Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (E)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ MUHAMMED RÂZÎ



Nişâbur'da yetişen büyük velîlerden. İsmiAbdullah bin Muhammed er-Râzî, künyesi Ebû Muhammed'dir. Şa'rânî ve Haddâd diye de tanınır. Aslen Reyli olup, Nişâbur'da doğup büyüdü. Doğum târihi bilinmemektedir. 964 (H.353) senesi Nişâbur'da vefât etti.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Osman Hîrî'nin sohbetlerinde yetişip kemâle geldi. Ebû Osman hazretleri Ebû Muhammed Râzî'nin yetişmesinde husûsî ihtimâm gösterirdi.

Ebû MuhammedRâzî; Cüneyd-i Bağdâdî, Muhammed bin Fadl, Ruveym, Semnûn, Yûsuf bin Hüseyin, Ebû AliCürcânî, Muhammed bin Hamid ve başka büyük zâtlarla görüşüp sohbet etti. Fıkıh, hadîs ve diğer ilimlerde âlim idi. Çok hadîs-i şerîf yazdı ve rivâyet etti. Sika, güvenilir bir râvi idi. Bilhassa tasavvuf yolunun inceliklerini iyi bilirdi. Haram ve şüphelilerden sakınmakta, hattâ şüpheli olmak korkusu ile mübahların çoğunu terketmekte, nefse zor gelen şeyleri yapmakta çok dikkatli idi.

Talebeliğinde Muhammed Râzî, hocasıOsman Hîrî'nin, Muhammed bin Fadl Belhî'yi medhettiğini işitmişti. Onu görme arzusuna düştü. Ziyâretine gitti. Fakat zannettiği gibi bulmadı. Hocasına döndü. Hocası ona; "O zâtı nasıl buldun?" deyince, o; "Zannettiğim gibi değil." diye cevap verdi.Ebû Osman hazretleri ona; "Evlâdım! Sen onu küçümsedin. Bir kimse bir kimseyi küçümserse ondan istifâde edemez. Hemen hürmetle ona dön!" buyurdu. Abdullah Râzî hatâsını anlayıp geri döndü. Ondan çok istifâdesi oldu.

Hikmetli sözleri pekçoktur.

Kendisine; "Dünyâ sevgisi nedir?" denildi. O; "Dünyâ, Allahü teâlâ ile senin aranda perde olan her şeydir." buyurdu.

Yine, şikâyet ve gönül darlığından suâl edildi. Buna da; "Şikâyet ve gönül darlığı, mârifet azlığından Allahü teâlâyı tanımamaktan ileri gelir." buyurdu.

Sohbetlerinde; "Bir kimse, İslâmiyetin emirlerine uyup uymadığını anlamak istiyorsa, bu emir ve yasakları nefsine tatbik etsin. Eğer emirleri yapmakta ve yasaklardan sakınmakta bir isteksizlik, gevşeklik yoksa, bilsin ki İslâmiyete uymaktadır."

"Ahlâk, Allahü teâlânın sana ihsân ettiklerini büyük, senin O'nun rızâsı için yaptıklarını küçük görmendir."

"Allahü teâlâya yakınlık makâmına kavuşmak isteyen, nefsin arzuları ile kendisi arasında, demir gibi kavî bir duvar bulundursun."

"Sabrın alâmeti, şikâyeti terk edip, musîbeti ve sıkıntıları gizlemektir."

"Devamlı ilimle meşgûl olmak, insanın ayıplarını anlamasına sebeb olur."

"İlim öğrenmek, ilmi ile amel etmek, amelini düzgün yapamadığını düşünüp korkmak, Allahü teâlâyı tanımanın alâmetlerindendir."

"Susmayı ganîmet saymayan kimse, ne kadar konuşursa konuşsun boşunadır." buyurdu.

Hocası, Osman Hîrî hazretlerini çok sever ve; "Pek çok evliyâ ile görüşüp sohbet ettim. Lâkin Allahü teâlâyı tanımak husûsunda hocamdan daha çok mârifet sâhibi birini görmedim." derdi.

Ebû Nasr Harrânî anlatır: Ebû Muhammed Râzî'ye bana bir duâ öğretmesini ricâ ettim. Bana şöyle duâ etmemi söyledi: "Yâ Rabbî! Bize, seni hakkıyla tanımayı, sana hakkıyla ibâdet edebilmeyi ihsân et. Bizi sana yaklaştıracak şeyleri nasîb eyle. Bizlere hâlis tevekkül, hüsn-i zan, dünyâ ve âhirette âfiyet ve iyilikler ihsân buyur."

TUHAF HÂLLER

Bu insanların hâli ne tuhaftır. Kusur işler, kusurlu olduklarını bilirler, fakat bir türlü bu bozuk halden vazgeçmezler ve doğru yola dönmezler. Böyle insanlar hakkında ne buyuruyorsunuz? diye soranlara; "Bunlar öğrendikleri ilimler ile amel etmekle değil, o ilimler kendilerinde bulunduğu için, öğünmekle meşgul oluyorlar. Hep zâhir ile uğraşıyorlar ve bâtın edepleri ile meşgûl olmuyorlar. Allahü teâlâ böylelerinin doğruyu ve hakkı gören basîret gözlerini kapatır. Böylece âzâları da ibâdet yapamaz olur." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ MUHAMMED TALHÂ BİN ÎSÂ


Yemen'in büyük velîlerinden. İsmi Talhâ bin Îsâ, künyesi Ebû Muhammed'dir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1378 (H.780) senesi Yemen'de Bâb-ı Sihâm denilen yerde vefât etti. Kabri üzerine sonradan büyük bir türbe yapılmıştır.

Çok kerâmet ve hârikaları görüldü. Bereketli sözleri vardı. Gençliğini ilim öğrenmekle geçirdi. Çok Kur'ân-ı kerîm okur, geceleri devamlı ibâdet ederdi. Allahü teâlâya olan aşk ve muhabbetinin çokluğu sebebiyle, mânevî hallere ve kerâmetlere kavuştu.

Ebû Muhammed Talhâ, rüyâsında Resûlullah efendimizin işâretiyle, hazret-i Ebû Bekr'in elinden tasavvuf hırkasını giydi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Allahü teâlâ ona İsm-i a'zamı öğretti.

Kendisi anlatır: "İsm-i a'zamı kimseden öğrenmedim. Onu, havada nurdan yazılmış harflerle görüp öğrendim." buyurdu.

Bir gün kendisine Abdullah Yâfiî'nin oğlu gelip, bir mesele için hakem yapmak istedi. Bunu kabûl etmedi. Niçin kabûl etmediği sorulunca; "Bana kendi meselesi için hakemlik yapmamı teklif edince, babası bana göründü ve; "O benim oğlumdur, fakat boynumda bir yüktür." dedi. Babasının ondan râzı olmadığını bildiğim için, bu teklifini kabûl etmedim." buyurdu. Yine bir gün Mekke-i mükerremede, aynı zâtın oğullarından biri kendisinden duâ istedi. O zaman yine babası göründü ve; "Efendim, bu oğlumu gözetmenizi istiyorum." dedi. Ebû Muhammed Talhâ da o gence dönüp; "Evlâdım, şunu bil ki, hoca talebesini gözetir ve korur." buyurdu. Daha sonra Ebû Muhammed Talhâ yanındakilere; "Ben, Abdullah Yâfiî gibi evlâdını bu derece gözetip kollayan başka birini görmedim." buyurdu.

Talebeleri nerede olursa olsun kerâmet olarak onların hâlini bilirdi. Bir gün talebeleriyle sohbet ederken, biri Bağdât'ta, diğeri Mısır'da iki talebesinin ismi anıldı. Onların hâlinden haberdâr olmayı arzû etti. Derhal onların hâli, Ebû Muhammed Talhâ'nın gözleri önüne geldi. Yanındakilere; "Bağdat'taki Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin soyundan olan talebem, şu anda ayakta kıbleye dönmüş, Kâbe-i muazzamanın şark rüknüne isâbet eder vaziyette ibâdete hazır bir halde duruyor, Mısır'daki ise, etrafında birçok kişi ile berâber, onlara İslâmiyeti anlatıyor." dedi.

Ebû Muhammed Talhâ, uyanık iken karşısında Peygamber efendimizi görürdü. Bir gün birisi Zebid Hâkimi Kâdı Ahmed et-Tihâmî'ye gelip bu husûsu söyledi. O da bu duruma inanmadığı halde; "Gel berâberce ona gidip konuşmasını dinleyelim." dedi. Huzûruna gittiklerinde, Ebû Muhammed onlara hiç bakmadı. Fakat; "Bâzı kimseler, uyanık iken Resûlullah efendimizin görüleceğini kabûl etmiyorlar. Böyle inanmaktan Allahü teâlâya sığınırız." buyurdu. Gelenler hatâlarını anlayıp özür dilediler. Başka bir rivâyette ise; kâdı, Ebû Muhammed Talhâ'nın huzûrunda hiç konuşmadan edeple bir müddet oturdu. Hiçbir şey konuşmadan ayrılıp gitti. Yanındaki; "Niçin bir şey sormadın?" dediğinde, kâdı; "Yemin ederim ki, huzuruna girer girmez, Resûlullah efendimizi yanında gördüm." dedi.

Ebû Muhammed Talhâ hazretleri kabirleri ziyâret eder, kabirdeki evliyâ ile görüşür, konuşurdu.

Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ, bir defâsında hacca giderken, büyük fıkıh âlimi Ahmed bin Ömer ez-Zeylâî'nin türbesine uğrayıp ziyâret etti. Onu, başında çiçeklerden bir taç demeti olduğu halde gördü ve onunla konuştu.

Bu sebeple "Hangi velînin kabri başında dursam, Allahü teâlâ, o zâtın rûhâniyetinden beni haberdâr eder." buyururdu.

Zebid şehrinde bir karışıklık oldu. Sultan şehirden çıktı. Herkes malını ve kıymetli şeylerini bir yere sakladı. Ebû Muhammed Talhâ o vakitte hasta idi. Talebesi gelip durumu anlatınca; "Bu insanlara bir şey olmayacak. Ancak bir âlim vefât edecek. Âlimin ölümü, âlemin ölümü demektir." buyurdu. Çok geçmeden kendisi vefât etti.Vefâtından sonra da kerâmetleri görüldü.

EVET DOĞRUDUR

Kızkardeşinin oğlu Hibetullah Sücâf anlatır: "Hanımımın bir elbiseye ihtiyâcı vardı. Param olmadığı için alamadım. Üzüntülü hâlimle Ebû Muhammed Talhâ'nın kabrine gidip yalvardım. Beni hafif bir uyku hâli kapladı. O anda karşımda onu gördüm. Bana; "Falan yerdeki filan kişiye git. Benden selâm söyle ve benim şu sözümü bildir. O sana ihtiyâcını verecektir." buyurdu. Derhal kendime geldim. Buyurduğu köye gidip, o kişiyi buldum. Selâmını söyledim ve Ebû Muhammed Talhâ'nın; "Senin her biri çeşitli yerlerde olan beş küp altının var. Birisi de falan ağaç altındadır. Senden kırk dirhem istiyorum." sözünü naklettim. O kişi; "Evet, Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ'nın dediği doğrudur. Hoş geldiniz. Bundan sonra ne ihtiyâcınız olursa ben karşılayacağım." dedi ve ihtiyâcım olan şeyleri verdi."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ MUHAMMED EL-YEMENÎ



Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Abdurrahmân bin Osman bin el-Mu'terid, künyesi Ebû Muhammed'dir. "Nedîmü'l-Kur'ân" yâni Kur'ân-ı kerîmin arkadaşı lakabıyla anılırdı. Yemen'de doğdu ve 1426 (H.830) senesi yine orada vefât etti.

Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Gays bin Cemîl hazretlerinin sohbetlerinde yetişti. Âlim, kâmil, tevâzû ve ihlâs sâhibi, gönlünü Allahü teâlâya vermiş bir zâttı. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. Bu hususta bir benzeri yoktu. Kur'ân-ı kerîmi eline aldığı anda, kendisini bir titreme ve korku alır, okumaya başlayınca bu hal sona ererdi.

Nedîmü'l-Kur'ân olma hususunu kendisi şöyle anlatır: "Beni kendisine yaklaştıracak bir ibâdet yolu üzerinde olmayı Allahü teâlâdan istedim. Bana, kendi kitâbını, yâni Kur'ân-ı kerîmi okumamı nasîb etti."

Çok kerâmetleri görüldü. Bir talebesi şöyle anlatır: "Bir gün Abdullah-ı Yemenî'nin yanında idim. Bir kadıncağızın feryâd ettiğini ve doğum zamânı geldi dediğini duyduk. Ebû Muhammed; "Yâsîn sûresini okuyun. İnşâallahü teâlâ selâmet bulur." dedi. Biraz sonra da; "Şimdi o kadıncağız bir erkek evlâdı dünyâya getirdi. İsmini de Ali koydu." buyurdu. Bir ara gidip olup biteni sorduğumda hâdisenin hakîkaten hocamın bildirdiği gibi olduğunu öğrendim."

Kendisi anlatır: "Atâ isminde birinin evinde misâfir idim. Bana vâlinin çoluk-çocuğuna zarar vereceğini söyledi ve onun hakkında şikâyette bulundu. O zaman, ben Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) vesîle ettim. O'ndan yardım istedim. Resûl-i ekrem efendimiz; "İşte ben yanındayım." buyurdu. Sabahleyin vâlinin azli haberi geldi."

Yine kendisi şöyle anlatır: "Rüyâmda bana bir kâğıt parçası verildi ve; "Günahlarını buna yaz!" dendi. Kâğıt genişledikçe genişledi. Sonra da; "İşte biz, senin ne kadar günâhın var ise hepsini affettik denildi."

Ebû Muhammed el-Yemenî sık sık hocasının kabrini ziyâret ederdi. Bu hususta şöyle anlatır: "Bir gün hocam Ebü'l-Gays'ın kabrine gidip ihtiyâcımı arzettim. Bir müddet sonra başımı kaldırıp baktığım zaman kabir parmaklıkları arasında; "Maksadın olacak, olacak!" diye yazılı bir mektup gördüm." buyurdu.

Yemen'deki sâlihlerin önde gelenlerinden olan babası Şeyh Abdurrahmân bin Osman da güzel hal ve kerâmetler sâhibiydi. Yeğeni ile karanlık bir gecede bir yere gidiyordu. Lâkin yolu şaşırdılar. O zaman Şeyh Abdurrahmân hazretleri cebinden misvakını çıkardı. Kandil gibi ışık vermeye başladı. Bu ışıkla gidecekleri yolu kolayca buldular ve istedikleri köye vardılar.

Bir gün Şeyh Abdurrahmân hazretleri, oğlu Ebû Muhammed Yemenî'ye; "Ey oğlum! Allahü teâlâ katında benim için ne derece varsa, senin için de öyledir." dedi. O zaman Ebû Muhammed Yemenî; "Ey babacığım! Ceddim Şeyh Muhammed bin Minhâ'nın mânevî derecesine kavuştunuz mu?" diye sordu. Babası bunun üzerine; "Evet, cenâb-ı Hak bu dereceyi bize de nasîb etti. İnşâallah sen de bu derecelere ulaşacaksın." buyurdu. Hakîkaten Ebû Muhammed el-Yemenî hazretleri babasının ve ceddinin mânevî mîrâsına nâil oldu.

HALIYA BAS

Rüyâsında çok kere Peygamber efendimizi görürdü. Şöyle anlatır: "Rüyâmda her tarafı bir nûr kaplamıştı. Muhammed aleyhisselâm, hocam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, hocam Fakîh Ahmed bin Ömer ez-Zeylâ'î, Ebü'l-Gays bin Cemîl ve velîlerden birçok zât bulunuyordu. Orada bir halı vardı ve herkes nalınlarını çıkarıp onun etrâfına toplanmıştı. Ayağımda nalın olduğu halde bana; "Halıya bas!" dendi. Buyrulduğu gibi yapıp, oraya oturdum. Daha sonra Ebü'l-Gays kalktı ve bana bir elbise giydirmek istedi. Fakat Resûl-i ekrem efendimizin işâretiyle yerine oturdu. Server-i âlem mübârek elleriyle başıma beyaz bir tülbent koydu. Sonra Ebü'l-Gays bin Cemîl bir takke giydirdi. Orada bulunanlar da tekbir getirdiler."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ MÜSLİM HAVLÂNÎ



Evliyânın meşhurlarından ve Tâbiînin büyüklerinden. İsmi Abdullah bin Sevb'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 681 (H.62) senesinde Şam'da vefât etti. Kabri Şam'da olup, ziyâret mahallidir. Peygamber efendimiz hayatta iken müslüman oldu. Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem görmek için Medîne'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda iken Peygamber efendimizin vefât ettiğini haber aldı. Bunun üzerine yoldan geri döndü. Daha sonra hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği sırasında Medîne'ye gitti.

Ömer bin Hattâb, Muaz bin Cebel, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Ubâde bin Sâmit, Ebû Zer ve diğer tanınmış sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ebû İdrîs Havlânî, Şurahbil bin Müslim Havlânî, Atiyye bin Kays gibi zâtlar da ondan hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Hadîs sâhasında güvenilir bir zât olarak bilinir. Kendisine; "Bu ümmetin hâkimi" denilmiştir.

