Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (M)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MİRZÂ HÜSÂMEDDÎN AHMED


Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Hüsâmeddîn Ahmed'dir. Babası ilimler hazînesi meşhûr Kâdı Nizâmüddîn Bedahşî'dir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1634 (H.1043) senesinde vefât etti. Kabri, Delhi'de HâceBâkî-billah hazretlerinin türbesinin yanındadır.

Hazret-i Hâce Muhammed Bâkî-billâh'ın önde gelen talebelerindendir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğünü herkesten iyi bilirdi. 1584 senesinde takdîr-i ilâhî ile Hindistan sultânının vâlilerinden oldu. Fakat sonra makam ve mevkii münâsebetiyle kalbi sıkılıp, fakirlerin, velîlerin sohbetlerini arzu eder oldu. Dâimâ yalnızlığı ve bir köşeye çekilmeyi isterdi. O günlerde Mâverâünnehr'e giden Hâce Muhammed Bâkî-billah'ın sohbetleriyle şereflenmek üzere o da Mâverâünnehr'e gitti. Kalbinden dünyâ ve makam sevgisini çıkarıp, Bâkî-billah hazretlerine talebe oldu. Zenginlik perdesini yırtıp, İbrâhim Edhem gibi eski bir elbise giyerek, vâliliği, zenginliği, makam ve îtibârı bıraktı. Zamânın sultânı kendinden memnundu. Hattâ Şâh ve vezir, Hüsâmeddîn Ahmed'in bu dünyâdan uzak hâlini bırakıp eski makâmına gelmesini istiyorlar, sebep olanlara kızıyorlardı. Birçok kimse bu mesûd zâta gelip, eski makâmına dönmesini istediler. Fakat, o, Allahü teâlânın tevfik ve dilemesi ile himmet ayağını en doğru caddeye koyduğundan, istekleri kabûl etmedi. Hâce Muhammed Bâkî-billah Mâverâünnehr'den dönünce, yüksek huzur ve sohbetlerine devâm etti. Muhammed Bâkî-billah hazretleri, Hüsâmeddîn Ahmed'i celâl yolundan terbiye etti. Zâhirde sertlik gösterip, kalbden ona muhabbet besledi. Şiir:

Yüzü güzel olanın nâzı da ne güzeldir.
Bir gözüyle kovarsa, diğeri ile gel der.
Bir gözüyle sayısız nâz eder, cilve eder,
Diğeriyle dâimâ yeniden özür diler.

Senelerce Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hizmetinde, doğruluk ve teslimiyet içinde bulundu. Husûsî teveccüh ve ihsânlarına kavuştu. Tasavvufun yüksek derecelerine ulaştı. Hâce Muhammed Bâkî-billah; talebe yetiştirmesi, Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatması için ona icâzet verdi.Hüsâmeddîn Ahmed bu vazifeye lâyık olmadığını belirterek, affedilmesini istedi. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretleri de özrünü kabûl edip yanından ayırmadı. Hattâ, Muhammed Bâkî-billah'ın vefâtında yanında bulundu. Vefâtı ânında talebelerinin büyüklerinden ondan başkası yoktu. Tekfin (kefenlenme), techiz ve defn hizmetlerini o yaptı. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin vefâtından sonra, onun dergâhında bulunanlara ve hocasının oğullarına hizmette bulunup, çok çalıştı ve çalışmalarının mükâfâtını da buldu. Hocalarının oğulları, onun çalışmasının bereketi ile fazîlete ve kurtuluşa kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocalarının oğullarına gönderdiği bir mektupta, Hüsâmeddîn Ahmed'e teşekkürlerini bildirirlerdi.

Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerine karşı büyük muhabbet ve aşk besleyen Hâce Hüsâmeddîn Ahmed, ilim, irfân ve yüksek hâller sâhibi bir zât idi. Her gün sabah namazını Fîrûz-âbâd mescidinde kılar, bir-iki saat kıbleye karşı dönmüş olarak oturur, Allahü teâlânın güzel isimlerini söyler ve murâkabede bulunurdu. Sonra Duhâ (kuşluk) namazını kılar, hocasının şehrin dışındaki nûrlu ve feyzli kabrine gider, bütün günü oradaKur'ân-ı kerîm okumakla ve ibadetle geçirirdi. Her gün Kur'ân-ı kerîmden on beş cüz (yâni yarısını) okur, Mişkât-ül-Mesâbih adlı hadîs-i şerîf kitabından birçok hadîs-i şerîf mütâlaa ederdi. İkindi namazını da orada kıldıktan sonra bâzan evine döner, bâzan da şehir dışında bir köşeye çekilip, ibâdet etmekle meşgûl olurdu. Eğer evine bir misâfir gelse, kendisine haber gönderirler, hemen evine döner ve gelen misâfirlerle tatlı sohbet ederdi. Zenginliğe gönül bağlamaktan ve zenginlerle sohbet etmekten nefret ederdi.

İmâm-ı Râbbânî hazretlerine karşı da, yüksek muhabbeti ve bağlılığı vardı. Hattâ büyük oğlunu terbiye için, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göndermişti. Her tanıdığını, İmâm-ı Rabbânî'nin hizmetine, sohbetine ve derslerine sarılmaya teşvik ederdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât edince çok üzülmüş, Muhammed Hâşim-i Keşmî'ye yazdığı başsağlığı mektubunda üzüntüsünü şöyle belirtmişti: "Allahü teâlâ o zâhirî ve mânevî kemâllerin, fazîletlerin toplandığı yer olan zâtı (İmâm-ı Rabbânî), dostların kalplerinin ve gözlerinin ışığı eylesin. O evliyâların sığınağının ayrılık acısı, hangi kelime ile anlatılabilir. Yalnız onu tanıyanlara değil, bütün müslümanlara yazık oldu. Îmânı olan herkes, ciğeri yakan bu olaydan ağlamalı, sızlamalıdır."

İmâm-ı Rabbânî'ye bağlılığını da, yazmış olduğu şu mektubu ile dile getirmektedir: "Yüksek irşâd ve hidâyet mesnedinizin feyz nûrları ve istifâde bereketleri artsın. Size çok muhtac olduğumu bildirdikten sonra, yüksek hatırınızda olsun ki, merhamet ederek gönderdiğiniz çok kıymetli mektubunuzu okurken mest olup, kendimden geçtim. Ruhsat hakkında yazdıklarınıza ne denilebilir. Ne güzel hâller ne açık beyânlar görünüyor. Eğer bu arada hizmetçilerinizin istek ve niyetlerini kabûl ederseniz, bu virâne Delhi'yi mübârek vücûdunuzun bereketi ile nûrlandırınız. Buradaki geri kalmışları ilerletiniz.

Allahü teâlâ sizi sevenleri ve istiyenleri, en kısa zamanda mübârek nûrlu yüzünüzü görmekle sevindirsin. Kulaklar dinlemekle zevk aldıkları gibi, göz de kendi hissesine kavuşsun. Daha fazla ne yazabilirim! Sâyeniz, tesiriniz uzun olsun. Âmîn."

Hâce Hüsâmeddîn Ahmed, Allahü teâlânın dîninin emirlerine çok bağlıydı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: Yüksek hocamız İmâm-ı Rabbânî'nin sohbetiyle şereflenmek üzere Burhânpûr'danSerhend'e gidiyordum. Delhi'ye vardığımdaHâceHüsâmeddîn Ahmed'in sohbetine ve hizmetine kavuştum. Bu fakîre; "Çok iyi ettin. İhtiyaç yüzünü, irşâd sâhiplerinin hizmetlerinin kapısına çevirdin. Sözün doğrusu şudur ki, bugün Allahü teâlâyı isteyenleri terbiye edip yetiştiren onlar gibi(İmâm-ı Rabbânî) birisi yoktur. Çünkü din ilimlerinde yüksek derece sâhibi ve kendisine uyulan bir zâttır. Tasavvuf yolundaki bütün makamlara kavuştular. Herbirinde tam mârifet sâhibi oldular." buyurdu.

Muhammed Hâşim-i Keşmî anlatır: Hâce Hüsâmeddîn Ahmed, bu hizmetçilerine lütuf ve merhamet ederek çok kıymetli mektuplar gönderdi. Hocamız İmâm-ı Rabbânî'nin hizmetinde bulunduğum sırada, birkaç günde mektubu gelir ve o mektuplarda; Hocamıza hizmeti çok aziz tutmayı, sohbetlerinde îcâb eden her şeye dikkat ve riâyet etmeyi nasîhat ederdi. Bâzan rüyâda ve hâl esnâsında da gelir, çeşit çeşit nasîhatler ederdi. Bu dostunun şiirlerini severdi. Gönderdiği şiirli mektuplarda, bu fakîrden de şiir isterdi. Bir yolculuk esnâsında onların hizmetine kavuştum; "Bizim bilmediğimiz yeni şiirleriniz yok mu?" diye sordu. Bu rubâiyi okudum:

Bizim bu mazlum bahtımız adâlete kavuşmadı.
Bir aşk ateşimiz vardır kimse ona ulaşmadı.
Yüzlerce eğri dikenli yollardan geçtik amma
Bir defâ murâdımıza kavuşmak mümkün olmadı."

Bu şiiri hâllerine uygun bulup çok beğendiler.

Hicâz'a gitmeyi çok arzu ettiklerini anlayınca da, şu rubâiyi yazıp gönderdim:

Kalb, kıbleyi gösteren pusula olmadıkça,
Vücûd, Kâbe yolunun bedeli olmadıkça,
Kalmak için kendinde bu ten kuvvet bulamaz,
Hicâz topraklarını kehribar bulmadıkça.

Bu rubâimi de çok beğendi. Bir gün onların yanındaydım. Orada bulunanlardan biri, zamânın zenginlerinden, vâli ve âmirlerinin şânından, şereflerinden konuşup, fakir kimselerden bahsetmedi. Hâce Hüsâmeddîn Ahmed buyurdu ki: "Ey kardeşim! Bu söz, bu zamandaki fukarâ hakkında bir ilâhî hikmet taşıyor. Çünkü eski zamanlardaki fakirler, dünyâdan ve dünyâyı isteyenlerden uzak dururlardı. Sakınırlardı. Her ne kadar zenginler onlara yaklaşmak isteseler, onlar zenginlerin sohbetinden kaçarlardı. Bu zamandaki fakirlerin çoğu; bir ihtiyâcı olup gelen zenginlerle bir arada oturup, muhabbet etmek isterler. Böylece fakirlerin zenginlerden uzak kalma hâli bozulur."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmed'e yazdığı birinci cild, 207. mektubunda buyuruyor ki: "Herhâlde uzakta kalan bu kardeşlerinizi unuttuğunuz anlaşılıyor. Evet, yakında bulunmanın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır. Bunun içindir ki, hiçbir velî bir Sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Karânî, o kadar şânı yüce olduğu hâlde, Resûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi.Abdullah bin Mübârek hazretlerinden soruldu ki; "Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" Cevâb olarak: "Muâviye Resûlullah efendimizin yanında giderken atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha yüksektir." buyurdu.

Burada bulunanların hepsi iyiyiz. Allahü teâlâya bunun için, belki bütün nîmetleri için hamd ve şükürler olsun. Nîmetlerinin en büyüğü olan, müslüman yaptığı için ve mahlûkların en iyisinin yolunda bulundurduğu için, ne kadar çok hamd edilse yine azdır. Çünkü O'nun yolunda bulunmak, iyiliklerin başı, kurtulmanın çâresi, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin kapısıdır. Allahü teâlâ Peygamberlerin en üstünü hürmetine bizleri ve sizleri her zaman bu yolda bulundursun. Âmîn. Fârisî mısrâ tercümesi.

"İş budur, bundan başkası hiçtir!"

İkinci cild, 17. mektupta buyuruyor ki: "Önce, Allahü teâlâya hamd ve Peygamber efendimize salevât eder, size de duâ ederim. Yazılarımla sizi rahatsız ediyorum. Başımıza gelenlere sabr tavsiye buyurduğunuz, kıymetli mektubu, Şeyh Mustafa getirdi. Okumakla şereflendik. Hepimiz, Allahü teâlânın mülküyüz. Hepimiz, O'nun huzûruna gideceğiz! Başımıza gelenler, görünüşte çok yakıcı, çok acıdır. Fakat, hakîkatte ilerletici, yükseltici ilâclardır. (İlâçlar, elbette acı olur). Bu acıların, dünyâda verdiği faydalar, âhirette beklediğimiz nîmetlerin yüzde biri olamaz. O hâlde evlad, Allahü teâlanın büyük bir ihsânıdır. Yaşadıkları müddetçe, insan, faydalarını görür. Ölümleri de, sevâp kazanmaya, yükselmeye sebeb olur.

Büyük âlim Muhyissünne (Nevevî) Hilyet-ül-Ebrâr ismindeki kitabında; "Abdullah ibni Zübeyr halîfe iken, tâûn hastalığı oldu. Bu tâûnda, Enes bin Mâlik'in çok çocuğu öldü. Kendisi, Peygamber efendimizin hizmetçisi idi ve bereket, bolluk için duâsını almıştı. Abdurrahmân bin Ebî Bekr Sıddîk'in da bu tâûnda çok çocuğu ölmüştü. İnsanların en iyisi, en kıymetlisi olan Eshâb-ı kirâma (aleyhimürrıdvân) böyle yapılınca, bizler gibi günahı çok olanlar, hesâba dâhil olur mu? Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; "Tâûn, eski ümmetlere, azâb olarak gönderildi. Bu ümmet için şehîd olmaya sebeptir." Doğrusu, bu vebâda ölenler, şaşılacak bir huzur, Allahü teâlâya teveccüh içinde ölüyor. Bu belâ gününde, insan bu mübârek cemâate karışmaya hevesleniyor. Onlarla birlikte, dünyâdan ayrılıp, âhirete gitmeye özeniyor. Tâûn belâsı, bu ümmete gazab, azâb gibi görünmekte ise de, iç yüzü rahmettir. Meyân Şeyh Tâhir dedi ki, tâûn günlerinde, Lâhor' da; "Bu günlerde ölmeyene yazıklar olsun!" diye sesler duyulduğu söylendi. Evet öyledir! Bu şehîdlerin hâline dikkat olunduğu zaman, şaşılacak hâller, anlaşılamıyan işler görülüyor. Böyle ikrâmlar, yalnız Allahü teâlâ için canını fedâ edenlere mahsûstur.

Efendim! Çok sevgili oğlumun ayrılığı, pek büyük musîbet oldu. Beni yaktı. Bu kadar yakan bir elem, kimsenin başına gelmemiştir. Fakat, Allahü teâlânın bu felaket karşısında, kalbi zayıf olan bu fakîre ihsân eylediği sabr ve şükr nîmeti de, en büyük ihsânlarından olmuştur. Allahü teâlâdan dilerim ki, bu musîbetin karşılığını dünyâda vermesin. Hepsini âhirette versin! Bu dileğin de, yüreğimin darlığından olduğunu bilmez değilim. Çünkü, O'nun rahmeti sonsuz, merhameti boldur. Dünyâda da, âhirette de bol bol vericidir. Kardeşlerimizden son nefeste îmân ile gitmemize ve insanlık îcâbı yaptığımız kusurların affedilmesine duâ buyurarak yardım ve imdâd etmelerini umarız. Yâ Rabbî, bizi affet, doğru yoldan ayırma! Kâfirlere karşı korunmakta yardımcımız ol! Âmin. Size ve hidâyette olanlara selâm ederim."

YARIN BAYRAM

Bir Ramazan ayının son on gününde, HâceHüsâmeddîn Ahmed îtikafta idi. Ayın yirmi dokuzuncu günü ikindiden sonra buyurdu ki: "Akşamdan sonra bir yere gidelim. Çünkü yarın bayramdır ve oruç tutmak haramdır." Akşam olunca mescidden çıktılar. Gençlerden bir grup, bir müddet göğe bakıp ayı aradılar, fakat göremediler. Hâce, yanlarına gelir gelmez ay göründü. Bu da Hâce Hüsâmeddîn Ahmed'in bir kerâmetiydi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MİSÂLÎ BABA (Gül Baba)


Anadolu'da yetişen meşhûr velîlerden. Misâlî Baba ve Gül Baba lakaplarıyla tanınmıştır. On yedinci asırda yaşamıştır. Osmanlı Sultanlarından Dördüncü Murâd Hanla görüşmüştür. Bağdât seferi sırasında ziyâretine gelen Sultana kış mevsiminde koynundan, açılmış tâze bir gül çıkarıp vermesi sebebiyle, Gül Baba lakabı ile anılmıştır. Kabri, Niğde'nin dokuz kilometre kuzeyinde bulunan Güllüce köyündedir. Bu köy, ismini onun isminden almıştır.

Misâlî Baba'nın vefâtından sonra da çok kerâmeti görülmüştür. Kabrini ziyâret edip onu vesîle ederek duâ edenler bereketlerine kavuşmuştur. Yakınındaki velî kabirlerinden birinin yanında bulunan bir taş çevredeki köyden bir kimse tarafından alınıp götürülmüştü. Sabahleyin taşın tekrar yerinde olduğu görülmüştür. Birkaç defâ götürülmüş ve aynı taş tekrar yerine dönmüştür.

Misâlî Baba'nın kabri üzerinde türbe yoktur. Kabrinin çevresinde dergâhının kalıntıları ve biri kubbeli biri de düz damla örtülü iki türbe vardır. Talebelerine veya yakınlarına âid olan bu türbelerden başka yine kabri çevresinde başka velî kabirleri de vardır.

Yakınındaki kubbeli türbede talebeleri olduğu rivayet edilen ve çok kerâmetleri görülen iki velî kabri bulunur. Aynı türbenin çilehâne bölümünde bir kabir daha bulunmaktadır. Bu türbenin kapısının önünde birinin isminin Şeyh Ahmed olduğu rivâyet edilen iki evliyânın kabri vardır. Bu kubbeli türbeyi Niğde'nin Adırmusun köyünden Halil Ağa adında bir kimsenin yaptırdığı nakledilir. Rivâyete göre Halil Ağa, rüyâsında bir zât görür. Bu zât; "Güllüce köyünde bir kulübe içinde kabri olan velîlerin üzerine türbe yaptır." der. Bunun üzerine bu türbeyi yaptırır. Deli olan kimselerin bu türbede birkaç gece yatırılıp şifâya kavuştuğu çok görülmüştür. Bu sebeple halk arasında; "Uyuz olan ılıcaya, deli olan Güllüce'ye." sözü meşhurdur.

Üzeri düz damla örtülü türbede başka kabirler vardır. Bu kabirlerden biri beşik şeklindedir.

Misâlî Baba'nın kabri üzerine defâlarca türbe yapılmak istenmiş, ancak yapılan kısımların her sabah yıkıldığı görülmüştür. Bu zâtın, üzerine türbe istemediği kanâatına varılarak bundan vazgeçilmiştir.

Yakınındaki kubbeli türbede misâfirlerin aydınlanması için konulan gaz lambaları ve gaz yağı bir gece biri tarafından çalınmak istenmiştir. Bunları türbeden alıp gitmek isteyen kimse, türbenin kapısının âniden kapandığını görmüş, ne kadar açmak istediyse açamamıştır. Aldığı şeyleri yerine koyunca kapı açılmış, tekrar alıp çıkmak istediğinde, kapı yine kapanmıştır. Bir türlü açılmadığını görünce, yaptığına pişman olup aldığı şeyleri yerine koyarak tövbe etmiş. Sonunda kapı açılmış ve çıkıp gitmiştir.

Misâlî Baba'nın ve çevresindeki velilerin geceleri beyaz elbiselerle kabristanda dolaştıkları ve namaz kıldıkları çok görülmüştür. Kabri başında devamlı ziyâretçi görülür. Bu ziyâretçiler zaman zaman Misâlî Baba'nın tekkesi civârında Allahü teâlâ için adak kesip, sevâbını Misalî Baba ile orada yatan evliyânın, mevtânın rûhlarına hediye etmek için fakirlere dağıtırlar.

Misâlî Baba'nın kardeşi olduğu rivâyet edilen bir evliyâ kabri de yakın bir köy olan Velî Îsâ (Yayla Yolu) köyü yakınındaki Boztepe üzerindedir. Bu kardeşi ona; "Eğer bu ak sarıklı kardeşini seviyorsan, sen burada kal. İnsanlar senin kabrini ziyâret ederek Allahü teâlânın izni ile şifâya kavuşsunlar. Ben de Boztepe'ye gideyim. İnsanlara rahmet ve bereket için duâ edeyim." diyerek Boztepe'ye gitmiş ve orada vefât etmiştir. Kabri bu tepe üzerindedir. Halk arasında şiir ve mânilerde:

"Boz Tepenin erenleri
Geri koyun varanları."

diye zikri geçen bu zâttır.

Misâlî Baba'nın insanları irşâd için ikâmet ettiği dergâhının kalıntılarından bâzı taşlar çevresindedir. Ayrıca kendi dergâhına mahsus ve cihâdda kullandıkları sancakları uzun zaman muhâfaza edilmiştir.

BİR AVUÇ BULGUR

Osmanlı Sultânı Dördüncü Murâd Han, Bağdât seferine giderken Misâlî Baba'nın bulunduğu köyün yakınında bir yerde ordusunu istirâhate çekmişti. Bu sırada çevreyi dolaşan Sultan, onun köyüne uğradı. Köyün alt tarafında küçük bir kulübe gördü. Yaklaşıp kapısını çaldı. Kulübenin kapısı açılıp, Sultanı, nûr yüzlü bir zât karşılayıp, tebessüm ederek içeri aldı. Onun velîlerden olduğunu fark eden Sultan, hürmetle huzûrunda oturup, bir müddet sohbetini dinledi ve duâsını aldı. Ayrılıp giderken Sultana birkaç avuç bulgur ve bir torba da saman verdi. Sultan bunları alıp ordusuna döndü.

O gün yemek zamânı kendisine Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını istedi. Sultanın emri üzerine bulgur, pilav yapıldı. Bu bulgur pişirilirken gitgide artıp çoğaldı ve kazanlar dolusu pilav oldu. Bütün ordu bu pilavdan yiyip doyduğu halde yine de arttı. Samanı da atlara vermişlerdi. Saman da artıp atları doyurdu.

Sultan, Misâlî Baba'nın bu kerâmeti üzerine tekrar huzûruna gitti. Ona bâzı hediyeler verdi. Misâlî Baba, Sultanın hediyesine karşılık, elini koynuna sokup, daha yeni açılmış tâze bir gül çıkardı ve Sultana verdi. Sultan gül mevsimi olmadığı halde kışın böyle bir gül vermesinin de başka bir kerâmeti olduğunu görerek, bir müddet daha sohbetinde kaldı. Sonra duâsını alıp elini öptü vedâlaşıp ayrıldı.

Bağdât seferine giden Dördüncü Murâd Han, Misâlî Baba'nın ve yol boyunca ziyâret ettiği velî zâtların duâsı bereketiyle târihte benzeri az görülen bir zafer kazandı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MİSKÂLÎ EFENDİ


Bursa velîlerinden. İsmi, Muhammed'dir. 1608 (H.1017) senesinde vefât etti. Gençliğinde işi gücü mızıka denilen bir çalgıyı çalmaktı. Sonradan tövbe edip tasavvufa yöneldi. Nefsini terbiye ve ıslah etmek için o kadar gayret gösterdi ve çalıştı ki, güçsüz ve tâkâtsiz bir hâle düştü. Birkaç ekmek kırıntısı yiyerek nefsini ıslah için uğraştı. Bâzan günlerce hiçbir şey yemezdi. Hiç kimseden de bir şey istemez, aslâ ihtiyâç hâlinde olduğunu belli etmezdi.

Tasavvufta Nakşibendiyye yolunda Şeyh Şâmî Efendinin sohbetlerine ve hizmetine devâm etti. Kemâle erdikten sonra Bursa'da ikâmet etti. Teklif edildiği halde hiçbir memûriyeti kabûl etmedi. Geçimini sağlaması için lâzım olan şeyler gâipten gelirdi.

Bursa yakınlarında bulunan Mudanya ahâlisi fısk u fücûr ve ahlâksızlıkla meşgûlken aralarında bâzı kimselerin Miskâlî Efendiye muhabbeti, sevgisi vardı. Onu sevenler her sene Mudanya'ya dâvet ederek sohbetiyle bereketlenirlerdi. Onun sohbetinin tesiriyle halk hâlini düzeltti. İbâdet ve tâat yapmaya, dînin emirlerine tam uymaya başladılar. Küçük-büyük herkeste iyi haller görülmeye başladı ve bu iyilik yaygınlaştı.

Kendisi hiçbir zenginden bir şey kabûl etmemiş, aslâ maddî yardım almamıştır. Teklifleri geri çevirmiştir. Yaşayışı ve üstün halleri ile bulunduğu cemiyet içinde çok sevilirdi. Sohbeti herkes tarafından can kulağı ile dinlenirdi. Zengin-fakir, büyük-küçük herkesle sohbet eder ve bu sohbetleri sırasında aslâ gaflete düşmezdi.

Sevenlerinden Mustafa Efendi adında bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün damda uyuyordum. Rüyâmda Miskâlî Efendi ayağı ile bana dokunup; "Kalk buradan bire gâfil!" dedi. Hemen uyandım rüyânın tesiriyle yerimden fırlayıp kalktım. O anda tavanda bulunan büyük bir taş parçalanıp, bir parçası tam başımı koyduğum yere düştü. Sonra huzûruna gittiğimde kulağıma yavaşça; "Yatacaktın değil mi?" dedi."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA ARAB


Mısır'da ve Anadolu'da yaşayan velî ve İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi Vâiz Muhammed bin Ömer bin Hamza, lakabı Muhyiddîn'dir. Antakya'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Antakî nisbesiyle bilinir. Arab lisanını iyi bildiği ve Haleb'den Bursa'ya geldiği için Molla Arab diye şöhret buldu. 1532 (H.93 senesinde Bursa'da vefât etti. Kabri, Bursa'nın kıble tarafında, dağa yaslanmış kendi adıyla anılan mahallededir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Molla Arab'ın dedesiMâverâünnehrli olup, büyük âlim Teftazânî hazretlerinin talebelerindendi. Mâverâünnehr'den gelip Antakya'ya yerleşti. Babası da âlim ve sâlih bir zât olup, oğlu Muhammed Efendinin tahsîli ve yetişmesi ile çok ilgilendi. Küçük yaşta tahsîle başlayan Molla Arab, Kur'ân-ı kerîm ile Kenz ve Şâtibî gibi bâzı eserleri ezberledi. Fıkıh ilmini fazîlet sâhibi babasından, usûl-i fıkıh, kırâat ve Arabî ilimleri, amcaları Şeyh Hasan ve Şeyh Ahmed gibi âlimlerden öğrendi. Hocalarının feyz ve bereketleriyle, ilimde üstün bir dereceye yükseldi. Daha sonra Tebriz diyârına gitti. Birkaç yıl kalıp, Tebrizli Mevlânâ Mürîd'den ilim öğrendi. Sonra Antakya'ya döndü. Haleb ve Kudüs'deki âlimlerle görüştü. Bilgisini çok artırdı. Gittiği yerlerde vâz ve nasîhat ederek İslâmiyeti anlattı. Fetvâ vererek insanların müşkillerini çözmeye çalıştı. Şöhreti her yere yayıldı. Hacca gitti. Bir müddet mücâvir olarak kaldı. Sonra Mısır'a gelip, İmâm-ıSüyûtî'nin derslerinde bulundu. Hadîs ilminde icâzet, diploma aldı. Vâz, ders ve fetvâ verdi. Mısır'daki Çerkez sultanlarından Kayıtbay, onun sohbetlerine katıldı ve vâzlarını dinledi. Ona çok hürmet etti ve sevgisi sebebiyle Mısır'dan ayrılmasına müsâade etmedi. Onu vâiz ve müftî tâyin etti. MollaArab, fıkıh ilmine dâir Nihâyet-ül-Fürû adlı fıkıh kitabını yazıp, Sultana hediye etti. Herkesten hürmet ve saygı gördü.

1495 (H.901) senesinde Sultan Kayıtbay vefât edince, MollaArab Bursa'ya gitti. Orada halk ve ileri gelenlerden çok hürmet gördü. Vâz edip, devamlı Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Halka, haram ve günahların öldürücü zehir olduğunu anlattı. Sonra İstanbul'a gitti. Burada da vâz, irşâd ve insanlara doğru yolu anlatmak ile meşgûl oldu. Sultan İkinci Bâyezîd Han, Molla Arab'ın şöhretini işitip dersine geldi. Vâzını dinleyip, tesirli konuşmalarına hayran oldu. Çok defâ ziyâretine gelip, devletin bekâ ve devâmı için duâlarını taleb etti. Molla Arab, Peygamber efendimizin hayâtını ve güzel ahlâkını anlatan Tehzîb-üş-Şemâil ve tasavvufa dâir olan Hidâyet-ül-İbâd ilâ Sebîl-ir-Reşâd adlı eserlerini yazıp, Sultan Bâyezîd Hana hediye etti. Ayrıca Sultanın gazâ sevâbına kavuşmasını istedi. Kur'ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi 95. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Müminlerden özür sâhibi olmaksızın cihaddan geri kalanlarla, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar bir olmazlar. Allah, mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından oturanlardan çok üstün kıldı. Bununla berâber Allah, ikisine de Cennet'i vâdetmiştir. Fakat Allah, savaşanlara, oturanların üstünde pek büyük bir mükâfat vermiştir." buyrulduğu üzere, Sultanı gazâya teşvik etti.

Modon şehrinin fethine katıldı. Fetih sırasında konuşmalarıyla ve duâlarıyla askeri coşturdu. Kaleye ilk giren mücâhidler arasında yer aldı. Gazâdan dönüşünde, İstanbul'da vâzlarına devâm etti.Vâzlarında küfür ehlinin, sapıkların ve tarîkatçı geçinen bozuk kimselerin kötülüklerini anlattı. Sonra çoluk-çocuğuylaHaleb'e gitti. OradaÇerkes beylerinden Hayr Beyden çok hürmet gördü. Hayr Bey onun bütün ihtiyâcını karşılamak istedi. Fakat o, takvâsından, hiç bir şeyini kabûl etmedi. Haleb'de üç yıl kadar vâz, hadîs ve tefsîr ile meşgûl oldu. Bid'at ehli ve bozuk fırkaların zararlarını anlattı. Safevîler ona çeşitli düşmanlıklarda bulunduklarından İstanbul'a döndü. Yavuz Sultan Selîm Hanı, şiirlerle cihâda teşvik ve tahrik eyledi. Bu maksadla Es-Sedad fî Fedâil-il-Cihâd kitabını yazdı. Çaldıran seferine katılıp, askere vâz ederek cesâret verdi. Muhârebede duâ eder, Pâdişâh âmin derdi.

Çaldıran seferinden sonra tekrar Anadolu'ya giden Molla Arab hazretleri, gittiği yerlerde halka vâz ve nasîhat etmeye devâm etti. Sarayköy ve Üsküp'te de on sene vâz ve nasîhat ederek, pek çok kimsenin hidâyetine sebeb oldu. Sarayköy'de bir câmi ve bir mescid, Üsküp'te bir mescid yaptırdı. 1526 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han ile de Engürüs seferine katılıp, zafer için yaptığı duâları kabûl oldu. Seferden sonra Bursa'ya gelip, çeşitli kitaplar yazdı. Kimyâ bilgisi de çoktu. Nafakasını ticâret yaparak kazanırdı. Kimseden bir şey kabûl etmezdi. Hâfızası çok kuvvetliydi. Meşhûr altı hadîs kitâbındaki hadîs-i şerîfleri bilirdi. İlim ve fazîlette yüksek bir zât olan MollaArab hazretleri, gönül ehlindendi. Vâz ve nasîhatleriyle insanların gönüllerini feth ederdi. Uzaktan yakından gelen pekçok insan onun vâz ve sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Tefsîr ilminde bir deryâ, hadîs ilminde zamânında emsalsizdi. Cumâ günleri imâmın namazda okuduğu âyet-i kerîmeleri geniş tefsîr ederdi. Sîret-i Nebevî'yi bildiren Tehzîb-üş-Şemâil ve El-Mekâsıd fî Fedâil-il-Mesâcid adlı kitapları meşhûrdur.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatmakla geçiren Molla Arab hazretleri, Bursa'da büyük bir câmi inşâ ettirmeye başladı. Fakat bu câminin inşâatı tamamlanmadan 1532 (H.93 senesinde vefât etti. Bursa'nın kıble tarafında bulunan Molla Arap mahallesinde yaptırdığı Molla Arab Câmiinin yakınında defnedildi. Molla Arab hazretlerinin ilim ve fazîlet sâhibi birçok evlâdı ve torunu onun neslini devâm ettirdiler. Kabrinin bulunduğu yerden bir sokak ileride Molla Arab Câmii vardır. Bu câmi, 1955 senesinde Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu tarafından bugünkü şekline getirilmiştir. Şimdi iki kubbeli ve tek minâreli olan bu câmi, eskiden dokuz kubbeli ve üstü kurşun kaplıydı. Zelzelede kubbeler çökünce, iki tânesinin duvarları ve bir kısım kemerleriyle, dışarıda bir minâresi kalmıştır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA AYAS


Osmanlı âlim ve velîlerinden. Fâtih Sultan Mehmed Hânın ilk hocalarındandır. Nerede, ne zaman doğduğu ve vefât târihi bilinmemektedir. Hocaları ve talebeleri ile olan münâsebetlerinden, On beşinci asrın ikinci yarısında vefât ettiği anlaşılmaktadır. Bursa'da vefât edip, Zeynîler kabristanına defnedildiği tahmin edilmektedir.

