çok yarıyacaktır. Hemen kalk, ona yetiş! Eğer seni istiyerek, severek kabûl ederse hâline şükret ki istediğimiz budur. Eğer, evet veya hayır diye bir şey söylemezse ardı sıra Serhend'e kadar git! Senden yüz çevirirse, ayaklarına kapan. Bunun da bir hikmeti vardır."

Delhi çıkışında onlara yetiştim. Bir mikdar yol almıştık ki, beni yanlarına çağırıp; "Geri dön! Hazret-i Hâce'nin hizmet ve huzûruna git! Serhend senin evindir, ama henüz Serhend'e gitme vaktin gelmedi" buyurdular. Emirlerine uyarak geri döndüm. HâceBâkî-billah'ın hayâtının sonuna kadar hizmetinde bulundum. Hazret-i Hâce'nin vefâtında yanında idim. Allahü teâlâya kavuştuğu gece, rüyâda bana göründü ve başıma gelecekleri bana anlattı. Büyükler yolunda çalışıp ilerlemenin hakîkatını beyân edip, nasîhat ve vasiyetlerde bulundu. En büyük nasîhatı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup, onların yoluna devâm etmem idi."

Muhammed Sıddîk, hocasının vefâtından sonra, Allahü teâlânın lütfu ve hazret-i Hâce'nin vasiyeti ile, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûru ile şereflendi. Gençlik icâblarını, şiir ve şâirlik arzu ve lezzetlerini bıraktı. Onlara kuvvetli ve tam muhabbetle bağlandı. Hizmetle şereflendi. Nitekim hazret-i İmâm bir gün sabah namazından sonra talebelerinin toplu olduğu sırada; "Bugün Hâce Muhammed Sıddîk, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye ile şereflendi" buyurdu. Hadarât-ül-Kuds sâhibi; "Ben o halkada idim ve bu sözü yüksek hocanın cevher saçılan dillerinden duydum." dedi. Hazret-i İmâm, sevenlerinden birine; "Mevlânâ Muhammed Sıddîk, bu günlerde, Allahü teâlânın yardımı ile vilâyet-i hâssa ile şereflendi. Bununla birlikte gözü yukarılardadır. Oradan da büyük pay aldı. Umulur ki, inmeye başlar, Allahü teâlâ, rahmetini dilediğine ihsân eder." diye yazdı.

MuhammedSıddîk Keşmî anlattı: "Bir defâ içime Kâbe-i muazzamaya gitmek aşkı düştü. Yol ve azık hazırlığımı yaptım ve hazret-iİmâm'a bu arzu ve isteğimi arzettim. Hemen; "Bu sene seni hacıların arasında görmüyorum" buyurdular. Hocamın bu sözünü iyi anlayamadım. Hazırlığımı bitirip yola koyuldum. Bir müddet gittikten sonra önüme yol kesiciler çıktı. Malımı, eşyâmı, neyim varsa hepsini talan ettiler. Beni de yaraladılar. Hocamın sözünü iyi anlamamanın cezâsını çektim. O sene hacca gidemedim. Sonraki sene hocamın iznini alıp, yeniden yol ve azık hazırlığımı yaptım. 1622 (H.1032) senesi idi. Bir grup talebe arkadaşımla Haremeyn-i şerîfeyni ziyâret için yola çıktık. Yol azığımız az, bize katılanlar ise çoktu. Çok sıkıntı çekip vazifelerimizi yaptık. Elhamdülillah, cenâb-ı Hak karşılığında büyük saâdetler ihsân eyledi."

Hâşim-i Keşmî anlattı: "Muhammed Sıddîk Hicâz'da bulunduğu sıralarda, hocamız İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir gün bana; "Şu anda burada bulunmayan bâzı talebemin hâllerine teveccüh eyledim. Mevlânâ MuhammedSıddîk göründü. Tam bir sevgi ve ihlâs ile bize müteveccihtir. Şu anda Bedahşân'da yolcudur. Hâli hoş olsun!" buyurdu.

Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ayrı ayrı kâğıtlara yazdığı Mebde' ve Me'âd risâlesini 1610 (H.1019) senesinde toplayıp, kitap hâline getirdi.

İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubât'ında Muhammed Sıddîk Keşmî'ye yazılmış mektublar vardır.

Muhammed Sıddîk hazretleri, 1640 (H.1050) senesi Şevval ayında vefât etti. Kabri, Delhi'de, hazret-i Hâce Bâkî-billah hazretlerinin bulunduğu kabristandadır. Hanımı da sâlihâ olup, çok ibâdet ederdi.

ÖLÜM

Muhammed Sıddîk Keşmî hazretleri ölüm hakkında buyurdu ki:

Mısra':

"O ölüm ki, ona yaşama derim."

Gerçekten sonsuz hayat, ölüme bağlıdır. Ölüm, ebedî hayatın süsleyicisi, donatıcısıdır. Hayır, belki âb-ı hayâttır, yâni hayat bahşeden, hiç öldürmeyen sudur. Ölüm, dostluğun kuvvetlendiricisidir. Ölüm, mâsivâ binâsını ateşe vericidir. Ölüm, üzüntü perdelerinin yakıcısıdır. Ölüm, hakikâtın aynasıdır. Ölüm, görünmeyen güzelin yüzünden perdeyi kaldırıcıdır. Gönlümün, gelmesinden hoşlandığı, beklediği şey ölümdür. Dağınıklıkları toplayan ölümdür. Ölüm seveni sevdiğine kavuşturucudur. Resûlullah efendimiz; "Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprüdür." buyurmuştur.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN SÛKA




Tâbiînden. Çok ibâdet eden, dünyâya hiç düşkün olmayan, cömertliği ile tanınan büyük bir İslâm âlimi, veli. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik ve Ebu't-Tufeyl Âmir bin Vâsıle’nin ve Tâbiînin büyüklerinin sohbetinde bulundu. Hadîs âlimlerince sika (güvenilir) kabûl edilmiştir. Çok az sayıda hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Künyesi, Ebû Abdullah ve Ebû Bekr’dir. Doğum ve vefât tarihleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Hicrî birinci asrın ikinci yarısında doğup, İmâm-ı A’zamdan önce vefât etmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Kendileri birçok âlimden hadîs ilmini tahsil ettiler. Bunlardan başlıcaları; Enes bin Mâlik, Ebu't-Tufeyl Âmir bin Vâsıl, Saîd bin Cübeyr, Abdullah bin Dînâr, Ebû Sâlih es-Semmân, Nâfi’ bin Cübeyr bin Mut’am, İbrâhim en-Nehâî, İbn-i Ömer’in azadlı kölesi Nâfî, Münzir-i Sevrî, Muhammed bin Münkedir, Ebû Ca’fer Muhammed bin Ali bin Hüseyin, Ebû Bekr bin Hafs bin Ömer bin Sa’d, Ebû Avn bin Ubeydullah es-Sekafî’dir.

Kendilerinden de hadîs tahsîl eden ve rivâyette bulunan âlimlerden bâzıları: Es-Sevrî, İbn-i Mübârek, Ebû Muâviye, Abdurrahmân bin Muhammed el-Muhârebî ve İsmâil bin Zekeriyya, Mervân bin Muâviye, Ebû Mugire en-Nadr bin İsmâil, Atâ bin Müslim İbn-i Uyeyne, Ali bin Âsım el-Vâsıtî’dir.

Muhammed bin Sûka hazretleri, Allah korkusundan çok ağlardı. Cuma günleri arkadaşlarını arar bulur ve onlarla birlikte ibâdet eder, aynı düşünceler içinde göz yaşı dökerlerdi.

Kendisine babasından mirâs kalan yüz yirmi bin dirhem parayı, bir şüphe üzerine, tamamen sadaka olarak dağıttı. Zekât alacak duruma düştü. Muhammed bin Sûka’nın üstünlüklerine dâir, kendisine yetişerek sohbetinde bulunmuş olan büyük İslâm âlimlerinden çeşitli rivâyetler vardır. Onun cömertliği, ibâdete düşkünlüğü, günâhlardan kaçınması, Allahü teâlâdan korkması hakkında sözler kitaplara geçmiş, nesilden nesile ibret olacak hayatı anlatılmıştır.

Süfyân-ı Sevrî hazretleri anlatır: “Bir gün Rekbet hazretleri ile beraber Muhammed bin Sûka’nın ziyâretine gittik. Bir ara Rekbet bana; “Yâ Süfyân! Kûfe’de iki kişi var. Bunlar Allah yolunda çok çalışıyorlar. Onlardan biri Muhammed bin Sûka, diğeri ise Abdülcebbâr bin Vâil bin Hacer’dir.” buyurdu.

Hüseyin bin Hafs, Süfyân-ı Sevrî’ye “Sana Kûfe’nin en hayırlısının yazılarını göstereceğim” dedi ve Muhammed bin Sûka’nın yazılarını çıkardı. Süfyân bin Uyeyne, “Kûfe’de üç kişi var ki, bunlara yarın öleceksin dense, ibâdetlerini arttırmaları mümkün değildir. Bu üç kişi, Muhammed bin Sûka, Amr bin Kays, Melâî ve Ebû Hayyân Teymî’dir.” buyurdu.

Muhammed bin Münkedir, kendisine sordu: “Yâ Ebâ Abdullah! Sana en hoş gelen amel hangisidir?” Muhammed bin Sûka hazretleri de “Mümini sürûra boğmaktır.” buyurdu. “Ondan sonra hangisidir?” dedi. “Kardeşlere ikrâm etmektir.” buyurdu.

Bir gün kardeşinin oğlu kendisine bir suâl sordu. Muhammed bin Sükâ hazretleri ağlamaya başladı. Yeğeni, “Ben suâlin cevâbını vereceksiniz diye sordum, siz ise ağladınız, cevap vermeyecek misiniz?” deyince, o da; “Ey kardeşimin oğlu, suâlin cevâbından âciz oluduğum için değil, bu mevzûu bugüne kadar sana öğretmediğim için ağlıyorum” buyurdu.

İmâm-ı A’zam hazretleri, Muhammed Sûka hazretlerinin cenâzelerinde bulunduklarını bildirerek “O, seksen defa Kâbe’yi ziyâret için Mekke’ye gitmiştir” buyurmuşlardır.

“Bir kimsenin dünyâlığından birşey eksildiği zaman çok üzülür. Lâkin, o kimsenin dîninden bir şey eksildiği zaman o kadar üzülmez. Hattâ umûrunda bile olmaz. İşte o kimse de kendisini Allahü teâlânın azâbına müstehak eder.”

“Bir kimsenin aksırdığını duysam, aramızda deniz de olsa "Yerhamükellah" derim.”

“Allahü teâlâdan korkan mümin hiç neşelenmez. Onun rengi hiçbir zaman açılmaz. Yüzü devamlı mahzûn olur.”

“Bir insan, müslüman kardeşinin ihtiyâcını görürse, Allahü teâlâ da ona çok yüksek dereceler verir, o kimse çok yüksek derecelere yükselir.”

AZÂBA LÂYIKTIR

Ya’lî bin Ubeyd, Muhammed bin Sûka’dan nasîhat istedi. O da; “Sizden önceki, insanlar çok konuşmaktan pek sakınmışlar, çok konuşmak üç yerde iyidir demişlerdir. Birincisi, Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi çok okumak, ikincisi, çok emr-i mâruf yapmak sebebiyle fazla konuşmak. Üçüncüsü, fazla nehy-i münkerden dolayı çok konuşmak. Bu üç şeyden başka ancak çok lüzûm olursa konuşun. Zîrâ sizlerle beraber kirâmen kâtibîn melekleri vardır. İsimleri Rakib ve Adid’dir. Onlar hayır ve şer konuşulan her şeyi yazarlar. Akşam olduğu vakit, meleklerin yazdıklarında âhıretle ilgili yazıları çok olan ne bahtiyar kimsedir. Dünyâ ile ilgili olan yazısı çok olan ne bedbaht kimsedir.

Allahü teâlâ, müstehak olmayan hiçbir kimseye azap yapmaz. Azap yapılan kimseler, muhakkak ona lâyıktır. Şöyle ki, bir kimseye dünyâlık verilir. O kimse, verilen dünyâlığa çok sevinir. Fakat, dîninden birşey fazlalaştığı zaman hiç farkına varmaz. Böyle kimse nasıl azâba müstehak olmasın?”

EN KIYMETLİ İŞ

Muhammed bin Sûka ki, Tâbiîni izâmdan,
Cömertliğiyle meşhur, İslâm ulemâsından.

Dünyâdan tam kesilip, Rabbine yönelmişti,
Kendini tamâmiyle, ibâdete vermişti.

O kadar çok ibâdet, ederdi ki her gün de,
Bundan daha fazlası, yapılmazdı bir günde.

“Sen yârın öleceksin”, denseydi kendisine,
Tâatını arttırmak, mümkün değildi yine.

Dediler: “Farzdan sonra, en kıymetli iş nedir?”
Buyurdu: “Bir mümini, sevip sevindirmektir.”

Kendisinden nasîhat, isteyen bir insana,
Buyurdu: “Çok konuşmak, çok zarar verir sana.

İhtiyâç haricinde, fazla konuşmayınız,
Böylece âhirette, pişmanlık duymayınız.

Zîrâ hergün, kirâmen-kâtibîn melekleri,
Yazar konuştuğumuz, bütün kelimeleri.

Yârın mahşer gününde, verilir defterimiz,
Yazılmıştır oraya, söz ve amellerimiz,

Lüzûmsuz, mâlâyânî, sözlerimiz çok ise,
Nasıl cevap veririz, o gün biz Rabbimize?

Eğer azâb ederse, birine cenâb-ı Hak,
O kişi, o azâba, müstehaktır muhakkak,

Hak teâlâ birine, bir dünyâlık verirse,
O da bu dünyâlığa, kalbinden sevinirse,

Lâkin ibâdetinde, olunca bir fazlalık,
Buna sevinmez ise, azâba olur lâyık.

Ve yine dünyâlığı, azalsa bir kimsenin,
O kişi de kalbinden, üzülse bunun için,

Lâkin onun dîninde, noksanlık olur ise,
Üzülmezse, azâba, lâyık olur o kimse.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED ŞÂZİLÎ



Mısır'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed eş-Şâzilî el-Mısrî el-Hanefî, lakabı Şemsüddîn'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Hazret-i Ebû Bekr'in soyundandır. Küçük yaşta öksüz kaldı. Teyzesinin yanında büyüdü. Sanâta verdiler, fakat medreseye kaçtı. Medrese arkadaşlarından biri de, meşhûr muhaddis İbn-i Hacer Askalânî'dir. 1443 (H.847) senesinde vefât etti. Mısır'da Berekât denilen yerdeki kabri meşhûr olup, ziyâret edilmektedir.

Muhammed Şâzilî, vilâyetin bütün makamlarını geçmiş, ilmiyle âmil, yüksek hâller sâhibi bir kimse idi. İlim, amel, hâl, zühd ve Allahü teâlâya muhabbette pek ileriydi. Çok kimse onun vâsıtasıyla hidâyete kavuşmuştur. Büyüklüğünü kimse inkâr edemezdi. Dünyânın her tarafından huzûruna gelenler, halledemedikleri meseleleri suâl ederler, tatmin edici cevaplar alırlardı. Başka ülkelerden gelenlerle, onların lisânı ile sohbet ederdi.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Benden sonra, Mısır'da Muhammed Hanefî ismiyle meşhûr bir zât gelecek, bu ülkenin fâtihi olacak, kendisi büyük şân sâhibidir. O, benim beşinci halîfem olacaktır."

Kıymetli, şık elbiseler giyerdi. Huzûruna gelenlerin kalbinden geçenleri bilirdi. Büyüklüğüne inanmayanlar, huzûruna geldiklerinde mahcûb bir şekilde tövbe edip talebesi olurlardı.

Ebü'l-Abbâs Sersî anlatır: "Muhammed Şâzilî okuldan, medreseden çıkınca, çarşıda dükkânında oturur ve kitap satardı. Ona bâzıları uğrayıp; "Yâ Muhammed! Sen dünyâ için yaratılmadın." dediler. Bu söz üzerine dükkândan ayrıldı, kitapları ile bütün varlığından vazgeçti. Hepsini terk etti. Sonra bunların ne olduğunu bir daha sormadı. Kendisine halvet (yalnızlık) sevdirildi. Halvete girdiğinde 14 yaşında idi. Yedi sene halvette kaldı, yeraltındaki odasından insanlar arasına hiç çıkmadı.

Ebü'l-Abbâs diyor ki: "Muhammed Şâzilî hazretlerine talebe olmuştum. Talebe iken, odasına her gidişimde izin isterdim; gir derse girer, sükût ederse geri dönerdim. Bir gün gittiğimde sükût etti. Fakat buna rağmen ben içeri girdim. Baktığımda bir köşede meşgûl olduğunu ve yanında da büyük bir arslanın durduğunu gördüm. Arslan edeble oturuyordu. Beni görünce, arslan sert sert baktı. Kendimi dışarı zor attım. Tövbe istigfâr edip, bir daha odasına izinsiz girmedim."

Muhammed Şâzilî, gaybdan bir nidâ işitinceye kadar halvetten çıkmadı. Bu ses üç defâ şöyle diyordu: "Yâ Muhammed! Çık ve insanlara faydalı ol!" Üçüncüsünün sonunda; "Şayet çıkmazsan çıkmaya zorlanırsın." diye ses geldi. Muhammed Şâzilî;"Zorlandıktan sonra ayrılmaktan başka çâre yoktur." dedi. Muhammed Şâzilî sonrasını şu şekilde anlattı: "Kalktım ve zâviyeye gittim. Fıskiyede abdest alan bir cemâat gördüm. Onların bir kısmının başında sarı, bir kısmının başında da mâvi sarık vardı. Bir kısmı maymun, bir kısmı hınzır, bir kısmı da ay yüzlü idi. Allahü teâlânın beni bu insanların âkıbetlerine muttalî kıldığını anladım. Onlara arkamı dönüp, Allahü teâlâya ilticâ ettim. Bunun üzerine insanların hâllerinden bana gösterdiği şeyleri gizledi ve onlardan birisi gibi oldum."

Muhammed Şâzilî, çok pahalı elbiseler giyerdi. Evliyânın hâlleri hakkında bilgi sâhibi olmayanlardan birisi, bundan dolayı ona kızdı ve; "Evliyânın, sultanlara yakışacak böyle elbiseler giymekten uzak durması lâzımdır. Eğer bu zât gerçekten velî ise, onu bana verir; ben de satar, parasını çoluk çocuğuma harcarım." dedi. Muhammed Şâzilî toplantıdan ayrılınca, elbiseyi çıkardı ve; "Bunu filân kimseye verin. Satsın ve parasını çoluk-çocuğuna harcasın." buyurdu. Adam onu aldı, sattı ve; "Bu, Allah için verilen yardımdır." dedi.İkinci toplantıya gelişinde, o elbiseyi yine Muhammed Şâzilî'nin üzerinde gördü. Elbiseyi, onu sevenlerden birisi satın almıştı. O zaman adam şöyle dedi: "Bu (elbise), MuhammedŞâzilî'den başkasına yakışmaz." Bunun üzerine Muhammed Şâzilî, elbiseyi yine aynı adama hediye etti.

