radikal
New member
Bir Din düşünün. İman edilmesi gereken kuralları var. Bu kuralları aklınız erdiği zaman incelersiniz. Önce ana, baba ve dedelerinizin yaptığı gibi, taklidi iman gösterirsiniz. Zamanla bu taklit, eğer yaşanma aşamasına gelmiş ise, tahkike dönüşür. Yani taklid-i imandan tahkik-i imana geçiş yaparsınız. Ama; her şeyin öncesinde bütün bunların en başında, eğer ki saygınız varsa bu Din’i kurallara, işte o zaman bu aşamalı mesafeyi yaşarsınız. Eğer ki saygınız yoksa, zaten en başından ya okur daha sonra kaldırıp bir kenara atarsınız, yahut elinize dahi almazsınız. Her şeyin başında iman etmeden önce dahi bu açıdan saygı en birinci şarttır. Şimdi; bu mantık çerçevesinden baktığımız zaman görünen şu: Sizler, bu diyalog sürecinde muhataplarınızın gıyabında; bugün saygı duyar yarın da iman eder! gibi bir düşünce taşıyorsunuz. İyi ama, bu insanların İslam Dini’ne hiçbir saygısı yok ki!. Siz Diyalog taraftarları arkadaşlarımın samimi olduğuna inandığım hüsn-ü niyetleri maalesef aynı oranda iyi niyet ile karşılanmamaktadır. Bir Danimarka, bir Hollanda veya bir Fransa yahut İngiltere gibi veya Guantanamo gibi yerlerde bu dediklerimizin hepsinin acı birer örneklerini sadece son 2 yılda yaşadık. Gerisini anlatmıyoruz bile. Siz diyalog taraftarı arkadaşlar, sizler diyorsunuz ki; bütün dünya tek bir İlah olan Allah’a (cc) dönecek. Bu da inşallah bizlerin bu yönde göstereceği gayretler ile neticelenecek. Ne kadar güzel! Cidden söylüyorum, çok ulvi ve mükemmel bir düşünce! Peki ya uygulama safhası ? Mecralarınız neresi bu konuda yapacağınız hizmetin ? Ehl-i Kitap ? Yahudiler ve İseviler! Bu da güzel. Ama; düşünsenize, bu adamların bırakın sizin söylediklerinize iman etmesini, daha sizin anlatmaya çalıştığınız İslam’a saygısı yok! Daha halen küfür üstüne küfür, terbiyesizlik üstüne terbiyesizlik yapılıyor. Halen Resulullah (s.a.v.) efendimizi karikatürlerinde (haşa sümme haşa) **** sapkını bir arab olarak görüyor ve göstermeye çalışıyor. Ve bunu yapan insanların dini ve siyasi liderleri bırakın nezaketen özür dilemeyi, yapılanların “fikir özgürlüğü” gibi bir çerçevede ele alınmasını yani bir nevi perde gererek hoşgörülü yaklaşılmasını istiyor. Oysa; siz diyalog diyorsunuz! Buyrun size diyalog! Biliyorum, elbette sizin de canınızı sıkmakta ve sizleri de üzmekte bu gibi durumlar. Ama ben üzülmüyorum ! Neden mi ? Çünkü ben üzülmektense, daha çok kin ve nefret duyuyorum! Daha bir bileniyorum! Daha bir hınç duyuyorum! Sizler kadar geniş olamıyorum. Eksiklik mi bu ? cevabınız evet ise, kusura bakmayın eksiğim o zaman. Bu eksikliğim yalnız kendi açımdan gurur veriyor bana! İncil arası dolar sözüm sanırım sizi üzdü. O halde değiştiriyorum, üzülmeyiniz. İncil arası Euro! Ya da İncil arası gulden! Nasıl isterseniz öyle olsun. Kafirlere domuz demem de sizleri üzdü. Neden ? Orada mecburen yaşayan siz insanları da onlar ile beraber anıyorum diye ? Oysa Hazreti Ali’nin sadece çalışıp rızkını sağlamak için ticari anlamda bir yahudinin emri altında çalıştığı örneğini sizler veriyorsunuz zaten. Demek ki sizler bu bahsettiğim ahırlarda yaşayanlardan değilsiniz.! Olamazsınız da! Demek ki bu sözümüz siz saygıdeğer Müslümanları kapsamıyor. Siz; onlar ile gerek ticari ve gerekse de sosyal anlamda bir meşveret yapmak konusunda zorunlu ve zaruri bir pozisyonda olduğunuzu buradan görmüyormuyuz ? Ülkenin işsizlik gibi kangrenini, oralara giderek aşmak ve gerek kendinizin gerekse de ailelerinizin nafakasını çıkartma uğrunda ne gibi savaşlar verdiğinizin farkında değiliz, öyle mi ?