Zühd konusunda emsâli az görülen kimselerdendi. Dünyâ işlerinden ancak zarûret mikdârı konuşurdu. Alkama bin Mersed demiştir ki: "Zühd, dünyâya düşkün olmamak olup, bu da Tâbiînden sekiz kişi ile sona erdi. Bunlardan biri de Ebû Müslim Havlânî'ydi. Çünkü o hangi mecliste oturup konuşsa sözü dünyâ ile ilgili şeylerden çevirir, böyle şeylerin konuşulmasına mâni olurdu. Bir gün mescide girmişti. Orada bir cemâat, işlerinden, kölelerinden bahsederek konuşuyorlardı. Onlara dikkatle bakıp; "Sübhânallah! Biliyor musunuz siz şu hâlinizle neye benziyorsunuz? Şiddetli yağmura tutulup sığınacak yer arayan bir kimseye benziyorsunuz. Aranırken bir de bakıyor ki önüne iki kanatlı büyük bir kapı çıkıyor. Kapıyı açıp yağmur kesilinceye kadar durmak için içeri giriyor. Bir de bakıyor ki girdiği evin tavanı yok! Üstü açık! Sizin yanınıza oturdum ve istiyorum ki Allahü teâlânın zikri ile ve hayırlı şeylerle meşgul olasınız. Yoksa siz dünyâ ehli, dünyâya düşkün kimseler olursunuz!" dedi.

Ebû Müslim Havlânî hazretleri her ânı değerlendirir, devamlı ibâdet, tâat ile meşgul olurdu. Yaşı ilerleyip vücûdu zayıf düştüğünde; "Yaptığınız tâatlardan birazını azaltsanız." dediler. Bunu söyleyenlere; "Siz bir atı yarış için gönderseniz, yarışı tamamlayıp hedefe ulaşmadan atın sürücüsüne, buna yumuşak davran ve kendi hâline bırak demezsiniz değil mi?" dedi. "Evet." dediler. İşte ben de hedefi gördüm. Fakat henüz geçemedim. Her vaktin bir gâyesi vardır. O vakit geçince bir şey hâsıl olur. Bütün vakitlerin hedefi ise ölümdür. Bütün zaman geçer, sonunda ölüm gelir." diye cevap verdi.

Bir defasında da iki kişi ziyâret edip, sohbetinde bulunmak için evine gitmişlerdi. Evde olmadığını öğrenince mesciddedir diye mescide gittiler. Oradaydı ve namaz kılıyordu. Bitirmesini beklediler. Uzun müddet namazdan ayrılmadı. Bunun üzerine seslenip; "Efendim arkanızda oturup sizi beklemekteyiz." dediler. Namazını bitirip onlara döndü ve bu arzunuzu bilseydim, ben sizin yanınıza gelirdim. Sizi beklettim. Fakat yeminle söylüyorum ki çok secde etmek, çok namaz kılmak kıyâmet günü için elbette hayırlıdır." dedi.

Gayr-i müslimler ile yapılan savaşlara katılır, cihâd ederdi. Öyle bir zâtın İslâm askeri arasında bulunması asker için bambaşka bir moral ve gayrete getirici sebeb olurdu. Çünkü duâsıyla, davranışlarıyla, nasîhatlarıyla ve kerâmetleriyle ordu için bir nîmet olurdu. Bir defâsında Rum diyârında cihâd etmekte idiler. Ordunun önüne derin bir nehir çıktı. Ebû Müslim Havlânî hazretleri öne geçip; "Bismillâhirrahmânirrahîm." diyerek; "Geçiniz." dedi. Kendisi önden gitti, ordu da peşinden yürüdü. Nehrin suyu atların sırtlarına kadar yükseliyordu. Geçtikten sonra; "Bir şeyini düşüren oldu mu?" diye sordu ve; "Bir şeyini düşüren olduysa, onu bulmaya kefilim."dedi. Bir asker; "Benim torbam düştü." dedi. Ona; "Beni takib et." deyip nehre daldı. Torbayı nehrin suları arasından eliyle koymuş gibi bulup çıkararak askere verdi.

Bir defâsında hanımı; "Evde un kalmadı." deyince, hanımına hiç para var mı? dedi. Hanımı bir dirhem var deyince; "Ver, bir de torba getir." diyerek bunları alıp pazara gitti. Yiyecek satan bir satıcıya yaklaştı. O sırada bir dilenci; "Ey Müslim bana bir sadaka ver." dedi. Yanında bir dirhemden başka bir şey olmadığından, oradan uzaklaşıp bir dükkana gitti. Fakat dilenci onu takib ediyordu. Gene sadaka istedi. Oradan da uzaklaşıp başka bir dükkana gitti. Dilenci peşini bırakmadı. En sonunda cebindeki tek dirhemi çıkarıp dilenciye verdi. Sonra bir marangoz dükkanına gidip atılmış ve toprakla karışmış talaşları yarı topraklı halde torbasına doldurdu. Eve gidip kapıyı çaldı. Hanımı kapıyı açınca içi talaş ve toprak dolu torbayı bırakıp dönüp gitti. Hanımı un geldi diye sevinerek torbayı aldı. Biraz sonra da ekmek yapmak için çuvalı açtı. Baktı çuvalın içi hâlis unla dolu. Bir mikdar alıp hamur yoğurdu ve ekmek pişirdi. Ebû Müslim Havlânî hazretleri gece geç vakit eve döndü. Hanımı sevinçli ve memnun bir hâlde karşıladı. Sonra da sofra hazırladı. Nefis çörekler getirdi. "Bunları nereden buldun?" diye sordu. "Efendim bugün getirdiğiniz undan yaptım." deyince, Allahü teâlâya hamdederek hem yedi hem ağladı. Allahü teâlâ, onun kırık kalple evine getirip bıraktığı torba içindeki toprak ve talaşı una çevirmişti.

Bir hizmetçisi vardı. Ebû Müslim Havlânî'yi sevmez, düşmanlık beslerdi. Bu sebeple onu zehirlemek için içeceklerine zehir katmıştı. Ancak gözü önünde içtiği halde hiç tesir etmedi. Tekrâr tekrâr içtiği halde zehirlenmediğini görerek bir gün; "Uzun zamandan beri seni zehirlemek istedim. Zehir tesir etmedi." dedi."Niçin bunu yapmak istedin." deyince; "Çünkü sen ihtiyarladın." dedi. Hizmetçiye; "Ben her ne zaman bir şey yemeye veya içmeye başlasam, Bismillâhirrahmânirrahîm derim." dedi ve sonra o hizmetçiyi serbest bıraktı.

Osman bin Ebû Atîke şöyle anlatmıştır: Rum diyârında gazâda idik. Komutanımız bir yere bir bölük asker gönderdi. Dönecekleri zamânı da belirlemişti. Belirtilen vakit geldiği hâlde gönderilen birlik dönmemişti. Bu sırada Ebû Müslim Havlânî namaz kılmak için mızrağını önüne sütre olarak dikti. Bir kuş gelip mızrağa kondu ve dile gelip; "Müfreze, askerî birlik selâmettedir. Zafer kazanıp, ganîmet aldı. Falan gün, falan saatte size gelecektir." dedi. Ebû Müslim Havlânî, dile gelip konuşan kuşa "Allahü teâlânın rahmeti senin üzerine olsun, kimsin?" dedi. Kuş; "Ben müminlerin kalplerinden üzüntüyü gideren bir kuşum." dedi. Ebû Müslim, bu haberi komutana ulaştırdı. Böylece komutan merakla beklediği asker hakkında haber almış oldu.

Ebû Müslim Havlânî sözleriyle ve yaşayışı ile insanlar için üstün örnek bir zâttı. Bir sohbetinde huzûrunda bulunanlara; "Ne dersiniz ben bir kimseye ikram ettiğim, istediğini verdiğim halde o yarın Allahü teâlânın indinde beni kötüler. Fakat ben o kimseye zorluk göstersem, iş yaptırsam, sıkıntıya soksam yarın o Allahü teâlâ indinde beni metheder, över, benden memnun olduğunu söyler." dedi. Dinleyenler şaşarak bu kimdir? diye sorduklarında; "Vallahi o benim nefsimdir." diye cevap verdi.

Harâbe yerleri görünce, başında durup; "Ey harâbe senin sâhibin, senin üzerinde yaşayanlar nerede?" "Onlar ölüp gitti. Sadece amelleri, yaptıkları işler kaldı. Her türlü istekler arzu ve hevesler bitti. Hatâlar, günahlar kaldı. Ey insanoğlu! Hatâyı, günahı terketmek, tövbe etmekten ve af dilemekten daha kolaydır. " derdi.

Derdi ki: "Benim en güzel şekilde yetişip büyüyen çok tatlı bir evlâdım olsa ve en tatlı zamânında vefât etse benden alınsa, bu Allahü teâlânın takdîri ile olduğu için buna râzı olmak bana dünyâdan ve dünyâdaki şeylerden daha hayırlıdır."

Ceylanlar, Ebû Müslim Havlânî hazretlerine uğrar, çocuklar da ona, ne olur, Allahü teâlâya duâ et de ceylan bize duruversin, ona elimizle dokunalım, sevelim diye, ondan istirhamda bulunurlardı. O da Allahü teâlâya yalvarır, çocuklar, ceylanlar duruverdiği için dokunup, severlerdi. Yine çocuklar yanına gelip; "Efendim duâ ediniz de kuşlar bize yaklaşsın tutup oynayalım." derlerdi. Duâ edince kuşlar çocuklara yaklaşır, çocuklar tutup oynarlardı.

Muhammed bin Şuayb, bir zâttan şöyle bildirir: Humus'tan çıkıp, Şam'a doğru gidiyorduk. Gece sonunda, Humus'tan dört mil ötede Umeyr denen yere uğradık, orada bulunan kilise papazı bizim geldiğimizi duyunca, yanımıza geldi. "Siz kimsiniz?" dedi. "Şamlıyız." dedik. "Siz, Ebû Müslim Havlânî'yi tanıyor musunuz?" diye sordu. "Evet." dedik. "Ona gidince, selâmımı söyleyin. Kendisini kitaplardan Îsâ'nın (aleyhisselâm) yakın dostu diye gördüğümü söyleyin. Fakat göreceksiniz onu hayatta bulamayacaksınız." dedi. Gerçekten Guta denilen yere vardığımızda onun ölüm haberi geldi.

Ebû Müslim hazretleri buyurdu ki: "Bu ümmeti üç kısım buldum. Birincisi,Cennet'e hesapsız girerler. İkinci kısmı, azıcık sorguya çekilir, ondan sonra Cennet'e girerler. Üçüncü sınıf ise biraz azap görüp, ondan sonra Cennet'e girerler. Ben, birinci kısımda olanlardan olmak isterim. Onlardan olamazsam, az bir hesaba çekilenlerden, onlardan da olamazsam, biraz azab görüp,Cennet'e girenlerden olmak isterim."

"Alçak ve düşük kimseler kibirlenir. Böyle kimseler övünür. Hatâ ve haksızlıkta ısrar edenler de bunlardır."

Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şöyledir:

"Gadap (kızgınlık) şeytandandır. Şeytan ise ateştendir. Su ateşi söndürür. Sizden birisi kızdığı zaman abdest alsın."

Buyurdu ki:

"Eğer Cennet'i ve Cehennem'i gözümle görseydim, şimdiki yaptıklarıma ilâve edeceğim bir şey olmazdı. Çünkü, ben sanki her ikisini görmüş gibi hareket ediyorum."

"İyiliğin sevâbından daha güzel bir şey yoktur. İyilik yapmaya gücü yeten herkeste iyilik yapma niyeti bulunmaz. Bir kimsede hem iyilik yapma gücü hem de niyeti varsa, saâdet hâsıl olur. Kalplere en çok tesir eden şey iyiliktir. Ciğerleri serinleten iyilik, beklenen ve vâd edilip geciktirilmeden yapılan iyiliktir."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ NASR PÂRİSÂ



Evliyânın meşhurlarından. İsmi Muhammed bin Muhammed el-Hâfız-ı Buhârî olup, Muhammed Pârisâ hazretlerinin oğludur. Künyesi Ebû Nasr, lakabı Hâfızüddîn'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1460 (H.865) senesinde vefât etti. Kabri Belh şehrindedir.

Küçük yaştan îtibâren babası ve Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn Buhârî hazretlerinin pak huylu, temiz soylu halîfesi Muhammed Pârisâ hazretlerinin terbiyesi ve eğitimi altında yetişti.Ondan aldığı feyz, bereket ve mârifetle âlimler arasında seçkin bir yere geldi. Dînî ilimlerde ve tasavvuf ilminde çok yüksek derecede bir âlim oldu. Tasavvuf makamlarında babasının yerini tutacak kadar bir üstünlüğe kavuştu.

Bütün bu hallerine rağmen görülmemiş bir tevâzua sâhipti. İlmini ve tasavvuftaki üstün hallerini hep gizlerdi. Kendisine bir suâl sorulduğu zaman, kitâba bakalım der, kitaplara bakar sonra cevap verirdi. Kitabı eline alıp açar açmaz, sorulan suâlin cevâbı bulunan yer çıkardı. Bâzan da bir iki sayfa yakını çıkardı.

Ebû Nasr Pârisâ hazretleri pekçok talebe yetiştirdi. Bunlardan en meşhurları, Süleymân Firketî, Şeyh Abdurrahmân Niyestânî ve Şeyh Pîr Halta'dır.

Ebû Nasr Pârisâ hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunan meşhur halîfelerinden Pîr Halta ondan şu beyti nakletmiştir:

"Sabırla kanâati kendine yol tut;
Bu derdi huy edinenler elem çekmez."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ OSMAN HÎRÎ


Büyük velîlerden. İsmi Saîd bin İsmâil Hîrî; künyesi Ebû Osman'dır. Aslen Rey şehrinden olup, Nişâbur'a yerleşmiştir. Zamânının en meşhur rehberi ve bir tânesi idi. 910 (H.29 senesinde vefât etti. Horasan'da tasavvufun yayılması için büyük hizmetleri oldu. Zamânın meşhur velîlerinden Cüneyd-i Bağdâdî, Rüveym, Yûsuf bin Hüseyin ve Muhammed bin Fadl gibi büyüklerin sohbetinde bulundu. Üç büyük hocası vardır. Bunlardan ilk hocası Yahyâ bin Muâz, ikincisi Şâh Şücâ Kirmânî, üçüncüsü Ebû Hafs Haddâd'dır. Tasavvuf ehli zâtların sözlerini insanlara anlatması ve açıklaması için Nişâbur'da onun için husûsî bir kürsü kurulmuştur.

Ebû Osman Hîrî hazretlerinin tasavvuf yoluna girişi, şöyle anlatılır: Henüz küçük yaşta olmasına rağmen, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir azimle yükseklikleri arar bir hâli vardı. Bir gün dört kişi ile mektebe gidiyordu. Gâyet güzel bir elbise giymiş, başına da güzel bir sarık sarmıştı. Giderken harâbe bir yerin önünden geçiyorlardı. Bu harâbe içinde sırtı yara olmuş bir eşek duruyordu. Bir karga bu hayvanın yarasını gagalıyordu. Hayvan âciz ve çâresiz bir halde kargayı kovamıyordu. Gâyet ızdıraplı ve perişân bir halde acı içinde kıvranıyordu. Bu hâl Ebû Osman Hîrî'yi çok üzdü, kalbi sızladı. Hemen hayvanın yanına yaklaşıp, başındaki sarığı çıkardı. Hayvanın yarasını sarığı ile sardı. Sırtındaki kıymetli cübbeyi de üzerine örttü. Zavallı hayvanı içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı. Bu hareketiyle kalbi rahatlamıştı. O gün daha eve dönmeden içine evliyânın feyzi ve sevgisi doğmuştu. Büyük bir şevkle arayışı artmıştı. Kalbi yanık ve perişan bir halde zamânın meşhur velîlerinden Yahyâ bin Muâz hazretlerinin huzûruna gitti. Bu zâtın dergâhına girip talebesi oldu. Bir müddet sonunda ders ve sohbetlerinde olgunlaşıp, pişti. Ancak arayışı sona ermiş değildi. Bir gün dergâha gelen bir grup misâfir, zamânın meşhur evliyâsından olan hocaları Şâh Şücâ Kirmânî hazretlerinden bahsedip, onun hallerini anlatmışlardı. Anlatılanları dinleyince içine o zâtı görme arzusu düştü. Bu sebeple Kirman'a gitti. Sohbetinde bulunmak için müsâde istedi. Ancak; "Sen recâyı, devamlı ümitli olma hâlini, kendine huy edinmişsin. Ümidi huy hâline getirmişsin. Recâyı taklid etmek benliktendir. Hocan Yahyâ bin Muâz'ın recâsı hakîkî, seninki ise taklîdîdir." diyerek talebeliğe kabûl etmedi. Fakat, dergâhından ayrılmadı. Devamlı yalvardı. Bu yalvarma hâli yirmi gün devâm etti. Sonunda onu sohbetine kabûl edip, talebeleri arasına aldı. Şah Şücâ Kirmânî hazretlerinin ders ve sohbetlerinden çok istifâde edip, feyz aldı.

