Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (E)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-ABBÂS EL-MÜLESSEM


Mısır'da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi. İsmi Ahmed olup, babasınınki Muhammed'dir. Künyesi Ebü'l-Abbâs ve lakabı Ziyâüddîn'dir. Devamlı yüzünü peçe ile örttüğü için el-Mülessem diye tanınır. Mısır'da Nil sâhilinde bulunan Kûs ve Saîd şehirlerinde ikâmet ederdi. Doğum târihi bilinmemektedir. 1274 (H.672) senesinde Kûs şehrinde vefât etti. Orada bulunan dergâhının bahçesinde defnolundu. Kabrini ziyâret edenler, mübârek rûhâniyetinden feyz almaktadırlar.

Talebelerinin en büyüklerinden olan Abdülgaffâr bin Nûh, El-Vahîd fî Ehl-it-Tevhîd kitabında, hocasının kerâmetlerini uzun yazmıştır. Bu kitapta zikredildiğine göre, Ebü'l-Abbâs el-Mülessem garib hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Dünyâya düşkün olmamak, Allahü teâlâdan gâfil bulunmamak için kıldan yapılmış bir elbise giyerdi. Gömlek ve aba gibi diğer elbiseleri, bu kıldan yapılmış elbisenin üzerine giyerdi.

Orta boylu, yakışıklı, hoş sohbetli bir zât idi. Yanına bir şey sormak için biri gelse, daha o kimse söze başlamadan, suâlinin cevâbını söylerdi. Devâmlı ibâdet ve tâatle, Kur'ân-ı kerîm okumakla meşgûl olurdu. Geceleri de ibâdet eder, bir an ibâdetten uzak kalmazdı. Kendisini sevenlerin evlerine gider, onları sevindirirdi. Yolda yürürken bile Kur'ân-ı kerîm okur, boş durmazdı. Kendisini ziyârete gelenleri, babalarının ve dedelerinin isimleriyle hitâb ederek ve hepsi için duâ ederek karşılardı. Acem, Irak, Çin ve başka yerlerden gelenleri de böyle isimleriyle hitâb ederek, baba ve dedelerinin isimlerini söyleyerek karşılardı. Gelenlere memleketlerinden haber verir. "Akrabâlarınızdan falanca kimse bizi severdi" derdi. Talebelerinden Abdülgaffâr, Ebü'l-Abbâs'a bir şey sormak istese veya onu görmek arzu etse, bu düşünce hatırından geçer geçmez, Ebü'l-Abbâs hazretleri o sırada orada olsa da, olmasa da, Abdülgaffâr'a görünür, onun arzusu böylece yerine gelmiş olurdu.

Abdülgaffâr bin Nûh şöyle anlatır: "Sâlihlerden biri bana geldi ve Ebü'l-Abbâs hakkında insanlar arasında söylenen bâzı şeyleri kendisine sormamı istedi. Söylentiler, Ebü'l-Abbâs'ın, Yûnus aleyhisselâmın kavminden olduğu ve İmâm-ı Şâfiî'yi görerek onun arkasında namaz kıldığı idi. İnsanlar arasında böyle bir şâyia yayılmıştı. Bu sırada bir çocuk geldi ve; "Ebü'l-Abbâs evdedir, seni çağırıyor." dedi. O esnâda elbisemi yıkamıştım. Başka elbisem de yoktu. Hemen üzerime bir şeyler giyip hocamın evine gittim. Selâm verdim ve oturdum. Ona Mekke'de olanları sordum. Onun her sene hac yaptığına inanıyordum. Zîrâ her hac mevsiminde ortadan kayboluyor, hac mevsimi geçmeyince de ortalarda görünmüyordu. Hacda ne olduğunu sorunca, olanları anlattı. Bundan sonra o sâlih kimsenin sorduğu şeyi düşündüm. Bu daha hatırıma gelir gelmez, bana döndü ve; "Ey genç! Ben, Yûnus aleyhisselâmın kavminden değilim. İmâm-ı Şâfiî'ye gelince, o ne zaman yaşadı? Onun vefâtından sonra çok zaman geçti. Onun zamânında Câmi-i Mısır yoktu ve Kâhire de küçük bir yer idi" buyurdu. Bunu iyice anlamak istedim ve "İmâm-ı Şâfiî Muhammed bin İdrîs'in arkasında namaz kıldınız mı?" dedim. Tebessüm etti: Buyurdu ki: "Uykuda ey genç, uykuda ey genç" diyor ve tebessüm ediyordu. O zaman hocamın rüyâda İmâm-ı Şâfiî'nin arkasında namaz kıldığını anladım.

Abdülgaffâr isimli talebesi Hicaz'a gitmek istedi. Ebü'l-Abbâs'dan izin istedi. Şimdilik yola çıkmasının uygun olmadığını bildirip izin vermedi. Gönlünde şiddetli bir sıkıntı vardı. Bir gece, dar bir yolda karanlıkta yürüyordu. Birden bire göğsünde bir el gördü ve sıkıntısı geçti. Baktığında o zâtın, hocası Ebü'l-Abbâs olduğunu gördü. Sonra; "Ey evlâdım! Berâber gitmek istediğin kâfile esir oldu. Hacıların seyâhat ettikleri gemi battı, boğuldular. Sen ise, sözümüzü dinleyip onlardan ayrı gittiğin için kurtuldun." buyurdu.

Ebü'l-Abbâs hep ibâdetle meşgûl olurdu. Gündüzleri Kur'ân-ı kerîm okur, geceleri namaz kılardı. Babası doğuda sultan idi. Bir defâsında kendisine talebelerinden biri; "Ey efendim! Filan kimse, filan gün ölecek, filan gemi batacak ve benzeri şeyleri söylüyorsunuz. Hâlbuki peygamberler böyle şeyleri söylemezlerdi. Onlar kemâlleri ve kuvvetleri ile berâber, ancak kendilerine emredileni söylerlerdi. Evliyânın nûru, peygamberlik nûrunun bir damlasıdır. Niçin bu sözleri söylüyorsunuz?" dedi. Hocası ona dönüp tebessüm ederek; "Ey Genç! Bu benim irâdemle, isteğimle değildir?" buyurdu.

Bir gün, kendisini fıkıh âlimi zanneden bir kimse, Ebü'l-Abbâs'ın büyüklüğünü inkâr edici sözler söyledi. Ona; "Ey fakîh! Sen başkasını bırak kendi hâlinle meşgûl ol! Ömrünün bitmesine yedi gün kaldı. Öleceksin!" buyurdu. O kimse, bu hâdiseden bir hafta sonra vefât etti.

Rivâyet edilir ki, Ebü'l-Abbâs'ın bulunduğu şehrin kâdısı, onun büyüklüğünü inkâr ederdi. Bir gün, onun hakkında zabıt tuttu. Tuttuğu zabtı, dolabına koyup kilitledi ve anahtarını da yanına aldı. Ebü'l-Abbâs'a da haber gönderip, güneş doğarken mahkemede hazır olmasını emretti. Ertesi gün güneş doğarken, Ebü'l-Abbâs kâdı efendinin yanına geldi. Kâdı, hazırladığı zabtı çıkarmak için dolabı açtığında, akşam koyduğu zabtı yerinde bulamayınca, hayret etti. Anahtarı kimseye vermemişti. Zabtı kim alabilirdi? Bu hâlde iken Ebü'l-Abbâs cebinden, kâdı efendinin akşam dolaba kilitlediği zabtı çıkardı, ve; "Senin dolabından bu zabtı almaya gücü yeten Allahü teâlâ, senin kalbinde bulunan îmânı da almaya kâdirdir. Eğer Allahü teâlânın velî kullarına karşı gelir, büyüklüklerini inkâr edersen, sana cezâ olarak kalbinden îmânı çıkartabilir." buyurdu. Bu hâl karşısında kâdı çok mahcûb olup tövbe etti ve Ebü'l-Abbâs'ı muhâkeme etmek düşüncesinden vaz geçti.

Talhâ isminde bir zâtın hanımı anlatır: "Bir gün efendim bana, yarın eve Ebü'l-Abbâs hazretlerinin geleceğini, bunun için yemek hazırlamamı söyledi. O günlerde hâmile idim. Bir iş yapmaya mecâlim yoktu. Canım sıkıldı ve yine bana iş çıktı diye üzüldüm. O gece rüyâmda, ateşten bir kuyu gördüm. Dün Ebü'l-Abbâs hazretleri hakkında düşündüğüm uygunsuz şeyler sebebiyle, o kuyuya atılmak üzere iken uyandım. Önceki düşüncelerime pişman oldum ve bundan sonra kendisine çok muhabbet ettim."

Necmüddîn isminde birisi bir yere gidiyordu. Yolda Ebü'l-Abbâs el-Mülessem'e rastladı. Bineğine onun da binebileceğini söyledi. Ebü'l-Abbâs teşekkür edip kabûl etmedi. Necmüddîn de süratle ilerleyip gideceği yere vardı. Orada Ebü'l-Abbâs hazretlerinin kendisinden çok önce şehre vardığını öğrendi. Onun bu kerâmetine şâhid olduktan sonra, ona olan muhabbeti ve bağlılığı fazlalaştı.

Ebü'l-Abbâs el-Mülessem bir defâsında uyuyordu. Uyandığında, rengi solmuş, benzi sararmış ve korku içinde idi. Sebebi sorulduğunda şöyle anlattı: "Rüyâmda Cehennem'i gördüm. Cehennem meleklerinin reîsi olan Mâlik bana; "Sen burada ne arıyorsun? Sen Cehennem ehlinden değilsin." dedi. Böyle olduğu hâlde, bana çok yumuşak konuşup, hoş davrandığı hâlde, onun heybetinin fazlalığından bu hâle geldim."

Ebü'l-Abbâs'ın geleceğe âit hayret verici keşifleri vardı. Olacak diye haber verdiği şey, Allahü teâlânın dilemesiyle, bildirdiği gibi olurdu. Bunları kendi irâdesi, düşüncesi ile söylemediğini, Allahü teâlâ tarafından kalbine ilhâm olunduğunu, bildirildiğini söylerdi.

Buyurdu ki: "Allahü teâlâya yaklaşmak yolunda bulunan bir velî, Resûlullah efendimize olan hürmet, muhabbet ve bağlılığı, O'nu anlaması, O'nun bildirdiği İslâmiyet yoluna sımsıkı sarılması, hürmette kusûr etmemesi ve O'nun edebi ile edeblenmesi nisbetinde velîdir. Başka şekilde ilerlemek bu yolda mümkün değildir."

Zecr-ül-Müfterî alâ Ebü'l-Hasen-i Eş'arî isimli eseri vardır.

EĞER EVLİYÂ İSE

Kûs şehrinde bir grup kimse, Behâüddîn isminde bir zâtın evinde toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Sohbet esnâsında Kâdı Izâb isminde bir zat, Ebü'l-Abbâs el-Mülessem hazretlerinin kerâmetlerinden bahsediyordu. Orada bulunanlardan birisi, bu sözlere îtirâz ederek: "Bize böyle sözleri söyleme. Eğer o, hakîkaten sâlih bir zât ise, kerâmet sâhibi ise, hemen şu anda buraya gelir" dedi. Orada bulunanlardan bâzıları bunu tasdîk ederek aynı şeyi istediler. Ebü'l-Abbâs o sırada, uzakta bir yerde bulunuyordu. Onlar, bu sözleri söyler söylemez. Ebü'l-Abbâs hazretleri içeri girip; "Selâmün aleyküm." dedi. Meclistekiler Ebü'l-Abbâs'ın selâmını aldılar ve onun bu kerâmetinden dolayı hayrette kaldılar. Ebü'l-Abbâs orada bulunan ve kendisine îtirâz edip, büyüklüğünü inkâr edenlere dönerek; "Aleyhimde konuştunuz." buyurup, ayrılıp gitti. Orada bulunanların hayret ve teaccübleri daha da arttı.

NEREYE EVLÂDIM

Abdülgaffâr bin Nûh anlatır: "Bir gün Ebü'l-Abbâs sohbet ediyor, biz de dinliyorduk. Sohbeti dinliyenler çok büyük zevk alıyorlardı. O sırada ileride bir genç de abdest alıyordu. Abdestini bitirdikten sonra, Ebü'l-Abbâs o gence; "Nereye ey evlâdım! diye sordu. O da; "Câmiye, namaz kılacağım." diye cevap verince, Ebü'l-Abbâs; "Ben namazı kıldım." buyurdu. Talebelerin yanından hiç ayrılmadığına göre, namazı ne zaman kılmış olabileceğini düşünen bir talebesi hemen mescide gitti. İnsanlar mescidden çıkıyorlardı. Cemâate hocasını sordu. İçeride olduğunu, namazdan sonra biraz sohbet ettiğini, onun için biraz geciktiklerini söylediler. Bunun kerâmet olduğu anlaşıldı. Yâni o, Allahü teâlânın izni ile bir anda hem namazda bulunmuş, hem de talebesi yanında görünmüştü."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-ABBÂS MÜSTEGÂNİMÎ



Cezâyir'de yetişen büyük velîlerden. İsmi Ahmed bin Mustafa, künyesi Ebü'l-Abbâs, nisbesi Alevî'dir. 1874 (H.1291) senesi Müstegânim şehrinde doğdu. 1934 (H.1353) senesi, doğum yeri olan Müstegânim şehrinde vefât etti.

Ebü'l-Abbâs, iyi bir âile terbiyesi gördü. Sâlih bir zât olan babası Mustafa Efendinin terbiye ve himâyesinde yetişti. İlim ve edeb öğrendi. Annesi de sâlihâ bir hanım idi. Hâmile iken rüyâsında Peygamber efendimizi görmekle şereflenmiş ve Peygamber efendimizin müjdesine kavuşmuştu.

FâtımaHanım anlatır: "Bir gece rüyâmda âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. Mübârek ellerinde bir demet nergis çiçeği vardı. Tebessüm ederek çiçek demetini bana attılar. Ben de onu büyük bir hayâ ve edep içerisinde yakaladım ve uyandım. Büyük bir sevinç içerisinde rüyâmı zevcime, kocama anlattım. O da buna çok sevinip; "Bu rüyân, Allahü teâlânın bizlere sâlih bir erkek evlâd ihsân edeceğine alâmettir." diye tâbir etti. Yedi ay sonra bir oğlum dünyâya geldi. Allahü teâlâ bizi, rüyâmdaki müjdeye kavuşturmuştu."

Ebü'l-Abbâs Ahmed, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Müstegânim'deki ilim sâhibi zâtlardan istifâde için derslerine iştirâk etti. Evliyânın önde gelenlerinden Şeyh Muhammed Bûzidî'nin sohbetlerinde kemâle gelip, olgunlaştı. O hocasıyla olan görüşmesini şöyle anlatır: "Bir gün dükkanımıza Şeyh Muhammed Bûzidî hazretleri gelmişti. Bir ara bana; "Senin yılanlardan korkmadığını duydum. Eline alıp onları tutarmışsın." dedi. Ben de; "Evet efendim doğrudur." dedim. Yine o; "Pekâlâ! Şimdi bir yılan bul getir de huzûrumuzda ona dokun görelim." dedi. Ben de; "Kolay." dedim ve oradan ayrıldım. Şehir dışında bir yerden küçük bir yılan yakalayıp önüne koydum. Elimde onu evirip çevirmeye başladım. Muhammed Bûzidî dikkatle benim hareketlerime bakıyordu. Sonra bana; "Pekâlâ bundan büyüğünü getirebilir misin?" dedi. Ben de; "Büyüğü küçüğü benim için birdir." dedim. O zaman bana; "Ben sana büyük bir yılan söylesem acaba onu tutabilir, onunla başa çıkabilir misin? Onu tutup, zararından korunabilirsen, sana gerçekten hakîm derim." dedi. Ben hayretler içinde; "O nerede?" dedim. Bunun üzerine; "O, senin nefsindir. Onun zehrinin şiddeti yılanın zehrinden daha çoktur. İşte bu yılanı tutarsan, onu hâkimiyetin altına alırsan, sen o zaman yetişmiş sayılırsın." dedi ve şöyle ilâve etti: "Evlâdım şimdi âdetin olan şeyleri bu söylediğim şey için yap. Şayet yapabilirsen." buyurdu. Sonra oradan ayrıldım. Nefsi ve nefs yılanının zehrinden daha şiddetli olan zehrin ne olduğunu düşünüyordum. Daha sonra gidip Şeyh Muhammed Bûzidî'ye talebe oldum. Onun yardımıyla yılandan daha zararlı ve şiddetli zehiri olan nefsimin kötülüklerinden korundum. Riyâzet, nefsimin istediği şeyleri yapmamakla onu ıslah etmeye çalıştım."

Ebü'l-Abbâs Müstegânimî hocasının terbiyesi altında yetişti. Vefâtından sonra yerine geçti. Tunus, Trablus, Hicaz, Şam, İstanbul gibi birçok yerleri dolaştı. Gittiği yerlerdeki ilim sâhipleriyle sohbetlerde bulundu. Dönüşünde Müstegânim ve başka yerlerde birçok dergâh inşâ etti. Çok talebe yetiştirdi. Aleviyye adı verilen tasavvuftaki yolu her yere yayıldı. Kerâmetleri görüldü. Çok ibâdet ederdi. Uzun boylu ve çok heybetli idi. Allah için sever, Allah için düşmanlık ederdi. Hilmi, yumuşaklığı çoktu. İyiyi emreder kötülükten sakındırırdı.

Şeyh Muhammed bin Habîb el-Bûzidî vefâtı ânında yerine açıkça kimin geçeceğini bildirmedi. Lâkin talebelerinin ve sevdiklerinin gördükleri sâlih rüyâlar, Ebü'l-Abbâs Müstegânimî'nin yerine geçtiğini tasavvuftaki yolunu gösterdiğini işâret etmişti.

Ebü'l-Abbâs Müstegânimî anlatır: "Hocamın vefâtından bir gece evvel rüyâmda, yerde oturuyordum. Hocam çıkageldi. Ona hürmet için derhal ayağa kalktım. Heybetinden titredim. Oturmamı emretti. Huzûrunda oturdum. Sonra onun Peygamber efendimiz olduğunu anladım. Nasıl anlayamadım diye kendime sitem ettim. Zîrâ O'na gereken hürmeti gösterememiştim. Başım yerde olarak kalakaldım. Az sonra efendimiz; "Sana niçin geldim biliyor musun?" buyurdular. Ben de; "Bilmiyorum yâ Resûlallah!" diye cevap verdim. O zaman; "Bir sevdiğimiz vefât etti. İnşâallah onun yerine sen geçeceksin. Bu hususta ne dersin?" buyurdular. Ben; "Ey Allah'ın resûlü! Böyle bir makâma geçince bana kim yardım eder, beni kim kabûl edip tâbi olur." diye arzettim. O zaman Resûlullah efendimiz; "Ben seninle berâberim. Ben sana yardım ederim." buyurdular ve sükût ettiler. Sonra ayrıldılar. Ben de rüyâmdan büyük bir ferah içinde uyandım. Benim, hocamın yerine geçeceğimi müjdelemişlerdi."

İsmâil Müstegânimî anlatır: "Şeyh Muhammed el-Bûzidî hazretlerinin vefâtından sonra onu seven ve yolunda gidenler olarak, Ebü'l-Abbâs Müstegânimî'nin sohbetinde ve hizmetinde bulunuyorduk. O günün gecesinde bir rüyâ gördüm. Rüyâmda Muhammed Bûzidî hazretleri neşeli bir şekilde yanıma geldi ve; "Sizi tebrik ederim. Yaptığınızı beğendim. Sizler onun sohbetine devâm ediniz." buyurdu. Sonra uyandım. Anladım ki El-Bûzidî hazretleri, yolunun edebi ve gizliliği bakımından açıkça değil de mânen onu yerine vekil bırakmıştı."

Abdülkâdir bin Konâvî anlatır: "Muhammed el-Bûzidî'nin vefâtından sonra bir rüyâ gördüm. Rüyâmda bâzı kimseler onun yerine geçecek olan hakkında konuştular. Netîcede aralarında münâkaşa çıktı. Onlardan birisi; "Şehrin kadısına gidelim aramızda o hüküm versin." dedi. Beraberce gittik. Kâdı bizi heybetle karşıladı ve; "İşiniz nedir?" diye sordu. Meseleyi anlatınca, bizi bir odaya aldı ve; "Uzun söze hâcet yok. Ebü'l-Abbâs Müstegânimî bu makâmın sâhibi, ehliyetli bir zâttır. Başkasının hakkındaki meşveretine ihtiyâcı yoktur." dedi. Herkes bu sözü kabûl etti."

Abdülkâdir bin Abdurrahmân anlatır: "Muhammed Bûzidî'nin vefâtı bizim için çok acı oldu. Kalplerimiz mahzûn kaldı. Vefât ettiği günün gecesi rüyâmda onu gördüm. Çok sevindim. Ona hâlinden, Allahü teâlânın ne muâmele yaptığından sordum. O; "Şu anda Allahü teâlânın rahmeti deryâsında yüzüyorum." buyurdu. Ben; "Efendim! Sizi sevenlere yolunuzu devâm ettirecek, onlara rehberlik edecek kimi bıraktınız?" diye sordum. O zaman bana; "Fidan, benim diktiğim fidandır. Ahmed Müstegânimî onu korur ve gözetir." buyurdu."

Muhammed Sûsî anlatır: "Bir gece rüyâmda evimizin kapısı çalındı. Gidip baktığımda, kapının açık olduğunu gördüm. Halbuki kapı kilitli idi. Karşımda Şeyh Muhammed el-Bûzidî'yi gördüm. Arkasında uzun boylu, heybetli bir zât duruyordu. Sonra onun Ebü'l-Abbâs Ahmed Müstegânimî olduğunu anladım. İçeri girip bir müddet kaldılar. Şeyh el-Bûzidî hazretleri gitmek istediğinde ona; "Efendim, siz âhirete gidince bize kimi bıraktınız." dedim. Bunun üzerine o; "Sevdiklerimize bunu, bunu bıraktım." buyurarak eliyle Şeyh Ahmed Müstegânimî'yi işâret etti."

İbrâhim bin Felih anlatır: "Hikmet-i İlâhî rüyâmda Eshâb-ı Kehfi gördüm. Yanlarında Kıtmîr adlı köpekleri de vardı. Onlara kabirlerinden kalkıp buralara gelmelerinin sebebini sorunca, bana; "Allahü teâlânın izniyle Ahmed Müstegânimî ve talebelerine yardım ederiz. Devâm ettirdiği yolunu korumak için diriltildik." dediler."

Ahmed bin Muhammed Dahman anlatır: "Rüyâmda hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin'i gördüm. Resûlullah efendimizin huzûr-ı şerîflerinde konuşuyorlardı. Onlara yaklaşıp; "Ey Resûlullah efendimizin mübârek torunları! Bize şefâat edin. Sizin anneniz hazret-i Fâtıma'dır." dedim ve şefâat etmeleri için ısrar ettim. O zaman bana; "Sen Ahmed Ebü'l-Abbâs'ın hizmetinde bulunmakla arzuna kavuşursun. Zîrâ o bize hizmet eder, yolumuzda bulunur." buyurdular."

VESVESE

Ebü'l-Abbâs hazretlerini sevenlerden birisi şöyle anlatır: Abdest alırken bende çok defâ vesvese meydana gelirdi. Bu durum Ebü'l-Abbâs'a ulaştı. Bir gün bana dedi ki: "Duyduğumuza göre, abdest alırken sende vesvese olurmuş." Ben de; "Evet öyledir." dedim. O zaman bana; "Bu tâife (ehl-i tasavvuf) şeytanla oynar, yoksa şeytan onlarla oynayamaz." dedi. Sonra aradan epeyce zaman geçti. Tekrar huzûruna girdim. Bana; "Vesvese durumun nasıl oldu?" deyince; "Aynen devâm ediyor." dedim. Bunun üzerine bana; "Eğer bu vesveseyi terk etmezsen, bize gelmeyeceksin." dedi. Bu söz bana ağır geldi. Çok korktum. Ondan sonra Allahü teâlânın izni ile vesvese benden kayboldu.

HOCAMIZA ÖLÜ DEME!

Münevver bin Tunus anlatır: "Bir gece rüyâmda kendimi Şeyh Muhammed el-Bûzidî hazretlerinin dergâhında gördüm. Ebü'l-Abbâs Müstegânimî de onun kabri yanında oturuyordu. Kabri de açıktı. O sırada el-Bûzidî hazretleri kefeni ile kabrinden çıkıverdi. Ebü'l-Abbâs Müstegânimî ona döndü ve yüzündeki kefeni açtı. Nûrânî çehresi daha da güzelleşmiş bir şekilde ortaya çıktı. Sonra Ahmed Ebü'l-Abbâs Müstegânîmî'den içmek için su istedi. Ebü'l-Abbâs hemen bir kâse su getirdi. O da alıp içti. Sonra bana da içirdi. O zaman ben; "Kapta kalan bu su sevdikleriniz için de şifâ olur." dedim. Şeyh el-Bûzidî hazretleri bu esnâda Ebü'l-Abbâs Müstegânimî ile konuşmaya başladı. Ona ilk sözü; "Ey Ebü'l-Abbâs! Nerede olursan ol ben seninle berâberim. Korkma. Dünyâ ve âhiretin hayırlarını topladığına dâir seni müjdelerim." buyurdu. Sonra Ebü'l-Abbâs bana doğru döndü ve; "Hocamıza ölü deme. O gördüğün gibidir. O yapması gereken vazîfeyi yerine getirmiştir." dedi."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-ABBÂS SEBTÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed olup, babasınınki Câfer'dir. Künyesi Ebû Abbâs olup, Sebtî diye bilinir. 1130 (H.524) senesinde Sebte'de doğup, 1204 (H.601) târihinde Merrâkûş'ta vefât etti. Merrâkûş'un dışında bir yere defnedildi. Sebtî, Muvahhidîn sultanlarından Yâkub bin Mensûr'un zamânında yaşadı. Çok meşhûr idi. Menkıbeleri herkesin arasında yayıldı. İnsanları, fakirlere ve muhtaçlara sadaka vermeye teşvîk ederdi. Garîb bilgilerden olan ve hesâb ilmine benziyen "Zâyırce" ilmi ona nisbet edilir. Bu ilim, Sehl bin Abdullah'a da nisbet edilmiştir. Şihâb el-Mukrî, Nefh-ut-Tayyib ismindeki eserinde, onun hayâtını anlatmış, büyük âlimlerin onu övdüğünü, en büyük velîlik derecesinde bulunduğuna şehâdet ettiklerini bildirmiştir.

Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'nin yakınlarından olan Ebû Hasan Senhâcî, Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'den, başlangıcından sonuna kadar hâllerini anlatmasını isteyip, Allahü teâlânın izni ile eşyâ üzerinde nasıl tesirli olduğunu, yaptığı duâların kabûl olma sebebinin, hâlinden şikâyette bulunanlara ve dileklerini elde etmek istiyenlere niçin sadaka vermesini ve îsâr sâhibi olmasını emrediyorsun? diye sorunca, ona şunları anlattı: "Ben, insanlara sâdece faydalarına olan şeyleri tavsiye ediyorum. Yirmi yaşında iken, Kâdı İyâd'ın talebesi olan büyük âlim Ebû Abdullah Fahhâr'ın yanında, ahkâmla ilgili kitapları okudum. Yirmi yaşıma geldiğimde Nahl sûresi 90'ıncı âyetine rastladım. Bu âyet-i kerîme üzerinde düşündüm. Kendi kendime; senden, adâlet ve ihsân sâhibi olman isteniyor, dedim. Bu âyet-i kerîme üzerinde yine düşünmeğe devâm ettim. Bundan sonra elime geçen az çok ne olursa olsun, üçte birini kendime bırakıp, geri kalan üçte ikisini Allah rızâsı için fakirlere ve muhtaçlara sarfetmeye karar verdim. Sonra Allahü teâlânın ihsân makâmında olan bir kimseye, ilk önce farz kıldığı şeyin ne olduğunu araştırınca, bunun, nîmetine şükür olduğunu anladım.

Ebû Abbâs Ahmed Sebtî, bir gece ilim ile meşgûl olan talebelerin yanında bulunuyordu. Derslerini müzâkere ettikleri için, fazla gürültü oluyordu. Bu sırada bekçiler, talebelerin kaldığı evin kapısını çaldı. Talebelerin hizmetleri ile uğraşan hizmetçi, onları karşıladı. Bekçiler, hizmetçiye; "Geceleyin gürültü yapanların cezâlandırılacağını bilmiyor musunuz?" dedi. Sonra bekçilerden ikisi, sabah olunca oradaki talebeleri karakola götürmek için, medresenin kapısı önünde beklemeye başladı. Hizmetçi, bu durumu talebelere haber verince, çok korktular. Eğer götürürlerse, bizi mutlakâ öldürürler, diyorlardı. Bu sırada orada hazır bulunan Ebû Abbâs gülüyor ve talebelerin endişe ettikleri husus için hiç aldırmıyordu. Seher vakti bir müddet yalnız kaldıktan sonra, talebelere; "Hiç korkmayın! Ben, Allahü teâlâdan sizi muhâfaza buyurması için duâ ettim. Onlar size hiçbir şey yapamıyacaklar." dedi ve dediği gibi çıktı. Bekçiler, bir şey yapmaya muvaffak olamadılar.

Bâzıları Ebû Abbâs Ahmed bin Âfir'e evliyânın kerâmeti hakkında sordular. O da şöyle cevap verdi: Ölüm ile velînin kerâmeti kesilmez. Merrâkûş'da defnedilmiş bulunan Ebû Abâs Sebtî'yi işâret ederek; fakirlere sadaka verdikten sonra, onun kabrinin yanında, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ eden kimsenin ihtiyâcının nasıl giderildiğine bak!" dedi."

Nefh-ut-Tîb kitabının sâhibi Makkarî şöyle anlatır: "Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'nin kabrinin yanında birkaç defâ durup, Allahü teâlâdan dileklerde bulundum. Dileklerimden birisi de; ilim sâhibi olmam ve öğrenmek istediğim bazı kitapları bana anlamayı nasîb etmesi idi. Ebû Abbâs Sebtî'nin kabrinin yanında duâ ettim. Allahü teâlâ benim bu duâmı kısa zamanda kabûl etti."

Abdurrahmân bin Yûsuf Hıstî, Ebû Abbâs Sebtî'nin aleyhinde konuşan biri idi. Bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü: "Ey Allah'ın Resûlü! Sebtî hakkında ne buyurursun?" diye sordu. Resûlullah efendimiz tebessüm ettikten sonra, Sebtî'nin iyi kimselerden olduğunu, buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bana bunu açıklar mısın?" dedi. O zaman Resûlullah efendimiz onun Sırat köprüsünden şimşek gibi, pek süratli bir şekilde geçeceğini buyurdu.

SUYA KANDI

Ebû Hasan Habbâz, Ebû Abbâs Sebtî'ye; "İnsanlar kuraklık ve pahalılık sebebiyle büyük bir sıkıntı içerisindeler" deyince, ona; "Cimriliklerinden dolayı, Allahü teâlâ onlara yağmur vermiyor. Eğer siz, elde ettiğiniz mahsûllerin zekâtı ile fakirlere sadaka verseydiniz, buna karşılık Allahü teâlâ da size yağmur verirdi." dedi. Ebû Abbâs'ın bu sözleri üzerine Ebû Hasan Habbâz, fakirlere sadaka verip, yardımda bulundu. Güneş pek kızgın, hava çok sıcaktı. Yağmurdan, ümîdini kesmişti. Ağaçların ve diğer bitkilerin kurumaya yüz tuttuğunu gördü. Bir müddet sonra, öyle bir yağmur yağdı ki, bütün her taraf suya kandı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-ABBÂS SEYYÂRÎ



Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Kâsım bin Kâsım el-Mehdî, künyesi Ebü'l-Abbâs Seyyârî'dir. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde büyük âlim idi. Fazîletler ve kerâmetler sâhibi olup, zamânın seçkin âlimlerindendi. Ebû Bekr-i Vâsıtî'nin en büyük talebesidir. Zamânındaki büyük âlim ve velîlerle görüşüp onlardan ilim ve edeb öğrendi. Tasavvufta yetişip kemâl derecelerine ulaştı. 953 (H.342) senesinde Merv şehrinde vefât etti. Kabri orada olup, herkes tarafından ziyâret edilmektedir. Kabrini ziyâret edip, bu zât hürmetine Allahü teâlâya duâ ve istekte bulunanların, murâdlarına kavuştukları tecrübe ile sâbittir. Tasavvuf yoluna girmeden önce zengindi. Babasından kendisine çok mîrâs kalmıştı. Servetinin hepsini vererek, Resûlullah efendimizin iki tel mübârek Sakal-ı şerîfini satın aldı. Allahü teâlâ, Sakal-ı şerîflerin bereketiyle ona tövbeyi ve velîliği nasîb eyledi. Ebû Bekr-i Vâsıtî'nin sohbetiyle şereflendi. Yüksek derecelere kavuştu. Vefât ettiği zaman, vasiyeti üzerine, mübârek Sakal-ı şerîfleri ağzına koydular. Tasavvufta Seyyârî adıyla bilinen yolun temsilcisi ve yayıcısı oldu.

Ebü'l-Abbâs Seyyârî hazretleri, haram ve şüpheli şeylerden çok sakınır, dünyâya kıymet vermezdi. Allahü teâlâya isyân olabilecek hiç bir şeye ömrü boyunca yanaşmadı.

Kendisine; "Gönlünün Cennet bahçesi misâli çok güzel olması için Allah yolunda yürüyen bir kimse hangi ameli işlemelidir." dediler. Cevâbında; "Allahü teâlânın emirlerini yapmaya ve yasaklarından sakınmaya sabırla devâm etmek, sâlihlerle berâber olup, sohbetlerinde bulunmak ve dostlarına hizmet etmekle." buyurdu. Yine; "Bu yolda ilerlemek nasıl mümkün ve kolay olur?" diye sorulunca; "Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet etmek ve sâlihlerin sohbetine devâm etmekle." buyurdu.

Bir defâsında ceviz satın almak için bir dükkâna girdi. O ceviz isteyince dükkan sâhibi çırağına; "Cevizlerin iyilerini seç." dedi. Bunun üzerine Ebû Abbâs Seyyârî hazretleri; "Her ceviz sattığınız kimseye aynı muâmeleyi yapıyor musunuz. Herkes için iyilerini seçiyor musunuz?" dedi. Dükkan sâhibi; "Hayır bunu sizin ilminizin hâtırı için yapıyorum." dedi. "İlmin fazîletini, iki çeşit ceviz arasındaki farkla değiştirmem." buyurup, ceviz almaktan vazgeçti.

Yine; "Bir kimse, mutlakâ haklı olduğu halde, kendisini suçlu kabul edip, karşısındakine; "Sen haklısın, ben kabahatliyim." derse, âhirette bütün sıkıntı ve meşakkatlerden emin olur." buyurdu.

Buyurdu ki: "Hikmet ehli bir zâta sordular: "Rızkın nereden gelmektedir, nereden temin ediyorsun?" Dedi ki: "Dilediğinin rızkını genişleten ve dilediğini daraltan Allahü teâlâdan." diye cevap verdi.

"Her kim kalbini Allahü teâlâya karşı sadâkat üzere muhâfaza ederse, sıdk üzere olursa, Allahü teâlâ onun dilinden hikmet akıtır."

"Allahü teâlâ bir kuluna iyilik murâd edince, onu kötü hallerden korur. Gadâb ettiği kuluna da öyle bir hal verir ve o kimsenin sıkıntısından, zararından herkes kaçar."

HASSAS DAVRANIRSA

Ebü'l-Abbâs Seyyârî hazretleri bir defâsında;

"Bir kimse, hayâtında İslâmiyete uymakta ne kadar hassas dikkatli ve ince davranır, İslâmiyete uygun olmayan bir iş yapmamak için ne kadar gayret ederse, âhirette, Sırat köprüsünden geçerken, Sırat köprüsü ona, dünyâda İslâmiyete uymak için olan gayreti nisbetinde geniş, ferah ve rahat olur. Yine bir kimse, dünyâda emirlere uymakta gâyet gevşek ve geniş davranır, İslâmiyete tam uymak için çalışanlara; "O kadar da çok inceleme." derse, âhirette Sırat köprüsünden geçerken, Sırat köprüsü o kimse için, dünyâda İslâmiyete uymaktaki gevşekliği nisbetinde daralır." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-BEREKÂT EMEVÎ HAKKÂRÎ



Irak ve Doğu Anadolu'da yaşayan büyük velîlerden. İsmi Sahr olup babasınınki de Sahr'dır. Künyesi Ebü'l-Berekât'tır. Hocası, Adiy bin Müsâfir'in kardeşinin oğludur. Emevî ve Hakkârî nisbet edildi. Aslen Lübnan'da Ba'lebek yakınlarında Beyt-i Fâr beldesinde doğdu. On üçüncü asrın sonlarında Hakkâri'de vefât etti. Amcasının inşâ ettirdiği ve kendisinin ders verdiği zâviyeye defnedildi.

Her ferdi, Allah aşkıyla yanıp tutuşan bir âilenin evlâdı olan Ebü'l-Berekât Emevî hazretleri, küçük yaşta yüksek ilim sâhibi âlimlerin meclislerine devâm etti. Gençliğinin baharında ilimle doldu. Kalbi Allah aşkı ile yandı. Tasavvufta en üstün makamlar, ilimde yüksek dereceler sâhibi, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin halîfelerinden olan amcası Adiy bin Müsâfir, o sırada Hakkâri civârında bıkıp usanmadan insanları Allah yoluna çağırmaktaydı. Ona olan sevgisi, Ebü'l-Berekât hazretlerinin ana ve babasını, akrabâ ve yakınlarını bırakıp, Hakkâri gibi dağlık ve sert kış şartlarına sâhip bir memlekete gitmesine sebeb oldu. O, orada amcasının elinde kısa zamanda yüksek makamlara ulaştı. Üstünlükleri dillere destan oldu. Sevgisi gönüllerde yeşermeye, Allah aşkı ile terennüm ettiği şiirler dillerde dolaşmaya başladı. Üstâdı ve amcası Adiy bin Müsâfir hazretleri onun için; "Ebü'l-Berekât gerçek bir velîdir." buyurup, Hakkâri dağlarındaki talebelerinin yetiştirilmesi ile vazîfelendirdi.

Doğu evliyâsının birçokları ile görüştü. Yüce makamlara, üstün ahlâk ve davranışlara sâhib oldu. Allahü teâlâya yakın olmaktan bahsedilince, sözü o alır, vilâyetin üstünlük ve hükümleri onun dilinden dinlenirdi. O, Allahü teâlânın ölü kalpleri diriltmek, karanlık gönülleri aydınlatmak, hikmetli sözleri söylemek, Allah adamlarını yetiştirmekle vazîfelendirdiği bir mübârek kimseydi. O, zühd ve takvâda eşsiz, dünyâya kıymet vermez, Allahü teâlânın rızâsına muhâlif hiçbir söz ve harekette bulunmazdı. Tevâzu ve kerâmetler sâhibi, akıl ve zekâda üstün bir kimse idi. O, değil haram ve şüphelilerin yanından geçmek, helâlden kullandığı şeylerin hesâbını nasıl vereceğini düşünürdü. Mübahları, yaşamak için zarûrî olduğu mikdârda kullanırdı.

Amcası Şerefüddîn Adiy bin Müsâfir'in vefâtından sonra, ondan aldığı ilim ve feyzi insanlara yayan Ebü'l-Berekât Emevî hazretleri, birçok talebe yetiştirdi. Doğu evliyâ ve ulemâsının birçoğu onun ilim ve feyzlerinden istifâde etti. Sâlih kimseler, gelip onun meclisinde bulundular. Onun yetiştirdiği evliyâdan biri de, oğlu Ebü'l-Mefâhir Adiy bin Ebi'l-Berekât hazretleriydi.

Dostlarından Ebü'l-Feth Nasr bin Rıdvân anlatır: "Bir ilkbahar günü Ebü'l-Berekât Hakkârî, talebeleri ve birçok Allah dostu da olduğu hâlde, zâviyeden çıkıp dağa doğru tırmandılar. İçlerinden biri, "Bugün canımız ne kadar da nar istiyor. Acı tatlı farketmez." dedi. Daha sözünü bitirmeye fırsat kalmadan, etraftaki meşe ağaçları narla doldu. Ebü'l-Berekât hazretleri, narları toplayıp yemelerini söyledi. Toplayıp yediler. Sonra zâviyeye döndüler. Bir saat sonra hocalarından ayrılan bir grup talebe biraz önce nar yedikleri yere gittiler. Ağaçlarda narın eseri bile yoktu."

Talebelerinden Nasrullah bin Ali Humeydî, bir gün yüksekçe bir dağın tepesine yakın bir yerinde yürüyordu. Ebü'l-Berekât hazretleri de dağın eteğinde oturuyordu. Birden bir rüzgâr çıktı. Nasrullah bin Ali'yi rüzgâr önüne katıp, dengesini kaybettirdi. Yuvarlanmaya başladı. Ebü'l-Berekât hazretleri rüzgârın dinmesi için duâ etti. O anda rüzgâr dindi ve Nasrullah da bulunduğu vaziyette kıpırdayamadan durdu. Ebü'l-Berekât hazretleri rüzgâra emredip, Nasrullah'ı aldığı yere bırakmasını söyledi. Allahü teâlânın izni ile rüzgâr onun bu emrini hemen yerine getirdi.

Ebü'l-Berekât Emevî buyurdu ki:

"Muhabbet sarhoşluğu ile mest olan bir kimse, ancak mahbûbunu, sevdiğini görmekle ayılabilir."

"Muhabbetin esâsı üç şeydedir. Bunlar; vefâ, edeb, mürüvvettir."

"Vefâ; kalbin, ezeliyetin nûru ile ünsiyet yakınlık peyda edip, Allahtan başkasına muhabbeti bırakarak, O'na yakîninde ısrârlı olmasıdır.

"Edeb; kulun, Allahü teâlâya karşı vazifelerini, vakitlerini nasıl ayarlayacağını, kendini O'ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir."

"Mürüvvet ise; Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi hatırlamayan kalble zikre devâm etmek, sözlerinde ve işlerinde Allahü teâlânın emrine uymak, içte ve dışta Allah'tan başka her şeyden uzak durmak, kendisine bir sermâye olan vaktini iyi değerlendirmekten ibârettir."

Bir kulda bu üç haslet; vefâ, edeb ve mürüvvet bulunursa, Allahü teâlâya yakîn olmanın tadını tatmış olur. Onun gönlüne O'ndan ayrı kalmanın korkusundan bir kor düşmüş olur. O'na kavuşmak ateşiyle yanmaktan kurtulamaz.

İSTEDİĞİN BİR ŞEY VAR MI?

Ebü'l-Fadl Meâli bin Temîmî Mûsulî anlatır: "Yedi sene Ebü'l-Berekât hazretlerine hizmet ettim. Bir gün yemek yedikten sonra elini yıkıyor, ben de su döküyordum. Bana, "İstediğin bir şey var mı?" diye buyurunca; "Evet, duânız bereketiyle Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek isterim." dedim. O da; "Allahü teâlâ sana kolaylık versin, her uzağı yakın etsin. Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekte yardımcın olsun." diye duâ etti. Ondan sonra Kur'ân-ı kerîmi kısa zamanda hıfzettim. Allahü teâlâ onun duâsı bereketiyle, bana uzak olan yerleri yakın, güç olan şeyleri de kolay eyledi."

İSTEK BÖYLE OLUR

Âriflerden Cârullah Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Magribî anlatır: "Ebü'l-Berekât bin Sahr hazretlerinin tasarrufları açık, kerâmetleri çok, devamlı Allahü teâlâ ile berâber, halka karşı çok merhametli, insanları kırmayan bir hâli vardı. Bu hâller onun huyu olmuştu. Bir gün Laliş köyündeki zâviyesinde, sohbetiyle şereflenmekteyim. Yufka içinde, kızarmış koyun eti yemek hatırımdan geçti. Çok geçmeden bir arslan ağzında dürülmüş yufka ekmekle kapıdan girdi. Ebü'l-Berekât hazretlerine doğru yürüdü. Ebü'l-Berekât hazretleri beni gösterince; Arslan getirip ekmeği benim önüme koyup gitti. Ekmeğin içinde kızarmış koyun eti vardı. O sırada yukarıdan bir adam indi. Onun inmesi ve ekmeği görmesiyle, benim biraz önceki et yeme arzum tamâmen kayboldu. Ona ikrâm ettik. Hepsini yedi. Ebü'l-Berekât hazretleriyle bir müddet sohbet ettikten sonra, geldiği gibi gitti. Ebü'l-Berekât hazretleri bana, "Yâ Ömer! İstek dediğin bu adamın arzusu gibi olur. Onun isteği öyle şiddetlidir ki, başkalarının isteğini yok eder ve arzu ettiği anda onu yapması gerekir. Şu anda o, tâ Çin'e gitti." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-FADL AHMEDÎ

Evliyânın önde gelenlerinden.İsmi Ahmed, künyesi Ebü'l-Fadl'dır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1535 (H.942) senesi Bedir'de vefât etti ve oraya defnedildi.

Ebü'l-Fadl Ahmed, hak âşığı bir zât olarak yetişti. Evliyânın büyüklerinden, Aliyyül Havas hazretlerinin sohbetlerinde mânevî hallere ve evliyâlık makamlarına kavuştu. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerinin hak yoldaki dostu, sohbet arkadaşı ve sırdaşı idi. Sözleri, halleri, kerâmetleri her tarafa yayıldı. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri kendisini çok sever, sohbetlerinde bulunur, hürmet ve hizmet ederdi.Kendisine ona hizmet etmesinin sebebi soruldukta; "Seher vakitlerinde gizliden bâzı sesler işitirdim. O seslerde; "Sen şimdiye kadar Ebü'l-Fadl gibi biri ile sohbet etmedin. Bundan sonra da onun gibisini bulamazsın." deniyordu." buyurdu. Kendisine kaç yıl hizmet ettiği ve sohbetinde bulunduğu soruldukta da; "On beş yıl." buyurdu.

Ebü'l-Fadl Ahmed hazretleri çok az yerdi.Yaz olsun, kış olsun günde on nefes alacak kadar bir uykusu olurdu. Giydiği şeyler eski fakat temizdi. Başkalarından önce davranıp hizmete koşardı. Birlikte gittiği bir cemâatin bir kısım eşyâlarını taşımakta ısrar etmiş ve taşımıştı. Allahü teâlânın evi olan mescidlere çok hürmet ederdi.

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri anlatır: "Onun kadar insanlar arasında mescidlere tâzim ve hürmet eden birini görmedim. O katiyyen tek başına girmez, mescidin kapısında bekler, biri girerse peşinden girerdi. Sebebini soranlara; "Bizim gibilere ancak müslümanların peşinden girmek yaraşır. Mescid âdâbını yerine getirememekten korkarız." derdi."

Sohbet arkadaşı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri anlatır: "Bir gün Ebü'l-Fadl'ın yanında bir dervişi övdüm. Bana; "Beni onunla buluştur. Görmek isterim." buyurdu. Birlikte gittik. Dervişi bulduk. Derviş Ebü'l-Fadl'ı görünce, korkudan çeşitli hallere girdi. Neredeyse aklı başından gidecekti. O zaman Ebü'l-Fadl hazretleri; "Bu ne bulursa yer. Verâ, haram ve şüphelilerden kaçma hâli yoktur." buyurdu. Sonra meâlen; "Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden) şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar." (Bekara sûresi: 275) âyet-i kerîmesini okudu."

Ebü'l-Fadl Ahmedî hazretlerinin hikmetli sözleri çoktur. Devamlı müslümanlara hüsn-i zan etmenin önemini anlatırdı. Bu hususta; "Müslüman idârecilere iyi zanda bulunmalı. Şâyet onlar zulüm ederlerse, Allahü teâlâ âhirette hiç kimseye; "Neden kullara iyi zanda bulundun?" diye sormaz." buyurdu.

Mahluklara kötü söz sarfetmekten sakındırırdı. Bu hususta; "Allahü teâlânın yarattıklarından hiç kimseye sövmeyin. Şâyet kötü söz sarfederseniz bir bakıma kendinizi üstün tutmuş olursunuz. Sonra da sonunuzun ne olacağını bilemezsiniz." buyurdu.

Yine bir gün sohbet ederken; "Allahü teâlânın kulları olunuz. Nefsinizin, altınlarınızın, paralarınızın kulu olmaktan sakının. Sizler nefisleriniz için değil, ancak Allahü teâlâ için yaratıldınız. O halde O'ndan kaçmayın." buyurdu.

İyi işleri yapmaya teşvik ederdi. Çok söylediği şeylerden birisi de; "İlim sâhipleri ile konuşurken dilinize sâhib olunuz. Evliyâ ile konuşurken de kalbinizi koruyunuz. Zîrâ bunlar Allahü teâlâya yakın olmakla şereflenmişlerdir. Bunların huzûruna ancak edeple gidiniz. Çünkü onların kalpleri, Allahü teâlânın zikriyle meşguldür. Nefisleri ibâdeti istemekte, akılları da bildiğiniz akıl gibi değildir. Bunun için edebinize dikkat ediniz. En ufak bir saygısızlığınıza kırılabilirler. Allahü teâlâ da onların istediğini sizde yerine getirir." buyurdu.

Kendisine Allahü teâlâya nasıl duâ edelim diye soruldu. O zaman; "Allahü teâlâdan dâimâ af ve âfiyet isteyiniz." diye cevap verdi.

Kalp ve gönül temizliğinden anlatırdı. Bu hususta; "İçinizi hırs, kin, hased gibi kötü huylardan temizleyiniz. Bunlardan biri varken kimse size yakın olmaz. Böyle olunca Allahü teâlânın sevgisi kalbinizde meydana gelmez." derdi.

Yenilen içilen şeylerin helalden olmasına çok dikkat ederdi. Bu sebeple sohbetlerinde; "Gücünüz yettiği kadar, yiyip içtiklerinizin helal ve temiz olmasına dikkat ediniz. Çünkü bu, din binâsının ayakta kalmasını sağlayan bir temeldir. Bütün amellerinizin kabûlü buna bağlıdır.

Allahü teâlânın sevgili kulları kendilerine gelen lokmaların nereden geldiğini iyi bilirler."

Bir gün Ebü'l-Fadl hazretlerine Kur'ân-ı kerîmde; "Zulmedenlere meyletmeyin. Size ateş dokunur (Cehennem'de yanarsınız)." (Hûd sûresi: 113) meâlindeki âyet-i kerîme okundu ve; "Buradaki meyletmeye, nefse meyletme de girer mi?" diye soruldu. O; "Evet, zulüm de nefsin sıfatlarındandır." buyurdu.

Ebü'l-Fadl Ahmedî bir gün Cennet'ten anlattı; "Cennet bâzı kimselere iştiyâk duyar, arzu eder. Tıpkı onların Cennet'i arzu ettikleri gibi. Bunlar îmân sâhibi sâlih kimselerdir. Bir kısım insanlar daha vardır ki Cennet onları arzu etmez ama onlar Cennet'i isterler. Bunlar ise âsî günahkâr müminlerdir. Bir başka grup insan daha vardır ki, Cennet bunları arzu eder. Ama bunların arzuları Cennet değildir. İşte bunlar hal sâhibi velîlerdir. Bunların dışında bir takım insanlar vardır ki, Cennet bunları kesinlikle istemez, onlar da Cennet'i istemezler. Bunlar da kıyâmet gününü ve sonrasını inkâr eden küfür ehlidir.

Cennet ehli Cennet'te bir şey isteyip, temennî ettiğinde o nîmet hemen verilir." buyurdu.

O GÜN GELMEDİKÇE...

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri anlatır:

"Bâzı geceler beni mânevî haller ve bilgiler kaplardı. Hemen onları yazardım. Ertesi gün Ebü'l-Fadl hazretleri ile görüştüğümüzde onları kendisine okur, arz ederdim. O sırada sarığının içinden bir kağıt çıkarır; "Oku!" derdi. Okuduğumda aynı mânevî bilgiler olduğunu görürdüm. Bir harf bile olsa, aralarında fark yoktu.

Zamânında Emir Muhyiddîn isminde birisi zindana atılmıştı. Bu kişi Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerine haber salıp zindandan kurtulması için duâ istedi. Bunun üzerine ona duâ etmeye başladı. Bu hâli kimse bilmiyordu. Yine duâ ettiği bir gece yanına Ebü'l-Fadl Ahmed hazretleri geldi ve; "Kardeşim Abdülvehhâb! Onun zindanda beş ay yedi gün kalması mukadderdir. O gün tamam olmadıkça kimse onu oradan çıkaramaz. Semâya çıkan duâlarını yine sana dönüyor gördüm." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-HASAN BEKRÎ



Mısır'da yaşayan velîlerin büyüklerinden. İsmi Muhammed olup, babasınınki de Muhammed'dir. Lakabı Tâcülârifîn, künyesi Ebü'l-Hasan, nisbesi ise Bekrî'dir. 1493 (H.899) yılında Kahire'de doğdu. Ebû Bekr-i Sıddık'ın neslindendir. Aynı zamanda soyu, hazret-i Hasan tarafından da Resûlullah efendimize ulaşır. 1545 (H.952) senesinde Kahire'de vefât etti. İmâm-ı Şâfiî'nin kabri civârına defnedildi.