Evliyânın büyüklerinden olan Ali bin Vefâ, bir gün bir düğün yemeğindeydi. Düğündekiler; "Ziyâfet, ancak Muhammed Şâzilî hazretlerinin gelmesiyle tamam olur." dediler. Ziyâfet sâhibi gidip onu dâvet etti. Muhammed Şâzilî dâveti kabûl edip, düğünün yapıldığı evin kapısına geldiğinde, "Burada evliyâdan kim var?" diye sordu. Ziyâfet sâhibi; "Ali bin Vefâ ve cemâati var." dedi. Muhammed Şâzilî, ev sâhibine; "İçeri gir ve benim için izin iste. Çünkü bir yerde büyüklerden biri olduğu zaman, izin verilinceye kadar oraya girmemek fakirlerin edeblerindendir." dedi. Ali bin Vefâ izin verdi; onu ayakta karşıladı ve yanına oturttu. Sohbet ettiler. Sonra Muhammed Şâzilî, Ali bin Vefâ'nın talebelerine; "Efendinize duâ ediniz. Çünkü onun Allahü teâlâya kavuşması yakındır." dedi. Söylediği gibi oldu. Bir gece Muhammed Şâzilî, gâibden şöyle bir nidâ işitti; "Yâ Muhammed! Biz sana senden olana ilâve olarak Ali bin Vefâ'nın sâhib olduklarını da verdik." Muhammed Şâzilî buyurdu ki: "Bunun, ancak Ali bin Vefâ'nın ölümünden sonra olacağını anladım. Abdülbâsıt mahallesindeki Ali bin Vefâ'nın evine talebelerinden birini gönderdim. O şahıs, oraya vardığında, Ali bin Vefâ'nın vefât ettiğini öğrendi.

Bir defâsında imtihân etmek için, Mâlikî kadılarından biri ona gelmişti. Muhammed Şâzilî'ye onun, imtihân etmek maksadıyla geldiğini bildirdiler. Muhammed Şâzilî; "Ben fakirlerin seccâdesi üzerinde oturuyorum, gücü yeterse, istediğini sorsun." buyurdu. Kâdı, gelince sormaya başladı; "....hakkında ne dersin?" dedi durakladı. Şâzilî "Evet" dedi. O; "......hakkında ne dersin?" dedi durakladı. Şâzilî "Evet" dedi. O; "......hakkında ne dersin?" dedi yine durakladı. Şâzilî "Evet (devâm et)" buyurdu. Birçok defâ aynı şeyi tekrarladı. Sonra kâdı; "Sormak istediğim soruyu unuttum?" dedi. Sonra sarığını çıkardı, istigfâr etti. Evliyâyı inkâr etmiyeceğine ve onlara îtirâz etmeyeceğine dâir söz verdi.

Kâhire dışındaki köylerin en uzağında olan bir talebesine, bulunduğu yerden seslendiğinde, talebesi cevap verir, "Gel dese".. o talebe yola çıkar veya "Şöyle yap." dese, yapardı. Bir gün batıdaki Kutûr şehrinden, Ebû Takiyye'yi çağırmıştı. O, hocasının sesini işitti ve Kâhire'ye geldi.

Evliyâdan bir zât, Muhammed Şâzilî hazretlerinden izin almadanMısır'a girdi. Kendisinde bulunan, büyüklük hâli ondan alındı. Sonra Allahü teâlâya istigfâr ederek, Muhammed Şâzilî'ye geldi. Kendisine eski hâli iâde edildi. Bu hâli şöyle idi: Yanında büyük bir küfe bulunurdu. Elini onun içine sokar ve ihtiyâcı olan her şeyi ondan çıkarırdı. Mısır'a izinsiz girdikten sonra, yine elini küfeye sokmuş, fakat hiçbir şey bulamamıştı.

İbn-i Temmâr isminde birisi, şefâat mevzûunda MuhammedŞâzilî'yi üzmüştü. O, evliyânın büyüklerinden Bistâmî adında bir zâtın talebesiydi. Muhammed Şâzilî buyurdu ki: "İbn-i Temmâr ile bütün münâsebetlerimizi kestik. İsterse bin tâne Bistâmî onunla birlikte olsun." Bir müddet sonra, sultan bir kısım görevliler göndererek, İbn-i Temmâr'ın evini yıktırdı. Zamânımıza kadar harâbe hâlinde kaldı.

Emîrlerden biri,Muhammed Şâzilî hazretlerini öldürtmek istedi. Bir dâvette zehirli bir kaba yemek koyup, ona sundular. Şâzilî hazretleri yemekten biraz yedi. Sonra zehirli olduğunu anladı. Kalktı ve bineğine binerek zâviyesine gitti. Orada kaplar karıştı. Emîrin iki oğlu geldi.Muhammed Şâzilî'nin kabından yemek yediler ve öldüler. MuhammedŞâzilî zehirden hiçbir zarar görmedi.

Muhammed Şâzilî, bir gün abdest alırken, kalbine bir hâl oldu. Odasında olduğu hâlde, nalınının birini alıp attı. Nalın havada uçup gitti.Hâlbuki odanın çatısında çıkacak bir delik yoktu. Hizmetçisine: "Eşi gelinceye kadar bu tek nalını yanına al!" buyurdu. Bir müddet sonra, Şam'dan yanında birçok hediyelerle gelen bir adam, o tek nalını getirdi ve şöyle dedi: "Cenâb-ıHak size hayırlar versin. Yolda hırsız göğsüme oturmuş, beni kesmek üzere idi. Kendi kendime; "Yâ efendimiz Muhammed! Yâ Hanefî!" dedim. Hırsızın göğsüne bir nalın gelip çarptı. Hırsız, baygın bir şekilde yere düştü. Sizin bereketinizle Allahü teâlâ beni o hâlden kurtardı."

Muhammed Şâzilî'nin bir koyunu çalındı ve altı ay bulunamadı. Bir gün Muhammed Şâzilî, hizmetçisine; "Ravza'ya git, filâncanın kapısını çal. Evin sâhibi çıkınca, altı aydır sende olan dişi koyunu getir, de." dedi. Hizmetçi gidip emredilenleri söyledi. Bunun üzerine, ev sâhibi koyunu çıkarıp verdi.Muhammed Şâzilî; "Bu, bizim sermâyemizdi. Bize iâde edildi." buyurdu.

Muhammed Şâzilî, sadaka verecek bir şey bulamadığı zaman, eshâbından ödünç alır, sonra cenâb-ı Hak ona para nasîb edince, öderdi. Bu şekilde aldığı borçlar 60 bin dirhem oldu ve bu, Muhammed Şâzilî'ye ağır geldi. Bir gün bir kişi, elinde büyük bir kese ile geldi ve, "Muhammed Şâzilî'de kimin alacağı varsa gelsin." dedi. Bütün borçlarını ödedi. Hazır bulunanlardan hiçbiri bu kişiyi tanımadı. Durumu Muhammed Şâzilî'ye suâl ettiler. O da; "Kudretin tecellîsidir. Allahü teâlâ bizim borcumuzu ödemek üzere gönderdi." buyurdu.

Talebelere, toprak kab içerisinde az yemek verdiğinden, bir yaşlı kadın Muhammed Şâzilî'ye kızdı. Onu inkâr ederek; "Yemeğin azlığı, onun velî olmadığını gösterir." dedi. Sonra gitti. İçinde kuzu ve ördek eti bulunan yemek yaptı, dergâha getirdi. Muhammed Şâzilî, Yûsuf Kutûrî hazretlerine; "Ye!" buyurdu. Yemeğin hepsini tek başına yedi ve yine açlıktan şikâyet etti. Kadın onu evine götürdü. Orada yediğinden daha fazla yemek yediği hâlde, yine şikayet ediyordu. Muhammed Şâzilî, kadına buyurdu ki: "Bereket, çokluğunda değil, evliyânın yemeklerindedir." Bunun üzerine kadın istigfâr etti ve tövbekâr oldu.

Muhammed Şâzilî'ye bir adam geldi ve; "Ey efendim! Ben çoluk-çocuk sâhibi, fakir hâlli biriyim. Bana kimyâyı öğret." dedi. Bunun üzerine; "Şu şartla: Yanımızda tam bir sene kalırsın. Her abdest bozduğunda, mutlaka abdest almalı ve iki rekat namaz kılmalısın." buyurdu. Adam, kabûl edip bu şartlarda sebât gösterdi. Müddetin bitimine bir gün kalınca, Muhammed Şâzilî'nin yanına gitti. O da; "Yarın, hâcetinizi yerine getiririz" buyurdu. Ertesi günü olunca, MuhammedŞâzilî ona: "Kalk!Abdest için kuyudan su doldur." buyurdu. Kuyudan bir kova doldurdu. Kovanın altınla dolu olduğunu görünce; "Ey Efendim!Şu ânda bir tek kuruş dahî isteğim kalmadı." dedi. Muhammed Şâzilî; "Onu yerine dök ve memleketine git. Gerçekten sen, her hâlinle kimyâ oldun." buyurdu. Memleketine döndü. İnsanları Allahü teâlâya dâvet etti. Bu hareketiyle büyük nîmetlere kavuştu.

Bir defâsında, gece yarısında Muhammed Şâzilî'ye bir kişi geldi. Kapıda durdu. Muhammed Şâzilî ona; "Kimsin?" diye sordu. "Bir harâmiyim." dedi. Muhammed Şâzilî; "Ne çalarsın, ne iş yaparsın? Meşgalen nedir?" diye sordu. Dedi ki: "Ey Efendim!Allahü teâlâya tövbe etmiştim. Günah işleyerek tövbemi bozdum." MuhammedŞâzilî ona; "İçeri gel. Sana korku yoktur." buyurdu. O kişi, tövbe etti ve tövbesi makbûl oldu. Ölünceye kadar MuhammedŞâzilî'nin dergâhına devâm etti.

Fakir bir kimse ziyâretine geldiğinde, MuhammedHanefî hazretlerini kıymetli ve süslü elbiseler içinde görünce; "Benim bildiğim velîler böyle elbiseler giymez. Bizim bu kadar ihtiyâcımız varken niçin kıymetli elbiseler giyer?" diye düşündü. Orada iken, bir grup yabancı kimse ziyârete geldi. Hepsi de kıymetli ve süslü elbiseler giymişlerdi. Fakat Muhammed Hanefî hazretlerininki, onlarınkinden daha güzel ve kıymetliydi. Bu kimseler gittikten sonra, o fakir kimseyi çağırıp buyurdu ki: "Gördün, böyle kimseler ziyâretimize gelmektedir. Benim ise onların karşısında ilim ehlini zelil göstermem uygun olur mu? Onun için böyle giyindim. Yoksa bizim böyle şeylerde gönlümüz yoktur." O kimse, işin sebebini öğrenip, tövbe ve istigfâr etti. Bir daha büyüklerin işine karışmamaya söz verdi.

Muhammed Hanefî hazretlerinin bir komşusu vardı. Onu hiç sevmezdi. Devamlı aleyhinde konuşurdu. Ziyâretine gelenleri kapısından çevirerek; "Geldiğiniz zât, büyük kimse değil, o benim komşumdur, o sihirbâzın biridir." derdi. MuhammedHanefî hazretleri, defâlarca ona nasîhat etti fakat fayda vermedi.Yine bir gün, uzak bir yerden kalabalık bir grup insan ziyâretine geldi. Bu zât, hemen bunların önüne geçip, aynı şeyleri tekrâr ederek, gelenleri geri çevirdi. Bunun üzerine Muhammed Hanefî hazretleri; "Yâ Rabbî! Yol kesicilerin cezâsını ver." diye duâ etti. Kısa bir müddet sonra, o kimse hastalandı. Ağzından kan ve ciğer parçaları geldi. Ve o hastalıktan kurtulamayıp öldü.

Muhammed Şâzilî, Karâfe kabristanını ziyâret ettiği zaman, kabir ehline selâm verir, mezardakiler onun selâmına yüksek sesle cevap verir ve orada bulunanlar bunu işitirlerdi.

Muhammed Şâzilî, elini huysuz atın üzerine koysa, atta huysuzluktan eser kalmazdı. Hızır aleyhisselâm, defâlarca MuhammedHanefî'nin meclisine gelir ve onun sağında otururdu. Muhammed Şâzilî kalkınca, o da kalkar, Muhammed Şâzilî halvete girse, yalnızlığa çekilse kapıya kadar onu tâkib ederdi.

İmâm-ı Şa'rânî şöyle nakletti: "MuhammedHanefî hazretleri ölüm hastalığında; "Kimin bir hâceti, isteği olursa, kabrime gelsin; onu yerine getiririm. Çünkü sizinle benim aramda bir karış topraktan başka bir engel yoktur. Bir karış toprak onunla talebeleri ve dostları arasında engel olan kimse velî değildir." buyurdu."

Muhammed Şâzilî buyurdu ki: "Sakın velîlerin kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ile sâbittir. Âdet dışı hâllerin olması, velîler için câizdir. Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin îtikâdı böyledir. Çünkü, rivâyete göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, bir ara duâ etti ve kendisine semâdan bol yemeklerle dolu bir sofra indi."

"Velî, "Lâ ilâhe illallah" deyip, bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları; Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir."

İYİ YE!

Yûsuf isimli bir şahıs, Muhammed Şâzilî hazretlerini sık sık ziyârete gelirdi. "Yemekte sofraya çok az ekmek konuyor, karnım doymuyor." derdi. Bir defâsında ziyâretine gelirken, iki de ekmek alıp, bunları koynuna saklamıştı. Her zaman olduğu gibi, yine sofra kuruldu. Yine her zamanki kadar ekmek ve yemek kondu. Fakat o zât, ne kadar yediyse ekmeği bir türlü bitiremedi. Bitmediği gibi, hiç de eksilmedi. Muhammed Şâzilî hazretleri kendisine; "İyi ye sofradan aç kalkma ki, iki ekmeğe ihtiyâcın kalmasın." buyurdu. O kimse çok mahcub oldu. Ekmekleri çıkarıp sofraya bıraktı. Tövbe istigfâr etti.

BU MEMLEKET NE BENİMDİR NE SENİN

Şemseddîn bin Ketîle dedi ki: "Muhammed Şazilî'yi tanıtan ilk hâdise şudur: "Sultan Ferec bin Berkûk, bir sebebten dolayı halkın üzerine ok attırıyor; Muhammed Şâzilî de buna karşı geliyordu. Muhammed Şâzilî'nin arkasından askerler gönderdi, yanına getirtti. Ona sert sözler söyledi ve; "Bu memleket benim mi, yoksa senin mi?" diye sordu. Muhammed Şâzilî de; "Bu memleket, ne benimdir, ne senindir. Kahhâr ve tek olan Allahü teâlânındır." dedi. Sonra gönlü kırık kalkıp gitti. Akabinde Sultâna bir hastalık ârız oldu ki, az kalsın ondan dolayı helâk oluyordu. Hastalığın tedâvisinden bütün doktorlar âciz kaldı. Sultânın husûsî danışmanlarından durumu anlayan bâzıları; "Bu, Muhammed Şâzilî'nin kalbinin kırılmasındandır." dediler. Sultân'a, Muhammed Şâzilî'nin gönlünü almanın, ancak hastalığa çâre olabileceğini anlattılar. Bunun üzerine Sultan; "Hatırını almam için ardından adam gönderip getirtiniz." dedi. Komutanlar ona gittiler. OnuMısır'ın dışında bir yerde buldular. Sultân'ın isteğini haber verdiler. O, Sultân'ın yanına gitmeyi kabûl etmedi. Gelenler, Muhammed Şâzilî ile Sultan arasında tereddütte kaldılar, geri dönmediler. Sonunda Şâzilî, Sultân'a acıdı. Ona, temiz ve helâl zeytin yağı ile pişirilmiş bir ekmek parçası gönderdi ve onlara dedi ki: "Ona, bu ekmeğin hastalığını iyileştireceğini söyleyin. Fakat bir daha büyüklere karşı edebi terk etmesin." Sultan gönderilen ekmeği yiyince, iyileşti. O günden sonra, bu hâdise insanlar arasına yayıldı. Sultan, şükran borcu olarak, ona bir torba gümüş gönderdi. Gümüşü getiren, onu kürsüde vâz ederken buldu. Muhammed Şâzilî, gelen kişinin yanındaki gümüşler bitinceye kadar, avuç avuç alıp insanlara attı. Bu olanlar Sultâna ulaştı. Bunun üzerine Sultan, Muhammed Şâzilî'nin yanına gelip, ellerinden öptü. Muhammed Şâzilî, ona; "Kalk, şu kuyuya git. Ondan abdest suyu alarak şu fıskiyeyi doldur ki, kıyâmet günü bu senin için defterinde sevab olarak bulunsun." diye emretti. Sultan elbisesini çıkardı. Bir kova doldurdu. Ona bu kova çok ağır geldi. Güçlükle çekebildi. Baktı ki, altın doluydu. Muhammed Şâzilî'ye durumu söyledi. O da; "Onu kuyuya dök ve yeniden doldur." buyurdu. İkinci ve üçüncü dolduruşunda da böyle oldu. Muhammed Şâzilî buyurdu ki: "Kuyuya, bizim sudan başka bir şeye ihtiyâcımız yok de!" Bunları gören sultan, Muhammed Şâzilî'ye gönderdiği şeyin ne kadar değersiz olduğunu anladı.

HASTALIĞI KALMADI

Muhammed Şâzilî'nin hanımı hastalanmıştı. Ölmek üzereydi. Yâ Seyyidî Ahmed! Yâ Bedevî! Rûhun benimle berâberdir (berâber olsun)." diye söyleniyordu. Rüyâsında hazret-i Ahmed-i Bedevî'yi gördü.Ağzı ve burnu örtülüydü. Üzerinde, yenleri geniş ve göğsü enli (geniş) bir cübbe vardı.Yüzü ve iki gözü kızarmıştı. Kadına; "Nasıl olur da beni çağırır ve yardım istersin. Sen bilmiyor musun ki, şânı yüce olan büyüklerden bir zâtın himâyesindesin. Velîlerden birinin yanında olanların çağırmasına biz cevap vermeyiz. Yâ Seyyidî Muhammed! Yâ Hanefî! de. Allahü teâlâ sana âfiyet versin!" buyurdu.Kadın böyle söyledi ve sabah olduğunda hiç hastalığı kalmamıştı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED ŞENÂVÎ


Evliyânın büyüklerindendir. İsmi Muhammed Şenâvî’dir. Mısır’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1525 (H.932) senesinde Mısır’da vefât etti. Ravh denilen yerdeki dergâhının bahçesine defnedildi.