Şah Şücâ Kirmânî, bir gün Ebû Osman Hîrî ile birlikte zamânın meşhûr velîlerinden Ebû Hafs Haddâd'ın ziyâretine gitmişti. Ebû Hafs Haddâd'ın sohbetinde bulunmaya can atıyor, ona talebe olmayı çok arzu ediyordu. Ancak hocası Şah Şücâ'dan da müsâde istemekten çekiniyordu. Allahü teâlâya duâ edip o zâtın yanında kalmayı nasîb etmesini istedi. Misâfirlikleri sırasında bir gün Ebû Hafs Haddâd gâyet neşeli bir hâlde Şah Şücâ Kirmânî'ye; "Bu genci burada bırak. Bu bizim hoşumuza gitti, onu sevdik." diyerek Ebû Osman Hîrî'yi istedi. Hocası onu kıramayıp kabûl etti. Onu bırakıp, memleketine döndü. Artık Ebû Osman Hîrî, Ebû Hafs Haddâd'ın talebesi oldu. Bir müddet ders ve sohbetlerine devâm etti. Bir gün hocası ona huzûrundan ayrılıp gitmesini söyledi. "Bir daha yanımıza gelmeni istemiyorum!" dedi. Ebû Osman Hîrî bu çetin imtihan karşısında edeple yerinden kalktı, bir şey söylemeden ve hocasına sırtını dönmeden geri geri yürüdü. Hocası gözden kayboluncaya kadar bu halde yüzünü dönmeden geriye doğru hem yürüdü hem de gâyet içli bir şekilde ağladı. Dergâhın eşiğine yakın bir yere bir çukur kazıp içine girmeyi ve buradan hocasını seyretmeyi, hocası emretmeyince bu çukurdan çıkmamaya karar verdi. O böyle âşık ve yanık bir halde kıvranırken, hocası Ebû Hafs Haddâd onun hâlini müşâhede edip yanına çağırdı. Yakın talebeleri arasına aldı. Ayrıca kızını verip kendine dâmâd yaptı. Ebû Osman Hîrî bu hocasının yanında kemâle erip büyük bir velî ve meşhûr bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber oldu. Yaşayışı, sohbetleri, vâz ve nasîhatlarıyla insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İnsanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. Dergâhında pek çok kıymetli âlim yetişti.

Ebû HüseyinVerrâk şöyle demiştir: "Biz tasavvufta ilk talebeliğimiz sırasında Ebû Osman Hîrî'nin dergâhında şu hususlara dikkat ederdik. Bize haberimiz olmadan ihsân edilen, verilen şeyleri ihtiyâcımız olsa bile severek muhtaç birine verirdik. Yanımızda yiyecek bulundurmadan gecelerdik. Yanımızda tutmaz, ihtiyâcı olanlara verirdik. Bize kötülük yapanlardan aslâ intikam almaz, hattâ onları mâzur görüp, alçak gönüllülük gösterir ve özür dilerdik. Hakâret gördüğümüz kimseye iyilik yapardık. İçimizdeki kötü düşünceler yok oluncaya kadar ona ihsânda, ikrâmda bulunurduk."

Menkıbeleri pek çoktur. Talebelerinden Ebû Amr adında bir zât şöyle anlatmıştır: "Ebû Osman Hîrî hazretlerini tanıyıp sohbetlerinde bulundum. Önceden içinde bulunduğum kötü hallerimi terkettim. Günahlarıma tövbe edip bir daha işlememeye karar verdim. Ancak bir müddet sonra yine günaha başladım. Uygunsuz hallerim oldu. Bu sebeple hocamın huzûruna çıkamıyordum. Görünmemek için kaçıyordum. Bir gün yolda karşılaşıverdik. Bana şefkat ve merhâmetle yaklaşıp; "Evlâdım! Düşmanlarınla günahlardan ve kusurlardan uzak olmadıkça oturma. Eğer onlarla günahlara batmış bir halde görüşürsen senin bu hâline sevinirler. Sen günahsız temiz olduğun zaman ise üzülürler. Eğer günah işlemen gerekiyorsa bizim yanımıza gel ki, biz sana katlanalım! Böylece düşman arzusuna kavuşamasın." dedi. Bana bu sözleri söyleyince kalbimden günah işleme düşüncesi silindi. Gerçek bir şekilde tövbe ettim."

Bir gün yolda yürürken ayyâş, derbeder ve elinde saz bulunan bir genç, Ebû Osman'ı görünce sazını abasının içine sakladı. Ebû Osman'ın kendisine bu yaptıklarının kötülüğünü anlatacağını zannetti. Fakat Ebû Osman onun yanına şefkatli bir şekilde giderek, direk sözle ayıplayıp sakındırmadan onun anlayacağı ve kabûl edeceği bir tarzda; "Hiç çekinme, zîrâ insanların hepsi birdir, talebelerin hepsi aynıdır." dedi. Genç onun böyle merhametli davranışından, kendisinin kurtuluşunu çok arzu ettiğini anladı ve yaptığı işlerden ziyâdesiyle pişmanlık duyarak tövbe etti. Ebû Osman Hîrî hazretleri onun bu hâlini memnuniyetle karşıladı. Gidip gusül abdesti almasını ve tekrar yanına gelmesini söyledi. Genç gidip gusül abdesti alıp gelince, huzûruna oturtup, şöyle duâ etti: "Ya Rabbî! Bana düşen vazîfeyi yaptım. Gerisini sana havâle ediyorum." Duânın hemen ardından genci iyi bir hal kapladı. Gencin bu hâline şaşan birine ise, bu, Allahü teâlânın ihsânıdır demek isteyerek; "Hâle hâkim olan Allahü teâlâdır." dedi.

Ebû Osman hazretlerine talebe olup sohbetlerinde bulunan biri, bir gün huzûrunda eski hallerini hatırladı. Önceden tanıyıp görüştüğü bir kadını düşünmeye başladı. Bu hâli kerâmetiyle anlayıp, o talebeye bakarak; "Utanmıyor musun?" diyerek îkâz etti. Talebe toparlanıp kendine geldi.

Ferganalı bir zât her sene nâfile hac yapardı. Yolu Nişâbur'a uğradığı ve Ebû Osmân Hîrî hazretlerinin şöhretini duyduğu halde sohbetine gitmemişti. Bir seferinde ise huzûruna varıp selâm vermişti. Hiç cevap vermemişler. Kendi kendine, selâm verdiğim ve hal hatır sorduğum halde cevap verilmiyor? Bu nasıl iştir?" diye düşünürken, Ebû Osman Hîrî hazretleri söze başlayıp; "Hiç böyle hac yapılır mı? Anne hasta bir halde bırakılıyor. Rızâsı alınmadan yola çıkılıyor?" dedi. Gelen kimse diyor ki: "Hatâmı anladım, büyük bir pişmanlık içinde annemin yanına döndüm. Anneme hizmet ettim. Vefât edinceye kadar hizmetine devâm edip, yanından ayrılmadım. Annemin vefâtından sonra, hac için yola çıktım. Ebû Osman Hîrî hazretlerine uğradım. Beni büyük bir alâka ile karşıladı. Artık onun talebesi olmak için hizmetine girmeyi çok arzû ediyordum. Kabul buyurunca talebeleri arasına girdim. Bana dergâhta hayvanlara bakma işini verdiler. Uzun müddet sohbetlerinde bulunup, verilen vazîfeyi yaptım."

Bir kimse; "Efendim dilimle Allahü teâlâyı zikrediyorum ve kalbimle yapamıyorum. Ne yapayım!?" diye sorunca; "Şükret, hiç olmazsa bir organın, dilin itâatkâr oluyor. Senden bir uzva bu iş için yol açılmış inşâallah bir gün kalp de ona uyar." buyurdu.

Akıllı bir kimse kendine zulmeden birini mâzur görebilir mi? diye sorduklarında; "Tabi mâzur görebilir. Fakat zulmedeni Allahü teâlânın gönderdiği bir musîbet olarak kabûl etmek (imtihan edildiğini, günahları sebebiyle veya yüksek dereceye kavuşturulması için) şartıyla." dedi.

Buyurdu ki: "Reddedilmemek için Allahü teâlâya itâate devâm etmek, saâdetin; tövbesinin kabûl olunacağını umarak, tövbe etme ümidiyle isyânda ısrar ve günaha devâm etmek, şekâvetin alâmetidir."

"Üç şey düşmanlığa sebeb olur: Mala tamahkârlık, insanların ikrâmlarına düşkünlük göstermek, insanların göstereceği îtibâra önem vermek!"

"Korku, Allahü teâlânın adâletinden; ümid ise lütfundandır."

"İnsanlar isteklerine karşı çıkılmadıkça, bulundukları ahlâk üzere halim selîmdirler. İsteklerine karşı çıkılınca iyi görünen insanlar hemen kötü ahlâklı kesiliverirler. Gerçekten iyi insanlar isteklerine karşı çıkılınca da değişmezler."

"Akıllı, korktuğu şey başına gelmeden önce, onun çâresine bakandır."

"Allah korkusu, seni O'na ulaştırır ve kendini beğenmekten uzaklaştırır."

"Dünyâyı sevmek, Allah sevgisini kalpten götürür. Allahü teâlâdan başkasından korkmak, Allah korkusunu kalpten çıkarır; Allah'tan başkasından istemek, Allahü teâlâya olan ümidi kalpten uzaklaştırır."

"Zenginlerle sohbet ederken azîz, fakirlerle sohbet ederken alçak gönüllü ol. Zenginlere karşı izzetli davranman tevâzu, fakirlere karşı alçak gönüllü olman şereftir."

"Evliyânın sohbetine kavuşan kimse, Allahü teâlâya kavuşturan yolu bulur."

"Nefsine âit bir şeyi güzel gören kimse ayıplarını ve kusurlarını görmez. Her hususta nefsini itham edenlerden başkası, kendi kusurlarını göremez."

"Verâ, şüpheli şeylerden sakınmak nedir?" diye sorulunca; "Ebâ Sâlih Hamdûn Kassâr, can çekişen bir dostunun karşısında bulunuyordu. O kimse vefât etti. Hamdûn Kassâr odada yanan lambayı söndürdü. Lambayı niçin söndürdün, diye sorulunca, lambanın içindeki yağ şimdiye kadar vefât eden bu kişiye âitti. O vefât edince mîrasçılarına kaldı. Başka yağ bulunuz." cevâbını verdi.

"Her çeşit üzüntü fazîlettir, mümin için derecede ziyâdeliktir. Fakat üzüntünün sebebi günah olan şeyler olmamalı. Bunları yapamadım diye üzülmemeli. Her çeşit üzüntünün fazîlet olması, üzüntünün insanın derecesini yükseltmese bile günahlarının silinmesine, affedilmesine sebeb olmasıdır."

"Bir mürşide, rehbere talebe olan kimsenin, samîmî değilse, günden güne betbahtlığı artar."

"Tasavvufta yetişmek isteyen mürid, talebe, tasavvuf erbâbı olanların ilminden bir şey işitir ve bu işittiği şeyle amel ederse, bu husus kalbinde ömrünün sonuna kadar istifâde edeceği bir hikmet olur. İşitip amel etmeyen kimse için ise, işittiği şey ezberlenen bir hikâye gibi akılda kalır ve zamanla unutulup gider."

Hocası Ebû Hafs vefât edeceği sırada, bir nasîhatta bulununuz da bize yâdigâr kalsın demişti. Bunun üzerine; "İşlenen kusur ve hatâlara bütün kalbinizle kırgın ve üzgün olunuz. Bu söz size nasîhatim olsun." buyurmuştur.

"Kim sözüyle ve işiyle sünneti nefsine hâkim kılarsa, sünnete uyarsa hikmetle konuşmuş ve yapmış olur. Kim nefsine ve arzusuna göre iş yaparsa ve konuşursa bid'at işlemiş olur."

"İnsanların içine nereden geldiği bilinmeyen keder nasıl çöker?" diye sorulunca; "Ruh, insanın işlediği günahları ve kötülükleri unutmaz. Nefs ise bunları unutur. Ruh, nefsin mahvolduğunun farkına varır ve bu sebeple insanın içine bir keder çöker. İnsan bunun sebebini anlayamaz."

"Kul için güzel edepten daha iyi mertebe göremedim. Çünkü aklın hayâtı edeptir. İnsan edep ile dünyâ ve âhirette yüksek derecelere kavuşur."

"Kim nefsini terbiye ederse, herkes ondan terbiye öğrenir. Edep ehline aykırı hareket eden, yasaklara dalar ve kendisine tâbi olanlar yoldan saparlar."

"Edep iki kısımdır: Bâtının edebi, zâhirin edebi. Bâtının edebi, kalbin temizlenmesi; zâhirin edebi ise uzuvları kötülük yapmaktan ve günahlardan korumaktır."

"İbâdetin tadını alan kimse ibâdetten usanmaz. Usanan kimse, Allahü teâlâyı az tanıdığı için usanır. Peygamber efendimiz o kadar çok namaz kılardı ki, mübârek ayakları şişerdi."

"Allahü teâlânın mârifetle aziz kıldığı bir kimseye yaraşan, günah işleyerek kendini zelîl etmemesidir."

"Zühd; dünyâdan el etek çekmek ve dünyâ kimin eline geçerse geçsin kaygılanmamaktır."

"Dürüst, gerçek ve doğru korku, açık ve gizli günahlardan büyük bir dikkatle sakınmaktır."

"Sabırlı kimseler, sıkıntılara katlanmayı huy edinenlerdir."

"Tevâzuun kaynağı şunlardır: İnsan cehâletini hatırında tutmak, işlediği günahı unutmamak ve Allahü teâlâya devamlı muhtâc olduğunu hiç aklından çıkarmamak."

"Arzu ve isteklerinin peşinde koştuğun müddetçe zindanda gibisin. İşi, Allahü teâlâya havâle edersen, râhata ve selâmete erersin."

EY OBUR!

Ebû Osman Hîrî, öyle mübârek bir zâttı ki, rastladığı iyi veya kötü davranışlar karşısında takındığı tavırla muhâtap olduğu kimselere faydalı olur, onların kurtulmasını düşünürdü. Bir gün onu iyi tanımamış ve kabullenememiş olanlardan biri onu yemeğe dâvet etti. Dâveti kabûl ederek gitti. Adam kapıdan ona; "Ey obur! Yiyecek bir şey yok, geri dön!" dedi. Ebû Osman geri dönüp giderken tekrar çağırdı ve; "Bir şeyler yiyebilmek için ne kadar ciddî davranıyorsun. Yiyecek hiçbir şey yok." dedi. O yine geri döndü. Fakat adam tekrar çağırdı ve; "Köpek var yersen ye, yoksa hemen git."dedi. Bu hal defâlarca tekrarlanmasına rağmen Ebû Osman hiç incinmedi, hiç kırılmadı. En sonunda adam onun olgunluğunu, tevâzuunu, kibirden ve kızmaktan uzak olduğunu gördü. Bu halin ancak evliyâda bulunacağı kanâatına vardı. Özür dileyip talebesi oldu. "Sen nasıl bir kişisin ki, sana defâlarca hakâret ettim ve kovdum. Ama sende hiç kırılma ve incinme belirtisi görülmedi." diye sordu. O da cevap olarak; "Kırk yıldan beri, Allahü teâlâ beni hangi hal içinde bulundurursa bulundursun, hiç hoşnudsuzluk duymadım." dedi.

EDEB NASIL OLUR?

Ebû Osman Hîrî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâya karşı edep, O'ndan devamlı korku üzere bulunmak ve O'nu murâkabe üzere olmaktır. Resûlullah'a karşı edeb, sünnet-i seniyyeye yapışmakla; evliyâya karşı edeb, ona hürmet etmek, hizmetlerinde bulunmakla; çoluk-çocuğa karşı edep, onlara güzel ahlâk ile muâmele etmekle; arkadaşlara ve dostlara karşı edep, onlara güler yüzlü olmakla; câhillere karşı edep, onlara duâ ve merhâmet göstermekle olur."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ OSMAN MAĞRİBÎ




Büyük velîlerden. İsmi Saîd bin Sâlim Mağribî, künyesi Ebû Osman'dır. Mağrib memleketinde Kayravân'ın Kevkeb köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 983 (H.373) senesinde yüz otuz yaşlarında iken Nişâbur'da vefât etti. Tabakât-ı Ensârî kitabında seyyid olduğu yazılmıştır. Vasiyeti üzerine, cenâze namazını Ebû Bekr bin Fûrek kıldırdı. Kerâmetleri meşhûrdur. Bağdât'a geldi. Bir müddet ikâmetten sonra Nişâbûr'a geçti ve buraya yerleşti. Ebû Ali Kâtib, Ebû Ali Rodbârî, Habîb-i Magribî, Ebû Amr-ı Zücâcî, Ebû Yâkûb Nehrecûrî, Ebü'l-Hasan bin Sâig Dînûrî ve başkalarıyla görüşüp sohbet etti ve kendilerinden ilim öğrendi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim idi. Haram ve şüphelilerden sakınmakta, dünyâya düşkün olmamakta, sıhhatli hüküm vermekte fevkalâde olup, heybetli ve firâset sâhibiydi.

Tasavvuf yoluna girmesine ve bu yolda ilerlemesine sebeb olan hâdise şöyle nakledilir: Ebû Osman hazretleri önceleri zengin idi. Ava çok meraklıydı. Bunun için kendisine çok iyi alışmış olan köpekleri ile ağaçtan yapılmış bir süt kabı vardı. Geceleri süt içmek âdetiydi. Bir gece yine süt içecekti. Fakat süt çok sıcak olduğundan, soğuması için başucuna koydu. Beklerken uyuyuverdi. Kendisine çok bağlı olan av köpeği de orada idi. Uyandığında sütü içmek için kaba uzandı. Fakat köpek üzerine saldırıp sütü içmesine mâni oldu. Buna bir mânâ veremeyip, süt kabına tekrar uzandı. Köpek hırlayıp yeniden saldırdı. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Nihâyet köpek fırlayıp, süt kabının içine başını sokup bir miktar içip çekildi. O, hayretler içerisinde bakarken, köpek birden şişmeye başladı ve biraz sonra da öldü. Meğer Ebû Osman hazretleri uyurken, büyük bir yılan süt kabının içine başını sokup zehirini akıtmıştı. Köpek de sâhibinin sütü içmesine bunun için mâni olmak istemiş, mâni olamayınca da efendisine sadâkatından dolayı sütü kendisi içmişti. Böylece efendisi için kendisini fedâ etmişti. Ebû Osman Mağribî bu durumu anlayınca, kendisinde bâzı değişiklikler olup çok ağladı ve tövbe etti. Bu hâdiseden sonra bütün malını Allah rızâsı için muhtaçlara dağıtıp, Allahü teâlânın sevdiklerinden olmaya çalıştı.