Küçük yaşta keskin zekâsı ile ilim meclislerine giren MollaAyas, Ayasolug (Selçuk) Çelebisi adıyla tanınan Ayasolug kadısı oğlu Mehmed Çelebi'den ilim tahsîl etti. Hocazâde Muslihuddîn Bursavî ile berâber ders görüp, ilim öğrenirlerdi. Daha sonra Bursa Sultan Medresesi müderrislerinden Hızır Beye dânişmend oldu. Din ve fen ilimlerinde tahsîlini tamamladı. Genç yaşta ilimde olgunlaştı. Onun bu ilminden haberdâr olan Sultanİkinci Murâd Hân, şehzâdesi Mehmed'e hoca tâyin etti. Birkaç sene Fâtih Sultan Mehmed Hâna ilim öğreten MollaAyas, Zeynüddîn Hâfî hazretlerinin talebelerinden Abdüllatîf Makdisî'nin talebesi olan Tâcüddîn İbrâhim Karamânî'nin hizmetine girdi. Onun kalblere şifâ, gönüllere devâ olan mübârek bakışlarını üzerinde hissetmek, bulunmaz sohbetlerinden istifâde etmek için gayret gösterdi. Sıkı riyâzetler çekti. İlâhî cezbelere, feyzlere kavuştu. Ledünnî ilminde üstâd oldu. İnsanlara doğru yolu öğretmek vazifesi verildi. Bursa'ya yerleşti. Ömrünün sonuna kadar orada kaldı. Pekçok talebe yetiştirdi. Talebelerinin geçimini de kendisi karşılar, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği maldan, ihtiyâç sâhiplerine bol bol ikrâmda bulunurdu. Dünyâ ve dünyâ ehlinden ayrılıp, bütün varlığı ile Allahü teâlâya yöneldi. Vakitlerini ilim öğrenmek ve öğretmek, Allahü teâlâya ibâdet etmekle geçirirdi. İnsanlara sık sık nasîhatlerde bulunur, Allahü teâlânın dînini öğrenip, O'nun rızâsına kavuşmak için gayret etmelerini tenbih ederdi.

Molla Ayas, yetiştirmiş olduğu talebeler yanında, birçok kitaba hâşiyeler ve tashîhler yaptı. Kitaplarda görülen yanlışlıkları düzeltmeye çok önem verirdi. Bu işte tanındı. Evinde aynı kitabın birkaç nüshası bulunurdu. Bakanlar, herbirinin baştan sona tashîh edilmiş, anlaşılmayan yerlerinin de açıklanmış olduğunu görürdü.

ZAMÂNIN KUTBU

Sultan Bâyezîd-i Velî ve Yavuz Sultan Selîm Hân devri velîlerinin büyüklerinden olan Seyyîd-i Velâyet anlatır: "Hocam Âşıkpaşazâde Şeyh Ahmed'le berâber hacca gittik. (Âşıkpaşazâde Ahmed, Abdüllatîf Makdisî hazretlerinin halîfesi idi.) Arafât'a yaklaşırken, hocam bana; "Oğlum, Arafât'ta imâmın sağında duran zât, zamânın kutbudur. Dikkat et bakalım, onu tanıyabilecek misin." dedi. Biraz sonraArafât'a vardık. Namaz vakti gelince, imâma en yakın yerde durduk. İyice baktım. İmâmın sağında duran zât, bizim Bursa'da bırakıp geldiğimiz MollaAyas'tan başkası değildi. MollaAyas'ın burada olabileceğini hiç hatırıma getirmediğim için, acabâ o mu veya bir başkası mı diye düşünüp, hocama da durumu arz ettim. O da baktı. Ben de tekrar baktım. Gerçekten Molla Ayas'tan başkası değildi. Haccı îfâ edip Bursa'ya dönünce, bizi karşılamaya gelenlerden biri; "Arafât'ta Kutb-i zamânı gördün mü? Onun kim olduğunu bilebildin mi?" dedi. Ben de; "Gördüm, Molla Ayas idi." dedim. O gece şiddetli bir hastalığa yakalandım. Ölümümün yaklaştığını hissettim. Sabaha doğru kendime geldim. Hocam Âşıkpaşazâde Ahmed'le berâber, Molla Ayas'ı ziyârete gittik. Evine girdik. Bizi karşılayıp buyur ettikten sonra, Molla Ayas, bana pek dikkatli baktı. Hocama; "Bu kimdir?" diye sordu. O da; "Bu benim oğlumdur, efendim." dedi. Bunun üzerine Molla Ayas; "Bu, benim sırrımı gizlemeyip açığa çıkardı. Bu gece Allahü teâlâya bunun vefâtı için üç defâ yalvardım. Fakat Resûlullah efendimizin rûh-i şerîflerinin şefâati bereketiyle helâk olmaktan kurtuldu. Ben de bunun, gerçekten Resûlullah efendimizin soyundan olduğunu anladım" dedi. Sonra yine bana dönüp; "Sırrı yaymak büyük tehlikedir. Böyle şeyleri yaymaktan sakınıp, gizlemek lâzımdır." dedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA CÂMÎ


Hirat'ta yetişen âlim ve büyük velîlerden. İsmi, Abdurrahmân bin Nizâmeddîn Ahmed, lakabı Nûreddîn'dir. Câmî ve Mevlânâ nisbetleriyle meşhûr oldu. Anadolu'da MollaCâmî diye tanınmaktadır. 1414 (H.817) de İran'ın Câm kasabasında doğdu. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir. Beş yaşında Muhammed Pârisâ hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühe kavuştu.

Mevlânâ Abdurrahmân'ın babası Nizâmeddîn Ahmed, ilim ve takvâ sâhibi idi. Haramlardan şiddetle kaçardı. Oğlunun ilim ehli olması için Herat'daki Nizâmiyye Medresesine getirdi. O sırada Abdurrahmân Câmî henüz küçüktü, bülûğ yaşına gelmemişti. Fakat medresede; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı, hocaları ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Tahsîlinin başlangıcında, Muhtasar ve Telhîs adlı eserler üzerinde çalışırken, daha önce gelen ileri sınıftaki arkadaşları Şerh-i Miftâh ve Mutavvel isimli kitapları okuyordu.Mevlânâ Abdurrahmân, kısa zamanda kendi kitaplarını bitirip, en ileri seviyedeki arkadaşlarının okuduğu kitapları okumağa başladı. Arkadaşlarına yetişip onları geçmesi, herkesi şaşırttı. Bunun üzerine hocaları; "Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî'den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi." demekten kendilerini alamadılar. Burada HâceAli Semerkandî'nin, Şihâbüddîn'in ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî'nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinden başka, fen ilimlerine ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey zamânında BursalıKadızâde Rûmî'nin matematik derslerine de devâm etti. Bu sırada Herat'da, meşhûr astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu, Molla Câmi'ye astronomi ilmine dâir güç ve zor sorular sordu. Sorulanların hepsini, en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırdı. Ali Kuşçu, bu cevaplara hayran kaldı. Sonra Ali Kuşçu'ya dönerek; "Sizin ilim hazînenizde bundan daha üstün bir nesne yok mudur?" diyerek latîfe etti. Ali Kuşçu ise; "Molla Câmî ile karşılaştıktan sonra, ondaki bilgilerin normal yol ile elde edilen bilgilerden olmadığını ve bunların Allahü teâlânın ona bir ihsânı olduğunu anladım." demekten kendini alamadı.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, kısa zamanda aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hattâ, Herat'ta meşhûr beş âlimden birisi oldu.

Herat'ta Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretleri, her gün câmi kapısının önünde, namazdan önce ve sonra talebeleriyle sohbet ederdi. Molla Câmî'nin de yolu, oradan geçerdi. Sâdüddîn-i Kaşgârî ne zaman Molla Câmî'yi görse; "Bu gençte görülmemiş bir kâbiliyet var. Onun hâline âşık oldum. Bu gencin, bu istidâdını boşa kullanmaması için onu yetiştirmeliyiz. Fakat bunu kendisinin taleb etmesi lâzım." buyururdu. Molla Câmî, bir gün rüyâsında Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretlerini gördü. Molla Câmî'ye; "Öyle bir sevgiyle bağlan ki, bırakmak mümkün olmasın." buyurdu. Bu rüyâ, Abdurrahmân Câmî'ye pek fazla tesir etti. O anda Horasan'da idi. O gün hemen yola çıkıp, Herat'a geldi ve Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin huzûruna girdi. Onun sohbeti ile şereflendi. Bu sohbette, kalbinde pekçok değişikliklere şâhid oldu. Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin bâzı kerâmetlerini görünce, ona bağlılığı daha da arttı. Zâhirî ilimlerin yanısıra, bâtınî ilimlerde de yükselmek içinSâdüddîn hazretlerine canla başla hizmet etmeye, onun teveccühlerine kavuşup, fevkalâde olgunluklara sâhib olmaya başladı. Sâdüddîn-i Kaşgârî, Molla Câmî'nin ilk geldiği gün; "Rabbimize hamdolsun ki, Mevlânâ Abdurrahmân gibi bir şâhin tuzağımıza düşmüştür. Artık bunu yetiştirmek, zâyi etmemek lâzımdır." buyurdu. Artık hep onunla meşgûl olmaya başladı.

Molla Câmî'nin, Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin talebesi olduğunu işiten Muhammed Câcermî; "Beş yüz yıldan beri Horasan toprağının bir benzerini yetiştiremediği bir ilim erbâbını, Mevlânâ Sâdüddîn-i Kaşgârî, bir teveccühte yolundan çevirdi ve kendi "Ahrâriyye" ismi verilen yoluna aldı." buyurdu.Mevlânâ Abdürrahîm ise; "Abdurrahmân Câmî, aklî ve naklî ilimleri bırakıp tasavvuf yoluna girene kadar, insanı zâhirî ilimlerden başka hiçbir şey kemâl derecesinde olgunlaştıramaz derdim. Fakat onun tasavvufa yönelişinden sonra, bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım." dedi.

Abdurrahmân Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî hazretlerinin emriyle tenhâ bir yerde halvet etmeye, nefsini terbiye için riyâzet ve mücâhede yapmaya başladı. Yâni, nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için uğraştı. Vakitlerini, insanlardan uzak yerlerde Allahü teâlâyı zikretmek, namaz kılmak ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdi. Âdetâ insanlarla konuşmayı unuturcasına onlardan ayrıldı. Aylarca devâm eden bu hâlin sonunda kalb gözü açıldı ve melekler âlemini seyretmeğe daldı. Daldığı bu âlemin tecellîleri onun gözünün önünde belirdi ve her şeyden sıyrılmış olarak kendini Allahü teâlâya verdi. O zaman anlıyamadığı bir arzu ile Kâbeye doğru yollara düştü. Bir müddet gittikten sonra kendine gelip; "Ben hocamdan izin almadan nereye gidiyorum? İzinsiz ve rızâsız bir iş yapılır mı? Bu benim yaptığım doğru değildir, derhâl dönmeliyim." diyerek, hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin huzûruna döndü. Bu hâdise üzerine Molla Câmî buyurdu ki: "Bu "Ahrâriyye" ismi verilen âlimler silsilesinin yoluna ilk girdiğim zamanlarda, bana nûr belirtileri görünmeye başladı.Hocamın emri üzerine bunlara iltifât etmeyip, o nûrun devamlı olmasını sağlamaya çalıştım. Şunu iyi bilmelidir ki; nûr, keşif ve kerâmetin meydana gelmesi, insanın tamâmiyle olgunlaştığına, nefsini terbiye ettiğine işâret değildir. Bunlara güvenmemelidir. Talebeye en üstün kerâmet, hocasının sohbetiyle pişmesi, onun teveccühleri altında nefsinden kurtulmasıdır."

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî hazretleri, Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin yıllarca sohbetinde bulunarak, onun teveccühleri altında yetişti. Onun halîfesi, vekîli oldu. Hocası, 1456 (H.860) senesinde Herat'da vefât etti.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, zamânındaki âlim ve evliyâ ile görüşür, onlarla sohbet ederdi. Bunlardan biri Muhammed Esed, biri Ubeydullah-i Ahrâr hazretleridir. Ubeydullah-i Ahrâr ile dört defâ buluştular. İlk görüşmelerinde Ubeydullah-i Ahrâr'ın büyüklüğünü kabûl edip, ona bağlandı.

Onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ayrı oldukları zamanlarda, mektup ile haberleşirlerdi. Birbirlerini ziyâret ettiklerinde, sohbetlerinin ekserisi sükût içinde geçerdi. Fakat kalbden çok şeyler konuşurlar, dışarıdan seyredenler hiç konuşmuyor sanırlardı. Bir defâsında Molla Câmî, Taşkend'e Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerini ziyârete gitti. Orada on beş gün kaldı. Umûmî olarak sohbetleri konuşmasız geçiyordu. Arada sırada Ubeydullah-i Ahrâr bâzı şeyler anlatıyordu. Fakat bu konuşulanları orada bulunanlar anlamıyorlardı. Bir ara Molla Câmî; "Efendim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî'nin Fütûhât'ında bâzı mevzûlarda müşkilimiz vardır. Bunların îzâhını istirhâm ediyorum." dedi. Hâce Ubeydullah emir buyurup Fütûhât kitabı getirildi. Anlaşılmıyan yerler gösterildiğinde; "Okuyun, dinleyelim!" buyurdu. Kitapdaki o mevzû, tâne tâne okundu. Sonra Ubeydullah hazretleri îzâh etti, fakat bu îzâhı orada olanlar anlayamadılar. Bu îzâhın anlaşılmadığını gören Hâce Ubeydullah; "Kitabı kapatınız!" buyurdu. Kapattılar. Bir müddet sessizlik hâkim oldu. Ubeydullah-i Ahrâr murâkabeye vararak, başını göğsüne eğip tefekküre daldı. Sonra; "Şimdi kitabı açınız!" buyurdu. Açtılar ve okumaya başladılar. Bu defâ, okudukça yazılanlar anlaşılmaya başlandı. Daha önce niçin anlayamadıklarına hayret ettiler. Ubeydullah-i Ahrâr'ın bir nazarı, himmeti ve duâları bereketiyle, anlaşılmayan mevzû, bir defâ daha okununca anlaşılır hâle geldi. Nitekim Mevlânâ Abdurrahmân Câmî; "Hâce Ubeydullah-i Ahrâr öyle bir kimse idi ki, bir bakışları ile hasta kalbleri ıslâh eder, kalbi dünya düşüncelerinden o derece çabuk temizlerdi." buyurdu.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, 1472 (H.877) senesinde Hicaz'a gitmek için yola çıktı. Her geçtiği şehirdeki âlimler onu karşılıyarak, ziyâret edip, hayr duâsını aldılar. Bilmedikleri müşkillerini sorarak, verdiği cevaplara hayran kaldılar. Bağdât'ta Eshâb-ı kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda hep gâlip geldi. Bâzı insaflı olanların tövbe etmesine sebeb oldu. Uğradığı yerlerde, sultanlardan, emîrlerden ve halktan pekçok hürmet, izzet ve ikrâm gördü. Daha önce vefât etmiş büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Medîne-i münevvereye geldiğinde, Peygamber efendimize olan muhabbetini dile getiren kasîdeler söyledi.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Hicaz seferi esnâsında bir Arabî ile karşılaştı. Molla Câmî'nin güzel bir devesi vardı. O deve Arabî'nin hoşuna gitti. Arabî, kendi kafasına göre bir fiyat biçerek o deveyi satın almak istedi. Câmî, Arabî'nin ısrârına dayanamıyarak verilen fiyata devesini sattı.Arabî, kendi yükünü yükledi ve deveyi alıp gitti. Aradan on gün kadar bir zaman geçtikten sonra, o deve çölde kum fırtınasına tutulup öldü. Arabî, Mevlânâ Câmî'ye gelip; "Bana hasta bir deveyi sattın." diyerek, küstahça sözlerde bulundu. Haddinden fazla edebsizlik etti. MollaCâmî, adama parasını geri vererek; "Deve nerede öldü?" buyurdu. O da; "Falan yerde, istersen gidip görelim." dedi. MollaCâmî, devenin öldüğü yere gitmeyi kabûl etti. Yola çıkmadan evvel, yakınlarından bir kimseye buyurdu ki: "Bu Arabî'nin ölümü yaklaştı." Arabî, Mevlânâ Câmî'yi tam devenin kum fırtınasına tutulduğu yere getirince düşüp can verdi.

Hac vazîfesini yaptıktan sonra Haleb'e geldiler. Orada da bütün halk onu saygıyla karşıladı. Pekçok ikrâmlarda bulundular. Oradan Tebrîz, Horasan ve Herat'a gitti.

MollaCâmî hacdan dönünce, Hüseyin Baykara'nın kendisine tahsis ettiği bir medresede ders vermeye başladı. Arab diline ve edebiyâtına büyük ilgi duyan Câmî, bu dilde birçok eser yazmıştır. Oğlu Ziyâüddîn Yûsuf için yazdığı El-Fevâid-üz-Ziyâiyye fî Şerh-il-Kâfiye adlı Arabca gramer kitabı, müslüman Türkler arasında Molla Câmî adıyla çok tanınmıştır ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Mevlânâ Abdurrahmân, Sadüddîn-i Kaşgârî'nin halîfesi, vekîli olduğu hâlde, önceleri tasavvuf edeblerini başkalarına bildirmekten çekinirdi. "Hocalık yükü çok ağırdır. Bu yüke tahammül edemem." der ve bu ilmi öğrenmekte çok ısrâr edenlere yardımcı olurdu. "Tâlib çok, fakat hakîkî sâdık olanlar çok az..." buyururdu.

MollaCâmî'nin sohbetinde bulunanlar, gam ve kederlerini unuturlar, neşe ve ferahlık duyarlardı.

Sultanlara, vezirlere, vâlilere ve devlet büyüklerine yazdığı mektuplarda; onlara dâimâ iyiliği, hayrı, adâleti, halka şefkatle muâmeleyi tavsiye ederdi.

Hindistan'da Timûroğulları devletinin kurucusu olan Bâbûr Şah, Molla Câmî hakkında; "Zamânında, zâhirî ve mânevî ilimlerde onun gibisi yetişmemiş gibidir. Onun övülmeye ihtiyâcı yoktur. Ancak adını anmak, bizim için kurtuluşa vesîledir." derdi.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, şöhret ve îtibâr kazanmaktan kaçardı. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Dâimâ namazda oturur gibi oturur; Hakka ve halka karşı hürmet göstermek yönünden böyle oturmayı tercih ederdi. Çok defâ kuru toprak üzerine otururdu. Meclisine gelenler gam ve kederlerini unuturlar, neşe ve ferahlık duyarlardı. Sofrasında misâfirsiz yemek yemez, hizmetini görenlerle berâber yemek yemekten zevk alırdı. Kendi ihtiyâcından fazlasını hayır işlerine sarfeder, ilim talebelerinin ihtiyaçlarını görürdü. Herat'da ve Hıyâban şehirlerinde birer medrese, Câm şehrinde de bir câmi yaptırdı.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, bir defâ okuduğu kitabı hiç unutmazdı. Onun için de bir daha bakma durumu olmazdı. Dünyâya meyletmez, âhiret hayâtına hazırlıkla meşgûl olurdu. Yatsı namazını kıldıktan sonra, bir saat kadar cemâatle sohbet ederdi. Sonra Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olur, namaz kılar, Kur'ân-ı kerîm okumakla vakitlerini değerlendirirdi. En fazla uykusu, gecenin üçte birinden az olurdu. Geri kalan zamânını ibâdet etmekle geçirirdi.Sabah namazından sonra, işrâk vaktine kadar cenâb-ı Hakk'ın yarattıkları hakkında tefekkür, murâkabe ederdi. Öğleye kadar eser yazma, kitap mütâlaası üzerinde durur, öğleden sonra talebeleriyle meşgûl olurdu.

Molla Câmî, Ehl-i Beyt'e ve Eshâb-ı kirâma âşık idi. Onlara kötü gözle bakanlara, uygun olmayan sözler sarfedenlere derhâl cevaplarını verir ve sustururdu. Bu sebeple Eshâb-ı kirâm düşmanlarıyla hiç uyuşamadı ve onların dâimâ tenkidlerine mâruz kaldı. Silsilet-üz-Zeheb ismindeki kitabında, îtikâdnâme başlığı ile Ehl-i sünnet îtikâdını, otuz bahiste ve çok güzel bir üslûp ile anlattı.

Molla Câmî, dîvânında, Türk hâkânı Fâtih Sultan MehmedHâna hitâben, onu övücü şiirler yazdı. Ayrıca onun oğlu Sultan Bâyezîd'i medheden kasîdeleri de bulunmaktadır.

Ayrıca Sultan İkinci Bâyezîd hakkında da kasîdeleri vardır. Molla Câmî ile Osmanlı sultanları arasındaki bu alâka, Osmanlı sultanlarının ilim, tasavvuf, şiir ve edebiyâta çok önem vermelerindendir.

Osmanlı sultanları, Mevlânâ Abdurrahmân Câmî hazretlerini çok sevdiler. Onun duâsına kavuşmak için can attılar. Bu sebeple Fâtih Sultan Mehmed Hân, onu Anadolu'ya dâvet etti. Konya'ya geldiğinde, Fâtih SultanMehmed Hânın vefât haberini alınca geri döndü.

Osmanlılar, Molla Câmî'yi ne kadar çok sevdilerse, İran'daki Safevî şahları da o kadar çok düşmanlık ettiler. Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan'a hücûm ettikleri sırada, MollaCâmî'nin oğlu, babasının kabrini açarak, mübârek cenâzesini başka bir yere defnetti. Eshâb-ı kirâm düşmanları Horasan'ı istilâ edip, Molla Câmî'nin kabr-i şerîfini açtıkları zaman, mübârek cenâzesini bulamadılar. Ona olan düşmanlıklarından, kabirde bulunan tahta parçalarını yaktılar. Şâh İsmâil de, kendi devrinde Herat'ı zaptettiği zaman şu emri verdi: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin nerede bir kitabı görülürse, kitabın üzerindeki Câmî ismindeki "Cim" harfinin noktasını kazıyıp, harfin üzerine nokta koyun. Bu sûretle Câmî ismi, Hâmî (olgunlaşmayan kimse) olsun." Bu hâdiselere Horasanlı âlimler çok üzüldüler. Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin yeğeni; "Yazıklar olsun, ülkeler fetheden Şâh'ın insafına! O Câmî ki, bir ömür boyu cihân, onun kapısında köle olmuştur. Ne yazık ki, birkaç traşsız haydudun hatırı için, isminin altındaki noktayı yontturdu da, hâmî yazdırayım derken hamlık etti" demekten kendini alamadı.

MollaCâmî'nin meclisine, bir gün edebi kıt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden konuşulmayacağını bilmiyordu. Zühdden takvâdan dem vurmağa, bilgiçlik taslamağa başladı. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye başlandı. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; "Ben yemeğe tuz ile başlarım. Tuz getir." dedi. Onun bu hâline Molla Câmî üzüldü ve; "Ekmekte tuz vardır. Ona niyet eyle." buyurdu. Bu sırada ekmeği tek elle koparan birine de; "Ekmeği bir el ile koparmak mekruhtur." deyince, Molla Câmî de; "Yemek esnâsında başkalarının el ve ağızlarına bakmak, ekmeği tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur." buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; "Yemek yerken konuşmak sünnettir." dedi. Molla Câmî de; "Çok konuşmak mekruhtur." buyurdu. O edebi kıt kimse, artık yemek sonuna kadar hiç konuşmadı.

Bir kimse Molla Câmî'ye gelerek; "Bana öyle bir şey öğretin ki, kalan ömrümde onu yaparak cenâb-ı Hakk'ın rızâsını kazanayım." dedi. Molla Câmî; "Hocam Sâdüddîn-i Kaşgârî'ye de aynı suâli sormuşlardı. Cevap olarak, mübârek elini sol göğsü üzerine götürüp, kalbini işâret etti. Bununla meşgûl olun, kalbinizden kötü huyları çıkarıp, yerine iyi ve beğenilen huyları yerleştirin demek istedi." buyurdu.

Molla Câmî'yi çok sevenlerden biri anlattı: "Mevlânâ Abdurrahmân Câmî ile hacca berâber gitmiştik. Bağdât'a geldiğimizde hastalandım. Her geçen gün hastalığımın arttığını hissediyor, öleceğimi sanıyordum. Mevlânâ hazretleri de ziyâretime hiç gelmemişti. Bunun için de ayrıca üzülüyordum. Aradan günler geçtiği hâlde, yataktan kalkamıyordum. Birgün arkadaşımızın biri koşarak yanıma gelip; "Mevlânâ Câmî seni ziyâret için geliyor." diyerek müjdeledi. Bu sevinçli haber, bende yatağımdan doğrulacak kadar bir kuvvet meydana getirdi. Yatağın içine oturup beklemeğe başladım. Derken odama girdi. Onun girmesiyle, loş odam birden aydınlanıverdi. Yatağımın kenarına oturdu. Hâlimi, hatırımı sordu. Buna cevap olarak; "Âşıkların ümid içinde yüz yıl bile bekliyeceğini." bir şiirle anlattım. Başını önüne eğip, gözlerini yumdu ve bir müddet murâkabeye vardı. O ânda benden bir ter boşanmaya başladı. Başını kaldırıp bana; "Terlemeğe başladınız, yatağa giriniz. İnşâallah tez zamanda iyi olacaksınız." buyurdu. Odamdan ayrılıp gittikten sonra, yatağa girdim. Yatakta beni şiddetli bir ter bastı. Terimi kurulamak için doğrulduğumda, hiçbir şeyimin kalmadığını gördüm. Mevlânâ Câmî hazretlerinin teveccühleri bereketi ile hastalıktan kurtuldum."

Geylanlı büyük velîlerden biri hastalandı. Her geçen gün hastalığının şiddeti artıyordu. Görenler; "Bu hastalıktan kurtulmak imkânsızdır. Mutlaka ölür." diyorlardı. Herkes ümîdini kesmişti. Hastalığının iyice ağırlaştığı bir gün, talebeleri, oğulları ve yakınları başında toplandılar. Artık vefâtını bekliyorlardı. Bir ara hasta gözlerini açtı. Yatağında doğrulmaya başladı. Etrâfındakiler hayretle hastaya bakıyorlardı.Çünkü, günlerce değil doğrulmak, bir taraftan bir tarafa dönemiyordu. Şimdi ise bir ânda yatağından doğruldu. Ayağa kalktı. Tamâmiyle iyileşmiş gibi hareket ediyordu. Oradakilere iyi olduğunu, hiçbir ağrı ve sızının kalmadığını söyleyince, ahbabları dağılıp evlerine gittiler. Herkes gidince, yakınlarından birine; "O kadar hasta idim ki, sanki rûhum bedenden ayrılmak üzereydi. O ızdıraplı ânımda, gözüme Mevlânâ Câmî hazretleri göründü. Yanıma oturup bana teveccüh etti ve iltifatlarda bulundu, iyi olacağımı bildirerek kayboldu. Ben de, o gittikten sonra hemen ayağa kalktım. Hiçbir rahatsızlığımın kalmadığını gördüm." dedi.

Talebelerinden Muhammed Rucî anlattı: "İlkbahar mevsimiydi. Yağmurlardan sular çoğalmıştı. Bir gün hocamız Mevlânâ Câmî ile Malan Irmağının kenarında oturuyor ve sohbetiyle şerefleniyorduk. Bir ara ırmağın üst tarafından, akıp gelmekte olan bir kirpi gördük. Kirpinin karnı üst tarafta olduğu hâlde, suların akıntısıyla sürüklenerek geliyordu. Belli ki ölüydü. Tam bizim önümüzden geçerken, hocamız Mevlânâ Câmî hazretleri elini uzatarak, ölü kirpiyi suyun içinden alıp inceledi. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Kirpinin dikenli sırtını okşadı. Bir müddet sonra kirpi kımıldamaya başladı ve ayağa kalktı.Canlanan kirpi, normal hâlde insanlardan kaçması lâzım iken, Mevlânâ Câmî'ye doğru gelip, ön ayaklarını ve başını havaya kaldırarak, hürmet gösterir gibi beklemeğe başladı. Kalkacağımız zaman, Mevlânâ Câmî, kirpiyi o hâlinden normal hâle getirdi. Kalkıp şehre doğru yürümeğe başladık. Fakat kirpi peşimizden gelmeğe başladı. Ancak şehre yaklaşınca peşimizi bıraktı.

Mevlânâ Câmî'nin talebelerinden biri anlattı: "Bir gün hocamın mübârek cemâlini ve tatlı sohbetini arzulayarak huzûruna gitmek için yola koyuldum. Yolda giderken, karşıma fevkalâde güzel bir kadın çıktı. İkinci defâ görmemek için gözümü başka tarafa çevirdim. Fakat elimde olmayarak başımı çevirip bir daha bakmak istedim. O anda yanımdan geçmekte olan odun taşıyan hamalın bir odunu gözüme çarptı. Öyle acıdı ki, sanki gözüme ok saplanmıştı. Gözümden kan akmaya başladı. Yabancı kadına bakmanın cezâsını hemen görmüştüm. Kan durduktan sonra hocamın bulunduğu mescide gittim. Yanındaki kimselere nasîhat ediyordu. Bir kenara oturup dinlemeye başladım. Hocamın bir ara sohbetin mevzûsunu değiştirerek; "Birisi yolda gelirken, yanından geçmekte olan bir güzele bakmış. O anda bir el peydâ olup, o kimsenin gözüne bir tokat vurmuş. Bu tokatın dehşetinden göz yaşları dinmemiş ve gözünden kan akıtmış. Hafiften bir nidâ gelip; "Bir kere harama bakmaya bir dokunmak kâfidir. Eğer sen bakmaya devâm edersen, biz de dokunmamızı arttırırız." buyurmuş." Hocam bunu anlattıktan sonra, benden tarafa bakarak; "İnsan harama bakmaktan gözü korumalıdır ki, ona el uzatmasınlar." buyurdu."

Molla Câmî, 1492 (H.89 senesinde bir Cumâ günü, dostlarının okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinledi ve ezan okunurken son nefesinde Kelime-i şehâdeti getirdikten sonra vefât etti. Sultan Hüseyin Baykara, vezîri Ali Şîr Nevâî, âlimler, seyyidler ve bütün Heratlılar, Molla Câmî'nin evine koştular. Hazırlıklar bitirildikten sonra, büyük bir cemâat cenâze namazını kıldı ve hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî'nin kabri yakınına defnedildi. Mübârek kabri ziyârete açıktır.Dünyânın dört bucağından gelen âşıkları, onu ziyâret ederek, mübârek rûhundan saçılan feyzlerden istifâde ederler. Türbesindeki kitâbede şu yazılar okunmaktadır: "Hüvelbâkî, bâkî olan ancak Allahü teâlâdır. Yeryüzünde olan her şey fânîdir. Yalnız kerem sâhibi olan Rabbimiz bâkîdir... İlim ve hikmet sırlarına ermiş, bahçelerin hoş sesli bülbülü, kutbların en büyüğü, müslümanların gözlerinin nûru olan efendimiz Abdurrahmân Câmî "kuddise sirruh", Allahü teâlânın dâvetine uyarak, selîm bir kalb ile, meâlen; "Ey (îmânda sebât gösteren, Allah'ı anmakla) mutmainne olan nefs! Dön Rabbine, (Cennet'te sana hazırladığı nîmetlere), sen O'ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden râzı olarak haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennet'ime..." buyurulan (Fecr sûresi: 27, 28, 29, 30. âyet-i kerîmeleri) emir gereğince, bu aldatıcı dünyâ tuzağından, zevk ve safâ ile dolu Cennet köşklerine uçtu.

Buyurduğu güzel sözlerinden bâzıları:

"Akıl dışında olan şeyler, keşif, müşâhede ve kalb gözü ile anlaşılır. Akıl bunları anlıyamaz. Nitekim, his uzuvları da, aklın anladığı şeyleri anlayamıyor."