Muhammed Şenâvî, çok yardımseverdi. Dâimâ halkın ihtiyaçlarını karşılamak için koşardı. Herkese, Allahü teâlâyı devamlı hatırlamaları için zikir telkini yapardı. Kimseden hediye almazdı. Muhammed Şenâvî’nin vâz ve nasîhatleri, çoğunlukla uzun olurdu. Yatsı namazından sonra başlıyan sohbet, sabaha kadar devâm ederdi.

Yine Abdülvehhâb-ı Şa’rânî anlatır: “Muhammed Şenâvî ile, Muhammed bin Ebû Hamâil dergâhında vedâlaştım. O; “Bu son buluşmamız değildir. Bir daha buluşacağız” buyurdu. Aradan bir süre geçti. Ravh mahallesine gittim. Muhammed Şenâvî’nin huzûruna girdim. Son anlarını yaşıyodu. Bana şöyle duâ etti: “Allahü teâlâ, seni gözetsin ve himâyesinden bir ân dahî ayırmasın. O’ndan bunu diliyorum. O’nun huzûruna vardığında, sana ayıplarını örtmekle muâmele eylesin” Muhammed Şenâvî, o gece vefat etti. Sabahleyin halktan habersiz olarak defnedildi. Halk Muhammed Şenâvî’nin vefâtını duyunca, mezarını ziyâret etmek için toplandılar. Mezar başında büyük izdiham meydana geldi.”

Muhammed Şenâvî buyurdu ki: “Bu yol, baştan sona kadar iyi huydan ibârettir.”

“Dünyâdan elime geçenler, bana verilmiş özel bir mal değildir. Ben bu mallara, yoksulların da ortak olduğunu görüyorum. Bunları, benden daha fakir kimseler varsa onlara veririm. Zîrâ, bu rızıkları bana bu iş için veren Allahü teâlâdır. Beni bu hayır işine memur eden, fakirlere yardımdan başka bir işle uğraştırmayan yüce Rabbime hamd ve senâlar olsun.”

ZEHİRLİ YEMEK

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlatır: “Muhammed Şenâvî’nin bulunduğu beldenin devlete âit gelirlerini, İbn-i Yûsuf adında bir görevli topluyordu. Bu bölgede, şâir bitkisi denilen zehirli bir bitki yetiştirilirdi. Bu bitkinin geliri ile, devlet erkânının ve askerlerin geçimi sağlanırdı. Bu zehirli bitkiyi toplamaya mecbur edilen halktan ölenler olurdu. Muhammed Şenâvî, bu bitkinin ekilmesinin yasaklanması için İbn-i Yûsuf’a ne kadar söyledi ise kâr etmedi. Bunun üzerine Muhammed Şenâvî de, talebeleri ve halkla berâber şâir bitkisi toplardı. İbn-i Yûsuf buna çok kızardı. Bir gün İbn-i Yûsuf, Muhammed Şenâvî’yi talebeleriyle birlikte yemeğe dâvet etti. Önlerine zehirli yemek koydu. Muhammed Şenâvî sofraya oturduğu zaman, Allahü teâlânın izni ile yemek kurtlandı. Bu durumu gören Muhammed Şenâvî; “Artık zamânı geldi. Şâir bitkisini ektirmiyeceğim” dedi. Osmanlı Sultânına, bu bitkiyi toplamayı yasaklatması için gitmeye karar verdi. O gece Sultan rüyâsında Muhammed Şenâvî'yi gördü. Muhammed Şenâvî, Sultâna; “Bu İbn-i Yûsuf emri ile ekilen şâir bitkisi toplama işini iptâl et” dedi. Sultan uyandığı zaman, vezîrlerine, Mısır vâlisine böyle birşeyin olup olmadığını sormalarını emretti. Mısır vâlisinden haberin doğruluğuna dâir bilgi gelince, Sultan, şâir bitkisinin ekilmesini yasaklattı.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED ŞEYBÂNÎ



İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin talebelerinin en büyüklerinden. Müctehid âlim ve velîlerden. İsmi, Muhammed bin Hasan bin Abdullah bin Tâvûs bin Hürmüz'dür. Künyesi, Ebû Abdullah olup, Benî Şeybân'ın âzâdlısı olduğu için Şeybânî nisbesiyle meşhûrdur. 752 (H.135)'de Vâsıt şehrinde doğdu. 805(H.189)'de Rey'de vefât etti.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile aynı soydan gelen Muhammed Şeybânî, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrenip, bir kısmını ezberledi. Zamânının ilim merkezlerinden olan Kûfe'ye giderek Süfyân-ıSevrî, Abdurrahmân el-Evzâî gibi hadîs âlimlerinden ders okudu. On dört yaşında iken İmâm-ıA'zam Ebû Hanîfe'nin ders halkasına katıldı. Ondaki ihlâsı ve samîmiyeti gören hocası, ona duâ ederek Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemesini istedi. Nihâyet çok kısa bir zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberleyerek, İmâm-ı A'zam'ın derslerine devâm edip, fıkıh ilmini öğrenmeye başladı. İmâm-ı A'zam'ın vefâtına kadar dört sene ondan, vefâtından sonra da aynı usûl üzerine İmâm-ıEbû Yûsuf'dan ders okudu. Fıkıh ilminde yüksek dereceye ulaştı. Bu hocalarından ve zamânındaki hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf öğrendi. Fıkıh ilminde ihtisâs sâhibi olup, yirmi yaşındaKûfe Câmisinde ders okutmaya başladı. Sonra Medîne'ye giderek üç yıl müddetle İmâm-ı Mâlik'ten Muvattâ'yı okudu; hadîs ve fıkıh tahsîl ederek Kûfe'ye döndü.

Varını yoğunu ilme sarf eden Muhammed Şeybânî, ders vermeye ve talebe okutmaya devâm ederek ilmini yaydı. Pek çok kimse ondan ders alıyor ve evinde oturacak yer kalmıyordu. Uzun müddet Kûfe'de kaldıktan sonra Bağdât'a yerleşti. Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd'in iltifâtına kavuşup, bir müddet kâdılık yaptı. Aynı zamanda fıkıh ve diğer ilimleri öğretip kıymetli talebeler yetiştirdi. İmâm-ıŞâfiî başta olmak üzere, Ebû Süleymân Cürcânî, Ebû Hafs-ı Kebîr, Muhammed bin Mukâtil, Şeddâd bin Hakim, Mûsâ binNâsır Râzî, Ebû Ubeyd Kâsım binSellâm, İsmâil bin Nevbe, Ali bin Müslim Tûsî gibi pek çok âlim, onun tedrîs halkasında yetişti. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin bildirdiği Ehl-i sünnet îtikâdını ve müslümanların ibâdetlerinde ve günlük hayâtlarında uyacakları din bilgilerini yapmaya çalıştı. Hanefî mezhebini, kitaplar yazarak kendinden sonraki nesillere nakl etti. Mezhebde müctehid olup, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasında idi. İmâm-ı A'zam'ın koyduğu usûl kâidelerine göre ictihâdlarda bulundu.

İlimde pek yüksek olup ictihâd derecesine ulaşan MuhammedŞeybânî hazretleri, güzel ahlâkı ve sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhirette seâdete kavuşmalarına vesîle oldu. Bir meclise girdiği zaman güzel konuşmasıyla dinleyenleri doyururdu. Çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:

"Sâdık arkadaş, seni hayra teşvik edendir."

"Bir mecliste ilim ve irfân bulunmazsa, onun yerine, o mecliste nefsânî hisler bulunur."

"Kendi nefsini beğenmek kadar ahmaklık yoktur."

"Affetmek aklın zekâtıdır. Güzel ahlâk, kötü nesebi örter."

Keskin zekâsı ve geniş ilmiyle en ince en çetin meseleleri çözdü. Vaktini aslâ boşa geçirmedi. Her gecenin üçte birinde istirahat, üçte birinde namaz kılıp, ibâdet eder, diğer üçte birinde de talebelerine ilim öğretirdi.

Kendisine niçin çok az uyuyorsun dediklerinde: "Nasıl uyuyabilirim? Bütün müslümanlar, bizim bir işimiz olursa hâlimizi ona arzederiz, derdimize derman ancak odur derken gözüme uyku girer mi?" buyurmuştur. Hanımına; "Her şeyi bana sormayınız, her şeyi benden istemeyiniz. Kalbimin ilimden ve dîne hizmetten başka şeylerle meşgûl olmasına sebeb olur. Ne isterseniz, ne lâzımsa vekilimden alsanız daha iyi olur" derdi. Halîfe Hârûn Reşîd, Horasan seyâhatine çıkarken İmâm-ı Muhammed ile, büyük nahiv (dil) âlimi Kisâî'yi de berâberinde götürdü. 805 (H.189)'da Rey'de iken her iki âlim de vefât etti. Cenâze namazlarında hazır bulunan Halîfe Hârûn Reşîd; "Bugün fıkıh ile Arabî'yi toprağa verdim" diyerek üzüntüsünü bildirmişti.

İmâm-ı Şâfiî; "İmâm-ıMuhammed gibi üstün ahlâk sâhibi, edib ve fakih az bulunur." buyurmuştur. Vaktini aslâ boş geçirmezdi. Muhammed ibni Seleme der ki: "İmâm-ı Muhammed her gecenin üçte birinde yatar, üçte birinde namaz kılar, diğer üçte birinde de talebesine ilim öğretirdi." Ebû Ubeyd anlatır: "İmâm-ı Muhammed'in yanına gittim. İmâm-ı Şâfiî'nin ilme karşı arzusunu gördüm. İmâm-ı Muhammed'e bir suâl sordu, o da cevap verdi. Şâfiî'nin ilme karşı arzusunu görünce kendisine yüz gümüş verip; "Eğer ilimden zevk almak istersen meclisimize devam et bizden ayrılma!" buyurdu. İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: "Eğer İmâm-ı Muhammed'den ders almasaydım ben ilmin kapısında kalmıştım. Ben bütün insanlar arasında onun ihsânlarına dâimâ şükrederim. Ondan öğrendiğim ilimler ile bir deve yükü kitap yazdım. İlmi o kadar yüksekti ki; eğer o bize bizim anlayacağımız derecede hitâb etmeyip, yüksek ilmine göre hitab etseydi, sözünü anlayamazdık. Bizim derecemize göre anlayacağımız şekilde konuşurdu. Ondan daha akıllı, daha üstün kimse görmedim."

Hanefî fıkhında Ebû Yûsuf ile birlikte İmâmeyn (iki imâm) ve Sâhibeyn (iki arkadaş) diye anılan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocası Ebû Hanîfe'nin ictihâd metoduyla hüküm verirdi. Hanefî fıkhına dâir hükümleri kitaplara geçirmek için bir çok kitap yazmış; böylece İslâm hukûkuna en büyük hizmeti yapmıştır. İmâm-ı Muhammed'in eserleri, Hanefî mezhebi fıkhını nakleden kaynaklardır. O, İmâm-ı A'zam'ın derslerinde çözülen meseleleri ve onun sözlerini yazmak sûretiyle kitaplara geçirmiş ve bu hususta çok kitap yazmıştır. Bu kitaplar iki kısma ayrılır. Birinci kısım Zâhirürrivâye kitaplarıdır. Bunlar: Mebsût, Ziyâdât, Câmi-i Kebîr, Câmi-i Sagîr, Siyer-i Kebîr ve Siyer-i Sagîr'dir. Bu kitaplar tevâtür yoluyla nakledilmiştir. İkinci kısım: Nevâdir denilen kitaplar olup, şunlardır: Keysâniyyât, Hârûniyyât, Cürcâniyyât, Rukıyyât'dır.

Zâhid-ül Kevserî'nin yazdığı Bülûgul Emânî fî Sîret-il İmâm Muhammed ibni Haseniş-Şeybânî kitabı, İmâm-ı Muhammed'in hayâtını ve menkıbelerini uzun anlatmaktadır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED ŞÜVEYMÎ



Midyen Eşmûnî hazretlerinin yetiştirdiği evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed Şüveymî’dir. Kaynaklarda doğum ve vefât târihleri bulunmayan Şüveymî, on beşinci asrın sonlarında vefât etti. Kabri, hocası Midyen Eşmûnî’nin kabri yanındadır. Kabrini ziyâret edenler, rûhâniyetlerinden istifâde etmektedirler.

Güzel hâller ve üstünlükler sâhibi olan Şüveymî, gâyet mütevâzî, velî bir zât idi. Hocası Midyen Eşmûnî’ye olan muhabbet ve bağlılığı pek ziyâde idi. Ona olan hürmet ve edebinin çokluğundan dolayı, sohbette hocasının tam yanına oturmaz, biraz geride bir yerde otururdu. Hocasına olan muhabbeti o derecede idi ki, bir kimsenin ona sıkıntı vermesine, onu üzmesine ve onun hakkında uygunsuz düşünceler içinde bulunmasına katiyyen tahammül edemez ve hemen müdâhale ederdi. Bu kimse ister zengin olsun, ister fakir olsun, ister büyük olsun, ister küçük olsun, ister vâli olsun, ister çoban olsun hiç değişmez, hemen müdâhale ederdi. Elinde bulunan asâsı ile, o kimseyi dürterek îkâz ederdi. Onun bu hâlini bilenler, Midyen hazretlerinin yakınına bile oturmaya cesâret edemezlerdi.

Hocasının vefâtından sonra talebelere ders okutmaya başlayan Muhammed Şüveymî’den çok kimseler istifâde etmişdir. Talebelerine devâmlı olarak; “Allahü teâlâyı çok hatırlayınız. Buna devâm ederseniz O’ndan gâfil olmazsınız. Yâni günahlara dalmazsınız. Böylece bütün ihtiyaçlarınız, bütün sıkıntılarınız hallolur.” buyururdu.

Muhammed Şüveymî, nafakasını temin etmek için Eşmûn beldesinde devecilik yapardı. Hasad zamânında, ücret ile istiyenlerin buğdaylarını taşırdı. Fakat, devesine başkaları gibi çok yük yüklemez, az birşey yüklerdi. Bu yüklediği az bir buğday un yapıldığında, diğerlerinin çok buğdayından daha bereketli olurdu.

HAKÎKÎ AŞK

Bir defâsında, Muhammed Şüveymî’nin yanına biri gelerek, sıkıntıda olduğunu, bunun için kendisine yardımcı olmasını istedi ve çok yalvardı. Bu kimse, bir kadınla evlenmek istiyordu. O kadın ise bunu kabûl etmiyordu. Gelen kimsenin derdini dinleyen Şüveymî, ona ıssız bir odayı göstererek “Buraya gir. Kapıyı kapat. Devamlı olarak o kadının ismini söyle!” buyurdu. Orada bulunanlar, ilk bakışta bir mânâ veremediler ise de, onun sözlerinde mutlakâ hikmet bulunacağını düşünüp, netîceyi beklemeye başladılar.

O kimse, o kapalı odada gece-gündüz sevdiği kadının ismini tekrar etmeye devâm ederken, bir müddet geçtikten sonra kapı vuruldu. O kimse bu işin netîcesinin ne olacağını hiç bilmiyordu. Kapıya kulak verdiğinde, kendisi için odaya girdiği kadın şöyle diyordu: “Ben filan kadınım. Senin için geldim. Kapıyı aç!” Adam bu kadının önceki hâlini, bir de şimdiki hâlini düşündü. Birden kalbi değişti. “Mâdem ki iş böyledir. Mâdem ki sevdiğine, ismini çok anmakla kavuşuluyor. O hâlde ben niye başka şeyler ile meşgûl oluyorum. Rabbimin ismini zikretmekle meşgûl olur, O’na ulaşmayı tercih ederim” diye düşündü. Kadını geri gönderip, kendisi Allahü teâlânın ismini zikretmekle meşgûl olmaya başladı. Böyle beş gün devâm ettikten sonra kalb gözü açıldı ve evliyâlık yolunda ilerlemeye başladı.

Bu hâli görenler, Muhammed Şüveymî’nin o kimseyi, o ıssız odaya koymasının hikmetini böylece anlamış oldular.

SEVDİĞİNE KAVUŞMAK

Dokuzuncu asırda, yetişen evliyâdan,
Biri dahi Muhammed Şüveymî'dir o zaman.

Bu zât, talebesine, der idi ki her derste:
“Hâtırlayın Allah'ı, her an ve her nefeste.

Eğer unutmazsanız. Rabbinizi hiç bir ân,
Kurtarır O da sizi, cümle sıkıntınızdan.”

Bir gün biri gelerek, bu velînin yanına,
Dedi “Sıkıntıdayım, yardım et lütfen bana.”

Bu kimse bir kadınla, evlenmek istiyordu,
Kadın ise aksine, bunu istemiyordu.

Şüveymî hazretleri, gösterip bir odayı,
Buyurdu ki: “Şuraya gir ve kapat kapıyı.

O kadının ismini, söyle devâm üzere,
Murâdın tez zamanda, hâsıl olur bu kere.”

O kimse “Peki” deyip odaya girdi nâçar,
O kadının ismini söyledi tekrar tekrar.

Öyle ki, gece gündüz, yemek de yemiyordu,
O kadının, ismini hep tekrar ediyordu.

Birkaç gün geçmişti ki, hadise üzerinden,
O kadın bir gün gelip, kapıyı çaldı birden.

Açmadan sordu o da; “Siz kimsiniz?” diyerek,
Kadın, kapı dışında, seslendi sevinerek.

Dedi ki: “Ben falanca, kadınım beni dinle,
Bil ki ben, evlenmeye, râzı oldum seninle.”

O ânda o kimseye, erişti bir hidâyet,
Kadınla görüşmeyip, teklifini etti red.

Dedi: “Şâyet bir kişi, severse birisini,
Madem ki kavuşuyor, çok söylerse ismini.

Ben niçin insanlarla böyle meşgûl olurum.
İsmini söyleyerek Rabbime kavuşurum.”

O günden îtibâren, o kişi gündüz gece,
Allah’ın zikri ile meşgûl oldu böylece,

Beş gün geçmiş idi ki, görüldü tesirleri,
Kalp gözü açılarak, oldu kâmil bir velî.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED TEVFÎK BOSNEVÎ

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Muhammed Tevfîk'tir. Fâtih civârında bulunan ZeyrekHamamı'nı işlettiği için "Hamâmî", Unkapanı'nda konağı olduğu için "Unkapanî" ve Bosnalı olduğu için "Bosnevî" nisbeleriyle anılan Muhammed Tevfîk Efendi, 1785 (H.1200) senesinde Bosna'da doğdu. 1866 (H.1283) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri, Üsküdar'ın İnâdiye semti Nalçacı Hasan sokağında 26 numaralı evin yanındaki Nalçacı Halîl dergâhı bahçesindedir.