Sâlihâ bir hâtun olan annesi ona hâmile iken bir rüyâ gördü. Sanki güneş ve ay şehâdet parmağında idi. Uyandıktan sonra rüyâsını kocasına anlattı. Büyük âlim olan Muhammed bin Abdurrahmân şöyle dedi: "Doğacak oğlumuz, doğu ve batıyı ilim ile dolduracak." Nitekim öyle oldu. İlimde ve tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Tatlı ve hoş sohbetinden dolayı, insanlar onun meclisine koştu.Allahü teâlâdan bahsedince, en katı kalpler bile yumuşardı. Onun meclisinde bulunanlar kendilerinden geçerdi.

Ebü'l-HasanMuhammed Bekrî'nin annesi her gün Allahü teâlâyı zikr ederdi. Oğlu Ebü'l-Hasan Muhammed'in doğumundan bir müddet geçmişti. Bir gün annesi, her günkü zikrini unutmuştu. O sırada Ebü'l-Hasan şehâdet parmağını kaldırarak, Allahü teâlânın zikrini annesine hatırlatmak için; "Allah, Allah, Allah!" dedi. Yanlarında bulunan ve Ebü'l-Hasan'ın konuştuğunu işiten bir kişi, çocuğun bu durumuna hayret ederek, kaç yaşında olduğunu sordu. Annesi oğlunun hâlini belirtmemek için, başka sözlerle durumu geçiştirdi.

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Ebü'l-Hasan Muhammed, fıkıh ve diğer ilimleri; Kâdı Zekeriyyâ, Burhâneddîn bin Ebû Şerîf ve daha birçok âlimden öğrendi. Tasavvuf yolunu, Radıyyüddîn Gazzî, Âmirî ve Abdülkâdir Deştûtî'den öğrendi.

Ebü'l-Hasan Muhammed, tasavvuf yolunda hal ve ilim bakımından çok yüksekti. Allahü teâlâ, ona derin ilim ve mârifetler ihsân etmişti. Bir ilim dalında konuştuğu zaman, onun o ilimde deryâ gibi olduğu görülürdü. Nûrânî yüzlü ve görünüşü heybetli idi. Büyük-küçük, herkesin hakkına riâyet eder, onlara hürmet gösterirdi. Gizli ve açıktan çok sadaka verirdi.

Devâsı, çâresi olmayan bir iş başına geldiği zaman, Allahü teâlâya sığınırdı. Devletin ileri gelenleri, onun çok meşakkat içerisinde olduğu halde Harem-i şerîfe gitmesine, her sene orada üç bin dinara ulaşan masraf yapmasına çok şaşarlardı. Hattâ ona; "Efendim! Hicaz'a ne kadar da çok gidiyorsunuz?" dediklerinde, onlara, "Siz memleket işleri ile alâkalı bir işiniz olduğu zaman ne yaparsınız?" dedi. Onlar; "Onu arz etmek için sultânın kapısına gideriz." dediler. Bunun üzerine o da; "İşte benim de hâcetim, dileklerim olduğu zaman, sultânın kapısına gidiyordum. Bu kapı, Allahü teâlânın kapısıdır." dedi.

Muhammed Zafarî anlattı: "Bir gün akşam namazından sonra, Ebü'l-Hasan'ın huzûrunda bulunuyordum. Bir ara Ebü'l-Hasan Muhammed uyumaya başladı. O sırada hatırımdan; "Yatsı namazından önce nasıl uyuyor? Hâlbuki öyle uyumak iyi değildir." diye geçti. Vallahi bu düşünceler hatırıma gelir gelmez, Ebü'l-Hasan Muhammed gözlerini açıp; "Resûlullah efendimiz uyurlar, fakat kalbleri uyumazdı." dedi. Onun bu sözleri karşısında tüylerim diken diken oldu ve utandım."

Ebü'l-Hasan Bekrî'nin annesi Hadîce hanım, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutardı. Fakat oğlu Ebü'l-Hasan Bekrî'yi bâzı hususlarda beğenmezdi ve onu kırardı. Bu durum bir müddet devâm etti. Ebü'l-Hasan, bu duruma rağmen annesine hürmette kusûr etmez, ona hürmet ve saygıda âzami gayret gösterirdi. Ebü'l-Hasan Bekrî'nin annesi bir gece uyuyunca, rüyâsında kendisinin Resûlullah efendimizin mescidine girdiğini gördü. Ravda-i mutahherada pekçok kandil vardı. Bunlardan bir tânesi hem parlak, hem de daha güzeldi. O büyük ve güzel kandilin kime âid olduğunu sorunca; "Oğlun Ebü'l-Hasan'a âittir." denildi. Sonra, Hücre-i Seâdete gitti. Orada Resûl-i ekrem ile oğlunu gördü. Oğlu, uygun görmediği elbiselerle Resûlullah efendimizin yanında duruyordu. Kendi kendine; "Oğlumun, Resûlullah efendimizin huzûrlarında bu elbise ile bulunması hiç uygun değil." diyordu. Bu sırada Resûl-i ekrem; "Bu elbiseleri oğlunun giymesinde hiçbir mahzur yoktur." buyurdu. Bunun üzerine o; "Oğlumun bu hâlini kınadığım için tövbe ediyorum yâ Resûlallah!" dedi. O günden sonra annesi, Ebü'l-Hasan'ı hiç kınamadı.

Ebü'l-Hasan Bekrî, çok kıymetli eserler yazdı. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Teshîl-üs-Sebîl: Yazmadır. Kur'ân-ı kerîm tefsîrine dâirdir. Buna Tefsîr-ül-Bekrî de denir. 2) Şerh-ul-Lubâb lil-Müzeccid, 3) Şerhu Minhâc-in-Nebevî, 4) Tuhfetü Vâhib-il-Mevâhib fî Beyân-il-Makâmât vel-Merâtib: Tasavvuf ilmine dâir yazma bir eserdir. 5) Ed-Dürret-ül-Mükellile fî Feth-i Mekket-il- Mübeccele, 6) Ikd-ul-Cevâhir-ul-Behiyye: Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe okumaya dâirdir. 7) İrşâd-üz-Zâirîn li Habîbi Rabb-il-Âlemîn, Şerhu Ravdı İbn-i Mukrî, 9) Şerh-un-Nefhat-ül-Verdiyye.

NİÇİN BİNMİŞ?

Mekke-i mükerremenin kâdılarından bir zât, bir kâfile ile berâber Medîne-i münevvereye gidiyordu. Kâfilede Ebü'l-Hasan Muhammed Bekrî de vardı. O, taht-ı revâna binmişti. Kalbinden, Ebü'l-HasanMuhammedBekrî'nin Medîne-i münevvere gibi mübârek bir şehre böyle taht-ı revânda gitmesinin hoş olmadığını geçirdi.Kendi kendine; "Onun gibi tasavvuf yolunda yüksek bir mertebeye kavuşmuş birinin, Resûl-i ekremin ziyâretine taht-ı revâna binmiş olarak gitmemesi gerekir." dedi. Bu düşünceleri hatırından geçirdiği zaman, Ebü'l-Hasan Muhammed Bekrî, taht-ı revânın kapısını açıp, ona doğru bakarak selâm verdi ve şöyle dedi: "Taht-ı revâna binmem gerekiyor. Çünkü özürüm var. Vallahi, eğer Resûlullah efendimizi yürüyerek ziyâret etmek mümkün olsaydı, hiçbir şeye binmeden yürüyerek ziyâretine giderdim. Eğer taht-ı revândan başkasına binmeye gücüm yetse idi, ona binerdim. Fakat, ondan başkasına binmem mümkün olmadığı için taht-ı revâna bindim."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-HASAN KÛSÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ali olup, babasınınki Humeyd (veya Ahmed)'dir. Künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Mısır'da, Nil Nehri sâhilinde bulunan Kûs kasabasındandır. Buna nisbetle Kûsî denilmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir.

Ebü'l-Hasan el-Kûsî hazretleri, o zamanda bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdürrahîm el-Kınâvî hazretlerinin dâmâdı ve en üstün talebesi idi. Zâhirî ve bâtınî birçok ilimleri ondan öğrendi. Ayrıca; İbn-i Dakîk-il-İyd (Muhammed bin Ali el-Kuşeyrî), Ebû Yahyâ bin Şâfiî, Ebü'l-Kâsım el-Meragî gibi meşhur âlimlerin sohbetlerinde bulunup, kendilerinden ilim öğrendi. Kendisinden ise; Ebû Yahyâ, Yûsuf bin Muhammed bin Ali Ebû İshâk bin Adîs, İlmüddîn Ebû Tâhir İsmâil bin İbrâhim bin Câfer el-Menfelûtî ve başka âlimler ilim öğrendiler.

Ebü'l-Hasan el-Kûsî hazretleri, hâli ve yaşayışı insanlara örnek, fazîletler ve kerâmetler sâhibi çok yüksek bir zât idi. Tasavvuf ehli olan büyük zâtların sohbetlerinde çok bulunurdu. Babası, elbise ve kumaş boyacılığı yapardı. Oğluna da; "Bana yardım etmiyorsun, gidip sûfîlerin sohbetinde bulunuyorsun." diyerek sitem ediyordu. Bir gün Ebü'l-Hasan, boyanacak elbiselerden birini, boyanın içine batırdı. Babası, hiddetlenip; "Ne yaptın? O elbise, o boya ile boyanmayacaktı. Elbisenin sahibine ne cevap vereceğim?" diye çıkıştı. Ebü'l-Hasan, elbiseyi boyanın içinden çıkarınca, esvabın o boyanın renginde olmayıp istenilen renge boyandığını gördüler. Babası, bu hâli görünce oğlunu serbest bıraktı. Sûfîlerin sohbetlerinde bulunmasına hiç mâni olmadı.

Talebelerinden Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Kureşî, Ebü'l-Hasan Kûsî'nin hizmetinde bulunuyordu. Memleketi, bulunduğu yere çok uzaktı ve dokuz aydır âilesinden hiç kimseyi görmemişti. Kendilerini çok özlemişti. Kınâ şehrinde, Ebü'l-Hasan hazretlerinin hânekâhında bu düşünceler içinde iken, birden bire Ebü'l-Hasan ona; "Âile efrâdını çok özledin değil mi?" deyince; "Evet." cevâbını aldı. Onu bir odaya götürdü. Gözlerini kapamasını emretti. Kapadı. Biraz sonra; "Başını kaldır!Gözlerini aç!" buyurdu. Gözlerini açtığında, kendini memleketindeki evinin önünde buldu. Halbuki, Kınâ şehri ile memleketi arası 15 günlük yol idi. Eve girdi. Çoluk çocuğu ile görüştü. Bir gün kaldı. Evindekiler ile berâber iki defâ yemek yedi. Annesine de, evin ihtiyaçları için 20 dirhem para verdi. Akşam ezânı okununca evden çıktı. Allahü teâlânın izni ile, bir anda kendini Kınâ şehrindeki hocasının hânekâhında buldu. Akşam namazından sonra Ebü'l-Hasan ona iltifât ederek; "Arzu ve iştiyâkın, özlemin geçti mi?" diye sorunca; "Evet efendim." dedi. Bir ay sonra Ebü'l-Hasan ona tekrar izin verdi. Bu sefer normal yürüyerek memleketine geldi. Evindekiler onu görünce çok sevindiler. Önceki gelişinde, kendilerinden habersiz ayrıldığı için onu çok merak etmişler ve bir yerlerde ölmüş olabileceğini düşünmüşlerdi. O, kendilerinden özür dileyerek lâfı kesti ve hocasının bu kerâmetini kendileri hayatta iken hiç kimseye anlatmadı.

İlmüddîn İsmâil bin İbrâhim el-Menfelûtî şöyle anlattı: "Bir gün hocam Ebü'l-Hasan Ali bin Humeyd ile berâber deniz kenârında bulunuyorduk. Hocam abdest alıyordu. Birden bir feryâd işittik. Bir kargaşalık meydana geldi. Sebebini sorduk. Timsahın, kıyıda duran bir adamı yakalayıp, denizin içine doğru götürdüğünü söylediler. Baktık, timsah yakaladığı kimse ile berâber, kıyıdan uzaklaşıyordu. Hocam, timsaha; "Dur!" buyurdu. Timsah olduğu yerde kaldı. Sonra hocam; "Bismillâhirrahmânirrahîm." diyerek, deniz üzerinde yürüdü. Timsahın yanına vardı. "O adamı bırak!" dedi. Timsah adamı bıraktı. Sonra timsahın üzerine elini koydu ve "Öl!" dedi. Timsah o anda öldü. Sonra o adama; "Haydi, kıyıya git." buyurdu. Adam; "Bu kabarık dalgalar arasında kıyıya nasıl giderim?" dedi. Hocam ise; "Sen kıyıya doğru git! Hiçbir şey olmaz. Deniz de sana bir şey yapamaz. Çünkü bu yol senin için kurtuluş yoludur." dedi ve kendisi de berâber, karada yürüyor gibi, deniz üzerinde yürüyerek sâhile geldiler. Orada bulunan herkes hocamın bu kerâmetini gördü."

Büyük hadîs âlimlerinden Abdülazîm-i Münzirî hazretleri diyor ki: "Ebü'l-Hasan Kûsî ile 1209 (H.606) yılında Kınâ şehrinde karşılaştım. Onun bereketli sohbetlerinde bulunanların hallerinin değiştiğini, bunun açıkça belli olduğunu gördüm. Talebe yetiştirmekte pek mâhir idi. Kendisinden birçok kimse istifâde etti. Allahü teâlâ, onun vâsıtası ile pekçok kimseye hidâyet, kurtuluş nasîb etti."

Bir defâsında Ebü'l-Hasan Kûsî yedi kişilik yemek hazırlattırdı. Bu yemekten yüze yakın kimse yedi ve yemek hepsine yetti. Hattâ bir mikdâr da arttı.

Ebü'l-Hasan Kûsî sohbetinde bulunmak ve kendine talebe olmak için biri geldiğinde, başını önüne eğerek bir müddet düşünür, Allahü teâlânın izniyle, kalp gözüyle o gelen kimsenin Levh-ül-Mahfûz'daki hâlini görür, ona göre, talebeliğe kabûl eder veya geri gönderirdi.

Yine bir gün bir kimse gelerek sohbetinde ve hizmetinde bulunmak istediğini söyledi. Ebü'l-Hasan Kûsî o kimseye; "Bizim yanımızda sana verebileceğimiz bir vazîfe yok. Ancak, istersen her gün bir bağ halfâ (kandırma) otu getirirsen, hizmette bulunmuş olursun." buyurdu. O kimse; "Peki." deyip ayrıldı. Her gün orağını alıp gider bir bağ halfâ otu getirirdi. Bir zaman sonra usanıp, bu işi terketti. Rüyâsında kıyâmetin koptuğunu ve kendisinin ateşe düşmek üzere olduğunu ve Ebü'l-Hasan hazretlerinin hânekâhına getirdiği bir bağ halfânın, ateş ile kendisi arasında set, siper olduğunu gördü. O halfa bağı kendisini ateşten uzaklaştırdı. Ebü'l-Hasan Kûsî'ye gelip gördüklerini anlattı. Ebü'l-Hasan; "Biz sana ne dedik? Bizim yanımızda seni ıslâh edecek hizmetin, halfâ taşımak olduğunu söylemedik mi?" buyurdu. Bunun üzerine o kimse istigfâr etti ve eski hizmetine devâm etti.

Ebü'l-Hasan Kûsî 1215(H.612) senesinde başka bir rivâyette ise 1216 (H.613) senesinde Mısır'da Nil Nehri sâhilinde bulunan ve Kûs'a yakın olan Kınâ şehrinde vefât etti. Ders verdiği medresenin bahçesine, hocası Abdürrahîm el-Kınâvî'nin yanına defnedildi. Kabrini ziyâret edip, onun hürmeti için, onu vesîle ederek yapılan duânın kabûl olunduğu çok görülmüştür.

Rivâyet edilir ki: "Biri, Ebü'l-Hasan hazretlerinin türbesine yakın bir yerde, çirkin bir günah işlemek üzereydi. Tam bu sırada, Ebü'l-Hasan hazretlerinin kabrinden; "Ey Filân! Bu işi yaparken Allahü teâlâdan hayâ etmiyor musun?" diyen bir ses duyuldu. Böylece o kimse, büyük günah işlemekten vazgeçti.

KADİR GECESİ

Ebü'l-Hasan Kûsî'nin talebelerine ders verdiği bir hânekâhı vardı. Her gün ve gecesinde bir defâ hânekâha giderek, talebelerinin hâllerini kontrol ederdi. Bir Ramazân-ı şerîfin son gecesi yine hânekâha geldiğinde, talebelerden birisinin ağladığını görüp, sebebini sordu. Talebe; "Efendim! Bu gece rüyâmda, bu gecenin Kadir gecesi olduğunu müşâhede ettim. Herkesi secde ediyor gördüm. Ben de secde etmek istedim. Fakat bütün gayretlerime rağmen secde edemedim. Sanki karnımda demirden bir direk vardı ve eğilemiyordum. Bu demir direk, secde etmeme mâni oluyordu."

Talebenin bu anlattıklarını dinleyen Ebü'l-Hasan, tebessüm edip buyurdu ki: "Evlâdım! Bunun için hüzünlenme, korkma!O demir bir direk gibi secde etmene mâni olan şey, senin içine bizim tarafımızdan konulmuş bir şeydir. Senin gördüğün o hâl, şeytânî bir hâldir. Eğer secde etseydin, şeytan senin içine girmek için yol bulmuş olacaktı." Bu sözleri dinleyen talebe; "Bu hâlin böyle olduğunu ben nereden bileyim. Hâl gerçekten bu anlatılan gibi midir?" diye düşündü. Hâtırına gelen bu ve bunun gibi şüpheye yer veren düşünceler içindeyken, Ebü'l-Hasan o talebeye: "Ben sana böyle söylüyorum. Yoksa delîl mi istiyorsun?" buyurdu. Bundan sonra da sağ elini uzattı. Talebe, hocasının sağ elinin meşrıka kadar uzandığını gördü. Sonra sol elini uzattı. O da magribe kadar uzandı. Sonra sağ elini sol eline doğru yaklaştırdı. O kadar ki, iki elinin birleşmesi için arada çok az bir mesâfe kalmıştı. Nihâyet iki eli arasında gördüğüm nûr, insan şeklinde duruyordu. Benim nûr şeklinde gördüğüm o şey, şimdi siyah ve çok çirkin bir şekildeydi ve Ebü'l-Hasan'a kendisini bırakması için yalvarıyordu. Ebü'l-Hasan ellerini biraz daha yaklaştırdı. O elindeki acâib şeyin bağırması, feryâdı daha da fazlalaştı. Nihâyet, o iğrenç ve çirkin şekil bir duman hâline geldi. Havada yok olup gitti. Bu hâli müşâhede edip gören talebenin gönlüne gelen îtirâz ve şüphe şeklindeki düşünceler artık yok oldu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-HASAN-I ŞÂZİLÎ



On ikinci yüzyılda Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden. Şâziliyye adı verilen tasavvuf yolunun kurucusudur. İsmi, Ali bin Abdullah bin Abdülcebbâr, künyesi, Ebü'l-Hasan, lakabı Nûreddîn'dir. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunu hazret-i Hasan'ın soyundan olup şeriftir. 1196 (H.592) senesinde Tunus'un Şâzile kasabasında doğduğu için Şâzilî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 1256 (H.654) senesinde hac yolculuğu sırasında Hamisre'de vefât etti. Kabri, Hamisre mevkiindeki Ayzâb sahrâsındadır.

Küçük yaştan îtibâren doğduğu Şâzile kasabasında ilim öğrenmeye başlayan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, önceleri kimyâ ilminde uzun çalışmalar ve araştırmalarda bulundu. Bu ilimde iyi yetişmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvararak duâ ediyordu. Bu esnâda, aldığı mânevî bir işâretle, tasavvuf yoluna yöneldi. Din ilimlerinin hepsinde mütehassıs ve derin âlim oldu. Hepsinin inceliklerine ve sırlarına kavuştu. Tefsîr, hadîs, fıkıh, usûl, nahiv, sarf, lügat ilimleri yanında, zamânın fen ilimlerinde de yüksek âlim oldu. Zamânındaki âlimler ve diğer insanlar onun ilimdeki bu yüksek derecesi karşısında üstünlüğünü kabûl ettiler.

Zâhirî ilimlerde bu derece yüksek olan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri, tasavvufa karşı alâka, ilgi duydu. Birçok velînin sohbetinde bulunup, onlardan istifâde etmeye çalıştı. Bu sebeple pek çok seyâhat yaptı. Bir defâsında Irak'a giderek buradaki âlimlerden Ebü'l-Feth Vâsıtî'nin sohbetlerinde bulundu. O sıralarda zamânın en büyük velîsini arıyordu. Bir gün, Ebü'l-Feth Vâsıtî hazretleri ona dönerek; "Sen onu Irak'ta arıyorsun. Halbuki aradığın kimse, senin memleketindedir. Oraya dön, orada bulacaksın." buyurunca, geri memleketine döndü.

Büyük velîlerden olan Şerîf Ebû Muhammed Abdüsselâm İbn-i Meşîş-i Hasenî hazretlerinin, aradığı zât olduğunu anladı. İbn-i Meşîş hazretleri, Rabat (Ribâte)' deki bir dağda mağarada yaşamaktaydı. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, onun huzûruna çıkmak için, dağ eteğinde bulunan çeşmeden gusl abdesti aldı. Kendindeki bütün meziyetleri ve üstünlükleri unutarak, yâni tam bir boş kalb ve ihtiyaç ile huzûrlarına doğru yürüdü. İbn-i Meşîş hazretleri de mağaradan çıkmış, aynı şekilde ona doğru yürüyordu. Karşılaştıklarında hocası selâm verip, Resûlullah efendimize kadar uzanan nesebini tek tek saydıktan sonra ona: "Yâ Ali, bütün ilim ve amelinizden soyunarak tam bir ihtiyaç ile buraya çıktınız ve bizdeki dünyâ ve âhiret servet ve zenginliğini aldınız." buyurdu. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî diyor ki: "Onun bu hitâbından sonra, bende fevkalâde bir korku hâsıl oldu. Hak teâlâ kalb gözümü açıncaya kadar mübârek huzûrlarında oturdum. Sohbetlerine devâm ettim." Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, hocasının yüksek derecesini bildirirken şöyle buyurdu: "Bir gün hocamın huzûrunda oturuyordum. Kendi kendime; "Acaba hocam İsm-i âzamı biliyor mu?" dedim. Bu düşünce ile meşgûl iken dış kapıda bulunan oğulları, bana bakıp; "Ey Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, şeref ve îtibâr, İsm-i âzamı bilmekle değil, belki İsm-i âzama mazhâr olmakladır." dedi.

Kendisi anlattı ki: "Bir arkadaşımla bir mağarada bulunuyor ve Allahü teâlânın muhabbetiyle yanmayı ve O'na kavuşmağı istiyorduk. Yarın kalbimiz açılır, velîlik makamlarına kavuşuruz derdik, yarın olunca da, yine yarın açılır derdik. Yarınlar gelip geçiyor ve bir türlü bitmiyordu. Bir gün birden heybetli bir zât yanımıza girdi. Ona; "Kimsin?" dedik. Abdülmelik'im, yâni Melik olan Rabbimizin kuluyum dedi. Velîlerden olduğunu anladık. "Nasılsınız?" dedik. "Yarın olmazsa, öbür yarın kalbim açılır diyenin hâli nasıl olur? Allahü teâlâya, sırf Allah için ibâdet etmedikçe, vilâyet ve kurtuluş yoktur." dedi. Bu söz üzerine gafletten uyandık. Tövbe ve istigfâr ettik. Bunun üzerine kalblerimiz Allahü teâlânın muhabbetiyle doldu."

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin hocasına olan teslimiyeti tam ve mükemmel bir hâle gelince, karşılaşacağı birçok sıkıntıları, hocası kendisine haber verdi. Şöyle vasiyet etti: "Hak teâlâyı bir an unutup gaflette olma. Dilini halkın diline ve kalbini halkın kalbine benzetmekten sakın, bütün uzuvların ile İslâmiyete uy. İslâma uygun olmıyan şeylerden sakın. Farzları yerine getirmeye devâm et. İşte o vakit Allahü teâlânın velîliği sende tamâm olur. Allahü teâlânın haklarını yerine getirmekten başka hiçbir şeyi halka hatırlatma. İşte o zaman verâ ve takvâya yâni haram ve şüphelilerden kaçmaya tam uymuş olursun.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri Şâzile kasabasında yerleştikten sonra, gerçekten birçok mihnet ve sıkıntılara mâruz kaldı. Hocalarının haber verdiği sıkıntılar açıkça meydana geldi. Sonra İskenderiyye'ye yerleşti. Doğudan ve batıdan binlerce âlim ve hak âşığı ziyâret ve sohbetlerine akın etti. Meselâ devrin büyük âlimlerinden İzzeddîn bin Abdüsselâm. Takıyyüddîn bin İbn-i Dakîk-ül-Iyd, Abdülazîm Münzirî, İbn-üs-Salâh, İbn-ül-Hâcib, Celâleddîn bin Usfûr, Nebîhüddîn ibni Avf, Muhyiddîn bin Sürâka ve Muhyiddîn-i Arabî'nin talebesi el-Âlem Yâsîn bunlar arasındaydı. Ayrıca Kâdı'l-kudât Bedreddîn ibni Cemâ'a da sohbetlerine kavuşmakla iftihâr ederlerdi. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri, Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî gibi evliyânın büyüklerinden olan birini yetiştirmiştir.

İbn-i Hâcib, İbn-i Abdüsselâm İzzeddîn, İbn-i Dakîk-ül-İyd, Abdülazîm Münzirî, İbn-i Sâlih ve İbn-i Usfûr gibi büyük âlimler, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin meclisinde bulunmak arzusuyla, Kâhire'deki Kemâliye Medresesinde, muayyen vakitlerde hazır bulunarak Şifâ ve İbn-i Atiyye kitaplarını okurlardı. Dersten çıktıktan sonra da onunla berâber yaya yürürlerdi.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî; "İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın fıkıh meclisi, Abdülazîm Münzirî'nin hadîs meclisi, senin tasavvuf meclisinden daha kıymetli bir meclis yoktur diye bana müjde verildi." buyurdu.

Hızır aleyhisselâm bir gün kendisine; "Ey Ebü'l-Hasan! Allahü teâlâ, seni kendisine dost edinmiştir. Kalsan da, gitsen de, O seninle berâberdir." dedi.