"Seven o kimselerdir ki, sevgilisinden ne kadar düşmanlık görse, yine dostluğunu arttırır. Sevgilisinden başına binlerce sitem taşı gelse, onlar ancak aşk binâsını sağlamlaştırır."

"İlim, sana zarûri oldukça kazanmaya çalış, sana gerekli olmayan bilgileri elde etmeye uğraşma, zarûri bilgiyi kazandıktan sonra da, onunla amel etmekten başka bir şey isteme."

"Her kime şu beş saâdet verilmiş ise, tatlı yaşayışın dizgini onun eline bırakılmıştır: 1- Vücud sağlığı, 2- Güven, 3- Rızık genişliği, 4- Şefkatli ve vefâlı arkadaş, 5- Ferâgat duygusu."

"Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmetten saymazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz gösterince, o uzunluğun ne faydası olur? Nîmetin değeri, sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındadır."

"Üç zümreye, üç şey çirkin düşer: Pâdişâhlara sertlik, âlimlere mal sevdâsı, zenginlere cimrilik."

"İhtiyarlık, gençliğin sonu ve netîcesidir. Netice ise, başa bağlıdır. Gençliğini iyi geçirenin, ihtiyarlığının da iyi geçeceği umulur."

"Kötü kimse, başkalarının ayıplarını saymak isterken, kendini dile getirir."

"Bir kimse bütün ilimleri kendinde toplasa, Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmedikçe kurtulamaz."

"Önceden Allahü teâlânın adını dile getirip, O'nu övmeden mübârek bir işe başlayan kimse, cılız bir kuş gibi uçmağa güç yetiremez. Gâyesine ulaşmadan kanatları kırılır, bir daha kalkmayacak gibi yere düşer."

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Arabî, Fârisî, şiir ve nesir hâlinde yüze yakın eser yazdı. Bunlardan en kıymetlisi; Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds ve Şevâhid-ün-Nübüvve isimli kitaplarıdır.

Molla Câmî'nin birçok eseri vardır: 1) Fâtihat-üş-Şebâb (dîvân), 2) Vâsıtat-ül-İkd (dîvân), 3) Hâtimet-ül-Hayât (dîvân), 4) Bahâristan, 5) Heft Evrenk adı altında topladığı yedi mesnevîsi. 6) Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds: Bu eseri, Abdullah-i Ensârî'nin Tabakât-ı Sûfiyye adlı eserinin genişletilmesiyle meydana çıkmıştır. Farsça olup, altı yüz dört velînin hayâtı ve menkıbeleri anlatılmaktadır. Nefehât-ül-Üns kitabının, Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatay Türkçesine ve Lâmii Çelebi de bir takım ilâveler yaparak Osmanlı Türkçesine tercüme etmiştir. 7) Şevâhid-ün-Nübüvve, Levâih.

BÜYÜKLERİN BEREKETİ

Molla Câmî hazretleri bir gün buyurdu ki: "Bize verilen bu kadar ihsânlar, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin bereketidir. Ben, beş yaşında idim. O sene Hâce Muhammed Pârisâ hacca gidiyordu.Yolu, bizim Câm kasabasına uğradı. Babam ve Câm'ın ileri gelen âlimleri, onu ziyâret etmek için huzûruna gittiler. Beni de yanında götüren babam onunla müsâfeha ettikten sonra, bana, elini öpmemi emretti. Öptükten sonra, Muhammed Pârisâ bana iltifât ederek bir meyva hediye etti. Teveccühlerine kavuştum. Aradan altmış yıl geçmesine rağmen, nûrlu, mübârek yüzlerinin güzelliği hâlâ gözümün önünden gitmemektedir. İşlerimin rast gitmesi, büyüklere olan muhabbet nîmetinin ihsân edilmesi, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin teveccühleri ve duâları bereketiyledir. Bu "Ahrâriyye" yolunun büyüklerine olan sevgimin meydana gelmesine sebeb olanlardan biri de Fahreddîn-i Luristânî'dir. Ben küçükken, bizi teşrif etmişti. Kur'ân-ı kerîm harflerini yeni öğrenmiştim. Beni kucaklarına oturtup, mübârek parmağıyla işâret ederek havada; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali gibi muhterem isimleri yazardı. Ben okudukça hayret eder; "Bu çocuğun, ileride bu yolun büyüklerinden olacağı umulur." derdi. Bana iltifât eder, şefkat gösterirdi. Onun bu merhameti, ona ve onun gibi olan büyüklere muhabbet etmeme sebeb oldu. O zamandan beri bütün arzum, o büyüklerin muhabbetleriyle yanmak ve son nefesimde o muhabbet ile ölmektir."

FIRSAT GANÎMETTİR

Mevlânâ Câmî'nin talebelerinden biri şöyle nakletti: "Bir zamanlar Sermazar şehrinde bir müddet oturmam îcâb etti. Bu durumu gelip Mevlânâ Câmî'ye arzettim. Bana; "Gâyet münâsiptir. Burayı bırakıp acele ile oraya git! Giderken acele etmeyi sakın ihmâl etme. Fırsat ganîmettir ve bunda senin için nice gizli haberler vardır." buyurdu. Ben, tekrar memleketime dönünce, bir takım engeller zuhûr etti ve geciktim. Bir hafta sonra evime varınca, ne kadar kıymetli eşyam varsa hepsinin çalındığını gördüm."

HUZÛR VE ÂFİYET

Molla Câmî bir gün bir kimseye; "Ne iş yapıyorsun?" diye sordu. O da; "Hamdolsun huzûrluyum. Sıhhat ve âfiyette bulunduğum hâlde dünyâyı terkederek bir köşeye çekildim. Cenâb-ı Hakk'ın zikri ile meşgûl oluyorum." dedi. Molla Câmî buna cevap olarak;"Huzûr ve âfiyet bu değildir. Huzûr ve âfiyet, insanın nefsinin emmârelikten kurtulup, itminâna kavuşmasıdır. Nefsi itminâna kavuştur da, ister sâkin bir köşede otur, isterse insanların arasında." buyurdu.

EDEBSİZİN CEZÂSI

Mevlânâ'yı çok sevenlerden biri anlattı: "Eshâb-ı kirâm düşmanlarından biri, Mevlânâ Câmî ile münâzara etti.Eshâb-ı kirâm aleyhinde kelimeler sarfetti. Buna Mevlânâ Câmî öyle güzel cevaplar verdi ki, o Eshâb-ı kirâm düşmanı, konuşacak tek kelime bulamayıp sustu. Fakat Mevlânâ hazretlerine buğz etmeye, ona gizliden düşmanlığa başladı. Biz bu adamın en kısa zamanda bir belâya uğrayacağını veEshâb-ı kirâm efendilerimize dil uzatmanın cezâsını ânında çekeceğine inanıyor ve bekliyorduk. O, biraz ötede duran atının yanına gidip, yemini yiyip yemediğini kontrol etmek için, elini atın başındaki torbanın içine soktu. At, birden sâhibinin şehâdet parmağını ısırıp kopardı. Bağırmaya, feryâd ve figâna başladı. Herkes ne oluyor ne var diye etrâfına toplandı. Biraz sonra yere yıkıldı ve büyük bir ızdırap içinde kasıla kasıla öldü. Doğrusu, cezânın bu kadar kısa bir zaman içinde verileceğini tahmin etmiyorduk."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA FENÂRÎ



Osmanlı Devletinin ilk şeyhülislâmı ve büyük velî. İsmi Muhammed olup, babasınınki Hamza'dır. Nisbeleri Rûmî ve Fenârî, lakabı Şemsüddîn'dir. 1350 (H.751) senesinde Fener köyünde doğdu. Bu köyde doğması veya babasının fenercilik sanatıyla meşgûliyetinden dolayı "Fenârî" nisbetiyle meşhur oldu.

Babası Muhammed Hamza, zamânının büyük velîlerindendi. Molla Fenârî küçük yaşta babasından tasavvuf yolunu öğrenmeye başladı. Mevlânâ Alâüddîn Esved, Şeyh Cemâleddîn Aksarâyî, Şeyh Hamîdüddîn-i Kayserî'den ve zamânında bulunan diğer birçok büyük âlimden ders okudu. İlim tahsîli için Mısır'a gidip, orada bulunan meşhûr Hanefî fıkıh âlimi Kemâleddîn-i Bâbertî'den ilim öğrendi.

Molla Fenârî İskender Târihi'ni nazm eden meşhur şâir Ahmedî ve tıpta Şifâ kitabının sâhibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte, Mısır'da Ekmeleddîn-i Bâbertî'nin huzûrunda ders arkadaşı idiler. Bir gün bir velîyi ziyârete gitmişlerdi. Bu zât, onlara bakıp, Mevlânâ Ahmedî'ye; "Sen, vaktini şiirde harcarsın." Hacı Paşaya; "Sen ömrünü tıpta harcarsın.", Molla Fenârî'ye ise; "Sen de, din ve dünyâ reisliğini, ilim ve takvâyı birlikte bulundurursun." buyurdu. Gerçekten de, bu zâtın buyurduğu gibi oldu. Din ilimleri yanında fizik, matematik ve astronomi de öğrenenMolla Fenârî, tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra Anadolu'ya dönerek Bursa'ya yerleşti ve talebe yetiştirmeye başladı.

Molla Fenârî, bir ara Bursa'daki hizmetlerini bırakıp Konya'ya gitmişti. Karaman Beyi ona çok iltifat ve ihsânlarda bulundu. Ders okutması için ricâda bulundu. Orada da ders verip talebe yetiştirdi. Burada, Yâkub-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi zâtlar ondan istifâde edip, ilimde yüksek dereceye ulaştılar. Molla Fenârî, bu iki talebesiyle dâimâ iftihâr ederdi. Karaman Beyinin kızı Gül Hâtun ile evlenerek, iki oğlu, iki kızı oldu. SonraOsmanlı Sultânının dâveti üzerine tekrar Bursa'ya geldi. Eski hizmetlerine devâm etti. İki oğlu da, kendisi gibi âlim olarak yetişti. Onlar da Bursa'da kâdılık yapmışlardır.

Molla Fenârî, uzun zaman Bursa'da kalan ve Somuncu Baba diye tanınan Hâmid-i Aksarâyî'den de ilim ve feyz aldı. Büyük bir velî ve yüksek âlimlerden olan Somuncu Baba, önceleri Bursa'da yaptırdığı fırında pişirdiği ekmekleri satarak geçinirdi. O sırada Molla Fenârî de Bursa'da kadılık yapıyordu.Somuncu Baba'nın ilimdeki ve velîlikteki üstünlüğünü bilenlerdendi. Sultan Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu zaferinden sonra Bursa'da Ulu Câmiyi inşâ ettirmeye başlamıştı. İnşâat sırasında, câmide çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba karşılamıştı. Câminin inşâsı bittiğinde, açılış günü Cumâ hutbesini okumak üzere Pâdişâhın dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan hazretlerine vazife verilmişti. O gün orada, Molla Fenârî ile berâber büyük bir âlim topluluğu da vardı. Tam Cumâ vakti gelince, Emîr Sultan hazretleri; "Sultânım, zamânımızın büyüğü burada bulunurken, bizim hutbe okumamız edebe uygun değildir. Bu câmii şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât, şu kimsedir!" diyerek Somuncu Baba'yı işâret etti. Şöhretten son derece sakınan bu büyük velî, Pâdişâhın emri üzerine mimbere doğru yürüdü. Emîr Sultân'ın yanına gelince; "Ey Emîr'im! Niçin böyle yapıp, benim hâlimi ele verdiniz?" dedi. Emîr Sultan da: "Sizden daha üstün bir kimse göremediğim için böyle yaptım" cevâbını verdi. Cemâat hayret içinde kalmıştı. Somuncu Baba'nın okuyacağı hutbeyi merakla beklemeye başladılar. Mimbere çıkan Somuncu Baba, öyle güzel bir hutbe îrâd buyurdu ki, o zamana kadar cemâat böyle bir hutbeyi hiç kimseden dinlememişti. Hutbede; "Ulemâdan bâzısının, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı bulunmaktadır. Onun için, bugünkü hutbemizde bu sûrenin tefsîrini yapalım." buyurdu. Fâtiha sûresinin yedi türlü tefsîrini yaptı. Bu konuda nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayret içinde kaldı. Bursa'da onun büyüklüğünü anlamayan kalmamıştı. Başta kâdı Molla Fenârî; "Somuncu Baba, önce bizim bu sûrenin tefsîrindeki müşkilimizi halletti. O, bunun büyük bir kerâmetiydi. Çünkü, Fâtiha'nın birinci tefsîrini bütün cemâat anlamıştı. İkinci tefsîrini, cemâatin bir kısmı anladı. Üçüncüsünü anlayanlar çok azdı. Dördüncü ve sonraki tefsîrlerini, içimizde anlıyan yok gibiydi." demekten kendini alamamıştı.

Namazdan sonra hemen evine giden Somuncu Baba'yı ilk ziyâret eden Molla Fenârî oldu. Bu ziyâret sırasında ona; "Efendim, bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat anlıyamadığım bâzı yerleri vardı.Bu hutbeniz ile, anlıyamadığım yerleri açıklamış oldunuz. Medresede, hizmetlerimizin karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Helâl olmasında hiç şüpheniz olmasın. Kabûl buyurursanız, bunu size hediye etmek ve ayrıca sizin talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum." deyince, Somuncu Baba ona teveccüh edip duâ eyledi. Molla Fenârî, çok feyz ve mârifetlere kavuştu. Yazdığı tefsîrlerinde bu ince mârifetleri beyân eyledi. Bir cild büyüklüğündeki Fâtiha Tefsîri, bu ince bilgilerle doludur.

Bu hâdiseden sonra büyüklüğü herkes tarafından anlaşılan Somuncu Baba; "Sırrımız ifşâ oldu. Herkes bizi tanıdı." diyerek Bursa'dan ayrılmak istedi. Bir sabah erkenden, Gaves PaşaMedresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı.Somuncu Baba'nın Bursa'yı terk etmekte olduğunu haber alan Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip, Bursa'da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat, kabûl ettiremedi. Sonunda Bursalılara duâ etmesini taleb etti. Bu çınarın yanında Bursa'ya dönerek, feyizli ve bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti. Birbirine vedâ ederek ayrıldılar. "Duâ Çınarı" denilen bu ağaç, Bursa'nın Ankara yolu çıkışındadır.

1419 (H.822) yılında, ilk defâ Hicaz'a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken, Mısır Sultânı Melik Müeyyid, Mısır'da kalarak ders vermesini ricâ etti. Bir müddet kalıp, ders okuttu. Birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet etmiş ve çeşitli meseleleri muhâsebe ve müzâkere etmişlerdir. Bu yolculuğu esnâsında Kudüs-i şerîfi de ziyâret etmişti. Çelebi Sultan Mehmed Hân dâvet edince, Bursa'ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken, orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend'in halîfesi Muhammed Pârisâ'nın cenâze namazında bulundu.

1424 (H.82 yılında Sultan İkinci Murâd Hân, onu ilk şeyhülislâm olarak tâyin etti. Bu vazifeyi, adâlet ve hak üzere altı sene yaptı. Devletin mühim işlerinde, sultanlar ve devlet adamları kendisiyle istişâre ederek, ilminden ve isâbetli görüşlerinden istifâde etmişlerdi. Ders okutması yanında, fetvâ işlerini ve Bursa kadılığını da yürüten Molla Fenârî, bir mahkeme esnâsında, sultan Yıldırım Bâyezîd Hânın şâhidliğini dahî kabûl etmemiştir. Şöyle ki: Mahkemede dâvâ konusu olan bir hâdisenin şâhidi olarak pâdişâhın da dinlenmesi îcâbetmişti. Kâdı Molla Fenârî, huzûrunda duruşmaya çıkan Pâdişâhın şehâdetini, İslâmiyetin aradığı şâhidlik şartlarından biri kendisinde bulunmadığı için red etmişti. O da, namazlarda Pâdişâhın cemâatte görülmemesiydi. Çünkü dînimizde, cemâat ile namaz kılmayı terk edenin mahkemedeki şâhidliği makbûl değildir. Bunun üzerine Yıldırım Bâyezîd Han hemen oturduğu sarayın yanına bir câmi inşâ ettirerek, beş vakit namazı, cemâati hiç terk etmeden kılmağa başladı.

Bursa'da müderrislik ve kâdılık yapan Molla Fenârî kazzazlık (ipekçilik) yaparak da nafakasını temin etmeye çalıştı ve kazandığı paralar ile çok hayrât ve hasenâtta bulundu. Kale'de, Manastır mahallesinde ve Debbâglar semtinde olan mescidler ile, Pınarbaşı'ndaki Dâr-ül-hadîs, onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs'te de bir medreseyi satın alıp, masraflarını, Anadolu'da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır. Vefâtında, çok para ve on binden çok kitap bıraktı.

1431 (H.834) senesi Receb ayında Bursa'da vefât etti. Kabri, Bursa'da Keşîş Dağı eteğinde, Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır ve ziyâret edilmektedir. Kabri, Bursa'nın en yüksek semtinde bulunmaktadır. Câminin yanında bir de medresesi vardır. Ayrıca birçok hayır işleri de gerçekleştirmişti.

Molla Fenârî, Tasavvufta Zeyniyye tarîkatına mensûb idi. İpekçilikten çok iyi anladığından, kendisine yetecek kadar parayı sağlamak için bu işle uğraşır ve yiyeceği, giyeceği için lâzım olan parayı kendi emeği ile kazanırdı. Süslü elbiselerle dolaşmaktan hiç hoşlanmazdı. Gâyet mütevâzî giyinir, başında bir dolama ile dolaşırdı. Böyle giyinmesinin sebebini soranlara; "Elimin kazancı, daha fazlasına yetmiyor." cevâbını verirdi.

Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerinin en büyük halîfesi Şeyh Abdüllatîf-i Makdisî, Anadolu'yu şereflendirdiğinde, Molla Fenârî onun gelişini parlak bir manzûme ve güzel bir şiirle kutlamıştı. Zeynüddîn-i Hâfî de, aynı bahr ve vezinde bir karşılık söyleyerek, pekçok övücü sözler yazmış veMolla Fenârî'ye göndermişti.

Eserleri çok kıymetlidir. Başlıcaları şunlardır: 1) Ayn-ül-A'yân: Fâtiha sûresinin tefsîridir. 2) Füsûl-ül-Bedâyi' fî Usûl-iş-Şerâyi', 3) Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir, bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Îsâgûcî'ye yaptığı bu şerhi, mantık ilmini çok güzel açıklamaktadır. Buna, bir gün sabahleyin başlamış, güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı, medreselerde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 1886 (H.1304) yılında İstanbul'da basılmıştır. 4) Enmûzecü'l-Ulûm: Yüze yakın ilme âit meseleyi ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser, oğlu Muhammed Şâh tarafından şerh olunmuştur. 5) Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi, 6) Şerh-i Mevâkıb üzerine Ta'likât, 7) Esâs-üt-Tasrîf, Esmâ'il-Fünûn, 9) Es'ile, 10) Risâletü Ricâl-il-Gayb, 11) Risâletün fî Menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibendî, 12) Şerhu Usûl-il-Pezdevî, 13) Şerhu Telhîs-il-câmi' el-Kebîr: Fıkıh ilmine dâirdir. 14) Şerhu Telhîs-il-Miftâh: Me'ânî ilmine dâirdir. 15) Şerh-ur-Risâlet-il-Esîriyye fil-Mîzân, 16) Şerhu Fevâid-il-Gıyâsiyye: Me'ânî ve beyân ilimlerine dâirdir. 17) Şerhu Mukatta'ât. 1 Şerh-ul-Mevâkıb: Kelâm ilmine dâir bir eserdir. 19) Hâşiyetün alâ Şerh-ış-Şemsiyye: Seyyîd Şerîf Cürcânî'nin eserine yaptığı kıymetli bir hâşiyedir. 20) Hâşiyetün alâ Dav'ıl-Miftâh, 21) Şerh-ul-Misbâh: Nahiv ilmine dâirdir. 22) Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa'd lil-Miftâh, 23) Uveysât-ül-Efkâr fî İhtiyâri ülil-Ebsâr: Aklî ilimlere dâir yazdığı bir eser olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı îtirâzları inceler. 24) Misbâh-ul-Uns, Beyn-el-Ma'kûl vel-Meşhûd fî Şerh-i Miftâh-i Gayb-il-Cem'i vel-Vücûd: Sadruddîn-i Konevî'nin Miftâh-ul-Gayb adındaki eserinin şerhidir. 25) Mukaddimet-üs-Salât.

Bunlardan başka birçok metinlere, şerh ve hâşiyeleri ve tâlikâtı var ise de, tedrîs, kâdılık ve müftîlik işleriyle meşgûliyeti, eserlerinin çoğunu temize çekmeye müsâade etmeyip, müsvedde hâlinde kalmıştır.

NAMAZINI BEN KILDIRAYIM

Büyük İslâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Fenârî'nin ömrünün sonlarına doğru gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Sultanın vezîri olan Hacı İvâz Paşa bir konuda Molla Fenârî'ye kızmıştı. Gözleri görmez olunca, laf olsun diye; "Dilerim ki, o âmâ ihtiyârın namazını ben kıldırayım." demişti. Bu söz Molla Fenârî'nin kulağına ulaşınca; "Ol kimse câhildir. Cenâze namazını kıldırmayı beceremez. Cenâb-ı Hakk'ın kapısından ümîdim şudur ki, bana hemen şifâ buyurup, onu âmâ eyleye ve ben onun namazını edâ edeyim." dedi. Bir süre sonra, bir gece rüyâsında Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; "Tâhâ sûresini tefsîr eyle!" diye buyurdukta; "Yüksek huzûrunuzda, Kur'ân-ı kerîmi tefsîr etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor." demişti. Peygamberlerin tabîbi olan Resûlullah efendimiz mübârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mübârek tükrüğü ile ıslattıktan sonra gözleri üzerine koydu. Molla Fenârî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde buldu, kaldırınca, görmeye başladı. Allahü teâlâya hamd ve şükretti. Pamuk ipliklerini saklayıp, öldüğü zaman gözleri üzerine konmasını vasiyet etti.Tam bu günlerde, vezîrin gözleri görmez oldu. Vezir bir süre sonra vefât etti ve cenâze namazını Molla Fenârî kıldırdı. Gözlerinin açılmasının bir şükrânesi olarak, 1429 (H.833) senesinde Şam yolu ile ikinci defâ hacca gitti. Bu esnâda Mısır'a veKudüs-i şerîfe de uğradı. Bir çok âlim ile sohbet edip onlardan istifâde etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA GÜRÂNÎ


Osmanlı âlimlerinden ve büyük velî. Dördüncü Osmanlı şeyhulislâmı. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî, lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla Gürânî'dir. Daha çok Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu. 1410 (H.813) senesinde, Sûriye'nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle "Gürânî" denilmiştir.

Molla Gürânî, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân, meânî gibi âlet ve kırâat ilmini öğrendi. Sonra ilim öğrenmek için Bağdât, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam'a gidip, bir müddet oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsîl etti. Şam'dan Kâhire'ye gitti.Kâhire'de zamânın âlimlerinden ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî'den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında, Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı.Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî'den icâzet aldı. Molla Gürânî bu şekilde çalışarak tahsîlini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti.Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire'deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdarları ile devletin ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. İlmi ve fesâhati, güzel konuşmasıyla kısa zamanda tanındı. Hattâ Kâhire'de herkese açık bir ders verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdîr ettiler. Hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icâzet verdikten sonra, Sahîh-i Buhârî'yi gâyet güzel bir mahâretle okuttuğunu bizzat görüp, şâhid oldu. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kâhire ve Şam taraflarında geçirip İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişi, hayâtında değişikliğe yol açtı. Önce Şâfiî mezhebindeydi. Sonradan Hanefî mezhebine geçti.

Molla Gürânî'nin İstanbul'a gelişi şöyle vukû bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerindenMolla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire'ye uğradı. Orada Molla Gürânî'yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul'a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek istanbul'a gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul'a geldi. Meşhûr âlim MollaYegân, hacdan dönüp İstanbul'a gelince, Sultan İkinci Murâd Hanın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; "Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin?" diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; "Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim" dedi. "Şimdi nerededir?" deyince; "Bâb-üs-seâdede beklemektedir" dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm verdi, el öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî'nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu önce, dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî'nin eski kaplıcadaki medresesine sonra da Yıldırım Medresesine müderris tâyin etti. Böylece bir müddet bu vazifede bulundu.Bundan sonra da Sultan İkinci Murâd Hân, Molla Gürânî'yi oğlu Şehzâde Mehmed'in yâni Fâtih'in yetiştirilmesi ile görevlendirdi.

Şehzâde Mehmed (Fâtih), bu sırada Manisa'da emîrdi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih'in) yetişmesi ve eğitilmesi için pekçok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî'nin heybetli ve vakûr bir âlim olduğunu görerek, sert tutumunu duyup, bu iş için onu tâyin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa'ya gönderildi. Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed'in (Fâtih'in) yetişmesi için ona ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmed'in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; "Darabtühû te'dîben" Terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlîl ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şehzâde Mehmed derslere devâm edip, kısa zamandaKur'ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Mehmed'in Kur'ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocasıMollaGürânî'ye fazla mikdârda mal ve parayı hediye gönderdi.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın yetişmesinde, Molla Gürânî'nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusûr etmezdi.

Babası İkinciMurâd'dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî'yi vezîr yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; "Huzûrunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezîrliğe, sadr-ı a'zamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Vezîriniz onlardan başkası olursa, kalbleri kırılır ve sultânımıza zarar gelir" dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadısker yapmak istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca, ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa evkâf idâresi vazifesi ve kâdılık vazifesi ile Bursa'ya gönderildi. Bursa'da bir müddet bu vazifeleri yaptı. Sonra bâzı sebeplerle Anadolu'dan ayrılıp, Mısır'a gitti.

Molla Gürânî Mısır'a vardığında, Mısır Sultânı Kayıtbay'dan tam bir kabûl ve çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra FâtihSultanMehmed Hân, Mısır Sultânı Kayıtbay'a, Molla Gürânî'yi göndermesini ricâ etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Hanın bu ricâsını Molla Gürânî'ye bildirerek; "Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtirâm ederim" dedi. Molla Gürânî; "Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten o, tabiî olarak kendisine meyledeceğimi bilir. Eğer ona gitmezsem, sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza bir düşmanlık girebilir." cevâbını verdi. Sultan Kayıtbay bu cevâbı beğendi ve kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyâları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderdi.

Molla Gürânî İstanbul'a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defâ Bursa kâdılığına tâyin etti. Sonra yeniden Kadıaskerliğe getirildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, 1480 (H.885) senesinde Şeyhülislâmlık makâmına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında, çok hediyeler vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta, titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.

Fâtih Sultan Mehmed Hana çok nasîhat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkid etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesini, dâimâ dînin emirlerine uygun olmasını isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.

Molla Gürânî; heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim haysiyetine ve ahlâkına sâhipti. Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlüydü. Vezîrleri adlarıyla çağırır, Sultanın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı.Dâvet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defâsında bir Arafe günü, Sultan, Molla Gürânî'ye bir haberci göndererek; "Yarın bayramı kutlamak üzere teşrif etsin, geç kalmasın." diye haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye; "Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâb eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım." dedi. Haberci dönüp bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh; "Biz onların gelmesi ile bayram yaparız. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz." dedi.Üzerlerinin çamur olmaması için de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi. Bunun üzerine dâveti kabûl etti. Molla Gürânî, devrin âlimlerine mütevâzî davranır ve onlara karşı kıskançlık göstermezdi. Hattâ resmî vazifelerde kendinden daha üst makamlara çıkan âlimleri takdîr ederdi. Müderrislikden resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devâm etti. Pekçok âlim yetiştirdi. Osmanlı âlimleri arasında ahlâkının üstünlüğü, ilmî hususlarda tâvizsiz olan ve ilme çok önem veren bir âlim bilinip öyle tanındı. Günlerini hep ders vermekle, kitap yazmakla ve ibâdetle geçirirdi. Bir defâsında talebelerinden biri, bir gece onun konağında kalmıştı. Hocası Molla Gürânî, yatsı namazından sonra Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Başından başlayıp devamlı okurken talebesi bir müddet sonra uyuyakaldı. Sabaha doğru uyanınca hocası Molla Gürânî'nin Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ettiğini gördü. Sabahleyin o talebe bu durumu hizmetçilere anlatınca, hizmetçileri; "O, her gece böyle Kur'ân-ı kerîm okur ve bunu hiçbir sebeple terk etmez." demiştir. MollaGürânî, ayrıca çok hayır ve hasenât yapmıştır. Dört câmi, bir Dâr-ül-hadîs medresesi, bir hamam ve binâlar yaptırmıştır.

Molla Gürânî, vefât ettiği 1488 (H.893) senesinin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezîrler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul'daki konağına göçtü. O günlerde bir sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonrakıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur'ân-ı kerîmi, kırâat ilmini öğrenen hâfızların yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu üzerine, talebelerine haber gönderildi.Onlar da yanına toplandılar. Talebelerine; "Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamânı bu gündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ediniz, ikindiden fazla uzamaz." dedi. Hâfız talebeleri, Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Vezîrler durumu öğrenince, yanına geldiler. Vezîrler arasındaki Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için, hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. MollaGürânî onun ağladığını görüp; "Niye ağlar durursun ey Dâvûd!" dedi. Dâvûd Paşa; "Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım." dedi. Bunun üzerine; "Ey Dâvûd, kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda da, son nefeste de selâmet üzere olurum." dedi.Sonra vezîrlere dönüp; "Benden Bâyezîd'e (İkinci Bâyezîd Hana) selâm söyleyin ve deyin ki, Adâlet üzere olsun, kulları himâye, beldeleri muhâfaza etsin. Namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin" dedi. Sonra; "Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun." dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; "İkindi ezânı ne zaman okunacak?" dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezân okumasını bekledi. Müezzin, Allahüekber diye ezân okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; "Lâilâhe illallah" diyerek vefât etti.

Sultan İkinci Bâyezîd Hân, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi onun vefâtından dolayı gözyaşı döktü. Cenâzesi kabrin başına getirilince, vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler. Kabri,Aksaray-Topkapı arasındaki eski tramvay yolunun sol tarafında bulunan kendi yaptırdığı câminin önündedir.

Arabca kaynaklarda "Diyâr-ı Rûm'un, Anadolu'nun âlimi" olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır: 1) Gâyet-ül-Emânî fî Tefsîr-i Seb'il-Mesânî, 2) El-Kevser-ül-Cârî alâ Riyâd-il-Buhârî; Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olanSahîh-i Buhârî'ye yazdığı şerhdir. 3) Şâtıbiyye Kasîdesi'nin Ca'berî şerhine güzel bir hâşiye yazmıştır. 4) Keşf-ül-Esrâr an Kırâat-il-Eimmet-il-Ahyâr, 5) Şerh-i Cem'ul-Cevâmi': Usûl-i fıkha dâirdir. 6) Arûz ilmiyle ilgili bir kasîde.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA HALİL Sİ'RİDÎ


Evliyânın büyüklerinden. Tefsir, fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimi. İsmi, Halil bin Hüseyin es-Si'ridî el-Ömerî el-Kürdî eş-Şafiî'dir. 1750 (H.1164) senesinde Bitlis yakınlarında Hizân'da doğdu. 1843 (H.1259) senesinde Siirt'te vefât etti. Kabri Siirt'te olup, ziyâret edilmektedir.

Tahsîle başladığı sıralarda, babası Molla Hüseyin onu Sofiyye-i aliyyeden olan büyük âlim Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin huzûruna götürdü. Onun duâ ve teveccühlerine mazhar oldu. Yaşadığı bölgenin âlimlerinden ilim öğrendi. En meşhûr hocası Molla Mahmûd Behdînî hazretleriydi. Babasının ilminden de çok istifâde etti.

Babası aslen Kûlatlıydı fakat Siirt'e yerleşti. Gâyet şefkat ve merhamet sâhibi bir zâttı. Oğlu Molla Halil'in yetişmesine çok ehemmiyet verdi. Bu sebeple onu Kelpik'te hocası Sûfî Hüseyin Efendiye teslim ederek, oğlu ile ilgilenmesini ve ona nasîhat etmesini ricâ etti. Molla Halil onun yanında bir seneye yakın bir müddet içerisindeKur'ân-ı kerîmi ezberledi ve tecvide göre okumasını öğrendi. İlme çok meraklıydı.