Başlangıçta yirmi yıl müddetle, insanlardan uzaklaşıp kendi hâlinde yaşadı. Allahü teâlâ tarafından kalbine gelen ilhâm üzerine, insanlar arasına karışıp nasîhat etmeye başladı. Mekke-i mükerremeye gidip Harem-i şerîfin imamlığında bulundu. Edebe riâyetinin çokluğundan, hiçbir zaman Harem-i şerîfe dâhil sayılan çevrede abdest bozmadı. Böyle bir ihtiyaç hâsıl olursa, çok uzaklara giderdi. Sözleri, sohbetleri çok bereketli ve tesirli olup, dinliyenler istifâde ederlerdi. Bu şekilde otuz sene vazife yapıp, sonra Nişâbûr'a döndü. Nişâbûr'da bulunduğu sırada Karâmita sapıklarının Mekke'de müslümanlara yaptıkları mezâlimi ânında haber verip; "Onların önlerinde siyah bir köle, başlarında kırmızı sarık vardır. Din bilgisi olan kimselerle konuşmaktan çekinirler, müslümanları aldatmak için önce herkesin inandığı şeyleri müdâfaa edip, sonra da ibâdetlere lüzûm yoktur, iş, kalbin temiz olmasıdır derler." buyurdu. Yine önceden kerâmet olarak; "Vefât ettiğim gün melekler kabrimin üzerine toprak serperler." buyurdu. Hakîkaten vefât ettiği gün bir fırtına çıkıp, tozdan hiçbir taraf görünemez oldu. Defin işi tamamlandığı sırada fırtına durdu.

Kendisi şöyle anlattı: "Bir zaman Mısır'a gidecektim. Bineceğim gemi sâhilden ayrılmıştı. Gemiye giden bir sandal vardı. Başka çârem olmadığı için, su üzerinden yürüyerek sandala ulaştım. Sonra gemiye binip yolumuza devam ettik. Herkes benim su üzerinde yürüdüğümü görmüştü. Ama bana; "Bu yaptığın âdet dışı bir şeydir." demediler. O zaman velîlerin meşhûr olsalar da, mestûr, örtülü ve gizli olduğunu anladım.

Bir gün bir kimse Ebû Osman Mağribî'nin yanında bulunuyordu. Kendi kendine; "Acabâ Ebû Osman'ın arzu ettiği bir şey var mıdır?" diye düşündü. Bu anda Ebû Osman hazretleri; "İhsân edilenler yetmiyormuş gibi, bir de başka şeyler mi arzu edeyim." buyurdu.

Bir gün huzûrunda, İmâm-ı Şâfiî'nin; "İlim iki kısımdır. İlm-i edyân ve ilm-i ebdân." sözü zikredildi. Buyurdu ki: "Allahü teâlâ, İmâm-ı Şâfiî'ye rahmet eylesin, ne güzel söylemiş. İlm-i edyân, hakîkatler ve mârifetler ilmidir. İlm-i ebdân, siyâset, riyâzet ve mücâhede ilmidir." buyurdu.

Ebû Osman Mağribî hazretleri buyurdu ki:

"Şükür, nîmete hakkıyla şükretmekten âciz olduğunu bilmektir."

"Güzel ahlâk, Allahü teâlânın takdirine râzı olmaktır."

"Tasavvuf yolunda bulunanın yapacağı ve dikkat edeceği en makbul şey; nefsini hesâba çekmektir."

"Verânın, şüpheli şeylerden sakınmanın faydası, âhirette hesâbın kolay olmasıdır."

"Bir kimse zenginlerle sohbeti, fakirlerle bulunmaya tercih ederse, kalbi ölür."

"Başkalarının halleriyle meşgul olan, kendi hâlini kaybeder."

"Her şey zıddı ile bilinir. Bir şeyin zıddı bilinmezse, o şeyi tanımak mümkün değildir. İhlâs sâhipleri de, ihlâsın zıddı olan riyâyı tanıyıp onu terkettikten sonra ihlâsı bilebilirler."

"Mecbûriyet gibi özür hâli müstesnâ, aç gözlülük ve iştahla zenginlerin yemeğine el uzatan kimse, ebediyyen iflâh olmaz."

"Mahlûkâtı ibret almak, kendi nefsini nasîhat almak, Kur'ân-ı kerîmi onun hakîkatine ermek için düşün."

"Zühd; harama düşmek korkusuyla mübahların fazlasını terketmek, sonra da dünyâlıklar kimin eline geçerse geçsin aldırmamaktır."

"Şüphesiz ki Allahü teâlâ, dünyâya düşkün olmayan zâhide istediğinden fazla, dünyâya rağbet edene, düşkün olana istediğinden az verir. İstikâmet sâhibine ise istediği kadar verir."

"Nefsini recâ ve ümid ile meşgul eden tembelleşir, amelsiz kalır. Kendini havf korku ile meşgul eden ümitsizliğe düşer. Bu sebeple insan hem recâ hem havf ile meşgul olmalıdır."

"Avam, yiyecek ve giyecek şeyler nevinden nîmetlere şükreder. Havâs, seçilmişler ise, kalplerine gelen feyze şükrederler."

"Sabır Allahü teâlânın emirlerini yerine getirirken sebâtlı olmak. O'ndan gelen musîbetleri sükûnet içinde ve gönül hoşluğu ile karşılamaktır."

"İlmin nûrları ârife ışık tutar. Ârif bu ışık ile gaybın acâib ve garib cihetlerini görür."

BİZİM ASIL FAYDAMIZ

Ebû Amr bin Nüceyd tasavvuf yolunda yetişmek üzere Ebû Osman hazretlerinin sohbetlerine devâm ederdi. Sohbetinin tesiriyle günahlarına tövbe edip kendini toparladı. Bir ara işi gevşetip, sohbetlerden uzak kaldı. Ebû Osman hazretlerini gördükçe ondan kaçıyor ve sohbetlere gitmiyordu. Bir gün yine karşılaştılar. Onu görünce yolunu değiştirip uzaklaşmaya başladı. Ebû Osman hazretleri tâkib edip, yanına yaklaştı ve; "Evlâdım sâdece günahsız olduğun zaman seni sevenlerle arkadaşlık etme! Biz sana asıl bu kendini suçlu, günâhkâr halde bulduğun zaman faydalı oluruz." dedi. Bunun üzerine Ebû Amr bin Nüceyd tekrar tövbe edip, talebeliğindeki gibi önceki hâline döndü. Bu hocasının sohbetlerinde olgunlaşıp yetişti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ SAÎD BİN EL-ARABÎ



Büyük velîlerden. İsmi Ahmed bin Muhammed bin Ziyâd Basrî, künyesiEbû Saîd'dir. İbn-ül Arabî diye de bilinir. Aslen Basralıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. 952 (H.341) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Ebû Saîd bin el-Arabî, evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî, Amr bin Osman, Ebü'l-Hasan Nûrî, Hasan Mevsihî, Ebû Câfer Haffâr, Ebü'l-Feth Hammâl ve başkalarıyla sohbet edip kemâle geldi. Mekke-i mükerremede ikâmet edip orada ilim ve edep öğretti. Kendisine Haremin Şeyhi, Mekke'nin en büyük velîsi adı verildi. Tasavvuf ve hadîs-i şerîf ilimlerine dâir eserler yazdı. Hikmetli sözleri pekçoktur. Kendisine tasavvuftan sorulduğunda: "Tasavvufun tamâmı boş şeylerden uzaklaşmak, mârifetin tamâmı ise cehâletini îtirâf etmektir." buyurdu.

Nefsin ve dünyâ sevgisinin zararlarından sakındırırdı. Bu hususta da; "Nefsin ile meşgûl olman, seni Allahü teâlâya ibâdetten alıkoyar. Dünyâya olan merâkın da, âhiret merâkından uzaklaştırır." buyurdu.

Riyâ ve gösteriş yapanları münâsip bir lisanla îkâz ederdi. Bu sebeple; "Hüsranda kalanların en kötü durumda olanı, yaptığı iyi amelleri halka gösteren ve şahdamarından daha yakın olan Allahü teâlânın huzûruna, kötü amellerle çıkandır." buyururdu.

En iyi vakit ne zamandır? denildi. O; "Bütün vakitler, Allahü teâlânındır. En iyi vakit, Allahü teâlânın râzı olduğu vakittir." buyurdu.

Sevdiklerine nasîhat olarak: "Allahü teâlâ, nîmeti mârifete ihsânı ibâdete, rahmetini tövbeye, tövbeyi de günahların affına sebep kıldı."

"Eğer ârife, devamlı dünyâda kalacaksın denilseydi, üzüntüsünden ölürdü. Cennet ehli için de, sizler Cennet'ten çıkacaksınız denilseydi, onlar da üzüntülerinden ölürlerdi."

"Dünyâ, bir an önce oradan çıkmakla güzel, Cennet onu istemek ve orada devamlı kalmakla güzel olur."

"Allahü teâlâ, dostlarının bâzı ahlâkını düşmanlarına vermiştir. O ahlâk ile Allah dostlarına yardım ederler, bu sebeple Allah dostları da rahat ederler."

"Ebû Seîd bin Arabî'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz; "Ey müminler! Eshâbıma kötü söz söylemeyiniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud Dağı kadar altın sadaka verse, bu sadakanın sevâbı Eshâbımdan birisinin iki avuç hurma sadakasının fazîletine ulaşamaz. Hattâ bunun yarısına da ulaşamaz." buyurdu.

Eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) Tabakât-ün-Nüssâk, 2) Kitâb-ül-Cem' vet-Tefrîk fî Âdâb-it-Tarîka, 3) Kitâb-ül-Fevâid fil-Hadîs, 4) Kitâb-ül-Vasâya.

ALLAHÜ TEÂLÂNIN KUDRETİYLE

Kendisi anlatır: "Bir zaman, gönül ehli güzel haller sâhibi bir kısım cemâatle Mekke'den Irak'a gidiyorduk. Yol güzergâhında konaklayıp bir kuyu başında mola verdik. Çok susamıştık. Lâkin kuyudan su çekecek ipimiz yoktu. Paltolarımızdan şerit hâlinde bağlar kesip birbirine ekledik. Sonra bunu kovaya bağlayıp kuyudan su çekerek o cemâatte bulunanların herbirine dağıttım. Kana kana su içip susuzluklarını giderdiler. Sonra kendim için kovayı kuyuya sarkıttım. İp koptu. Kova kuyuya düşüp kayboldu. O sırada Allahü teâlânın kudretiyle kuyunun suyu ağzına kadar yükseliverdi. Sudan içtim. Bu hâli oradakiler de görüp hayretler içerisinde kaldılar. O zaman onlara dönüp; "Ey yol arkadaşlarım! Niye buna şaşıyorsunuz?" dedim. Onlar; "Bu hârikulâde bir iş." deyince, ben; "Evet öyle! Lâkin âlemlerin rabbi olan Allahü teâlânın kudretiyle olan bir iştir." diye cevap verdim."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ SAÎD KAYLAVÎ


Evliyânın ve bütün ilimlerde söz sâhibi olan imâmların büyüklerinden. Hazret-i Ali'nin neslinden olup seyyiddir. Irak'ın Nehr-ül-melik kasabalarından biri olan Kaylaviye'de yaşadı. Yine orada 1162 (H. 557) senesinde vefât etti. Kabri orada olup, ziyâret edilmektedir.

Allahü teâlânın sıfatlarında bilgi sâhibi, kerâmetleri görülen bir zât idi. Kaylaviye ve çevresindeki insanlar huzûruna gelip bilmediklerini sorarlar, kendisinden fetvâ alırlardı. O kadar çok gelen olurdu ki, yüksek bir kürsî yaptırmak mecbûriyetinde kaldı. Kürsî üzerinde, insanların dertlerine çâre olurdu. Nasîhatleri ile pekçok kimsenin doğru yola gelmesine sebeb olurdu. Talebelerinden Ebü'l-Hasan el-Kureşî, Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Medînî, Halîfe bin Mûsâ, Mübârek bin Ali el-Ceylî, Muhammed bin Ali el-Keydî meşhûrdur.

Ebû Saîd Kaylavî, Hızır aleyhisselâm ile görüşürdü. Abdülkâdir-i Geylânî ile sohbet ederlerdi. Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî'ye çok hürmet eder, edebli davranırdı. Bir gün Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî ve Ebû Saîd Kaylavî ve pekçok kimse bir yerde toplandılar. Gavs-ı âzam insanlara ve cinlere nasîhat eden, Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî'ye; "Konuşunuz." buyurdu. O da; "Efendim! Huzûrunuzda nasıl konuşabilirim?" dedi. Bunun üzerine Ebû Saîd'e; "Siz konuşunuz" buyurdular. O da az bir şey konuştuktan sonra; "Efendim! Emrinize uymak için konuştum, size olan hürmetimden dolayı da sustum." dedi. Konuşmasını, tasavvufun yüksek dereceleri üzerine yapmıştı. Orada bulunanlar, bu konuşmayı iyice anlıyamadılar ve îtirazlarda bulundular. Ebû Saîd izin isteyip bir şiir okudu. Bu şiiri dinleyen Abdülkâdir-i Geylânî, oturduğu yerde birden vecde gelip, Allahü teâlânın izniyle havada uçmaya başladı. Orada oturanlar hayretler içinde kaldılar ve arkasından, talebelerin okuduğu medreseye gittiler. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'yi orada buldular.

Ebû Saîd Kaylavî, abdest alacaktı. Talebelerinden Ebü'l-Hasan Ali el-Kureşî kendisine ibrik götürüyordu. İbrik birden elinden düşüp parçalandı. Talebe çok telaşlandı. Ebû Saîd talebesine şefkatle bakarak, yerdeki ibriğin bir parçasını eline alır almaz, diğer parçaları ona yapışmış gördüler. Hattâ içi su ile dolu idi.

Yine bir defâsında kıra gitti. Öğle vakti olduğunda, kıbleye dönerek ezân okumaya başladı. "Allahü ekber" dediğinde, tekbîrin heybetinden yer sarsıldı, bâzı yerler çatladı.

Ebû Saîd'in duâlarını cenâb-ı Hak kabûl eylerdi. Çok hasta olan bir kimseyi ziyâret etse, hasta sıhhate kavuşur, iyileşirdi. Bir kimseye şefkatle baksa, o şahıs kötü ahlâklı bile olsa, sâlih bir müslüman olurdu. Her kim onu üzerse, o da helâk olurdu.

Vefâtı ânında oğlu Saîd; "Babacığım, bana vasiyet eder misin?" dedi. O da oğluna; "Evlâdım! Abdülkâdir-i Geylânî'ye karşı çok hürmetli ol!" buyurdu. Orada bulunan âlimlerden Muhammed el-Medînî; "Ey efendim! Abdülkâdir-i Geylânî'nin hâlinden bize anlatır mısınız?" dedi. O da; "O bu zamandaki evliyânın çiçeğidir. Yeryüzündeki insanların, Allahü teâlâya en yakın ve O'na en sevimli olanıdır." buyurdu.

Ebû Saîd Kaylavî buyurdu ki: "Velînin kalbinde dünyâ malına karşı hiçbir muhabbet olmamalı, kalbi, bütün kötü huylardan temizlenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemeli, herkesle hoş geçinmelidir. Elinde olanları muhtaçlara verip, onlara hizmeti ganîmet bilmelidir."

TOPAL OL!

Bir gün, Ebû Saîd'in huzûruna iki sandık getirdiler. O sırada talebelerine ders veriyordu. Sözünü yarıda kesip gelenlere; "Sizler, Eshâb-ı kirâma dil uzatan, haklarında kötü sözler söyleyen kimselersiniz. Bu sandığın içindekilerle beni imtihân için geldiniz." dedi. Kürsüden inip sandıkların yanına geldi. Birinin kapağını açtığında, içinde bir çocuğun oturmakta olduğu görüldü. Çocuğun elinden tutup, "Kalk!" deyince, çocuk, içinden fırlayıp dışarıda koşmaya başladı. Diğer sepetin ağzını açtığında, onun da içinde bir çocuğun olduğu görüldü. O çocuğun alnına parmağını dokundurup, "Topal ol!" dedi. Çocuk dışarı çıktığında topallayarak yürüdüğü görüldü. Çocuğu getirenler hayretten dona kaldılar. Çünkü önceki sepete topal bir çocuk, diğerine de sağlam bir çocuk koymuşlardı. Topal çocuk sağlam, sağlam olan da topal olmuştu. Onlar bu hâli görünce derhal tövbe ettiler ve dediler ki: "Yemîn ederiz ki, bu çocukların durumlarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmiyordu."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ SAÎD BİN SUN'ULLAH


On altıncı asrın büyük velîlerinden. 1514 (H. 920) senesinde Tebriz'de doğdu. 1572 (H.980) senesinde İstanbul'da vefât etti. Şeyh Vefâ Câmii bahçesinde medfundur.

Küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Önce babası Şeyh Sun'ullah hazretlerinden dersler aldı. Sonra büyük âlim, velîlerin önderi Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin halîfelerinin sohbet ve derslerinde bulundu. İlimde ve tasavvuf mertebelerinde kemâl dereceye ulaştıktan sonra talebe yetiştirmek üzere vazifelendirildi.