Bir gün Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, zühdden, dünyâya rağbet etmemekten bahsediyordu. Fakat üzerinde yeni ve güzel bir elbise vardı. O mecliste üzerinde eski elbiseler olan bir fakir; kalbinden; "Ebü'l-Hasan, hem zühdden anlatıyor, hem de üzerinde yeni elbiseler var. Bu nasıl zâhidliktir? Hâlbuki asıl zâhid benim." diye geçirdi. Bu kimsenin kalbinden geçenleri anlıyan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, onu yanına çağırarak; "Senin üzerindeki elbiseyi görenler, seni zâhid sanarak hürmet ederler. Bundan dolayı sende bir gurur, kibir hâsıl olabilir. Hâlbuki benim üzerimdeki elbiseyi görenler, zâhid olduğumu anlayamazlar. Böylece ben, hâsıl olacak gururdan kurtulurum." buyurdu. Bunu dinleyen fakir, yüksek bir yere çıkarak oradaki insanlara; "Ey insanlar!Yemîn ederim ki, biraz önce kalbimden Ebü'l-Hasan hazretleri hakkında uygun olmayan şeyler düşünmüştüm. Kalbimden geçeni anlıyarak, beni huzûrlarına çağırıp nasîhat ettiler. Şimdi hakîkatı anlamış bulunuyorum. Şâhid olunuz ki, huzûrunuzda tövbe istigfâr ediyorum." dedi. Bunun üzerine Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî o kimseye yeni bir elbise giydirip; "Allahü teâlâ sana seçilmişlerin muhabbetini versin. Sana hayırlar, bereketler ihsân eylesin." diye duâ eyledi.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri; "Mısır'da Muhammed Hanefî isminde birisi ortaya çıkacak. Bizim yolumuzda yürüyüp, meşhûr ve büyük şân sâhibi olacaktır. Kırmızıya yakın beyaz benizlidir. Sağ yanağında bir ben bulunur. Gözünün beyazı çok beyaz, siyahı da tam siyahtır. Yetim ve fakir olarak yetişir. Benden îtibâren beşinci sıradaki halîfemiz olur." buyurdu. Gerçekten öyle olmuştur. Vasıfları anlatılan Muhammed Hanefî, bu büyüklerin yolunu Nâsırüddîn ibni Melik'ten, o, dedesi Şehâbüddîn bin Melik'ten, o, Yâkut Arşî'den, o, Mürsî'den, o da, Şâzilî'den almıştır.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsân ve ikrâmlarına kavuşmuş, görünen ve görünmeyen bütün olgunluklara erişmişti. Bir gün seyâhate çıkmıştı. Kendi kendine; "Yâ Rabbî! Sana ne zaman şükür edici bir kul olabilirim?" dedi. Bu sırada gâibden bir ses; "Bana şükür edici bir kul olabilmen için, yeryüzünde senden fazla nîmet verilmiş bir kulun olmadığını düşünmelisin." diyordu. Bu sözleri işitince; "Yâ Rabbî! Kendimden fazla nîmet verilmiş bir kimsenin olmadığını nasıl düşünebilirim? Zîrâ sen, peygamberlere, âlimlere, pâdişâhlara herkesten fazla nîmet verdin." dedi. Bu defâ; "Eğer peygamberlere (aleyhimüsselâm) nîmet verilmeseydi, sen doğru yolu bulamazdın. Âlimler olmasaydı, dinden çıkıp küfre girerdin. Pâdişâhlar olmasa, evinde emin bir hâlde rahat oturabilir miydin? Bunların hepsi, sana ihsân ettiğim nîmetlerden değil midir?" buyruldu.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda gördü. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Ali! Elbiselerini kirden temizle ki, her nefesinde Allahü teâlânın imdâdına mazhâr olasın." buyurdu. "Yâ Resûlallah! Benim elbisem hangisidir?" dedim. Buyurdu ki: "Allahü teâlâ sana beş hil'at giydirmiştir. Muhabbet, tevhîd, mârifet, îmân ve İslâm hil'atlarıdır. Allahü teâlâya muhabbet edene, sevene her şey kolay olur. Allahü teâlâyı tanıyanın gözünde dünyâdan bir şey kalmaz. Allahü teâlâyı vahdâniyetle bilen, O'na hiçbir şeyi ortak koşmaz. Allahü teâlâya inanan, her şeyde emin olur. İslâmla sıfatlanan, Hak teâlâya âsî olmaz. Eğer âsî olursa, af diler. Af dilerse, kabûl edilir. Ebü'l-Hasan der ki: Bu îzâhtan, Allahü teâlanın Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Ve elbiseni temizle." âyetinin mânâsını anladım."

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri talebelerine nasihat ederek buyurdu ki:

"Yolumuzun esâsı beş şeydir: 1) Gizli ve âşikâr, her hâlükârda Allahü teâlâdan korku hâlinde olmak. 2) Her hal ve ibâdetinde, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) gösterdiği doğru yola uyup, bid'at ve sapıklıklardan sakınmak. 3) Bollukta ve darlıkta, insanlardan bir şey beklememek. 4) Aza ve çoğa râzı olmak. 5) Sevinçli veya kederli günlerde cenâb-ı Hakk'a sığınmak."

"Bizim yolumuzda olan talebe, din kardeşlerini, arkadaşlarını, son derece merhametle gözetmeli, onlara son derece hürmet etmelidir. İçlerinden birini kendisine sohbet arkadaşı seçmeli, bu arkadaş, gaflete düştüğünde, seni uyandırmalı, ibâdette tenbelliğe düştüğünde seni heveslendirmeli, âciz kaldığın yerde sana yardım etmeli ve sen doğru yoldan kaydıkça seni doğru yola çekmeli. Sana nasihat vermeli, kötü harekette bulunduğunda veya bir günah işlediğinde sana uymayıp vaz geçirebilecek vasıflarda olmalıdır. Arkadaşlarına gelebilecek eziyetlere mâni olmalısın. Güzel ahlâk edinip, şefkat ve merhamet üzere bulunmalısın. Hak teâlâya, itâat ve ibâdeti, bu yola hizmeti gözetmeli ve buna sımsıkı sarılmalısın. Lüzumsuz şeylerle gözü meşgûl edip, gönlü dağıtmamalısın. Zîrâ bu, insandaki şehvet kuvvetini arttırır."

Tasavvufta en yüksek derecelere kavuşmuş olan ve Allahü teâlâdan başkasına gönül vermeyen, dünyâdan uzak olan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri bir sohbeti esnâsında buyurdu ki:

"Biz Hak'la olunca, mahlûktan hiçbirini görmeyiz. İnsanlık îcâbı baksak bile, onlar güneş ışığında dalgalanan havadaki ince toz gibi görünür. Dikkatle baksan bir şey bulamazsın."

"En büyük günahlar ikidir: Biri dünyâ sevgisi, diğeri bilmediği bir işin başına isteyerek geçmek."

"Dünyâdan ve dünyâ ehlinden tamâmen uzaklaşmaz isen, velîlik kokusunu alamazsın."

"Şu üç şey bir insanda mevcut olursa, ona ilmin aslâ bir faydası olmaz: 1) Dünyânın faydasız şeylerine aşırı bağlılık. 2) Âhireti hatırdan çıkarmak. 3) Fakir olmaktan korkmak."

Günahlardan kaçınmak ve iyiliklere devâm etmek husûsunda da şöyle buyurdu:

"Kalp huzursuzluğuna tutulmamak, eleme uğramamak ve günahlardan temizlenmek istersen, iyi ve hayırlı işlerini çoğalt."

"Günahların bağışlanması ve başa gelen belâlardan korunmak için en güzel sığınak, istiğfârdır, tövbe etmekdir."

"İlmi arttıkça günâhı artan kimse, şüphesiz ki helak içindedir."

"Allahü teâlâya hakkıyla îmân ve Resûlüne tâbi olmaktan daha büyük kerâmet yoktur."

"İki iyilik vardır ki, onlar bulunduğu sürece, çok da olsa kötülüklerin zarârı dokunmaz. Biri cenâb-ı Hakk'ın kazâ ve kaderine râzı olmak, diğeri Allahü teâlânın kullarına iyi muâmele etmek."

Ebü'l-Hasan Şâzilî hazretleri bir sohbetinde de buyurdu ki: "Bizim bildiğimiz ve bildirdiğimiz bilgilerden haberi olmayan zavallılar, büyük günahlarda ısrar ederek devâm ettikleri halde vefât ederler. Çünkü onlar iyiliğin kıymetini, kötülüğün zarârını, yâni bunları anlamaya yarayan bilgileri öğrenmemişlerdir. Böylece nefislerinin hevâ ve arzularına tâbi olarak günahlara dalmışlar ve ömürleri bu gaflet ve câhillik içinde geçip gitmiştir."

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerine; "Zâhirde senin öyle büyük bir kemâlin, olgunluğun, bir ibâdetin olmadığı halde bu insanlar neden sana bu derece hürmet gösteriyorlar? Bunun sebebi nedir?" diye sorduklarında, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Yalnız bir sebeple insanlar böyle yapıyor. O da Allahü teâlâ onu her kimseye farz kılmıştır. Ben o farzı yerine getirince, insanlar bana böyle yapıyorlar. O da dünyâ ehlini terk etmektir. Dünyâ ve ehlini terk etmek, işimizi gücümüzü terk etmek değil, yalnız dünyâ ve dünyâ ehlinin sevgisini gönülden çıkarmaktır. Bu mahlûkâtı gönlümüze sokmamak, dünyâyı ve mahlûku cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine ortak ettirmemektir. Bu insanlar acâibdir. Onlar dâimâ dış görünüşe bakarlar ve adamın zâhid, dünyâya düşkün olmadığını görürler. Âbid, çok ibâdet eden ise, büyük kimse derler. Şüphesiz bu büyüklük ise de asıl büyüklük ve olgunluk kalpteki olgunluktur. Zâhir, görünen işlerimiz mâlumdur. Yemek, içmek, yatmak, uyumak, ibâdet ve tâat etmek, haramlardan sakınmak, vesâiredir. Bâtının işi ise, Allahü teâlâ ile huzur bulmaktır. Ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmaktır. İnsanın esas olgunluğu bâtınladır. Zâhirde her işi yerli yerine yapsak fakat kalbimizde kötü ahlâktan kurtulamasak, gâfil ve câhil kalarak, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşabilir miyiz?"

Kendisi anlatır: "Bir gece rüyâmda hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'ı gördüm. Bana; "Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının alâmeti nedir, biliyor musun?" diye sordu. Bilmediğimi söyleyince; "Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının alâmeti; bulunca vermek, olmayınca kalben rahat olmaktır." buyurdu.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri insanlara nasihattan, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattıktan sonra kalan zamanlarında Allahü teâlâya ibâdet eder, O'nun ismini zikrederdi. Hizbü'l-Bahr adlı kitabındaki tesbihleri ve duâları okur ve okuturdu. Hizbü'l-Bahr okumanın dertlerden, sıkıntılardan kurtulmaya vesîle olduğunu bildirirdi. Okunmasını istediği Hizbü'l-Bahr hakkında şöyle buyurdu:

Dârimî'nin Müsned'inde Abdullah ibni Mes'ûd (radıyallahü anh) diyor ki: "Evde Bekara sûresi başından Müflihûn'a kadar beş âyet okunduğu gece, şeytan o eve girmez." Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Bir evde, şu otuz üç âyet okunduğu gece, yırtıcı hayvan ve eşkıyâ, düşman, sabaha kadar canına ve malına zarar yapamaz: Bekara sûresi başından beş âyet, Âyet-el-Kürsî başından "Hâlidûn"a kadar üç âyet, Bekara sonunda "Lillâhi"den sûre sonuna kadar üç âyet, A'râf sûresinde, "İnne Rabbeküm"den "Muhsinîn"e kadar, elli beşten îtibâren üç âyet, İsrâ sûresi sonundaki "Kul"den iki âyet, Sâffât sûresi başından "Lazib"e kadar on bir âyet, Rahmân sûresinde "Yâ ma'şerelcin"den "Feizâ"ya kadar iki âyet, Haşr sûresi sonunda "lev enzelnâ"dan sûre sonuna kadar, Cin sûresi başından "Şatatâ"ya kadar dört âyet."

Yedi defâ Fâtiha okuyup, dert ve ağrı olan uzva üflenirse, şifâ hâsıl olur. Âyet-i kerîmenin ve duânın tesir etmesi için, okuyanın ve okutanın Ehl-i sünnet îtikâdında olması, haram işlemekten, kul hakkından sakınması, haram ve habis şey yiyip içmemesi ve karşılık olarak ücret istememesi şarttır.

Bâzıları bu kitaba îtirâz edince; "Yemin ederim ki, bu kitabı harf be harf, harfi harfine Resûlullah'ın mübârek ağzından, rüyâda işitip yazdım." buyurdu.

Ebû Abdullah anlattı: "Ben, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerini çok sever ve her sıkıntımda Allahü teâlâya onu vesîle ederek duâ ederdim. Cenâb-ı Hak da bütün istek ve ihtiyaçlarımı onun hürmetine ihsân eder, verirdi. Bir gün Resûlullah efendimize rüyâda, "Yâ Resûlallah! Siz Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'den râzı mısınız? Ben, her ne ihtiyâcım olursa, onu vesîle ederek Allahü teâlâdan isterim ve bütün ihtiyaçlarım yerine gelir." dedim. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Ebü'l-Hasan benim evlâdımdır. Bütün evlâdlarda, babalarının bir cüz'ü bulunur. Her kim ki benim bir cüz'üme temessük ederse, onu vesîle ederse, benim bütünüm ile temessük etmiş olur. Sen, Ebü'l-Hasan'ı vesîle ederek Allahü teâlâdan bir şey istediğin zaman, beni vesîle ederek Allahü teâlâdan istemiş olursun." buyurdu.

Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî şöyle anlattı: "Cenâb-ı Hakk'a yemîn ederim ki, her ne zaman bir felâketle karşılaştım ve müşkilâta uğradımsa, hocam Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'yi imdâda çağırıp, kurtuldum. Ey kardeşim! Sen de bir sıkıntıya düşersen, hemen onun ismini an ve kurtul. Allahü teâlâ bilir ki, sana doğru bir nasihat veriyorum."

Yine Ebü'l-Abbâs anlattı: "Bir gün hocam Ebü'l-Hasan hazretlerinin arkasında namaz kılıyordum. Beni hayretlere düşüren hallere şâhid olup, şunları gördüm. Hocamın vücûdundan o kadar çok ve parlak nûrlar çıkıyordu ki, onlara bakamıyordum."

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî rahmetullahi aleyh şöyle anlattı: "Ayzâd Sahrâsında yolculuk yapıyordum. Hızır aleyhisselâm ile karşılaştım. Bana; "Ey Ebü'l-Hasan! Allahü teâlâ sana lütufta bulundu. Hazerde de seferde de senin arkadaşın var. Ben hep senin yanında bulunuyorum." dedi.

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri hemen her sene hac ibâdetini yerine getirmek üzere Mekke-i mükerremeye giderdi. Aynı zamanda Medîne-i münevvereye giderek sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret ederdi. Bir sene talebelerinden Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî onunla bulunduğu sıradaki bir hâdiseyi şöyle anlattı:

Hocam Ebü'l-Hasan ile birlikte Medînetürresûl'de yâni Medîne-i münevverede bulunuyorduk. Bu arada ben, hazret-i Hamza'nın kabrini ziyâret etmek istedim. Medîne-i münevvereden ayrıldım. Benimle berâber birisi de oraya gidiyordu. Hazret-i Hamza'nın kabrine vardık. Kapısı kapalı idi. Fakat Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem bereketiyle kapı açıldı. İçeri girdik. İçeride velîlerden biri vardı. Benimle beraber gelen şahsa; "Allahü teâlâdan ne dileğin varsa iste, çünkü şu anda yapılan duâ kabûl olur." dedim. Ancak bu şahıs, duâsında Allahü teâlâdan bin dirhem istedi. Medîne'ye dönünce biri kendisine bin dirhem verdi. Bu şahıs, Ebü'l-Hasan'ın huzûruna girince, hazret-i Hamza'nın kabrine berâber gittiğimiz zâta; "Ey Batlâ! İcâbet vaktine, duânın kabûl olacağı vakte rastladın. Fakat Allahü teâlâdan bin dinâr istedin. Keşke, Allahü teâlâdan Ebü'l-Abbâs'ın istediği gibi isteseydin. O, Allahü teâlâdan; kendisini dünyâ düşüncesinden muhâfaza buyurmasını ve âhiret azâbından kurtarmasını diledi ve bu dilekleri kabûl oldu." buyurdu.

Arabistan'daki Hicaz halkı gibi buğday tenli ve uzunca boylu olan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri, konuşmalarındaki fesâhat ve tatlılık, açıklık ve vecizlik bakımından, Hicazlı olmamasına rağmen, Hicazlı zannedilirdi. Tasavvufta Sırrî-yi Sekatî ve Seyyid Ahmed Rıfâî'nin rahmetullahi aleyhimâ yollarından feyz aldı. İbn-i Meşîş-i Hasenî'nin hizmetinde ve sohbetinde bulunarak velîlik derecesine kavuştu. Tefsîr, hadîs, fıkıh, usûl, nahiv, sarf, lügat ve zamânın fen ilimlerinde de son derece yüksek olan Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri; "Her istediğim zaman, Resûlullah efendimizi, baş gözümle görmezsem, kendimi O'nun ümmeti saymam." buyurarak tasavvuftaki derecesini ifâde etmiştir.

İnsanlara bir sohbeti sırasında; "Allahü teâlâ sözlerinde doğru ve işlerinde ihlâslı olana dünyâda yağmur gibi rızık verir. Onu kötülüklerden korur. Âhirette de günahlarını affedip, bağışlar. Ona yakın olur. Cennet'ine koyar ve yüksek derecelere kavuşturur. Kendi kusurlarını ıslâh etmek istersen, insanların kusûrlarını araştırma. Çünkü hüsn-i zân, îmân şûbelerinden olduğu gibi, insanların ayıplarını araştırmak da münâfıklıktandır. Kıyâmet günü, yol gösteren nûr içinde haşrolunup karanlıktan korunmak istersen Allahü teâlânın hiç bir mahlûkuna zulmetme." buyuran Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri, sonuncu defâ hac yolculuğuna çıktı. Bu seyâhatinde talebesine, yanına bir kazma, bir ibrik ve bir de kâfur almasını emretti. Bunları niçin aldırdığını soran talebesine; "Hamisre'ye varınca anlarsın." buyurdu. Talebesi bilâhare şöyle anlattı: Sahrâ-i Ayzâb'da Hamisre'ye vardık. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri, gusl ederek iki rekat namaz kıldı. Sonra seccâdede rûhunu teslim etti. Yanlarına aldıkları kazma ile mezar kazılıp, ibrikle su taşınıp yıkandıktan sonra, kâfur konup hemen oraya defnedildi. Vefât ettiği yerin suyu tuzlu olduğundan bir şey yetişmezdi. Oraya definlerinden sonra, vücûdlarının bereketiyle o yerin suyu tatlılaştı ve münbit bir yer hâline geldi."

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerinin şu eserleri vardır: 1) Hizbü'l-Bahr: Kıymetli bir duâ kitabıdır. 2) El-İhtisâs min-el-Kavâidi'l-Kur'âniyye vel-Havâs, 3) Risâletü'l-Emîn li-Yencezibe li-Rabbi'l-Âlemîn, 4) El-Cevâhirü'l-Masûne, 5) El-Leâli'l-Meknûne, 6) Kıyâfetü't-Tâlibi'r-Rabbânî li-Risâleti Ebû Zeyd el-Kayravânî, 7) El-Mukaddimetü'l-İzziyye lil-Cemâati'l-Ezheriyye.

ALTIN OLAN TAŞ

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî, memleketinden İskenderiyye'ye geldiğinde, o zamânın sultânı bir mektup yazarak kendisini dâvet etti. Sultan, dâveti kabûl edip gelen Ebü'l-Hasan'a çok izzet ve ikrâm gösterip hürmette bulundu. Sonra İskenderiyye'ye, büyük bir saygıyla uğurladı. Sultâna, bir müddet sonra Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî aleyhinde iftirâlarda bulundular. Öyle ki, sultan çok kızıp, muhâfızına, onu öldürme emrini verdi. Muhâfız, İskenderiyye'ye, Ebü'l-Hasan'ın huzûruna gelip sultânın emrini bildirdi ve; "Efendim, benim size çok hürmetim ve muhabbetim vardır. Sizin, Allahü teâlânın sevgili kullarından olduğunuza inanıyorum. Öyle bir şey yapınız ve söyleyiniz ki, sultan bu kararından vazgeçsin." dedi. Bu sözleri dinleyen Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî dışarı çıktı. Muhâfız da onu tâkib etti. Muhâfıza dedi ki: "Şu taşa bakınız!" Muhâfız, biraz önce taş olarak gördüğü cismin, şimdi altın olduğunu görerek hayret etti. Taş, Allahü teâlânın izniyle Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin teveccühleri ile altın olmuştu. Muhâfıza; "Bu taşı alıp sultana götürünüz. Beyt-ül-mâl hazînesine koysun." buyurdu. Muhâfız altını alıp sultânın huzûruna gitti ve iftirâ durumunu anlattı. Bu hâdise üzerine sultan, İskenderiyye'ye kadar gelip Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'yi ziyâret etti. Özür diledi ve ona pekçok mal ve erzak gönderip, ihsânlarda bulundu. Fakat Şâzilî hazretleri hiçbir şey kabûl etmeyip; "Biz Rabbimizden başka hiç kimseden bir şey istemeyiz." buyurdu.

SOHBETİN EHEMMİYETİ

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerinin talebelerinden birisi, tasavvuf yolundaki dereceleri geçerken kendini hocası gibi görmeye başladı. Neye baksa Şeyhini görüyordu. Bu sebeple Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin sohbetlerine gelmemeye başladı. Bir gün İmâm-ı Şâzilî hazretleri yolda giderken talebesiyle karşılaştı ve; "Canım sen nerede kaldın. Sohbetlere gelmiyorsun!" buyurdu. Talebe; "Efendim, sizinle sözden müstağnî oldum. Yâni her an sizi karşımda görüyorum ve kendimi sizin sûretinizde görüyorum. Sohbetinize gelmeye ihtiyaç duymuyorum." dedi. Bu cevap üzerine Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Çok garib. Eğer iş senin söylediğin gibi olsaydı, hazret-i Ebû Bekr'in Resûlullah efendimizin sohbetlerine gitmemeleri gerekirdi. Eğer sohbetten müstağnî olsaydı, hazret-i Ebû Bekr efendimiz müstağnî olurdu."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-HAYR EL-AKTA


Büyük velîlerden. İsmi Abbâd bin Abdullah, künyesi Ebü'l-Hayr, lakabı el-Akta'dır. Aslen Mağripli olup doğum târihi bilinmemektedir. Sonradan Şam sâhil beldelerinden Tinat'a yerleşti. 960 (H.349) senesinde Mısır'da vefât etti. Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına defnedildi. Kabr-i şerîfi Küçük Kurâfe'de Deylemî minâresi yanındadır.

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Cellâ'nın sohbetlerinde yetişti. Cüneyd-i Bağdâdî ile diğer evliyâyı gördü. Riyâzette, nefsin isteklerini yapmamakta ve Allahü teâlâya tevekkül etmede emsalsizdi. Yabânî ve yırtıcı hayvanlar kendisine zarar vermezdi. Kerâmetleri, menkıbeleri ve kıymetli sözleriyle meşhur oldu.

Ebü'l-Hayr hazretlerinin elinin biri kesilmişti. Bu hâdiseyi kendisi şöyle anlatır: "Lübnan taraflarında bir yerde bulunuyordum. Sultan gazâdan zaferle dönmüştü. Kimi gördüyse avucuna bir altın koyuyordu. Birini de bana verdi. Altını elimin içiyle değil de dış tarafında tutarak aldım. Onu bir arkadaşımın eteğine fırlattım. Daha sonra oradan ayrıldım. Şehirde bir yerde tesâdüfen abdestsiz olarak üzerinde âyet-i kerîme yazılı kâğıt parçalarını tutmuş ve kaldırmış bulundum. Buna çok üzülmüştüm. Pazarda tanıdık birkaç kişi ile birlikte dolaşırken hırsızlık yapan birkaç kişi kaçıp kalabalığın arasına girdi. Bütün halkta bir karışıklık başladı. O sırada ben; "Onların reisi benim. Kimse sesini çıkarmasın." dedim. Nihâyet emniyet görevlileri beni alıp götürdüler ve bir elimi kestiler. Gelen birisi beni tanıyıp görevlilere; "Siz ne yapıyorsunuz? Göklerin üzerimize yıkılmasını mı istiyorsunuz? Bu sâlih bir kimsedir. İsmi de Ebü'l-Hayr Tinâtî'dir." dedi. Bunun üzerine görevliler; "Eyvah mahvolduk." dediler ve yaptıklarından pişman olup, üzüntülerini dile getirmeye başladılar. Ben onlara; "Korkulacak, üzülecek bir şey yok. Çünkü elim hâinlik yaptı ve kesilmeye müstehak oldu." dedim. Bana şaşkınlıkla ne yaptığını sordular. Ben; "Elim bir şeye değmişti. Halbuki elim ondan daha temizdi ve o şey de gâzilerin parası idi. Elim bir şeye daha değmişti ama o şey elimden çok çok daha temizdi. Bu şey de Mushaf-ı şerîfti. Onu abdestsiz tutup kaldırmıştım." dedim. Bana; "Hakkınızı helâl edin." dediler. Ben de üzülmemeleri için; "Size hakkımı helâl ettim. Elimi kestiğiniz için sizden bir hak talep etmeyeceğim." dedim ve ayrıldım."

Ebü'l-Hayr Akta (bu halde) evine dönünce, âile efrâdı feryâd etmişti. Onlara da; "Ortada ağlanacak, tâziye edilecek bir şey yok, aksine tebrik edilecek bir hal var. Şâyet elimiz kesilmeseydi, kalbimiz kesilecek, gönlümüz ölüp gidecekti. Elimizin ne önemi var." diye cevap verdi.

Başka bir rivâyet de şöyledir: Bir kısım insanlar kendisine; "Elinizin kesilmesine sebep ne oldu?" diye sordular. O; "Gençliğimde bir günah işledim. O yüzden kestiler." buyurdu. "Bunun ne zamandan beri olduğunu ve sebebini öğrenmek isteriz." dediler. O; "Ben Magribli idim. İçimde sefere gitmek arzusu uyandı. İskenderiye'ye gelip on iki yıl ikâmet ettim."Onlar; "İskenderiye mâmur bir şehirdir. Orada kalmak mümkündür. Fakat Şitt ve Dimyat arasında mâmur bir yer yoktur." dediler. Ebü'l-Hayr; "Dimyat'a dökülen ırmak kenarında kamıştan bir ev yapmıştım. O sıralarda birçok yolcu Dimyat'a gelirdi. Akşam yemekleri yer ve sofralarını kalenin surlarından dışarıya silkelerlerdi. Dökülen ekmek parçalarına köpeklerle berâber üşüşür ben de nasîbimi alırdım.

Yaz mevsiminde bütün azığım buydu. Kış olunca şöyle yaptım. Evimin etrâfında çok saz yetişiyordu. Onun kökünün beyazını ve tâzesini alarak yerdim. Kurumuşlarını veya yaşlarını atardım. Azığım buydu.