Molla Halil Si'ridî'nin babası çok cömertti. İlim ve takvâ sâhiplerini, sâlihleri severdi. Kendisi yokken biri eve gelse, daha sonra onu arar bulur ikramda bulunurdu. İlimdeki başarısı ve uzun ömürlü olması için oğlum Halil'e duâ et, derdi.Bilâhare babası onu Hizan âlimlerinin yanına bıraktı. MollaHalil onlardan fıkıh okudu.Hocası Molla Abdurrahmân Belkî'den Şâfiî fıkhından Envâr ileHâfız-ı Şîrâzî'nin Dîvân'ını okudu. Molla Halil Si'ridî, bu hocasını çok severdi. Babası sonra onu, Bitlis'te Molla Ramazan Hazvînî'nin yanına götürdü. Burada sarf ilminden bir mikdar okudu. Sonra babası onu Tillo'ya, oradaki velilerin, bu arada İbrâhim Hakkı hazretlerinin yanına götürdü. Onlardan, oğlu MollaHalil'e duâ ve himmet buyurmalarını istedi. Sözüne güvenilir kimselerden birisi şöyle anlatır: Bu esnâda İbrâhim Hakkı hazretleri mübârek elini onun sırtına uzatıp; "Allahü teâlâ seni uzun ömür, çok ilim, sâlih amel ile rızıklandırsın." diye duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsı bereketiyle, ona uzun ömür, geniş ilim ve sâlih amel ihsân etti. 96 yıl yaşadı. Sonra babası onu Siirt'e bağlı Halenzî köyünde Molla Mahmûd'un yanına götürdü. Ondan Mesâbîh kitabını okudu. Sonra evine döndü. Bir müddet sonra babası onu, bâzı arkadaşları ile Vestân kasabasına gönderdi. Burada sarf ilmini okumaya başladı. Sarftan bir mikdâr ezberledi. Sonra Van'ın Müküs kasabasına gitti. Burada Molla Muhammed bin MollaAhmed'in yanında Molla Îsâ isminde bir âlimin yazdığı nahv ile ilgili Terkîb kitabını, Şerh-ül-Muğnî'yi, mantıktan Hüsamkâtî'den bir mikdâr ezberledi. Sonra Bitlis'in Hizan köyüne geldi. Burada Molla Abdülhâdî'den mantıktan Mukaddimât'ın hepsini okudu. Arkasından Hoşab'a gitti. BuradaHoşablı MollaHasan'dan yine mantık ilminden, Şerhuşşemsiye kitabını okudu. Buradan Cizre'ye gitti. Şeyh Ferruh'tan, akâid ilmine dâir olan Şerh-ul-Akâid ve hâşiyelerini okudu. Tekrar Hoşab'a döndü. Molla Abdüsselâm Bîzenî'den edebî ilimlerle alâkalı olan Muhtasar-ul-Meânî kitabının bir kısmını okudu. Döndükten sonra, bir kısmını MollaHasan'ın, bir kısmını daMolla İsmâil'in yanında okudu. Sonra İmâdiye kasabasına gitti. Burada MollaYahyâ Mervezî isminde pek zekî bir âlim vardı. Cezire'den İmâdiye'ye döndüğünde kendisinden başka kimseden okunmasını istemezdi. MollaHalil Si'ridî ondan mantıktan Fenârî, Kavl-ı Ahmed Hâşiyesi'ni kadâyâ (hükümler, önermeler) bahsinden sonuna kadar ve Usâm-ül-Vad' kitaplarını okudu. Onun, kitaplarla ilgili hâşiyelerini (açıklamalarını) derledi. Yine ondan İstiâre Risâlesi'ni ve hâşiyelerini okuyup tamamladı. Sonra reîsül ulemâ olan İmâdiye Müftüsü MollaMahmûd'dan ders alıp, ondan da mezun oldu.Sonra Hizan'a döndü. Beş sene MeydanMedresesinde ders verdi.Babasının isteği üzerineSiirt'e geldi ve bir medresede ders vermeye başladı. Otuz sene ders verdi. Siirt'e geldiğinde talebeler onu hüsn-i kabûl ile karşıladı. Etraftan talebeler ondan ders almak için geldi. On kadar oğlu ondan mezun oldu.

Ders okutmakla berâber ilme karşı çok rağbeti olduğundan yine büyük âlimlerden ders almaktan, onlardan bir şeyler öğrenmekten geri kalmazdı.

Molla Halil Si'ridî hazretleri, zamânındaki kıymetli âlimlerden ilim öğrenip aklî ve naklî ilimlerde yetişip tasavvufta kemâle erdikten sonra, pekçok kerâmetleri görüldü. Zamânının müftüsü ve asrının bir tânesi oldu. Siirt'te talebe yetiştirip kıymetli eserler yazmak ve insanlara Allahü teâlânın yolunu göstermekle meşgûl oldu. Pekçok tâlihli kimseler kendisinden feyz alıp, kalplerini Allahü teâlânın aşkıyla doldurarak, hallerini Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem güzel ahlâkı ile süslemekle şereflendiler. Bunların en büyüklerinden biri de, Seyyid Fehim-iArvâsî hazretleri gibi büyük bir âlimi yetiştirmesi ile Allahü teâlânın rızâsına ve bütün insanlığın duâsına mazhar olan Muş Müftüsü Ebû Abdullah MollaHasanEhvedî Ensârî hazretleriydi.Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri, talebelerinden Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerini yetiştirdi. O da Birinci Dünyâ Harbi esnâsındaErmeni katliâmı sırasında memleketi olan Van'ın Müküs (Bahçesaray) nâhiyesine bağlıArvas(Doğanyayla) köyünden hicret ederek, uzun bir yolculuk ve birçok sıkıntılardan sonra İstanbul'a geldi. İstanbul'da insanlara yıllarca durup dinlenmeden ilim ve feyz saçtı. Yetiştirdiği talebelerle, büyük İslâm âlimlerinin eserlerinin bütün dünyâya yayılmasına vesîle oldu.

Şöyle anlatılmıştır: Şırnak'ın Silopi kazâsından bir talebe, Irak'a bağlıZaho kasabasında bir medresede ilim tahsîliyle meşgûl oluyordu. Hocası ertesi gün okuyacağı dersi onun hazırlamasını söyledi. Çünkü o derste müşkül, anlaşılması zor bir yer vardı. O talebe akşam dersini mütâlaa ederken o zor yere gelince takıldı. Ne kadar üzerinde durduysa da anlayamadı. Bu sırada üzerine ağırlık çöküp uyuya kaldı. Rüyâsında bir zât kendisine göründü. Kitaptan anlayamadığı yerde takdim tehir yapmasını, yâni cümlenin bir kısmını öne bir kısmını sona alarak yeniden okumasını söyledi. Dediği gibi yaptığında, cümlenin mânâsını anladı. O zâta kim olduğunu sorduğunda, Molla Halil Si'ridî olduğunu söyledi. Ertesi günü hocasının yanında dersi okurken o zor yere gelince, rüyâda öğrendiği şekilde takdim tehîr yaparak okudu. Hocası onun orasını çıkaracağını hiç tahmin etmiyordu. Bu sebeple hocası; "Burasını böyle okumak senin işin değil. Sen burayı kimden öğrendin." dedi. O talebe hocasına gördüğü rüyâyı anlattı ve Molla Halil Si'ridî'den öğrendiğini söyledi.

Molla Halil Si'ridî'nin yazdığı kıymetli eserler şunlardır: 1) Tefsîrü Tabsırat-il-Kulûb fî Kelâmi Allâm-il-Guyûb, 2) Tefsîrun Âhar ilâ Sûret-il-Kehf, 3) Diyâü Kalb-il-Arûf, 4) Şerhun alâ Manzûmet-iş-Şâtıbî fit-Tecvîd, 5) Mahsûl-ül-Mevâhib-il-Ehadiyyeti fil-Hasâisi veş-Şemâil-il-Ahmediyye, 6) Te'sîsü Kavâid-il-Akâid alâ mâ Sahha min Ehl-iz-Zâhir vel-Bâtın min-el-Avâid, 7) Mulahhas-ül-Kavâtı' vez-Zevâcir, Kitâbün fî Usûl-il-Fıkh-iş-Şâfiî, 9) Kitâbün fî Usûl-il-Hadîs, 10) Zübdetü Mâfî Fetâv-el-Hadîs, 11) Muhtasar-u Şerh-is-Sudûr fî Şerh-il-Mevti veAhvâl-il-Kubûr, 12) Minhâc-üs-Sünne fî Ahvâl-is-Sûfiyye: Manzum bir eserdir. 13) Nebzetün min-el-Mevâhib-il-Medeniyyeti fiş-Şathiyyâti vel-Vahdet-iz-Zâtiyyeti, 14) Nehc-ül-Enâm fil-Akâid: Manzûmdur. 15) Şerhun alâ Kasîdet-il-Hemziyye, 16) Risâletün fil-Ma'fuvvât, 17) Ezhâr-ül-Gusûn min Me'kûlâtı Erbâb-il-Fünûn, 1 El-Kâmûs-üs-Sânî fin-Nahvi ves-Sarfi vel-Me'ânî, 19) Risâletün fî İlm-il-Mantık, 20) Risâletün fil-Mecâz vel-İstiâre, 21) Risâletün fî Âdâb-il-Bahs vel-Münâzara: Manzumdur. 22) Risâletün fil-Vad', 23) El-Mantûk-uz-Zümrüdiyye Nazmu Telhîs-il-Miftâh, 24) Manzûmun fî Mevlid-in-Nebiyyi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA HAYÂLÎ


Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yetişen Hanefî mezhebi âlim ve velîlerinden. İsmi Ahmed bin Mûsâ er-Rûmî, lakabı Şemseddîn'dir. İznikli olup 1448 (H.852) senesinde doğduğu tahmin edilmektedir. "Molla Hayâlî" mahlası ile meşhurdur. 1481 (H.886) senesinde vefât etti. Kabri Bursa'dadır.

İlk tahsîlini kâdı olan babasında yaptı. Sonra, Bursa Sultâniyyesinde müderris Hızır Beye talebe oldu. Ayrıca derslerinde onun muâvini, yardımcısı idi. Aklî ilimlerdeki anlayışının yüksekliğinden, akranları arasında, parmakla gösterilirdi. Zekâsı çok keskin olup, en ince meseleleri hemen kavrardı. Hızır Beyin kızı ile evlendi. Bâzı medreselerde müderrislik yaptıktan sonra, günde 30 akçe ile Filibe Medresesine tâyin edildi.

İznik Medresesi müderrisi MollaTâceddîn vefât ettiğinde, Fâtih Sultan Mehmed çok üzülmüştü.Mahmûd Paşaya; "Yerine, onun gibi yüksek bir âlim bulunup tâyin edilsin." emrini verdi. O mecliste, Mahmûd Paşanın hatırınaMolla Hayâlî geldi. Durumu pâdişâha arz edip, onun hakkında bilgi verdi. Sultan Fâtih de; "MollaHayâlî, o kimse değil midir ki, Şerh-i Akâid'e yazdığı hâşiyesiyle, ismini duyurmuştur?" diye sorduğunda, vezir; "Evet pâdişâhım, o kimsedir." cevâbını verdi. Bunun üzerine Pâdişâhın; "O kimse, bu medreseye lâyıktır." demesi üzerine, 130 akçe maaş ile, bu medresedeki müderrislik vazîfesini MollaHayâlî'ye vermeyi kararlaştırdılar. Bunun üzerine, Filibe'den İstanbul'a gelen Molla Hayâlî, Pâdişâh ile konuştu. İznikMedresesine tâyin edildiği kendisine bildirilince; "Ben hacca niyet ettim. İnşâallah geldiğimde kabûl ederim." dedi. Vezir Mahmûd Paşa; "Şimdi, önce varıp medresede bir müddet ders okutunuz, sonraSultanın izni ile gidersiniz." diye teklif ettiğinde,MollaHayâlî; "Eğer vezir-i âzamlık makâmını verseniz hacdan yine vazgeçmem" dedi. Mahmûd Paşa durumu Pâdişâha arzettiğinde; "Niçin sıkıştırmadın?" deyince; Vezir; "Sıkıştırdım. Fakat, vezirlik de versen, hacdan vazgeçmem dedi." diye cevap verdi. Değer bilen padişâh, "Hac yolculuğundan dönünceye kadar, muidi ve yardımcısı olan molla, vekili olsun, müderrislik vazîfesi resmen MollaHayâlî üzerinde kalsın." emrini verdi.

Molla Hayâlî, hacca gidip dönünce, adı geçen medreseye müderris oldu.Talebe yetiştirmek ve eser vermek işi ile meşgûl olduğu sırada 1481 yılında vefât etti. Bu esnâda yaşı daha 33 idi. Onun böyle genç yaşta ölümü ilim adamları ve talebeleri arasında büyük teessüre sebeb oldu. Pekçok şâir mısra ve beyitleriyle duydukları üzüntüleri dile getirdiler. Nitekim Kandî,

"Sözü dilde, hayâli gözde kaldı."

mısraı ile bir tarih düşürdü.

Hayâlî hazretleri ilimlerin inceliklerini kavramada asrının âlimlerinin en büyükleri arasında yer aldı. Çok ders okur, az yemek yerdi. Hep ilim ve ibâdetle meşgûl olup, bir an bu hallerinden ayrılmazdı.Günde bir defâ yemek yerdi. En az ile iktifâ ederdi. Son derece zayıf olduğundan, baş ve işâret parmakları ile pazusunu kavrardı.

"Gece gündüz ibâdetten kalmazdı geri
Günde bir öğün idi saydıysan yediği"

beyti onun hakkında söylenmiştir.

Huzûrunda iki sene kalıp, ondan istifâde eden Mevlânâ Gıyâseddîn diyor ki: İznik'te, iki sene onun yanında kaldım. Dâimâ hüzünlü ve sükût eder bir vaziyette, ibâdetle ve ilimden ince meseleleri mütâlaa ile meşgûl olur halde görürdüm. Ancak ilimden bahsedildiği zaman konuşur ve gülerdi. Devrinin meşhûr âlimlerinden Hocazâde ile bir câmide buluşmuş, onunla ilmî bir konuda uzun bir sohbete başlamış ve ona gâlip gelmişti. Ömründe hiçbir ilmî münâzarada mağlup olmamış bulunan Hocazâde, onun vefâtından sonra; "Hayâlî vefât edinceye kadar, münâzara ilmindeki üstünlüğünden, onunla hiçbir yerde karşı karşıya gelmeye cesâretim kalmamıştı. Yatağımda, hayâlimde hep onu görürdüm." demiştir.

Zeyniyye koluna bağlı olan Hayâlî, tasavvuf mârifetlerine, hocası Şeyh Abdürrahîm Merzifonî vâsıtası ile kavuştu. Bu zât, ona Edirne'de Yeni Câmide (Câmi-i Cedîd'de) Kelime-i tevhîdi söylemek vazîfesini vermişti. Şeyh Abdürrahîm, Zeyneddîn Hâfî hazretlerinin yoluna mensuptu. "Zeyniyye" adı verilen onun bu yolu, Zeyneddîn hazretlerinin baş halîfesi Abdüllatîf Kudsî'nin Bursa'ya gelip, talebe yetiştirmekle vazîfelendirilmesinden sonra yayıldı. Bursa'da yetişen büyük âlimlerin çoğu bu yolu seçmişlerdi. Bu yolun mensuplarının hepsinin kabirleri, belirli bir geometrik şekli andırır biçimdedir. Molla Fenârî ile Hayâlî hazretlerinin mezar taşlarının da bu biçimde olması, onların da Zeyniyye yolunda olduklarını göstermektedir. Hayâlî'nin kabrini bugünkü mamur şekliyle yaptıran, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yakınlarından Hacı Ali Efendidir. Demir parmaklıkla çevrili lahdin alt yan taşlarında, tamirle ilgili bilgi verilmektedir. Zeynîler kabristanının bitişiğinde, Zeynîler Câmii de vardır.

Hayâlî'nin eserlerinin başlıcaları şunlardır: 1) Şerh-i Akâid Hâşiyesi: Akâid-i Nesefiyye'nin şerhine yaptığı kıymetli bir hâşiyedir. Molla Hayâlî'yi meşhûr eden bu hâşiyesidir. Bu zamânın âlimleri, şerh ve hâşiyeleri ile kendilerini tanıtırlardı. O, bu eserini gâyet veciz bir şekilde yazmıştır. Bu hâşiye, yalnız talebe arasında değil, havâs yâni yüksek âlimler arasında da pek makbûl ve mûteberdi. Bu eseri mütâlaa edenler, medh ve şerhe ihtiyaç duyulmaksızın bunun kıymetini takdir ederlerdi.

2) Hâşiye-i Tecrîd Hâşiyesi: Şerh-i Tecrîd-i Kelâm hâşiyesinin baş kısımlarına yazılan hâşiyedir.

3) Şerh-i Kasîde-i Nûniyye: İstanbul'un ilk kâdısı ve âlimlerin büyüklerinden Hızır Bey Çelebi'nin akâid ilmine dâir yazdığı Kasîde-i Nûniyye'sine şerh olarak yazmıştır.

4) Şerh-i Adûd Hâşiyesi: Kelâm ilmine dâir manzûm olan Akâid-i Adûdiyye adındaki eserin şerhine yazdığı hâşiyesidir.

5) Şerh-i Mekâsıd için olan ta'likası.

6) Vikâye Hâşiyesi: Şerh-i Vikâyet-ir-Rivâye fî Mesâil-il-Hidâye adındaki esere yazdığı hâşiyedir.

7) Sadr-uş-Şerî'a Hâşiyesi.

Hayâlî'nin bizzat kendisinin yazdığı eserler de vardır. Bunlardan Telvîh adlı eserin kenarına yazdığı ilâveler ile, Hayâlî'nin kendi hattı ile yazdığı Beydâvî Tefsîri böyledir.

Ayrıca Hayâlî, Arapça Farsça ve Türkçe olmak üzere üç dilde şiir söylemiştir. Bu durum, onun bu dillere tam vâkıf olduğunu göstermektedir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA HÜSREV


Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, üçüncü Osmanlı şeyhulislâmı ve velî. İsmi, Muhammed bin Feramuz (Feramerz)'dir. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası, bir Fransız subayı iken müslüman olmuştur. Kızını Osmanlı emîrlerinden Hüsrev adında bir zâta verdi. Babasının genç yaşta ölmesi üzerine, eniştesi Hüsrev Beyin yanında kaldı ve büyüdü. Bu sebeple Hüsrev kayını diye çağırılırdı. Daha sonra kayını kelimesi kaldırılarak, Molla Hüsrev adıyla meşhûr oldu.

Burhâneddîn Haydar Hirevî ve zamânının diğer âlimlerinden ilim tahsîl etti. Tahsîlini tamamladıktan sonra Edirne'de Şâh Melik Medresesinde ve sonra da kardeşinin vefâtıyla boşalan Çelebî Medresesinde müderrislik yaptı. Sultan İkinci Murâd Hân devrinde Varna Savaşından önce, 1429 (H.832) senesinde Kadıaskerliğe tâyin edildi. Molla Hüsrev, Fâtih Sultan Mehmed Hân tahta geçince de bu göreve devâm etti. Memleketi iç ve dışta huzûra kavuşturduktan sonra, Sultanİkinci Murâd Hân tahttan çekilmiş, yerine oğlu SultanMehmed'i oturtmuştu. Ancak düşmanlar, Sultanı çocuk yaşta görüp, birtakım huzursuzluklar çıkarmak istediler. Bunun üzerine İkinci Murâd tekrar tahta geçti ve Sultan Mehmed'i Manisa'ya gönderdi. İlim adamlarından çoğu, birer bahâne ileri sürerek, Manisa'ya gitmek istemediler. Molla Hüsrev, kâdıaskerlikten istifâ ederek, Şehzâde ile birlikte Manisa'ya gitmeye karar verdi. Şehzâde, onun bu kararını duyunca; "Vazifenize devâm edin, zîrâ memleketin size ihtiyâcı var." dediyse de, Molla Hüsrev hazretleri; "Manisa'ya giderken sizi yalnız bırakmam uygun olmaz, müsâade buyurun geleyim." diyerek samîmiyetini bildirdi ve birlikte Manisa'ya gitti. Şehzâde Mehmed bu muhterem âlimden çok faydalandı ve ondan bir kısım ilimleri tahsîl etti.

Fâtih Sultan Mehmed Hân tekrar tahta geçince, o da İstanbul'a geldi. İstanbul'da Galata ve Üsküdar kâdılıklarına tâyin edildi. Bu arada Ayasofya müderrisliğini de yürüttü. Bir ara Bursa'ya gidip bir medrese kurarak ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından İstanbul'a dâvet edilerek, 1460 (H.865) de şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Molla Hüsrev, yirmi sene, adâlet ve hakkâniyetle şeyhülislâmlık vazifesini yürüttü.

Fâtih Sultan Mehmed Hân, Molla Hüsrev'i çok takdîr ederdi. Molla Hüsrev'den söz ettiği zaman; "Zamânımızın Ebû Hanîfe'sidir." diyerek, teveccüh ve sevgisini belirtirdi. Bir defâsında bir düğün yemeğinde, hocası Molla Gürânî'yi sağ yanına, Molla Hüsrev'i sol yanına alarak oturmak sûretiyle iltifâtta bulunmuştu.

Molla Hüsrev; orta boylu, gür sakallı, kıymetli elbise giyen, başında küçük bir sarığı olan, heybetli, tevâzu sâhibi bir zât idi. Güzel ahlâk sâhibi, vakûr, yüksek ilmiyle İslâm dînine uymakta gayretli ve titiz idi. Bu sebeple, halkın ve devlet adamlarının sevgisini ve hayranlığını kazanmıştır. Medresede derse gideceği zaman talebeleri onun evinin önünde toplanır, saygı ve tâzimle onu medreseye götürür, yine o şekilde evine getirirlerdi. Büyük âlim, yalnızlığı ve kendi işini kendisi görmeyi severdi. Konağında birçok hizmetçiler olduğu hâlde, Molla Hüsrev hiçbirini kendi hizmetinde kullanmaz, odasını kendisi süpürür, lâmbasını kendisi yakardı.

Molla Hüsrev, birçok talebe yetiştirmiş kıymetli bir fıkıh âlimi olduğu gibi, bir şâir olarak da tanınmıştır. Molla Hüsrev, önceki âlimlerin kitaplarından her gün iki yaprak yazmayı âdet hâline getirmişti. Vefât ettiği zaman geriye bıraktığı terekesinde kendi el yazılarıyla yazılmış pekçok nefîs eserler çıkmıştır. Molla Hüsrev 1480 (H.885) senesinde İstanbul'da vefât etti. Namazı Fâtih Câmiinde kılındıktan sonra Bursa'ya götürülüp, Emir Sultan'ın kabrinin doğusunda kendi yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. Mezar taşında; (Menbâ-ı İlmühüner, Vâris-i ulûmü Hayr-il-beşer, Fazlı mürşîdi eser, Sâhib-üd-Dürer vel-Gurer Mevlânâ Muhammed Hüsrev) kitâbesi vardır.

Ömrünü ilim öğretmek ve yazmakla geçiren Molla Hüsrev'in, birçok kıymetli eseri vardır. Bu eserlerinin önemlileri şunlardır: 1) Dürer-ül-Hükkâm fî Şerh-i Gurer-il-Ahkâm: Fıkha dâir olan, sık sık mürâcaat edilen bu en önemli eseri, bütün Türk Osmanlı medreselerinde şerhleri ile berâber ders kitabı gibi tâkib edilmiştir. MollaHüsrev, bu eserini 1472 (H.877) senesinde yazmağa başlamış, 1478 (H.883) senesinde bitirerek Fâtih Sultan Mehmed Hana takdim etmiştir. Kendi el yazısıylaFâtih Sultan Mehmed'e hediye ettiği Dürer nüshası, İstanbul'da KöprülüKütüphânesindedir. 2) Şerh-ul-Miftâh, 3) Şerhut-Telvîh, 4) Şerhu Usûl-ül-Pezdevî, 5) Hâşiyetü Evâili Tefsîri KâdıBeydâvî, 6) Hâşiyet-ül-Mutavvel lit-Teftâzânî, 7) Mir'ât-ül-Usûl fî Şerh-ı Mirkât-ül-Vüsûl, Mirkât-ül-Vüsûl fî İlm-il-Usûl, 9) Nakîd-ül-Efkâr fî Redd-il-Enzâr, 10) En'âm sûresi tefsîriyle ilgili risâle, 11) Şerhu Telhîs-il-Miftâh lil-Kazvînî.

Molla Hüsrev, buyurdu ki:

"Dünyâ ve âhirette insanın şerefi ve iki âlemde üstün derecelere nâil olması, ancak doğru îtikâd olan Ehl-i sünnet îtikâdında bulunmak ve sâlih amel işlemekledir."

Allahü teâlâ Peygamber efendimizi,Peygamberlerin sonuncusu ve doğru yolu gösterici olarak gönderdi. O'ndan sonra da O'nun ümmetinden büyük âlimler yarattı. Bu âlimler de, O'nun bildirdiklerini, insanların anlayacakları bir şekilde îzâh ettiler. Allahü teâlâ, bu âlimlerden dört mezheb imâmını seçti. Bu büyüklerin ihtilâfını rahmet kıldı. Diğer fıkıh âlimleri de bu âlimlerin mezheblerine göre fetvâ verdiler. Allahü teâlâ, bu büyük âlimler arasında da, en büyük imâm ve yüksek himmet sâhibi, ümmetin ve dînin kandili İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'i seçti. Onun yaptığı hizmet sebebiyle, Allahü teâlâ onun makâmını Cennet'in en yüksek derecesinden eylesin. Şüphesiz ki, Ebû Hanîfe'nin dînî hükümlere dâir bildirdiği şeyler, dalgaları birbirlerine çarpan bir deniz, hattâ sapıklığın karanlığını gideren parlak bir kandildir."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MOLLA OSMAN EFENDİ


Anadolu velîlerinden. Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin babasıdır. 1670 (H.1081) senesinde Hasankale'de doğdu. Babasının ismi Molla Bekr'dir.

Molla Bekr, oğlu Osman doğduğu zaman akika kurbanları keserek, Hasankale halkına ziyâfetler verdi. Tahsil çağı geldikten sonra Osman'ı, okuyarak âlim olması için, Hasankale halkından kerâmetler sâhibi Karaşeyhoğlu Seyyid İbrâhim hazretlerine gönderdi. Yirmi yaşına kadar ondan tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrenen Osman Efendi, herkesin takdir ettiği bir âlim oldu. Cenâb-ı Hakk'ın vergisi olarak yaratılışından güzel ahlâklı olan Osman'a, Derviş Efendi lakabını taktılar.

Derviş Osman Efendiye, annesinin vefâtından sonra babası, Hasankale yakınında Fendiği köyünden Seyyid Dede Mahmûd'un kızı Seyyide Hanîfe Hâtunu nikâh etti.

MollaBekr çok cömert idi. Bu sebeple misâfiri hiç eksik olmazdı.Hattâ misâfir gelmediği zaman geç vakitlere kadar yemek yemeden bekler, gelmez ise sabaha kadar aç beklerdi. Bir sonbahar akşamı, Zekeriyyâ isminde Özbek'li bir misâfir gelmişti. Zamânın velîlerinden olanZekeriyyâ Efendi,Molla Bekr Efendinin evinde hastalandı. Molla Bekr, sâlih bir müslümanın derdleriyle uğraşmaktan kazanacağı sevapları düşünerek, oğlu Osman Efendiyi hizmetine verdi. Osman Efendi, zevk ile altı ay Zekeriyyâ Efendiye hizmet etti. Zekeriyyâ Efendi, bir gece odasında heyecanla sağa sola koşturarak garip hareketler yaptı. Uzun süren bu koşturmasından sonra; "Elhamdülillah yangın söndü." dedi. Zekeriyyâ Efendiyi hayretle seyredenDerviş Osman, bu söze bir mânâ veremeyerek; "Efendim, hangi yangın söndü?" diye sordu. O da; "Biraz önceİstanbul'da büyük bir yangın çıkmıştı. Evleri yanan bâzı yetimler zamânın evliyâsından yardım istediler. Biz de yangını söndürmek için vazifelendirildik. Hamdolsun şimdi söndü, fakat çok ev yanıp kül oldu." buyurdu.Hakîkaten bir müddet sonra İstanbul'dan gelen biri bu yangını anlattı. Aynı güne rastlıyordu.

Zekeriyyâ Efendi bir gün, Derviş Osman'a; "Bize altı aydır hizmet edip, çok ikrâmlarda bulundunuz. Bu hizmetiniz çok makbûle geçti, çok sevaplar kazandınız. Şimdi sıra bizde. Şu anda hâcet kapıları açıktır. Dileyiniz. Her ne dilerseniz cenâb-ı Hak ihsân eder." buyurdu. Derviş Osman bu söze çok heyecanlandı ve; "Murâdım, îmân ile ölerek, âhirete gitmek ve Cennet-i âlâya kavuşmaktır." dedi. Zekeriyyâ Efendi; "Daha çok, daha kıymetli şeyler iste! Allahü teâlâ büyük dereceler isteyeni sever." deyince, Osman Efendi ağlayarak; "Cennet'te Allahü teâlânın Cemâliyle müşerref olmak isterim." dedi.O da; "Allahü teâlâ kalb gözünü açsın ve o arzuna kavuştursun!" buyurdu. O andaDerviş Osman'ın gönül gözü açılarak melekler âlemini seyretmeye başladı. Zekeriyyâ Efendi, Derviş Osman'a günde on bin defâ Kelime-i tevhîd söylemesini tavsiye ederek, oradan ayrıldı. Derviş Osman, büyük bir aşk ile her gün on bin Kelime-i tevhîdi söyleyerek, kalb aynasını cilâlamaya başladı.

Bu sırada babası MollaBekr, çıkan Osmanlı Rus savaşındaKırım'a gitti.Kefe'ye gelince şehîd oldu. Ondan sonra evin bütün işleri Derviş Osman'a kaldı. Ticâret ve zirâat işleri, hizmetçilerle uğraşmak, gelen gidenle ilgilenmek, kardeşlerinin âh u vâhını inleyip sızlamalarını susturmak ve muhterem babasının ölüm hasreti, onun zikir, fikir ve huzûruna mâni oldu. Kalbinin dağıldığına çok üzülen Derviş Efendi, çok ağlayıp inledi. Üzüntü ve keder denizine daldı. Onu teselli edecek bir rehberi yoktu. Yakınlarda kendisini yetiştirecek, derdine dermân olacak bir rehber bulamayınca üzüntüsü daha da arttı. Bütün vücûdunu mânevî bir soğukluk kapladı. Artık büsbütün dünyâ hayâtından usanmıştı. 1703 (H.1115) senesinde bir Cumâ gecesi, kalb hastalığından kurtulmak düşüncesiyle istihâre namazı kılıp, uzun uzun, ağlayarak duâ etti. O gece rüyâsında, dünyâyı terk etmek ve kendini Allahü teâlâya kavuşturacak bir velîyi arayıp bulmak lâzım geldiği bildirildi. Uyanınca bu emri yerine getirmek için karârını verdi. O sabah güneş doğarken bir oğlu dünyâya geldi. İsmini İbrâhim Hakkı koydu. Oğlunun olmasına ziyâdesiyle sevinen Derviş Osman Efendi âdetâ hastalıktan kurtuldu.

Osman Efendi, oğlunun doğumundan sonra rüyâda emredilen vazifeyi yapmak üzere Erzurum'a geldi. Erzurum'da Gümrükçü Derviş Bey, kendi oğlunu yetiştirmek üzere bir hoca arıyordu. Osman Efendiyi görünce ona dolgun ücretle ders vermesi için teklifte bulundu. Fakat Osman Efendi kabûl etmedi. Habib Efendi isminde tasavvuf ehli muhterem bir zâtın yanına gitti. Velilerden olan Habib Efendi, Derviş Osman Efendiye çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Onu Mehdî mahallesinde yaptırdığı câmiye imâm yapmak istedi. Fakat Osman Efendi, derd ve gam ateşiyle eriyip, kendini yetiştirecek bir rehber bulmak arzusuyla yanıp kavrulmuş, sabrı ve karârı kalmamıştı. Aklı fikri hep rüyâsında verilen emirdeydi. O sırada Lala Paşa Câmiine Özbekli Zekeriyyâ Efendi vâiz olarak gelmişti. Bunu işiten Derviş Osman Efendi, hemen yanına gidip durumunu bildirdi ve kendisini yetiştirmesi için yalvardı. Zekeriyyâ Efendi, onu güler yüzle karşılayıp iltifâtlarda bulundu. O gece istihâre namazı kılıp, cenâb-ı Hakk'a yalvaran Zekeriyyâ Efendi, ertesi günüOsman Efendiye; "Ey kardeşim! Biz seni kabûl ederdik. Lâkin bizden önce seni sultânımız almıştır.Sana müjdeler olsun ki, senin sâhibin çok büyüktür. O öyle bir yetiştiricidir ki, bu zamanda pek nâdir bulunur. Altı seneden beri senin gelmeni beklemektedir. Her hâlde iki seneye varmaz görüşmeniz vâki olacaktır. Sen onun hasretiyle yanmaya devâm et ve bunun kıymetini bil. Allahü teâlâya tevekkül eyle sonun selâmettir." buyurdu.