Kur’an ve sünnet ile çeliştik size göre. Kimlikten yoksunuz! Çok şükr, böyle anılmak, hele de sizin gibi fikirlerine önem ve değer verdiğimiz cemaat ehli insanlardan böyle cümleler duymak, okumak mutlu eder bizi. Çünkü, gayemiz “hiçlik” davasıdır! Enaniyetimizi güçlendirmek gayesi taşımadık elhamdülillah. Verdiğiniz örneklere bakıyorum hepsi yanlış anlatımlar ve anlamlar ile dolu. Veliyi, Ali yapmışsınız kaba tabirle. Sizlerin yazdıklarınızdan alıntılıyorum: Resulullah (s.a.v.) Abdullah bin Selam ile ayağına kadar giderek !!! diyalog yapmıştır ve onun gibi bir insanın, bu diyalog neticesi ile sahabi olarak anılmasına sebep olmuştur. Acaba ? Ne kadar güzel biliyorsunuz dostum ? Bir defa şunu bilin ki, Peygamberimiz (s.a.v.) o’nun değil, o Resulullah’ın (s.a.v.) ayağına gelmiştir. İkincisi, Kabul eden Abdullah bin selam değil, bizzat Peygamberimiz’dir (s.a.v.). Üçüncüsü, Peygamberimiz (s.a.v.) Abdullah bin selam ile kardeşlik, dostluk, karşılıklı kültürler ve Dinler arası ortak noktaları değil, bizzat İslam Dini için sorular soran Abdullah Bin Selam’a net ve kesin cevaplar vermiştir. Bu soru-cevap neticesinde Abdullah Bin selam (r.anh) Müslümanlığı kabul edip sahabeler arasına katılmıştır. Dialoğunuz böyle bir şeymi ? Buyrun, başımın üzerine taşımak istiyorum sizleri. Amacınız tebliğ ise tabii bu sade hristiyanları değil, direk, en başta bulunan papa için dahi geçerli olur o zaman. Ve lütfen bu davadan ödün vermeden devam edin çalışmalarınıza. Bu kardeşinizi de bu yönde hizmetçi olarak kullanın! Ama; yaptığınız, bizim söylemeye çalıştığımız karşılıklı fikir alış-verişi ile ortak noktalar yakalamak ve fikri birlikteliklerde buluşmaksa, daha önce size örnek olarak verdiğimiz ayeti hatırlayın: "Sen onların milletlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar (senden geleni kabul etmeyecekler). De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı." (Bakara: 120)
Diğer verdiğiniz örnek;Cafer’in (r.anh) diyaloğu ! Evet, Müslümanlar hicret ettiler ve hicret ettikleri yerde, Habeş kralı ve din adamlarının önünde apaçık tebliğde bulundular. Hatta önlerinde herkes eğilirken, O’nlar (r.anhüm ecmain) dimdik ayakta durdular. Neden eğilmediniz sorusuna “biz Allah’tan (cc) başkasına tazimde bulunmama adına söz verdik” dediler. Oysa, düşünün ki, orada o anda can ve mal korkusunu ta ense köklerinde hissederken söylediler bunu. Yurt edinmeye geldikleri yerin kralına söylediler hem de bunu. Ve mübaada yapma hakları varken söylediler. Hatay’da ezan sesine çan sesini karıştırmadan, sion yıldızlarını övgü ve methiye düzmeden yaptılar bunu. O yüzden bu örnek, diyalog taraftalarına örnek teşkil edemez! Çünkü, orada sadece tebliğ vardı. “Biz; buyuz!” Kabul da edecekseniz, red de edecekseniz bu şekilde bilin bizi ve ona göre hareket edin, dediler bir nevi. Kimsenin de elini öpme gibi veya önünde eğilme gibi bir harekette de bulunmadılar. Resulullah (s.a.v.) neyi emretti ise onu yaptılar. Neyden men ettiyse de onu çiğnemediler. Kur’an ve sünnete ters mi şimdi bu kişilerin yaptığı iş! Nerede durduğunuza bir bakın isterseniz. Sevmediğiniz ve hoşunuza gitmediği bir konu hakkında yazı yazılınca, size bunları hatırlatan muhatabınızı, hemen kişilik yoksunluğu ile suçlamadan önce, ne yazdığını tekrar okuyun isterseniz. Daha önce dediğimiz gibi, namertin uzaktan ta kalbimize sapladığı mızrak acıtmıyor da, yanımızdaki insanın böğrümüze sapladığı hançer canımızı daha çok yakıyor.