Bir gün hatırıma; "Ey Ebü'l-Hayr! Sen halkın azığına ortak olmadığını zannediyorsun ve tevekkül üzere olduğunu iddiâ ediyorsun." diye geldi. Sonra: "İlâhî! Senin izzetin hakkı için, bundan böyle elimi yerden biten şeylere uzatmayacağım ve onlardan hiçbir şey yemeyeceğim. Sâdece bana ihsânın ile göndereceğin şeyleri yiyeceğim." dedim. Bunun üzerinden on iki gün geçti, namazın farzını, sünnetini ve nâfilelerini edâ ettim. Sonra nâfileleri kılmaktan âciz kaldım. On iki gün de farzı kıldım. Sonra kıyamdan da âciz kaldım. On iki gün de oturarak farzları edâ ettim. Sonra oturmaktan da âciz kaldım. Artık farzları da edâ edemiyordum. Sonra Hak teâlâya sığındım. Gizlice niyâz edip yalvararak; "İlâhî! Benim üzerime farz ettiğin bir hizmetten geri kaldım. Kefil olduğun rızkımı göndermeni beklerim; o rızkı bana ihsân et." dedim. O zaman önümde iki sofra belirdi. O sofralar her gece bana gelir oldu.

Bir gün meyvelerinin bâzısı yeşil, bâzısı kızarmış bir ağaç gördüm. Üzerine çiğ düştüğü için parıldıyordu. Çok hoşuma gitti. Bunlar bana ettiğim yemini unutturdular. Elimi uzattım ve yemişlerden topladım. Bâzıları ağzımda, bâzıları elimde iken yeminimi hatırlattılar. Elimde olanları serptim, ağzımda olanları tükürdüm. Kendi kendime, mihnet ve belâ vakti erişti dedim. Harbemi ve kalkanımı uzağa attım. Bir yerde oturdum, elimi şakağıma dayadım. Daha tam karar tutmamış iken bir bölük atlı ve yaya gelip etrâfımı sardılar. Sonra beni alıp deniz kenarına götürdüler. Orada, oranın emîri (sultânı) atın üstünde duruyordu. Atlılar ve piyâdeler etrâfına toplanmışlardı. Bir topluluk elleri bağlı duruyordu. Beni de emirin önüne getirdiler. Bana; "Kimsin, necisin?" dedi. Ben; "Allahü teâlânın kullarından bir kulum." dedim. Emir, o eli bağlı olanlara; "Bunu tanıyor musunuz?" diye sordu. Onlar, tanımadıklarını söylediler. Emir; "Bu sizin büyüğünüzdür. Kendinizi buna fedâ ediyorsunuz." dedi. Sonra kararını verdi. O cemâatı birer birer götürdüler. Birer el ve birer ayaklarını kestiler. Sıra bana gelince; "İleri gel ve elini uzat." dediler. Elimi uzattım, kestiler. Ayağımı da uzatmamı söylediler. Ayağımı da uzattım. Ellerimi göğe kaldırdım ve; "İlâhî! Elim günah işlemiştir. Ayağım günah işlemedi." dedim. Ansızın onların arasından atın üzerinde duran birisi kendini yere attı; "Siz ne yapıyorsunuz. Göklerin üzerimize yıkılmasını mı istiyorsunuz. Bu Ebü'l-Hayr olup, sâlih kişidir." dedi. O zaman emir atından indi. O kesilmiş elimi yerden kaldırarak öptü. Beni kucaklayarak ağladı. "Hakkını helâl et." dedi. Ben helâl ettim ve; "Bu günah işlemiş bir el idi." dedim. Ondan sonra ağladım."

Başka bir rivâyette ise şöyle anlatılır: Ebü'l-Hayr hazretlerinin eli cüzzam hastalığına tutulmuştu. Tabibler; "Bu elin mutlaka kesilmesi lâzım." dediler. Ama o buna râzı olmadı. Bunun üzerine talebeleri tabiblere; "Namaza durana kadar sabrediniz. Çünkü o namazda iken kendinden geçer ve bunun eleminden haberi olmaz." dediler. Böyle yapıldı. Namazını tamamladığında elini kesilmiş buldu. Bu sebeple Ebü'l-Hayr hazretleri, Akta, eli kesik lakabıyla tanındı.

Ebü'l-Hayr hazretlerini çekemeyenler; "Onun yeri kilisedir." dediler. Bunun üzerine bu sözleri söyleyenleri yalancı çıkarmamak için kiliseye gitti. Kilisenin duvarlarında Îsâ aleyhisselâm ve hazret-i Meryem'in resimleri diye yapılmış tablolar vardı. Hıristiyanlar kendisini kilisede görünce sevinerek hürmet gösterip, etrafını çevirdiler. Ebü'l-Hayr hazretleri duvardaki resimlere bakıp; "Allah'tan başka, beni ve annemi iki mâbud edinin sözünü insanlara sen mi söyledin?" (Mâide sûresi: 116) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Sonra; "Eğer Muhammed aleyhisselâmın dîni hak ise, şu anda şu iki resim secde etsinler." dedi. O anda, duvardaki iki resim yere düştü. Yüzleri kıbleye karşı, secde eder bir hal aldılar. Bu hâli gören ve orada bulunan kırk kadar hıristiyan müslüman oldu.

Bir zaman talebelerine şöyle anlattı: "Sakın Allahü teâlâdan sabır istemeyin. Lütfunu isteyin. Lütuf, sabır acılığını tatmaktan iyidir. Çünkü sabır, bizim gibilere güç gelir." Bundan sonra hazret-i Zekeriyyâ'nın kıssasını anlattı: "Zekeriyyâ aleyhisselâm yahûdîlerden kaçarken, bir ağacın yanından geçti. Ağaç dile gelip, gel yâ Zekeriyyâ dedi. Zekeriyyâ aleyhisselâm ağaca yaklaştı. Ağaç açıldı, içine saklandı. Sonra ağaç, onu arayan düşmanlar geçerken dile gelerek, hazret-i Zekeriyyâ'nın kendi içinde saklı olduğunu söyledi. Birisi gelip ağaca bakınca; "İşteZekeriyyâ buradadır." dedi. Testereyi çıkarıp ağaçla birlikte onu da biçtiler. Testere, hazret-i Zekeriyyâ'nın başına geldiği zaman bir defâ; "Ah!" dedi. Bunun üzerine Hak teâlâ ona; "Bir defâ ah dedin. Eğer ikinci defâ ah deseydin, izzetim ve celâlim hakkı için seni Peygamberlik dîvânından silerdim." diye vahy gönderdi. Zekeriyyâ aleyhisselâm hâline sabretti. Testereyle vücûdunu ikiye böldüler." buyurdu.

Ebü'l-Hüseyin-i Karâfî anlatır: "Ebü'l-Hayr Tinâtî'nin ziyâretine gitmiştim. Ayrılacağım sırada mescidin kapısına kadar gelerek bana; "Biliyorum ki, Ebü'l-Hüseyin bir şey saklamaz. Fakat bu iki elmayı al, berâberinde götür." dedi. Onları alıp yola çıktım. Yolda, o iki elmadan birini çıkarıp yedim. Bir süre sonra ötekini de çıkarıp yemek istedim. Baktım ki, o iki elma olduğu gibi yerinde duruyordu. Musul'a kadar hangi elmayı yedimse hiç eksilmedi. Musul'da aklıma, bu elmalar bende kaldığı süre içinde, Allahü teâlâya tevekkülümün eksik olduğu geldi. Onları çıkardığım sırada, yaşlı bir kimsenin; "Ben elma istiyorum." diye söylendiğini duydum. Bunun üzerine elmaları ona verdim. Sonra kalbimden; "Demek ki o elmaları, Ebü'l-Hayr Tinâtî bu dervişe göndermiş." diye geçirdim. Dönüp o zâtı aradım, fakat bulamadım."

İbn-i Şefik ise şöyle anlatır: "Bir gün, Ebü'l-Hayr Tinâtî hazretlerinin ziyâretine gitmek üzere yola çıkmıştım. Yolda yırtıcı bir hayvanın beklediğini gördüm. Korkarak yanına yaklaştığımda bana; "Ben Ebü'l-Hayr'ın bineğiyim. Sırtıma bin de seni onun yanına götüreyim." dedi. Fakat korktuğum için binmedim ve yaya olarak yoluma devâm ettim. Evinin önüne vardığımda o hayvanı orada gördüm. Huzûruna varınca; "O bizim sözümüzü dinler." buyurdu.

İbrâhim Râkî anlatır: "Ebü'l-Hayr'ın yanına gittim. Arkasında akşam namazını kıldım. Fâtiha-i şerîfeyi yüksek bir sesle, hâfızların okuduğu gibi okuyamadı. Kendi kendime; "Boşuna gelip yorulmuşum." dedim. Daha sonra ihtiyâcımı görmek için dışarı çıktığım sırada, yırtıcı bir hayvan saldırdı. Hemen içeriye kaçtım. Ebü'l-Hayr'a; "Gâlibâ bir arslanın saldırısına uğradım." deyince, o hemen dışarı çıkıp arslana; "Ben sana misâfirlerime dokunma demedim mi?" dedi. Arslan kaçıp gitti. Ben dışarı çıkıp ihtiyâcımı giderip, abdest aldım ve içeriye girdim. Ebü'l-Hayr bana dönerek; "Siz dışınızı düzene koymakla meşgûl olduğunuz için, arslanı görünce korktunuz. Biz ise, kalbimizi düzeltmekle meşgûlüz. Bunun için arslan bizden korkuyor." dedi.

Bir gün, Bağdât'tan yanına bir grup misâfir geldi. Herbiri kendi hâlini ve mânevî üstünlüğünü anlatmak istiyordu. Ebü'l-Hayr bu konuşmalardan sıkıldı ve dışarı çıktı. Biraz sonra içeri bir arslan girdi. Orada bulunanların hepsi korkup, bir köşeye sığındılar ve sustular. Önceki anlattıkları şeyleri unuttular. Ebü'l-Hayr içeriye girdi ve; "Ey kardeşim! Deminki iddiâlarınız nerede kaldı? Demek onların hepsi boşmuş." buyurdu ve arslanı dışarı çıkarıp, onları korkudan kurtardı.

Münâvî hazretleri anlatır: "Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Bana; "Yâ Münâvî! Kim Ebü'l-Hayr'ın yanındaki mescidde iki rekat namaz kılar ve birinci rekatta Fâtiha ve Tebâreke, ikinci rekatta Fâtiha ve Hel'etâ (İnsan) sûrelerini okuyup, sonra da hâceti için duâ etse, Allahü teâlâ bu duâyı kabûl edip, hâcetini giderir." buyurdular.

İnsanları sû-i zan ve gıybetten sakındırır, kendinden misâl verirdi.

"Birisi yanına su ve yolculukta lâzım olacak erzakı, yiyeceği almadan yola çıkmıştı. Hatırımdan; "Şunun hâline bak." diye geçti. Bunun üzerine bana; "Gıybet haramdır." dedi. Onun sözünden bayıldım. Kendime geldiğimde tövbe ettim. O derviş bana bakarak Allahü teâlânın; "Kullarından tövbeyi kabûl eden O'dur. O günahları affeder." (Şûrâ sûresi: 25) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve oradan ayrıldı."

Ebü'l-Hayr-ı Aktâ hazretleri hikmetli sözleriyle insanları irşâd etti, hak yolu gösterdi. Buyurdu ki: "Allahü teâlâyı zikreden, O'ndan bir karşılık beklememelidir. Kim zikrine karşılık Allahü teâlâdan bir şey bekler ve o beklediği şey olursa, karşılığında maddî bir şey aldığı için, zikrin bir mânâsı kalmaz."

Kendisine; "Kalbin îmân ile dolu olmasına alâmet nedir?" diye soruldu. O; "Bütün müslümanlara şefkat etmek, onların dertleri ile dertlenmek, işlerinde onlara yardımcı olmaktır. Nifakla dolu olan kalbin alâmeti; kin, hased ve düşmanlıktır." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-HAYR FÂRÛKÎ


Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi Abdullah olup, babasınınki Şah Muhammed Ömer'dir. Lakabı Muhyiddîn'dir. Çırağ-ı Nebevî ismi ile de meşhurdur. Dedesi, büyük âlim Abdullah-ı Dehlevî'nin halîfesi Ahmed Saîd-i Fârûkî'dir. Ebü'l-Hayr, 1856 (H.1272) senesinde Abdullah-ı Dehlevî Dergâhında doğdu.

Ebü'l-Hayr'ın babası Şah Muhammed Ömer'in çocuğu olmuyordu. Bir gün ağabeyi MuhammedMazhar, babası Ahmed Saîd'in huzûrunda iken; "Kardeşim Şah Muhammed Ömer'in bir çocuğu olması için duâ buyursanız." dedi. Ahmed Saîd-i Fârûkî de; "İnşâallah çocuğu olur. Allahü teâlâ kerîmdir ve kâdirdir. Dilerse bir çocuk ihsân eder." buyurdu. Sonra Ahmed Saîd-i Fârûkî'nin tasavvur ve himmeti ile Muhammed Ömer'in evlenmesinden on sene sonra bir oğlu dünyâya geldi. Dedesi ona Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin lakabı olan Muhyiddîn lakabını, Abdullah ismini ve hayırlı bir insan olması dileğiyle Ebü'l-Hayr künyesini verdi.

Onun doğumu ile ilgili olarak şöyle bir şiir yazılmıştır:

"Ebü'l-Hayr, Saîd ve Ömer'in servi bahçelerinde, şerrin kökünü kazıyıcı hep hayır söyleyicidir. O, Allah ve Resûlünü sever. Resûlullah'ın hak saçan yolunun fedâisidir. Onun gönlü tevhid ile öyle doludur ki, başkası onda yer bulamaz. Onun gönlü hep Allahü teâlâyı anmakla meşgûldür. Eğer onun lütuf gözü, nazarı erip olgunlaşmamış bir tâlibe düşse onu asrın kâmili yapar."

Ebü'l-Hayr henüz iki yaşına geldiği sırada İngilizler Delhi'yi işgâl etti. Bunun üzerine dedesi Ahmed Saîd-i Fârûkî, talebeleri ile Medîne-i münevvereye hicret etti. Ahmed Saîd hazretleri, torunu Ebü'l-Hayr'ı çok severdi. Ekseriyetle onun ile berâber Mescid-i Nebîye giderdi. Küçük bir çocuk iken dedesinin feyz ve bereketinden istifâde etmeye başladı. Bir gün Ahmed Saîd-i Fârûkî, talebeleri ile sohbet ediyordu. Torunu Ebü'l-Hayr da yanında idi. Mecliste bulunanlardan birisi; "Efendim! Sizden sonra muhterem çocuklarınızdan hangisi yerinize geçecek?" diye suâl etti. Ahmed Saîd hazretleri; "Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile üç oğlum da Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Üçü de âlim, veliyy-i kâmil ve takvâ sâhibidir. Nakşibendiyye yolunda nihâyete kavuşmuş, hilâfet almışlardır. Bizim yerimize geçmeye üçü de lâyıktırlar. Fakat benden sonra halîfem bu mübârek çocuk olacaktır." buyurarak ellerini Ebü'l-Hayr Fârûkî'nin başına koydu. Beş yaşına girince, babası, Ebü'l-Hayr'ı elinden tutup Ahmed-i Saîd-i Fârûkî'nin huzûruna götürdü ve ona bîat ettirdi. Böylece küçük yaşta dedesine talebe olmakla şereflendi. Ahmed-i Saîd-i Fârûkî hazretleri bu olaydan kısa bir süre sonra 1860 senesinde vefât etti. Dedesinin vefâtından sonra babası ayrılık acısına dayanamayıp, âilesi ile birlikte Mekke-i Mükerremeye gitti. Ebü'l-Hayr dokuz yaşına geldiğinde Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. On bir yaşına geldiğinde nahv ilminden İbn-i Hâcib'in Kâfiye kitabını, on üç yaşında Hâfız Abdullah Darirî'den sarf ilmine dâir olan Şâfiiyye kitabını okudu. Ebü'l-Hayr hazretleri Delâil-i Hayrât'ın başına şu tavsiyeleri yazdı:

"Havanın ağarmaya başlamasından bir saat önce olan teheccüt, seher vaktinde uyanık olup, birkaç rekat namaz kılmalıdır. Sonra bir müddet Allahü teâlâyı zikretmeli, havanın ağarmaya başladığı vakitte ise sabah namazını kılmalıdır. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sini, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu Ulûmiddîn'ini, Molla Câmî'nin Nefehât'ını ve İmâm-ı Birgivî'nin Tarîkat-ı Muhammediye'sini mütâlaa etmelidir. Yemek yedikten sonra bir müddet kaylule yapmalıdır. Sonra bir mikdâr zikirle meşgul olmalı ve her gün en az altı sahife Kur'ân-ı kerîm okumalıdır. Her talebe planlı ve proğramlı bir şekilde bu işleri zevkle yerine getirmelidir."

Ebü'l-Hayr, on beş yaşına gelince Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ve amcalarını ziyâret için Medîne'ye gitti. Bu ziyâreti sırasında amcasından hadîs ilminde icâzet, diploma aldı. Böylece ilim tahsîlini tamamladıktan sonra 1888 senesinde Hindistan'a dönerek Dehli'deki Abdullah-ı Dehlevî dergâhına yerleşti. Dergahın tâmir işlerini tamamladıktan sonra birkaç sene dergâhtan dışarı çıkmadı. Sonra insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya başladı.

Ebü'l-Hayr Fârûkî, hediye kabûl etmekte ihtiyatlı idi. Haram işleyen ve îtikâdı bozuk kimselerden hediye kabûl etmezdi. Aldığı hediyeleri evinde husûsî bir köşeye bırakırdı. Eğer kalbinde bir sıkıntı, bulanıklık meydana gelirse, ertesi gün o hediyeyi getiren şahsa iâde ederdi. Sevenlerinden Afganlı bir zât, bir mikdâr yağ getirmişti. Ertesi gün yağı geri gönderdi ve; "Bana bu yağdan haram kokusu geliyor." buyurdu. O şahıs hayret içinde kaldı. Koyunları helâl para ile satın almış, hanımı da yağı kendi eliyle çekmişti. Evine dönünce yağın durumunu araştırdı. Koyunlarından bâzısı bir ara başkalarının arâzisine giderek orada otlamış. Yağdaki haramlık kokusunun buradan geldiğini anladı.

Mevlevî Bereketullah ilk talebelerinden idi. Bir gün Ebü'l-Hayr'ın huzûruna gelip, bir mikdâr para hediye etti. Bir iki gün dergâhta kaldıktan sonra, memleketine geri döndü. Ebü'l-Hayr arkasından şöyle bir mektup yazdı:

"Sizin dönmek üzere izin aldığınız gün ikindiden sonra kalbime hakkınızda bir lütufsuzluk, hoşnutsuzluk vâsıl oldu. Hemen sizi aradık, fakat gitmişsiniz. Hediyeniz geri gönderildi. Çünkü sizin hâliniz şüphelidir. Eğer durumunuz iyi olsa idi, kalbimde size karşı hoşnutsuzluk meydana gelmezdi. Biz her şahsın hediyesini almadığımız gibi, herkes de bizden nasîbdâr olamaz. Size düşen tövbe etmenizdir."

Allahü teâlâ Ebü'l-Hayr hazretlerinin bütün işlerini ve vakitlerini güzel hoş eylemişti. Mişkat kitabında geçen bir hadîs-i kudsîde; "Ey Âdemoğlu! Kendini bana ibâdete ver. Böyle yaparsan gönlünü zenginlik ile doldurur, ihtiyâcını gideririm. Eğer böyle yapmazsan elini meşgûliyetle doldururum. İhtiyâcını gidermem." buyrulmaktadır. Ebü'l-Hayr hazretlerinin bu hadîs-i kudsîye uygun şekilde Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile gönlü mâsivâdan, dünyâ düşüncelerinden temizlenmişti. Onların her ânı böyle saf ve temiz idi. Kalbi her an Allahü teâlâyı zikrederdi.

Ebü'l-Hayr'ın birkaç sene dergâhtan dışarı çıkmamaları yüzünden sıhhatlerinde bozukluk görüldü. Bunun üzerine sevenlerinden bir zât dışarı çıkıp, biraz gezinmelerini tavsiye etti. O günden îtibâren böyle dolaşmaya başladı. Ekseri yanlarında iki kişi bulunurdu. Bunlardan birisi Hâfız Münîrüddîn diğeri Mevlevî Abdüssübhân idi. Hâfız Münîrüddîn devamlı Kur'ân-ı kerîm okurdu. Ebü'l-Hayr okunan âyet-i kerîmelerin tefsîrini yaptığı zaman, Mevlevî Abdüssübhân çok lezzet alırdı. Bir gün Hâfız Münîrüddîn, Lut kavmi ile alâkalı olan âyet-i kerîmeleri okudu. Ebü'l-Hayr bu âyet-i kerîmeleri öyle açıkladı ki, Allah korkusundan Mevlevî Abdüssübhân'ın gözlerinden yaşlar aktı.

Ebü'l-Hayr hazretlerinin bâtını, iç dünyâsı Allahü teâlânın aşkı ile yanardı. Bâzan bu aşk dışına da vurur ve görenler vücûdundan buhar çıkıyor zannederlerdi. Yazın sıcak günlerinin harâreti de eklenince, onun ince ve zayıf vücudu bu harârete dayanamaz ve hastalanırdı. Sevenlerinden Hakim Abdülhakîm bir yaz mevsiminde kendilerine serin bir yere gitmelerinin iyi olacağını bildirdi. Bunun için Belücistan'da Kuita'nın uygun olduğunu arzetti. BurasıEbü'l-Hayr hazretleri için yeni bir yerdi. Tanıdık kimsesi yoktu. 1900 senesi başlarında çoluk çocukları ile berâber Kuita'ya gidip orada bir ev kiraladılar. Berâberinde yalnız Hindli bir hizmetçi vardı. Ebü'l-Hayr hazretleri ne Afgan ne de Beluci dillerini biliyordu. Buna rağmen Allahü teâlâ oradaki insanların kalplerini ona meylettirdi. Onu herkese sevdirdi. Nitekim Mişkât kitabında Sahîh-i Müslim'den alınan bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi: "Şüphesiz Allahü teâlâ bir kulundan râzı olup, onu sevdiğinde, Cebrâil aleyhisselâmı çağırır ve ona buyurur ki: Ben falan kulumu seviyorum sen de onu sev. Cebrâil aleyhisselâm onu sever. Sonra semâda seslenip der ki: Allahü teâlâ falan kulu seviyor, siz de onu sevin. Semâdakiler onu sever. Sonra onun sevgisi yerdekilerin gönüllerinde yerleşir."

Nitekim Ebü'l-Hayr hazretleri Kuita bölgesine gittiği zaman buradaki âlimler, sâlihler onun sohbetine koştular. Devrin âlimlerinden olan Mîr Hasan Sâhibzâde, Kuita'ya uzak bir yerde oturuyordu. Küçük oğlu Seyyid Abdülhalîm'i çağırıp; "Mübârek bir zâtın "Dehli'den teşrif ettiğini duyduk. Kuita'ya git. Onun ahvâlini, durumunu öğrenip bize haber getir." dedi. Abdülhalîm Kuita'ya gelip Ebü'l-Hayr'ı ve hallerini sordu. Yakınlarından da onun hakkında bilgi aldı. Dönüp babasına şöyle anlattı: "O zât, iyi bir âlim ve Kur'ân-ı kerîm hâfızıdır. Herkesle görüşmüyor. Kendini açıkça günâh işleyenlerden uzak tutuyor. Kimse hakkında kötü konuşmuyor. Yolda yürürken ayaklarına bakarak yürüyor. Onun meclisi ilim meclisi olup, yalnız ilimden konuşuluyor. Talebelerini uygun olmayan şeylerden men ediyor." Bunları dinleyen Mîr Hasan Sâhibzâde; "Ey oğlum! Anlattığına göre o zât muhakkak Allahü teâlânın velîlerindendir. Onların huzûruna varmak saâdettir." dedi. Daha sonra Ebü'l-Hayr'ı ziyâret etmek için Kuita'ya gitti ve sohbetlerinde bulundu.

Ebü'l-Hayr hazretleri çok sevdiği Kuita'da 1910 yılında bir ev satın aldı. 1911'de Kuita'dan Dehli'ye geldi. 1915'te ise çoluk çocuğu ile birlikte Rampur'a gitti. Rampur'da çok güzel bir bahçe vardı. Şeyh hazretleri bâzan ferahlamak ve dolaşmak için oraya giderlerdi. Yolda giderken her gün okudukları zikir kelimelerini ve esmâ-i hüsnâyı söylerlerdi. Genellikle içlerinden okudukları halde bâzan da yanındakilerin duyacağı kadar yüksek sesle okurlardı. Bir gün yine böyle yüksek sesle zikrederek giderken kendilerinden mânevî bir hal meydana geldi. Yolda kimse yoktu. Karanlık bir gece idi. Etrafta derin bir sessizlik vardı. Bir anda Ebü'l-Hayr hazretleri buyurdular ki: "Ey ağaçlar! Ey kırık dökük taşlar! Ey yer! Yarın kıyâmet gününde bir kul bu yolda Allahü teâlâyı zikrederek, anarak giderdi diye şâhitlik ediniz." dedi. Bu esnâda gözlerinden yaşlar geliyordu.

Molla Tayyib, Ebü'l-Hayr Efendinin talebelerinden idi. Ebü'l-Hayr, onun Kur'ân-ı kerîm okumasını çok beğenirdi. Bir gün sohbet esnâsında Ebü'l-Hayr Efendi; "Acabâ Molla Tayyib vefât mı etti?" dedi. Orada bulunanlar o gün ve târihi yazdılar. Birkaç gün sonra Molla Tayyib'in vefât haberi geldi. Araştırdıklarında Molla Tayyib'in, Ebü'l-Hayr Efendinin; "Acabâ Molla Tayyib vefât mı etti?" buyurduğu gün vefât ettiği öğrenildi.

Ebü'l-Hayr Efendi bir gün dergâhda oturmuştu. Yanında bâzı talebeleri vardı. Bu sırada gökyüzüne baktı ve; "Melekler sâlih birisini götürüyorlar." buyurdu. Oradaki talebelerinden birisi kimin vefât ettiğini araştırdığında, yüzücü bir pehlivanın vefât ettiğini öğrendi. Gerçi o şahıs sâlih ve gönül ehli birisi değildi. Ancak, Şâh Cihân kalesinin yanındaki nehir taştığı zaman yüzlerce insanı boğulmaktan kurtarmıştı.

Hâfız Fazlurrahmân, Pâniputlu idi. Kur'ân-ı kerîmi gâyet güzel okurdu. Ebü'l-Hayr sohbetlerinde Kur'ân-ı kerîmi ona okuturdu. Bir gün Ebü'l-Hayr Efendi bir yere gitmişti. Orada birisi Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Fakat tecvide vâkıf olmadığından doğru okumuyordu. Bunun üzerine Ebü'l-Hayr Fârûkî onu Kur'ân-ı kerîm okumaktan men etti ve Hâfız Fazlurrahmân'a seslendi. Fazlurrahmân o sırada bir işi için Pânipût'a gitmişti. İşini bitirmiş, dinlenmek için bir yerde otururken uyuya kalmıştı. Uykuda Ebü'l-Hayr Fârûkî'nin sesini işitti. Hemen kalkıp Dehli'ye doğru yola çıktı. Akşamdan sonra Dehli'ye vardı. Durumu arkadaşlarına anlatınca, onlar da; "Gündüz hocamız sana seslenmişti." dediler.