Derviş Osman Efendi, bu müjdeyi alınca çok sevindi. İki sene daha beklemeye karar verip tekrar evine döndü. Eve dönüşünün ikinci senesinde hanımı Hanîfe Hâtun vefât etti. Yedi yaşındaki oğlu İbrâhim Hakkı'yı amcalarına emânet edip, tekrar bir rehber bulmak üzere yola çıktı. Eyyûb Efendi isminde bir velî ile arkadaş olup, diyâr diyâr dolaşarak, vâd olunan zâtı araştırmaya başladılar. Önce Bitlis'e gittiler, Eyyûb Efendi daha önce burada Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, ondan ilim öğrenmişti. Osman Efendi, Bitlis'in güzelliğine hayran kaldı. Akarsularını, meyve ağaçlarını, güzel evlerini görünce hayret edip, arkadaşı Eyyûb Efendi'ye; "Burası Cennet midir?" diye sormaktan kendini alamadı. Orada bir hafta kaldıktan sonra, Eyyûb Efendiyle, vefât eden Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin Müküs'deki kabr-i şerîfini ziyârete gittiler. Burada da bir hafta kalıp, Hicaz'a gitmek niyetiyle Siirt'e doğru yola çıktılar. Hizan'dan Siirt'e giden kervanda ihtiyâr bir kimse ile tanıştılar. Dertlerini anlatıp sohbet ettiler. O ihtiyâr bunlara, "Siirt'in Tillo kasabasında şeyh İsmâil Fakîrullah hazretleri vardır. Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsındandır. Onu ziyâret etmeden, duâsını almadan bir yere gitmeyin!" dedi. Bu habere çok sevinen iki arkadaş, o ihtiyâra; "Siz önden gidip, bizi ziyâretine kabûl buyurmasını söyleyebilir misiniz?" ricâsında bulundular. O zât kabûl edip Tillo'ya gitti.İsmâil Fakîrullah'ın huzûruna çıkıp; "Yarın iki Erzurumlu ziyâretinize gelmek isterler." deyince; "Evet, senelerdir onları bekliyorum. İçlerinden biri tekrar Erzurum'a dönecek, diğeri ise bizim hizmetimizde kalacaktır." buyurdu.

Ertesi günü Derviş Osman Efendi ile Eyyûb Efendi, on sene aramaya karar verdikleri, fakat on gün içinde kavuşacakları zâtın huzûruna gittiler. Eyyûb Efendi, İsmâil Fakîrullah hazretlerini daha görür görmez büyüklüğünü mârifet nûruyla anladı ve şükür secdesine kapandı. İsmâil Fakîrullah ise; "Ey MollaEyyûb! Bu senin haccındır." diyerek müjde verdi. Fakat Derviş Osman Efendi, bu zâtın büyüklüğünü ilk anda anlayamadı. Onun kafasında hep Kâ'be-i muazzama vardı. Aradığını orada bulacağını zannediyordu. Ziyâretten sonra tekrar Siirt'e gitti. Üç gün sonra Tillo'da kalan arkadaşı Eyyûb Efendinin yanına geldi. Eyyûb Efendi ona; "Kardeşim Osman Efendi! On sene arayarak bulmak istediğimiz zâtın, bu olduğuna inandım. Onun kıymetini bilip, burada kalacağım. Bu Ramazân-ı şerîfi, câmide îtikâf ederek geçireceğim. Bu arada mübârek hocamın cemâl-i şerîfini görüp, sohbetiyle bereketlenmeyi kendime murâd edindim" deyince, Osman Efendi de arkadaşının bu hâline imrenip câmide îtikâfa çekildi. Osman Efendinin kalbindeki hastalık her geçen gün azalmaya, İsmâil Fakîrullah hazretlerine olan muhabbeti ve hayranlığı çoğalmaya başladı. Yavaş yavaş, vücûdu sıhhat, gönlü rahata kavuştu. Her geçen sâniye kalbinden gaflet ve gam gidip, yerine sürûr ve huzur doldu. Bayram geldiğinde, aradığı mübârek zâtın İsmâil Fakîrullah hazretleri olduğuna kanâat getirdi. Bundan sonra onun en büyük hizmetçisi olmaya gayret gösterdi. Bayramdan sonra arkadaşı Eyyûb Efendi Erzurum'a gitti. OsmanEfendi, hocasına hizmeti canına minnet bildi. Sekiz seneden beri aradığı rehberini bulmanın verdiği zevk ile, hocasının buyurduğu her emri ânında yapmaya başladı. Gam ateşlerini söndürüp her hastalıktan şifâ buldu. Pekçok imtihanlardan geçti. Sonunda mârifet devletine kavuşarak, velîlik mertebelerinden pay aldı. Hocasının mübârek teveccühleri ile çok yüksek derecelere kavuştu. Evliyânın havâssı denilen seçilmişlerden oldu. Karşısındaki kimsenin kalbinden geçenleri bilmek, kabirdekinin hâllerini müşâhede edip görmek, kuşlar ve canavarlarla konuşmak gibi şeyler, artık onun için normal hâller olmuştu.

Derviş Osman Efendinin İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetine girip, tasavvuf ilmi tahsîl etmesinin ikinci senesinde, Hasankale'de bulunan dokuz yaşındaki oğlu İbrâhim Hakkı'yı, amcasıAli, Tillo'ya getirdi. İbrâhim Hakkı hazretleri, Mârifetnâme ismindeki kitabında buyurdu ki: "Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo'ya girdik. Dergâha vardığımızda babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, bana pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı, aklım onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgunluğa hayran kaldı, gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lütuf ile terbiye etmeye başladı. Astronomi ilmini, babamdan bir hafta sonra talebeliğe kabûl edilen büyük âlim Molla Muhammed Sıhrânî hazretlerinden öğrenmeye başladım. Kış mevsimine girmiştik. Bir ikindi namazından sonra, odamıza babam ile mübârek hocamız teşrif edecekti. O sırada da dergâhın ocağında meşe yanıyor, közleri kıpkırmızı kızarıyordu. Merhamet menbâı olan hocamız bu küçük talebesine şefkat göstererek babama; "Osman Efendi! Molla İbrâhim üşümesin, hücresine biraz köz götür" buyurdu. Babam derhal emrine uyarak ocağın yanına gitti. Paltosunun eteğini yere yayıp iki elini ateşin içine soktu. Közü alıp paltonun üzerine koyacağı sırada mübârek hocamız bu hâli gördü ve; "Osman Efendi! Közleri elinle değil, kürek ile götür" buyurdu. Babam; "Başüstüne efendim" diyerek elini ateşten çekti. Kürek ile köz alıp odamıza geldiler. Bu hâdiseye hayret etmiştim. Mübârek hocamız odamızdan ayrıldıktan sonra babama; "Babacığım! Sizin eliniz ateşte yanmaz mı? Niçin öyle ateşin içine sokup közleri avuçladınız?" diye sordum. Babam; "Bundan beş sene önce evimizde misâfir kalan evliyâ-ı kirâmdan Zekeriyyâ Efendinin bu fakîre duâsından sonra, Allahü teâlâ bize çok ihsânlarda bulundu. Vücûdumuzu ateş yakmaz oldu." buyurdu.Ben de; "İnşâallah, Rabbimiz bize de öyle ihsânlarda bulunur." dedim. Bu isteğime çok sevindi ve; "Diğer insanların vücûdu, kuru ağaçtan yapılmış boş testi gibi olup, ateşe atılınca cayır cayır yanar. Fakat Allahü teâlânın seçtiği velîlerin vücûdu ise, buz gibi su ile dolu bir sürâhiye benzer, ateşe atılınca, ateşi söndürür." buyurdu. Sonra babama; "Mâdem ki elinizi ateş yakmıyor, niçin kürek ile ateşi almanız emrolundu?" diye sordum. Bunun üzerine babam; "Mübârek hocamız, ateşi elime alırken senin gördüğünü anladı da onun için kürek ile almamı emrettiler. Çünkü, başkalarının yapamıyacakları böyle işleri yaparak başkalarına göstermek, bu yolda edebe uygun değildir. Evliyânın kerâmetini gizlemesi, göstermemesi emredilmiştir. Hocamız bu sebeple ateşi elimle değil, kürekle almamı işâret buyurdu." dedi."

Yine İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: "Tillo'ya gelişimizin yedinci senesi idi. Bir yaz günü, Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât, elli iki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu. Başını önüne eğmiş olduğu hâlde öğle namazına kadar huzurda kaldı. Namazdan sonra da Allah'a ısmarladık demeden, selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında, her yemekten birer lokma veya bir kaşık aldı. Babam, AliEfendiye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha kadar murâkabe edip, iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı.Hocamız da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el öpüp konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendiye hürmet edip elini öptük, atına bindirerek, Tillo'dan çıkıncaya kadar arkasından gidip uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; "Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuştur?" dedim. Babam; "Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup, gönül sâhibidir. Muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ dedi ki: "Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri pek çok velîyi ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen velîler ile mânevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın, cümlesinden üstün derecelere sâhip Gavs-ı âzam makâmında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-ı şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında buldum. İşte benim seyahatim tamam oldu ve murâdıma kavuştum." Babama; "Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi?" diye sordum. Cevâbında; "Biz kalblerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler üzerinde uzun uzun sohbet ettik." dedi."

Oğlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı:

"İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetçilerinin başı ve evlâdı gibi olan babam Derviş Osman Efendi, artık elli iki yaşına girmişti. Bu fâni dünyânın fenâlığından kurtulmak ve bir an önce Allahü teâlâya kavuşmak arzusuyla yanmağa başlamıştı. Bir gün kendi dostlarından MollaZiyâd ismindeki bir imâm, babamı yalnız gördüğü bir gün; "Osman Efendi kardeşim! Yıllardır İsmâil Fakîrullah hazretlerinin yanında hizmet etmekle şerefleniyorsun. Seni oğlundan daha üstün tutmaktadır. Hâl böyle iken, hâlâ maksadına kavuşamadın mı?" diye sordu. Babam da; "Henüz murâdımın nihâyetine kavuşamadım. Sana söz veriyorum ki, maksadıma kavuştuğum zaman sana haber veririm. Yatakta olsan dahî kaldırırım." dedi. Babamın bu sözünden on gün geçmişti. Sonra babam rahatsızlandı. Bu imâm, babama beş gün beş gece hizmet etti. Babam yemek yiyemeden, su içmeden ateşler içinde beş gün yattı. 1719 (H.1132) senesinde elli iki yaşında Hakk'ın rahmetine kavuştu."

Babasının vefâtınıİbrâhim Hakkı hazretleri şöyle anlattı: "Benim çok sevdiğim babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi, hücredaşım, gurbet yoldaşım Derviş OsmanEfendi, Cumâ gecesi sabaha yakın dünyâdan âhirete göçtü. Hak yolunda can verip Allahü teâlâya kavuştu. Maksadı hâsıl olarak, rahmet deryâsına daldı. Bu yetim, o gece başka misâfir odasında yattı. Sabahleyin kalkıp, hasta babamı görmek istediğimde oradakiler bana; "Git önce namazını kıl, sonra gel. Hasta şimdi rahatladı." dediler. Bu söz üzerine mescide gittim. Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu sandım. Namazdan sonra odamıza geldiğimde babamın vefât ettiğini gördüm. Benim de rahatım gitti, gönül evim zulmetle doldu. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle virânelerdeki kuşlara döndüm. Öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde iken, o merhamet kaynağı mübârek hocam geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp kendi kendime; "Şimdi ayıptır, sabredeyim. Hocam gittikten sonra nasıl ağlayacağımı ben bilirim." dedim. Mübârek hocamız herkese selâm verip, garip oğlu Derviş Osman Efendinin başı ucunda oturdu. Şehîd olan rûhuna bir fâtiha okuyup sevâbını bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın karşısında, babamın da ayak ucundaydım. Bir anda Allahü teâlânın inâyeti erişti, ihsânlarına kavuştum. Vefât eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimyâ tesiri olan nazarıyla yüzüme bakıp tebessüm ederek tâziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek gibi bir nûr parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet doldu.Babamı bu hâlde görünce bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevindim. Üzüntülü duran dostlar bu sevincime bir mânâ veremeyip hayret ettiler. Allahü teâlânın ihsânı ve mübârek hocamızın himmeti, bereketi ile olan bu hâdiseyi oradakiler görememişti. Hocamız oradan ayrıldıktan sonra, merhum babamın yüzünü açıp baktım. Gülen bir hâldeydi. Yüzü nûrlu, bedeni sıcak ve yumuşaktı. Sanki uyuyordu.Cenâze namazına üç kasaba, çevre köyler ve bütün Siirt halkı geldi. Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına benden başka herkes çok üzüldü. Çünkü babam Derviş Osman Efendiyi tanıyan herkes çok severdi."

BANA BİLDİRECEKTİ

İbrâhim Hakkı hazretleri şöyle anlatır: Babamın defin ve telkîninden sonra, imâm Molla Ziyâd uzun müddet uykusuz kaldığından, hemen gidip evinde uykuya dalmış. Biraz sonra uykudan neşeyle fırlayıp kalkmış. Çoluk-çocuğu onun böyle âni kalkmasına şaşırıp sebebini sormuşlar. O da ağlıyarak; "On beş gün önce merhum Osman Efendi ile sözleşmiştik. Maksadına kavuştuğunu bana bildirecekti. "Uykuda olsan da seni kaldırırım." diye söz vermişti. Şimdi sözünü tutmak için neşe ile geldi. Beni kuşağımdan tutarak; "Ne yatarsın, kalk!Ben murâdıma erdim." deyip beni sevindirdi." demiş. Sonra da abdest alıp, hemen hocamın huzûruna geldi. Bu hâdiseyi başından sonuna kadar anlattığımda, hocam; "Ey MollaZiyâd! Merhum oğlum Osman Efendi, halîm selim, kendi hâlinde olup, sıdk ile cenâb-ıHakk'a teslim olmuştu. Hayatta iken kemâle gelip, evliyânın seçilmişleri arasına girdi.Himmetinin yüksekliğinden (bir işin yapılmasında arzusunun çokluğundan) ehass-ı havâs ismi verilen daha seçilmiş evliyâ ile berâber olmağı istemişti. İnşâallahü teâlâ onların zümresine varmıştır." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN ABDULLAH EL-MÜRŞİDÎ


Evliyânın büyüklerinden, fıkıh ve kırâat âlimi. İsmi, Muhammed bin Abdullah bin Ebü’l-Mecd İbrâhim el-Mürşidî olup, künyesi Ebû Abdullah’dır. 1337 (H.73 senesi Ramazân-ı şerîf ayında Münye’de vefât etti. Cenâze namazı çok kalabalık oldu.

Muhammed el-Mürşidî, fıkıh ilmini Ziyâ bin Abdürrahîm’den, kırâat ilmini et-Takî es-Sâig’den öğrendi. Şâfiî mezhebinde olan Muhammed el-Mürşidî, zühd ve takvâ sâhibi idi. Çok kerâmetleri görüldü. Münye’deki Benî Mürşid dergâhına çekilip, orada ibâdetle meşgûl oldu. Ziyâretine gelenlere bizzât hizmet edip, yemek ikrâm ederdi. Gelen az olsun, çok olsun, kimin hatırından hangi yemek geçti ise getirip önlerine koyardı. Dergâhındaki mutfağına kendisinden başka kimse girmezdi. Hizmet ve ikrâmı karşılığında kimseden birşey kabûl etmezdi.

Zehebî onun hakkında; “Muhammed el-Mürşidî, hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Misâfirlerine yemek ikrâm eder, canları ne istedi ise hemen getirirdi. Bu hizmeti kendisi yapardı. Kimseden birşey kabûl etmezdi. Îtikâdı sağlam ve çok ibâdet ederdi” demektedir.

El-İmâm el-Münâvî şöyle anlatır: “Muhammed el-Mürşidî, Mısır’daki âlimlerin, velîlerin önderidir. Herkese iyilik eder, yemek yedirirdi. Kimseden birşey kabûl etmezdi. Bir gecede, misâfirleri için yüz dînâr kıymetinde lezzetli yemekler ikrâm etti. Hattâ peşi peşine üç gece, bin dînâr kıymetinde olan yemekler hazırladı. Kendisine nereden ve nasıl geldiği anlaşılmayan ve oralarda hiç olmayan yiyecek ve içeceklerle misâfirlerine ikrâmda bulunurdu. Onun kerâmetine inanmıyanlar, kendisini gördüklerinde, o fikirlerinden vazgeçip talebe oldular. Dergâhta namaz vakti girdiğinde, oraya gelenlerden tanımadığı birine ezân okumasını, diğerine imâm olmasını, başkasına da vâz ve nasîhat etmesini emrederdi. Yakışıklı, yüzü nurlu, heybetli, güzel ahlâk sâhibi idi. Çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Hatırına geleni söyler, en küçük bir yanlış yapmazdı. Îtikâdı düzgün olup, herkes tarafından hürmet ve saygı görürdü. Kendisinin söz ve hâlleri bir başkasında görülmedi.”

Hatîb Muhammed bin Merzûk et-Tilmsânî şöyle anlatır: “Babamın hocalarından birisi de, Muhammed el-Mürşidî idi. Bir yolculuğumuzda, on dokuz yaşında iken babam beni onun dergâhına götürdü. Cumâ günü idi. Pekçok âlim, fakîh, hatîb orada toplanmıştı. Namaz vakti yaklaşınca, âlimler birbirine bakıp kim öne geçecek diye bekleştiler. O esnâda Muhammed el-Mürşidî, kaldığı odadan çıkıp, sağa ve sola baktı. Babamın arkasında olduğum hâlde, nazarı bana erişti ve; “Ey Muhammed yaklaş!” buyurdu. Beni alıp kendi odasına götürdü. Orada, farz, sünnet ve namaz ile ilgili bâzı bilgilerden anlattı. Kalkıp güzel bir abdest aldım. Berâberce mescide çıktık. Bana minberi gösterip; “Ey Muhammed, şimdi minbere çık, insanlara hutbe oku, nasîhat et” buyurdu. Ben heyecanla; “Orada ne söylenir bilmem.” diye arzettiğimde; “Minbere çık.” buyurup, hatîblerin hutbede eline alıp dayandıkları bir kılıç verdi. Müezzin ezânı bitirinceye kadar, ben kılıca dayalı olarak ne söyliyeceğimi düşünmeye başladım. Ezân bitince, ayağa kalkıp Besmele okudum. Arkasından fasîh bir şekilde hutbe okumaya başladım. Daha önce bilmediğim, duymadığım şeyleri söyledim. Vâzımın tesiri ile cemaat büyük bir huşû’ ve dikkat ile bana bakıyorlardı. Nihâyet, hutbemi tamamlayıp mimberden indim. Namazdan sonra Muhammed el-Mürşidî bana yaklaşıp; “Çok güzel bir hutbe okudun. Tebrik ederim. Seni hutbe okumak ile vazifelendirdim” buyurdu. Daha sonra oradan ayrılıp babamla hacca gittik. Babam Mekke’de kalarak, benim geri dönmemi ve Muhammed el-Mürşidî’ye uğrayıp duâsını almamı söyledi. Dönüşte Muhammed el-Mürşidî'nin huzûruna çıktım. O, babamı sordu. Ben de; “Efendim, size selâmı var. Ellerinizden öpüyor.” dedim. Bana; “Yaklaş, şu hurma ağacına dayan, zîrâ Ebû Midyen Abdullah, onun yanında üç sene kaldı.” buyurdu ve sonra özel odasına girdi. Bir müddet sonra dışarı çıktı ve bana oturmamı emretti. “Ey Muhammed! Biz senin babanı severiz. O, bizim kardeşlerimizdendir. Ancak sen. Ancak sen...” buyurdu. Onun bu sözünden, ehl-i dünyâ ile çok görüşüp bu sebeple zararda olduğumu anladım. Sonra bana; “Ey Muhammed! Şu anda babanın hasta olduğu vehmindesin. Hâlbuki baban sıhhat ve âfiyettedir. O şimdi Resûlullah efendimizin mimberi şerîflerinin sağ tarafındadır. Onun sağında Hâlil-ül-Mâlikî, solunda Mekke kadısı Ahmed bulunuyor. Memleketin Tlemsân’da da.” deyip, yere bir dâire çizdi, etrâfında dönüp; “Allahü teâlâ orada, senin yakınlarını, akrabâlarını tehlikeden korudu, himâye etti.” dedikten sonra; “Yavrum, sen hatîblik yap. İleride Garbî Câmiinde hatîblik yapacaksın. O câmi, İskenderiyye'nin en büyük câmisidir.” buyurdu. Daha sonra yanıma, yiyecek, içecek koyup, beni yolcu etti. Daha sonra Tlemsân’da hısım ve akrabâlarımın korunduğu haberini aldım. Muhammed el-Mürşidî, tasarrufu kuvvetli bir zât idi. Onun duâsının bereketiyle, işlerimiz buyurduğu gibi oldu.”

Muhammed el-Mürşidî, birgün etraftaki köylere haber gönderip, dergâha çağırdı. Köylülerin hepsi geldi. O, odasına girip uzun müddet kaldı. Gelenler ne olacağını merakla beklediler. Fakat o, odasından çıkmadı. Nihâyet merakla odasına girildiğinde, vefât etmiş olduğu görüldü. Hâlbuki odasına girerken hiçbir şeyi yoktu. Gelenler cenâzesini yıkayıp namazını kılıp, dergâhına defnettiler.

İBN-İ BATTÛTA

İbn-i Battûta şöyle anlatır: “İskenderiyye’ye uğradığımda, Muhammed el-Mürşidî’nin ziyâretine gittim. Dergâhına selâm verip girdim. Beni kucakladı. Daha sonra namaz vakti gelince, beni öne geçirip imâm yaptı. Misâfir gelenlerden birini imâm yapmak âdeti imiş. Yatma vakti geldiğinde, bana dergâhın damına çıkıp orada uyumamı tenbih etti. Dama çıkıp orada uyudum. Rüyâmda, kanatlanıp, kıble istikâmetine doğru uçtuğumu gördüm. Bu rüyâ sebebiyle hayrete düştüm. Muhammed el-Mürşidî, sabah namazında beni tekrar imâm yaptı. Sonra da rüyâmı şöyle tâbir etti: “Sen hacca gideceksin, Resûl-i ekremin ravda-i mutahheralarını ziyâret edip, Yemen, Irak, Horasan, Hindistan taraflarına gidip, uzun seneler oralarda kalacaksın. Dilşâr Hindî adlı kardeşin, seni bâzı tehlikelerden koruyacak.” Daha sonra bana biraz azık ve para verip, beni yolcu etti. Aynen buyurduğu gibi oldu. Duâlarından çok istifâde ettim. O, sâlih, âbid (çok ibâdet eden) bir zât idi. İnsanlarla az görüşür ve onlara yemek ikrâm ederdi. Keşf ve kerâmet sâhibi olup, evliyânın önde gelenlerinden idi. Münye’de Benî Mürşîd Dergâhında yaşadı. Kendisinin bir hizmetçisi yoktu. Kerâmetlerini ve üstünlüğünü işitenler, ziyâretine koştu. Devlet adamları, komutanlar ve halktan birçok kimse kâfileler hâlinde onu ziyâret için dergâhına geldiler. Hergün dergâhı dolup taştı. Her birinin hatırından geçen yemeği önüne getirip ikrâm etti. Mutfağına ondan başkası girmezdi.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN AHMED FERGAL

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed Fergal’dir. Çok kerâmetleri görüldü. 1456 (H.860) senesinde, Mısır’ın güneyindeki Sa’îd şehrinde vefât etti. Ebî Tic’deki dergâhında defnedildi. Belde halkınca kabri ziyâret edilmektedir. Kerâmetlerinden bâzıları şunlardır:

Bir hasta kadın vardı. Canı Hindistan cevizi istedi. Aradılar taradılar, Mısır’da bulamadılar. Üstelik Mısır, Hindistan cevizinin yetiştiği yer değildi. Muhammed Fergal bu durumdan haberdâr oldu ve Nakib Muhaymir’i çağırıp; “Ey Muhaymir! Şuraya git, orada bir ağaç bulacaksın. Ondan beş adet Hindistan cevizi kopar getir.” buyurdu. Muhaymir oraya gidip mâlum ağacı buldu. Beş Hindistan cevizi koparıp getirdi. Kadıncağıza gönderdiler. Aradan çok geçmedi; Muhaymir daha önce târif buyurulan yere gitti ise de, o ağacı bulamadı.

Bir defâsında şeyh-ul-İslâm İbn-i Hacer Mısır’a geldi. Bu arada bir mesele sebebiyle Muhammed Fergal’e uğradı. İçinden; “Allahü teâlâ, ilim tahsîlinde bulunmamış birine evliyâlık vermez. Verecek olsa, ilim de ihsân eder” şeklinde bâzı şeyler geçti. O esnâda, bu düşünceler Muhammed Fergal’e mâlum olup; “Kâdı efendi, olduğunuz yerde kalınız!” buyurup, onu tutup kuvvetli bir şekilde sarstı ve; “Allahü teâlâ, beni ihsânı ile velî olarak seçti ve ilim de nasîb etti” buyurdu.

Birgün Muhammed Fergal’in huzûruna hıristiyan râhiblerinden biri geldi. O anda canı kavun istedi. Kavun-karpuz mevsimi de değildi. Muhammed Fergal, kerâmet olarak bir kavun getirdi ve o kişi derhâl müslüman oldu.

Birisi, Muhammed Fergal hakkında uygun olmayan sözler söyledi. Muhammed Fergal bunu işitince; “Kendisi için iyi etmedi” buyurdu. Kısa bir zaman sonra o kişinin dilinin tutulduğu işitildi.

Muhammed bin İnân anlatır: “Ben gençliğimde Muhammed Fergal’i ziyâret maksadı ile yola çıktım. O benim gelişimi, ben daha oraya varmadan talebelerine anlatmış ve; “Şu ânda Muhammed bin İnan bizi ziyârete geliyor.” diye buyurmuş.”

Nasrânî (hıristiyan) bir kadının çocuğu hasta oldu. Bu kadının Muhammed Fergal’e hüsn-i zannı olup, onun büyüklüğüne inanırdı. Çocuğum hastalıktan kurtulursa, Muhammed Fergal’e bir halı vermeyi adadım dedi. Muhammed Fergal’e, bu kadının niyeti ve bütün yaptıkları mâlum oldu. Buyurdu ki: “Şimdi halının yününü hazırladılar. Yünü büktüler (eğirdiler) ve dokumaya başladılar. Bitirdiler. Vermek üzere yola çıktılar. Şu ânda falan yere getirdiler. Şimdi de kapının önünde, biriniz çıkıp alsın.” Dışarı çıkıp baktıklarında, halıyı kapının önünde buldular. Muhammed Fergal, halıyı getireni çağırtıp, ağırlayıp hediyeler verdi. “Yum gözünü.” buyurdu. O kişi, kendini bir ânda memleketinde buldu.

Muhammed Fergal’den evleneceğinde fazla mehir istediler. O da; “Şu kuyunun başına gidin ve Muhammed Fergal’in emri var, bir kova altın, bir kova da gümüş vereceksin deyin” buyurdu. Gidip baktıklarında, orada bir kova altın, bir kova da gümüşün olduğunu gördüler. Bunun, Muhammed Fergal’in kerâmeti olduğunu anladılar.

Birgün İbn-i Zerâzîrî, Muhammed Fergal’in ziyâretine geldi. Edeble, elini öptü ve oturdu. O zaman Fergal buyurdu ki: “Birçok yerlere hükmeden biri olacaksın.” Çok geçmeden sultan onu memleketin genel vâlisi olarak tâyin etti.

Bir zaman Muhammed Fergal, Mısır’daki vâliye elçi gönderip, çiftçiler ile ilgili bir meselenin hallini istedi. Vâli, gelen elçinin yüzüne karşı Muhammed Fergal hakkında uygunsuz şeyler söyledi ve üstelik; “Git hocana söyle, iki yüzlü hîleci olmasın” dedi. Elçi geri dönüp, olanı biteni anlattı. Bunun üzerine Muhammed Fergal, parmağını toprağı delercesine yere götürdü. Çok geçmeden sultânın o vâliyi vazifeden aldığı ve evinin de başına yıkılmasını emrettiği haberi geldi. Orası Tûlûnoğlu Câmii yanı olup, harap bir hâldedir.

Birisi Muhammed Fergal’in yanına geldi ve Kur’ân-ı kerîm okumaya başladı. Bir aralık yanıldı. Fergal’den başka kimse yanlışını farketmedi ve; “Yanıldın.” buyurdu. O kişi; “Sen hâfız değilsin, benim yanıldığımı nasıl anladın.” dedi. Muhammed Fergal de; “Semâya yükselen bir nûr görüyordum. Birden kesildi. İki nûr arasında bir ayrılma oldu. İşte o zaman yanıldığını anladım.” buyurdu.

Buyurdu ki: “Evliyâ tasarruf sâhibidir. Her kimin bir hâceti olursa, kabrime gelsin, yüzüme karşı dursun, arzusunu bana söylesin. Allahü teâlânın izniyle onun hâcetini gideririm.”

MUHAMMED FERGAL ÇAĞIRIYOR

Bir gün Nakib Muhaymir’in kızını timsah kaptı. O ağlayarak Muhammed Fergal’in huzûruna gelip durumu anlattı. Muhammed Fergal de;"Hemen o timsahın kızını kaptığı yere git. Yüksek sesle, ey timsah! Seni Muhammed Fergal çağırıyor de” buyurdu. Muhaymir gidip denileni yaptı. Timsah derhâl geri dönüp nehirden çıktı. Yollarda bir merkeb gibi yürüyüp, Muhammed Fergal’in yanına geldi. Halk bu duruma çok hayret etti. Timsah gelince, Muhammed Fergal demirciye emredip, onun dişlerini söktürdü. Sonra timsaha emredip, kızcağızı karnından çıkarmasını söyledi. Timsah, kızı canlı, fakat baygın bir durumda çıkardı. Bundan sonra o beldeden hiç kimseye zarar vermeyeceğine söz verip, ağlıyarak oradan ayrıldı ve nehire indi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BİN ANÂN

Evliyânın büyüklerinden. Doğum târihi ve hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. 1516 (H.922) senesi Rebî’ul-evvel ayında, namaz kılarken vefât etti. Vefât ettiği zaman yüz küsûr yaşındaydı. Cenâze namazı Bâb-ı Bahr’deki Maksim Câmiinde kılındı. Cenâze namazında Sultan Tomanbay da bulundu. Namazını kılmak için çok kalabalık bir halk toplandı.

Muhammed bin Anân küçük yaşta ibâdet etmeye başladı ve Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Tasavvuf yolunu Ebü'l-Abbâs Gamrî'den öğrendi. Geceleri çok ibâdet ederdi. Boş yere hiç konuşmazdı. Çok kerâmetleri görüldü. Kerâmetlerinden bazılarını, talebesi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Tabakât-ül-Kübrâ adlı eserinde anlattı.

Birgün Muhammed bin Anân’a çok sayıda misâfir geldi. Muhammed bin Anân, misâfirleri geldiği sırada ekmek hamuru yoğuruyordu. Hamuru yoğurup pişirdikten sonra, annesine; “Şu örtüyü alıp yemek kabının ve ekmeklerin üzerine örtünüz” dedi. Annesi onun dediği gibi yaptı. sonra örtüyü açmadan, örtünün altından durmadan ekmek çıkardı. Hemen hemen evinin yarısı ekmekle doldu. Yemeği de öyle yaptı. Sonra Muhammed bin Anân annesine; “Artık örtüyü açabilirsin” dedi. Annesi örtüyü açtığı zaman, kapta ne yemek, ne de ekmek vardı. Annesi bu duruma hayret etti. Bunun üzerine Muhammed bin Anân; “Bu yapılan çok görülmesin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer isteseydim, bu şehrin her yanına, az olan hamurdan, Allahü teâlânın izni ile ekmek doldururdum” buyurdu.

Gamri Câmii imâmı Emînüddîn şöyle anlattı: “Berhemtuş Kabristanında bulunan bir ölü, geceleri kabrinde bağırıp duruyordu. Onun hâlinden bezen halk, durumu Muhammed bin Anân hazretlerine anlattılar. Bunun üzerine o da, o gece kabrin başına gitti. Baş ucunda Mülk sûresini okudu. Sonra o şahsı bağışlaması için Allahü teâlâya duâ etti. O geceden îtibâren o şahsın bağırması kesildi.”

Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlattı: “Bir gece ayaklarımı uzatıp yatmak istedim. Ayaklarımı uzatmak istediğim her yönde, Allahü teâlânın bir velî kulunun kabri bulunuyordu. Bu yüzden oturarak uyumaya başladım. Uyurken Muhammed bin Anân yanıma gelerek, ayaklarımı eliyle tutup kendi türbesine doğru uzattı ve “Benim türbeme doğru ayaklarını uzatabilirsin” buyurdu. Uyandığım zaman, ayaklarımın onun türbesine doğru uzatılmış olduğunu gördüm.”

Birgün Şeyh Ahmed Necdî, elinde bir Kur’ân-ı kerîm olduğu hâlde Muhammed bin Anân’ın huzûruna geldi. Kur’ân-ı kerîmi göstererek; “Bu kelâmın sâhibi hakkı için bana zikir telkini yap” dedi. Muhammed bin Anân o anda bayıldı. Ayıldığı zaman ona zikir telkini yaptı ve; “Oğlum, bizim yolumuz böyle şeyler değildir. Bizim yolumuzun aslı, Allahü teâlânın kitâbına ve O’nun Resûlünün sünnetine tam mânâsıyla tâbi olmaktır.” buyurdu.

Şerîf isminde bir zâttan, Sultan Gavrî bir şeyler istedi. İstediklerini vermezse, onu hapse attıracağını bildirdi. Bunun üzerine Şerîf, Muhammed bin Anân hazretlerinin huzûruna geldi ve durumu anlattı. Buralardan kaçmak istediğini bildirdi. Muhammed bin Anân odasına girdi. Orada bulunanlar, onun çıkmasını beklemeye başladı. Muhammed bin Anân’ın odasından çıkması uzayınca, Şerîf orada bulunanlara; “Şeyhin odadan çıkmasını çabuklaştırsanız iyi olur. Zor durumda kaldığımı siz de biliyorsunuz” dedi. Onun bu isteği üzerine, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî odanın kapısını açtı. Fakat odada kimse yoktu. Orada bulunan herkes, Muhammed bin Anân’ın odaya girdiğini görmüşlerdi. Bir saat kadar daha beklediler. Sonra gözleri kançanağı gibi kıpkırmızı bir hâlde, Muhammed bin Anân odadan dışarı çıktı. Hemen Şerîf’e; “Ey Şerîf! Hemen bineğine bin ve yola çık. Sana kimse yetişemez” buyurdu. Bu emir üzerine Şerîf, derhâl yola çıktı. Sultan Gavrî, onun şehirden ayrıldığını iki gün sonra öğrenebildi. Derhâl peşinden adamlar gönderdi. Fakat Şerîf’e ne yetişebildiler, ne de izini bulabildiler.

Muhammed bin Anân buyurdu ki: “Vücûdun rahat edip gece ibâdet yapmaya kalkabilmesi için istirahat şarttır. Çünkü bedenin derin uykuya dalmasına sebep şiddetli yorgunluktur.”

“Allahü teâlânın sevgili bir kulu, vâcibi bırakmadığı gibi, sünnetleri de bırakmamaya dikkat etmedikçe; büyük günahlardan nedâmet, pişmanlık duyduğu kadar, küçük günahlardan da pişmanlık duymadıkça, edeb makâmına yükselemez.”

“Bir evliyânın, bu âlemde kalbinden başka sermâyesi yoktur. O kalbe, dünyâlık işlere dâir birşeyler doldurmak ona yakışmaz. Kalb, sâdece Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olmalıdır.”

BESMELE İLE YE

Dâmâdı Şeyh Şemsüddîn Tuneyhî şöyle anlattı: “Beldemizde bir şahıs vardı. Çok yemek yeme hastalığına mübtelâ olmuştu. Bu şahıs, birgün Muhammed bin Anân’ın dergâhında misâfir oldu. Orada yemek yedi. Dimyat’a gitmek için binek istedi. Hizmetçisi, Muhammed bin Anân’a; “Bu şahıs, burada kaldığı bir gecede, büyük bir balık ve bir sepet dolusu hurma yedi. Yine de doymadı” dedi. Bunun üzerine Muhammed bin Anân onu yanına çağırttı. Eline aldığı bir dilim ekmeği ikiye böldü ve bir parçasını o şahsa vererek; “Besmele çek ve bu yarım dilim ekmeği ye” buyurdu. O şahıs o ekmeği yiyince doydu. O andan itibâren, bir daha fazla yemek yemedi. Muhammed bin Anân'ın ona verdiği ekmek ile her zaman doyardı.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED AVFÎ

Şâfiî mezhebi âlimi ve büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Muhammeddir. Eshâb-ı kirâmdan ve Aşere-i mübeşşereden (dünyâda iken Cennet'le müjdelenen on kişiden biri) olan Abdürrahmân bin Avf hazretlerinin neslindendir. Künyesi Ebü’l-Feth, lakabı Şemsüddîn’dir. İbn-i Atiyye diye de bilinir. Mısır’ın İskenderiyye şehrinde, 1415 (H.81 senesi Muharrem ayında dünyâya geldi.

Babası Şeyh Bedreddîn-i Avfî, oğlu Ebü’l-Feth’in doğumunu şöyle anlatır: Annesi oğluma hâmile iken, evliyânın büyüklerinden Şeyh Abdürrahmân-ı Şebrîsî’nin yanına gitmiştim. Doğumun kolay olması için ondan duâ istedim. Bana dedi ki: “Senin hanımın Âmine’nin ikiz çocuğu olur. Bunlardan birisi yedi gün sonra ölür, diğeri ise uzun zaman yaşar. O, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânlarına kavuşacak, Allah'a tevekkül edenlerden olacak ve çok yüksek mânevî derecelere yükselmek nasîb olacaktır. Bu oğlun, saîd, Cennetlik olarak yaşar ve şehîd olur. Dünyâdan, anasından doğduğu gündeki gibi günahsız ayrılır. Onun şânı pek yüce olur. Allahü teâlânın emniyetine kavuşur." Doğumdan sonra durum, Şeyh Abdürrahmân’ın haber verdiği gibi oldu. Doğumundan kırk gün sonra büyük bir ziyâfet verdim. Bu ziyâfette, Şeyh Abdürrahmân ve fakirlerden ve sâlihlerden kalabalık bir cemâat hazır bulunup, duâ ettiler. O gün onları misâfir ettim. Çocuğu alıp, onların huzûruna getirdim. Şeyh Abdürrahmân Şebrîsî, çocuğu aldı ve damağına bir kuru hurma koydu. Çocuk ağzında onu çiğnedi ve suyunu emdi. Sonra biraz bal istedi. Hemen hazır ettim. Şeyh Abdürrahmân ondan üç kerre ağzına koyup yaladı ve sonra çocuğa yalattı. Daha sonra fakirlerin önüne koydu ve onlara da bu baldan tatmalarını emretti. Yedi kerre balın üzerine Fâtiha-i şerîfe okudu. Bana da: “Al bunu annesine götür, ver. Ondan başka kimse yemesin. Bu mübârek çocuğu hakkında da bir korkusu, endişesi olmasın. Yemîn ederim ki, vefât eden çocuğunun rûhunun Arş-ı a’lânın etrâfında dolaştığını görüyorum.” dedi. Sonra evimden çıkıp gitti.

Ebü’l-Feth, ilimde çok yüksek idi. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Çok ilim tahsîl etti. Birçok âlimden hadîs ve fıkıh ilimlerini okudu. Bunların ilki, babasının dedesi Kâdı Nûreddîn Ebü’l-Hasan Ali’dir. İbn-i Hacer, Takıyyüddîn Ressâm, İzzeddîn Ebû Muhammed ibni Furat el-Hanefî ve daha başka âlimlerden hadîs-i şerîf okudu. Hâfız Şemseddîn Ebü’l-Hayr el-Makdisî’den de, evinde ve Câmi-i Kâf’da Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim ile Sühreverdî’nin Avârif-ül-Me’ârif kitabını, Kutbüddîn-i Kastalânî’nin giyim ve sohbet hakkındaki İrtifâ’-ür-Rütbe kitabını, İbn-i Hişâm’ın Siyer’ini, Sünen-i İbn-i Mâce, Müsned-i Dârimî ve Câmi-i Tirmizî adındaki hadîs kitaplarını, Muvattâ ve Sünen-i Ebî Dâvûd ve daha başka kitaplardan bâzı bölümleri okudu. Birçok âlim ona icâzet verdi ve hil'at giydirdi.

Muhammed Avfî şöyle anlatır: “Gençliğimde Şeyh Abdürrahmân’ı gördüm. Yanına yaklaşınca alnımdan öptü ve şefkatle bana baktı. Sonra zikir etmemi, Allahü teâlâyı çok hatırlayıp anmamı telkin etti. Bu hususta benden söz aldı. Sonra bana; "Allahü teâlânın emânetinde olarak yaşa, Allahü teâlâya sığın. Allah, her işini kolaylaştırsın. Seni, kendisinin dışındaki şeylerden fânî kılıp, kendisi ile bâkî eylesin. Sen, asrının imâmı, zamânının bir tânesi, akranlarının en üstünü, din kardeşlerinin arasında mübârek bir kimsesin! Allah, seni koruyup gözetsin! Fazl-u keremi ile ihsân ettiği şeylerle sevinç ve neşeni arttırsın!” dedi. Daha sonra kıymeti ve mânevî değeri çok yüksek bir elbise giydirdi. Sonra “Artık bizim günlerimiz sona erdi, saatlerimiz tükendi.” dedi. Yedi yıl sonra, zühd ve verâ sâhibi, âbid ve ârif Ebü’l-Hasan Ali Demenhûrî’nin ve Şeyh Ebû İshak İbrâhim Etkâvî’nin elinden, 1422 (H.825) senesinde Muharrem ayının onuncu günü hil’at giydim.”

Yaşadığı beldede ilim ve fazîlet sâhibi olarak tanınan İbn-i Atiyye’nin emsâlleri arasında üstün bir yeri vardı. Tûnus’ta, Sultan Hasan bin Muhammed bin Osman bin Mensûr bin Abdülazîz el-Hâfsî zamânında kadıaskerliğe tâyin edildi. Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde, deniz yolu ile İstanbul’a geldi. Pâdişâh kendisine çok tâzim edip, sayısız ikrâm ve ihsânlarda bulundu. Ona iyi bir maaş tahsis edildi. Meşhûr zâtlardan birçok kimse gelip, ondan ders aldı. Bir ara kadıaskerlik vazifesine tâyin edildi. İlmini herkese yaydı ve bunları yazıp kitaplara geçirdi. Bu esnâda Ca’berî’nin Şerh-i Şâtıbıyye adlı eserine birçok ilâveler yaptı. Vezîr Mahmûd Paşa imâretinde, onun bir evi vardı. Sonra Mısır’a gitmek üzere Sultan’dan, Anadolu’nun kışına ve soğuğunun şiddetine dayanamadığı için, izin istedi. İstanbul'dan ayrılmasına izin verildi. Kara yolu ile Mısır’a gitmek üzere, 1537 (H.944) senesinde İstanbul’dan hareket etti. Önce Haleb’e uğradı. Oradaki kırâat âlimlerinden İbn-i Hanbelî ve daha başkaları, ona gelip Kur’ân-ı kerîmi kırâat eylediler (okudular). İbn-i Hanbelî, derslerde onun yardımcılığını yapardı. Haleb’in sıcağından müteessir oldu. Afiyet içinde olmasına rağmen, talebelerinden Şemsüddîn-i Tayyibî ile berâber oradan ayrılıp Trablus’a geldi. Bir müddet orada kaldı. Burada da, çok kimse ondan faydalanıp, çeşitli ilimleri tahsîl ettiler. Oradan Dımeşk’a (Şam’a) gelip, Câmi-i Tenkiz’e yerleşti. Sonra Şam beldesi kadısı Zeyneddîn-i Sahyûnî'nin evine geçti. Beldenin âlim ve fâzılları yanında toplanmaya başladılar. İlim ve tahkîk ehli olduğunu anladılar. Özellikle tefsîr, edebiyât, mantık, kelâm, arûz, kırâat, me’ânî ve beyân ilimlerinde mütehassıs idi.

İbn-i Atiyye 1534 (H.941) senesinde Şam’ın Şevîke yakınlarındaki Kasr-ul-Cüneyd denilen yerde vefât etti. Kılınan cenâze namazından sonra burada defn edildi.

İbn-i Atiyye çok talebe yetiştirdi. Zamanının büyük kısmını ders vermekle geçirirdi. Çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. İlminin yüksekliği yanında gâyet yumuşak sözlü ve alçak gönüllü idi. Bütün güzel huylarla süslenmişti.

Yazmış olduğu eserlerden bâzıları şunlardır: 1) Huccet-ür-Râciha fî Sülûk-i Muhaccet-il-Vâdiha, 2) Âdâb-ül-Libâs ves-Sohbe: Tasavvuf hakkında, dört cildlik bir eserdir. 3) Dîvân-ı Şi’r, 4) Tuhfet-ül-Lebîb ve Bugyet-ül-Keîb, 5) Keşf-ül-Beyân an Sıfât-il-Hayavân, 6) Şerhu Ferâiz-ir-Rahbiyye: Büyük bir cild hâlinde yazdığı bu eserini, 1478 (H. 883) senesinde tamamlamıştır. 7) Kitâb-ül-Arabiyye.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BÂBÂ SEMMÂSÎ


Hâce Ali Râmîtenî hazretlerinin yetiştirdiği büyük velîlerden. Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük İslâm âlimlerinin on üçüncüsüdür. Râmîten ile Buhârâ arasında bulunan ve Râmîten'e iki kilometre, Buhârâ'ya ise altı kilometre uzaklıkta bulunan Semmâs köyünde doğdu. 1354 (H.755)te orada vefât etti.Tasavvuf ilmini büyük âlim AliRâmîtenî'den öğrendi. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, tasavvufta yüksek dereceye ulaştı. Hocası, kendisinden sonra irşâd makâmına, Muhammed Bâbâ Semmâsî'yi vekil bıraktı. Diğer talebelerine de, ona tâbi olmalarını vasiyet etti.

Hocasının vefâtından sonra irşâd makâmına geçen Muhammed Bâbâ Semmâsî, çok talebe yetiştirdi ve içlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu.Bu talebelerinin başında, kendisinden sonra yerine geçen ve ilim deryâsında sedef misâli olan Seyyid Emîr Külâl hazretleri gelmektedir. Bir talebesi de, Şâh-ıNakşibend Behâüddîn-i Buhârî hazretleridir. Behâüddîn Nakşibend hazretleri,Kasr-ı Hindüvân'da doğdu. Henüz o doğmadan evvel, hocasıMuhammed Bâbâ Semmâsî onun doğduğu yerden geçerken; "Bu yerden büyük bir zâtın kokusu geliyor. Pek yakında Kasr-ı Hindüvân, Kasr-ı ârifân olur." buyurdu. Bir gün yine oradan geçiyordu. "Şimdi o güzel koku daha çok geliyor. Ümîd ederim ki, o büyük insan dünyâya gelmiştir." buyurdu. Böyle buyurduğu zaman, Behâüddîn-i Buhârî hazretleri doğalı üç gün olmuştu. Dedesi, çocuğun göğsünün üzerine hediye koyup, Muhammed Bâbâ Semmâsî'ye getirince; "Bu bizim oğlumuzdur. Biz bunu kabûl eyledik." buyurup, talebelerine de; "Kokusunu aldığım işte bu çocuktur. Zamânının rehberi ve bir tânesi olacaktır." buyurdu. Sonra halîfesi Emîr Külâl hazretlerine, bu çocuğun iyi yetiştirilmesini tenbîh etti.

Behâüddîn Buhârî hazretleri anlatır: "Evlenmek istediğim zaman, büyük babam beni Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerine gönderdi. Ona gideceğim günün gecesi, içimde gözyaşı ve duâ isteği kabardı. Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin mescidine gidip iki rekat namaz kıldım ve Allahü teâlâya şöyle duâ ettim: "İlâhî! Bana, belâlarına tahammül için kuvvet ve aşkın yüzünden doğacak mihnetlere, meşakkat ve sıkıntılara karşı güç, ver!" Sabahleyin hocamın huzûruna varınca; "Bir daha duâ ederken, "İlâhî, senin rızân nerede ise, bu kulunu orada bulundur!" diye duâ et! Eğer Allah, dostuna belâ gönderirse, yine inâyeti ile o belâya sabır ve tahammülü de ihsân eder. Fakat, Allah'tan ne geleceğini bilmeden, belâ ister gibi duâ doğru değildir." buyurdu. Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin bir gece evvelki hâlimi keşfetmekteki kerâmetini anladım ve ona tam bağlandım."

Ehl-i sünnet âlimlerinin ve evliyânın en büyüklerinden olanHâceMuhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin yetiştirdiği, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmalarına vesîle olduğu yüzlerce velî olup, bunlar içinde dördünü kendisine halîfe seçmiştir. Bunlardan birincisi Hâce Sûfi Suhârî, ikincisi kendi oğlu Hâce Muhammed Semmâsî, üçüncüsü Mevlânâ Dânişmend Ali, dördüncüsü ve en büyükleri Seyyid Emîr Külâl hazretleridir.

NİÇİN SAKLAMIŞ?

Behâüddîn-i Buhârî hazretleri anlatır: "Bir defâsındaHocamMuhammed Bâbâ Semmâsî ile yemek yiyorduk. Yemek bitince, bana bir ekmek uzatıp; "Al, bunu sakla!" buyurdu. Yemek yediğimiz hâlde, bana bu ekmeği vermesinin hikmetini düşünmeye başlamıştım. Bu sırada bana; "Faydasız düşüncelerden kalbi muhâfaza etmek lâzımdır!" buyurdu.Sonra yolculuğa çıktık ve bir tanıdığımın evinde misâfir olduk. Misâfir olduğumuz evin sâhibinin sıkıntılı bir hâlde olduğu görülüyordu. Hocam ona; "Niye üzülüyorsun?" buyurdu. O da; "Bir kâse sütüm var, fakat, süte banıp yemek için ekmeğim yok. Ona üzülüyorum" dedi. Hocam bana dönüp; "İşte acabâ ne için ayırıyoruz? diye düşündüğün ekmek bu iş içindi, ver sahibine yesin." buyurdu."

NÛR VE ZİYÂ

Allah adamlarından, çok büyük bir velîdir,
Derecesi yüksek ve kerâmet sâhibidir.

Ali Râmîtenî’nin, mübârek sohbetinde,
Yetişerek kemâle, geldi nihâyetinde.

Buhârâ’nın Semmâs nâm, köyünde doğan bu zât,
Çok insan yetiştirip, orada etti vefât.

Resûl’ün kalbindeki, ilim, feyiz ve nûrlar,
Kalbden kalbe akarak, ona vâsıl oldular.

Hocasından aldığı, nûrları o da yine,
Seyyid Emîr Külâl’in, verdi temiz kalbine.

Ayrıca Behâeddîn Buhârî’ye de bu zât,
Çok teveccüh ederek, ilgilenmişti bizzat.

Kasr-i Hinduvân diye, bir köy vardı ki meşhur,
Behâeddîn Buhârî, bu beldede doğmuştur.

Lâkin henüz doğmadan ve işitilmeden adı,
Onun geleceğini, müjdeledi üstâdı.

Şöyle ki, her geçişte, o, Kasr-i Hinduvândan,
Derdi: “Bana bir koku, geliyor ki buradan,

Zuhur eder bu yerde, çok büyük bir evliyâ,
İnsanların kalbine, saçar o, nûr ve ziyâ.”

Gelince yine bir gün, bu bereketli yere,
Buyurdu ki: “O koku, fazlalaşmış bu kere.

Öyle zannederim ki, o gelmiştir dünyâya,
Büyüyüp yetişince, bu dîni eder ihyâ.”

Bunu söylediğinde, hakîkaten o velî,
Henüz üç gün olmuştu, bu dünyâya geleli.

Dedesi, kucağına, alıp bu torununu,
Ve Bâbâ Semmâsî’ye, getirdi derhâl onu.

Görür görmez, kalbini, sardı bir sevinç, huzûr,
Buyurdu: “O dediğim, büyük zât işte budur.”

Şefkat ve muhabbetle, bağrına bastı onu,
Buyurdu: “Evlâtlığa, kabûl ettik biz bunu.”

Sonra Emîr Külâl’e, buyurdu ki: “Ey oğlum,
Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum.”

Ne zaman ki gelmişti, o, evlenme çağına,
Geldi Bâbâ Semmâs’ın, mübârek ocağına.

Huzûruna çıkmadan, mescide girdi önce,
Secdeye kapanarak, duâ etti şöylece:

“İlâhî, belâlara, türlü sıkıntılara,
Sabredebilmem için, güç kuvvet ver bu kula.”

Oradan, üstâdının, yanına gelir gelmez,
Buyurdu ki: “Evlâdım, öyle duâ edilmez.

Allah’tan belâ değil, hep âfiyet istenir,

Yâ Rab, beni rızâna, vâsıl et demelidir.”

Beraber yemek yiyip, kavuştu iltifâta,
Gözü ondan gayriyi, görmüyordu âdetâ.

Yüksek teveccühüne, nâil olup o yine,
Ellerini öperek dönüyorken evine.

Ona bir ekmek verip, buyurdu ki: “Evlâdım,
Al bunu, belki yolda, birine olur lâzım.”

Düşündü ki “Yemeği, yemiştik biz hâlbuki,
Verdikleri bu ekmek neye lâzım olur ki?”

Yolda misâfir oldu, bir fakirin evine,
Gördü ki muhtaç idi, bir ekmek dilimine.

Ekmeği ona verip, öğrendi hikmetini.
Anladı üstâdının, büyük kerâmetini.

Yâ ilâhî, bu büyük velîler hürmetine,
Nâil eyle bizleri, af ve magfiretine.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BAHÂEDDÎN ET-TAVİLÎ


Irak velîlerinden. On dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. Osman et-Tavilî hazretlerinin en büyük oğlu ve halîfesidir. 1836 (H.1252) senesinde Tavila'da doğdu. 1881 (H.129 senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, Tavila'da babasının kabrinin yanındadır.

İlim ve fazîlet sâhibi bir âileden gelen Muhammed Bahâeddîn et-Tavilî, zâhirî ve bâtınî ilimleri babasından tahsîl etti. Babası Osman et-Tavilî hazretleri onun yetişmesi için husûsî gayret gösterdi.Nakşibendiyye yüksek yolu usûlüne göre yetişen Muhammed Bahâeddîn hazretleri, bâzı ilimleri o çevrede bulunan Mahmud Deşî gibi âlimlerden öğrendi. Zâhirî ilimlerde derin bir âlim, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. Babası ona hilâfet verip talebe yetiştirmekle vazîfelendirdi. Babası hayattayken Abdurrahmân, Ömer Ziyâeddîn ve Ahmed adındaki kardeşlerinin tâlim ve terbiye işini ve yetiştirme vazîfesini ona verdi. Kardeşleri onun ilim meclisinde ve sohbetlerinde yetişerek her biri üstün zâtlar oldular. Babasının vefâtından sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı ve talebe yetiştirdi. Vakarlı, kanâatkâr, iffetli, dünyâya gönül vermeyen, haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan bir hayat yaşadı. Pekçok insanın hidâyete kavuşmasına, dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermelerine vesile oldu. Arkasında faydalı, edep sâhibi çocuklar bıraktı. Onlar da kendisi gibi ilim ve fazîletin yayılması için çalıştılar. Çocuklarının adları Şeyh AliHüsâmeddîn, Şeyh Sâdık, Şeyh Mazhar ve Şeyh Câfer'dir. Talebelerinden Abdürrahîm Mevlevî sohbetlerini Mir'ât-ül-Kâmil adıyla toplamıştır.

Muhammed Bahâeddîn et-Tavilî 1881 (H.129 senesi Rebîü'l-evvel ayının beşinci Cumâ günü Tavila'da vefât etti. Babasının kabrinin yakınında defnedildi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BÂKIR

Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmını görenlerin zamanında yetişen en büyük velîlerden. On iki İmâmın beşincisidir. Hazret-i Hüseyin'in torunu ve İmâm-ı Zeynelâbidîn hazretlerinin oğlu İmâm-ıCâfer-i Sâdık hazretlerinin babasıdır. Künyesi Ebû Câfer'dir. Bütün ilimlere vâkıf olduğu için kendisine ilimde ve fazîlette üstün mânâsına Bâkır denildi. 676 (H.57) senesindeMedîne-i münevverede doğdu. 731 (H.113) senesinde aynı yerde vefât etti.Cennetü'l-Bakî Kabristanında babasının yanına defnedildi.

Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Câbir ve hazret-i Enes bin Mâlik ile görüşüp onlardan ve Tâbiînden olan büyük zâtlardan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet eden Muhammed Bâkır hazretleri Medîne'nin büyük fıkıh âlimlerinden oldu. Zamânında bütün dünyâdaki evliyânın feyz kaynağı oldu. Evliyâlık yolunda olanlara feyzler onun vâsıtasıyla geldi. İmâmlığı on dokuz sene sürdü.

Ebû İshâk es-Sebîî, Atâ bin Ebî Rebâh, Amr bin Dînâr, İbn-i Şihâb ez-Zührî, Rebî bin Heysem, Haccâc bin Evtâd, Mekhûl eş-Şâmî, İmâm-ı Evzâî, İmâm-ıA'meş, Kâsım bin el-Fadl, İbn-i Cüreyc ve başka âlimler de kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet ettiler. Buharî ve Müslim bu hadîs-i şerîflerden bâzılarını kitaplarına aldılar.

Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i çok severdi. Zamânında bâzı kimselerin bunlara düşmanlıkta bulunduklarını ve bunu da Ehl-i beyte olan sevgilerinden yaptıklarını iddiâ ettiklerini duyunca, çok üzüldü: "Ben hazret-i Ebû Bekr'le hazret-i Ömer'e düşmanlık eden kimselerden uzağım. Onlar da benden uzaktır" buyurdu.

Bir gün, sohbet esnâsında, hazret-i Ebû Bekr'den rivâyetle bir hadîs-i şerîf okudular. Orada bulunanlardan birisi; "Hayır, bu hadîs-i şerîfin râvisi, Ebû Bekr değil, başka bir zâttır." dedi. Bunun üzerine İmâm; "Bu hadîs-i şerîfin râvisi Ebû Bekr'dir." buyurdu. O kimse iknâ olmayıp, îtirâza devâm edince, İmâm-ıMuhammed Bâkır hazretleri toparlandı, ellerini dizlerine koydu ve; "Ey hazret-i Ebû Bekr! Bu hadîs-i şerîfin râvisi siz değil misiniz?" dedi. Bunun üzerine "Evet, yâ Muhammed bin Ali, doğru söylüyorsun. O hadîs-i şerîfin râvisi benim." sesi duyuldu ki, herkes bu sesi işitti.

Medîne'de bir grup insanla oturmuştu. Mübârek başını önüne eğdi. Bir müddet sonra kaldırdı ve; "Bir kişi, bir sene sonra Medîne'ye gelecek. Üç gün boyunca, dört bin asker bulunan ordusu ile nice insan öldürecek. Bundan büyük zarar göreceksiniz. Bundan sakınınız!" buyurdu. Buna Medînelilerden küçük bir grup ile Hâşimoğulları inandı. Çoğunluk inanmadı. Bir sene sonra kendisine inananları alarak Medîne'nin dışına çıktılar. Nâfi bin Ezrak ordusu ile geldi.Muhammed Bâkır'ın buyurduğu zararları yaptı. ArtıkMedîneliler; "Bundan sonra İmâm-ı Bâkır hazretlerinin her sözüne inanırız. Her sözü doğrudur. Çünkü o, Resûlullah efendimizin evlâdındandır." dediler.

İmâm-ı Muhammed Bâkır, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye bakıp; "İslâmiyeti bozanlar çoğaldığı zaman, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!" buyurdu.

Talebelerinden biri anlatıyor: "Mekke'de idim. Muhammed Bâkır'ı görmeyi çok arzu ettim. Medîne'ye vardığım gece, şiddetli yağmur ve soğuk vardı. Gece yarısı evinin kapısına geldim. Kapıyı vurayım mı, yoksa sabahı bekliyeyim mi diye düşünürken, içerden mübârek sesini işittim. Hizmetçisine"Kalk! Dışarıda biri var, kapıyı aç. O bu gece yağmura tutuldu, hava da soğuk." buyurdu. Kapı açıldı, içeri girdim."

Henüz hiçbir şey yok iken kendisinin Devrekiye'ye vâli olacağını ve çok geniş topraklara sâhib olacağını kerâmet olarak bildirdi ve gerçekten de bir müddet sonra aynı yere vâli oldu.

Zamânında bulunanlardan biri şöyle anlatıyor: Muhammed Bâkır ile berâberHalîfe Hişâm bin Abdül-Melik'in evine uğradık. "Bu ev harâb olacaktır. Hattâ toprağı başka yere nakledilip taşları açıkta kalacaktır." buyurdu. Bu söze çok hayret ettim. Halîfe Hişâm'ın evini kim yıkabilir, diye düşündüm. Nihâyet Hişâm vefât edip, yerine oğlu Velid geçti ve bu evin yıkılmasını emretti.Hakîkaten ev yıkıldı, toprağını başka yere naklettiler ve taşları açıkta kaldı.

İmâm-ı Muhammed Bâkır atlı olarak Medîne'ye gidiyorlardı. Biraz gidince, karşılarına iki kişi çıktı. İmâm hazretleri; "Bunları yakalayın, bunlar hırsızdır." buyurdu. Hizmetçiler o kişileri tutup bağladılar. İmâm, yanında bulunanlardan birine: "Şu dağa çık. Orada bir mağara görürsün, içine gir ve ne bulursan al getir." buyurdu. O kimse denileni yaptı. İçi elbise dolu iki tane bavul getirdi. Başka yerde başka bir bavul daha buldular. Nihâyet Medîne'ye geldiklerinde anladılar ki, iki bavulun sâhibi şüphelendiği bir kaç kişiyi hâkime bildirmiş, hâkim de onları çağırmış, azarlamaktadır. Hazret-i İmâm gelip; "Onları azarlamayınız, hırsızlar bunlardır." deyip elleri bağlı iki kişiyi hâkime teslim etti.Asıl hırsızlar anlaşılınca cezâları verildi. Getirilen iki bavul da sâhibine iâde edildi. Hırsızlardan biri tövbe, istigfâr etti ve şöyle dedi: "Elhamdülillah ki benim tövbe etmem, Peygamber efendimizin torunlarından olan bu zâtın sâyesinde, onun bereketi ile olmuştur." Bundan sonra, hazret-i İmâm o kimseye; "Senin, cezâ ile vücûdundan ayrılan parçan, senden yirmi sene önce Cennet'e gitti." buyurdu. O şahıs bu hâdiseden tam yirmi sene sonra vefât etti.

Aradan üç gün geçince yolda buldukları üçüncü bavulun sâhibi de geldi. Hazret-i İmâm, bavulu hiç açmadığı halde buyurdu ki: "Bu bavulun içinde iki bin altın var. Bin tânesi sana, bin tânesi başkasına âittir. Ayrıca bavulda, şöyle şöyle elbiseler var." Bavulun sâhibi hıristiyandı. Dedi ki: "Eğer bavulun içindeki emânet altınların sâhibinin ismini de söylersen, doğru söylediğine inanacağım." Hazret-i İmâm; "O kimse, Muhammed bin Abdurrahmân'dır. Sâlih bir zât olup, çok namaz kılar, çok sadaka verir. Şu anda dışarıda seni bekliyor." buyurunca, bavulun sâhibi olan hıristiyan müslüman oldu.

Muhammed Bâkır rahmetullahi aleyh, Mekke ile Medîne arasında bir katıra binmiş gidiyordu. Yanında birisi daha vardı ve o da merkeb üzerindeydi. O kişi şöyle anlattı: "Bir ara dağdan aşağı bir kurt inip geldi. İmâm'ın bindiği katırın eyerine ayaklarını koydu. Kendi hâlince bâzı sesler çıkardı. Hazret-i İmâm'a bir şeyler söylediği belliydi. İmâm-ı Muhammed Bâkır onu dinledikten sonra: "Peki, sen şimdi git, ben arzu ettiğin gibi duâ ederim." buyurdu. Kurt gittikten sonra bana dönüp: "Kurdun ne söylediğini biliyor musun?" diye sordu. Ben, "Allahü teâlâ, Resûlü veResûlün torunu bilir." dedim. Buyurdu ki: "Kurt, eşim şiddetli bir ağrıya tutuldu. Duâ buyurun da ondan kurtulsun ve senin dostlarından hiç kimse benim neslime musallat olmasın." dedi ve ben de duâ ettiğimi söyledim."