Horasan'dan Âzerbaycan'a gidip, Allahü teâlânın yüce dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmaya, yaymaya ve talebe yetiştirmeye başladı. 1499 senesinde, Safevî hânedânından olan Şah İsmâil ortaya çıkıp, İran'da Eshâb-ı kirâm düşmanlığı ve sapıklık yaygınlaşınca, Bitlis'e gitti. Orada talebe yetiştirme ve insanlara İslâmiyet'in emir ve yasaklarını bildirme vazîfesini yürüttü. Daha sonra; "Vatan sevgisi îmândandır." hadîs-i şerîfi mûcibince tekrar Tebriz'e döndü. Ebû Saîd bin Sun'ullah hazretlerinin geldiğini duyan Şâh İsmâil Safevî onu huzûruna çağırttı. Yanına geldiği zaman bâtıl inançları gereğince kendine secde etmesini emretti. Ebû Saîd hazretleri, Ehl-i sünnet îtikâdında olduğu için bunu kabûl etmedi. Şâh İsmâil, askerlerine onu öldürmeleri için emir vereceği zaman gördüğü heybetin tesirinde kaldı. Ne söyleyeceğini ve ne yapacağını bilemedi. Şeyh Saîd hazretlerini serbest bıraktı. Böylece rahat bir şekilde sarayı terketti.

Ebû Saîd hazretleri, o beldenin âlimlerinden Mîr Gıyâsüddîn Mensûr'un hizmetine kavuşup, ondan ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Molla Ahmed Kazvînî, hac dönüşü Anadolu'ya gidince, Şeyh Ebû Saîd de büyük amcası Şeyh Azîz ile birlikte Anadolu'ya gitmek üzere yola çıktıklarında, Şâh Tahmasb tarafından yakalatılarak hapsedildiler. Mal ve servetlerine el koyuldu. Malları yok pahasına çok ucuza sattırdığı gibi pekçok eziyetlerde bulunduktan sonra idâm ettirmeye karar verdi. Ancak, kendini sevenlerin yardımıyla Ebû Saîd bin Sun'ullah hapishâneden kaçıp, Erdebîl'e giderek, tehlikeden kurtuldu. Fakat amcası zayıf olduğu için onunla gelemedi. Erdebil'de, iki sene Molla Hüseyin Erdebilî'nin hizmetinde bulundu. 1548 senesinde, Kânûnî Sultan Süleymân İran seferinde Erdebil'i fethedince, amcası da hapisten kurtuldu. Bu olaya pekçok sevinen Ebû Saîd hazretleri, Pâdişâhla birlikte Haleb'e gitti. Pâdişâhtan izzet ve ikrâm gördü. Kendisine ihsânda bulunuldu. Daha sonra yine Pâdişâhla birlikte İstanbul'a geldi. 1563 senesinde hac ibâdetini yerine getirip, tekrar İstanbul'a döndü.

1572 (H.980) senesinde İstanbul'da vefât den Ebû Saîd bin Sun'ullah hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecede olup, aklî ve naklî ilimlerde parmakla gösterilirdi. Çok cömert ve kerem sâhibiydi. Temizliğe son derece önem verirdi. Her zaman her yerde doğruyu söyler ve onunla amel ederdi. Sözü tesirli olup, herkes tarafından kabûl edilirdi.

Kâdı Beydâvî hazretlerinin tefsîrini Türkçeye tercüme etmiştir.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ SÜLEYMÂN DÂRÂNÎ




Şam'da yetişen büyük velîlerden. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda yaşamıştır. İsmi, Abdurrahmân bin Ahmed bin Atiyye el-Ansî'dir. Künyesi Ebû Süleymân olup, Şam'ın güneyindeki Dâran (veya Dâreyya) köyünde doğduğu için Dârânî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Lütuf ve ihsânı pek fazla idi. Nazik ve zarif olması bakımından çok sevilmiş ve bu sebeple ona; gönüllerin güzel kokulu çiçeği mânâsında "Reyhânü'l-kulûb" adı verilmiştir. Nefsine muhâlefet etmekte ve açlık çekmekte çok ileri olduğu için açların reisi mânâsında "Bündârü'l-Câiîn" denildi. Doğum târihi bilinmemektedir. 820 (H.205) senesinde Şam'da vefât etti. Kabri, Dâran köyündedir.

Ebû Süleymân Dârânî hazretleri çocukluğunda ve gençliğinde rastgele bir hayat yaşıyordu. Diğer insanlar gibi normal günlük hayâtına devâm ediyordu. Allah adamı sâlih kimselerin hâllerinden haberi yoktu. Bir gün namaz kılmak için câmiye gitti. Câmide vâz ve nasîhat eden bir zâtın konuşmaları ona çok tesir etti. Dışarı çıkınca bu tesir kayboldu. Ertesi gün tekrar gelip o zâtın sohbetini dinledi ve yine önceki tesir hâsıl oldu. Fakat dışarı çıkınca tesiri biraz devâm ettiyse de yine kayboldu. Üçüncü defâ gelip o zâtın sohbetini dinledi. Bu defâ öyle bir hâl oldu ki, bu tesir eve kadar devâm etti. Eve gelince günahlarına tövbe etti, evindeki mûsikî âletlerini kırdı. Allahü teâlâya kavuşturacak hakîkî yola yöneldi. Âlim ve sâlih kimselerin ilim meclislerine, sohbetlerine devâm etti. Onun bu halini işiten Yahyâ bin Muâz hazretleri; "Bir serçe, bir turnayı avlamış." buyurarak onun kavuştuğu mânevî yolun büyüklüğüne işâret etti.

Şam'da bulunan âlimlerin ve velî zâtların meclislerine devâm eden Ebû Süleymân Dârânî hazretleri ilimde ilerlediği gibi, tasavvuf yolunda da büyük mesâfe kat etti, yüksek derecelere kavuştu. İbrâhim bin Edhem hazretleriyle görüşüp sohbetinde bulundu. Şakîk-i Belhî, Mârûf-ıKerhî, Ahmed bin Âsım el-Antâkî, Sırrî-yi Sekâtî ve Hâris el-Muhâsibî gibi büyük velîlerle sohbette bulundu. Daha önce rağbet ettiği, sevdiği dünyâdan yüz çevirip zâhid bir hayat sürmeye başladı. Ondaki bu yüksek dereceleri ve mânevî hâlleri gören insanlar onun etrâfında toplanıp istifâde etmeye çalıştılar. O insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette mutlu olmaları için gayret etti. Sohbetinde birçok evliyâlar yetişti. Kardeşi Dâvûd bin Ahmed Dârânî ve Ahmed bin Ebü'l-Havârî bunlardandır.

Ebû Süleymân Dârânî hazretleri, dünyâdan ve içindekilerden yüz çevirmiş olup, zâhid bir hayat yaşadı. İlk defâ yünlü elbise giyen sofîlerden oldu.

Zühd nedir diye soranlara; "Zühd, Allahü teâlâ ile meşgûl olmana mâni olan her şeyi terk etmektir. Dünyânın hiç olduğunu bilmeyen, zühd sâhibi olamaz."

Dünyâya rağbet etmemek gerektiği husûsunda da; "Dünyâ, kendisini isteyenden kaçar, kendinden kaçanı kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse, yaralar. Kendini isteyip bağlananı ise öldürür. Çünkü dünyâ ile güreş etmeye gelmez. İnsanı yener, sırtını yere getirir. Dünyâya bağlanmak, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya mâni olan bir perdedir. Âhireti düşünmek ise, gönlün canlanmasına sebeb olur. İbret almakla ilim, tefekkür ile de Allah korkusu artar. Dünyâ sevgisinin yerleştiği bir kalpte, âhiret düşüncesi göç edip gider." buyurdu.

"Âhireti düşünmek aklın alâmeti ve kalbin hayâtıdır."

"Kadın olsun, çocuk olsun, mal olsun, seni Allahü teâlâyı anmaktan alı koyan her şey hayırsızdır. Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, O'ndan başkasına meyletmeyin."

Ebû Süleymân Dârânî hazretleri bir gün insanlara nasîhat ediyordu. İleri gelen talebelerinden Ahmed bin Ebü'l-Havârî, hocasının nasîhat ettiği meclise gelip; "Efendim,fırın ısındı. Bugün ne pişirmemizi emredersiniz?" diye sordu. Hazret-i Ebû Süleymân cevap vermedi. Talebesi aynı suâli birkaç defâ tekrar edince, talebesine; "Gidip içine oturunuz!" buyurdu. Talebe; "Hocamın her sözü hikmetlidir. O, mâdemki böyle buyurdu, onun dediği doğrudur." diyerek, gelip fırının içine girdi. Ebû Süleymân Dârânî sohbet bittikten sonra etrâfındakilere; "Derhal gidip, Ahmed'i fırından çıkarın!" buyurunca, yanındakiler hayretle; "O, hakîkaten dediğinizi yapmış, fırına girmiş midir?" dediler. Ebû Süleymân Dârânî; "Elbette. O söz dinler. Nefsine uymaz. Bana muhâlefet etmez." buyurdu. Oradakiler merakla fırına gelip, kapağı açtılar. Ahmed, hakîkaten kızgın fırında oturmakta, bir kılı dahi yanmamış hâlde beklemekteydi.

Nefsin isteklerine karşı çıkan Ebû Süleymân Dârânî çok riyâzet ve mücâhedede bulundu. Açlık çekmek husûsunda meşhur oldu. Bu sebeple "Bündârü'l-Câiîn" (açlık çekenlerin reisi) adıyla anıldı. Aç kalmanın fazîletiyle ilgili olarak sohbetleri sırasında şöyle buyurdu:

"Dünyânın anahtarı tokluk, âhiretin anahtarı açlıktır. Helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mîde dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mîdeyi haram ile dolduranların hâli acaba nasıl olur?"

"Açlık, Allahü teâlânın hazînelerinden bir hazînedir. Onu sevdiklerine ihsân eder. İnsanın karnı doyunca, bütün âzâlarını şehvet açlığı kaplar. Karnı aç olanın ise âzâları şehvetlere karşı bir arzu duymaz."

"En sağlam kale, dilini korumaktır. İbâdetin özü açlıktır. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere muhabbet etmek, bütün kötülüklerin başıdır."

"Karın tokluğu, Allahü teâlâya karşı yapılacak ibâdetlerin tam yapılmasına mânidir."

"Her şeyin bir helak sebebi vardır. Kalpteki nûrun helâkinin sebebi ise tokluktur. Her şeyin pası vardır. Kalp nûrunun pası tokluktur."

"Ben öyle insanlara yetiştim ki, onlar açlığı kendileri için ganîmet sayardı. Tıpkı şimdikilerin tokluğu ganîmet saydığı gibi."

Yemek yerken hızlı ve çok yememeyi tavsiye ederek şöyle buyurdu: "Karnını tıkabasa doyuran kimse altı şeye mübtelâ olur. Birincisi; ibâdetlerinden haz duymaz, ikincisi; hâfızası zayıflamaya başlar. Üçüncüsü; ibâdetler ona ağır gelmeye başlar. Dördüncüsü; başkalarına karşı şefkati azalır. Beşincisi; arzu ve istekleri çoğalır. Altıncısı; aç olan müminler câmiye giderken, çok yiyen kimse helâya koşar."

"Dünyâ ve âhirete âit bir iş dilemeden önce bir müddet aç kal. Dileğini sonra Allahü teâlâya arzet. Zîrâ tokluk, aklı ve kalbi bozar. Karnı aç olanın kalbi saf ve ince olur. Tok olanın kalbi ise kör ve azgın olur."

Yemeye şöyle bir sınır getirdi: Bir kimse kardeşinin yemeğinden onu memnun etmek için yerse yediğinin kendisine zararı olmaz. Fakat nefsânî bir hırs ve şehvetle yiyecek olursa o zaman zarar görür.

Ebû Süleymân Dârânî hazretleri nefsine muhâlefet etmekte ve açlık çekmekte çok ileri idi. Öyle ki bu ümmetten onun kadar açlığa tahammül eden pek az kimse olmuştu. Yemek zamânı âdet üzere tuzluğu getirip önüne koyar, ekmeği tuza batırıp yerdi. Bir defâsında tuzlukta kalmış olan bir susamı yemişti; "Bu susamı yeyince bir müddet mânevî hâllerimi kaybettim." buyurdu.

Hazret-i Ebû Süleymân şöyle anlattı: "Bir gece câmide ibâdet ediyordum. İçerisi çok soğuktu. Öyle ki soğuğun şiddetinden duâ ederken bir elimi koynuma sokuyor diğer elimi semâya doğru açıyordum. Bu şekilde duâ etmek, beni fevkalâde rahatlatmıştı. Uyuduğumda hafifden bir ses; "Yâ Ebâ Süleymân! Duâ için kaldırdığın eline nasîbini verdik. Diğerini de kaldırsaydın ona da nasîbini verirdik." diyordu. Bunun üzerine kendi kendime; "Ne kadar soğuk olursa olsun, bir daha her iki elimi de semâya kaldırmadan duâ etmeyeceğim." diye söz verdim.

Bir gece bir hûri gördüm. Tebessüm ediyordu. Yüzü o derece nûrlu idi ki, anlatılacak gibi değil. Ben; "Bu kadar nûr ve güzelliğine sebeb nedir?" dedim. Cevâben; "Bir gece gözünden birkaç damla yaş akmıştı. Onunla yüzümü yıkadılar. Onun tesiri ile bu nûr ve güzellik hâsıl oldu. Sizin gibi temiz zâtların göz yaşları, hûrilerin yüzlerinin parlatıcısı olmaktadır. Göz yaşı ne kadar çok olursa o kadar iyidir." dedi.

Bir sohbeti esnâsında buyurdu ki:

"Takvâ ehli olan müminlerin, Allahü teâlâdan uzun ömür istemeleri, sırf Allah'a daha çok tâatta bulunmak içindir."

"Açlıktan karnım arkama yapıştığı zaman yaptığım ibâdetlerin tadını daha çok duyuyorum. Zîrâ hikmet, gelin gibidir. Rahat içinde uyuyacağı ve güveyi ile başbaşa kalacağı boş bir ev ister!"

"Bir âyet-i kerîmeyi okurum, dört gece üzerinde durur, tefekkür ederim. Üzerinde iyice tefekkür etmeden, derin mânâları ve murâd-ı ilâhîyi düşünmeden diğer âyete geçmem."

Kalan ömründe Allahü teâlâya karşı yaptığı isyânlara, kaçırdığı ibâdet ve tâatlara ağlamak, akıllı kimseye düşer. Fakat ömrünün geri kalan kısmını günahlar içinde geçiren akılsız kimseye, ağlamak yaraşır."

"Başa gelen her şeye râzı olmak hâline kavuşanlar, irfan sâhipleri, âriflerdir. Allahü teâlâ önce gelen peygamberlerden birine vahy ederek bildirdi ki: Cebrâil aleyhisselâm yeryüzüne indiğinde ibâdet ile meşgûl olan bir kimseyi gördü. Hoşuna gittiği için; "Yâ Rabbî! Bu kimse ne iyi." dedi. Allahü teâlâ da; "Ey Cibrîl! Levh-i mahfûza bak." buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm Levh-i mahfûzda o kimsenin Cehennemlikler arasında yazılı olduğunu gördü. Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Bu işin hikmeti nedir?" diye sordu. Allahü teâlâ; "Ben yaptığım işlerden kimseye karşı sorumlu değilim. Hiç kimse kullarım hakkındaki ilmime akıl erdiremez." buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! İzin verirsen o kimseye gidip durumu bildireyim." dedi. İzin verilince, o kimsenin yanına gitti ve; "Senin yaptığın ibâdetleri Allahü teâlâ kabûl etmedi. Levh-i mahfûzda senin Cehennem ehli arasında olduğunu gördüm." deyince, o kimse düşüp bayıldı. Cebrâil aleyhisselâm onun ayılmasını bekledi. Ayılınca şöyle mırıldanıyordu: "Ey benim Allah'ım! Sana hamd ederim. Bütün hamd eden kulların sana Nasıl hamd ediyorsa ben de öyle hamd ederim." Sonra Cebrâil aleyhisselâma dönerek; "O bizim Rabbimizdir. Bütün ilmî kudretinin kemâli, rahmeti ve şefkati ile benim hakkımda öyle uygun görmüş. O'na yine hamd ederim. O beni benden daha iyi bilir." dedi ve secdeye kapandı. Secdede cenâb-ı Hakk'ı tesbih etmeye başladı. Bu durumu Cebrâil aleyhisselâm Allahü teâlâya arz edip o şahıs hakkında üzüldüğünü bildirdi. Cebrâil aleyhisselâma, Allahü teâlâ tarafından tekrar Levh-i mahfûza bakması bildirildi. Bu defâ Levh-i mahfûzda o kimsenin cennetlik olduğu yazılıydı. Cebrâil aleyhisselâm, cenâb-ı Hakk'tan hikmetini suâl ettiğinde; "Kullarım işlerime akıl erdiremezler." buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm bu durumu yine bildirmek istedi ve izin verildi. O zâtın yanına gidip; "Müjdeler olsun sana! Yerin Cennet oldu." dedi. O kimse bu sözlere hiç şaşmadı ve eski hâlini hiç bozmadı. Eskisi gibi yine hamd ve cenâb-ı Hakk'ı tesbih etmeye devâm etti."