Ebü'l-Hayr Fârûkî, talebelerinin ahlâkını güzelleştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları benlik ve ucub, kendini beğenme girdâbından çekerdi. Buyururdu ki: "Kötü ahlâk yok olmadıkça kalp kemâle gelmez."

Fadl Ömer Dehlevî, Ebü'l-Hayr Fârûkî'nin Hindistan'daki en yakınlarından ve hâlis bağlılarından idi. Fadl Ömer vefât ettiği sırada Ebü'l-Hayr Efendi Kuita'da idi. Dehli'ye döndüklerinde hemen Fadl Ömer'in kabrini ziyârete gitti. Beraberinde sevenleri ve Fadl Ömer'in akrabâları da vardı. Ebü'l-Hayr Fârûkî kabrin başında Fâtiha okuduktan sonra orada bulunanlara; "Bakınız! Fadl Ömer'in kabrinde bulunan toprağın her zerresi Allahü teâlâyı zikretmekte." buyurdular.

Ebü'l-Hayr Fârûkî'yi sevenlerden birisinin çocuğu olmuyordu. Muhaccer-i Mübârek denilen yerde bulunduğu esnâda kalbinden; "Ebü'l-Hayr hazretleri duâ buyursalar da bir çocuğum olsa, murâdıma kavuşsam." diye geçti. O anda karşısında Ebü'l-Hayr Fârûkî'yi gördü. Yanına yaklaşıp; "Niçin Ecmir'e gidip, Muînüddîn-i Çeştî'nin kabrini ziyâret edip duâ etmiyorsun?" dedi. O zât, Muînüddîn-i Çeştî'nin kabrini ziyâret edip duâ etti. Allahü teâlâ o büyük zâtın hürmetine duâsını kabûl ederek, bir çocuk ihsân etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜSSÜ'ÛD EBÜ'L-AŞÂİR EL-BÂZİNÎ



Mısır'ın büyük velîlerinden. Babasının ismi Şâbân, dedesinin ismi ise Tayyib'dir. Künyesi Ebüssü'ûd olup, asıl ismi kaynaklarda zikredilmemektedir. Bâzin denilen yerde doğduğu için "Bâzinî" nisbeti ile tanınırdı. Ayrıca el-Irâkî el-Mısrî nisbetleri de vardır. Bâzin, Irak ile Cezîre arasında bir beldenin adıdır. Buraya Vâsıt da denir. Dedesi buralı olup, kendisi Mısır'a yerleşti. Birçok kimse kendisinin sohbetlerine devâm edip yetişti. 1246 (H.644) senesi Şevvâl ayının dokuzuncu günü Kâhire'de vefât etti. Aynı gün Maktam Dağının eteğine defnedildi.

Mısır'ın büyük âlimleri ve evliyâsı arasında yer alan Ebüssü'ûd el-Bâzinî hazretleri, küçük yaşta kerâmetleri görülen bir zâttı. Öyle ki, daha beşikte iken oruç tutardı. Ramazan ayında gündüzleri, imsaktan (sahurdan) iftâr vaktine kadar hiçbir şey yiyip içmez, ana sütü emmezdi.

Zamânın devlet başkanı olan halîfe bile kendisini sık sık ziyârete gelir, sohbetlerinden istifâde ederdi. İmâm-ı Şârânî'nin hocalarından Dâvûd-i Magribî, Şerâfeddîn, Hızır-ül-Kürdî ve sayısı belli olmayan daha nice âlimler, kendisinden istifâde etmek, ilim öğrenip feyz almak için sohbetine devâm ederlerdi.

Her hâlinde İslâmiyete tam bir bağlılığı vardı. Kibir ve riyâdan çok sakınırdı. Birçok kimsenin kendisini ziyârete gelmesi, ondan ilim öğrenip feyz almaya çalışması, onun hâlinde hiçbir değişiklik yapmazdı. Dâimâ tevâzu üzere olup, herkese karşı alçak gönüllüydü. Çok îtibâr görmesi ve sevilmesi gibi olan bu hâllerinden nefsinin haz duymamasına, gurûr ve kibire kapılmamasına çok gayret gösterirdi. Hiç kimsede görülmeyen hâllerinden birisi de şöyleydi: Ayakkabılarını çıkaracağı zaman, kendisinde bir inilti duyulurdu. Bu, daha ziyâde sohbet yapacağı zamanlarda olurdu. Sebebini sordular. Şöyle anlattı: "İnsanlarla sohbet ederken, kibre kapılmaktan çok korkuyorum. Bu kibirden korunmak için, ayakkabıyı çıkartırken, nefsten de soyunuyorum." Yâni; "Nefsimin hevâsına, arzularına kapılmamak için onunla mücâhede etmeye, onun isteklerine boyun eğmemeye çalışıyorum. Bundan dolayı bende inilti duyuluyor." demek istedi.

Bir vâzında, güzel ahlâkın ve kötü huyların menşeini, kaynağını şöyle anlattı:

"Bütün güzel huylar kalbden, kötü huyların tamâmı ise nefsten doğar. İyi huylu olmak istediğini söyleyen doğru sözlü bir kimse, hemen nefsini tezkiye edip, dînin emir ve yasaklarına itâat eder bir hâle getirmeli, kalbini de tasfiye ile, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisini ondan çıkarmalı, bütün günahlar ve kötü düşüncelerden temizlemelidir. Tâ ki böylece, kötü huylar, güzel ahlâka çevrilmiş olsun. Kötü huylar gidip, yerini iyi huylar alınca, kalbden şek ve şüphe kalkıp, yerini tasdîk alır. Şirk yok olur. Gizli ve âşikâr Allaha ortak koşulmaz. Kalpte ve bütün âzâlarda Allahü teâlânın tevhîdi yâni O'nu, eşi ve benzeri bulunmayan tek bir varlık olarak tanımak hâsıl olur. Dilde ve kalpteki çekişme duygusu yok olup, Hakka teslimiyet meydana gelir. Başa gelene ve emredilene kızıp îtirâz etmek şöyle dursun, tam teslimiyet hâli hâsıl olup, cenâb-ı Hakkın takdîr ettiği her şeye râzı olunur. Her iş, Allahü teâlâya ısmarlanır. Gaflet sona erer, cenâb-ı Hakka yakınlık ve her ân O'nunla olmak düşüncesi hâsıl olur. Tefrikadan kurtulup, cemiyyete, yâni Allahü teâlânın dostları ile bir ve berâber olmaya çalışılır. Tabiatındaki sertlikler, kabalıklar, kırıcı ve incitici davranışlar yok olup, onların yerini yumuşaklık, latîfeler ile güzellikler ve tatlılıklar alır.

Kalb temizlenip, nefs doğru yola girince, insanın her hâli değişir. Artık kimsenin ayıpları görülmez olur. Gözler, insanların hep iyi hâllerini görür. Onlara karşı kalbde bulunan katılık, acıma duygusu, şefkat ve merhamete dönüşür. Kin, hased gibi düşmanlıklar terkedilip onlara nasîhat etmek, hep iyilik yapmak duyguları ortaya çıkar. İnsanlar arasında düşmanlıklar tamâmen ortadan kalkıp, herkes birbirine nasîhat etmeye başlar. Güzel ve tatlı nasîhatlerle, insanlar birbirini doğru yola çağırırlar. Artık bundan sonra, cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşmak isteyen bir kimsede, nazlanmak kalmaz, korku başlar. Bu korku ondaki hâllerin iyiliğe çevrilmesi sebebiyledir. Kendisinde iyi hâllerin meydana çıktığı kimse, kusûrunu bildiği ve aczini anladığı için korkar ve kusurlarının hesâba sığmayacak kadar çok olduğunu bilir. Allahü teâlânın kendi üzerindeki hakkını, hiçbir zaman ödeyemeyeceğini, kendisine nasîb edilen sayısız nîmetlerin, hayırlı işlerin şükrünü yapmaktan âciz olduğunu anlar. İşte bu anlayışa erişen kimse, Allahü teâlâya hakkı ile kulluk etmeye başlar. Kalbinde tam bir tevhîd hâsıl olur. Gönlündeki mâbûdlar teker teker yıkılıp gider. Hâlleri ve yaşayışı güzelleşir. Cennet'tekilerin yaşayışı gibi, hep Allahü teâlâ ile berâber olarak yaşar. Daha dünyâda iken, Cennet hayâtı yaşamaya başlar. Buraya kadar sayılan bu güzel huyların hepsi, peygamberlerin, sıddîkların, evliyânın, sâlih kulların, ilmiyle amel eden âlimlerin ahlâkıdır."

Talebelerine sık sık şöyle buyururdu:

"Allahü teâlânın rızâsını kazanmak isteyen bir tâlib için, işlerini sağlam temel üzerine kuracağı dört esas vardır: 1- Dili, tam bir gönül huzûru içinde Allahü teâlâyı zikirle meşgûl etmek, 2- Kalbi, dâimâ Allahü teâlâyı murâkabe hâlinde bulundurmak, 3- Nefsin günah olan arzularına karşı, Allahü teâlânın rızâsını düşünerek muhâlefet etmek, 4- Allahü teâlâya tam kulluk edebilmek için helâl lokma yemek. Helâl lokma ile kalp; saf, berrâk bir hâle gelir."

Dostlarından birisine yazdığı uzun bir mektubunun tercümesi şöyledir:

"Ey kardeşim! Allahü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi, senin üzerine olsun! Ey dostum, benden sana duâ etmemi istemişsin. Evet, doğru ve haklı bir istek!Fakat bu kulun, duâsı kabûl olmaktan yana ümîdi azdır. Fakat böyle olsa da, arzunuza uyarak duâ etmem gerekiyor.

Ey kardeşim! Allahü teâlâ, kendi zikrini sana ilhâm etsin. Nîmetlerine karşı şükretmeni nasîb eylesin. Senin kalbine, O'nun kaderine karşı râzı olmayı yerleştirsin. Seni, yardımından ve sevgisinden mahrum bırakmasın. Nefsinin kötülüklerine karşı, senin vekîlin olsun. Yarattıklarından herhangi birine seni muhtaç bırakmasın. Seni, sözünde ve işinde doğru olanlardan ve ahdine vefâ gösterenlerden eylesin. Allahü teâlâ seni, zâtını sadâkat ve edeb ile taleb edenlerden eylesin. Resûlünü de tasdîk edip, sünnetine uymak isteyenlerden yapsın. İyi amelleri işleyerek, herkesin eziyetine katlanıp kimseye eziyet etmeden âhireti taleb edenlerle birlikte bulundursun. Senin için cenâb-ı Hak'tan dileğim, seni dâimâ zikri ile meşgûl eylemesidir. Kalbinde kendi korkusunu bulundurup titreyenlerden eylesin. İhlâs sâhibi olup, kendi rızâsını düşünerek amel edenlerden kılsın. Zâtının birliğini tasdîk edenlerden eylesin. Hak teâlâyı nefslerine üstün ve vazifelerini, nefsinin haklarından önde tutanlardan eylesin. Çünkü böyle kimseler, kalblerini kin, hased ve her türlü kötü huylardan temizlemişlerdir. Onların kalblerinde, Allah'tan başkasına yer yoktur. Onların, Rablerinden tek talebi, O'nun râzı olduğu dîni üzere bulunmaktır. Bu kimseler, şahsî arzuları için herhangi birşey tercih etmezler. Onlar, kendilerinin sebeb olduğu bir sıkıntıya kimsenin düşmesini istemezler ve hiçbir şeyi kendilerine tahsis etmezler.

Rablerinden, başka şeyler için istekte bulunmazlar. Ona kavuşmaktan başka şeye sevinmezler. Dünyâ olarak kaybettiği hiçbir şeye üzülmezler. Sonra bu kimseler, bütün ümmet-i Muhammed'e karşı şefkat ve merhamet doludurlar. Onlara dâimâ yumuşak davranırlar. Hiç kimseyi incitmezler, kırmazlar. Onlar, bu ümmetten olan herkese nasîhat ederler. Hiç kimseyi ayıplamazlar. Kendilerine bir şey sorulunca, sorana bildikleri kadarını öğretirler ve hiç kınamazlar. Bir ayıbından ötürü kimseye kızmazlar. Müslümanların ayıplarını dâimâ örtücüdürler. Bütün hareketlerinde ve duruşlarında Allahü teâlânın emir ve yasaklarına tâbidirler. Dâimâ O'nun rızâsını gözetirler. Bunların gazâba geldiği, öfkelendiği olursa, bu hal, kin ve hasedlerinden değildir. Öfkelenmelerinde, kötü bir temennîleri, arzuları yoktur. Nefslerinin hevâsına, arzusuna uymaksızın, sâdece Allahın rızâsını düşünerek kızarlar. Bunlar, dîn-i İslâmın emrettiği şeyden başkasını kimseye emretmezler. Güçleri yettiğince her işlerini emr-i ilâhiyyeye uygun yaparlar. Allah yolunda bulunurlarken, kimsenin ayıplamasından korkmazlar. Öyle ki, bir zâlimin zulmünü gördükleri zaman, Allah rızâsı için o zâlime ve yaptığı zulme kızarlar. Aslâ zâlimin hatırını düşünüp ona tâzim ve hürmette bulunmazlar. Zâlimin mevkii ne olursa olsun böyledir. Allahü teâlâdan, zâlimleri acze düşürüp zulüm yapmamaları, bundan tövbe etmeleri ve tövbelerini kabûl buyurması için duâ ve niyâzda bulunurlar. Bu büyük insanlar, Allahü teâlânın gönderdiği kitaba, (yâni Kur'ân-ı kerîme) ve Peygamber efendimizin sözlerine uymayı tavsiye ve telkinde bulunurlar. Onların dünyâya düşkünlükleri yoktur. Zühd ve takvâ üzeredirler. Halka el açmazlar. Bütün varlıklarıyla Allah'a yönelmişlerdir. Onlar, ancak Allahü teâlânın râzı olduğu ve güzel gördüğü şeylere bakarlar ve aslâ nefslerinin hoşlandığı ve Rablerinin gazablandığı şeylere dönüp bakmazlar. Allahü teâlâ, seni de bunların zümresine ilhâk buyursun!
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EDEBÂLÎ (Üdebâlî)



Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimi. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocası. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecik'te vefât etti.

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına gitti. Hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Bir rivâyette Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin sohbetleri ile kemâle geldi. Bu esnâda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu'da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadolu'ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu.

Ertuğrul Gâzi bir gece ulemâdan bir kimseye misâfir oldu. Sohbet esnâsındaErtuğrul Gâzi, yüksekçe bir yerde duran kitabı göstererek ne olduğunu sordu. Ev sâhibi; "Bu kitap Allahü azîmüşşân hazretlerinin Resûl-i ekremine indirdikleriKur'ân-ı kerîmdir." cevâbını aldı. Sonra ev sâhibi uyumak için gittiğinde, Ertuğrul Gâzi mushafın bulunduğu odada sabaha kadar mushaf-ı şerîfin huzûrunda hürmet ve tâzim ile ayakta durdu. Fakat sabaha karşı bir ara dayanamayıp uykuya daldı. Bu sırada rüyâda kendisine; "Sen benim kelâmıma hürmet ve tâzimde bulundun, ben de senin evlâdına kıyâmet gününe kadar dâim olacak bir ulu devlet ihsân eyledim." diye hitâb olunduğunu işitti.

Diğer taraftan Ertuğrul Gâzi zaman zamanKonya'ya gelir ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini de ziyâret ederdi. Bir gelişinde henüz küçük yaşta olan Osman Gâziyi de berâberinde Mevlânâ'ya getirip hayır duâlarını ricâ etti. O sırada Selçuklu Sultanı bulunan kimsenin, Kalenderî tarîkatinden olan bir şahsa bağlandığını işiten hazret-i Mevlânâ; "Hoş şimdi hükümdâr kendine bir baba bulduysa, biz de kendimize bir oğul bulduk." diyerek küçük Osman'ın elinden tuttu ve hayır duâlar eyledi.

Bu hususta üçüncü büyük müjde ise, Osman Gâzi ile Şeyh Edebâlî hazretleri arasında cereyân etti. Edebâlî hazretleri Konya'dan gelerek cihâd sınırının en uç bölgesi olan Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde yerleşmişti. Burada tâliplerine ilim öğretmek, insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Dînî meselelerde herkes ona mürâcaat eder, dünyâ ve devlet işlerini ona danışırdı. İslâm dünyâsında eskiden beri mevcûd olan "Fütüvvet ehli" ve Anadolu'da mühim bir yer tutan "Ahîler" ile irtibâtı vardı. Ayrıca Ertuğrul Beyin oğlu Osman Bey de bu büyük âlimi sık sık ziyârete gider, ilim ve feyzinden istifâde ederdi. Edebâlî hazretlerinin kendi parasıyla yaptırıp talebelerine ders verdiği Bilecik'teki zâviyesini ziyâretlerinden birinde, Osman Bey bir rüyâ gördü. Rüyâsını hocası Edebâlî hazretlerine anlattı. Osman Beyin rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuk altından çıkan bir nûr, gelip Osman Beyin göğsüne girdi. O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından bir ağaç peydâ oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladığı sırada, Osman Bey uyandı. Edebâlî hazretleri, Osman Beyin böyle bir rüyâ görmesine çok sevindi. Onun yapacağı büyük hizmetlerde, kendisinin de nasîbi olmasına çok şükretti. Osman Beyin bu güzel rüyâsını şöyle tâbir etti: "Oğul sen, Ertuğrul Gâzi oğlu Osman, babandan sonra "Bey" olacaksın, kızım Mâl Hâtunla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin asîl ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek. Onlar, nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahü teâlâ, nice insanın huzur ve saâdete kavuşmasına, dîn-i İslâmla şereflenmesine senin neslini vesîle edecek." dedi. Osman Beyi tebrik etti. gözünün nûru kızını, bu mübârek insana nikâh etti.

Osman Beyin, Mâl Hâtunla izdivâcından Orhan Bey dünyâya geldi.Edebâlî hazretleri, dâmâdı tarafından kurulan Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. Sultan Osman Gâzinin hürmet ettiği, her hususta istişâre edip danıştığı en yakın yardımcılarından oldu.

Osman Gâzi, Yenişehir'i aldıktan sonra memleketi beş idârî bölgeye ayırdı. Karacahisar'ı oğlu Orhan Beye, Subaşılığını da kardeşi Gündüz'e verdi. Yarhisar'ı Hasan Alp'a, İnegöl'ü Turgut Alp'a verdi. Kaynatası Edebâlî'ye Bilecik gelirini timar verdi. Hanımını babası ile Bilecik'te bıraktı. Kendisi Yenişehir'e giderek yanındaki gâzilere evler yaptı.

Şeyh Edebâlî, Bilecik'te fıkıh, tefsîr ve hadîs ilimleri üzerinde dersler verdi. Bu sûretle son günlerini Bilecik'te geçiren Edebâlî hazretleri 120 yaşlarında iken 1326 (H.726) yılında vefât etti. Cenâzesi, yıllarca huzur saçarak insanlara saâdet yolunu gösterdiği zâviyenin yanına defnedildi. Eskişehir'de Odunpazarı üstündeki kabristanda da bir makâmı vardır. Yerine kendi talebesi Dursun Fakih geçip, ders verdi.

Edebâlî hazretlerinin Rahmet-i Rahmâna kavuşmasından bir ay kadar sonra Mâl Hâtun, dört ay sonra da Osman Gâzi vefât ettiler. Edebâlî hazretlerinin feyz ve bereketleri, yol göstermesi ile altı asırdan fazla devâm edecek olan cihan devletinin temellerini atan Osman Gâzi, âlimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini de belirttiği vasiyetnâmesinde kendisinden sonra gelecek oğluna dolayısıyla evlâtlarına şunları vasiyet etti:

"Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemeyesin! Bilmediğini, dînimizin ulemâsından sorup anlayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şerîat işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, dînimizin âlimlerinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah'ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum." Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye candan sarıldı. Bu vasiyetnâme, devletin altı yüz sene hiç değişmeyen anayasası oldu.

Altı asır, insanlara huzur ve saâdet, onların eli, onların yardımı ile dağıtıldı. Allahü teâlâ, o büyük devleti bu mübârek insanlara nasîb etti.

ASIL ÖLÜM...

Edebâlî hazretlerinin vefâtlarına yakın talebelerine vasiyet mâhiyetinde söylediği sözlerden bâzıları şunlardır:

"Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır."

"Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz, ödünç aldığınızı fazlası ile iâde ediniz, Kur'ân-ı kerîmi güçlü olmak için okuyunuz, bağınızı bahçenizi viran bırakmayınız, Peygamber efendimizi çok iyi tanıyınız. Hadîs ezberleyiniz, bildiklerini öğretenler unutulmazlar."

"Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EDHEM BABA



Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Edhem olup, Edhem Baba denmekle şöhret buldu. Annesi Güneş Hanım olup, babası evliyânın büyüklerinden Müştâk Kâdirî hazretleridir. 1804 (H.1219) senesi Bitlis'te doğdu. 1886 (H. 1304) senesinde bir Cumâ günüİstanbul'da vefât etti. Cenâze namazıFâtih Câmiinde kılınıp Edirnekapı kabristanlığına götürülürken Kabakulak Dergâhı bahçesine defnedildi. Kabakulak Dergâhı Karagümrük'te Vatan Caddesi yönünde iki yüz metre içeride Kabakulak sokaktadır.

Edhem Baba âlim bir zât olan amcası Hacı Mahmûd Efendiden okudu. Babası Müştâk-ı Kâdirî hazretlerinden de Kâdirî yolunun edeplerini öğrendi ve mânevî ilimlerde yüksek bir dereceye çıktı. İcâzet, diploma alıp insanlara hak yolun bilgilerini öğretmeye memur edildi.

Edhem Baba önce Bağdât'a gitti. Dedeleri Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i şerîflerini ziyâret etti. Mânevî üstünlüklere kavuştu. Bağdât'ta Nakîb-ül Eşrâftan, seyyid ve şerîflerin işleriyle uğraşan makamdan icâzet, izin aldı. Sonra da seyâhata çıkıp Basra, Hindistan, Horasan'ı dolaştı. Erzurum'a avdet edip, dönüp akrabâlarının yanında bir müddet ikâmet etti.

Edhem Baba hazretleri Bitlis'te evlendi. İki oğlu bir kızı dünyâya geldi. Oğullarının isimleri, SeyyidNecib ve Seyyid Ahmed idi. Her ikisi de ilim ve edepte yükselip Kâdirî yolu büyüklerinden oldular.

Edhem Baba hazretleri Hicaz'a gitmek niyetiyle yola çıktı. İstanbul'a geldiğinde ortaya çıkan bâzı sebeplerle Hicaz'a gidemeyip burada kaldı. O zamanlar yetmiş yedi yaşlarında idi. Bilâhere İstanbul'dan bedel olarak yerine birini gönderdi.

Edhem Baba, İstanbul'da Eğrikapı civârında ikâmet etti. Dünyâ işine hiç rağbeti yoktu. Sultan Abdülmecîd Han zamânında kendilerine "Yurdluk, ocaklık" adıyla maaş tahsîs edilip kadr ve kıymeti bilindi.Edhem Baba bu maaş ile geçindi. Muhterem babalarından kendisine kalan malı, Allahü teâlânın yolunda fakir ve fukarâya dağıttı. Eline para geçtikçe kimsesizlere dağıtmaktan geri durmadı.

Edhem Baba hazretlerinin bir dergâhı yoktu. Sevdiği zâtların dergâhlarına giderek zikreder, vaktini ibâdetle geçirirdi. Yetiştirdiği talebelerinden bazıları şunlardır:

1) Saçlı İbrâhim Efendi, 2) Hoca Rahîm Efendi, 3) Gümüş Baba Dergâhı Şeyhi İbrâhim Efendi, 4) Keşfî Osman Efendi Dergâhı Şeyhi Muhammed Müştâk-ı Kemterî Efendi, 5) Cebbârzâde Süleymân Neyir Beydir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
ELVÂN ÇELEBİ


On dördüncü asırda yaşamış Anadolu velîlerinden ve şâir. İsmi Elvân bin Ali'dir. Babası meşhur şâir, târihçi Âşık Paşadır. Doğum ve vefât târihleri tesbit edilememiştir. Babası Âşık Paşa, Kırşehir'de yaşayıp orada vefât ettiğinden, Kırşehir'de doğduğu söylenmiştir. Kabri, Çorum-Mecidözü, Elvân Çelebi köyündeki zâviyesinin yanındadır. Elvân Çelebinin mensub olduğu âile, on üçüncü asrın ilk yarısında Moğol istilâsı sebebiyle Anadolu'ya gelmiş ve Anadolu'da önemli bir nüfuz kazanmıştır. Elvân Çelebi, ömrünün çoğunu Çorum-Mecidözü arasında kendi ismiyle anılan Elvân Çelebi köyünde geçirmiştir. Burada daha önceden dedesi Muhlis Paşa yerleşmiştir. Dedesi Muhlis Paşa da babası Baba İlyas Horasânî (Şücâüddîn Ebi'l-Bekâ)'nin kabrinin bulunduğu Ellez (Eski Çat, İlyas) köyünde kabri üzerine bir türbe yaptırmıştır. Bu köye yerleşip, talebeleri ile birlikte orada evler yaptırıp, çiftçilik ile meşgul olmuştur. Vefât edince de bu köyde defnedilmiştir. Elvân Çelebi de babası Âşık Paşanın izniyle bu köye yerleşti. Câmi, zâviye, türbe ve hamam yaptırdı. Bu köye yerleşmesi sebebiyle köyün ismi de Elvân Çelebi olarak anıldı.

Elvân Çelebi, babası ve dedesi gibi meşhur bir velî idi. Tasavvufta babasının önde gelen talebesi ve halîfesi Şeyhülislâm Fahrüddîn'den ders alarak yetişti. Babasının vefâtından sonra da onun yerine geçip insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirerek onların doğru yola girmeleri ile meşgul oldu.

Elvân Çelebi'nin Menâkıb-ül-Kudsiyye fî Menâsıb-il-Ünsiyye adlı manzum eseri, târihi ve edebî değer taşıyan mühim bir eserdir. Ecdâdının hayât ve menkıbelerini anlatan bu eserinde bâzı târihî hâdiselere de ışık tutmaktadır. Bu eserin yazma nüshası 1957 senesinde bulunmuştur. Konya Mevlânâ Müzesi kitaplığında muhâfaza edilmektedir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EMÂNULLAH LÂHORÎ


Hindistan'da yetişen âlimlerin ve velîlerin büyüklerinden. İsmiMevlânâ Emânullah, nisbeti Lâhorî'dir. Doğum ve vefât tarihleri belli değildir. On yedinci asrın ortalarında vefât ettiği bilinmektedir.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûr ve sohbetlerinde kemâle gelen Emânullah Lâhorî, icâzet almakla ve o yüce imâmın talebelerinin büyüklerinden olmakla şereflendi. Üstün hâller, kerâmetler ve yüksek dereceler sâhibi idi. Hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, rûhlara hayat veren teveccüh ve himmetleriyle yetişerek, evliyâlık yolunda çok ilerlemişti. Kendisi de bu yolda çok talebe yetiştirdi. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur.