Gözleri kör olan Ebû Bâsir anlattı: Bir gün, İmâm-ı Muhammed Bâkır ile şöyle konuştuk: "Siz Resûlullah efendimizin torunlarındansınız." dedim. "Evet." buyurdu. "Siz Resûlullah'ın vârisisiniz." dedim. "Evet." buyurdu. "Peki sizde ölüleri dirilten, körlerin gözlerini açan, baras hastalığını gideren, evlerdeki yiyeceklerden, eşyâlardan haber veren kuvvet var mıdır?" dedim. "Evet, Allahü teâlanın izniyle vardır." buyurdu. Yanına yaklaşmamı buyurunca, yaklaştım. Mübârek elini yüzüme sürdü ve kör olan gözlerim birden açıldı. Görmeye başladım. Tekrar elini yüzüme sürdü. Gözlerim yine görmez oldu. Bunun üzerine buyurdu ki: "Dünyâda gözlerin görüp, âhirette hesâba çekilmek mi, yoksa hesapsız Cennet'e girmek mi istersin?" diye sordu. Ben de dünyâda görmeyip, âhirette Cennet'e hesapsız girmeyi tercih ettim. Gözlerim öyle kaldı.

Uygunsuz bir iş yaparak hazret-i Muhammed Bâkır'ın huzûruna giren birine; "Sakın bir daha o kötü işi yapma! Bu duvarların size perde olduğu gibi, bize de perde olduğunu mu zannediyorsun?" buyurdu.

Büyük zâtlardan birisi şöyle anlatıyor: Bir gün Muhammed Bâkır'ın yanına girmek için izin istedim. Yanında kardeşlerinden bir kaç kişi var, biraz bekle, dediler. Biraz bekledim. İçeriden on iki kişi çıktı. Dar elbiseler giymişlerdi. Tanımadığım kimselerdi. Selâm verip gittiler. Sonra ben içeri girdim. "Efendim, bu gidenleri hiç tanımıyoruz, acaba onlar kimlerdi?" diye sordum. "Onlar cinnî olan müslüman kardeşlerinizdir. Siz nasıl gelip, haramdan helâlden suâl soruyorsanız, onlar da gelip soruyorlar." buyurdu.

İbn-i Ukâşe-i Esedi rahmetullahi aleyh, İmâm-ı Bâkır'ın yanına geldi. İmâm-ı Câfer-i Sâdık da oradaydı. İbn-i Ukâşe; "Câfer'in evlenme vakti geldi." dedi. Hazret-i İmâm bunun üzerine; "Yakında bir yerden esir satıcısı gelecek ve falan yerde konaklayacaklardır." buyurdu. İbn-i Ukâşe'ye, ağzı mühürlü bir kese altın verdi ve; "O esir satıcısı gelmiştir, bununla ondan bir câriye satın alın." buyurdu. İbn-i Ukâşe esir satıcısının yanına gitti. Esir satıcısı, bütün câriyeleri sattığını, sadece iki tâne kaldığını söyledi. İbn-i Ukâşe; "Bir tanesini alalım." dedi. Câriyeyi çıkardılar. Esir satıcısına; "Kaça satacaksın?" diye sordular. O da "Yetmiş altın karşılığı." dedi. "Biraz ikrâm et." dediler. Esir satıcısı: "Bir kuruş ikrâm etmem." deyince, İbn-i Ukâşe; "Bu kesede kaç altın varsa kabûl et!" dedi.

Satıcı; "Noksan olursa kabûl etmem." diye cevap verdi. O sırada orada bulunan ak sakallı, yaşlı bir zât; "Altınları sayın." dedi. Altınları saydılar. Tam yetmiş altın idi. Câriyeyi alıp, İmâm-ı Bâkır'ın huzûruna getirdiler. Câfer-i Sâdık da oradaydı. İmâm-ı Bâkır, o hanıma; "Bekâr mısın, dul musun?" buyurdu. O; "Bekârım" dedi. İmâm-ıBâkır; "Bir câriye esir satıcısının elinden, nasıl olur da bekâr olarak kurtulur?" diye sordu. O hanım; "Esir satıcısı ne zaman yanıma gelse, ak sakallı, yaşlı bir zât gelip ona kuvvetli bir tokat vurur, yanımdan uzaklaştırırdı." Bundan sonra bu hanımla, Câfer-i Sâdık nikâhlandı. Bu temiz hanımdan, oniki imâmın yedincisi İmâm-ı Mûsâ Kâzım doğdu.

Câfer-i Sâdık şöyle anlatıyor: "Bir gün babam Muhammed Bâkır; "Ömrümün bitmesine beş seneden fazla kalmadı." buyurdu. Vefât ettiği zaman hesapladım. Bu sözü söyledikten sonra tam beş sene geçmişti."

Çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:

"Allahü teâlânın korkusundan dolayı yaşaran göz, Cehennem ateşinde yanmaz. Yâni Cehennem'e girmez. Allahü teâlânın rızâsı için bir kimsenin gözünden bir damlacık yaş dökülse, Allahü teâlâ o kimsenin çok günahını affeder."

"Bir kimsenin kalbinde ne kadar kibir varsa, aklında o kadar noksanlık var demektir."

"Kul ne kadar duâ ederse, Allahü teâlâ ondan o kadar belâyı giderir."

"Kendisinde mevcud olan bir kusuru başkasında arayan ve kendi işlemekte olduğu bir ayıbı başkasına yapmamasını emreden kimse ne kadar kusurludur."

"Dünyâ, uykuda gördüğün rüyâya benzer. Uyandığın zaman hiçbir şey kalmamıştır."

"Bir kimsenin seni ne kadar çok sevdiğini anlamak istersen, senin o kimseyi ne kadar sevdiğine dikkat et. Yâni sen onu ne kadar seviyorsan o da seni o kadar seviyor demektir."

"Mîde ve nâmusunun iffetini korumak kadar faziletli ibâdet yoktur."

"Dünyâda insana en iyi yardımcı, din kardeşlerine iyiliktir."

İmâm-ı Muhammed Bâkır oğlu Câfer-i Sâdık'a şöyle nasîhat etti: "Ey evlâdım! Fasıklarla arkadaşlıktan çok sakın. Böyle insanlar seni bir lokmaya değişebilir. Cimrilerle dost olmaktan da sakın. Zîrâ çok ihtiyâcın olduğu bir zamanda az bir şey vermekten çekinirler. Yalancılarla dost olma, sana dost görünüp konuşur, ayrılınca hâli değişir. Ahmaklarla dostluk arkadaşlık kurma, onlar, sana iyilik yapıyorum zannederek kötülük yaparlar. Akrabâyı ziyâreti terk edenle de dost olma. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin üç yerinde böyle kimseyi lânetlenmiş gördüm."

"İlmi ile insanlara faydalı bir âlim, bin âbidden daha efdaldir. Böyle bir âlimin vefâtına, şeytan, yetmiş âbidin vefâtına sevindiğinden daha fazla sevinir."

Oğlu İmâm-ı Câfer-i Sâdık rahmetullahi aleyh şöyle anlatıyor: Babam bana vasiyet edip; "Vefât ettiğim zaman, beni sen yıka. Çünkü imâmı, imâmdan başkası yıkayamaz. Kardeşin Abdullah da imâmlık dâvâsında bulunacaktır, ona karışma, çünkü ömrü çok kısa olacaktır. Namaz kılarken üzerimde bulunan gömleği bana kefen yap ve beni babamın yanına defnet. Kabrime de senden başkası girmesin." buyurdu. Câfer-i Sâdık rahmetullahi aleyh; "Aman efendim bizi korkutmayınız. Allahü teâlâ gecinden versin, sıhhatiniz de yerindedir." dedi. Hazret-i İmâm buyurdu ki: "Bir saat evvel, babam Zeynelâbidîn'in sesini işittim. Bana; "Evlâdım Muhammed Bâkır! Vasiyetlerini çabuk yap. Çünkü senin de bize kavuşmana çok az zaman kaldı." buyurdu. Bundan bir saat kadar sonra babam vefât etti. Babam vefât edince ben yıkadım. Nihâyet kardeşim Abdullah da imâmlık dâvâsında bulundu. Fakat babamın bildirdiği gibi ömrü kısa sürdü.

İmâm-ı MuhammedBâkır hazretleri 731 (H.113) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Cennetü'l-Bakî Kabristanında babasının yanına defnedildi.

YALAN SÖYLÜYORSUN

İmâm-ı Muhammed Bâkır'ın sohbetinde bulunan biri anlattı. İmâm-ıBâkır'ın bir sohbetinde elli kişi kadar vardık. Kûfe'den bir şahıs Muhammed Bâkır'ın huzûruna gelip; "Kûfe'de falan şahıs, senin yanında bir melek olduğunu, o meleğin sana mümini, kâfiri, dostunu ve düşmanını haber verdiğini söylüyor." dedi.İmâm-ı Bâkır; "Sen ne iş yaparsın?" diye sordu. O şahıs; "Buğday satarım." deyince, hazret-i İmâm; "Yalan söylüyorsun." buyurdu. O da; "Ara sıra arpa da satarım." dedi. Hazret-i İmâm; "Yine yalan söylüyorsun. Senin işin hurma satmaktır." buyurunca, o şahıs hurma satmakla uğraştığını îtirâf edip; "Bunu sana kim haber verdi?" diye sordu. Hazret-i İmâm da; "Dostumu, düşmanımı haber veren melek bildirdi." buyurdu. Ayrıca ona, sen falan hastalıktan öleceksin dedi. Bu hâdiseyi nakleden kimse şöyle anlattı: Bir ara Kûfe'ye gitmiştim. O şahsı sordum. Üç gün önce Muhammed Bâkır hazretlerinin söylediği hastalıktan öldü dediler.

RAHMETİ BOL RABBİM

Gece geç vakte kadar ibâdet eder, sonraAllahü teâlâya şöyle yalvararak ağlardı:

"Yâ İlâhî! Yâ Rabbî, gece oldu. Gökte yıldızlar var. Herkes uyuyor. Kimsenin sesi çıkmıyor. Yâ Rabbî! Sen dirisin.Her şeyi biliyor, yapılan her şeyi görüyorsun. Uyuman, uyuklaman olamaz. Seni böyle bilmeyen ihsânına kavuşamaz. Sen öyle kuvvet ve kudret sâhibisin ki, hiçbir şey, senin, olmasını dilediğin bir şeyin olmasına mâni olamaz. Senin bâkî ve ebedî oluşunda, gündüzün bitip gecenin başlaması ve gecenin bitip gündüzün başlaması gibi sebeplerle kesiklik, aksaklık olmaz. Rahmetin o kadar çoktur ki, rahmet kapılarını herkese açmışsın. Sana duâ edenlerin, yalvaranların duâlarını kabûl edersin. İhsân ettiğin nîmetlere hamd edenleri çok sever, onlara daha çok nîmetler verirsin. İnanarak ve güvenerek sana duâ edenler, eli boş dönmezler. Sana güvenen, kapına gelen kimseyi döndürmeye kimsenin gücü yetmez. Ey Rabbim! Ölümü, kabri ve sana hesab vereceğimi düşündükçe, önümde bunlar olduğunu bildikçe nasıl olur da senden sevinç ve neşe isteyebilirim. Amel defterimin, sağımdan mı, solumdan mı verileceğini bilemediğim aklıma geldikçe, nasıl olur da senden dünyâlık bir şey istiyebilirim? Can alıcı meleğin geleceğini ve canımı alacağını bildiğim halde dünyâ lezzetlerinden nasıl tat alabilirim?

Yâ Rabbî! Sana yalvarıyor, senden istiyor, rahmetinden ümid ediyor ve istiyorum ki, ölümümü, hesâbımı kolay ve rahat eyle ve sonra azâbı olmayan rahat bir hayat ihsân eyle. Âmin Yârabbel Âlemin."

KURT’UN RİCÂSI

Resûl-i müctebânın, torununun torunu,
Feyz kaynağı bildiler, bütün velîler onu.

Vâkıf oluduğu için, ilimlerin hepsine,
Bâkır, yâni çok üstün, dediler kendisine.

Bir hadîsi okuyup, buyurdu ki kendisi:
“Hazret-i Ebû Bekir, nakletti bu hadîsi”

Dinleyenlerden biri, îtirâz eyleyerek,
Dedi: “Onun râvisi, başkası olsa gerek.”

“Söylediğim gibidir” buyurduysa da, fakat,
Yine tam mânâsıyla, iknâ olmadı o zât.

Bu kere toparlanıp, oturdu kürsüsüne,
Ellerini edeple, koydu dizi üstüne,

Dedi ki: “Yâ hazret-i Ebû Bekr efendimiz!
Bu hadîsin râvisi, sizler değil miydiniz?”

O ara bir ses geldi, diyordu: “Yâ Muhammed!
Söylediğin hadîsin, râvisi benim elbet.”

Orada olanların, hepsi duydu bu sesi,
Îtirâz edenin de, kalmadı bir şüphesi.

Yolculuğa çıkmıştı, bir gün de bir zât ile,
O, katırla giderdi, kendi ise at ile.

Bir dağın eteğinden, giderken konuşarak,
Üst taraftan, sür’atle, bir kurt geldi koşarak,

Atının eğerine, koyup ayaklarını,
Anlatmak istiyordu, sanki bir meramını

Kendi hâline göre, sesler çıkarıyordu,
Belli ki derdi vardı, onu arz ediyordu.

Sükûnetle dinleyip, dedi ki o hayvana:
“Peki, duâ ederim, şifâ olur hastana.”

O kurt sevinç içinde, dönüp gitti geriye,
Sonra sordu o zâta; “Ne anladın sen?” diye.

Dedi ki: “Allah ile, O’nun resûlü bilir,
Bir de O’nun torunu, bunu anlayabilir.”

Buyurdu: “Kurt dedi ki, “Hastadır bir kardeşim,
Müstecap duânızı, almak için gelmişim.”

Duâ edeceğimi, söz verince kendine,
Sevinip, neşe ile, dönüp gitti yerine.”

Gözleri âmâ biri, sordu ki ona bir gün:
“Siz torunu musunuz, Allah'ın Resûlünün?”

İmâm "Evet" deyince, sordu yine: "Peki siz,
Âmâ gözü açacak, güce sâhip misiniz?”

Bu suâline dâhi, buyurdu yine: “Evet,
Allah'ın izni ile, açabilirim elbet.”

Ve mübârek elini, sürer sürmez yüzüne,
Nûr geldi birden bire, onun iki gözüne.

Karanlık dünyâsını, bir anda aydınlattı,
Lâkin şu hakîkati, peşinden hâtırlattı:

“Kardeşim, âmâ iken, kolaydı senin işin,
Âhirette hesâb, çekilmezdin göz için.

Lâkin şimdi gözlerin, açık kalırsa şâyet,
Âhirette hesap var, çetindir hem de gâyet.

Ben sana hakîkati, söyledim ki bilesin,
Şimdi yap tercihini, hangisini dilersin?”

Dedi ki: “Tek hesâbım, olmasın da orada,
Varsın iki gözüm de, görmesin bu dünyâda.”

O, böyle arz edince, tercihini İmâma,
Gözleri kapanarak, tekrardan oldu âmâ.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
MUHAMMED BÂKÎ-BİLLAH


Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisidir. İkinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin gözbebeği olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin hocasıdır. Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise hazret-i Hüseyin'in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı. Muhammed Bâkî-billah hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu.

Muhammed Bâkî-billah'ın büyüklük hâli daha çocukluk zamanlarında simâsından belli olurdu.Yüksek bir zât olacağının işâretleri ve büyük faydalara sebep olacağının alâmetleri, işlerinden, çalışmalarından ve gayretinden anlaşılırdı. Daha çocukluk zamanlarında, bâzan bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için Kâbil'denSemerkand'a gidip, zâhirî ve aklî ilimleri, zamânının en büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî'den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve kâbiliyeti ile kısa zamanda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaştı.

Zâhirî ilimleri öğrenip bitirmeden tasavvufa yönelip, bâtınî ilimleri öğrenmek için, bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti.Yaratılışındaki zekâsının ve kâbiliyetinin üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı.

Hâce Muhammed Bâkî-billah, aklî ilimleri bırakıp, tasavvufa yöneldiği ilk zamanlarda, büyük zâtlardan birinin huzûruna gitmişti. O zât, Hâce Muhammed Bâkî-billah'a; "Eğer hazret-i Hâcemiz birkaç gün daha ilim mütâlaası ile meşgûl olup, kemâl ve ikmâl sâhibi olsalardı ne güzel olurdu!" diyerek, MuhammedBâkî-billah'ın, bir müddet daha zâhirî ilimleri tahsîl etmiş olmasını temennî ettiğine işâret etmişti.Bunun üzerine MuhammedBâkî-billah hazretleri şöyle dedi: "Kemâl sâhibi olmaktan maksat, zâhirî ilimlerde uzun ve zor kitapları, yerli yerince mütâlaa ve îzâh etmek ise, iddiasız, keskin görüşlü âlimlerin anlayabileceği hangi kitabı bize getirseler, getirenlerin hepsi tatmin olur ve tam bir fayda elde ederler diyebilirim."

Muhammed Bâkî-billah'ın zâhirî ilimlerde hocası olanMevlânâ Sâdık-ı Hulvânî'nin talebelerinden fazîletli bir zât, Muhammed Hâşimî Keşmî'ye şöyle anlatmıştır: Hâce Muhammed Bâkî-billah, zâhirî ilmi bırakıp tasavvufa rağbet ettiğini işittiğimizde, hep birden; "Bu gençte öyle bir fıtrat ve öyle bir himmet, gayret gördük ki, imkânı yok bir işe başlasın da onu bitirmesin. Başladığı işi mutlaka bitirir." dedik. Nihâyet düşündüğümüz gibi her ne kadar zâhirî ilimleri bırakmışsa da, bu ilimlerde kemâle ulaşmıştır.

Muhammed Bâkî-billah'ın, zâhirî ilimleri tahsîl ettiği gençlik yıllarında,Nakşibendiyye yoluna karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu yolda yetiştirecek bir büyüğü arıyor, onun derslerinden ve sohbetlerinden feyz almak, faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu Mâverâünnehr'e giderek bir çoğu ile görüşüp tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.

Bundan sonra tekrar Hindistan'a gitti. Bâzı arkadaşları ona, askerliği seçip, bu yoldan zengin olmasını tavsiye ettiler. Fakat Muhammed Bâkî-billah hazretleri, bütün bağlantılardan kurtulup, tasavvufta yükselmeyi istiyor ve bu hususta şevkle çalışıyordu. Onu seven ve sohbetinde bulunan bir zât şöyle anlatmıştır: "Bu yolda olan büyükleri öyle bir arzu ile arıyordu ve öyle bir gayret gösteriyordu ki, bundan fazlasına insan gücü yetmezdi. Lâhor şehrinin sokaklarında çamur ve kil çok olduğundan, bu sokaklarda yürümek güç idi. Muhammed Bâkî-billah bir gönül sâhibine rastlamak için, birçok sokak geçer, harâbeler, kabristanlar ve bahçeler dolaşır ve hiç yorulmazdı. Bir gün ona arkadaşlık edip onunla berâber gideyim dedim. Her ne kadar mâni olduysa geri kalmak istemedim. Peşlerinden gidip birkaç sokak yürüdüm. Sokaklardaki çamur ve kilin çokluğundan âciz kaldım ve ayaklarım yoruldu. Hayâ ve edebimden bu hâlimi kendisine arz edemedim. Vaziyeti anlayıp, beni geri çevirdi. Nihâyet, onun başka bir kuvvet ile yürüdüğünü anladım."

Muhammed Bâkî-billah hazretleri şöyle anlatmıştır. "Büyüklerin kitaplarından bir kitabı okurken, o büyükler bana göründüler, beni benden aldılar. Bahâeddîn-i Nakşibend'in mübârek rûhâniyetleri, bana zikr telkin edip, cezbe ile taltif eyledi."

"Bir köyde bir meczûb vardı. Yüksek hâller sâhibiydi. Muhammed Bâkî-billah o meczûbun hâlini anlamıştı. Yanından ayrılmak istemiyordu. Her ne zaman yanına yaklaşmak istese, mâni olmak için sert sözler söyler, taş atardı. Bâzan da başka tarafa giderdi. Muhammed Bâkî-billah, bütün bunlara rağmen ondan vazgeçmedi. Bir gün o meczûb, Muhammed Bâkî-billah'ı yanına çağırdı ve murâdının hâsıl olması için teveccüh gösterip çok duâ etti. O meczûb zâtın teveccühlerinden pekçok faydalara kavuştu." Muhammed Bâkî-billah hazretleri bu hâdiseye temasla şöyle demiştir: "Gerçi biz, önceki velîler gibi çetin riyâzetler çekmedik ama, intizârlar (bekleyiş) ve büyük ızdıraplar gördük. Bunlar arasında riyâzetler ve çok sert muâmeleler vardı."

Muhammed Bâkî-billah, sâlihleri ve meczûbları aramakta çok gayret gösterir, birçok memleketi dolaşır ve temiz kalblileri bulur, onlardan nasîbini alırdı. Bu seyahatleri sırasında Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden birinin sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak ve tam bağlanmak istedi. Bunun için istihâre yaptı.Rüyâsında Muhammed Pârisâ hazretlerini gördü. Muhammed Pârisâ rüyâsında ona buyurdu ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek en iyi ahlâk ile ahlâklanmaktır. Bu büyük nîmet ve saâdet ele geçince, bu yolda elde edilecek fayda, elde edilmiş demektir." MuhammedBâkî-billah, başlangıçta ilk istifâdesini şöyle anlatmıştır: "İlk defâ günahlardan tövbe, Hâce Übeyd hazretlerinin huzûrunda oldu. Benim için Fâtiha okumasını istedim. SonraSemerkand'da bulunan ve Ahmed Yesevî'nin yolunda olan İftihâr-ı Şeyh'e talebe olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne kadar "Siz gençsiniz, siz bu işe katlanamazsınız." dediyse de, arzumun çokluğunu görünce; "Bir Fâtiha okuyalım. Allahü teâlâ istikâmet versin, Büyüklerin maksadına uygun azîmet nasîb eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde haraplıklar ve düzelmeler vâkî olsun." dedi. Bir başka zaman Emîr Abdullah Belhî'nin huzûrunda tövbemi yeniledim. Elimi müsâfehaya yakın bir şekilde tuttu.Ümîd edilir ki, bunun bereketi kıyâmete kadar devâm eder."

Bundan sonra bir müddet daha dolaştım. Nihâyet rüyâda, Behâeddîn Buhârî Nakşibend hazretlerinin huzûrunda tam bir tövbe yaptım. Bundan sonra bende tasavvuf yoluna girmek arzusu âşikâr oldu. Bu yola girmek için her çâreye başvurdum. Nihâyet mübârek zâtlardan biri bana; "Peygamber efendimizden gelen zikr, neticeye kavuşturur." dedi. Bütün gayretimle bu sözü söyleyen zâttan zikri ve murâkabeyi almak için uğraştım. İki sene o zâtın silsilesindeki zikre, murâkabeye ve tesbihlere devâm ettim... Her ne kadar bu sırada gizli işâretler, diğer bir yola girmeyi gösterdiyse de, ayaklarımı yerden kaldıramadım. Böylece nefsi yenip gönül bahçeme, Allahü teâlânın izni ile büyüklerin kerem tohumunu ektim. İnşâallah o tohumu, ikrâm ve ihsân edip, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan sonra Keşmîr'e gittim ve Bâbâ Vâli'nin sohbetine devâm edip, bereketli nazar ve teveccühlerine kavuştum. Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senâlar olsun ki, o teveccühler ile kabûl kapısı aralandı. Onun vefâtından sonra da velîlerin ruhlarından feyz aldım.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, Mevlânâ Hâcegî İmkenegî hazretleri; "Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum!" buyurmasıyla, onun huzûruna kavuşup, çok yardım ve ihsânlar gördü. Hocası onun yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada sohbet etti. Hâcegî İmkenegî hazretlerinin sohbetlerinde bulunmakla ve Behâeddîn Nakşibend'in ve halîfelerinin yüksek rûhâniyetlerinin imdâdı ile, bu büyükler silsilesine dâhil olup, Hâcegî İmkenegî'nin halîfesi olup makâmına geçti."

Hacegî İmkenegî hazretleri, MuhammedBâkî-billah'ı kısa zamanda tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona şöyle buyurdu: "Sizin işiniz, Allahü teâlânın yardımı ve bu yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyesi ile tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin sizin sâyenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizle orada, sizden çok istifâde edip, büyük işler yapanlar gelecek." Böylece ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin orada yetişeceğini müjdeliyordu.

Hâcegî İmkenegî hazretlerinin, Muhammed Bâkî-billah'a hilâfet ve tam bir icâzet verip, Hindistan'a gönderdiğini duyan talebelerinden bâzıları gayrete gelip, aralarında bir huzursuzluk hâsıl oldu.Kendileri uzun müddet orada oldukları için yeni gelen bir gencin kısa zamanda tam bir icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü. Hâcegî İmkenegî hazretleri bu durumu duyunca şöyle buyurmuştur: "Dostlarım bilsinler ki, bu gencin işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza gönderdiler. Yanımıza hâllerinin doğru olup olmadığını kontrol için geldi.Şüphesiz öyle gelen böyle gider."

Muhammed Bâkî-billah hazretleri hocasının emriyle Hindistan'a gidip, bir sene Lâhor'da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip, istifâde ettiler. Sonra Delhi'ye gidip, vefâtına kadar orada kalıp, insanlara doğru yolu anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makâmında bulunmasına rağmen, pekçok âlim ve velî yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında, kendisinden sonra halîfesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri yetişip kemâle gelince, Muhammed Bâkî-billah bütün talebesinin yetiştirilmesini ona bıraktı. Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı.Bunların da yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ında bunlara yazılmış mektupları vardır. Oğulları tasavvufta yetişmiş kıymetli zâtlardandı.

Muhammed Bâkî-billah'ın annesi, evinde kendisine hizmet eden kadın hizmetçileri olduğu hâlde, dergâhın hizmetini kendisi görürdü. Hattâ tandıra bile ekmeği kendisi kor, pişirirdi. Yemekleri pişirip hazırlardı.Tâze ekmeği dergâhta bulunanlar için verir, kendisi kuru ekmek yerdi. Çoğu zaman bir kuru hasır üzerinde yatardı. Bir gün Muhammed Bâkî-billah, annesini güçsüz ve tâkatsiz bir hâlde görerek, dergâhın yemek pişirme işini bir başkasının yapmasını söyledi. Fakat annesi böyle bir hizmetten mahrûm kaldım diye ağlayarak; "Bilmiyorum, ne kabahatim oldu da, Allahü teâlâ beni bu hizmetten mahrûm eyledi.Yaptığım en iyi iş, o fazîletli oğlum Muhammed Bâkî-billah'a ve talebelerine ekmek ve yemek pişirmek idi. Onu da benden aldılar." dedi. Tevâzuunun, inkisârının, kırıklığının ve edebinin çokluğundan, bu durumu oğlu Muhammed Bâkî-billah hazretlerine açıklamadı. Annesinin bu ızdırâbı, Muhammed Bâkî-billah hazretlerine bildirilince, bir nîmet olan bu hizmeti tekrar annesine verdi."

Muhammed Bâkî-billah hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu sahibiydi. Suâl soranlara zarûret miktârınca, kısa cevap verirdi. Bununla berâber, tasavvuf yolunda karşılaşılan derin mânâların halli için sorulan suâlleri, soranın tamâmen anlayabileceği şekilde, açık şekilde îzâh ederdi.Belki yanlış anlar ve yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde, huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan aslâ kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı hürmetleri vardı.

Ramazân-ı şerîf ayında bir gece, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hizmetçilerinden birisi ile yüksek üstâdına yoğurt göndermişti. Getiren şahıs hizmetçilerine değil de, doğruca Muhammed Bâkî-billah'ın kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Muhammed Bâkî-billah bir başkasını uyandırmayıp kendisi kalktı.Yoğurt kabını elinden alıp: "İsmin nedir, nereden geliyorsun?" buyurdu. "İsmim Bâbâ'dır. ŞeyhAhmed'in (İmâm-ı Rabbânî'nin) hizmetçisiyim." dedi. Bunun üzerine; "Mâdem ki bizim Şeyh Ahmed'in hizmetçisisin, bizimle berâbersin." buyurdu. Bu kadarcık bir görüşmeden, hizmetçide bir sekr, kendinden geçme hâli hâsıl oldu. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri: "Hâlin nedir? Sana ne oldu?" dedi. Kendinden habersiz, mest olmuş bir vaziyette; "Her yerde, taşlarda, ağaçlarda, yerde, gökte, anlatılamayan, vasfedilmeyen, nihâyetsiz bir nûr görüyorum. Nasıl anlatayım, ifâdeye, beyâna sığmaz." dedi. İmâm-ı Rabbânî hocası Muhammed Bâkî-billah'ı kasdederek; "Muhakkak o mübârekler, bu biçârenin karşısında durup, karşılarında duran bu zerre üzerine bu güneşten bir şuâ aksetti." buyurdu.

Mîr Muhammed Nûmân buyurdu ki: Bir gün kızımı hocamın huzûruna gönderdim. Hocam MuhammedBâkî-billah, daha meme emmekte olan bu çocuğu mübârek kucaklarına alıp, şefkât ve merhamet gösterdi. Çocuk, elini mübârek sakalına götürüp çekerken, bir kıl elinde kaldı. Buyurdular ki: "Mîr, senin çocuğun, bizden bir yâdigâr aldı." O günlerde vefât etti ve o mübârek sakalından bir kıl, teberrüken ve yâdigâr olarak bizde kaldı.

Beyt:

Saçlarından bir tel beni mest eder,
Hattâ çok söyledim, kokusu yeter.

Muhammed Bâkî-billah'ın kalplere teveccüh ederek, kalpleri, Allah, Allah diye zikrettirmesi inâyeti umûmî idi. Bir gün İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki: "Bu nîmetin şumüllü ve umûmî olması, yâni kalbin zikretmesi ve bu yolun daha başlangıcında cezbe hâsıl olması, hocamız Muhammed Bâkî-billah'ın bu yolda lâzım olan bereketli bir ilâvesidir." Muhammed Hâşim-i Keşmî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; "Daha evvel bu yoldaki büyüklerde bu yok mu idi?" diye sorunca, buyurdu ki: "Vardı, ama başlangıçta bu kadar umûmî değildi." Ve yine buyurdu ki: "Bu şumûlün ve bu umûmiliğin sırrını, Muhammed Bâkî-billah'tan sorduğum zaman, buyurdu ki: "O zamandan bu zamâna kadar isteyenlerin, talebelerin arzu ve himmetleri azaldı ve karıştı; talebelerin anlama ve gayretleri de azaldı. Şefkatin çokluğu sebebiyle onlar mücâhede etmeksizin, uğraşmaksızın, büyük gayret sarf etmeksizin bu yola alınıyorlar. Böylece arzu ve istek sahrasında yaya yürüyenler, bineğe kavuşuyorlar ve soğuklukları sıcağa dönüyor." Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki: İmâm-ı Rabbânî bu sözleri anlatıp bitirince, bir âh çekti ve şöyle duâ etti: "Allahü teâlâ ona, talebeleri tarafından, büyük ve hayırlı karşılıklar versin!"

Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin şefkati ve merhameti o kadar çoktu ki, bir defâsındaLâhor şehrinde kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o da, Lâhor'da bulunuyordu. Hattâ birkaç gün yemek bile yemedi. Her ne zaman huzurlarına yemek getirseler; "İnsanlar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa sığmaz." derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtırdı. Lâhor'dan Delhi'ye giderken çok defâ, yaya yürüyen bir zavallıyı görür, hayvandan inip, onu bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hattâ tanıdıklarından biri bu yaptığını görerek: "Kendisi yaya gidiyor." denmesin diye, tevâzuundan sarığını başına iyice geçirerek kendisini belli etmezdi. Şehre yaklaşınca hâllerini gizlemek niyetiyle, tekrar hayvana binerdi.

Şefkati ve acıması da çoktu. Bir gece teheccüde kalkmıştı. Bir kedi gelip yorganının üzerinde uyumuştu. Sabaha kadar sıkıntı ve mihnetlere katlanıp kediyi uyandırmadı. Eğer kendisinden bir hârika, bir kerâmet zuhûr etseydi, Allahü teâlânın mahlûkâtına olan aşırı şefkatinden, acımasından dolayı olurdu.