Muhammed Tevfîk Efendinin, Hüsrev Paşanın kethüdâsı olduğu âna kadarki hayâtı kaynaklarda yoktur. Hüsrev Paşanın kethüdâsı iken, İstanbul'da birçok zâttan ilim öğrendi. On birinci hocası olduğu söylenen Etyemez dergâhının şeyhine hizmet ederken, Tevfîk Efendiyi bir cezbe hâli kapladı. Ona her gördüğü eşyâ; "Beni Allahü teâlâ yarattı" diyordu. Uzun süre bu hâli devâm etti. Hüsrev Paşa, onu Kuşadalı İbrâhim Halvetî'ye götürdü. Kuşadalı İbrâhim Halvetî; "Siz sâlih bir kişiye benziyorsunuz" deyince, Tevfik Efendi başından geçenleri anlattı.Anlatırken bir ara kendisinde halîfelik bulunduğunu ağzından kaçırdı. Kuşadalı İbrâhim Halvetî; "Demek ki sizde halîfelik de var." deyince,Muhammed TevfîkEfendi; "Evet var." dedi. Kuşadalı İbrâhim Efendi; "Peki sırr-ı hilâfet nedir?" diye sorunca,Tevfîk Efendi; "İnsanın dâimâ tarîkat hırkası ile bulunmasıdır." dedi. Kuşadalı İbrâhimEfendi; "Dâimâ hırka ile bulunmanın hikmeti nedir?" diye sordu.TevfîkEfendi; "Talebelerin keşfi açılınca çıplak görünmesinler." diye cevap verdi ve o anda ağlamaya başladı. Kuşadalı İbrâhimEfendiye kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Kuşadalı İbrâhim Efendi; "Bu âna kadar çektikleriniz boşa gidecek." diyerek onu talebeliğe kabûl etti. Talebesi Tevfîk Efendinin başka bir hocaya bağlandığını duyan Etyemez dergâhı şeyhi, Tevfîk Efendinin geri dönmesi için Allahü teâlâya yalvardı. Bir süre sonra hastalanan Etyemez Dergâhı şeyhine hizmet etmesi için, Kuşadalı İbrâhim Efendi, Tevfîk Efendiyi İstanbul'a gönderdi. Giderken Tevfîk Efendiye; "Git, hocana hizmet et. O seni sever. Onun sende emeği ve hakkı vardır." buyurdu. Tevfîk Bosnevî İstanbul'a gidip, vefât edinceye kadar hocasına hizmet etti. Hocası vefât edince, yerine geçerek ölünceye kadar insanlara doğru yolu göstermeye çalıştı.

Muhammed Tevfik Bosnevî, uzun boylu, zayıf, seyrek sakallı, elâ gözlü, ince parmaklı ve hep önüne bakarak yürüyen bir zât idi. Yumuşak huylu, çok cömert, tatlı sözlü idi.

Muhyiddîn isimli bir zât şöyle anlatır: "Bir kızım doğdu. Doğum olduğu gün elimde hiç para yoktu. Ebenin parasını dahî veremedik. Sıkıntılı bir hâlde Tevfik Efendinin yanına gittim. Tevfik Efendi bana dönerek; "Sizin bugün bir ihtiyâcınız var. Sizin ihtiyâcınız, bizim ihtiyâcımızdır." dedi. Sonra elime bir miktar para koydu. Tevfik Efendinin verdiği o para, o gün bütün ihtiyâcımı karşıladı. Ayrıca yeni doğan kızıma da bir şeyler aldım."

Tevfîk Bosnevî Efendi, yazdığı bir mektupta buyuruyor ki: "Kur'ân-ı kerîmi, harflerin çıkış yerlerine, tecvîd kurallarına riâyet ederek ve elden geldiği kadar mânâ üzerinde düşünerek, her gün en az beş sayfa okumalıdır. Daha fazla olursa güzel olur. Kur'ân-ı kerîm okurken ağlamalıdır."

Muhammed Tevfîk Bosnevî hazretleri, talebesi olan Erzurumlu Hüseyin Rûhî'ye yazdığı mektupta buyuruyor ki: "Allahü teâlânın dostu olan velîler bu makâmı şu dört şeyi yapmakla elde etmiştir. Dünyâyı terk, âhireti terk, varlığı terk ve kuru bilgiyi terk. Sülûk ilmi de dört esas üzere kurulmuştur: Birincisi Allahü teâlânın, kulu kendine çekmesidir. İkincisi, insanı doğru yola götürecek hocadır. Üçüncüsü, ilim ve irfândır. Dördüncüsü, nefs ile mücâdele etmektir.

Mürşid-i kâmil, insanları Allahü teâlâya ulaştıran ve ilimde yüksek mertebelere yükselten kişidir. Ayın parlaması güneşten kaynaklanır. Gerçek ay, kalb ve rûhumuzdur. Güneş ise mürşid-i kâmilin kalbidir. Dünyâya çok rağbet ettiğimizden kalbimiz karardığı için, mürşid-i kâmili göremez olduk. Onlar bu âlemde her zaman vardır.

Ey yavrum! Sen de bizim gibi durup dinlenmek bilmeyen bir yolculuğa koyulmuşsun. Bu dünyânın fâni ve basit hayâtı seni aldatıp azdırmasın. Mağrûr olma. Böyle yaparsan, hasret ve pişmanlık günü olan kıyâmet gününde mahzun, ürkek ve müflis olarak dolaşırsın."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED UBEYDULLAH SERHENDÎ



Hindistan'da yetişen büyük İslâm âlimlerinden ve evliyânın en üstünlerinden. İsmi, Muhammed Ubeydullah Serhendî olup, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve İmâm-ı Muhammed Ma'sûm'un üçüncü oğludur. Güzel ahlâkı, kıymetli vasıfları, üstünlüğü, yazı ile anlatılamaz. 1628 (H.103 senesinde dünyâya geldi. Rahmetler hazînesi olan amcası Muhammed Saîd, Muhammed Ubeydullah'ın doğumuyla ilgili olarak şöyle buyurdu: "Muhammed Ubeydullah'ın doğum zamânına yakın, bir meleğin; "Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar diriltildiği gün, Allahü teâlânın selâmı onun üzerine olsun." (Meryem sûresi: 15) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuduğunu duydum."

İmâm-ı Muhammed Ma'sûm hazretleri gibi, zamânın en büyük velîsinin kıymetli cevher misâli olan bu oğlu, yüksek babasının teveccüh ve himmetleriyle çok güzel edeb ve terbiye ile yetişti. Aklı, zekâsı, edebi ve anlayışının fevkalâde olması, asâlet ve yaradılışının yüksekliği sebebiyle kısa zamanda zâhirî ve bâtınî olarak yükseldi.

Rivâyet edilir ki; "Bir gün o zamânın âlimlerinden Mevlânâ Abdülhakîm, hazret-i İmâm-ı Ma'sûm'un huzûruna gelerek; "Efendim, kalb, bir parça ettir. Nasıl zikredebilir?" diye suâl etti. O sırada Muhammed Ubeydüllah da orada bulunuyordu ve o zamanlar daha yedi-sekiz yaşlarındaydı. Bu suâli işitince, hiç düşünmeden; "Dil de bir parça ettir. Allahü teâlânın kudreti ile nasıl konuşuyor ve zikr ediyor? Kalb ne için zikretmesin?" dedi. Orada bulunanlar bu tatminkâr cevap karşısında bu çocuğun ilmine, idrâkinin kuvvetine hayret ettiler."

Muhammed Ubeydüllah'ın şaşılacak üstünlükleri, büyüklük hâlleri böyle daha çocuk iken görülmeye başlamıştı. Kur'ân-ı kerîmi bir ay gibi kısa zamanda ezberledi. O ay Ramazan ayı idi. Her gün bir cüz (Kur'ân-ı kerîmde bulunan yirmi sahifelik bölümlerden her biri) ezberler, akşam terâvihde onu okurdu. Hattâ, bu hâdisenin hac yolunda gemide olduğu ve o Ramazan ayının gemide geçtiği de bildirilmiştir.

Muhammed Ubeydüllah'ın büyük ağabeyi MuhammedSıbgatullah, bu kardeşi hakkında; "Kardeşim; hâfız, fâdıl, hâcı, ârif, cömert, velî, müttekî, takvâ sâhibi, babamın makbûlü ve yüksek dedem İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıdır." buyurmuştur.

Muhammed Ubeydüllah Serhendî hazretleri, bambaşka bir keşf sâhibi idi. Öyle ki, dünyâda olmuş bütün işleri keşf ederdi. Hattâ bu keşflerinin çokluğundan sıkılmaya başlayıp, bunlardan kurtulması için yüksek babasına yalvardı. Onun bütün vücûdu göz hükmünde idi. Yâni Allahü teâlâ ona bütün vücûdu ile görmek nîmeti ihsân etmişti. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti.

Yüksek babaları olan İmâm-ı Ma'sûm hazretlerinin Mektûbât'ının birinci cildini bu oğlu topladı. Yine yüksek babalarının Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereyi ziyâretleri esnâsında hâsıl olan yüksek hâllerini, Arabî ifâde ile toplayıp, bir kitap hâlinde yazdı. Risâle-i Yâkûtiyye ismini verdiği bu kitabını, daha sonra Fârisîye çevirdi. Fârisî nüshalarından biri İstanbul'da SüleymâniyeKütüphanesinde mevcuttur.

Muhammed Ubeydüllah hazretleri, vefâtlarından az bir müddet evvel, bulundukları Serhend şehrinden Dehli'ye gitti. 1672 (H.1083) senesinde bir Cuma günü Dehli'den dönüyorlardı. Öğleden sonra ikindi vaktiydi. Bir ara; "Namaz vakti oldu mu?" diye sordu. Yanında bulunan Âhund Sücâdil vaktin geldiğini arzetti. Tekbir için ellerini kaldırdı ve; "Esselâmü aleyküm yâ Resûlallah! sallallahü aleyhi ve sellem". dedi. Sonra niyet edip namaza başladı ve secdede iken mübârek rûhunu cenâb-ı Hakk'a teslim eyledi. Muhammed Hâdî, Muhammed Pârisâ ve Muhammed Sâlim isimlerinde üç oğlu vardı.

Muhammed Ubeydüllah hazretlerinin Mektûbât'ı, Hazînet-ül-Me'ârif ismiyle bilinmekte olup, içinde yüz elli altı mektup vardır. Mektuplar ekseriyetle Fârisî, çok az kısımları da Arabîdir. Hazînet-ül-Me'ârif 1973 (H.1393) senesinde Pâkistan'da basılmış olup, bu kitapdan birkaç mektubun tercümesi aşağıdadır.

66. mektup: Bu mektup, vaktin sultânı olan Ebü'l-Muzaffer Muhyiddîn Muhammed Âlemgîr'e yazılmış olup, tövbe hakkındadır.

Her hamd ve medhin hakîkî sahibi olan ve istediğini yapıp, dilediği şekilde hüküm veren Allahü teâlâya hamd, O'nun sevgili Peygamberine ve âline her zaman dâimî salât ve selâmlar olsun.

Bu fakîre ihsân ederek gönderdiğiniz kıymetli mektubunuz geldi. Çok sevindirdiniz.

(Mektubun bundan sonraki kısmı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Hindistan vâlilerinden Hân-ı Hânân'a yazdıkları mektuptur. Muhammed Ubeydüllah hazretleri, Sultan Âlemgîr'e yüksek dedelerinin yazdıkları mektubun aynısını yazmışlardır. Adı geçen mektup, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî'nin 2. cildinin 66. mektubudur.)

Kıymetli ömrümüz günah işlemekle, kusur, kabahat yapmakla, yanılmakla geçip gidiyor. Bunun için; tövbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekden söyleşmemiz, verâ ve takvâdan konuşmamız hoş olur. Allahü teâlâ, Nûr sûresi otuz birinci âyetinde meâlen; "Ey müminler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz! Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz" buyuruyor. Tahrîm sûresi, sekizinci âyetinde meâlen; "Ey îmân eden seçilmişler! Allahü teâlâya dönünüz. Hâlis tövbe edin! Yâni tövbenizi bozmayın! Böyle tövbe edince Rabbiniz, sizi belki affeder ve ağaçlarının, köşklerinin altından sular akan Cennetlere sokar" buyuruyor. En'âm sûresi, yirminci âyetinde meâlen; "Açık olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız!" buyuruyor. Günahlarına tövbe etmek, herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tövbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, peygamberlerin "aleyhimüsselâm" hepsi tövbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed aleyhisselâm buyuruyor ki: "Kalbimde (envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kerre istigfâr ediyorum." Yapılan günahta, kul hakkı bulunmayıp; zinâ yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara bakmak, Kur'ân-ı kerîmi abdestsiz tutmak ve bozuk inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa; böyle günahlara tövbe etmek, pişman olmakla, istigfâr okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkılıp, O'ndan af dilemekle o günahlar affolur. Farzlardan birini özürsüz terk etti ise, tövbe için, bunlarla birlikte, o farzı da yapmak lâzımdır.

Günahta kul hakkı da varsa, buna tövbe için, kul hakkını hemen ödemek, onunla helâllaşmak, ona iyilik ve duâ etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş ise, ona duâ, istigfâr edip, çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal ve diyet mikdarı parayı fakirlere, miskinlere sadaka verip, sevâbını hak sâhibine ve eziyet yapılana niyet etmelidir. Hazret-i Ali buyuruyor ki: Hazret-i Ebû Bekr doğru sözlüdür. Ondan işittim ki: "Resûlullah efendimiz; "Günah işleyen biri, pişmân olur, abdest alıp namaz kılar ve günâhı için istigfâr ederse, Allahü teâlâ, o günâhı elbette affeder. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 109. âyetinde (meâlen); "Biri günah işler veya kendine zulm eder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya istigfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhâmetli, af ve magfiret edici bulur" buyurmaktadır." dedi." Bir hadîs-i şerîfte; "Günâhı olan kimse, istigfâr ve tövbe eder, sonra bu günâhı tekrar yapar, sonra yine istigfâr söyler, tövbe eder. Üçüncüye yine yapar ve yine tövbe ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günah yazılır." buyruldu. Bir hadîs-i şerîfte; "Müsevvifler helâk oldu" buyruldu. Yâni, ileride tövbe ederim diyenler, tövbeyi geciktirenler ziyân etti. Lokman Hakîm, velî veya peygamber idi. Oğluna nasîhat ederek; "Oğlum, tövbeyi yarına bırakma!Çünkü, ölüm ansızın gelip yakalar" dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki: "Her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimse, kendine zulmeder." Abdullah ibni Mübârek buyurdu ki: "Haram olarak ele geçen bir kuruşu, sâhibine geri vermek, yüz kuruş sadaka vermekden daha sevâbdır." Âlimlerimiz buyuruyor ki: "Haksız alınan bir kuruşu sâhibine geri vermek, kabûl olan altı yüz nâfile hacdan daha sevabdır" Yâ Rabbî! Kendimize zulm ettik. Bize acımaz, af etmezsen, hâlimiz pek fenâ olur."

Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ buyurur ki: "Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muhtaç kalmazsın." Peygamber efendimiz Ebû Hüreyre'ye buyurdu ki: "Verâ sâhibi ol ki, insanların en âbidi olursun!" Hasan-ı Basrî buyurdu ki: "Zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır."Ebû Hüreyre buyurdu ki: "Kıyâmet günü, Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar, verâ ve zühd sâhipleridir." Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Bana yaklaşanlar, sevgime kavuşanlar içinde, verâ sâhipleri gibi yaklaşan olmaz." Büyük âlimlerden bazısı buyurdu ki: "Bir kimse, şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz: Gıybet etmemeli. Müminlere sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığıihsânları, nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yere harcetmeli, haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki, makam istemeyip, buraları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmayı birinci vazife bilmeli. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûru, hidâyeti arttır. Bizi affet! Sen her şeyi yapabilirsin."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED URRE


Şam’da yetişen Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed babasınınki de Muhammed’dir. El-Bikâ’î el-Hammârî nisbeleri vardır. Urre diye tanınır. Tasavvufta Düsûkiyye koluna mensub idi. Şam yakınlarında bulunan Bikâ’ beldelerinden Hammâre’de yetişen Muhammed Urre’nin, doğum târihi bilinmemektedir. 1590 (H.999) senesinde bir salı günü vefât etti.

Muhammed Esed es-Safdî gibi zâtların sohbetlerinde ve derslerinde yetişen Muhammed Urre, zamânında bulunan evliyânın en büyüklerinden oldu. Her ân Allahü teâlâyı zikrederdi. Göz açıp kapayacak kadar zamandan daha az zaman da olsa, hiçbir ân Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve O’nu zikretmekten geri kalmazdı. Çok ibâdet eden ve Allahü teâlâyı çok zikreden evliyâya mahsus olan nûra, mânevî güzelliğe sâhip idi. Bu nûr, onun yüzünde her zaman belli olurdu. Mübârek yüzü gül gibi olup, ay gibi parlardı ve etrâfa nûr saçardı.

Bir gün Şam civârında, Bikâ’ beldelerinden olan Gazze beldesinden bir grup kimse, odun toplamak üzere Lübnân Dağına gitmişlerdi. Bu toplulukta Ömer bin Hıdr isminde bir kimse vardı ve bu kimse cünüb olarak yola çıkmıştı. Gazzeliler dağda odun keserlerken, gizliden gelen hafif bir sesin kendilerine hitâb ettiğini ve; “Ey Gazze ehli! Size âsîler, yol kesici eşkıyâlar geliyor.” dediğini duydular. Bu sesi duyar duymaz paniğe kapılan insanlar, hemen kaçarak Gazze’ye döndüler. Fakat Ömer bin Hıdr gitmemiş, olduğu yerde kalakalmıştı. Bu arada, birden bire karşısında Muhammed Urre’yi gördü. Orada yüksekçe bir yerde, heybetli bir şekilde duruyordu. Ömer bin Hıdr onu görünce, biraz önce kendilerine seslenip îkâz eden zâtın o olduğunu anladı. Muhammed bin Urre, Ömer bin Hıdr’a bakarak; “Yâ Ömer! Hem cünüb olarak dağa gidiyorsun, hem de eşkıyâlardan korkmuyorsun öyle mi? biraz önceki sesi duymadın mı? Arkadaşlarınla birlikte sen niye Gazze’ye dönmedin?” dedi. Bunları hayretle dinleyen Ömer bin Hıdr çok utandı. O hâlde bulunduğuna çok pişmân oldu. Mahcub bir şekilde ağlıyarak; “Ey Efendim! Bu hâlime pişmân oldum. Allahü teâlâya tövbe ediyorum.” diyordu.

Muhammed Urre’yi sevenlerden, onun büyüklüğünü tanıyanlardan bir kimse, bir yolculuğa çıkmıştı. Geçeceği yollar gâyet tehlikeli idi. Bu kimse kendi kendine niyet edip, eğer sağ sâlim Şam’a geri dönersem, Muhammed Urre hazretlerine Allah rızâsı için elbise vereceğim diye nezretti. Fakat bu niyetini kimseye söylememiş idi. Nihâyet, hiçbir sıkıntıya uğramadan Şam’a döndü. Sabah olduğunda, Muhammed Urre o kimsenin kapısını çaldı ve; “Haydi nezrini ver.” dedi. O da hemen nezrettiği şeyi ona verdi. Muhammed Urre’nin bu apaçık kerâmeti karşısında çok hayret etti. Niyetini kimseye söylemediği hâlde, o büyük zâtın, kerâmet olarak bunu bildiğini anladı. Bu hâdise sebebiyle ona olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı. Bu bağlılığından dolayı da çok istifâde etti.