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri bu yüksek talebesine yazdığı mektublardan birinde buyurdu ki:

"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin!İyi bil ki, Allah yolunda bulunmak isteyene, önce lâzım olan şey, îtikâdını düzeltmektir. Doğru îtikâd; Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmdan öğrendikleri, anladıkları îtikâddır. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâsını doğru anlayan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleridir. Bunların anladığı, bildirdiği mânâlara uymayan her şeye; akla, fikre, hayâle iyi gelse de ve tasavvuf yolunda keşf ve ilhâm ile anlaşılsa da, hiç kıymet verilmemelidir. Bu büyüklerin anladığına uymayan bilgilerden, buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Demek ki, tasavvuf yolcularının keşflerinin, buluşlarının doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru mânâlara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara ilhâm olunan bilgilerin doğruluğu, ancak, o doğru mânâlara uymaları ile belli olur. Çünkü onların bildirdiği mânâlara uymıyan her mânâ, her buluş kıymetsiz ve yanlıştır. Çünkü her sapık her bozuk kimse, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyduğunu sanır ve iddiâ eder. Yarım aklı ve kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış mânâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felâkete gider.

Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları mânâlar doğrudur, kıymetlidir. Bunlara uymayanlar kıymetsizdir. Çünkü bu mânâları, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceleyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsus oldu. Sonsuz saâdete bunlar kavuşdu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir.

Îtikâdı bunlara uygun olan din âlimlerinden biri, İslâmiyete yapışmakta gevşek davranırsa, kusurlu olursa, buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur. İnâdcılık olur. Onların doğru bilgilerini inkâr etmek, kötülemek olur. Çünkü, doğru bilgileri bizlere ulaştıran onlardır. Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran onlardır. Onların hidâyet ışıkları olmasaydı bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler, taşkınlık ve azgınlık uçurumlarına düşerdik. İslâmiyeti bozulmaktan koruyan, her yere yayan, onların çalışmasıdır. İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan kurtulur, saâdete kavuşur. Onların yolundan ayrılan, sapıtır, herkesi de saptırır.

Tasavvuf yolcusunun, işin iç yüzüne varmadan önce, kendi keşf ve ilhâmına uymasa da, Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olması lâzımdır. Âlimleri haklı ve doğru bilip, kendini yanlış bilmelidir. Çünkü, âlimler bilgilerini, peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmat almışlardır. Bu bilgiler, vahy ile gelmiş olup sağlamdır. Yanlışlıktan, şaşırmaktan korunmuştur. Bu bilgilere uymayan kendi keşf ve ilhâmı ise, yanlıştır ve bozuktur. Bunun için kendi keşfini, âlimlerin sözünün üstünde tutmak, vahy ile inmiş sağlam bilgilerin üstünde tutmak olur. Bu ise sapıklığın tâ kendisidir, zarar ve ziyandan başka bir şey değildir.

Kitab ve sünnete, yâni Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd lâzım olduğu gibi, müctehidlerin kitab ve sünnetden çıkardıkları ahkâma, yâni İslâmiyete uygun işleri yapmak da lâzımdır. Bu ahkâm; helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mekrûh ve şüpheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır.

Îtikâdı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran yolda, ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmağa başlanabilir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek; ancak, yolu bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil yetişmiş ve mükemmil yetiştirebilen bir rehberin teveccühü ve tasarrufu yâni idâre etmesi ile olabilir. Bunun bakışları, kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü, yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü ve çirkin huyları insandan siler, süpürür.

Tasavvuf yolcusunun, bu yolda gözetilmesi lâzım olan şartları da öğrenmesi ve bunlara riâyet etmesi lâzımdır. Bu şartların en başta geleni, nefse uymamaktır. Bu da, verâ ve takvâ ile olur. Verâ ve takvâ, şüphelilerden ve haramlardan sakınmak demektir. Haramlardan sakınabilmek için, mübahların lüzûmundan fazlasını terk etmelidir. Çünkü mübahları, yâni yasak olmayan şeyleri, alabildiğine yapan kimse, şüphelileri işlemeğe başlar. Bunlar ise, harama yakındır, yâni haram işlemek ihtimâli çok olur. Uçurum kenarında yürüyen, içine düşebilir. Demek ki haramdan sakınabilmek için, mübahların fazlasından kaçmak lâzımdır. Bu yolda ilerlemek için verâ sâhibi olmak şarttır dedik. Çünkü insanın işleri, iki şeyden biridir. Ya emr edilen şeydir, yâhut yasak edilmiş şeylerdendir. Melekler de, emr edilen şeyleri yapmaktadır. Bunu yapmak insanı ilerletseydi, melekler de terakkî ederdi. Meleklerde, yasak edilen şeyden sakınmak yoktur. Çünkü onlar, yasakları yapmıyacak şekilde yaratılmıştır. Yasakları işleyemezler. Onun için meleklere bir şey yasak edilmemiştir. Demek ki, terakkî etmek, yasaklardan sakınmakla olabilmektedir.

Bu sakınmak ise, nefse uymamak demektir. Allahü teâlâ dinleri, nefsî isteklerden kurtarmak, karanlık ve kötü âdetleri yok etmek için gönderdi. Çünkü nefs, hep haram işlemek veya mübahları lüzûmundan fazla yaparak, böylece harama kavuşmak ister. Demek ki, haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak, nefse uymamak demektir. (1. cild. 286 mektûb)
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EMÎR AHMED-İ BUHÂRÎ


İstanbul'un büyük velîlerinden. Buhârâlı olup Peygamber efendimizin torunlarındandır. Tasavvuf yolunda yükseldi. İstanbul Fâtih'de yıllarca talebe yetiştirdi. 1516 (H.922) senesinde vefât etti.

Küçük yaşta Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu. Onun hasta kalplere şifâ veren sözleriyle yetişti. Hizmetiyle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu çok severdi. Nerede görse ayağa kalkar, tâzim ve ikramda bulunurdu. Seyyid Ahmed, hocasının bu iltifâtlarına çok mahcub olurdu. Bir gün hocasına; "Muhterem efendim! Bu fakir için gösterdiğiniz hürmet bizi çok üzmektedir." deyince, Ubeydullah-ı Ahrâr ona; "Size nasıl tâzim, hürmet etmeyelim ki? Sizi gördüğümüz zaman iki büyüğün azametini müşâhede etmekteyiz. Biri; sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın neslindensiniz. Diğeri de; Hâce Mahmûd İncirfagnevî ceddinizdir." buyurdu. Seyyid Ahmed-i Buhârî, daha sonra hocasının işâretleri üzerine yine hocasının halîfelerinden Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile berâber Anadolu'ya geldi. Yolda Molla Câmî ile görüşüp sohbet ettiler.

Kütahya'nın Simav kazâsına gelen Abdullah-ı İlâhî hazretleri burada insanlara doğru yolu göstermeye başladı. Emîr Ahmed-i Buhârî hazretleri de Abdullah-ı İlâhî'ye tâbi olup, onun hizmetine girdi. Abdullah-ı İlâhî onu çok severdi. Dâimâ sağ tarafına oturturdu. Böylece Abdullah-ı İlâhî hazretleri, insanların olgunlaşmasını, îmânının vicdânîleşmesini sağlayan tasavvufta bir yol olan Nakşibendî tarîkatını Anadolu'ya yaymaya başladı. Etraftan pekçok talebe akın akın ona koşmaya, feyzlerine kavuşup hasta kalplerine şifâ aramaya başladı. İşte böyle bir evliyânın terbiyesinde olan Seyyid Ahmed-i Buhârî, beş vakit namazda imâm olur, arkasında hocası ve diğer talebeler namaz kılarlardı. Abdullah-ı İlâhî buyurdu ki: "Simav'da altı sene, Emîr Ahmed bize yatsının abdestiyle sabah namazını kıldırdı." Buradan da anlaşıldığı gibi, Ahmed Buhârî geceleri hiç uyumazdı. Sâdece kuşluk vaktinde, dağa oduna gittiğinde bir saat kadar uyurdu. Ahmed Buhârî bu günlerdeki hâlini şöyle anlattı: "Hocamla Simav'da bulunduğumuz zaman, beş vakit namazda bizi imâmete geçirirdi. Kuşluk namazından sonra, hocamın merkebini ve katırını alıp dağa çıkardım. Yüklediğim odunları, öğle namazına yetişecek şekilde eve getirirdim. Öğle namazını kıldırdıktan sonra, çift sürmeğe giderdim. Yaz geldiğinde ise ekinleri biçer, kaldırırdım. Diğer zamanlarda sırtımda çalı taşır, bağ ve bahçe duvarını tâmir ederdim. İkindi namazından sonra da hocamın huzûrunda otururdum." Ahmed Buhârî hazretleri, geceleri hep ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Bid'atlerden şiddetle kaçınır, sünnet-i seniyyeye uymaya çok dikkat ederdi. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlar, kalbi devamlı zikrederdi. Dünyâya hiç meyletmez, haramlardan kaçar, şüpheli korkusuyla mübahları dahî terkederdi. Devamlı Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu düşünür, ona göre hareketlerini düzeltirdi.

Ahmed Buhârî, Simav'da bir müddet kaldıktan sonra, hocasından izin alarak hacca gitmeye karar verdi. Hocası ona on akçe yol harçlığı, binek olarak da eşeğini verdi. Yolda okumak üzere bir Kur'ân-ı kerîm ve Mesnevî aldı. Akşam namazını kıldırdıktan sonra, hocası ve arkadaşlarıyla vedâlaşarak yola koyuldu. Yolda, bir kimsenin çok ısrârı üzerine Mesnevî'yi ona verdi. O kimse de hediye olarak iki yüz akçe vermek istedi. Almamak için çok uğraştı ise de, sonunda kabûl etmek mecbûriyetinde kaldı. Bir müddet daha gittikten sonra, bir konakta Kur'ân-ı kerîmini çaldılar. Kudüs'e kadar parası kendisine yetişti. Ahmed Buhârî hazretleri bundan sonrasını şöyle nakletmektedir:

"Kudüs-i şerîfte idim. Mescid-i Aksâ imâmı bize muhabbet edip, Kudüs Medreselerinin birinde bir oda ayırdı ve orada günlerimi geçirmeğe başladım. Medresenin kayyımı, hizmetlisi bize iki ekmek getirirdi. Bir gün dedi ki: "Bu ekmek, odanın hissesidir." O zaman içime bir sıkıntı düştü. Vakıf ekmeğini yemeyi kabûl etmeyip; "İhtiyâcım yoktur, istemiyorum." dedim. Kayyım da; "Öyle söylüyorsun ama, görenler seni zengin zannederler ve odadan çıkarırlar. Ekmeği al, yemezsen bir başkasına verirsin." dedi. Ben de; "Senin olsun." dedim. Ondan sonra hatırıma; "Bir kazanç yolu olsa da ondan günde bir akçe gelir olsa ve onunla nafakamı temin etsem." düşüncesi geldi. O anda içeri bir köylü girdi. Bana; "Efendim! Yazı yazmayı bilir misin?" dedi. "Biraz okumuşluğumuz var." dedim. Bir kitap göstererek; "Bunu yazarsan, her yaprağına bir akçe vereceğim. İstediğin kadar yazabilirsin. Hepsi de kabûlümdür." dedi. Kalem, kağıt ve mürekkep de getirdi. O kitaptan hergün bir yaprak yazardım ve bir akçe alır, onu nafakamda kullanırdım. Hiç kimseden sadaka almazdım. Bey gibi geçinip giderdim. Sonra artan paralarla hac yolculuğuna devâm ettim. Mekke-i mükerremeye gittiğimde, hergün yedi defâ tavâf yedi defâ da sa'y yapacağıma nezr etmiştim. Sayı olarak kırk dokuz sa'y ediyordu. Gece yarılarına kadar devâm ederdim. Gece yarısı harem-i şerîfe karşı ayakta durarak duâ ederdim. Bâzan da oturarak duâda bulunurdum. Sonra tavâfa devâm ederdim. Hiçbir gün yatıp uyuduğumu hatırlamıyorum." Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî, bir sene kadar Kudüs-i şerîfte, bir sene de Mekke-i mükerremede kaldı. Hocası Abdullah-i İlâhî, Simav'dan hacca gidenlere tenbih ederek, Ahmed'in artık gelmesini buyurdu. Haberi alan Ahmed; "Başüstüne!" diyerek, o sene hacılarla berâber Simav'a geldi.

Hac dönüşü bir müddet daha Simav'da hocasının hizmetinde bulunan Ahmed-i Buhârî, bir gün hocasına; "Efendim! İstanbul evliyâsını merâk eder dururum. Müsâade ederseniz, gitmek istiyorum." dedi. Hocası da; "Bizi de sık sık İstanbul'a dâvet ediyorlar. Vezîr, kâdıasker Manisalı Çelebi, hediyeler ve haberciler göndermiş, gelmemi istemişler. Sen önce git, bize oradan haberler gönder. Durum nedir öğrenelim." buyurdu. Ahmed-i Buhârî hemen yola çıktı ve İstanbul'a geldi.

Emîr Ahmed-i Buhârî hazretleri bu yolculuktan sonra hâlini şöyle anlatır: "İstanbul'a geldim. Fakat ne bir kimse beni tanırdı, ne de ben bir kimseyi. Vefâ'ya gittim. Şeyh Vefâ hazretlerinin câmiine vardım. İkindi namazını bir köşede kıldıktan sonra, beklemeye başladım. Şeyh Vefâ, mihrâb içindeki kapıyı açıp girdi. Talebelerine imâm oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle Allahü teâlâyı zikre başladılar. Sessizce, herkes kendi hâlinde cenâb-ı Hakk'ın ismini anıyordu. Onları uzaktan seyre daldım. Hocaları Vefâ hazretlerine bakmak isteyince, o da başını kaldırıp bana doğru bakıyordu. Zikrleri bitince, yerimden kalkıp, hocaları ile müsâfeha etmek istedim. Şeyh de yerinden kalkıp, bana doğru geldi ve beni kucaklayıp bağrına bastı. Epey zaman konuşmadan oturdum. Sonra talebelerine dönerek; "Seyyid Ahmed, bizim misâfirimizdir. Hak ve hukûkuna riâyet ediniz." diyerek ayrıldı. O gece rüyâmda Vefâ hazretlerinin câmiinin direklerinden birinde bir kandil yanıyor gördüm. Fakat alevi parlak değildi. Benim de elimde bir mum vardı. Mumu o kandilden yakmak istedim ve uzattım. O anda kandil ortadan kayboldu. Yerime geldim. Oturdum. Direğe baktığımda, kandil yine orada duruyor, sönük bir vaziyette yanıyordu. Tekrâr mumu yakmak için gittim, yine kayboldu. Bu şekilde üç defâ tekrar ettim. Mumu yakmaya muvaffak olamadım. Ertesi gün Vefâ hazretlerinin sohbetlerine katıldım. Bir gün daha orada kalıp, izin alarak ayrıldım. İstanbul'un durumunu bildirir bir mektup yazarak, hocam Abdullah-i İlâhî'ye gönderdim. İstanbul'un durumunu bildiren mektupta;

Burada kişi gönül rahatlığında ama, gerçekte
Dostun eteklerine yapışmış sohbeti özlemekte

diyerek hocasına hasretini bildirmekte ve dâvet etmekteydi.

Abdullah-i İlâhî hazretleri, bu mektuptan bir müddet sonra İstanbul'a geldi. O sırada pâdişâh İkinci Bâyezîd idi. Vezîr Manisavîzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi, Abdullah-i İlâhî ve talebeleri için yer tahsîs etti. Fakat bunu kabûl etmeyip, Zeyrek Câmiinin boş ve virân hâle gelmiş medresesine yerleşti. Âlimler ve diğer insanlar, onun câna cân katan sohbetlerine koştular. Ondan feyz aldılar. Abdullah-i İlâhî, Seyyid Ahmed'i Buhârî'ye burada icâzet, diploma verdi. Evranos Beyin oğlu Ahmed Bey, Rumeli'de Vardar Yenicesi'ne Abdullah-i İlâhî'yi dâvet etti. Abdullah-i İlâhî, yerine Seyyid Ahmed-i Buhârî hazretlerini vekil bırakarak Vardar Yenicesi'ne gitti ve orada vefât etti.

Bundan sonra Emîr Ahmed-i Buhârî, İstanbulluları irşâda, yetiştirmeğe başladı. Her taraftan talebeler huzûruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle, talebelerin dünyâya meyilleri azalıyor, hidâyete kavuşarak, âhirete yöneliyorlardı. Talebeleri çoğalınca, Fâtih Câmiinin batısında bir yere mescid ve talebelerin kalacağı bir ev yaptırdı. Orada ders vermeye başladı. Talebesi daha da çoğalınca, Balat'a yakın bir yerde, Galata'ya karşı birçok odalar yaptırdı. Talebeler, orada ikâmet ederek derslerine devâm ettiler.

Talebeleri, huzûrunda çok edepli otururlardı. Dâimâ gösterişten uzak durur, kalben Allahü teâlâyı zikrederlerdi. Seyyid hazretleri, sohbetlerinde hiç dünyâ kelâmı konuşmazdı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden, âlimlerin hallerinden başka şey anlatmazdı. İnsanların kalbinden geçenleri, evliyâlık nûru ile keşfederdi. Çok kimse arzusunu söylemeden cevaplarını alır, tatmin olur giderlerdi.

Seyyid Emîr Buhârî hazretleri, talebelerine, yollarının esaslarını şöyle bildirdi: "1) Ruhsatlardan sakınarak, nefse zor gelenleri yapmak, 2) Dinde Peygamber efendimiz ve dört büyük halîfe devrinde olmadığı halde sonradan çıkarılmış âdet ve uygulamaları, bid'atleri terketmek, 3) Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak, 4) Gösterişten uzak olmak, 5) İnsanlarla ihtiyacı kadar görüşmek, 6) Az konuşmak, az yemek, az uyumak, 7) Geceleri ibâdet etmek, Gündüzleri oruç tutmak."

Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî, 1516 senesi Cemâzil-âhir ayının bir Pazartesi günü, kuşluk vaktinde talebelerine vasiyetini yaptı. Vasiyetlerinden biri de; "Mezarımı, mescidimin güneyindeki duvarın dibine kazınız. Yanındaki defne ağacını kesmeyiniz." şeklindeydi. Talebeleriyle vedâlaştı ve onlara son nasîhatlarını yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.

Mahmûd Çelebi anlattı: Hocamız Seyyid Buhârî hazretleri vefât edince, mübârek bedenini bu fakîr yıkadım. Bir talebe arkadaşım da su döküyordu. Yıkama esnâsında, üç defâ mübârek gözlerini açıp, hayattaki gibi baktılar. Mezara indirip toprak üstüne koyunca, kıbleye doğru sağ yanı üzerine döndü. Orada olanlar hayret ederek salevât getirmeye başladılar. Mezarı kapandıktan sonra, talebe arkadaşlarım üzerini örtmek istediler. Bunun için de ağacı kesmeyi onunla mezarın üzerini örtmeyi uygun gördüler. Ben müsâade etmedim. Onlar çok ısrâr ettiler. Ben de; "Ben gideyim, siz bildiğiniz gibi yaparsınız." dedim ve oradan ayrıldım. Gittikten sonra ağacı kesmişler. Kabrin etrâfını duvar yapıp üzerini örtmüşler. Fakat bir müddet sonra, o taşların arasından aynı ağaç çıkıp, büyümeye başladı."

Mezarı, Fâtih Câmiinin batısındaki Emir Buhârî Câmiinin kenarındadır. Yol tarafına pencere açıldı. Ziyâret edenler, onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.

Anadolu kâdıaskeri Ahmed Paşanın oğlu Hızır Bey Çelebi, kaplıca müderrisi iken vazîfeden ayrılıp, Emîr Ahmed-i Buhârî hazretlerinin talebesi olmuştu. Hızır Bey Çelebi, hocasının vefât târihini şöyle düşürdü:

Zorlu imiş ayrılığın, pek zor, âh Şeyh. Nere gitti bilmem ki, Hakka eren Şeyh. Bu ayrılık, hasret, keder ve hâlete.

Gönlüme dedim de târih. Dedi: "Vâh Şeyh."

Lâmiî Çelebi de şöyle söyledi:

Hani o hakîkat güneşi, Hakkın lütfu, ihsânı.
Tarîkat yolunun kutbu, pâdişâhların mürşidi.
Işık salmıştı Buhârâ'dan doğarak Rûm üstüne,
İftihârıydı ecdâdımın, şâh idi din mülküne.
Ahbâbın yıldız gibi koydu, ay misâli batınca,
Gam bulutlarıyla dolu, yeryüzü olur kapkara.
Çünkü bu sevdâ buharı can dimağını kapladı.
Dil dedi târih: "Ey Seyyid Ahmed-i Buhârî âh-vâh."

Emîr Ahmed Buhârî hazretlerinin en büyük halîfeleri Bursalı Mahmûd Lâmii Çelebi, tıb sâhasındaki mahâreti ve Hakîm Çelebi adıyla meşhur olan Şeyh Mahmud bin Seyyid Ahmed ile dâmâdı Şeyh Mahmûd Çelebi idi. Emir Ahmed hazretleri, Halîfe-i Hâmidî'yi Eğridir ve havâlisinde, Lâmiî Çelebi'yi Bursa ve çevresinde, dâmâdı Mahmûd Çelebiyi de Edirnekapısı dışındaki zâviyede şeyhliğe tâyin etmek sûretiyle pekçok talebe yetiştirmelerine sebeb olmuştur.

İYİLEŞEN HASTA

Seyyid Ahmed-i Buhârî'nin dâmâdı Mahmûd Çelebi anlattı: "Oğlum Necmi Çelebi, şiddetli hastalığa yakalandı. Öyle ki, şehrin doktorları ilaç bulmaktan âciz kaldılar. Artık iyi olacağından ümidi kesmiştik. Yakınlarımızdan biri, Ahmed-i Buhârî hazretlerine duâ etmeleri için haber vermiş. Hemen gelip, hastanın yanına oturdular. Hastanın nabzı çok hafif atıyor, ölü gibi yatıyordu. Gözleri de kapalıydı. Seyyid Ahmed-i Buhârî, hastaya teveccüh etmeye, Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Sonra duâ etti. O anda hasta, gözlerini açtı. Emîr Buhârî'yi görünce, hemen doğrulup ellerini öptü. O da hastaya bir tesbîh verip, istigfâr ve tövbe etmesi için emir buyurdu. Hasta bir-iki günden sonra tam olarak sıhhatine kavuştu."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EMÎR-İ ÇİN ŞEYH OSMAN EFENDİ


Şeyh Ahmed Yesevî hazretlerinin halîfelerinden. Lakabı Şerefüddîn olup, babasının adı Muhammed'dir. Emirci Sultan adı ile de anılmaktadır. Doğum târihi bilinmemektedir. Ancak on ikinci asrın ortalarında doğduğu tahmin olunmaktadır. Kaynaklarda ecdâdının Veysel Karânî hazretlerinin sohbeti ile bereketlendiği ve duâsını aldıkları kaydedilmektedir. 1240 (H.63 yılında Yozgat'ın Osmanpaşa nâhiyesinde vefât etti.

Doğumunda babası kendisine dört büyük halîfeden hazret-i Osman'ın adını koydu. Tahsil çağına geldiği zaman kendisinin de bağlı bulunduğu büyük velî Şeyh Ahmed Yesevî hazretlerinin yanına gönderdi. Küçük Osman bundan sonra Yesevî hazretlerinin yanından ayrılmadı. Dâimâ onun hizmetinde oldu. Mübârek sohbetlerinde bulunup dersleriyle yetişti. Tasavvuf makamlarında ilerledi. Talebelerinin en meşhurları arasında yer aldı. Kendisinde daha küçük yaştan hârikulâde haller ve kerâmetler görülmeye başlandı.

Bir kış günü talebelerine ders vermekte iken, Ahmed Yesevî hazretlerinin canı tâze üzüm yemek istedi. Bulup bulunamayacağını sordu. Talebeleri tâze üzüm bulmanın güçlüğünü hattâ mümkün olmadığını bildiklerinden sükût hâlinde kaldıkları sırada küçük Osman içeri girdi. Elinde tuttuğu bir salkım tâze üzümü hocası Ahmed Yesevî hazretlerine takdim etti. Hayret içerisinde kalan halîfeler çocuğa üzümü nerede bulduğunu sordularsa da, Yesevî hazretleri, bu sırrı kendilerinin bilmesi gerekmediğini söyledi.

Günlerden bir gün Ahmed Yesevî hazretlerinin hânekâhına Çin diyârından bir grup tüccar geldi. Şeyhin huzûruna çıkıp memleketlerinde o güne kadar görülmemiş korkunç bir ejderhanın türediğini ve küçük-büyük herkesi âciz bıraktığını arzederek kendilerini bu belâdan kurtarması için yardım istedi. Çin tüccarlarının perişan hallerine bakan Ahmed Yesevî hazretleri, talebelerine dönerek; "Ejderi öldürmeye hanginiz gider?" diye sordu. Hepsi de; "Emir sizindir." diye cevap verdilerse de az da olsa çekindikleri belli oluyordu. Şeyh Hazretleri düşünceye daldığı sırada Osman Efendi ileri atılarak müsâade ettikleri takdirde, bu iş için gidebileceğini söyledi. Şeyh hazretleri Osman'ın beline bir tahta kılıç kuşandırarak; "Cenâb-ı Hak yardımcın ve uğurun açık olsun." diye duâ ettikten sonra yolcu etti.

Halîfe Osman Çin'e doğru yola çıktıktan sonra içinde tahta kılıcın ejderhayı kesip kesmeyeceği husûsunda tereddüt hâsıl oldu. Onu güçlü bir şey üzerinde denediğinde keskin bir kılıçtan daha etkili olduğunu hayretle gördü. Hocasına olan derin îtimâdı bir kat daha arttı ve hiç endişe ve korku duymadan yoluna devâm etti. Çin diyârına vardığında ejderi bir nehir kenarında buldu. Tahta kılıcını çekip bir hamlede öldürdü. Bu hizmeti böylece îfâ eden Osman, tekrar Hâce Ahmed Yesevî'nin yanına geldi ve elini öptü. Şeyh hazretleri gazâsını tebrik ettikten sonra ejderi nasıl öldürdüğünü sordu. Osman olup bitenleri anlatınca Şeyh, ona, Emîr-i Çin lakabını verdi. Ahmed Yesevî hazretleri çok geçmeden Emîr-i Çin Osman'a icâzet, diploma verdi.