Yavuzlar, Fatihler bizim ecdadımızdır! Yaptıkları ile övündük, halen övünüyoruz. Bu insanlardan sonra, bu topraklardan son dönemde sadece Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) hazretleri çıkmıştır ve bu Din adına çok şeyler yapmıştır. Şimdi de O’nun (k.s.) gibi bir insan ile övünüyoruz. Ümmed için bir şeyler yapan çok, Allah (cc) onlardan da razı olsun. Her biri övgüye değer insanlar. Ama mazlumun hakkını alırken, zülüm etmeden almasını bildiler. Bunu yaparken hangi dinden olduğu konusuna değil, bizzat haklılık payına bakarak yaptılar bunu. Ölçüleri de yine Rabbi Zülcelal’in rızasını taşıyordu. Bidatleri kırarak, hurafeleri bitirerek yaptılar. İftar sofralarında dua edip Yahudi veya İsevi papazlara amin dedirtmeden yaptılar. Bir müslümanın camiye girmesi için gusl alması gerektiğini bildikleri için, gusl ile işi olmayanları camiye de yaklaştırmadan yaptılar! Her Allah (cc) diyenin sesindeki davudi renge değil, anlam zenginliğine bakarak yaptılar. Her sakallıyı dedeleri olarak görmeden yaptılar. Bakın Asrın müceddidi Bediüzzaman (k.s.) ne buyuruyor bu konuda: “Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.
Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.” (Kastamonu Lahikası:75) Şimdi; mübareğin hala bu sözüne bakarak her “La İlahe İllallah” diyeni rahmet ile mi karşılayacağız! Bakın Rabbi Zülcelal nasıl irşad ediyor bizleri :
"De ki: Allah'a ve Peygamber'e itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kafirleri sevmez. " (Ali İmran 32)
"Allah'a ve Peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin. " ( Ali İmran 132 )
“İşte bu (hükümler) Allah'ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır.” (Nisa 13)
Demek ki; sadece, La İlahe İllallah yetmiyor şefkat ve merhametle bakmamız için, tamamlayıcı olması gereken “Muhammeden Resulullah” eksik bırakılırsa olmuyor. İyi ama; sizin diyalog yapmaya çalıştığınız grubtan biri zaten La ilahe İllallah demiyor (haşa) üç’tür diyor ve bunların akidesini bu oluşturuyor diğer grub ise zaten bizi ve diğierlerini hiç bir şekilde kabul etmiyor. Kerhen kabul etmiş gibi görünüyor. Zaten bu kadar pisliği pompalayanda bizzat kendileri (öyle ya; kendileri Allah (cc) ile pazarlık edebilen tek kavim, seçilmişler grubu) iken, nasıl olsunda sizinle diyalog gibi bir işe girişsinler. Ayrıca; bu konuda samimi olan kardeşlerimiz Üstad Said-i Nursi (k.s.) hazretlerinin yolundan gittiklerini iddia ediyorlar. Kabul, bir açıdan öyle olduğuna inandım diyelim, ama; bana hangi mantık ile izah edeceksiniz şimdi bu soruyu; TOPLANTILARINIZDA; EHL-İ KİTAP HARİCİ OTURAN BUDİSTLERİN, BRAHMALARIN HANGİ SIFAT İLE ORADA BULUNDUKLARINI ?