Rivâyet edilir ki, Muhammed Urre’nin talebelerinden, sevdiklerinden birisinin, çarşıda bir dükkânı vardı. Muhammed Urre, bu talebesini sever, arasıra dükkânına uğrardı. Bir gün bu talebesine buyurdu ki: “Bu dükkânı boşalt. Buradan çık. Burada birşey olacak. Burası birkaç gün içinde yıkılacak.” O talebe, hocasının bu emir ve îkâzına uyarak derhâl dükkânı boşalttı. Bundan boşalan dükkâna da başka bir kimse girdi. Aradan birkaç gün geçmiş idi ki, Muhammed Urre yine o dükkânın bulunduğu yere uğramış idi. O dükkân herkesin gözü önünde çöktü. O zâtın bereketi ile, hiçkimseye bir şey olmadı. O talebe, hocasının bu açık kerâmetine şâhid olmakla, hocasına olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.

Muhammed Urre’nin zamânında bulunan bir kimse şöyle anlatır: “Muhammed Urre’yi ilk tanıdığım zamanlar, kendi kendime derdim ki: “Keşke şu zâtın durumuna, hâline muttali” olsaydım. Hâlini iyice anlasaydım. Nasıl biridir? Namazlarını edâ ediyor mu? Cumâ ve cemâate devâm ediyor mu?” Bu düşünceler içindeydim. Çünkü çok gizli, kapalı bir hâli vardı. Hiç konuşmazdı. İnsanlarla pek sohbet etmezdi. Fakat kendisinde gördüğüm bir hâl sebebiyle, onun evliyânın seçilmişlerinden ve Şam’ın ileri gelenlerinden olduğunu anladım. Kendisinde gördüğüm hâl şöyleydi: 1586 (H.994) senesinde bir Cumâ günü Cumâ namazı için erkenden câmiye gitmiştim. Bir de baktım ki, Muhammed Urre yanımda duruyor. Câmiye girince, önce tehıyyet-ül-mescid namazı kıldı. Sonra oturdu. Namaz vakti oluncaya kadar bekledi. Dikkat ettim. Hep zikir ile meşgûl oluyordu. Onun zikretmesi, hatîb hutbeye çıkıncaya kadar devâm etti. Hutbe başlayınca zikri kesip hutbeyi dinledi. Ben onun bu hâlinden anladım ki, başkalarıyla çok lüzum olmadıkca konuşmamasının sebebi, dilinin hep zikir ile meşgûl olması idi. Kendisini tâkib ettim. Bütün edeblerine riâyet ederek namazını çok güzel bir şekilde kılıyordu. Namazdan sonra herkes çıktığı hâlde, o çıkmadı. Ben de kendisini bekledim. İmâm da çıktıktan sonra, câmide ikimiz yalnız kalmıştık. Kalktı, ben de kalktım. Benimle müsâfeha etti. Tebessüm ederek; bana bakıyor ve sanki; “Bende görmek istediğin hâli iyice tahkik ettin değil mi?” diyordu. İşte onda gördüğüm bu hâl sebebiyle, büyüklüğünü ve üstünlüğünü kavradım. Onun, muhabbet ve üstünlüğünü kalbime yerleştirmesini Allahü teâlâdan istedim ve yüksek velîlerden olduğunu böylece anlamış oldum.”

ACABA NEREDEDİR

Necmüddîn-i Gazzî şöyle anlatır: “Muhammed Urre, birgün câmisinde zikir ile meşgûl olurken, Allahü teâlânın aşkı ve kendisini kaplayan tasavvufî hâl sebebiyle kendinden geçerek ve elinde olmayarak “Allah” diye bir sayha etti. Câminin hemen yakınında bir yerde de, bâzı kimseler toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Bu kimseler arasında, Anadolu’dan gelmiş olan biri de bulunuyordu. O toplulukta bulunanlar, Muhammed Urre’nin sayhasını işittiler. Birisi dedi ki: “Bu sayha kimindir.” Başka birisi de; “Muhammed Urre’nindir.” dedi. Anadolu’dan gelen zât, bu ismi duyunca hayretle; “Muhammed Urre bu beldeden midir?” diye sordu. diğerleri “Evet.” dediler. Anadolulu; “Allahü teâlâ ona uzun ömürler versin.” dedi. Bu sefer diğerleri hayret edip; “Sen onu nereden tanıyorsun?” dediler. Bunun üzerine o kimse yemin ederek; “Ben onu Rodos vak’asından tanıyorum. Rodos’un fethi sırasında, Muhammed Urre’yi Kânûnî Sultan Süleymân Hânın önünde, işte bu gözlerim ile görmüştüm. Şimdi acabâ nerededir. Yerini bilseydik gidip kendisini ziyâret ederdik.” dedi. Onlar da; “İşte şu yakındaki câmidedir.” dediler. Anadolu’dan gelen zât, hemen o câmiye gidip Muhammed Urre’nin elini öptü. Duâsını ve gönlünü aldı.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN VÂSİ’



Muhaddis, zâhid, âbid, ârif-i kâmil, Tâbiînin büyük âlimlerinden. Basralı’dır. Doğum târihi ve âilesi hakkında bilgi yoktur. 740 (H.123) senesinde vefât etti. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin sohbetinde yetişti. Tâbiînden çoklarına hizmet etti. Devrin eşsiz âlim ve mârifetler kaynağı Hasan-ı Basrî, Süfyân-ı Sevrî, Mâlik bin Dinâr’ın arkadaşıydı. Berâber bulunup, sohbet ederlerdi. Zamanının bir tanesiydi. Mârifette o dereceye vardı ki; “Gördüğüm her şeyde Rabbimi görürüm” buyurdu. hadîs ilminde sikadır (sağlam, güvenilir). Kendisinden meşhûr muhaddislerden (hadîs âlimlerinden) Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî rivâyette bulundular.

Muhammed bin Vâsi’, dünyâya düşkün olmayan ve tevâzu sâhibi olup, pek çok menkıbeleri bulunan bir zâttır. Çok ibâdet edip, başkalarına da rehber olurdu. Câfer bin Süleymân; “İbâdette tenbelleştiğim zaman, Muhammed bin Vâsi’e bakarak yeniden ibâdete heveslenirim ve tenbelliğim kaybolur, o istekle bir hafta devam ederim.” buyurdu.

Duâsında; “Allah'ım, bizi senden uzaklaştıracak rızıktan sana sığınırım.” buyururdu. Riyâzet sâhibiydi. Kuru ekmeği suya batırır yerdi ve; “Buna kanâat eden, insanlara muhtâc olmaz” derdi. Çok şükür ederdi. Bacağında yara çıkmıştı. Biri görüp, “Sana acıyorum” deyince, “Ben de bu yaranın gözümde veya dilimde çıkmadığına şükrediyorum.” buyurdu.

Ölümden çok korkup, âhiret hayatına hazırlanırdı. İbret almak niyetiyle her Cuma kabirleri ziyâret ederdi. “Pazartesi günleri ziyâret etsen daha iyi olmaz mı?” dediklerinde, “Meyyitler Cuma, Perşembe ve Cumartesi günleri kendilerini ziyâret edenleri tanır.” buyurdu. Basra kadı ve vâlisi Bilâl bin Ebû Bürde’nin “Kader hakkında görüşün nedir?” suâline “Etrafındaki mezarlıklara bak, onlar kader ile meşgûl değiller” cevâbını verdi.

“Nasılsınız?” dediler, “Ecelim yakın, emelim sonsuz, amelim kötü” cevâbını verdi. Ölümü ânında; “Ey kardeşler, size selâm olsun! Allahü teâlânın affına mazhar olmazsam, varacağım yer Cehennem'dir” dedi.

Bir kimse Muhammed bin Vâsi’den nasîhat istedi. “Dünyâ ve âhirette padişah olmanı tavsiye ederim.” buyurdu. Adam; “Bu nasıl olur?” diye sorunca; “Dünyâda zâhid olmakla, yâni kimseye tamah etmez, herkesi muhtâc görürsün. İşte o zaman sen dünyâyı istemediğin için, zengin, ihtiyaçsız ve padişahsın. Böyle olan dünyâ ve âhiret padişahı olur.” buyurdu. Sultanın hediyesini uygun görmeyip, almazdı. Basra emirlerinden birisi, Mâlik bin Dînâr’a on bin dirhem hediyye gönderdi. O da bu hediyyeyi, tamamen meclisinde hazır bulunanlara taksim etti. Muhammed bin Vâsi’ onun yanına gelip; “Şu mahlûkun sana hediyye ettiği parayı ne yaptın?” diye sorunca, Mâlik de; “Burada bulunanlara sor.” buyurdu. Onlar da, hepsini dağıttığını söylediler. Muhammed bin Vâsi’; “Allah aşkına doğru söyle parayı verdiği için bu adama kalbin temâyül etti mi? İçinde buna karşı eskisinden daha fazla bir sevgi uyandı mı?” diye sordu. Mâlik de; “Evet gerçekten öyle oldu. Şimdi ona daha çok temâyül ettim.” buyurunca şu cevâbıyla hâlini anlattı; “İşte ben bundan korkarım.”

Hadîs âlimlerinden Katâde “Kur’ân-ı kerîm okuyucuları üç kısımdır: Bir kısmı Allah için, bir kısmı dünyâlık için, bir kısmı da hükümdarlar için okurlar. Muhammed bin Vâsi’ ise, Allah için okuyanlardandır” buyurarak onun hâlini haber verdi. Hasan-ı Basrî de ona “Kur'ân'ın (çok iyi Kur’ân-ı kerîm okuyucusu) süsü.” derdi.

Hasan-ı Basrî’yi çok severdi. Onun evine gider, Nûr sûresindeki; “Sâdık dostlarınızın evlerinde yemenizde size bir günah yoktur.” meâlindeki âyet-i kerîmesine uygun hareket ederdi. Hasan-ı Basrî de Muhammed bin Vâsi’nin bu hâline çok sevinirdi, dostlarının evinde serbest hareket etmesinden memnun olurdu.

Buyurdular ki; “Şu dört şey kalbi öldürür: Günah işlemeye devam etmek, kadınlar ile fazla münâsebet, ahmaklarla sohbet, ölülerle oturmak.” Sohbetindekiler; “Ölülerle oturmak da nasıl olurmuş.“ diye sorduklarında, şu cevâbı verdi: “Ölülerden kastım, şımarık zenginler, zâlim idârecilerdir.”

Bir gün devrin âmirlerinden Kuteybe bin Müslim’in kapısına yün elbisesi ile gitti. Kuteybe “Niçin suf (yün) giydin?” dedi. Cevap vermedi. “Niçin cevap vermiyorsun?” diye sorunca; “Zühd yapmak için diyeceğim, kendimi övmek olacak. Fakirlikten diyeceğim, Hak teâlâdan şikâyet olacak” buyurdu.

“Allahü teâlâyı bilir misin?” diye sorduklarında, başını önüne eğip, bir müddet sustu. sonra; “O’nu bilenin sözü az, hayreti dâimi olur.” buyurdu. Birisi kendisine “Nasılsın?” deyince, “Ömrü eksilip, günahı çoğalanın hâli nasıl olur?” buyurdu.

Bir gün Mâlik bin Dinâr’a; “İnsanlara karşı dili korumak, gümüş ve altını korumaktan zordur.” Çok az konuşmasına rağmen buyurdukları da hikmet doludur.

Buyurdular ki: “Kur’ân-ı kerîm âriflerin bostanıdır. Ondan tattığınız lezzetlerin herbirini ayrı bir letâfet içinde tadarsınız.”

“Cennette duran bir adamın ağlaması ne kadar garip ise, dünyâda henüz gireceği yeri bilmiyen kimsenin gülmesi de o nisbette şaşılacak şeydir.”

“Bir kimse kalbini Allah'a çevirirse bütün kulların kalbini kazanmış olur. Allahü teâlâ, onu bütün kullarına sevdirir.”

“Sâdık ve hakîki mümin olmak için, Allahü teâlâdan korku ve ümidin beraber olması lâzımdır.”

“Biz öylelerine (Eshâb-ı kirâma) kavuştuk ki, hanımları ile aynı yastığa baş koyar, ama bu halde sabaha kadar sızlanır, ağlar, yastık gözyaşından ıslanır. Yirmi sene buna devam eder de, ne bu ağlamadan, ne de sızlamadan hanımların haberi olmazdı.”

“Dünyâda yalnız üç şeye heves ettim: Sapıtmaya doğru eğildiğim vakit beni doğrultacak, ikaz edip, yola getirecek bir arkadaşa; helâl nafakaya; huzûr içinde cemâat ile namaz kılmaya.”

“Kazancın temizliği bedenlerin de temizliği demektir. Allahü

HAKİKİ HÜKÜMDAR

Muhammed bin Vâsi’ ki, Tâbiînden kendisi,
Ârif-i kâmil olup, devrinin bir tanesi,

Îtibâr etmez idi, dünyâya zerre kadar,
İstifâde ederdi, sözlerinden insanlar.

Biri kader hakkında, bir suâl sordu ona,
Mezarlığı gösterdi, cevaben o insana.

Ve buyurdu: “Bu konu, geniş bir ilim ister,
Meşgul değil bununla, şimdi kabirdekiler.”

Demek istemişti ki, bunu soran insana,
“Uğraşma, âhirette, sormazlar bunu sana.”

Kendisini sevenler, geldiler huzûruna,
“Nasılsınız efendim?” diye sorunca ona,

Dedi: “Nasıl olayım, belki yakın ecelim,
Lâkin amelim kötü, pek uzundur emelim.”

Şöyle buyurmuş idi, birine nasihatte:
“Gayret et, pâdişâh ol, dünyâ ve âhirette”

“Nasıl olur?” deyince, buyurdu ki o zaman:
“Bir dileğin olunca, bekleme insanlardan.

Rabbinden iste yalnız, herkes O’na muhtaçtır,
Böyle olan bir mümin, hakîkî pâdişâhtır.”

“Rabbini bilir misin?” diye sorduklarında,
Başını öne eğip, biraz durdu o anda,

Daha sonra başını kaldırıp, şöyle dedi:
“Onu bilen az söyler, çok olur ibâdeti.”

Derdi ki: “İnsanlara, karşı dili korumak,
Altını korumaktan, daha zordur muhakkak.

Âhirette, Cennet'e, girmiş olsa bir kimse,
Orada ağlaması, ne kadar garip ise,

Cennet'e gideceği, meçhul olan kimsenin,
Gülmesi de o kadar, gariptir bunun için.

Öyleleri vardır ki, şöyle idi aynıyla,
Başını bir yastığa, koyardı hanımıyla.

Lâkin sabaha kadar, ağlayıp sızlanırdı,
Yastığı gözyaşından, tamâmen ıslanırdı.

Yirmi yıl ağlardı da, sessizce geceleri,
Hanımının bunlardan, olmazdı hiç haberi.”

Yâ Rabbî, bu mübârek insanlar hürmetine,
Âhirette bizi de, dâhil et Cennetine.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED ZİYÂD


İstanbul'daki büyük velîlerden. İsmi, Muhammed Ziyâd'dır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1790 (H.1205) senesinde İstanbul'da vefât etti. Etyemez semtindeki Kadem-i şerîf dergâhı bahçesine defnedildi.

Muhammed Ziyâd, Şeyh Ebü'l-Vefâ İbrâhim Sa'dî Şeybânî'nin talebesidir. Onun terbiyesinde yetişti. Mânevî ilimlerde üstün derecelere yükseldi.

Muhammed Ziyâd Efendi, Şam şehri civârında Kadem köyündeki Kadem-i şerîfin (Peygamber efendimizin mübârek ayak izinin bulunduğu taş) bulunduğu câmiyi yaptırdı. Birinci Sultan Abdülhamîd Hanın zamânında, Sultan tarafından İstanbul'a dâvet edildi. Muhammed Ziyâd Efendi, bu dâvet üzerine, Kadem-i saâdeti başına alıp, yürüyerek İstanbul'a getirdi. Çok hürmet ve îtibâr gördü. Zamânın sadrâzamı Halîl Hamîd Paşa, Muhammed Ziyâd Efendiye çok muhabbet gösterenlerdendi. Kadem dergâhının olduğu yer sâhipli olduğundan, Halîl Hamîd Paşa burasını satın alıp vakfetti. Derhal, vakfedilen arsa üzerine dergâh yapılmaya başlandı. 1776 (H.1190) senesinde, Kadem Dergâhının inşâsı tamamlandı. Muhammed Ziyâd Efendiye, bu dergâhta insanlara ilim öğretmesi için vazife verdi ve dergâhı kendisine teslim etti.

Muhammed Ziyâd Efendi, Kadem Dergâhında uzun zaman insanlara ilim öğretmekle meşgûl oldu. Bâb-ı âlî (Devlet dâireleri) tâtil olduğunda, sadrâzam ve devletin ileri gelenleri, dergâha gelir, Muhammed Ziyâd Efendinin sohbetini dinlerlerdi.

Muhammed Ziyâd Efendinin getirdiği Kadem-i saâdet, bugün Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın türbesindedir. Türbenin Yeni Câmi tarafındaki duvarında bulunan dolaba yerleştirilmiştir. Önceleri, kandil ve arefe gibi mübârek günlerde, Kadem Dergâhı şeyhi olan zât tarafından ziyâret ettirilmesi vakıf şartlarından idi.

Muhammed Ziyâd Efendi, İstanbul'da çok hürmet ve îtibâr gördü. Vefâtına kadar dergâhtaki vazifesini yerine getirdi. Vefâtında da dergâhına defnedildi. Türbesinin üzeri açıktır. Mezârının kitâbesinde şöyle yazılıdır:

"Kadem-i şerîfi, Şam'dan Âsitâne-i aliyyeye nakl hizmetiyle şereflenen, Sa'diyye sülâlesinden, âriflerin kutbu, Allahü teâlânın sevgili kulu, merhûm Şeyh Seyyid Muhammed Ziyâd Efendinin mübârek rûhu için lillâhi teâlel Fâtiha."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED ZUĞDÂN


Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed, babasınınki Ahmed’dir. Künyesi Ebû Abdullah ve Ebü'l-Mevâhib’dir. İbn-i Zuğdân diye meşhur oldu. 1417 (H.820) senesinde Tûnus’ta doğdu. 1476 (H. 881) senesinde Kâhire’de vefât etti. Karâfe’deki eş-Şâziliyye kabristanına defnedildi.