Mûsâ aleyhisselâm bir gün yırtıcı hayvanların parçalayıp karnını deştiği bir adama rastladı ve onu tanıdı. Başı üzerinde durarak dedi ki: "Yâ Rabbî! O sana itâatkâr idi. O hâlde bu hâl nedir?" Allahü teâlâ ona vahyedip; "Ey Mûsâ! Bu kulum bana ameli ile yükselemeyeceği bir derece istedi. Kendisini istediği dereceye ulaştırmak için ona bu musîbeti verdim." buyurdu.

Ebû Süleymân Dârânî hazretleri çok ibâdet etmesine rağmen mekr-i ilâhîden emîn olmazdı. Ümid ile korku arasında olmayı tavsiye ederdi.

Ahmed bin Ebü'l-Havârî şöyle nakletti: Ben hocam Ebû Süleymân Dârânî'nin huzûruna girdim. Onu ağlar hâlde buldum. Ona; "Seni ağlatan nedir?" diye sorunca; "Ey Ahmed! Ben nasıl ağlamayayım. Bana bildirildi ki, gece olduğu, gözler uykuya vardığı, herkes kendini sevenlerin yanında bulunduğu zaman; âriflerin kalpleri, Rablerinin zikriyle coşar ve lezzet duyar. Onların niyet ve gayretleri Allahü teâlâya kavuşmak olur. Onlar Rablerinin huzûrunda diz çökerler, mahzûn bir hâlde Allahü teâlâya münâcaat ve niyâzda bulunup yalvarırlar. Allahü teâlâdan korkmak ve O'nun rızâsına kavuşmak için gözyaşlarının aktığı, secde ettikleri yerler ıslanır. Allahü teâlâ bu kullarına rahmet nazarıyla bakar ve; "Ey beni iyi tanıyan dostlarım! Benim zikrimle meşgûl oldunuz ve benim rızâma kavuşmak için gayret ettiniz. Kalplerinizden benim zikrimden başkasını uzaklaştırdınız. Size müjdeler olsun ki, bana kavuştuğunuz zaman yakınlık ve sevinç sizin içindir." buyurur. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma buyurur ki: "Ey Cebrâil! Benim kelâmımı okuyarak kalbi rahatlayan ve benim ismimi zikr ederek lezzet duyan ârif kullarımın hâlini biliyorum. Onların ağlamalarını ve inlemelerini işitiyorum. Onların benim rızâma kavuşmak için çırpındıklarını ve çalıştıklarını görüyorum. Sen onlara gidip; siz niçin ağlıyorsunuz? Sizin bu tazarrû, yalvarma ve hüzün hâliniz nedendir? Size Allahü teâlânın kendini seven kimseleri Cehennem'de azâb edeceği haberi mi geldi. Yoksa Allahü teâlânın, benim zikrimle lezzet duyanları huzûrumdan kovarım, buyurduğunu mu işittiniz? Allahü teâlâ; izzetime yemin olsun ki, sizi Cennet'ime koyacağım. Sizinle aramdaki perdeleri kaldıracağım. Göz yaşlarınızın karşılığı olarak sevinç ve müjdeler ihsân edeceğim." buyurdu.

Bir sohbeti sırasında; "Mârifetin hakîkati nedir?" diye sordular. Cevâbında; "İki cihanda kişinin murâdının birden yâni Allahü teâlâdan başka olmamasıdır. Gece Hak teâlâdan gâfil yatıp uyuyan kimse, muhabbetullah veAllah sevgisi dâvâsında yalancıdır. Cezâ görecektir." buyurdu.

"Seni Hak'tan başkasına çevirecek sebeplere bağlayan şey sana düşmandır. Gafletle çıkan, Hak teâlâyı hatırlamadan aldığın her nefes sana kızgın demirlerle bir nişandır."

Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gece gündüz gayret eden Ebû Süleymân Dârânî hazretleri, tevâzu sâhibiydi. Buyurdu ki:

"Allah'tan râzı olmak ve Allah'ın kullarına acımak, peygamberlerin ahlâkındandır."

"Bütün insanlar başıma toplansa ve beni küçük görmekten vazgeçirmeye çalışsalar vaz geçiremezler."

"Allahü teâlâ ile kul arasında en açık şey, kulun Mevlâsının verdiği her nîmetin nereye sarf edildiğini ona birer birer arz etmesidir."

"Gözünüzü ağlamaya, kafanızı düşünmeye alıştırın." buyuran Ebû Süleymân Dârânî hazretleri, ağlamayı terk etmeyi, ilâhî inâyetten mahrumiyet sayardı. Çünkü irfan sâhibi geceleri kâim olarak ibâdete devâm ettiği sürece Allahü teâlâ ona rahmet kapılarını açar. "Her şeyin bir alâmeti, işâreti olduğu gibi, ilâhî feyzlere kavuşmaktan mahrum kalmanın alâmeti de ağlamamak, ağlamayı terk etmektir." buyururdu.

"Nefsimin güzel gördüğü hiçbir işi güzel görmedim."

"En zor, ama en makbûl şey sabırdır. Sabır, iki kısımdır. Birincisi, Allahü teâlânın yapmamızı emrettiği, fakat nefsimizin istemediği ibâdetleri yapmaya devâm etmekte sabretmek, ikincisi ise, Allahü teâlânın yapmamızı yasak ettiği, fakat nefsimizin hoşuna giden şeyleri yapmamaya devâm etmekteki sabırdır."

"En fazîletli amel, nefsin istediğinin zıddını yapmaktır."

İnsanlara şefkat, merhâmet ve tevâzu ile davranırdı. Bu hususta da;

"Bütün insanlar beni, olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü, herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha aşağı olduğumu biliyorum." buyururdu.

"Bir dostundan, bir uygunsuz hareket görürsen hemen tenkid etme. Çünkü onu tenkid ederken sana, önce yaptığından daha zor ve ağır gelecek bir söz söyleyebilir."

"Bir kimse, bir mümini gözünde küçültür, kendini ondan daha kıymetli zannederse, hangi ibâdeti yaparsa yapsın, tad ve zevkine varamaz."

"Cehennem'de azap yapan, Zebânî adlı melekler, puta tapan kâfirlerden önce, şerîate uymayan hâfızlara saldıracaklardır."

Haram ve şüphelilerden şiddetle sakınır ve;

"Farkında olmadan, şüpheli bir lokma yemiş olsam, bir Cumâdan öbür Cumâya kadar içimde bir ateş yanar ve acısını hissederim." buyururdu.

"Kul, Allahü teâlâdan hayâ ederse, Allahü teâlâ onun ayıplarını örtüp, insanlardan gizler, hatâlarını affeder. Kıyâmet günü hesâbını kolay eyler."

"Bütün işlerde, kulun niyeti Allahü teâlânın rızâsı olursa, o işin sonu mutlaka iyi olur."

Ebû Süleymân Dârânî hazretleri sohbetleri esnâsında şöyle buyururdu:

"Bugünü, düne eşit olan zarardadır."

"Âhiret için sana faydası olmayan kimse ile arkadaş olma."

"Allahü teâlâ benim sağ gözüme, Cehennem'in yedi tabakası ile azâb etse râzı olurum. Azâbın birazını da öbür gözüme niye koymuyor diye düşünmem. Zîrâ, O'nun benim için en faydalı olanı yaptığını bilirim."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ TÂHİR MAHALLÎ



Tasavvuf, hadîs, Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi, vâiz ve hatîb. Künyesi Ebû Tâhir'dir. İsmi, Muhammed olup babasınınki Hüseyin'dir. 1159 (H.554) yılında Mısır'da Dimyat taraflarında bir yer olan Cevcer'de doğdu. Mahallî ve Ensârî nisbet edildi. Câmi-i Mısr-ı Atîk'de ve Câmi-i Amr ibni Âs'da hatîblik yaptığı için Hatîb Ebû Tâhir diye tanındı.

Önceleri kötü kimselerle arkadaşlık edip, Allahü teâlânın rızâsına uygun olmayan işlerle meşgûl idi. Genç yaşta hâlinin kötülüğünü anlayıp tövbe ederek, kendini ilim ve ibâdete verdi. Zamanında Mısır'ın üç büyük fıkıh âliminden ders aldı. Bu âlimlerden Tâcüddîn Muhammed bin Hibetullah Hamevî'nin sohbetinde kemâle geldi. Ebû İshâk Irâkî ve Ali bin Zeyn et-Tüccâr da, onun diğer fıkıh hocalarıydı. Hadîs ilmini ise, Hâfız İbrâhim bin Ömer Si'ridî'den öğrendi. Eş-Şeyh-ül-Celî, es-Seyyid-ül-Kebîr Ebû Abdullah Kuraşî'nin sohbetlerinde bulundu.

Ebû Tâhir Abdullah fıkıh ve usûl ilimlerinde çok ilerledi. İnsanların sorularına cevap verir, sıkıntılarını giderirdi. Kendisine yapılan kadılık tekliflerini reddederdi. Câmi-i Atîk ve Câmi-i Amr ibni Âs'ta hatîblik yapar, tâliblerine usûl ve fıkıh dersleri verirdi. Şâfiî mezhebine göre fetvâ verirdi. Kimseden hiçbir şey istemez, hiçbir şekilde hediye kabûl etmezdi. Mısır Eyyûbî Sultanı Melik Nâsırüddîn Kâmil tarafından, kardeşi Şam Sultanı Melik-ül-Eşref Muzafferüddîn Mûsâ'ya, aralarında sulh yapmak için elçi olarak gönderildi. İki kardeşin aralarındaki kırgınlıkları atarak barışmalarını sağlayıp, iki müslüman devletin birlik ve beraberlik hâlinde yaşamalarına vesîle oldu. Allahü teâlânın rızâsını kazanabilmek gâyesiyle kendisini ilim ve ibâdete verdi. Gece ibâdet eder, gündüzleri oruç tutardı. Vakitlerini ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirirdi. "Din nasîhattir." emrine uymak için, insanlara devamlı nasihatlerde bulunurdu.

Allahü teâlânın emir ve yasaklarını çok iyi bilir ve bildiklerini tatbik ederdi. Allahü teâlânın rızâsına muhâlif bir iş yapmamak ve bir söz söylememek için çalışırdı. Selef-i sâlihîn gibi yaşamaya gayret eder, Resûlullah efendimize bütün hâl ve hareketlerinde uymağa çalışırdı. Dünyâ ve dünyâ malına hiç kıymet vermezdi. Eline geçeni Allahü teâlânın dîninin yayılması ve kullarının ihtiyaçlarının karşılanması için harcardı. Kimseye ihtiyâcından bahsetmez, ihtiyâcını cenâb-ı Hakk'a arz ederdi. Pekçok kerâmetleri görüldü. Kıymetli eserler yazdı.

Birçok talebe yetiştirdi. İbn-i Kalyûbî'nin babası Ziyâüddîn Ebû Ravh Îsâ bin Rıdvan Askalânî, Ebü'l-Hüseyin Yahyâ bin Hüseyin bin Attâr Kuraşî, İbn-i Rif'a ve daha birçok âlim kendisinden ilim öğrendi. İbn-i Kalyûbî, onun kerâmet ve menkıbelerini Ez-Zâhir fî Menâkıb-ı Ebû Tâhir adlı eserinde yazdı. Bu eserden okunan, Ebû Tâhir Mahallî hazretlerinin hâl ve kerâmetleri, dilden dile, gönülden gönüle aktarıldı.

Yine İbn-i Kalyûbî babasından şöyle nakleder: "Bir gün Ebû Tâhir'in kitaplarından bir kitap aldım. Dışına bir şey bulaştı. Öyle bırakırsam eline bulaşır, diye düşündüm. Su ile yıkadım, temizlendi. Kitabı teslim etmek için götürdüğümde: "Kimden izin alıp da kitabın cildini yıkadın?" diye suâl edince, hiçbir şey söyleyemedim. Bir defâsında da huzûrlarına vardım. Arkasında namaz kıldıktan sonra müthiş bir şekilde karnım ağrımaya başladı ve şiddetinden yerimde duramaz oldum. Ebû Tâhir hazretleri ellerini uzattılar. Onun eline yapıştığım anda hiçbir şeyim kalmadı."

Kâdı Şerefüddîn ibni Ayniddevle, minberde iken kendisi için duâ etmesini istedi. Uzun bir zaman sonra karşılaştılar. Kâdı Şerefüddîn'e; "Sen söylediğinden bu yana, hiçbir Cumâ hutbesinde, senin için duâ etmeyi unutmadım." dedi.

Ebû Tâhir Mahallî 1235 (H.633) yılında vefât etti. Cenâze namazını çok kalabalık bir cemâat kıldı. İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin talebelerinden İmâm-ı Müzenî'nin cenâze namazından bu yana, Mısır'da böyle bir kalabalık görülmedi. Âlim, âmir, fakîr, zengin, câhil, sultân herkes onun cenâzesine iştirâk etti. Melik Kâmil Şam'da olduğu için, oğlu Sultan Âdil hazır bulundu. Mukattam dağı eteklerine, sıcak bir günde defnedildi. Kabri herkes tarafından bilinmekte ve ziyârette bulunularak, istifâde edilmektedir.

HİÇ SAVAŞA GİRMEMİŞ GİBİ

İbn-i Kalyûbî anlatır: Zamânın sultânı yolculuğa çıkacağı zaman Ebû Tâhir Mahallî'ye uğrar, onun duâsını almadan yola çıkmazdı. O da her defâsında; "Allahü teâlâ, sultânı muvaffak etsin." diye duâ ederdi. Yine bir seferinde Sultan ve arkadaşları kendisini ziyâret edip duâsını aldılar. Onlar ayrıldıktan sonra; "Sanki düşmanlarının üstüne gidiyormuş gibi benden nusret için duâ istedi." dedi. Daha sonra sultânın askerleri arasına katılıp, Avrupa'dan gelen zâlim Haçlı kuvvetlerine karşı çarpışmak için gitti. Mensûre'deki savaşta atından inip düşmanla savaştı. Yanındakiler, hep şehid oldular. O da pekçok kâfiri öldürdü. Ebû Tâhir Mahallî'ye de birçok ok ve kılıç darbesi isâbet etmesine rağmen, hiç savaşa girmemiş gibi geri döndü."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ TÜRÂB-I NAHŞEBÎ



Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. İsmi, Asker bin Hüseyin'dir. Ebû Türâb künyesiyle ve Nahşebî nisbesiyle meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 859 (H.245) senesinde Basra civârında vefât etti.

Horasanlı olan Ebû Türâb-ı Nahşebî, zamânının âlimlerinden ilim tahsîl etti. Aklî ve naklî ilimlerde âlim oldu. Şâfiî mezhebi fıkıh ilminde derin âlim idi. Ahmed bin Hanbel'in ilim meclislerinde bulundu. Hâtim-i Esam ve Ebû Hâtim-i Attâr el-Basrî gibi velîlerin sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından şiddetle kaçındı. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine sıkı sıkıya sarılıp fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi yüksek bir velî oldu. Nefsin istediklerinden kaçarak ve istemediklerini yaparak yüksek tasavvufî derecelere ulaştı. Hamdûn-ı Kassâr, Şâh Şücâ Kirmânî, Ali bin Sehl İsfehânî, Ebû Hamza Horasânî, Ahmed bin Hadreveyh, Ebû Ubeyd Busrî, Hâkim Tirmizî ve İbn-i Cellâ gibi zâtlar onun sohbetlerinde yetiştiler.

Ebû Türâb-ı Nahşebî'nin ilim ve fazîletteki üstünlüğünü işiten insanlar onun gittiği yerlerde etrafına toplanarak sohbetlerinden, hikmetli ve tesirli sözlerinden istifâde ettiler.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri bir sohbeti sırasında;

"Allahü teâlânın ahkâmını bilmeyen kimse, Allah'ı bilemez. İnsan ancak Allahü teâlânın emirlerini bilmekle mârifetin esâsına erer. Rabbini bilirse, O'nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü yettiği kadar onları tutar. Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk alâmetleri belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur." buyurdu.

Ebû Türâb-ı Nahşebî'ye büyük günahlar hakkında sordular. Buyurdu ki: "Hak teâlânın bildirdiği büyük günâhlar şunlardır: Boş iddiâlar, bâtıl işâretler, gelişi güzel sözler, boş laflar gibi nefsin hevâsı olan meselelerdir.

Pekçok yerleri dolaşan Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri gittiği yerlerdeki âlim ve velîlerle görüşüp sohbet etti. Şakîk-i Belhî ile karşılaşıp onunla birlikte Bâyezîd-i Bistâmî'yi ziyâret etti. Bu ziyâret sırasında kendileri için bir sofra hazırlanmıştı.