Delhi şehrindeki fazîletli zâtlardan biri, evliyâlık hâllerinin hâsıl olması için ne yapmak lâzımsa hepsini göze almıştı. Bunun için her tarafa başvurdu. Senelerce dolaştı, fakat kalb gözü açılmadı.Maksadına ulaşması için edilen duâlardan bir tesir görmedi. Arayış içinde olan bu fazîletli zât, Muhammed Bâkî-billah'ın hâlini ve kemâlini, tasavvuftaki üstün derecesini duymuştu. Bir gün hâlini ona arz etmeye karar verip, Muhammed Bâkî-billah at üzerinde giderken yanına yaklaştı. Atının dizginlerini tutup, büyük ve içli bir yalvarma ile vaziyetini arz etti ve meşakkatinin son bulmasını istedi. Muhammed Bâkî-billah ona merhamet ederek atından indi ve onu şefkatle kucakladı. Kuvvetlice boynuna sarılıp sıktı. "Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın." dedi. O anda teveccüh için yalvaran kimse kalb gözünün açıldığını müşâhede etti. Muhammed Bâkî-billah'ın teveccühü ile kalb gözü açıldı.

Üç dört yaşlarında küçük bir çocuk, Kale'nin on beş yirmi metre yüksekliğindeki duvarından, zemini taş olan yere düşmüş ve kulaklarından kan gelip nefesi kesilmişti. Çocuğun annesi bu hâdise karşısında çocuğunu kucaklayıp, çâresizlikler içerisinde ağlayıp inleyerek, doğruca büyük bir velî bildiği Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin huzûruna gitti. Derin bir üzüntü ve içli bir yalvarışla çocuğunun kurtulması için himmet ve duâ istedi. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin âdeti şöyleydi ki; teveccüh ve tasarruflarını, mânevî yardımlarını, sebebler altında gizlerdi. Bu durum karşısında da himmetini gizleyip bir tıb kitabı istedi. Kitabı alıp; "Öyle anlıyorum ki bu çocuk ölmeyecek!" buyurdu. Orada bulunanlar hayretler içerisinde kaldılar. Muhammed Bâkî-billah hazretleri bundan sonra bir müddet sessizce durup çocuğa himmet ve duâda bulundu. Sonra çocuk eski hâline gelip sapa sağlam oldu. Bu hâdiseye şâhid olanların şaşkınlığı bir kat daha arttı.

Doğruluktan ve mürüvvetten uzak bir asker, Muhammed Bâkî-billah'ın komşularından birine eziyet ediyordu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri, bu zulmü görerek, rahat edemeyip, askere nasîhat etti. Fakat o zâlim asker nasîhatlerini kabûl etmedi. Bâkî-billah, mazluma merhametinin çokluğundan, o zâlime şöyle dedi: "Merhameti gibi gayreti de çok olan büyük velîlerin komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk eder. Haberiniz olsun!" İki, üç gün sonra o zâlim askeri açıkça hırsızlık yapma suçundan yakaladılar ve öldürdüler.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri çok tevâzu gösterir ve inkisar, kırıklık içinde hâllerini hep kusurlu görürdü. Bu hâl kendisini o kadar kaplamıştı ki, eğer talebesinden biri bir kusur etse ve bunu işitse; "Bunlar bizim fenâ sıfatlarımızın akisleridir. Biz fenâ olunca onlara da akseder onlar ne yapabilirler, ellerinden ne gelir?" buyurarak yüksek bir tevâzu gösterirdi.

Emr-i mârûf ve nehy-i münker yapıp, iyilikleri bildirip, kötülüklerden sakındırırken, şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dîne uygun olmayan bir iş yapsa veya söz söylese, yumuşaklıkla, kinâye ve îmâ ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi. Emr-i mârûf yaparken, kendini diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek için çok gayret sarf ederdi. Hiçbir zaman dilinde, meclisinde ve sohbetlerinde hiçbir müslüman kötülenmezdi. Huzûrunda bulunanlardan birinin kalbinden bir müslüman hakkında kötü bir düşünce veya hafife alma düşüncesi geçse, Muhammed Bâkî-billah hazretleri derhal hakkında kötü düşünülen kimseyi medhedici sözler söyleyerek konuşmaya başlardı.

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: Bir gün câmilerden birinin yanında talebelere ayrılmış bir odada oturuyordum. Bir talebe diğer bir talebe ile evliyânın hâlleri üzerinde konuşuyordu. Bir ara bu talebelerden biri, Muhammed Bâkî-billah'dan bahsedip: "Bu güne kadar çok yerler gezdim. Bu zamanda onun gibi nefsini terk etmiş, cefâlar çekmiş, kimse yoktur." diyerek şöyle anlattı:

Hâce Kutbüddîn hazretlerinin mübârek mezârlarının başındaydım. Âniden: "Muhammed Bâkî-billah hazretleri geliyor." dediler. Mezâra hizmet eden hizmetçi, mezâra yakın bir yere onlar için bir iskemle ve üzerine minder ve örtü koydu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri için hazırladı. Muhammed Bâkî-billah daha teşrîf etmeden önce, kendinden habersiz biri içeriye girdi. Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü görünce: "Bu nedir ve kimin içindir?" dedi. Hizmetçi; Muhammed Bâkî-billah'ı göstererek; "Gelen şu azîz içindir." dedi. O kendinden habersiz adam kızarak, kötü söyleyerek, Muhammed Bâkî-billah için bağırmaya, sövüp saymaya başladı. Bu sırada Hazret-i Hâce Bâkî-billah içeri girdi. Söven kimse, onu görünce huzûrunda, yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi ve; "Ey filân! Sen buna lâyık mısın ki, senin için buraya minder koysunlar?" dedi. Adam bağırıp çağırmaktan ter içinde kalmıştı. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin orada bulunan talebelerinden bir çoğu, onu îkâz etmek istediler. Muhammed Bâkî-billah hepsini göz işâreti ile bu işten vazgeçirip kendisi kötü sözler söyleyen o kızgın adamın yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifâde ile, "Evet, senin dediğin gibidir, ben öyleyim, ben ona nasıl lâyık olurum, benim haberim olmadan bu işi yaptılar. Affediniz efendim ve kalbinizi, bana karşı kötü düşünceden boşaltınız." deyip, kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının terlerini sildi. Sonra ona birkaç altın verdi. Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu hâdiseyi nakleden kimse sonra şöyle dedi: "Ben o adamın bağırıp çağırmaları karşısında Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hâlinde ve konuşmasında en ufak bir değişme görmedim. İşte o zaman yeryüzünde, melek sıfatlı bir kimsenin bulunduğunu yakînen anladım.

Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin zamânında kendisini seven vâliler kendisi ve fakirlere dağıtması için, altın ve gümüş paralar gönderirlerdi. Muhammed Bâkî-billah hazretleri bu paraları fakirlere dağıtırdı. Maksaddan ve hakîkatten uzak bâzı zavallılar onu kendileri gibi zannedip dil uzatırlardı.Talebeleri böyle hâdiselere mâni olmak, müdâhale etmek istedikleri zaman, buna mâni olur yumuşaklık, tatlılık ve güzel vasıflar ile sıfatlanmalarını sağlardı. Talebelerine, sözle, hareketle, kendilerini kusurlu ve küçük görme hâlini ve yapılan cefâlara katlanmayı dâimâ gösterir ve buna; "Maksada kavuşturucu bir delîl ve irfân yolunun rehberi." derdi.Talebelerinden buna uymayan bir şey meydana gelseydi, kırılarak çok nasîhat ederdi.

Hân-ı Hânân ismiyle meşhûr Abdürrahîm Hân onu sevenlerden olup, tam bir muhabbetle bağlıydı. Bâkî-billah hazretlerinin hacca gideceklerini duyunca, yüz bin rubiyye (o zamânın parası) kendisinin ve talebelerinin yemek ve yol parası olarak gönderdi. "Bu hediyemi, merhamet ederek kabûl etsinler." dedi. MuhammedBâkî-billah hazretleri bunu duyunca durup: "Bizim gibilerin hacca gitmesi müslümanların altın ve gümüşlerini kendimize sarf etmenin karşılığı olmaz!" deyip, kabûl etmedi ve geri döndü.

Giymede, yemede, oturmada hiçbir şeye özenmez ve heves etmezdi. Sevmediği ve tabiatının arzu etmediği bir yemeği birkaç gün üst-üste önüne getirseler; "Bir başka yemek getirin." demezdi. Bunun gibi, bir elbise uzun bir zaman üzerinde kalsaydı, "Bir başkasını getirin giyeyim." demezdi.

Bedenen zayıf olup, dâimâ abdestli olmaya, daha çok ibâdet ve tâat yapmaya uğraşırdı.Yatsı namazından sonra odasına döner bir mikdâr murâkabe ile meşgûl olur, âzâlarının zayıflığı galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde hâlsizlik ve yorgunluk vâki olunca, tekrar abdest alır, gecenin çoğu böyle geçerdi.

Yemek yemede ihtiyâtı o kadar çoktu ki, bir hediye gelse, onu; "Biz hediyeyi geri çevirmeyiz" hadîs-i şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsî işlerine de sarf etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta bildirildiği şekilde "Bu daha helâldir ve daha iyidir." hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya verirdi. Yemek pişirenin abdestli, hattâ huzur ve safâ sâhiplerinden olmasını, yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice tenbih ederdi. "Huzur ve ihtiyât sâhibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar feyz kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze vesîle olan temiz rûhlar, kalb aynasının karşılarında durmazlar" derdi. Bütün talebelerini bu husûsa riayete teşvik eder, az bile olsa, riâyet etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.

Bir gün hâl ve keşf sâhibi dostlarından biri gelip; "Hâlimde bir bağlanma, bir kapanma, kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum, ne kabahat işlediğimi bilemiyorum." deyince, Hâce hazretleri; "Yemeklerde ihtiyâtsızlık vâki oldu." buyurdu. "Yemekler, her günkü yemeklerdi." deyince, Muhammed Bâkî-billah hazretleri: "İyi düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek. Muhakkak ufak bir ihtiyâtsızlık bu hâle sebeb olmuştur." dedi. İyice düşününce; "Yemek pişerken, ihtiyâtlı olmayan, helâl olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek pişirmek için yakıldığını hatırladım." dedi.Bunun gibi, şüphelilerden sakındığı gibi, mübâhların fazlasından da sakınır, mübâhları zarûret mikdârı kullanırdı.

Yemek husûsundaki bu ihtiyâtı, onların mübârek yollarının ve hâllerinin letâfet ve temizliği sebebiyleydi. Temiz bir aynaya, bir nefesin bile tesir edeceği kadar, saf ve temizdi. Bu sebepten, talebeleri toplanınca, etraflarında en temiz ve en muhlis olanları oturturlardı. Aralarında bir yabancı olsa, hemen onun gafleti, noksanlığı, düşünceleri mübârek kalb aynasına aksederdi.

Bir gün dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyâcı oldu.Hatırından, ondan bir yorgan istemeyi geçirdi. Muhammed Bâkî-billah hazretlerine bu düşüncesi, zâhir olup, namazdan sonra; "Filân dervişe ve yorgan ihtiyâcı olanlara, yorgan veriniz." buyurdu. O derviş; "O günden beri Muhammed Bâkî-billah hazretlerini üzecek bir düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum." demiştir.

Bir gün, azîzlerden biri, onun muhlis talebelerinden birine, arzu ve istek dolu bir mektup gönderdi. Bu mektup Muhammed Bâkî-billah hazretlerine takdim edildi. Yüksek bir tevâzu ile mektubun arkasına şöyle yazdı: "Maalesef bu âcizde iş yapacak kuvvet kalmadı.Allahü teâlâ, bu geride kalmış günlerinin mâtemini tutana birkaç gün ömür verirse, en büyük gayretle maksadı ararım, hayâtımı bu yolda veririm. Allahü teâlâ bu miskine, her iki cihândaki işini, kudret-i ilâhiyyeye bırakmasını ve bütün tutulmalardan kurtulmasını ihsân eylesin. Âmin. Yâ Rabb-el-âlemîn... O kardeşime ricâ ederim ki, bu arzunun husûlü için, yüzünüzü yerlere sürünüz. Ve fakîrin bu arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya duâ ediniz. Zîrâ arkadan, gıyâben yapılan duâları, Allahü teâlâ hemen kabûl eder. Duâlar ederim efendim."

Muhammed Hâşim-i Keşmî, Şeyh Tâceddîn'den şöyle nakletmiştir: Birgün Muhammed Bâkî-billah hazretleri, nehre doğru gidiyordu. Muzdarip, garip, çok üzüntülü olduğu anlaşılıyordu. Ben de arkasından gidiyordum. Biraz sonra, arkasından geldiğimi anladı, âh ederek, içli bir sesle; "Ey Tâceddîn, vâridât, feyzler, nûrlar, hâller ve esrârı o kadar üzerime yağdırıyorlar ki, bu nehir mürekkeb olsa, onları yazamadan biter. Amma benim için bunlardan ne çıkar. Benim aradığım görülemez, bilinemez, istek anlatılamaz, istenen vasfedilemez." buyurdu.

Beyt:

Ne taleb dile gelir, ne matlûb anlatılır,
Ne onun bir benzeri, ne bunun misli vardır.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri, tasavvuf hâlleri içinde kendinden geçmiş bir durumda olmasına rağmen, iki sene talebelerini yetiştirmekle meşgûl oldu. Talebelerinin en büyüğü ve en üstünü olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufta yetişip kemâle ulaşınca, kendini sohbetten tâlim ve telkinden çekip, dostlarını ve talebelerinin yetiştirilmesini ona havâle etti. Kendini bu işten çekip, yalnızlığı tercih etti. Âhirete âit büyük bir elem ve üzüntü ile yalnız kaldı. Sâdece cemâatle namaz kılmak için dışarı çıkardı.

Muhammed Bâkî-billah hazretlerini kim görse; "Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim bakmak isterse, Ebû Kuhâfe'nin oğluna, yâni Ebû Bekr-i Sıddîk'a baksın." hadîs-i şerîfini hatırlardı. Bununla berâber, nazarlarının heybet ve tesiri duvarlara işlerdi. Gafiller, kendisini görünce; "Onları görenler Allah'ı hatırlarlar." hadîs-i şerîfini akıllarına getirirlerdi. Hattâ öyle ki; bir gün Hindûların tarlalarının bulunduğu bir köyden geçiyordu. Orada bulunanların gözleri Muhammed Bâkî-billah hazretlerine takılınca, birbirlerine: "Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce Allah hâtırımıza geldi." dediler.

Bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün, gelip namaza yetiştim ve Muhammed Bâkî-billah'ın da bulunduğu cemâate dâhil oldum. Her taraf doluydu. Yalnız Muhammed Bâkî-billah'ın yanı boştu. Ben, Muhammed Bâkî-billah'ı yakînen tanımıyordum. O boşluğa oturdum. Biraz sonra Muhammed Bâkî-billah'ın heybet ve azâmetleri kalbime hücûm etti. Hattâ ondan bir hayli uzaklaştığım hâlde sükûnet bulamadım. Elimde olmayarak, biraz daha arkaya çekildim. Böylece, öyle bir yere geldim ki, ayağımı biraz daha arkaya götürsem sofadan düşecektim. Bu hâl bana çok tesir etti o günden sonra, o âriflerin büyüğünün muhlislerinden, sevenlerinden oldum."

Bütün bu heybetiyle berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir duvarın gölgesinde toprağın üstünde otururdu. Bu kendinden geçme ve hayret zamanlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan amellerinde bir gevşeklik olmazdı.

Eğer talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zâhirde kızmaz, dile almaz ama yakın oldukları hâlde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Bâzan rüyâda îkâz eden emirler verirdi. Hatâ ve eksikliklerini talebelerine bu yollarla bildirirdi.

Mertebesinin yüksekliğine en büyük delîl şudur: İki üç sene irşâd makâmında kaldı. Bu kısa zamanda, nice insanlar onun şerefli sofrasından nasîb aldılar. Hindistan memleketi, onların bereket ve ihsânları ile doldu ve bu diyarda garib olan, bilinmeyen Ahrâriyye yolu büyük revâç görüp, bu yoldan çok büyüklerin yetişmeleri, onların sâyesinde mümkün oldu.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri, insanların olgunluk yaşı olup, mânevî kemâllerin de yaşı olan kırk yaşına gelince, bu sıkıntılarla dolu cihânın darlığından kurtulmak istedi. Bu günlerde birinin vefât haberini işitip baştan başa dertli olan kalbinden içli bir âh sesi duyuldu. Ve; "Çok iyi oldu, kurtuldu" buyurdu. Bundan maksadı, mevhûm olan varlık libâsından kurtulmaktır. Zîrâ dünyâda olanlar, yalnız matlûbu duymakla kalırlar. Şöyle ki, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî vefâtı zamanında, bu esrârı terennüm eyledi.

Beyt:

Ben tenden kurtulurum, o hayâlden kurtulur,
Gideyim, kavuşmanın sonu böyle bulunur.

Vefâtı yaklaştığı son günlerde hanımına; "Ben kırk yaşına gelince, büyük bir hâdise önüme gelir." buyurdu. Mübârek ellerini açtı ve; "Elimde olan çizgi, sana söylediğim sözün nişânıdır." dedi. Yine bu günlerden bir gün, eline bir ayna alıp, hanımını çağırdı ve; "Gel berâber bu aynaya bakalım." dedi. O afîfe hâtun şöyle demiştir; "Aynada, onu tamâmen beyaz sakallı gördüm ve korktum. Bana böyle görünmeyiniz, bakmaya gücüm yetmiyor." dedim. Tebessüm etti ve kendini asıl şeklinde gösterdi.

Kendi keşflerini, bir rüyâ görmüş gibi anlatmaları âdeti olduğundan, "Evliyâullahtan birine, bu yakınlarda Nakşibendî silsilesinin büyüklerinden biri âhirete intikâl edecektir. Delhî şehrinin kenârında bir yere gömülsün ve insanlara karışmaktan kurtulsun diye bildirildi." dedi. Bu zâtın kim olduğu husûsunda, bâzı talebeleri istihâre eylediler, izin verilmediğini anlayınca, istihâreden vaz geçtiler.

Bir gün kendisi için; "Bana şöyle bildirdiler ki; Senin dünyâya gelmekten maksadın, tamam oldu.Dünyâda işin kalmadı, artık sefere çıkmak îcâb ediyor." buyurdu.

Muhammed Bâkî-billah hazretleri 1603 (H.1012) senesinde bir hastalığa tutuldu ve şöyle buyurdu: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ı rüyâda gördüm ve bana; "Gömlek giyiniz." buyurdu. Bu rüyâyı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; "Eğer yaşarsam öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir." buyurdu.

Bu günlerde sefere çıkmak isteyen muhlis talebelerinden birine de; "Birkaç gün bir yere gitmeyiniz, son günlerimi yaşıyorum." dedi. Sâdık talebelerinden birçokları gelmişlerdi. Zâfiyetinin, hastalığının çok olduğu zamanlar, derin ilimler beyân eyleyip, çok yüksek hakîkatlerden bahsetti. Bir gece, hastalık ve zâfiyet o hâle geldi ki, gören can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra kendine gelip; "Eğer ölmek bu ise, ne büyük bir nîmettir. Bu hâlden kurtulmak istemiyorum." buyurdu. Cemâzilâhir ayının yirmi beşindeCumartesi günü, hazırlık ve ayrılık eserleri görünmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile vedâ ederken, talebeleri, eshâbı ve dostları ağlamağa başladılar. Muhammed Bâkî-billah ise tebessüm buyurup hayretle bakıyor ve sanki: "Siz nasıl dervişlersiniz, kazâya rızâ dâiresinden çıkıp ağlarsınız." diye söylemek istiyordu. Bu sırada talebelerinden biri: "Yâ İlâh-el-âlemîn" mübârek kelimesini söyledi. Süratle onun tarafına bakıp, mübârek yüzünü onun tarafına çevirdi. Orada olanlardan biri "Onların bu hareket ve teveccühü hakîkî mahbûbun ismini duyma şevkindendir." buyurunca, bu sözün tesiri ile mübârek gözleri yaş ile doldu. İkindi vakti yaklaşmıştı. Sesli olarak Allahü teâlânın ismini zikretmekle meşgûl olup böylece; "Allah, Allah..." diye rûhunu teslim eyledi.

Vefâtından sonra, en sâdık talebeleri, karar verdikleri bir yere mezârlarını kazdılar. Fakat tâbutu oraya götüremediler. Telâşla bir başka yere götürdüler. Tâbutu yere indirdikten sonra, ne görsünler! Orası bir defâsında Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri ile geldikleri bir yerdi. Beğendiği bu yerde abdest alıp, iki rekat namaz kılmıştı. O temiz yerden bir mikdâr toprak eteğine yapışmıştı ve; "Bu yerin toprağı bizim eteğimizi tuttu." buyurmuştu. Ana caddeye yakın olan bu yerde kabrini kazdılar. Bu irşâd memleketinin pâdişâhını, içli üzüntülerle mezâra indirdiler. Hâce Hüsâmeddîn hazretlerinin gayretleri ile, mezârın etrafına; ağaçlar, meyveler, çiçekler dikip, orasını gâyet güzel bir bahçe yaptılar. Kabr-i şerîfini ziyâret edenler bereket ve şifâ bulurlar.

Beyt:

Magfiret nûru parlasın, mezârında mum yerine,
Kapına gelenin kalbi gark olsun nûr denizine.

Fazîletli zâtlar ve ârifler vefât târihi için mersiyeler yazdılar. Bu şiirlerden birinin son mısraında geçen "Bahr-ı ma'rifet" ifâdesi, ebced hesâbına göre, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin vefât tarihi olan hicrî "1012" senesini göstermektedir. Bu şiirin tercümesi şöyledir:

Bir zât ki mahbûbu ile bâki oldu,
Ve sıfatlarından hep fâni oldu.

Hâlıkına âşık, tam bir aşk ile,
Mahlûkâta çok merhametli oldu.

Onun vasl senesi susuz dilime,
Bak ne güzel "Bahr-i ma'rifet" oldu.

Mîr Muhammed Nûmân şöyle anlatmıştır: "Horasanlı bir genci, Akra'da hastahânede hasta yatar gördüm. Hastalığını sorduğumda; "Ben sağlam bir insandım. Dekken'de Hazret-i Hâce Bâkî'yi rüyâda gördüm. Onların aşkı ile buraya kadar geldim. Vefâtı haberlerini duyunca, çok üzüldüm ve şimdi hastayım. Bu hastalığım ve harâb hâlim, o büyüğe olan muhabbetimdendir." diyerek hüngür hüngür ağladı.

Muhammed Bâkî-billah'ın eserleri şunlardır:

1) Külliyât-ı Bâkî-billah: Bir kitapta toplanmıştır. 2) Mektupları, 3) Rubâiyyât: Bu eserini İmâm-ı Rabbânî hazretleri Şerhu Rubâiyyât adıyla şerh etmiştir.

Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin mektuplarından kırk bir tânesi, Zübdet-ül-Makâmât kitabında ayrı bir bölüm olarak yazılmıştır. Mektuplarından bir tânesi:

6'ncı Mektup (Bu mektup, Şeyh Tâceddîn'e gönderilmiştir.):

"Devamlı abdestli bulunmak, helâl yemek yemeye dikkat etmek, bütün günahlardan, gıybetten, söz taşıyıcılıktan, mümini aşağılamaktan, müslümana düşman olmaktan, kin tutmaktan, eli altında olanlara kızmaktan ve sert davranmaktan sakınmak lâzımdır. Bizim yolumuzun esâsı budur. Bunlarsız iş sağlam olmaz. Ama bu sayılanlarda arada bir gevşeklik olursa, bu işi, yâni büyüklerin verdiği vazifeleri ve o yolun îcâblarını terk etmemeli, aksine tövbe ve istigfâr etmeli, aldığı ve yapmakta olduğu vazifelere daha sıkı sarılmalıdır. Meâlen: "Muhakkak ki sevâplar, günahları götürür." âyetinin sırrı ortaya çıksın. Doğru yolda bulunanlara selâm olsun!"

Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyurdular ki:

"Kalbinde mârifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlırk yapma. İlmini: mevkî, makam ve övünmek için vesîle eden âlimlerden, aslandan kaçar gibi kaçınız."

"Câhil tarîkatçılarla berâber bulunmaktan sakınınız."

"Mârifetin kısım ve mertebeleri çoktur. İşin esâsı, dînimizin esâsı üzere olmaktır."

"Oruç tutmak, Allahü teâlânın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ yemekten ve içmekten münezzehtir."

"Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah'ın yoludur."

"Rızâ sâhiblerine, belâlar musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler. Çünkü, belâları veren yine Allahü teâladır."

"Resûlullah'a tâbi olmak, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında bulunmak ve bu büyüklerin nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde saklamak, dünyânın her nîmetinden iyidir."

"Sâdıklar ve hakîkate erenler sözbirliği ile diyoruz ki: "Sırât-ı müstakîm, yâni şaşmayan doğru yol, Ehl-i sünnet vel-cemâatin yoludur."

"Müslümanlık; yapmak, yaşamak, ahkâm-ı ilâhîyeyi yerine getirmek demektir."

"Sözün özü şudur ki: Gönül dostla olmalı, beden de işte bulunmalıdır."

"Sakın helâl ve haramdan her bulduğunu korkusuzca yiyenlerden olma!"

"Haram ve şüpheli bir lokma yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir."

"Ümîd ipinin ucunu hiçbir zaman elden bırakmamalıdır."

ANA DUÂSI

Yine ilk günlerine temasla şöyle anlatmıştır: "O günlerde muhterem annem; kararsızlığımın, kudretsizliğimin ve zayıflığımın çokluğunu görünce, kırık ve mahzûn bir kalb ile ihtiyâç ve acz içinde ağlayarak Allahü teâlâya yalvarıp, şöyle duâ etti: "Ey benim ve seni istemekte her şeyden vaz geçmiş ve gençliğin lezzet ve arzularından el çekmiş olan oğlumun Rabbî! Ya onu maksadına kavuştur veya beni daha yaşatma ki, oğlumun maksadına kavuşmamasına ve elemine dayanamıyorum."Annem çok defâ gece yarıları sahralara çıkar, Allahü teâlâya böyle münâcât ve duâ ederdi. O duâ ve yalvarmaları sebebiyle,Allahü teâlâ benim kalb gözümü açtı. Allahü teâlâ bizim tarafımızdan ona en iyi karşılıklar versin."

BEN DEĞİLİM

Horasanlı bir genç, bir müddet, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyârî Üveysî'nin feyz ve nûr saçan mezârına gider. Bu mübârek zâtın rûhâniyetinden, hayatta olan bir mürşid-i kâmilin kendisine bildirilmesini ister. Muhammed Bâkî-billah Delhi'ye geldiği gece, bu genç rüyâda, Nakşibendî büyüklerinden birinin geldiğini görür. Emre uyarak, Muhammed Bâkî-billah'ın huzûruna gelip, rüyâda gördüklerini arz eder ve kabûl edilmesi için yalvarır. Fakat cevâbında; "Bu miskîn kendimi bu işe lâyık göremiyorum, herhâlde başkası olsa gerek." buyurur. Çok fazla tevâzu gösterdiği ve çeşit çeşit özürler dilediği için, genç tekrar kaldığı yere döner. Ertesi gece rüyâda kendisine; "O büyük, huzûruna çıktığın ve sana inkisârını beyân eyleyen zâttır." buyururlar. Sabahleyin tekrar huzûruna gelir, fakat bir daha geri çevrilmez. İhtimâmla kabûl edilip, her ne gördüyse orada görür.

SEN ÖYLE SANIRSIN

Muhammed Bâkî-billah'ın komşularından bir genç içki içer ve her çeşit kötülüğü yapardı. Bunu duyar ve ıslâhı için bekleyip tahammül ederdi. Bir gün HâceHüsâmeddîn'in haber vermesiyle, görevliler o genci yakaladılar ve hapse attılar. Muhammed Bâkî-billah bunu duyunca, Hâce Hüsâmeddîn'i çağırıp darıldı. Hâce Hüsâmeddîn: "Öyle fâsık, öyle kötü bir kimsedir ki, kötülükleri sayısız ve başkalarına zarar verir hâldedir." deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh çekip buyurdu ki: "Sen kendini sâlih, temiz ve hayırlı gördüğünden senin nazarında o, fâsık, kötü ve şerîr görünüyor. Fakat biz ki, hiçbir şekilde kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onun zararına bir söz söyleriz?" Sonra o genci, araya girerek hapisten çıkardılar. O genç, komşusu Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin yakın alâkası ve şefkati karşısında son derece memnun olup, günahlarına tövbe etti. Kötü işlerden vaz geçti ve sâlihlerden oldu.

ANA DUÂSI

Muhammed Bâkî-billâh, kerâmet hazînesi,
Velîler zincirinin, yirmi sekizincisi,

İmâm-ı Rabbânî’yi, yetiştiren büyük zât,
Kırk yaşına gelince, eyledi Hakk’a vuslat.

Çocuk yaşta başladı, din ilmini tahsîle,
Zâhirî ilimleri, öğrendi tamâmiyle.

Tasavvufa girmeye, pek çoktu muhabbeti,
Herkesi şaşırtırdı, bu yoldaki gayreti.

Feyz alacak bir velî, bir büyük arıyordu,
Her nerede işitse, o yere varıyordu.

Öyle çok arardı ki, böyle kâmil bir zâtı,
Yetmezdi fazlasına, bir insanın tâkatı.

Hattâ Lâhor şehrinin, killi olup toprağı,
Çok çamurlu olurdu, yollarıyla sokağı.

Bu çamurlu yollarda, bir miktar yol yürümek,
Çok meşakkatli olup, insanı yorardı pek.

Lâkin o, hiç aldırış, etmezdi zerre bile,
Bir gönül sâhibini, arıyordu şevk ile.

Bir üstad bulmak için, çırpınıp duruyordu.
Annesi bu hâline, hiç dayanamıyordu.

Gece yarılarında çıkarak sahralara,
Oğluna duâ için, yalvarırdı Allaha:

“Yâ Rabbî, evlâdımın, murâdı neyse şâyet,
Sevdiğin kullarının, hürmetine ihsân et!

Ya kavuştur oğlumu, ne ise, murâdına,
Ya beni yaşatma ki, tâkatim yoktur buna.”

Böyle duâ ederdi, göz yaşları dökerek,
Dergâhta her hizmeti, o yapardı severek.

Hem dahî birden fazla, hizmetçiler var iken,
O yapardı her işi, yaşlı hâline rağmen.

Tâze pişen ekmeği, verip talebelere,
Kendisi kuru ekmek yer idi pek çok kere.

Zevk ile yapıyordu, bilumum hizmetleri,
Bir hasır üzerinde, yatıyordu ekseri.

Oğlu bunu görerek, çok acıdı hâline,
Yemek yapma işini, verdi başka birine.

Ve lâkin vâlidesi, öğrendi bu haberi,
Çok üzülüp ağladı, fazlalaştı kederi.

Dedi: “Ne kabahatim, oldu ki, bilmiyorum,
Bu kıymetli hizmetten, mahrum ediliyorum.

Ömrümün sonlarında, şu mübârek dergâha,
Hem dahî fazîletli, oğlum Bâkî-billâh’a,

Hizmet etmekten gayri, yok idi bir sermâyem,
Bu idi bu dünyâda, yaşamaktan tek gâyem.

Âhirette kurtuluş, ümîdim bu hizmeti,
Ne yazık ki, kaçırdım, elimden o da gitti.”

O, böyle söyleyerek, ağlardı kederinden,
Lâkin söyleyemezdi, oğluna, edebinden.

Onun bu üzüntülü, hâlini öğrendiler,
Gelip Bâkî-billâh’a, bunu haber verdiler:

“Efendim olsun şundan, mâlûmatı âlîniz,
Hizmetten oldum diye, çok ağlıyor anneniz.”

Buyurdu ki: “Ben ona, merhamet ettiğimden,
Yemek hizmetlerini, almış idim kendinden,

Mâdemki üzülüyor, hizmetin gittiğine,
Eski hizmetlerini, verin yine kendine.”

Vâlidesi sevinip, şükreyledi Allah'a,
Ve teşekkür eyledi, oğlu Bâkî-billâh’a,

Ganîmet biliyordu, o yaşta bu hizmeti,
Kuvveti az olsa da, pek fazlaydı gayreti.

İlâhî, bu anneyle, oğlunun hürmetine,
Dâhil et bizleri de, Cennet ve cemâline.

HAKÎKÎ TEVEKKÜL

Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyurdu ki: "Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapıştıktan ve çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. Yâni istenilen şey, bunun hâsıl olmasına sebeb olan şeyden beklenilmez. Çünkü Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebeb olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, edebsizlik olur. Allahü teâlâ ihtiyâçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazifemiz kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir. Çok zaman kapıdan gönderir. Dilediği zaman da pencereden atarak verir."
 
Üst Alt