İbn-i Zuğdân, önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Birçok ilmî eserleri okudu. Arab dili ve edebiyâtını; Ebû Abdullah er-Remlî, Ömer eş-Şelşânî, Ömer el-Berzelî ve başkalarından, fıkıh ilmini; İbrâhim el-Ahdarî’den, mantık ilmini; Muhammed el-Mûsulî’den, hadîs ilmini; İbn-i Hacer’den öğrendi. 1438 (H.842) senesinde Kâhire’ye gitti. Tasavvuf erbâbıyla görüşüp, onların sohbetlerinde bulundu. Evliyânın büyüklerinden Yahyâ bin Ebi’l-Vefâ ile görüşüp, bereketli sohbetlerine kavuştu. Mâlikî mezhebinde idi.

İbn-i Zuğdân, çoğu zaman cezbe, kendinden geçmiş hâlde olur, kendisini Allahü teâlânın sevgisi kaplardı. Câmi’ul-Ezher’in bitişiğindeki minâre yanında ikâmet eder, ibâdet ve tefekkürle vaktini geçirirdi. İbn-i Zuğdân’ın sözleri, şiirleri, kasîdeleri, sohbetlerde okunurdu. Bunları dinleyenler, mânevî coşkunluğa dalardı. İbn-i Zuğdân, kendisini çekemiyenlere, yumuşak ve güzel muâmele ederdi.

İbn-i Zuğdân, Peygamber efendimizi sık sık rüyâsında görürdü. Gördüğü rüyâları kendisi şöyle anlatır:

“Bir gece Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm ve; “Ey Allahü teâlânın Resûlü! Birçok kimse, sizi rüyâda sık sık gördüğüme inanmıyorlar.” dedim. Mübârek elini kalbimin üzerine koydu ve; “Ey evlâdım, gıybet haramdır. Sen, “Ey müminler! Zannın çoğundan sakınınız! Çünkü, zannın çoğu günâh olur. Birbirinizin kusûrunu araştırmayın! Birbirinizi gıybet etmeyin!” (Hucurât-12) meâlindeki âyet-i celîleyi okumadın mı?” buyurdu. Sonra Resûl-i ekrem şöyle buyurdu: “Eğer başkasının gıybet etmesini dinlemek mecburiyetinde kalırsan, İhlâs ve Mu’âvvezeteyn sûrelerini oku. Hâsıl olan sevâbı, gıybeti edilenlere hediyye eyle. Çünkü gıybet ile sevap, ikisi de birbirlerini tâkib ederler ve Allahü teâlânın izni ile denk olurlar.”

Resûlullah efendimiz rüyâmda bana; “Uyuyacağın zaman beş defâ E’ûzü Besmele oku ve sonra şöyle duâ et: “Ey Allahım! Muhammed’in hakkı için, Muhammed’in yüzünü şu anda ve gelecekte bana göster.” Bunu dediğin zaman, ben sana görünürüm ve aslâ gecikmem.” buyurdular.

Resûl-i ekremi yine rüyâda gördüm ve; “Ey Allah'ın Resûlü, beni bırakma” dedim. Resûlullah buyurdu ki; “Biz, Kevser havuzuna gelip, orada kana kana su içinceye kadar seni bırakmayız. Çünkü sen, Kevser sûresini okuyup, bana salât ve selâm getiriyorsun. Salât ve selâmın sevâbını sana hîbe ettim. Kevser sûresinin sevâbını ise, senin için bekletmekteyim. “Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyelkayyûme ve etûbü ileyhi ve es’elüh-üt-tevbete vel-magfirete innehü hüvet-tevvâbürrahîm” sözünü, amelinde riyâkarlık olduğu veya sözün herhangi bir bencilliğe kaçtığı zaman tekrarla.”

Resûl-i ekrem rüyâmda bana; “Sen yüz bin kişiye şefâat edeceksin” buyurdu. Ben de; “Ey Allah'ın Resûlü! Hangi amelimle bu mertebeyi elde ettim?” diye sorunca; “Benim üzerime okuyup, sevâbını bana hediye ettiğin salât ve selâm ile bu mertebeye eriştin.” buyurdular.

Bir kere, zikrimi tamamlamak için Resûlullah’a okuduğum salât ve selâmlarda acele ettim. Okuduğum salât ve selâm bin adet idi. Resûl-i ekrem rüyâmda; “Acelenin şeytan işi olduğunu bilmez misin?” diye beni azarladı ve buyurdu ki: “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed derken, yavaş yavaş, harflerin üzerine basa basa söyle. Ancak vakit daralmış ise, o zaman biraz acele edebilirsin. Sana öğrettiğim bu şekil, fazîletli şeklidir. Başka şekillerde getirilen salât ve selâm yine kabûl olunur. En iyisi, salâtın başlangıcında bir kere de olsa, tam mânâsı ile, yavaş yavaş salât ve selâmın tamâmını getirmelisin, noksan bırakmamalısın.” Sonra Resûl-i ekrem, bana tam salât ve selâmın şeklini şöyle tâlim buyurdular: “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin kemâ salleyte alâ seyyidinâ İbrâhîme ve alâ âli seyyidinâ İbrâhîme ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin kemâ bârekte alâ seyyidinâ İbrâhîme ve alâ âli seyyidinâ İbrâhîme fil âlemîn, inneke hamîdün mecîd. Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtühü.”

Bir gece yine rüyâmda, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Bir ihtiyâcın var ise ve onun yapılmasını diliyorsan, Seyyidet Nefîse’ye (Resûlullah'ın pak neslinden gelen bir veli hanıma) bir kuruş bile olsa adakda bulun. O zaman senin ihtiyâcın giderilmiş olur.”

İbn-i Zuğdân buyurdu ki: “Kötü arkadaşları terketmek istersen, ilk önce kendindeki kötü ahlâkı bırak. Nefsin, sana herkesten daha yakındır. En yakına emri mârûf yapmak daha önce gelir.”

“Dünyâlık peşinde koşanlar, dünyâya sımsıkı sarılıyorlar. Hâlbuki her nefes alışta ondan uzaklaşmaktadırlar. İleriyi göremediklerinden kördürler.”

“Zenginlikle fakirlik, birbirlerine karşı övündüler. Zenginlik, fakirliğe dedi ki: “Sen kim oluyorsun? Ben, Allahü teâlânın vasfıyım.” Fakirlik, zenginliğe şu cevâbı verdi: “Ben olmasaydım, senin vasfın bilinmiyecekti. Benim tevâzum olmasaydı, senin kıymetin artmayacaktı ve yükselmeyecekti. Ben ubûdiyyetin nişânesiyim.”

“Resûlullah efendimizi rüyâsında görmek istiyen bir kimse, gece ve gündüz, aşk ile tutuşup, O’na salevât-ı şerîfe getirmeli ve O’nunla birlikte velîleri de sevmelidir. Eğer Resûlullah ile birlikte evliyâyı sevmezse, Resûlullahın kapısı kendisi için kapalı olur. Çünkü evliyâ, insanların efendileridir. Onlar kızarlarsa, Allahü teâlâ da onlar kızdığı için gazaba gelir. Resûl-i ekrem de böyledir. Evliyânın sevmediğini, Resûlullah da sevmez, onlar kızdığı için, Resûlullah da kızar.”

“Haber aldığımıza göre, kıyâmet gününde, ismi Muhammed olan kimseleri Allahü teâlânın huzûruna getirirler. Hak teâlâ, Muhammed isimli kimseye; “Bana isyân ederken, hiç isminden de mi utanmadın. Hâlbuki senin ismin, Habîbimin ismi idi. Fakat ben, sana azâb etmem. Zîrâ sen, Habîbimin ismi ile isimlendirilmişsin. Git ve Cennete gir.” buyuruyor.”

“Zâlim ile arkadaşlık eden zâlimdir. Zîrâ zâlimle berâber bulunmak, Allahü teâlâdan gâfil olmak ve nefsinden râzı olmak hastalığını ortaya çıkarır. Hemen bunun arkasından da şeytan ile oturmak husûsu ortaya çıkar.”

“Talebe çok zaman, hocasına “Neden?” dediği için nîmetlerinin arttırılmasından mahrum kalmıştır.”

“Gösteriş bulunan her amel, makbûl değildir. Zîrâ Hak teâlâ; “Sâlih ameli kabûl ederim.” buyuruyor. Her kim yaptığı ameli gösteriş niyetiyle yaparsa, onun ameli Allahü teâlânın huzûruna ulaşmaz. Yapanın yanında kalır.”

“Ey kişi, evliyânın sohbetinde bulun. Eğer onların sana hiç faydası yok ise de, kıyâmet gününde senin ellerinden tutarlar. Kendilerine arkadaş olanların, dünyâda da musîbet yükünü yüklenirler. Üzüntü ve hüzünlerini paylaşırlar.”

İbn-i Zuğdân, birçok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Kavânînü Hükm-il-İşrâki ilâ Sufiyyeti Cemî’ıl-Âfâk, 2) Bugyet-üs-Süâl an Merâtib-i Ehl-il-Kemâl, 3) Silâh-ül-Vefâiyye bi Sügril İskenderiyye. 4) Ferh-ul-Esmâ’ bi Rühas-is-Simâ’, 5) Mevâhib-ül-Me’ârif, 6) Şerhu Hikem-il-Atâiyye.

SÂLİH RÜYÂ

Bir zaman Resûlullah’ı rüyâmda görmez oldum. Sonra yine görmeye başladım. Bunun üzerine ben: “Ey Allah'ın Resûlü! Benim günâhım ne idi ki, bana görünmez oldunuz?” diye sordum. Buyurdular ki: “Sen bizi rüyâda görecek kimselerden değilsin. Zîrâ sen, sırlarımı başkalarına ifşâ ediyorsun.” Gerçekten ben gördüğüm rüyâlarımdan bâzılarını yanımda bulunan bir şahsa anlatmıştım. Bundan böyle Allahü teâlâya tövbe eyledim. Tövbe ettikten sonra, yine Resûl-i ekremi rüyâmda görmeye başladım.

Bir keresinde Resûl-i ekrem rüyâmda bana; “Ey Muhammed! Bu gaflet ve bu uyku neden. Neden bizden böyle uzaklaştın? Neden Kur’ân-ı kerîm okumayı terk eyledin? Kur’ân-ı kerîm okumayı bırakıp da, yalnız zikirle meşgûl olman ne için? Her gün, bir cüzün dörtte biri kadar olsa da Kur’ân-ı kerîm oku. Her gün, bundan az okumamaya dikkat et” buyurdu.

İbn-i Zuğdân’ın talebelerinden bâzıları şöyle demektedirler: "O günden sonra İbn-i Zuğdân, Kur’ân-ı kerîm okumasını terk etmedi. Bâzı âyet-i kerîmeleri tekrar tekrar okur, üzerinde durur ve ağlardı. Göz yaşları yanaklarından ve mübârek sakalı üzerinden akardı. Onun huzûrunda konuşmaya kimse muktedir olamazdı. Zîrâ, vecd hâli ve çok ağlaması, herkesi susmağa mecbur kılardı.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHİBBULLAH-I MANKPÛRÎ



Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Muhibbullah, nisbetiMankpûrî'dir. Mîr Seyyid Muhibbullah-ı Mankpûrî ismiyle tanınır. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. On yedinci asrın sonlarına doğru vefât ettiği bilinmektedir.

İlk zamanlarında, o zamânın evliyâsının büyüklerinden Muhammed bin Fadlullah-i Bürhânpûrî'nin hizmetinde bulundu. Ona çok güzel hizmet eden Seyyid Muhibbullah-ıMankpûrî, o zâttan icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, yine aynı şehirde bulunan Mîr Muhammed Nûmân'ın hizmet ve huzûru ile şereflendi. Ondan tasavvuf yolunun edeb ve inceliklerini öğrenmeye başladı.

Mîr Muhammed Nûmân'ın meclisinde, devamlı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Medh-ü-senâsı geçtiğinden ve yüksek mektupları okunduğundan, İmâm-ı Rabbânî'yi görmek ve hizmetlerinde bulunmak arzu ve şevkiyle yanmaya başladı. Bu aşkla hazret-i İmâm'ın yüksek dergâhlarına kavuştu. Bir müddet orada kaldı. Birçok mânevî dereceler elde etti. İmâm-ı Rabbânî, Mîr Muhammed Nûmân'a yazdıkları bir mektupta bunu şöyle bildirmektedir: "Seyyid Muhibbullah, Allahü teâlâdan başka her şeyi unuttu ve fenâ derecelerinin bâzısına kavuştu. Kendisine bir nevî icâzet verip, Mankpûr'a gönderdik."

Seyyid Mîr Muhibbullah-ı Mankpûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretleri tarafından vazifelendirilerek Mankpûr'a gidince, orada bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermelerinden iyice rahatsız olup, hazret-i İmâm'a mektup yazarak durumu arzetti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şöyle bir mektup yazdılar:

"Allahü teâlâya hamd olsun ve O'nun sevgili Peygamberine salât olsun. Size ve bütün müslümanlara duâ ederim. Kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah'ın şerefli mektubu geldi. Bizi çok sevindirdi. İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Akrabânın incitmelerine sabretmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine, aleyhisselâm emrederek, Ahkâf sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: "Peygamberlerden Ülül'azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azab vermesi için duâ etmekte acele eyleme!" orada bulunanlara en faydalı şey; yanlarında bulunanların eziyet etmeleri, sıkıntı vermeleridir. Siz bu nîmeti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yemeğe alışmış olan, şifâ verici acı ilâcdan kaçar. Buna ne diyeceğimi bilemiyorum. Fârisî beyt tercümesi:

Nazlı olsa da, aşka yakalanan kimse,
Naz çekmeğe alışması lâzım elbette!

İlâh-âbâd denilen yere göç etmek için izin istiyorsunuz. Yâhut bir yer gösteriniz de, oraya gidip, halkın ifrât derecesindeki cefâsından kurtulayım diyorsunuz. Buna ruhsat, izin verilebilir. Fakat, azîmet daha iyi yol, orada kalıp, sıkıntılara sabır ve tahammül etmektir. Bildiğiniz gibi, bu mevsimde hâlsiz oluyorum. Bunun için kısa yazdım. Selâm ederim." (Üçüncü cild, 7'nci mektup)

BİD'ATLERİN KÖTÜLÜĞÜ

Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhibbullah-ı Mankpûrî'ye bir mektupta şöyle buyurdular:

"Allahü teâlâya hamd olsun! O'nun peygamberlerine salât ve size duâlar ederim. Kıymetli kardeşim Seyyid Mîr Muhibbullah! Buradaki fakîrlerin hâlleri, gidişleri çok iyidir. Bunun için Allahü teâlâya sonsuz hamd etmek lâzımdır. Sizin de selâmetiniz için ve hâlinizin değişmemesi için ve doğru yolda ilerlemeniz için Allahü teâlâya duâ ederim. Bu günlerde, ne hâlde bulunduğunuzu bildirmediniz. Mesâfenin uzaklığı, haberleşmeyi güçleştiriyor. Nasîhat vermek; dînimizin birinci vazîfesidir ve peygamberlerin en üstününe uymaktır. (O'na ve hepsine üstün duâlar ve selâmlar olsun!) O'na uymak için O'nun sünnetlerini, yâni bütün emir ve yasaklarını yerine getirmek ve O'nun beğenmediği bid'atlerden sakınmak lâzımdır. O bid'atler, gecenin karanlığını yok eden tan yerinin ağarması gibi parlak görünseler de, hepsinden kaçmak lâzımdır. Çünkü hiçbir bid'atte nûr yoktur, ışık yoktur. Hiçbir hastaya şifâ yoktur. Hiçbir hastaya ilâc olamazlar. Çünkü, her bid'ât, ya bir sünneti yok eder, yâhut sünnetle ilgisi olmaz. Fakat, sünnetle ilgisi olmayan bid'atler, sünnetten aşırı, artık oldukları için, sünneti yok etmiş olmaktadırlar. Çünkü, bir emri emr olunandan ziyâde yapmak, bu emri değiştirmek olur. Bundan anlaşılıyor ki, nasıl olursa olsun, her bid'at, sünneti yok etmektedir. Sünnete ters düşmektedir. Hiçbir bid'atte iyilik ve güzellik yoktur. Keşke bilseydim. Kâmil olan bu dinde ve Allahü teâlânın râzı olduğu İslâmiyette, nîmetler tamam olduktan sonra, ortaya çıkan bid'atlerden bâzılarına, nasıl olmuş da güzel demişler? Bunlar niçin bilmemişler ki, bir şey yükseldikten, tamam olduktan, beğenildikten sonra, buna yapılacak eklemeler güzel olamaz. Hak olan, doğru olan bir şeyde yapılacak her değişiklik, dalâlet ve sapıklık olur. Kâmil olan, tamam olan bu dinde, sonradan meydana çıkarılan bir şeye güzel demenin, dînin kemâle ermediğini göstereceğini ve nîmetin tamam olmadığını bildireceğini anlamış olsalardı, hiçbir bid'ate güzel diyemezlerdi. Bunu niçin bilmemişler? Yâ Rabbî! Unuttuğumuz ve yanıldığımız şeyler için bizleri hesâba çekme! Size ve yanınızda olanlara selâm ederim."(2'nci cild, 19'uncu mektup)
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHYİDDÎN-İ ARABÎ


On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Endülüs'te ve Şam taraflarında yaşamış büyük velîlerden. İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur. Âilesi meşhûr Tayy kabîlesine mensuptur. Cömertliğiyle meşhûr Adiy bin Hâtem'in kardeşi Abdullah bin Hâtem'in neslindendir. 1165 (H.560) senesinde Endülüs'teki Mürsiyye kasabasında doğdu. 1240 (H.63 senesinde Şam'da vefât etti. KabriŞam'da olup sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Küçük yaşında ilim tahsîl etmeye başlayan Muhyiddîn-i Arabî, sekiz yaşındayken babasıyla birlikte İşbiliyye'ye gitti. Pekçok âlimin ilim meclislerinde bulunup, ilim öğrendi. Keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası ile dikkatleri çekti.

Bir gün Muhyiddîn-i Arabî hastalandı. Hastalığın tesirinden bayıldı, hattâ öldü zannettiler. Muhyiddîn-i Arabî baygın hâldeyken, kendisine, çirkin yüzlü bâzı kimselerin eziyet ve sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu çirkin yüzlüleri kovalamaya çalışan nûrânî yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım ediyordu. Nihâyet bu güzel zât, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; "Yâsîn sûresi" cevâbını aldı. Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolu halde Yâsîn-i şerîf okuyan babasını gördü.

Muhyiddîn-i Arabî pekçok ilimleri tahsîl etti. Filozof İbn-i Rüşd'le görüştü. 1194 (H.590) senesinde Endülüs'ten ayrılarak Tunus'a, 1195'de Fas'a gitti. Karşılaştığı birçok âlimle sohbet edip, ilim meclislerinde bulundu. 1199 senesinde tekrar Endülüs'e dönüp Kurtuba'ya geldi. 1201 senesinde tekrar Endülüs'ten ayrılıp doğuya gitmek üzere Tunus'a geçti. Hacca giderken Mısır'a uğradı. Oradan Mekke-i mükerremeye giderek hac farîzasını yerine getirdi. İki yıl kadar Mekke'de kalıp, Medîne-i münevvereye geldi ve sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti.