Ahmed Yesevî hazretlerinin 1194'te vefâtından sonra Emîr-i Çin Osman, Türkistan'da duramaz oldu. Gönlü hocasının ayrılığı ile yanıyordu. Bir müddet sonra 1204 yılında hocasının meşhur talebelerinden Avşar Baba, Şeyh Nusret, Gaygay Dede, Pîr Dede ve Pertev Sultan gibi o da İslâmiyeti yaymak gâyesiyle Rum diyarına doğru yola çıktı. Talebesi İmad Sultanla birlikte günlerce yol alıp, Anadolu'ya geldi ve Keykavus Kalesi yakınlarında konakladı. O gece rüyâsında şeyhi Ahmed Yesevî hazretlerini gördü.Şeyhi ona; "Bu yakınlarda bir köy vardır, halkı, gelip geçen misâfir yolcuları öldürür. Onların irşâdını, yetişmesini sana vazîfe verdim." buyurdu.

Ertesi sabah Emîr-i Çin Osman hazretleri İmad Sultanla birlikte söz konusu köye varıp misâfir oldular. Şeyh Osman, yanlarına toplanan ahâliye, kendilerini de öteki yolcular gibi öldürüp öldürmeyeceklerini sordu. Halk bu soru üzerine; "Sizi öldüreceğimizi de nereden çıkardınız?" deyince, Şeyh; "Öküzleriniz haber verdi." dedi. Bu cevap üzerine daha da şaşıran köylüler öküzlerin nasıl konuştuklarını görmek istediklerini söylediler. Şeyh Osman hazretleri hemen bir adam göndererek hayvanları getirtti ve onlara köy halkının misâfirleri öldürüp öldürmediklerini sordu. Öküzler, Allahü teâlânın kudretiyle lisana gelip; "Evet öldürüyorlar." cevâbını verdiler. Gördükleri manzaradan şaşkına dönen köy halkı ve Keykavus kalesi sâkinleri karşılaştıkları kimsenin mübârek bir zât olduğunu anlayıp onun telkini ile İslâmiyeti kabûl ettiler. Yanlış ve bozuk âdetlerinden vazgeçtiler. Emîr-i Çin Osman hazretleri de hocasının öğüdüne uyarak; "Keçikıran" adındaki bu köye yerleşti. Yaptırdığı zâviyede köylülere İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmeye başladı.

O sıralarda Selçuklu vezirlerinden Osman Paşa adında bir zât, Sivas'a vâli tâyin edilmiş olup memuriyet yerine gitmekteydi. Keçikıran köyünden geçerken daha önceden burada oturduğunu duyduğu güzel ahlâkı ve kerâmetleriyle meşhur Şeyh hazretlerini görmek istedi. Zâviyeye gelerek sohbetine dâhil oldu. Şeyhin fazîleti, bilgisi, tatlı ve rûhları cezbeden sözleriyle kendinden geçti. Sonra da bu mübârek kişinin sohbetinden istifâde etmenin kendisi için çok daha iyi olacağını düşünerek vazîfesine gitmekten vazgeçti. Bir istifâ mektubu yazarak hükümdâra yollayıp, Şeyhin talebelerinden oldu. Zâviye civarında bulunan birkaç köyü ve bir kısım arâziyi satın alarak buraya vakfetti. Tekkenin adı da o günden sonra Osman Paşa Tekkesi adı ile anılır oldu. Tekkede yıllarca talebe yetiştiren Emîr-i Çin Şeyh Osman hazretleri 1240 (H.63 senesinde vefât etti. Kabri, tekkenin yanında yer alan türbesindedir. Yozgat'a bağlı Keçikıran köyü bugün Osmanpaşa nâhiyesi adıyla anılmaktadır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EMÎR GİLÂN-İ VÂŞÎ


Buhârâ'nın büyük velîlerinden. Buhârâ yakınlarında bulunan Vaş köyünde doğduğu için Vâşî nisbet edilmiş ve böyle tanınmıştır. Doğum târihi bilinmemektedir. On dördüncü asırda yaşadı ve bu asrın sonlarında vefât etti.

Emir Gilân-ı Vâşî küçük yaştan îtibâren din ve fen ilimlerinde tahsîle başladı. Daha sonra o devirde ilâhî feyzlerin kaynağı, gizli sırların perdedârı ve insanlara doğru yolu göstermede, irşâd makâmının en üst noktasında bulunan Seyyid Emir Külâl hazretlerinin talebelerinden oldu. Onun dersleri, sohbetleri ve teveccühlerinin bereketi ile ilimde ve evliyâlık derecelerinde yükseldi. Emir Külâl hazretlerinin vefâtından sonra, talebelerin terbiye ve tahsîli işi ile meşgul olmaya başladı.

Evliyânın büyüklerinden Hâce Alâeddîn Goncdüvânî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn Buhârî hazretlerine erişmezden önce Emir Gilân-i Vâşî hazretlerinden zikir dersleri almışlardır. Bu hususta, Hâce Ubeydullah hazretleri, Alâeddîn Goncdüvânî'nin şunları söylediğini nakletmiştir:

Ben on altı yaşlarında iken, Emîr Gilân-i Vâşî'ye yetiştim. Gizli, sessiz zikir yolunda idi. Bana da, gizli zikir ile meşgûl olmamı tavsiye etti. Gizli zikir esnâsında, hâlimi gizli tutmamı, benimle yanyana, dizdize oturanların bile hâlimden bir şey anlamamaları, lâzım geldiğini bildirdi. Bu tavsiyelerde çok ısrar etti. Nice zaman bu şekilde zikre devâm ettim. Nefsin arzularını yapmamakta ve nefsimin gıdâsını kesmekte, yâni az yemekte o kadar ileri gittim ki, yüzüm sararıp soldu.

Bir gün annem bu hâlimi görünce, hasta olduğumu ve bunu saklamamamı söyledi. "Hasta değilim." dedim. Yine ısrar etti. "Eğer bu hâlinin sebebini söylemezsen, verdiğim sütü helâl etmem." dedi. Ben de vaziyeti olduğu gibi anlattım. Bu işin büyüklerin yoluna girmek olduğunu söyledim. Annem, fevkalâde sevindi. Kelime-i tevhîd okumakla meşgûl oldu. Ben, bu gizli sırrı açıklamak zorunda kaldığım için çok üzüldüm. Durumu Emîr Gilân-i Vâşî'ye arzettim. Emîr Gilân-i Vâşî hazretleri tebessüm edip; "Annene de bu yolda çalışmak izni verildi." buyurdu. Annem bir müddet bu zikre devâm etti. Bir gün erkek kardeşim sahrâya gitmişti. Annem beni çağırdı. "Oğlum, kazanı yıka ve temiz su doldur. Bu sana vasiyetimdir." dedi. "Peki." deyip, söylediğini yapmaya başladım. Bu işi yaparken, annem abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Beni karşısına alıp zikre devâm etmemi söyledi. Okumaya başladım. Kendisi de içinden zikre başladı. Bu vaziyette bir saat ya geçmiş veya geçmemişti ki, annem birden sustu ve öylece kaldı. Baktım rûhunu teslim etmişti."

Emîr Gilân-i Vâşî hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimlerde zamânın en ileri gelenlerindendi. Şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğundan sakınır, dünyâlık olan her şeyden uzak dururdu. Her işinde Allahü teâlânın rızâ-i şerîfini arardı. Allahü teâlâdan korkması, O'nun emir ve yasaklarına riâyet etmesi fevkalâde idi. Güzel sıfatlarla kendini süslemişti. Haram ve şüphelilerden çok sakınır, dünyâ malına kıymet vermezdi. Çok cömerd idi. Devamlı zikr, ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu. İslâmın vekarını korur, bundan tâviz vermezdi. Her hâliyle örnek alınacak çok yüksek bir zâttı. Emîr Gilân-ı Vâşî hazretleri on dördüncü asrın sonlarında vefât etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EMÎR HAYÂLÎ ÇELEBİ



Mısır'da yetişen evliyâ ve şâirlerden. Meşhûr velî İbrâhim Gülşenî hazretlerinin oğlu ve halîfesidir. İsmi Ahmed, lakabı Şemseddîn, künyesi Ebü's-Safâ olup, Emîr Hayâlî Çelebi adıyla meşhûrdur. 1485 (H.890) senesinde Tebriz'de doğdu. 1569 (H.977) senesinde Mısır'da vefât etti.

Doğduğu zaman babasının hocası Dede Ömer Rûşenî hazretleri hayattaydı. Küçük yaştayken kendisine gösterildiğinde, onun ileride velîlerden olacağını ve çok kimsenin kendisinden feyz alacağını firâsetiyle müjdelemişti. Nitekim daha çocuk yaştayken başından geçen hâdiseler Dede Ömer Rûşenî hazretlerinin sözlerini doğruluyordu.

Tebriz'de Sultan Rüstem devrinde türeyen eşkıyâ, geceleri evleri yağma etmeye başladı. Bunlara kimse engel olamadı.

Tebrîz halkı İbrâhim Gülşenî'ye gelip, bu belânın kalkması için duâ istediler. İbrâhim Gülşenî; "Onların zararı bize dokunmayınca, onlar bu işlerine devâm ederler." diye cevap verdi. O zaman bir bey, başka bir yere gitmişti. Hanımı, mücevherlerinin hepsini bir sandığa koyup, İbrâhim Gülşenî'ye emânet etti. Ayrıca başkaları da kıymetli eşyâlarını emânet bıraktılar. Bunu duyan harâmîler, mücevherleri almak için İbrâhim Gülşenî'nin evini bastılar. İbrâhim Gülşenî'yi öldürmek için kılıçla saldırdılar. Fakat kılıçları hiç tesir etmedi. Sonra İbrâhim Gülşenî, çoluk-çocuğunu alıp dışarı çıktı. O zaman Ahmed Hayâlî çocuktu ve uyuyordu. Onu uyur olduğu hâlde bıraktılar. Ahmed Hayâlî'ye acıyan hizmetçisi de orada kaldı. Harâmîler, İbrâhim Gülşenî'ye emânet edilen hiçbir eşyâyı yerinden kaldıramayınca, bu duruma şaşırıp kaldılar. Hizmetçi onlara; "Kendiniz bu kadar denediniz. Ne efendimin ne de müslümanların emânetlerinden bir şey alamadınız. Hâlâ aklınız başınıza gelmedi mi?" deyince, ona saldırdılar. Bu gürültüye, uyumakta olan Emîr Ahmed Hayâlî uyandı. Evde olup biteni öğrenince; "Babam nerede?" diye bağırmaya başladı. O esnâda İbrâhim Gülşenî, hizmetçilerinden birine bir sopa verip; "Git onları dışarı çıkar." dedi. Hizmetçi "Bismillah!" deyip eve girdi, verilen sopayla harâmîlere vurmaya başladı. Harâmîler korkuya kapılıp kaçmaya başladılar. O sırada Ahmed Hayâlî'nin eline bir bıçak geçti. Kaçan harâmîlerin arkasından fırlatınca, birinin ayağını yaraladı. O harâmînin bir ayakkabısı düşüp, orada kaldı. Ertesi gün hâdiseyi duyan emânet sâhipleri, gelip eşyâlarının durumunu sordular. Eşyâlarına hiçbir şey olmadığını, hepsinin yerli yerinde durduğunu gördüler. Ama İbrâhim Gülşenî'nin talebelerinin bâzı eşyâları çalınmış diğerlerine bir şey olmamıştı. Talebelerin eşyâlarının zarar görmesinin hikmetini İbrâhim Gülşenî'ye sordular: "Yarın hepsi yakalanıp, birer uzuvlarının kesileceğine alâmettir." diye cevap verdi. Ertesi gün harâmîler, gerçekten de yakalandılar. Kimi öldürüldü. Kiminin ayağı, kiminin eli kesildi. Ama Ahmed Hayâlî, ayağını yaraladığı kişi için; "Bu benim yaraladığım harâmîdir. Bunu serbest bıraksınlar." dedi. O adamı, daha henüz küçük olan Ahmed Hayâlî'ye bağışladılar. Cezâlandırılmaktan kurtulan harâmî, hatâsını anlayıp tövbe etti ve dervişlerden oldu.

Şâh İsmâil ve çevresinde toplanan çapulcular, Akkoyunlu Devletinin merkezi olan Tebrîz'i işgâl etmeden önce, İbrâhim Gülşenî hazretleri bir rüyâ gördü. Rüyâsında gözlerini kan bürümüş, işi-gücü insanlara zulmetmek olan Şâh İsmâil ve çapulcularının, Tebrîz'i işgâl ederek, her evi talan edip, yakıp-yıktıklarını gördü. Bu rüyâdan sonra yakınlarına durumu anlattı. "Bu belâ gelmeden buradan gidelim." dedi. Talebeleri ve yakınları ile yola çıktılar. Bu sırada oğlu Emîr Ahmed Hayâlî küçük bir çocuktu. Babası; "Evlâdım, korkuyor musun?" dedi. Ahmed Hayâlî; "Mâdem ki sizinle berâberim; hiçbir şeyden korku ve endişe etmem." dedi. İbrâhim Gülşenî hazretleri; "Bizden ayrı olduğun zamanda da Allahü teâlâ seni korkudan muhâfaza etsin. Arkana bakma, İhlâs sûresini okumaya devâm et." dedi. Bundan sonrasını Emîr Ahmed Hayâlî şöyle anlatır: "Ondan sonra kalbim rahatladı. Artık hiç korku ve endişem kalmadı. İhlâs sûresini her okuyuşumda, kalbimde yeni bir nûr meydana gelirdi. Böyle hep berâber giderken, açık bir arâziye geldik. Ben, babamın atının terkisinde idim. Babam benimle meşgûl olurken çok yoruluyordu. Ona bir hayli sıkıntı vermiştim. Kalbimden; "Keşke babamın yanında olmasaydım da rahat etseydi." diye geçirdim. Ben bu düşüncede iken, babam bana dönüp; "Ahmed, istersen birkaç gün bizden ayrıl. Sakın ha namazlarını terk etmeyesin. Su bulamazsan, yoldan biraz içeri git, su ve yiyecek bulursun. Düşmandan kurtulur, sonra bana ulaşırsın." deyip, beni attan indirdi. Kendisi atını koşturup gitti. Gece karanlığında, büyük bir sahrânın ortasında tek başıma kalakaldım. Kâh ayrılık üzüntüsü, kâh ne tarafa gideceğimi bilememenin şaşkınlığı içinde bocaladım. Bir müddet gittikten sonra, bir ateş gördüm. Ateşin yanına yaklaşınca, bir köyün en son evinin ateşi olduğunu farkettim. Ev sâhibine seslendim. Dışarı çıkıp beni içeri aldı. Kim olduğumu sordular. Kendimi tanıttım. Orada bulunanlar, babamı tanıdıklarını söylediler. Bana çok hürmet ve iltifâtta bulundular. Sonradan onları ben de hatırladım. Onlar Tebrîz'e babamı ziyârete gelmişler; süt, kaymak gibi hediyeler getirmişlerdi. Babam da onlara hediyeler vermiş; "Siz garîbsiniz, ama oğlum Ahmed de sizin garîbinizdir." demişti. O zaman kimse bu sözden bir şey anlamamıştı. Bu hâlin babamın bir kerâmeti olduğunu söyleyip, benim için ne yapacaklarını şaşırdılar. Ben de, annemin Tebriz'den ayrılmadan önce, kuşağımın içine koyduğu, altın ve mücevherlerden birini çıkarıp ev sâhibine verdim. Diğerleri bunu görünce, aralarında fısıldaşmaya, bana ters ters bakmaya başladılar. Hepsini para hırsı kapladı. Beni tutup elbisemi soydular. Eski bir elbise giydirdiler. Kuşağımdan çıkan otuz kadar altın ve mücevherimin hepsini aldılar. Bana zarar verebileceklerinden korktum. Akşam olunca evden çıktım. Babamın gittiği tarafa doğru koşarak gittim. Onlar da peşimden çıktılar. Adımı söyleyip çağırdılar. Hangi tarafa gittiğimi bilemeyip geri döndüler. Bu sırada önüme beyaz bir kuzu çıktı. Onun peşine düştüm. Kuzuyu göremediğim zaman, hemen meleyerek yerini haber verirdi. Kalbim çok rahattı. Sabaha kadar böyle gittim. Bir çeşmeye vardım. Abdest alıp namazımı kıldım. Kuzu beni bekledi. Ona su verdim. Yine önüme düştü. Bir sahrâdan geçtik. Öğleye doğru bir ormanlığa vardım. Su bulup namazımı kıldım. Kuzu ile berâber ben de ot yedim. İkindi vaktine kadar yine yola devâm ettik. İkindi namazını da kılıp tekrar yola koyulduk. Yolda giderken, iki tâze ekmekle, bir peksimet buldum. Fakat sâhibini bilmediğim için almak istemedim. Kuzu yanıma geldi. Peksimeti verdim, yemedi. Ekmeği uzattım yedi. Ben de peksimeti yedim. Sâhibi gelirse ücret olarak külâhımı veririm diye düşündüm. Akşam namazını kılıp, yoluma devâm ettim. Birara kuzu yanıma geldi. Acâib sesler çıkararak bana sürtündü. Ben de onu okşadım, yüzünden gözünden öptüm. Tüyü çok yumuşak idi. Yatsı vakti oldu. Kuzu yolun bir kenarında durdu. Başı ile işâret edip gitti. Bunun Allahü teâlânın bir lütfu, ihsânı olduğunu anladım. Gözümden kayboldu. İşâret ettiği yöne gittim. Fakat kalbime aslâ korku gelmedi. Gece yarısı üç kimse önden gidiyordu. Onları görünce şüphelendim. Arkalarından yavaş yavaş gidip dinledim. Biri benim hocam Muslihuddîn Efendi idi. Yanlarına varıp selâm verdim. Sesimden tanıdılar. Fakat elbiselerim değişik olunca şaşırdılar. Hâlimi sordular. Kuzudan başkasını anlattım. Yatsı namazı kılacaktık, su bulamadık. Babamın sözü aklıma geldi. Dağın arkasına dönersek su buluruz dedim. Bir müddet gittik. Bir çeşmeye rastladık. Orada ateş yanıyordu. Abdest aldık. Ateşte biraz ısındık. Ekmek parçaları bulduk. Yedik. Cemâatle namazı kıldık. Biraz uyuduk, yine yola çıktık. Biraz gittikten sonra, otuz kadar süvâri yolumuzu kesti. İçlerinden birisi ileri gelip hâlimizi sordu. Hocam Muslihuddîn; "Yolcuyuz. KaraAhmed'e gidiyoruz. Kâfilemiz önden gitti; onlara yetişmek için acele gitmemiz lâzım." dedi. O kimse hocamı sesinden tanıdı. "İbrâhim Gülşenî'nin oğlunu gördünüz mü? Çünkü, onu bana emânet etmişti." dedi. Hocam da onu tanıdı. Beni gösterip; "İşte budur." dedi. Atından inip benimle müsâfeha etti. Bana atını verdi. Kendisi başka ata bindi. Hocam yaya yürüyordu. Ben; "Hocam yaya yürürken ata binmem." dedim. Bir at da hocama verdiler. Bana bir mikdâr harçlık ve bir de mendil verdi. "Eğer yolda size taarruz eden olursa, bu mendili gösterin, bu mendili bize Mirza Hasan verdi deyin, kimse size bir şey yapamaz." dedi. Yolumuza devâm ettik. Babamın kâfilesine yetiştik. Babamın kâfilesini yolda râfızî eşkıyâları çevirmişler. Babamı sormuşlar, fakat görememişler. Onlar yollarına devâm ederken, biz de yetiştik. Berâberce Diyâr-ı Bekr'e ulaştık."

Şâh İsmâil'in adamları Diyâr-ı Bekr'de de rahat vermeyince, İbrâhim Gülşenî ve oğlu Ahmed Hayâlî Mısır'a gittiler. Mısır Memlûklu sultânı ve halkından çok hürmet ve iltifât gördüler. Sultan Kansugavri, İbrâhim Gülşenî hazretleri için bir medrese yaptırdı. Senelerce orada insanlar, o mübârek zâtın ilim ve irfânından istifâde edip, feyzleriyle hayat buldular. Yavuz Sultan Selîm Han Mısır'a gelince, İbrâhim Gülşenî ile görüştü. Birbirlerine çok iltifât ettiler.

İbrâhim Gülşenî hazretleri 1533 târihinde tâundan vefât etti. Kırk icâzetli talebesi ile dört halîfesi vardı. Bunlardan biri de oğlu Ahmed Hayâlî'dir. Diğer meşhur halîfeleri; Hasan Zarîfî, Anadolu Hisarında Durmuş Dede Tekkesinde medfûndur. Sâdık Ali Efendi, Diyarbakır'da Rûm Kapısının yakınında medfûndur. Âşık Mûsâ Efendi ise, Edirne'de medfûndur.

İbrâhim Gülşenî hazretlerinin vefâtından sonra oğlu Ahmed Hayâlî babasının yerine geçti. Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için yedi gün kendi hâlinde yalnız kaldı ve Allahü teâlânın zikri ile meşgul oldu. Halvetten çıktıktan sonra irşâd, doğru yolu tebliğ makâmına oturdu. Babasının talebelerini ve sevenlerini, birlik ve berâber olmaya, bölünüp parçalanmamaya dâvet etti. Babasının halîfelerinden ve dervişlerinden hepsi gelip, kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Üç gün geçince, yine pekçok kimse gelip, Ahmed Hayâlî'ye bağlılıklarını arzettiler. Ancak tek tük bâzı kimseler Ahmed Hayâlî'ye bağlanmamıştı. Bunlardan Nahîfî Halîfe şöyle anlatır:

"İbrâhim Gülşenî vefât edince, oğlu Ahmed Hayâlî'ye bağlanma husûsunda karar verememiştim. Hattâ kendi kendime; "Bir büyüğün elinde tövbe etmek ve ona bağlanmak yeter. İbrâhim Gülşenî'den sonra bir başkasına bağlanmam lâzım gelmez." dedim. Bir gün rüyâmda hocam Gülşenî'yi gördüm. Beyaz elbiseler giymiş ve beyaz sarık sarmıştı. Hâtırımdan; "İbrâhim Gülşenî hayâtında iken siyah giyinir ve siyah sarık sarardı. Acabâ şimdi neden böyle beyazlar giydi?" diye geçti. Hâtırımdan geçenleri anlayıp şöyle buyurdu: "O zaman o şekilde siyah giymemizin sebebi, bugün beyaz giymek içindir." Mübârek ellerini öpmek istedim. Yüzlerini çevirip; "Git, Emîr Ahmed Hayâlî'nin elini öp. Bundan sonra tasarruf onundur, talebelerin yetişmesi ona havâle edilmiştir. Senin de ondan feyz alman lâzımdır." buyurdular. Tekrar baktım, o beyazlar giyinmiş olarak gördüğüm zât, Emîr Ahmed Hayâlî oldu. Yanına varıp, kendisine bağlılığımı bildirdim. O anda uyandım. Ona talebe olmaya niyet ettim. Sabahleyin kalkıp yanına gittim ve beni talebe olarak kabûl etmesini ricâ ettim. Talebeliğe kabûl edip, gece gördüğüm rüyâyı keşfettiler. Kulağıma; "Babamdan işâret almayınca bize gelmedin." buyurdular. Buna benzer hâller birçok kişinin başından geçti."

Emîr Ahmed Hayâli, 1542 senesinde hacca gitti. Hac ibâdetini yerine getirip, Peygamber efendimizi ziyâret etti. 1556 senesinde Kudüs, Şam ve Haleb yoluyla İstanbul'a geldi. Burada altı ay kaldıktan sonra, tekrar Mısır'a döndü.

Emîr Ahmed, çok güzel ve tesirli konuşur, ince mânâları ifâde eden şiirler söylerdi. Şiirlerinin bulunduğu bir dîvânı vardır. (Millet Ktp. Ali Emîrî Kit. Manzum eserler, Nr. 133; Süleymaniye Ktp. Reşid Efendi Kit. No. 134; Hacı Mahmud Efendi Kit. No. 3451; Fâtih Kit. Nr. 3823.)

YA SÖZ DİNLERSİN VEYA...

Ahmed Hayâlî'nin talebesi ve dâmâdı olan Muhyî Gülşenî anlatır: "1553 senesinde, Mısır'da nâib, kâdı vekîli idim. Orada Ahmed Hayâlî'nin elinde tövbe edip ona talebe olduktan sonra, vazîfemden vazgeçtim. Mahkemeye gidip, durumu anlattım. Üstâdım olan Mısır kâdısı Abdülbâkî Efendi, Ahmed Hayâlî'nin yanına geldi. Ahmed Hayâlî'ye; "Muhyî benim oğlumdur. Sizin kulunuz oldu. Sizden, mahkemeyi terk etmeyip nâiblik vazîfesinde kalmasını ricâ ederim. Muhyî, sizinle zâhirî irtibâtımızdır. Mânevî durumumuzu siz bilirsiniz" dedi. Bunun üzerine hocam bana; "Yarın mahkemeye git." diye emretti. Ben; "Artık dervişlik mertebesine ulaştım. Başka işlerle uğraşmak istemiyorum, affediniz." dedim. Kızgın bir şekilde; "Sen bir de derviş olmuşsun. Ya söz dinlersin veya bildiğin şekilde hareket edersin. Sen söz dinle!" dedi. Bana acâib bir korku geldi. Titremeye başladım. Elimde olmadan; "Emir, Sultânımındır" dedim. "Emir, Allahü teâlânındır. Bir mazlumu, isterse zımmî, müslümanların idâresinde yaşayan kâfir, isterse müslüman olsun, serbest bırak. İkisinin de kurtulmasına sebeb olursun." buyurdu.

Hocam Ahmed Hayâlî'nin emrine uyarak, vazîfeli olduğum mahkemeye gittim. Biraz sonra bir hıristiyan geldi. Kendisine makam ve mevki sâhibi bir müslümanın haksızlık yaptığını, bir başka hıristiyanla benzerliklerinden istifâde ile, onun bin altın borcunu kendisinden almak istediğini söyleyip şikâyetçi oldu. Adam gönderip borçlu ve alacaklıyı getirtti. Yapılan soruşturma ve tahkîk netîcesinde, hıristiyanın haksızlığa uğradığı anlaşıldı ve bu yolda hüküm verildi. Müslüman, suçunun ortaya çıkması ile mahcûb olup utandı. Tövbe etti. Dâvâcı olan hıristiyan ile borç almış olan hıristiyan, tecellî eden İslâm adâletine hayran kaldılar ve ikisi de Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldular. Böylece hocam Ahmed Hayâlî'nin kerâmeti ortaya çıktı. Söz dinlememin bereketiyle, bir müslümanın tövbe etmesine, iki hıristiyanın da müslüman olmasına vesîle oldum."
 
Üst Alt