Çok söz niyetteki gayeyi yok ediyor, vesselam!
Kur’an ve sünnet ile çeliştik size göre. Kimlikten yoksunuz! Çok şükr, böyle anılmak, hele de sizin gibi fikirlerine önem ve değer verdiğimiz cemaat ehli insanlardan böyle cümleler duymak, okumak mutlu eder bizi. Çünkü, gayemiz “hiçlik” davasıdır! Enaniyetimizi güçlendirmek gayesi taşımadık elhamdülillah. Verdiğiniz örneklere bakıyorum hepsi yanlış anlatımlar ve anlamlar ile dolu. Veliyi, Ali yapmışsınız kaba tabirle. Sizlerin yazdıklarınızdan alıntılıyorum: Resulullah (s.a.v.) Abdullah bin Selam ile ayağına kadar giderek !!! diyalog yapmıştır ve onun gibi bir insanın, bu diyalog neticesi ile sahabi olarak anılmasına sebep olmuştur. Acaba ? Ne kadar güzel biliyorsunuz dostum ? Bir defa şunu bilin ki, Peygamberimiz (s.a.v.) o’nun değil, o Resulullah’ın (s.a.v.) ayağına gelmiştir. İkincisi, Kabul eden Abdullah bin selam değil, bizzat Peygamberimiz’dir (s.a.v.). Üçüncüsü, Peygamberimiz (s.a.v.) Abdullah bin selam ile kardeşlik, dostluk, karşılıklı kültürler ve Dinler arası ortak noktaları değil, bizzat İslam Dini için sorular soran Abdullah Bin Selam’a net ve kesin cevaplar vermiştir. Bu soru-cevap neticesinde Abdullah Bin selam (r.anh) Müslümanlığı kabul edip sahabeler arasına katılmıştır. Dialoğunuz böyle bir şeymi ? Buyrun, başımın üzerine taşımak istiyorum sizleri. Amacınız tebliğ ise tabii bu sade hristiyanları değil, direk, en başta bulunan papa için dahi geçerli olur o zaman. Ve lütfen bu davadan ödün vermeden devam edin çalışmalarınıza. Bu kardeşinizi de bu yönde hizmetçi olarak kullanın! Ama; yaptığınız, bizim söylemeye çalıştığımız karşılıklı fikir alış-verişi ile ortak noktalar yakalamak ve fikri birlikteliklerde buluşmaksa, daha önce size örnek olarak verdiğimiz ayeti hatırlayın: "Sen onların milletlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar (senden geleni kabul etmeyecekler). De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı." (Bakara: 120)
Diğer verdiğiniz örnek;Cafer’in (r.anh) diyaloğu ! Evet, Müslümanlar hicret ettiler ve hicret ettikleri yerde, Habeş kralı ve din adamlarının önünde apaçık tebliğde bulundular. Hatta önlerinde herkes eğilirken, O’nlar (r.anhüm ecmain) dimdik ayakta durdular. Neden eğilmediniz sorusuna “biz Allah’tan (cc) başkasına tazimde bulunmama adına söz verdik” dediler. Oysa, düşünün ki, orada o anda can ve mal korkusunu ta ense köklerinde hissederken söylediler bunu. Yurt edinmeye geldikleri yerin kralına söylediler hem de bunu. Ve mübaada yapma hakları varken söylediler. Hatay’da ezan sesine çan sesini karıştırmadan, sion yıldızlarını övgü ve methiye düzmeden yaptılar bunu. O yüzden bu örnek, diyalog taraftalarına örnek teşkil edemez! Çünkü, orada sadece tebliğ vardı. “Biz; buyuz!” Kabul da edecekseniz, red de edecekseniz bu şekilde bilin bizi ve ona göre hareket edin, dediler bir nevi. Kimsenin de elini öpme gibi veya önünde eğilme gibi bir harekette de bulunmadılar. Resulullah (s.a.v.) neyi emretti ise onu yaptılar. Neyden men ettiyse de onu çiğnemediler. Kur’an ve sünnete ters mi şimdi bu kişilerin yaptığı iş! Nerede durduğunuza bir bakın isterseniz. Sevmediğiniz ve hoşunuza gitmediği bir konu hakkında yazı yazılınca, size bunları hatırlatan muhatabınızı, hemen kişilik yoksunluğu ile suçlamadan önce, ne yazdığını tekrar okuyun isterseniz. Daha önce dediğimiz gibi, namertin uzaktan ta kalbimize sapladığı mızrak acıtmıyor da, yanımızdaki insanın böğrümüze sapladığı hançer canımızı daha çok yakıyor.