Endülüs'te, Fas'ta, Tunus'ta, Mısır ve Mekke-i mükerremede kaldığı zamanlarda hadîs ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü'l-Ferec ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek sûretiyle, fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde yetişti.

Tefsîr, hadîs, fıkıh, kırâat gibi pekçok ilimlerde büyük âlim oldu. Tasavvufta, Ebû Midyen Magribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temim, Ebü'l-Hasan ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhûr oldu. Mekke'de bulunduğu sırada Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserini yazdı.

Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ'yı yanına çağırarak; "Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin." buyurdu. Yûnus bin Yahyâ, uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn-iArabî'ye, hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, zamânında, ilminden ve feyzinden istifâde etmek için kendisine mürâcaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti. Konya'ya gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikrâm ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tâyin olunduğu ve hediyeler gönderildiği halde, hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî'nin hocası ve üvey babası oldu.

Hocasının üstâdı olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hırkasını üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddîn-i Konevî'ye giydirdi.

Konya'da bir müddet kaldıktan sonra Haleb'e giden Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1215 senesinde tekrar Konya'ya döndü. Aynı sene içinde Sivas'a, oradan da Malatya'ya gitti. 1230 senesinde Şam'a giderek oraya yerleşti.

Büyük âlimler, Muhyiddîn-i Arâbî'nin hâl, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu kabûl ettiler. Evliyânın büyüklerinden Ebû Midyen Magribî ona; "Âriflerin Sultânı" demişdir. Şeyh Safiyyüddîn bin Ebû Mensûr onun hakkında; "O, şeyhdir, imâmdır. Hem de tam kâmil ve hakîkatı bulanlardandır. Onu üstün irfan sâhiplerinin başında saymak lâzımdır. Öyle açık gönül âlemi vardı ki, özüne erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşf âlemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hâllere gelince, ancak "Hârika" diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak âlemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velâyet ahkâmına dâir tasavvuf deryâsında pek uzun kulaçlar atardı. O ummânın da süratli bir yüzücüsü idi. Ve nihâyet o, bu yolda vaz geçilmez bir zât idi. Böyle kabûl edip, onun şânını bu şekilde yüceltmek ona lâyıktır." derdi.

Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî şöyle anlatmıştır: "Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken görüşürdü."

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri şöyle anlatır:

"Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; "Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonra Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim.

"Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden meydana gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccâdeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete inanmıyan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu."

Zenginlerden biri, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine kıymetli bir ev bağışlamıştı. İbn-i Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün bir fakir gelip dedi ki: "Allah rızâsı için bana bir şey ver." Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu ki: "Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun." Böyle söyleyip, evi o fakire verip terketti.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, İmâm-ı Gazâlî'ye muhabbet ve bağlılığından, Şam'da Gazâliye Medresesinde çok oturur, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserlerini okurdu. Bir gün müderris derse gelmedi. Muhyiddîn-i Arabî orada idi. Fakîhler kendisine; "Efendim, bugün bize dersi siz veriniz." deyip ısrâr ettiler. O da; "Ben Mâlikî mezhebindenim. Mâdem ki çok ısrâr ediyorsunuz akşamki dersinizi söyleyiniz" buyurdu. İmâm-ı Gazâlî'nin fıkha dâir Vesît kitabından bir yer gösterdiler. Muhyiddîn-i Arabî onlara ders verdi, uzun uzun îzâh ve açıklamalar yaptı. Öyle ki, onlar; "Biz böyle bir üstâd görmedik." dediler.

Horasan'da Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine çok dil uzatan, ona ve onu sevenlere eziyet eden bir adam vardı. Çok eziyet görenler, Muhyiddîn-i Arabî'ye bunu şikâyet edip, sabra tahammülümüz kalmadı, cezâsını veriniz dediler. O da; "Bana şöyle şöyle bir bıçak getirin." buyurdu. Bir kâğıdı insan şeklinde yapıp, bıçakla kesti ve; "Ey cemâat, şu anda, Horasan'daki o inatçı adamı boğazladım. Evindeki duvarın çatısındaki köprü şeklindeki kalası kaldırdım ve bıçağı onun altına koydum. Onu yirmi kişiden az insan kaldıramaz. Bıçağın üzerine, onun kanı ile, bunu Muhyiddîn-i Arabî boğazladı diye yazdım." buyurdu.Şikâyet edenlerden biri Horasan'a gitti. O evi buldu. Filân kimse, falan günde, falan saatte onu kesti dediler. Hâdise, hocalarının buyurduğu şekildeydi. Onlara vâkıayı anlattı. Birçokları töhmetten kurtuldu. Bildirilen kalası kaldırdılar. Bıçağı ve yazıyı, Muhyiddîn-i Arabî'nin buyurduğu hâlde buldular.

Bir kimse, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğüne inanmaz, ona buğzederdi. Her namazının sonunda da, ona on defâ lânet etmeyi kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenâzesinde Muhyiddîn-i Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-iArabî'yi evine dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden gülümseyerek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: "Bana her gün namazlarının sonunda on defâ lânet okuyan bu kimse, af ve magfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin Kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim."

Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet etti: "Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bir gün Kâbe-i muazzamada, Kâbe'nin mânâsı hakkında bir vâz veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkâr ettim. O gece, mânevî mânâda Kâbe'nin Muhyiddîn-iArabî'nin etrâfında dönerek, onu tavaf ettiğini gördüm."

Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn ibni Arabî yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî'ye denildi ki: "İbn-i Arabî hakkında ne dersin?" buyurdu ki: "Hakîkatler deryâsı, kutb-i kebîr ve gavs'dır."

İbn-i Arabî'ye Sühreverdî'den sorulunca buyurdu ki: "Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur."

"Ruhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?" diye sordular. Onlara verdiği cevapta; "Üç şekilde: 1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek" buyurdu.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri kendinden nasîhat isteyen bir kimseye buyurdu ki:

"Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Herşeyden önce sana lâzım olan, sana kendi ayıb ve kusûrlarını gösterecek, seni nefsine itâattan kurtaracak bir üstâd, hoca lâzımdır. Şâyet böyle bir zâtı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana bâzı nasîhatlerde bulunayım. O zâtı bulduğun zaman, huzûrunda, yıkayıcının elindeki meyyit, ölü gibi ol. Çünkü meyyit, yıkayıcının irâdesine göre hareket eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir. Meyyit, yıkayıcıya aslâ îtirâz etmez.

Sakın hatırına o zâta karşı îtirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzûrunda, kölenin, efendisinin huzûrunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rüyânı veya başka bir hâlini arz ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile berâber olma. Arkadaşlık etme. Hocanı seveni sev ve ona yardımcı ol.

O zâta, hiçbir işinde îtiraz etme. Bunu niçin böyle yaptın? deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun senin oturuşundan haberdâr olduğunu unutma. Edebi aslâ terketme. Yolda giderken onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayâyı azaltır, ona karşı hürmeti kalbten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak sûretiyle göster. O zâta yemek ve yiyecek takdîm ettiğin zaman, diğer lâzım olan şeyler ile berâber önüne bırak, kapının yanında edeble dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada bir şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, îtiraz etmeden ye. Başkasına verme.

O zâtın denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bâzan onlar, talebelerini denerler. Onunla berâber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zâta karşı edebe uymayan bir husus meydana gelip, onun bundan haberi olduğu hâlde, sana müsâmaha gösterdiğini, seni cezâlandırmadığını görürsen, bilki o seni denemektedir. O zât, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona, işleri hususunda sana görüşünü sormadan, görüş beyân etme. Şâyet seninle istişâre ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvâfık olduğunu söyle. Haddizâtında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtac olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.

Böyle bir zâtı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri râzı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyân içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgûl olmaktır. Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdest al. Abdest aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemâatle beş vakit namaza ve evinde nâfile namaza devâm et.

Abdesti en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyâyı terk etme niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duâları oku. Tevâzu ve huşû içerisinde, kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü hayâ ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak, muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını, en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabbinin nîmetlerini müşâhede etmek için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun. Resûlullah'a salâtü selâm oku. Sonra, namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi dur. Yüzün ile Kâbe-i muazzamaya döndüğün gibi, kalbin ile de Allahü teâlâya dön. Kul olduğunu, Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al. Rükû'dan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allahü teâlânın kudreti ile yaşadığını düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra bu düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.

Acıkmadıkça yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Yemeği ihtiyâcın kadar ye. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Orta derecede al. Lokmayı ağzına koymadan önce Besmele-i şerîfeyi oku. Lokmayı iyice çiğne, sonra yut. Yemekten sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun."

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri velîlik yolundaki yüksek derecesini ifâde ederek buyurdu ki:

"Allahü teâlâ bana öyle nîmetler ihsân etti, bildirdi ki, istersem kıyâmete kadar gelecek bütün velîleri, kutubları, isim ve nesebleriyle bildirebilirim. Fakat bâzıları inkâr ederler de, mânevî kazançlarından kaybederler diye korkuyorum."

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirdi.Edison'u (1847-1931) dahi "Üstâdım" demek mecbûriyetinde bıraktı. Fâtih SultanMehmed Hanın İstanbul'u fethedeceğini, Yavuz SultanSelîm Hanın Şam'a geleceğini keşf yoluyla haber verdi.

Şeceret-ün-Nu'mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır." dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.63 Rabî'ul-âhir ayının 28. Cumâ günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam'da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti. Sâlihiyye'de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı SultânıYavuz Selîm Hân Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arâbî'nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.

Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, onu çok seven bir hizmetçisi vardı. Onun vefâtından sonra gece gündüz ağlardı. Bir gece hizmetçinin kapısı açıldı. İçeriye Muhyiddîn-i Arabî sağlığındaki hâliyle girdi. Hizmetçisine; "Ağlamayınız." diyerek onu teselli etti.

Büyük âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf ediyordu. O esnâda ihrâmını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve kendi kendine; "Benim gibi bir âlime hürmet etmemek ne ayıp şey." dedi. Biraz sonra büyük bir câmide vâz verecekti. Câmi çok kalabalıktı. Bütün cemâat onun vâzını dinlemek için bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye çıktı. Fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu. Ter içinde kaldı. "Bugün biraz rahatsızım, konuşamayacağım." dedi ve kürsüden indi. Evine gidip; "Yâ Rabbî! Ne gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de bunlar başıma geldi." diye Allahü teâlâya yalvarıp ağladı. O gece rüyâsında Muhyiddîn-i Arabî'yi gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi olduğunu anlayıp pişman oldu. Muhyiddîn-i Arabî'yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken kapısı çalındı. Gördü ki, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri karşısında durmaktadır. "Buyurun." deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn-i Arabî onun özrünü kabûl etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O âlim kimsenin ilmi, kendisine iâde olundu.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri her işini Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapardı. Allahü teâlânın rızâsına ve mârifet-i İlâhiyyeye kavuşmak için İslâmiyete tam uymak gerektiğini belirtirdi.

"İslâmiyetin emirlerinden bir emri yapmayanın mârifeti sahîh değildir." buyururdu.

Muhyiddîn-i Arabî; "Ârifin niyeti, maksadı olmaz" buyuruyor. İslâm âlimleri bu cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: "Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için bir şeye başvurmaz demektir. Çünkü, derd ve belâların sevgiliden geldiğini, O'nun dileği olduğunu bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymakdadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O'ndan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice faydaları vardır, bu anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekte, onların belâlarına sebeb olmaktadır."

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve fıkıh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyururdu ki: "Peygamber efendimiz; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz." emri ile, bâzı meşâyıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de hesâbımı görüyorum."

Dört mezhebin âlim ve ârifleri, Muhyiddîn-i Arabî'yi hep medhetmişlerdir. İmâm-ı Şa'rânî El-Yevâkit vel-Cevâhir'inde ondan uzun uzun bahsetmekte, Şeyh Abdülganî Nablüsî ve Ârif-i billah Seyyid Mustafa Bekrî, onun için ayrı birer kitap yazmışlardır. Abdülganî Nablüsî'nin eseri Er-Redd-ül-Metîn alâ Müntakıs-il-Ârif Muhyiddîn, Seyyid Mustafa Bekrî'nin eseri, Es-Süyûf-ül-Haddâd fî A'nâki Ehl-iz-Zendeka vel-İlhâd'dır. Şihâbüddîn Sühreverdî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ, İbn-i Hacer Heytemî, Hâfız Süyûtî, Ali bin Meymûn, Celâlüddîn Devânî, Seyyid Abdülkâdir Ayderûsî, İbn-i Kemâl Paşa, Kâmûs sâhibi Necmüddîn Fîrûzâbâdî hep onu medh etmişlerdir.

Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl Paşa hazretleri, İbn-i Arabî hakkında sorulan bir suâle şöyle cevap vermiştir: "Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ'ya, O'nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olanEshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibniArabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arabî'yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeblendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak ile memurdur ve vazifelidir.

İbn-i Arabî'nin birçok eseri vardır. Füsûs-i Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin bâzı meseleleri lafz ve mânâ bakımından mâlûm olup, emr-i ilâhîye ve şer'i Nebevî'ye uygun, bâzı meseleleri ise, zâhir ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül ehilleri) bilirler. Meram olan mânâyı anlayamayan kimsenin, bu makamda susması gerekir. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur" (İsrâ sûresi: 36). Allahü teâlâ doğru yola götürendir."

İmâm-ı Süyûtî, Tenbîh-ül-Gabî kitabında, Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbât etmektedir. Ebüssü'ûd Efendi fetvâlarında da, ona dil uzatılamayacağı yazılıdır.

Bununla berâber, îmân, îtikâd ve ibâdet bilgilerine tam vâkıf olmayanların ve tasavvufun inceliklerini iyi bilmeyenlerin, Muhyîddîn-i Arabî'nin kitaplarını okumaları ve sözleri üzerinde düşünmeleri, çok defâ zararlı olmaktadır. Geçmiş asırlardaki velîlerin ve âlimlerin bâzıları da, onun sözlerini anlamakta acze düşmüşler ve yanlış yollar tutmuşlardır. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûd bilgisi ve mertebesi çok yüksek ve kıymetli olmakla berâber, nihâyetin nihâyeti değildir. Asıl maksad yanında, bu mertebe çok gerilerde kalmaktadır. (Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî hakkında, İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanan Müjdeci Mektuplar ve Seâdet-i Ebediyye kitaplarında geniş bilgiler vardır.)

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1230 (H.627) senesinde Şam'da iken, bir gece mânâ âleminde Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz elinde bir kitap tutarak; "Bu Füsûs-ül-Hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyâtını açıkla." buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî de Sevgili Peygamberimizin mânevî işâretine uyarak, emir ve ilhâm ile, kitabın ihtivâ ettiği hususları ne eksik, ne de fazla yazdı. Bu kitapta kısa bir başlangıç vardır. Ve ismi bildirilen her Peygambere aleyhimüsselâm, bir hikmet verildiği bildirilmiştir. Çok kıymetli bir kitaptır. Sonra gelen âlimler, bu kitabın kırktan fazla şerhini yapmışlardır.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, evliyâ-i ârifînin en büyüklerinden olduğu gibi, zâhir âlimlerin de büyük imâmlarındandır. Sultan Melik Muzaffer Behâüddîn Gâzî'ye icâzet (diploma) verdiği, Câmiu Kerâmât isimli kitapta bildirilmektedir. Yine aynı kitapta, üstâdlarının isimleri uzun uzun yazılıdır. Bu kitapta, yazdığı eserlerden iki yüz otuz dört tânesinin ismi bildirilmekte, hepsi bu icâzette yazılmış bulunmaktadır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: Fütûhât-ı Mekkiyye, Et-Tedbîrât-ül-İlâhiyye, Et-Tenezzülât-ül-Mevsûliyye. El-Ecvibet-ül-Müsekkite an Süâlât-il-Hakîm Tirmizî, Füsûs-ül-Hikem, El-İsrâ ilâ Makâmil Esrâ, Şerhü Hal'in-Na'leyn, Tâc-ür-Resâil, Minhâc-ül-Vesâil, Kitâb-ül-Azamet, Kitâb-ül-Beyân, Kitâb-üt-Tecelliyât, Mefâtîh-ül-Gayb, Kitâb-ül-Hak, Merâtibü Ulûm-il-Vehb, El-İ'lâm bi-İşâreti Ehl-il-İlhâm, El-İbâdet vel-Halvet, El-Medhal ilâ Ma'rifetil-Esmâ, Künhü mâ lâ Büdde Minh, En-Nükabâ, Hilyet-ül-Ebdâl, Esrâr-ül-Halvet, Akîde-i Ehl-i Sünnet, İşârât-ül-Kavleyn, Kitâb-ül-Hüve vel-Ehâdiyyet, El-Celâlet, El-Ezel, Anka-i Mugrib, Hatm-ül-Evliyâ, Eş-Şevâhid, El-Yakîn, Tâc-üt-Terâcim, El-Kutb, Risâlet-ül-İntisâr, El-Hucb, Tercümân-ül-Eşvâk, Ez-Zehâir, Mevâkı-un-Nücûm, Mevâiz-ül-Hasene, Mübeşşirât, El-Celâl vel-Cemâl, Muhâdarât-ül-Ahrâr ve Müsâmerât-ül-Ahyâr. Buhârî, Müslim, Tirmizî'nin eserlerini muhtasar hâle getirmiştir. Sırrü Esmâillah-il-Husnâ, Şifâ-ül-Alîl fî Îzâh-üs-Sebîl, Cilâ-ül-Kulûb, Et-Tahkîk fil-Keşfi an Sırr-is-Sıddîk. El-Vahy, El-Ma'rifet, El-Kadr, El-Vücûd, El-Cennet, El-Kasem, En-Nâr, El-A'râf, Mü'min, Müslim ve Muhsin, El-Arş, El-Vesâil, İ'câz-ül-Lisân fî Tercemetin an-il-Kur'ân".

SÖZLERİ DOĞRUDUR

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle anlatır: "Hocalarımdan Ebü'l-Abbâs hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-i zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; "Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü'l-Abbâs'ın o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdîk et." buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlattım. Bana; "Sana söylediğim sözün doğru olduğunu isbât etmek için Hızır aleyhisselâmdan yardım istedim" buyurdu. Bunun üzerine hocama îtirâz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim."

YAKMAYAN ATEŞ

Muhyiddîn-i Arabî, zamânında bir kişi,
Felsefeyle îzâha, çalışırdı her işi.

Açık mûcizeleri, ederdi o hep inkâr,
Derdi ki: “Bu şeylere, câhiller inanırlar.”

Geldi bir gün bu kişi, Muhyiddîn-i Arabî’ye,
Kapıdan izin alıp ve girdi içeriye,

Soğuk bir kış günüydü, mangal vardı odada,
Şöyle söze başladı, bu filozof orada.