Şakîk ile Ebû Türâb, Bâyezîd'e hizmet eden bir gence; "Delikanlı gel, yemeği berâber yiyelim." dediler. Genç; "Ben orucum." dedi. Ebû Türâb; "Gel bizimle ye, bir ay oruç tutmuş kadar sevap alırsın." dedi. Fakat genç bu teklifi kabûl etmedi. Sonra Şakîk; "Gel bizimle ye bir sene oruç tutmuş kadar sevap kazanırsın." dedi. Fakat genç bunu da kabûl etmedi. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî; "Allahü teâlânın rızâsından uzaklaşan şu herifi ne dâvet edip durursunuz." buyurdu. Bunlardan bir sene sonra o genç hırsızlığa başladı. Hırsızlık sebebiyle yakalanıp cezâlandırıldı.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri nefsin istemediklerini yapma ve haramlardan kaçmada kuvvetliydi. Yıllarca başını yastığa koyup uyumadı. Geceleri ibâdet ve zikirle meşgûl olur, bâzan dışarı çıkıp dolaşır, ihtiyaç sâhibi olanlara yardımcı olurdu. Bir gece Nahşeb'in mahallelerinde dolaşırken, âniden kulağına sesler geldi. Dikkat edince bâzı erkeklerin, bir kadınla tartıştıklarını anladı. Kendi kendine, buraya gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim." dedi. Yanlarına varınca kadın onu gördü ve yanına geldi. "Ey üstâd! Fâsık ve ömrünü kötü şeylerle harcayan bir oğlum var. Yaptığı kötülükler, işlediği günahlar hakîkaten çoktur. Dün gece fısk meclisi kurmak ve şarab içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemâat geceki sesleri duyup geldi ve onu mahalleden çıkarmamı istedi. Ben de ağır hasta olduğunu bildirdim. Ölürse hepimiz ondan kurtulur, yâhut tövbe eder, kendisi kurtulur. Ölmez ve tövbe de etmezse, o zaman onu şehirden dışarı çıkarın dedim." Ebû Türâb-ı Nahşebî, kadına yardım etti ve kalabalık dağıldı. Sonra aklına o genci görmek ve tövbe ettirmek geldi. Evden içeri girince, genç onu görür görmez feryâd edip ağlamaya başladı. "Allah'ım ne kadar kerîmsin. Benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir zavallının duâsını ânında kabûl eyledin." dedi. "Ey genç! Ne duâ ettin?" dedi. "Üstâdım, bugün seher vaktinde iki duâ ettim. Biri; yâ Rabbî sabahleyin bana, Ebû Türâb'ın yüzünü görmek nasîb eyle, ikincisi; yâ Rabbî, nasûh tövbesi ihsân eyle dedim. Duâmın birini şu anda kabûl edilmiş görüyorum, umarım ikincisi de kabûl edilir. Ey hocam çok günahkârım. Tövbe etsem, kabûl olur mu?" deyince; "Ey genç! Ümitsiz olma! Çünkü Allahü teâlânın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ ziyâdesi ile tövbeleri kabûl edici ve affedicidir. Kulların günahlarını bağışlayıcıdır. Âsilerin tövbelerini kabûl edicidir. Âcizlere kâfidir. Düşkünlerin en iyi vekîlidir. Bütün günahlardan tövbe makbûldür." buyurdu. Genç elinde tövbe etti ve gözlerinden yaşlar döküldü. Ebû Türâb oradan ayrılınca, genç annesine; "Ey anneciğim! Sana bir vasiyetim var. Yerine getir." dedi. Annesi; "Evlâdım, ne vasiyetin var, söyle!" dedi. Beni bu yataktan ve yumuşak yastıktan, hakîr ve zelîl toprağa indir. Ebû Türâb'la tövbe ettiğim andan sonra, yerde Allahü teâlâya tekrar tövbe edeyim. Çünkü bu hastalık beni iyice sardı. Artık bu hastalıktan öleceğimi anlıyorum." dedi. Annesi isteğini yerine getirdi ve onu yere indirdi. Genç, yüzünü toprağa sürdü, kalp ve rûhunun derinliklerinden gelen bir ses ile; "Ey Allah'ım! Yaptıklarıma pişman oldum. Tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım yok. Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş, zamânını boşa geçirmiş ben kuluna rahmet et." diye yalvarıp inledi. Onu topraktan kaldırıp, yatağa yatırdılar. Gece olunca genç vefât etti. Ebû Türâb; "O gece rüyâda Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördü. Yanında iki yaşlı zât var idi. Onlarla berâber çok kalabalık geldi. Birisi ona; "Bu, Muhammed Mustafâ'dır sallallahü aleyhi ve sellem, diğer taraftaki yaşlı zât ise, İbrâhim Halîlullah'tır (aleyhisselâm), diğer taraftaki ise Mûsâ Kelîmullah'tır (aleyhisselâm). Bu kalabalık ise, yüz yirmi bin küsûr peygamberdir." dedi. Ebû Türâb ileri koştu. Selâm verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem selâmına cevap verdi. Onunla müsâfeha etti. "Yâ Resûlallah, siz Nahşeb'e gelmiş miydiniz?" diye arz etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey Ebû Türâb! Dün senin elinde tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Allahü teâlâ onu, dostları derecesine kavuşturdu. Ona velîlik makâmı ikrâm eyledi. Beni ve yüz yirmi bin küsür peygamberi, onu ziyârete gönderdi. Ey Ebû Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâzesinde hazır bulunun." Ebû Türâb-ı Nahşebî uyandığında bu halden kalbine bir incelik geldi ve; "Ey Allah'ım! Ne kadar kerîmsin. Daha dün fıskı yüzünden, mahalleden çıkarmak istedikleri bir fâsıkı, bir ağlama ve inleme, bir tövbe ve pişmanlık ile bu dereceye kavuşturdun." dedi. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük kızın feryâdını duydu. Ağlıyordu. "Evlâdım, seni ağlatan şey nedir?" dedi. "Babacığım, rüyâmda filan mahallede tövbe eden bir gencin vefât ettiğini ve her kim onun cenâzesine bakarsa, Allahü teâlâ, ona, kendisinden istediği her şeyi verir dendiğini görüp duydum. Babacığım, evden dışarı çıkmayı aslâ istemezdim, fakat şimdi izin verirsen, gidip o gencin cenâzesini göreyim ve Allahü teâlâdan kendim ve diğer kullar için necât, kurtuluş isteyeyim." dedi. Ona izin verdi. Cenâzesine giderken yolda yaşlı bir kadın gördü. Ona; "Ey Ebû Türâb! Hakk'ın rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Fıskının çokluğu yüzünden mahalleden çıkarılmak istenen genç, bu gece vefât etti. Evliyâ silsilesine dâhil edildi. Rüyâda bana, cenâzesinde bulunan magfiret olunur diye söylediler." dedi. Başka âlim zât da aynı rüyâyı gördü. İnsanlara bu durum haber verildi. Bütün şehir halkı akın akın gencin cenâzesine katılmak için geldi. Tam bir izzet ve ikrâm ile onun namazı kılındı, sonra defnettiler.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri pekçok hac etti ve sevgili Peygamberimizin kabrini ziyâret etmek için Medîne-i münevvereye gitti. Bu yolculuklar esnasında da pekçok âlim ve velî ile görüşüp sohbet etti. Birçok kerâmetleri görüldü.

Ebû Türâb-ı Nahşebî, Mekke-i mükerremede bulunduğu sırada Harem-i şerîfte bir kenara yaslanarak uyumuştu. Rüyâsında hûrîlerden bir kısmı gelip kendilerini ona göstermek, onunla konuşmak istedi. Ebû Türâb; "Ben kendimi Allahü teâlâya o kadar verdim ki, hûrilerle oturup konuşacak vaktim yok." dedi. Hûriler etrâfında gürültü ederlerken, Cennet meleklerinin reisi Rıdvan gelip; "Bu azîzin size yüz vermesi mümkün değildir. O, Cennet'teki yerini almadıkça sizinle ilgilenmez. Gidin, o zaman gelirsiniz." dedi.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri tasavvuf yolundaki talebelerin dikkat edecekleri hususları açıklarken hac yolculuğu husûsunda şöyle buyurdu: "Tasavvuf yolundaki talebeler için, nefslerine uyarak yaptıkları seferden daha zararlı bir şey yoktur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah yolundan alıkoymaya çalışanlar gibi olmayın..." (Enfâl sûresi: 47) buyurdu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte; "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, ümmetimin zenginleri hacca seyâhat için giderler. Orta durumda olanları ticâret için, kurrâlar (Kur'ân-ı kerîm okuyucuları) riyâ için, fakîrler de dilenmek için giderler." buyurdu.

Ana-baba ve hocanın rızâsı ve izni olmadan yola çıkmamalıdır. Eğer izinsiz çıkarsa, seferinde birçok engelle karşılaşır ve yolculuğunda bereket olmaz.

Topluluk hâlinde yolculuk yapılıyorsa, en zayıfların yürüyüşü gibi yürümelidir. Arkadaşı durduğu zaman durmalıdır. Mümkün mertebe, namazları vaktinden sonraya tehir etmemelidir. Eğer mümkün ise, yürüyerek gitmeyi, bir vâsıtaya binerek gitmeye tercih etmelidir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte; "Bir bineğe binerek hacca giden kimsenin, bineğinin attığı her adım için yetmiş hasene, yürüyerek giden kimsenin her adımına karşılık ise harem hasenâtından yedi yüz hasene (iyilik) vardır." buyurunca, Eshâb-ı kirâm (r.anhüm); "Harem hasenâtı nedir?" diye sordular. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; "Onun bir hasenesi, yedi yüz bin hasenedir." buyurdular.

Toplulukla yapılan yolculukta, mümkün mertebe yolculuk arkadaşlarına hizmet etmeli, onların meşakkatlerini gidermelidir. Adiy bin Hâtem şöyle rivâyet etti: Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem; "Ey Allah'ın resûlü! Sadakaların en fazîletlisi hangisidir?" diye sorulunca; "Kişinin, Allahü teâlânın rızâsı için arkadaşlarına hizmet etmesidir." buyurdu.

Bir memlekete varılınca, eğer orada büyük bir âlim varsa, önce onun ziyâretine, yoksa, sâlih kimselerin yanına gidilir. Böyle kimseler çoksa, en fazîletli ve kıymetli olanının yanına gidilir. Yine bir memlekete gidildiği zaman, abdest ve temizlik ihtiyâcının giderilmesi için uygun bir yer aranır. Akarsu olan yer, yerleşmek için tercih edilir. Abdest aldıktan sonra, iki rekat namaz kılar ve yanına gideceği büyük bir zât varsa onun yanına gider. Yanında bir süre oturur. Soracağı bir husus varsa sorar, yoksa onun yanında konuşmaz. Eğer o büyük zât bir şey sorarsa, cevap verir.

Yolculuğa çıkan kimsenin yanında abdest için bir kab bulundurması lâzımdır. Büyüklerden bâzısı, yolculuk yapan birisi ile müsâfeha yapınca, onun avucunda ve parmaklarında su kabı taşıdığına dâir bir izin olup olmadığına bakardı. Eğer böyle bir iz bulursa, onu çok iyi karşılar, bulamazsa, ona yüz vermez ve kabûl etmezdi. Yine onlardan birisi, yolculuk yapan birisinin yanında su kabı görmezse, bundan, onun namazı terketmeyi göze aldığına hükmederdi. Yola çıkacak kimsenin yanına; iğne, iplik, makas, çakı v.b. gibi şeyleri alması müstehabdır. Çünkü bunlar, farzları edâ etmeye yardımcı olurlar. Yolculuğa çıkmak isteyen bir kimsenin, dostlarını ve tanıdıklarını ziyâreti, onlara vedâ etmesi ve onlarla helallaşması lâzımdır. Yola çıkan kimsenin özellikle namazlarını terk etmemesi lâzımdır.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri çok ibâdet ettiği gibi, nefsinin isteklerine de şiddetle karşı çıkardı. Günlerce ağzına yiyecek bir lokma almadığı, bir yudum su içmediği olurdu. Onun bu husustaki gayretini İbn-i Cellâ şöyle anlattı:

"Ebû Türâb, Mekke'ye geldi. Bitkin, yorgun ve zayıf görünmüyordu. "Nerede yemek yedin?" dedim. "Basra'da, Bağdât'ta, bir de burada." dedi. Yine İbn-i Cellâ der ki: "Üç yüze yakın velî gördüm. Bunlardan dördü çok büyük olup, ilki Ebû Türâb idi."

Sohbetinde bulunanlardan birisi üç gün bir şey yememişti. En sonunda karpuzun kabuğuna elini uzattı. Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri ona; "Sen tasavvufa yaraşmazsın. Hadi git, senin çarşıda bulunman ve geçimini oradan temin etmen lâzımdır." buyurdu.

Kulzüm Mescidinin kayyımı şöyle anlatıyor: "Ebû Türâb-ı Nahşebî bu mescide girdi. Kendisini tanımıyorduk. Burada günlerce oturup ibâdet etti. Hiç mescidden dışarı çıkmadı. Yanına gittim. "Bugün bir şey yedin mi?" diye sordum. "Hayır yemedim." dedi. "Ya dün?" dedim. "Hayır." dedi. "Ondan önceki gün yedin mi?" deyince de; "Hayır." dedi. Ben; "Peki kaç günden beri böylesin?" diye sorunca; "Yedi günden beri." buyurdu. Çarşıya gittim. "Mescidde yedi günden beri hiçbir şey yemeyen adama bir şeyler götürün." dedim. Kendisine çok miktarda yiyecek ve içecek getirdiler. İhtiyâcı kadar yedikten sonra doyan Ebû Türâb-ı Nahşebî bir bardak su içti. Sonra ibriğini alıp mescidden çıktı. Kimseye bir şey söylemedi. Biz, temizlenmeye gidiyor, döner zannettik. Fakat o, şehirden ayrılmak üzere yola çıktı. Bir müddet gittikten sonra ardından gittik. Baktık Mekke yolunda gidiyordu. Ben ardından yürüdüm; "Allah aşkına sen kimsin?" dedim. "Ben Ebû Türâb'ım." diye cevap verdi.

Ebû Câfer Haddâd şöyle anlattı: Çölde bir su kuyusunun başında otururken Ebû Türâb-ı Nahşebî beni gördü. On altı günden beri bir şey yememiş ve içememiştim. Bana; "Neden burada oturuyorsun?" dedi. Dedim ki: "Ben ilim ile yakînden hangisi bana gâlip gelirse, ona göre hareket edeceğim diye bekliyordum. Eğer ilim gâlip gelirse su içeceğim. Eğer yakîn gâlip gelirse geçip gideceğim." Bana, "Sen büyük bir mâneviyât adamı olacaksın." dedi.

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri dünyâya gönül vermezdi. Özellikle kendisine hizmet eden kişilere ikrâm ve ihsânı boldu. Başını tıraş eden Ebû Ali el-Müzeyyin'e yetmiş dinar vermişti.

Dünyâ sevgisiyle ilgili olarak; "Kalbinde zerre kadar dünyâ sevgisi olan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz." "İki şeyi istersiniz, ama bulamazsınız. Bunlar neşe ve rahatlık olup, ikisi de Cennet'te olur." buyurdu.

Bir sohbeti sırasında da;

"Sâdık kul, daha amel etmeden, hâlis kul, amel edince, amelin tadını alır."

"Şu dört şeyi dört yerde sarf edersen Cennet'i kazanırsın: Uykuyu kabirde, rahatı sırat köprüsünde, iftiharı ve öğünmeyi mîzânda, nefsin arzularını Cennet'te."

"Ey insanlar! Şu üç şeyi seviyorsanız, biliniz ki onlar sizlerin değildir. Nefsinizi ve canınızı seviyorsanız, onlar Allahü teâlânındır. Malınızı seviyorsanız, onlar da vârislerinizindir.

Âlimlere ve evliyâya karşı çok hürmet gösteren Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri buyurdu ki:

"Allahü teâlâ kimi felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin ve evliyânın aleyhinde bulunma hasletini verir."

"Âlim olan, karşısındakinin anlayışına göre konuşur."

Ebû Türâb-ı Nahşebî haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınırdı. Bu hususta buyurdu ki:

"Kul bütün gücüyle günahlardan uzaklaştığı zaman, Allahü teâlânın yardımı, ihsânı her tarafını kaplar. Kalbin günahlar ile kararmasının alâmeti üçtür. Birincisi günah işlemekten korkmamak, ikincisi ibâdetlerde gevşeklik, üçüncüsü de vâz ve nasîhatların ona tesir etmemesidir."

Hızır aleyhisselâmla sık sık görüşen Ebû Türâb-ı Nahşebî, Hızır aleyhisselâmla görüşmesini şöyle anlatır: "Bir gün çölde geziyordum. Birine rastladım. Kim olduğunu sordum. Hızır'ım dedi. Sonra bana; "Ey Ebû Türâb!Şimdi Allahü teâlânın sevdiği velî kullarının kalbini düzeltmeye memurum. Bu yolda ilk iş, yok olmak (benliğini öldürmek) ondan sonrası ise kurtulmaktır." dedi.

Ebû Türâb'ın, Câbir bin Abdullah'tan radıyallahü anh rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hastalarınızı yemek için zorlamayın, zîrâ Allahü teâlâ onları yedirir ve içirir." buyurdu.

İbn-i Süfyân'dan radıyallahü anh rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Bir kimse gösteriş ve yaptığını işittirmek isterse, Allahü teâlâ onu teşhîr eder. Riyâ yapanın da, Allah riyâsını gösterir." buyurdu.

Ebû Türâb-ı Nahşebî ve sevenleri toplanmışlardı. Kendilerine fakirlik ve açlık erişti. Ebû Türâb; "Bu nedir, toplanmış aç kalıyorsunuz? Araştırın bir şey çıkar." buyurdu. Araştırdılar, içlerinden birinin yanında yiyecek bir şey buldular. Ebû Türâb ona; "Onu arkadaşlarına hibe et. Bize acımadıkça kendine acıyamazsın." dedi. Onun azığını aldı ve sevenlerine infâk etti. Fakat o kimseye hiçbir şey düşmedi. Bunun üzerine o kimsenin basireti, kalp gözü açıldı.

Ebû Türâb, talebelerinde beğenmediği bir şey gördüğü zaman tövbe eder ve; "Bu zavallı benim yüzümden bu belâya düştü." derdi.

Tevekkül sâhibi bir zât olan Ebû Türâb-ı Nahşebî tevekkülle ilgili olarak buyurdu ki:

"Tevekkül, kendini kulluk denizine atıp, kalbini Allahü teâlâya bağlamaktır. Verirse şükür, vermezse sabretmelidir."