Yavuzlar, Fatihler bizim ecdadımızdır! Yaptıkları ile övündük, halen övünüyoruz. Bu insanlardan sonra, bu topraklardan son dönemde sadece Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (k.s.) hazretleri çıkmıştır ve bu Din adına çok şeyler yapmıştır. Şimdi de O’nun (k.s.) gibi bir insan ile övünüyoruz. Ümmed için bir şeyler yapan çok, Allah (cc) onlardan da razı olsun. Her biri övgüye değer insanlar. Ama mazlumun hakkını alırken, zülüm etmeden almasını bildiler. Bunu yaparken hangi dinden olduğu konusuna değil, bizzat haklılık payına bakarak yaptılar bunu. Ölçüleri de yine Rabbi Zülcelal’in rızasını taşıyordu. Bidatleri kırarak, hurafeleri bitirerek yaptılar. İftar sofralarında dua edip Yahudi veya İsevi papazlara amin dedirtmeden yaptılar. Bir müslümanın camiye girmesi için gusl alması gerektiğini bildikleri için, gusl ile işi olmayanları camiye de yaklaştırmadan yaptılar! Her Allah (cc) diyenin sesindeki davudi renge değil, anlam zenginliğine bakarak yaptılar. Her sakallıyı dedeleri olarak görmeden yaptılar. Bakın Asrın müceddidi Bediüzzaman (k.s.) ne buyuruyor bu konuda: “Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.
Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.” (Kastamonu Lahikası:75) Şimdi; mübareğin hala bu sözüne bakarak her “La İlahe İllallah” diyeni rahmet ile mi karşılayacağız! Bakın Rabbi Zülcelal nasıl irşad ediyor bizleri :
"De ki: Allah'a ve Peygamber'e itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kafirleri sevmez. " (Ali İmran 32)
"Allah'a ve Peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin. " ( Ali İmran 132 )
“İşte bu (hükümler) Allah'ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır.” (Nisa 13)
Demek ki; sadece, La İlahe İllallah yetmiyor şefkat ve merhametle bakmamız için, tamamlayıcı olması gereken “Muhammeden Resulullah” eksik bırakılırsa olmuyor. İyi ama; sizin diyalog yapmaya çalıştığınız grubtan biri zaten La ilahe İllallah demiyor (haşa) üç’tür diyor ve bunların akidesini bu oluşturuyor diğer grub ise zaten bizi ve diğierlerini hiç bir şekilde kabul etmiyor. Kerhen kabul etmiş gibi görünüyor. Zaten bu kadar pisliği pompalayanda bizzat kendileri (öyle ya; kendileri Allah (cc) ile pazarlık edebilen tek kavim, seçilmişler grubu) iken, nasıl olsunda sizinle diyalog gibi bir işe girişsinler. Ayrıca; bu konuda samimi olan kardeşlerimiz Üstad Said-i Nursi (k.s.) hazretlerinin yolundan gittiklerini iddia ediyorlar. Kabul, bir açıdan öyle olduğuna inandım diyelim, ama; bana hangi mantık ile izah edeceksiniz şimdi bu soruyu; TOPLANTILARINIZDA; EHL-İ KİTAP HARİCİ OTURAN BUDİSTLERİN, BRAHMALARIN HANGİ SIFAT İLE ORADA BULUNDUKLARINI ?
Çok söz niyetteki gayeyi yok ediyor, vesselam!