“Bâzı câhil insanlar, şuna inanırlarmış,
Nemrud Halîlullah'ı, bir gün ateşe atmış.

Ve lâkin Halîlullah, yanmamış o ateşte,
Bu işi akıl mantık, kabûl etmiyor işte.

Ateşin özelliği, yakıcıdır muhakkak
Böyle hurâfelere, câhil inanır ancak.”

Üzüldü o velî zât onun bu sözlerinden
Ona cevap olarak, kalktı hemen yerinden,

Ateş dolu mangalı, alarak ellerine,
Boşalttı tamamını, kilimin üzerine.

Karıştırdı eliyle, hem de o ateşleri,
Sonra da avuç avuç, mangala döktü geri.

Bunu gören filozof, şaşırdı hayretinden,
Dedi ki: “Bu gördüğüm, gerçek mi hakîkaten.”

Peşinden buyurdu ki, Muhyiddîn-i Arabî:
“Sok sen de şu ateşe, elini, benim gibi.”

O dahî bir elini, uzatınca ateşe
Ateşin şiddetinden, geri çekti acele.

Çok hayret etmiş idi, o kişi olanlardan,
Muhyiddîn-i Arabî, buyurdu ki o zaman:

“Ateşin özelliği, yakıcıdır ve fakat,
İbrahîm peygamberi, yakmadı, bu hakîkat,

Bıçak da kesicidir, mantığa bakar isek,
Ve fakat İsmâil’i, kesmedi, bu da gerçek.

Sen yanlış biliyorsun, hakîkat işte budur,
Her şey Hak teâlânın, dilemesiyle olur.”

Pişman oldu o kişi, önceki sözlerine,
Şehâdeti söyleyip, girdi İslâm dînine.

ALLAHÜ TEÂLÂ EMRETMEDİKÇE YAKMAZ

Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devâm edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen: "Biz de: Ey ateş İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik" buyurmaktadır." dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-iArabî hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe sok!" deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-iArabî bunun üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir." buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

KAZDIĞI KUYUYA DÜŞTÜ

Evi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: "Bir gece yatsı namazından sonraydı. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam âniden çukurun içinde kayboldu. Hâne halkı, onun kaybolduğunu anlayınca aramağa çıktılar. Ben durumu kendilerine haber verdim. Gelip gömüldüğü yeri kazmaya başladılar ve başını buldular. Çekip çıkarmak istediler. Fakat bütün uğraşmaları boşuna oldu. Zîrâ, onlar çıkarmağa çalıştıkça, o, durmadan aşağı doğru indi. Kazıldıkça indi ve çıkarmaları mümkün olmadı. Nihâyet kurtaramayacaklarını anladılar. Kazdıkları yeri tekrar toprakla doldurup, yorgun ve perişân bir hâlde, elleri boş olarak bırakıp gittiler."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHYİDDÎN-İ İSKİLİBÎ


Büyük velî. Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendinin babası. İsmi, Şeyh Yavsı Mustafa Muhyiddîn-i İskilibî'dir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1514 (H.920) senesinde İskilip'te vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.

Muhyiddîn İskilibî, âlim ve velî bir zât olup, Molla Ali Kuşcu ve MollaAli Tûsî'den ilim öğrendi. Sonra da Şeyh Muslihuddîn'in derslerine devâm etti. Sonra Şeyh İbrâhim Kayserî'nin sohbetlerinde bulundu. İlim ve edeb öğrendi. İcâzet, diploma aldı. Hocasının emriyle halkı irşâda, hak ve hakîkatı anlatmaya başladı. Ömrü insanları hak yola dâvet ve güzel ahlâkı öğretmekle geçti.

Muhyiddîn-i İskilibî hacca giderken, Amasya'da Şehzâde Bâyezîd ile görüştü. Bu görüşmede ona; "Hacdan dönüşte sizi pâdişâhlık tahtına oturmuş buluruz." buyurdu ve öyle oldu. Muhyiddîn-i İskilibî, ilmi ve âlimleri çok seven, pâdişâhın takdîr ettiği bir büyük zât idi. Pâdişâhla aralarında kuvvetli bir muhabbet bağı vardı. Bu sebeple kendisine "Hünkâr Şeyhi" denildi ve bu lakabla meşhûr oldu. Sultan Bâyezîd Hân, onun için, İstanbul'un en güzel yerinde çok güzel bir dergâh yaptırdı ve nice binâ ve malı buraya vakfeyledi. Onunla sohbet etmekten çok hoşlandığından, zaman zaman saraya dâvet eder, güzel ahlâkından ve tatlı sözlerinden çok faydalanırdı.

Muhyiddîn-i İskilibî'nin dergâhı, gelenlerle dolup taşar, ilim ve edeb sâhiplerinin yeri olurdu. Vezîrler, beyler, kadıaskerler ziyâretinde kusûr etmez, gelen herkes kapısında ilim ve edeb öğrenme imkânını bulurdu. Bu alâka karşısında, Muhyiddîn-i İskilibî'nin davranışlarında hiçbir değişiklik olmaz, insanların medhetmesi veya zemmedip kötülemesi, hâlini değiştirmezdi. Dünyânın gelip geçici mal ve mevkiine önem vermezdi. Her hâliyle doğruluğu halkın gönlünde yer etmişti. Güzel ahlâkı ve davranışları ile insanlara örnek oldu.

Muhyiddîn-i İskilibî, birkaç ilimde üstün derecede idi. Âlimler onun yanında konuşmaktan çekinirlerdi.

Taşköprüzâde şöyle anlattı: "Birgün Muhyiddîn-i İskilibî, babama zor bir mesele sorup, îzâh etmesini istedi. Babam bu mesele ile ilgili bir kitap yazıp, huzûruna götürüp arz etti. Muhyiddîn-i İskilibî esere şöyle bir nazar etti ve; "Zamânımız âlimlerinden kimse bu meseleyi böyle güzel araştırıp îzâh edemez." buyurdu."

Muhyiddîn-i İskilibî'nin en büyük fazîleti; on üçüncü Osmanlı Şeyhulislâmı Ebüssü'ûd Efendi gibi, insanlara ve cinnîlere fetvâ veren bir oğul yetiştirmiş olmasıdır.

Muhyiddîn-i İskilibî'nin bir tanıdığının oğlu suç işledi ve yakalanıp hapsedildi. Babası gelip, Muhyiddîn-i İskilibî'ye durumu arz etti ve ilgili yerlere başvurarak kurtarılmasını istedi. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Ben bu hususu onlardan daha büyük bir makama arz edeceğim." buyurarak duâ etti. Cezâsını tesbit için, ertesi gün genci mahkemeye çıkarttılar. Dâvâcılar aleyhte konuşacak yerde, o genci affettiklerini söyleyip, üstelik de medh ettiler. Bunun üzerine o genç serbest bırakıldı.

Şeyh Mustafa anlatır: "Yedi yaşında iken şiddetli bir hastalığa tutuldum. Herkes ölecek zannetti. Muhyiddîn-i İskilibî o günlerde Edirne'yi teşrîf etmişlerdi. Babam beni alıp onun meclisine götürdü. Elinden öptüm ve huzûrunda durdum. Babama beni sordu. Babam da; "Oğlum Mustafa'dır. Şiddetli ve amansız bir hastalığa tutuldu. Duâlarınızı almaya geldik." dedi. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Şimdi oğlunu al çarşıya götür. Ona koyun yününden yapılmış bir elbise al ve giydir. İnşâallahü teâlâ bir şeyi kalmaz." buyurdu. Babam da beni alıp çarşıya götürdü ve onun buyurduğu şeyleri alıp giydirdi. O günden îtibâren bende o hastalıktan eser kalmadı."

Ehîzâde şöyle anlatır: "Bir gün Hakîm Çelebi ile bir yerde sohbet ederken, söz Muhyiddîn-i İskilibî'den açıldı. Hakîm Çelebi bana, Muhyiddîn-i İskilibî hakkında ne düşündüğümü sordu. Ben de hakkında güzel îtikâd ve hüsn-i zan sâhibi olduğumu, fakat ondan bana intikâl eden bir bilgi, bir hâtıra bulunmadığını bildirdim. O zaman bana dedi ki: "Şunu iyi bil ki, o zât Allahü teâlânın sevgili kullarından biridir. Şimdi bu belde de onun temiz rûhuyla tasarruf altındadır. Gönül ehli, onun mânevî üstünlüklerinden çok istifâde etmektedir. Aramızda geçen bir hâdise ile, onun mânevî hâllerinden birini haber vereyim:

Bir gün sabah namazından sonra mihrâbda idim. Talebe ve cemâat, okumak ile meşgûldü. O anda Muhyiddîn-i İskilibî mescidin kapısından içeri girdi. Elinde, Bayrâmiyye yolunun büyüklerine mahsus bir elbise vardı. Onu görünce, hürmetle ayağa kalktım. Gelip selâm verdi. Ben de selâmına cevap verdim. Buyurdu ki: "Elimdeki bu elbiseyi size giydirmek için, Efendimiz Muhammed aleyhisselâm gönderdi." Emre uyup hazırlandım ve elbiseyi bana giydirdi. Onu giyer giymez, bende anlatılması imkânsız mânevî hâller ve üstünlükler meydana geldi. Sonra da; "Bu güzel mertebeye kavuşmanızdan dolayı tebrik ederim. Mübârek olsun." buyurdu. Mescidden dışarı çıktı ve kayboldu. Elbise sırtımda kaldı. Ben, oradakilerin bu hadiseyi gördüklerini zannettim. İyice dikkat edince, bu hâdiseden kimsenin haberdâr olmadığını ve sâdece ikimizin arasında cereyân ettiğini anladım. Hattâ, Muhyiddîn-i İskilibî için ayağa kalkışımı bile görmemişlerdi. Bu elbiseyi, parçalara ayrılıncaya kadar giydim ve hâtıra olarak evde sakladım."

Şeyh Alâüddîn, tasavvuf yoluna girişini şöyle anlatır: "Sultan İkinci Bâyezîd Hânın ordusunda bir nefer idim. Ordu, bir zaman küffâr üzerine sefer etti. Dönüşte yolda şiddetli bir soğuk ve yağmur başladı. Bu esnâda ben civar bir köyde misâfir olmak istedim. Köylüler beni kabûl etmediler. Gece karanlığında yola koyuldum. Yağmur, gökten bardaktan dökülürcesine yağıyordu. Her taraftan seller akıyordu.Vâdi, deniz gibi oldu. Ben, Allahü teâlâya tevekkül ederek ilerledim. Yol üzerinde bir nehirle karşılaştım. Akan sellerle nehir daha da kabarmış, köprüyü de örtmüştü. Sulara girip, önümdeki tehlikeden gâfil olarak, gece karanlığında ilerledim. Sular, atımın ayaklarını örtmeye başlamıştı. O esnâda beni boğulma korkusu kapladı. Geri dönmek istedim. Yolu bulamadım. Ölümle burun buruna geldim. Ölümü düşünerek, tövbe ve istigfâra başladım. O esnâda yüksek bir ses duydum. O tarafa döndüm. Nûrânî yüzlü bir zâtla karşılaştım. Selâm verdi ve; "Demek yolda kaldınız ve tehlike ile karşı karşıyasınız." buyurdu. Ben de; "Evet efendim." dedim. Önüme geçip; "İzimi tâkib et ve korkma!" buyurdu. Ben de izini tâkib ettim. Köprüyü geçtik. Sular, hayvanların boyuna kadar yükselmişti. O zât, eliyle kenarı işâret etti ve; "Bu yönü tâkib et, inşâallahü teâlâ kurtulursun." buyurdu. O esnâda bir şimşek çaktı, gözlerim kamaştı. Baktığımda bana refâkat eden zâtı göremedim. Târif ettiği cihete gittim. Tehlikeden kurtuldum. Kurtuluşuma sebeb olan zâtı çok merak ettim. Ama hiçbir şey öğrenemedim. Bir müddet sonra Edirne'de Nizâmiyye askerlerinin bir mahalledeki ziyâfette toplandıklarını gördüm. Toplanmalarının sebebini sorduğumda; "Buraya, Allahü teâlânın velî kullarından Muhyiddîn-i İskilibî adında, "Hünkâr Şeyhi" diye meşhûr bir zât gelecek, onu görmek ve sohbetinden istifâde için toplanıyoruz." dediler. Ben de onlara katıldım. Yemekten sonra sohbet meclisi kuruldu. O zâta meclisin hazır olduğunu bildirmek için gittiler. Bir de ne göreyim, gelen beni o korkunç gecede tehlikeden kurtaran zâttı! Sohbetin sonuna kadar bekledim. Nihâyet meclis dağıldı. Derhâl o zâtın yanına gidip ayaklarına kapandım ve öptüm. O; "Sen kimsin?" diye sordu. Ben de; "Efendim, falan yerde, karanlık gecede helâk olmaktan kurtardığınız kişiyim." dedim. Başımdan geçenleri, nefes nefese, sonuna kadar anlattım. O zâtın çehresi değişti ve anlattıklarımı tasdîk etmedi ve; "Hayâl görmeyesin?" buyurdu. Ben de; "Efendim, adım gibi biliyorum, hâdise aynen böyle oldu." dedim. Bana yaklaştı ve; "Yavrum, dediğin doğrudur. Sakın bu hâdiseyi ifşâ edip, açığa vurma" buyurdu ve ayrıldı.Bundan sonra, bende ilim ve edeb öğrenme arzusu çoğaldı ve tasavvuf yoluna girdim. Muhyiddîn-i İskilibî'nin talebelerinden olmakla şereflendim."

MÜBÂREK OLSUN

Şeyh Hacı Çelebi şöyle anlatır: Kardeşim Müeyyedzâde kadıaskerlik vazifesinden ayrıldığı sırada, berâberce Muhyiddîn-i İskilibî hazretlerine vardık. Vazifeden alınmanın üzüntüsü, kardeşimin yüzünden belli oluyordu.Bu sırada Muhyiddîn-i İskilibî, onun için güzel bir minder döşetip, üzerine de pek süslü bir yastık koydurdu. Buyurdu ki: "Kadıasker iken niceyse, öylece bu minderde otursun ve yastığa da ona göre öylece yaslansın." Kardeşim de bu emri tutup, kadıasker iken nasıl oturuyorsa, öylece oturdu. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Vazifeniz mübârek olsun." buyurdu. On beş gün geçmeden Yavuz SultanSelîm Hânın fermânı gelerek, tekrar kadıaskerliğe getirildiği ve hemen Edirne'ye gelmesi bildirildi. Müeyyedzâde, sevinç ve neşe içinde Edirne'ye gidip, aklından bile geçmeyen ihsânlarla karşılaştı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHYİDDÎN MUHAMMED


Osmanlı devri din ve fen âlimlerinden, tasavvuf büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Abdullah, lakabı Muhyiddîn’dir. Âlimler arasında Mehmed Bey olarak tanınırdı. Doğum târihi ve yeri tesbit edilememiştir.

Muhammed bin Abdullah, Sultan İkinci Bâyezîd Hânın kumandanlarından idi. İlme ve tasavvufa karşı aşırı istek ve arzusu olduğundan, idâreciliği bırakıp, kendisini ilme verdi. O zamânın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendikten sonra, Muzafferuddîn Acemî ve Fenârî Muhyiddîn Çelebi'nin sohbet ve derslerine devâm etti.

Sonra Ahmed ibni Kemâl Paşanın hizmetine girdi. Din ve fen ilimlerinde de yetişti. Tasavvufta da yüksek derecelere kavuştuktan sonra, medreselerde müderrislik yapmayı arzu etti. Evvelâ İstanbul’da Mustafa Paşa Medresesinde ve diğer bâzı medreselerde müderrislik yaptıktan sonra, Edirne’de Üçşerefeli medreselerinin birinde vazife aldı. Burada müderrislik yapmakta iken, geçirdiği bir rahatsızlık sebebiyle vazifeden ayrıldı. Sonra sıhhat bulup, deniz yoluyla Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Denizde giderken, düşman gemileri müslümanların etrâfını iki taraftan çevirdi. Şiddetli cenk oldu. Rüzgâr da düşman gemilerinin tarafına uygun estiğinden, onlar gâlip geldi.

Muhammed bin Abdullah, Allahü teâlâya sığınarak, Kur’ân-ı kerîmde Kasas sûresi 21. âyet-i kerîmesinde Mûsâ aleyhisselâmın yaptığı bildirilen duâ ile duâ edip; “Yâ Rabbî! Beni zâlim kavmin şerrinden koru!” diye yalvardı. Bu anda fırtına şiddetlendi. Sâhile ulaşmak mümkün olmadı. Fırtına çok şiddetli estiğinden müslüman gemisinin idâresi tamâmen kontrolden çıktı. Gemi, kendi hâlinde deryâda fırtınanın önüne kapılıp gidiyordu. Sonunda rüzgâr gemiyi düşman sâhillerine attı. Gemide bulunanlarda bir şaşkınlık ve kargaşa başladı. Düşmanlar gemidekileri esir aldı. Muhammed bin Abdullah’ın büyüklüğünü bilen ve tanıyan, dostlarından bir kimse, para ödeyerek onu kâfirlerin elinden kurtardı. Mehmed Bey bu hâdiseden sonra İstanbul’a geldi.

Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Muhammed bin Abdullah’ı, Bursa’da Sultan ve Edirne’de Sultan Bâyezîd Hân medreselerine müderris tâyin etti. Sonra Şam kadılığı ile vazifelendirildi. Şam kadılığına bir müddet adâlet ile devâm etti. Şam halkı kendisinden çok memnun iken, daha değişik bir vazife verilmek üzere oradaki vazifesinden alınıp İstanbul’a getirildi. İstanbul’a gelince rahatsızlandı. Hastalığı sırasında kendisine Mısır kadılığı verildi. Mevsim kış olup, rahatsızlığı da tam geçmeden vazifesinin ehemmiyeti îcâbı meşakkatli ve sıkıntılı bir şekilde Mısır’a gitmek üzere karadan yola çıktı. Kütahya’ya geldiği zaman hastalığı arttı ve 1543 (H.950) senesinde orada vefât etti.

Muhammed bin Abdullah, çok cömert ve yumuşak huylu idi. Fakat vakarını, heybetini kaybetmezdi. Kendisi çok sevilir ve sayılırdı. Kitap okumağa çok meraklı ve düşkün olup devamlı okurdu. Bunun için de çok kitabı vardı. Naklî ilimlerden başka; hesap, hendese (mühendislik) gibi riyâziyât ilimlerinde de ihtisas ve mahâret sâhibi olmuştu. O zamanda âlimler arasında mûteber olan birçok kitap kendisinde mevcûd idi ve bunların tamâmına yakınını okumuş idi. Bu ilimlerde böylece derinleşmiş olup, bâzı kitaplara ta’likler, ilâveler yazdı. Âlimlere muhabbeti ve ilme olan bağlılığı son derecede idi. Tasavvuf yolunda bulunanları çok severdi. Tasavvuf ehline olan meyli nihâyet derecesinde idi.
 
Üst Alt