"Senin bize ihtiyâcın yok mu?" diye soranlara; "Allahü teâlâya muhtâc iken, size ve sizin gibilere nasıl ihtiyâcım olur. Fakirin bulduğu şey gıdâsı, mahrem yerini örten şey ise elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gıdâ (ve güç) almaktır. Hakîkî zenginlik, dengin olan bir kimseye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç olmandır."

Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri ömrü boyunca Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti. Bir yolculuk sırasında Basra sahrasında 859 (H.245) senesinde vefât etti. Yanında kimse yoktu.

Vefât ettiği sırada namaz kılıyordu. Bu halde uzun müddet kaldı. Onun vefât ettiğinden kimsenin haberi olmadı. Bir topluluk yoldan geçerken kendisini görüp, yanına yaklaştıklarında vefât ettiğini anladılar. O hiçbir şeye yaslanmadan, yüzü kıbleye çevrili bedeni kurumuş bir halde idi. Bu zaman içinde cesedine vahşî hayvanlar ve kuşlar hiç yaklaşmamış ve vücûduna dokunmamışlardı. Topluluk onu kefenleyip cenâze namazını kıldı ve orada defneyledi.

MAKSAT VE ARZU

Hac yolculuğu sırasında beraberinde bulunan Ebû Abbâs Rakkî şöyle anlattı: "Mekke-i mükerreme yolunda, Ebû Türâb Nahşebî ile berâber gidiyorduk. Talebelerinden birisi ondan su istedi. Ebû Türâb ayağını yere vurunca, bir pınar kaynadı. Birisi; "Ben bardakla içmek istiyorum." dedi. Ebû Türâb elini toprağa vurdu. Ona beyaz camdan bir bardak verdi. Bu bardak, gördüğüm bardakların en güzeli idi. Hepimiz aynı bardakla su içtik. Mekke-i mükerremeye kadar o bardak yanımızda idi. Bir gün Ebû Türâb bana; "Allahü teâlânın kullarına ikrâmda bulunduğu bu işler ve kerâmetler hakkında talebelerin ne diyor?" diye sordu. Ben de, hepsinin bunlara inandığını ve kabûl ettiklerini söyledim. Bunun üzerine Ebû Türâb; "Ben sana ahvâl bakımından sordum. Sen ise, onların o mevzuda hiçbir sözünü söylemedin. Senin talebelerin, bu hallerin Allahü teâlânın onlara mekr-i ilâhîsi olduğunu söylüyorlar. Halbuki durum, onların dediği gibi değildir. Şâyet bu hallere meyl duyulur, onlar arzu edilirse, mekr-i ilâhî olur. Fakat böyle bir istek olmadan, böyle haller zuhûr ederse, bu, rabbânîlerin mertebesidir." buyurdu.

Ebû Türâb'ın bu sözünde önemli iki husus vardır: 1) Kerâmetler ve keşifler, yalnız ona rağbet duyan, o hallerin kendisinde zuhûr etmesini arzu eden kimseler içindir. O kimsenin bütün maksadı ve arzusu bu kerâmetler olur. Bir kısım kimseler, kerâmetlere îtibârda o kadar ileri gittiler ki, bu sebeple mânevî ihsânlardan mahrum kaldılar. Bâzıları ise, bunlara meyletmediler. Doğru olan, Ebû Türâb'ın kerâmetlere meyletmenin, onları arzu etmenin noksanlık olduğunu anlatmak istediği sözdür. Hiçbir ârifin inkar etmediği husus, ârif olanın kerâmete arzu ve meyl duymamasıdır. Onun maksadı ve arzusu, kerâmet değildir. Kerâmet, âriflerin yolunda meydana gelir. Arzusu, hedefi ve matlubu bu olan kimse, aldanmıştır ve helâke gider. Böyle kimse, arzu ettiği kerâmetlere de ulaşamaz. Kerâmetlere, sâdece, isteği ve maksadı kerâmet olmayan kimseler kavuşur.

BU HIRSIZ DEĞİLDİR

Kendisi anlatır: "Bir gün çölde gidiyordum. Nefsim yumurta ve sıcak ekmek istedi. Hiçbir zaman nefsimin istediğini yapmamış idim. Fakat nasıl olduysa isteğim gâlip geldi. Yolumu değiştirip, bir köye girdim. Köyde hırsızlık olmuştu. Onun için köylüler bir yere toplanmış durumu konuşuyorlardı. Beni görünce içlerinden biri, bu adam hırsızla beraberdi, dedi. Beni yakaladılar ve yetmiş sopa vurdular. Bu arada biri gelip beni tanıdı. Bu hırsız değildir. Bu âlim Ebû Türâb'tır, dedi. Bunun üzerine benden özür dilediler. İçlerinden biri beni eve yemeğe götürdü. Bana tâze ekmek ve yumurta getirdi. Nefsime; "Ey nefs! Yetmiş sopadan sonra ekmekle yumurta yiyebilirsin." dedim.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ UBEYD EL-BUSRÎ


Şam'da yetişen âlimlerin ve evliyânın meşhurlarından. İsmi, Muhammed bin Hasan, künyesi Ebû Ubeyd'dir. Havran civârındaki Busr köyünden olup, oraya nisbetle Busrî denilmiştir. 859 (H.245) senesinde vefât etti. Ebû Türâb Nahşebî, Ahmed bin Yahyâ Celâ, Ebû Saîd-i Harrâz ve daha birçok evliyâ ve âlimden ilim öğrendi ve sohbetlerinde yetişti. Tasavvufta kemâl derecelerine kavuşup, evliyânın büyüklerinden oldu.

Ebû Zür'a şöyle anlatmıştır: "Ebû Ubeyd hazretleri bir defâsında oğlu ile birlikte hacca gitmişti. Arefe günü Arafat'ta iken oğluna; "Bir süvâri ile tebrik edildin!" dedi. "Babacığım hangi süvâri?" deyince; "Şu anda bir oğlun dünyâya geldi." dedi. Memleketlerine döndükleri zaman oğlu Arefe günü bir erkek evlâdının doğduğunu öğrendi.

Talebelerinden biri şöyle anlatır: Ebû Ubeyd Busrî hazretlerinin yanına hac zamânına üç gün kala evliyâdan iki kişi geldi. Hacca gidip gitmeyeceğini sordular. O da, gidemeyeceğini söyledi ve yüzünü bana dönerek; "Senin şeyhine onlara nisbetle daha kısa zamanda oraya varma ve tayy-i mekân imkânı verilmiştir." buyurdu.

Allah yolunda cihâd etmek niyetiyle bir savaşa katıldı. Bir ata binmişti. Yolda atı öldü. Duâ edip, seferden dönünceye kadar Rabbinden atın diriltilmesini istedi. Ölen at, Allahü teâlânın izniyle dirilip ayağa kalktı. Gazâ bittikten sonra Busr'daki evine varınca, oğlundan atın eğerini almasını istedi. Oğlu, hayvanın çok terli olduğunu görünce eğeri almaktan vazgeçti. Bunun üzerine; "Eğerini al, bu bize ödünç verilmiştir." buyurdu. Oğlu eğerini alınca, at yere düşüp öldü.

Ebû Ubeyd Busrî hazretleri bir gün Şam'da dostlarıyla otururken yanlarından bir atlı geçiyordu. Peşinden atın eğer örtüsünü taşıyan kölesi kızgın bir halde koşuyordu. Köle; "Yâ Rabbî! Sen beni bu güç durumdan kurtar." diye duâ edip; Ebû Ubeyd hazretlerine de; "Ey Allah'ın sevgili kulu! Bana duâ et." dedi. Bunun üzerine; "Yâ Rabbî! Bu kulunu Cehennem ateşi ve kölelikten kurtar." diye köleye duâ etti. O anda attaki binici kuşağını yere atıp, kölesine; "Seni âzâd ettim." diye bağırdı. Köle de taşıdığı örtüyü bırakıp; "Beni sen değil, bunlar âzâd etti." diyerek, Ebû Ubeyd Busrî ve dostlarının yanına gitti ve ölünceye kadar onlarla berâber kaldı.

Ebû Ubeyd Busrî hazretleri derslerinde, sohbetlerinde ve yaşayışında, insanlarla olan muâmelelerinde dâimâ emr-i mâruf yapar, Allahü teâlânın dînini insanlara öğretir ve dînin emirlerine uymalarını sağlamak için uğraşırdı. Ramazân-ı şerîf ayı girince, bir yere çekilir, oruç tutar ve dâimâ ibâdetle meşgûl olurdu. Âdetâ yemez, içmez, uyumaz bir halde geçirirdi. Yemesi için odasına bıraktıkları ekmeklere hiç dokunmadığı görülürdü. Duâsı çok makbuldü.

Ahmed bin Yahyâ Celâ; "Altı yüz kadar yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ ile görüştüm. Bunların en mümtazları, en büyükleri Zünnûn-i Mısrî, Ebû Türâb-ı Nahşebî, Ebû Abdullah Busrî ve Ebü'l-Abbâs bin Atâ idi." buyurdu.

Ebû Ubeyd hazretlerinin oğlu geçimini yağ satarak sağlardı. Bir gün babasına gelerek; "Babacığım sermâyem olan birkaç testi yağım vardı. Dışarı çıkarken düşürüp kırdım. Bütün sermâyem yok oldu." dedi. O da, rızkı verenin Allahü teâlâ olduğunu, başka bir iş yapabileceğini ve yeni imkânların çıkabileceğini, bir de dünyâya ve dünyâ malına düşkün olmamak gerektiğini işâret ederek; "Evlâdım, sen de babanın sermâyesinden sermâye edin. Yemin ederim ki, babanın dünyâ ve âhirette Allahü teâlâdan başka sermâyesi yoktur." buyurdu.

Buyurdu ki:

"Zikir kalple olmalıdır. Yalnız dille yapılır da kalbe işlemezse, riyâ ve gösteriş olur."

İKİ REKAT NAMAZ KIL

Ebû Ubeyd Busrî hazretlerine hizmet etmekle şereflenen bir talebesi şöyle anlatmıştır: Bir hac mevsiminde hacca gitmek üzere hocam Ebû Ubeyd Busrî'den duâ alıp yola çıkmak üzereydim. Hocam; "Yanında bir şeyin var mı?" deyince; "Su kabımdan başka bir şeyim yok." dedim. Bunun üzerine bana; "Bir şeye ihtiyâcın olduğu zaman veya acıkınca yâhud da susayınca, iki rekat namaz kıl.O su kabını da sağ tarafına koy. Namazı bitirip selâm verdiğin zaman arzu ettiğin şey ne ise onu sağ tarafında bulursun." buyurdu. Vedâlaşıp yola çıktım. Epey bir zaman gittim. Yolum öyle bir yere düştü ki orada hiç su yoktu. İnsanlar susuzluktan çâresiz bir halde inliyorlardı. Bu hâli görünce hocam Ebû Ubeyd Busrî'nin vedâlaşırken söylediği sözleri hatırladım. Hocam elbette doğru söyler, onun tembihinde bir hikmet vardır diyerek boş su kabımı sağ tarafımda çukur bir yere bırakıp iki rekat namaz kıldım. Selâm verdiğim zaman, bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr, su kabımı attığım çukur yerden üzerime su serpiyordu. Baktığımda kabımı bıraktığım çukur yer su ile dolmuştu. Kabı alıp, susuzluktan kıvranan insanları çağırdım. Suyun yanına gelerek, içe içe kandılar. Böylece Allahü teâlânın izniyle ve hocamın kerâmetiyle susuzluktan kurtulduk.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ YÂKÛB NEHRECÛRÎ



Tasavvuf büyüklerinden. İsmi, İshak bin Muhammed, künyesi Ebû Yâkûb'dur. 941 (H.330) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti. Irak'ta Ahvaz'ın yakınındaki Nehrecûr adlı köyden olduğu için, Nehrecûrî diye bilinir. Hicaz'a gitti. Uzun seneler Harem-i şerîfe komşu olarak kaldı. Cüneyd-i Bağdâdî, Yâkûb es-Sûsî ve Amr bin Osman el-Mekkî ve daha başka büyük zâtlarla görüşüp, sohbet etti.

Fazîlet sâhibi bir zâttı. Tasavvufun yüksek makamlarına kavuştu. Lütfu ve ikrâmı bol, edebi pekçoktu. Arkadaşları kendisini çok severdi. Yüzünde herkesin farkettiği bir nûrânîlik vardı. Çok ibâdet ederdi. Gönlü bir gün bile rahat olmamıştı. Nitekim; "Ey Yâkûb! Sen kulsun. Kul rahat olmaz." diye bir ses işitti.

Kendisi anlatır: Bir gün Kâbe-i muazzamayı tavâf eden tek gözlü birisini gördüm; "Allah'ım senden sana sığınırım." diyordu. Ona; "Bu nasıl duâdır?" diye sorduğumda bana şöyle cevap verdi: "Ben elli seneden beri buradayım. Bir gün bir kadın gördüm. Çok beğendim, ondan lezzet aldım. Bu sırada gözümün üzerine bir tokat indi. O anda gözüm yanağımın üzerine aktı. Ben, ah, dedim. Bir ses; "Bir bakış, bir tokat karşılığındadır. Ne kadar bakarsan, o kadar tokat atarız." dedi.

Mekke'de iken bir fakir, elinde bir dînarla yanıma geldi. "Ben yarın öleceğim. Bu paranın yarısı ile beni techiz ve tekfin et. Diğer yarısı ile de mezarımı kazdır." dedi. Gâlibâ bu genç delidir diye düşündüm. Ertesi gün tavâf sırasında o genci gördüm. Bir kenara çekildi ve yere uzanıverdi. Gâlibâ ölmüş gibi gözükmek istiyor dedim. Yanına yaklaştım. Bir de baktım, gerçekten vefât etmiş. Vasiyet ettiği gibi defnettim.

Birisi ona gelerek; "Namaz kılıyorum, fakat tadını içimde bulamıyorum." dedi. Ebû Yâkûb o zâta; Allahü teâlâyı sâdece namazda hatırlarsan böyle olur. Allahü teâlâyı her zaman hatırlarsan, yapılan ibâdetlerin tadını alabilirsin." diye cevap verdi."

Ebû Yâkûb Nehrecûrî buyurdular ki: "Doğruluk, açıkta ve gizlide hakka uymak ve uygun olmaktır. Doğruluğun hakîkatı, darlık ve kıtlık zamanlarında da hakkı söyleyebilmektir."

"Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, O'nun eserlerini, kâinatdaki eşsiz nizâm ve intizâmı, ondaki ince ve yüksek sanatı görüp, Allahü teâlânın büyüklüğü ve yüceliği karşısında hayran olup, hayrette kalan kimsedir."

"Dünyâ bir deryâ, insanlar bu denizde yolcu, gemi takvâ, âhiret ise sâhildir."

"Doyması yemekle olan kimse, dâimâ açtır. Zenginliği mal ile olan fakirdir. Çünkü o mal, her zaman elde kalmaz. Allahü teâlâdan yardım istemeyen, başarısızlığa mahkûmdur. İhtiyâcını insanlara arz eden mahrum kalır. Gerçekte bütün ihtiyaçları gideren Allahü teâlâdır. Kullar birbirinin ihtiyaçlarını gidermekte vâsıtadır. Allahü teâlâ, insanlara, birbirinin ihtiyâcını gidermek için güç ve kuvvet vermezse, kimsenin kimseye yardımcı olmaya gücü yetmezdi. Bu bakımdan ihtiyaçları, her şeyin sâhibi ve mâliki Allahü teâlâya arz etmeli. Allahü teâlâ bir işin olmasını dilerse, onun meydana gelmesini temin edecek sebebleri de yaratır."

"İnsan kendisine verilen nîmete şükrederse, Allahü teâlâ, o nîmeti insanın elinden almaz. Eğer nîmete şükretmeyip, kıymetini bilmezse, o nîmet devâm etmez, elden gider."

"Kul mânevî yönden yüksek mertebelere erişip kemâle gelince, artık ona, belâ ve sıkıntılar nîmet şeklinde görünür. Çünkü, onun Allahü teâlâya olan muhabbet ve sevgisi o kadar fazladır ki, artık O'ndan gelen her şey, ona güzel ve tatlı gelir."

"İnsanın kazançlı olmasının esâsı, az yemek, az uyumak, az konuşmak ve nefsin arzu ve isteklerini terketmektir."

"Kişi, kendi benliğinden sıyrılıp, Hak ile berâber olursa, o zaman kulluk makâmına kavuşur. Kul olabilmek pek yüksek bir makamdır."

"İnsanda huzûr ve sevinç, şu üç şeyle hâsıl olur: Birincisi; kişi Allahü teâlâya ibâdet edip, beğendiği işleri yaptığı zaman duyduğu sevinç ve rahatlık. İkincisi; kalbini Allahü teâlâdan başka her şeyden sıyırıp, sâdece Allahü teâlâ ile berâber kılmak. Üçüncüsü; Allahü teâlâdan başka şeyler hakkında konuşmayı bırakıp, Allahü teâlâyı anmaktan hâsıl olan tatlılık ve sevinç. Allahü teâlânın anılması sebebiyle meydana gelen neşe ve sevincin alâmeti üç şeydir: Birincisi; kulun dâima, tâat yâni Allahü teâlânın beğendiği şeyler üzere olması. İkincisi; dünyâdan ve dünyâya düşkün olanlardan uzak kalması. Üçüncüsü; yaptıkları ibâdet ve tâatlerde, sâdece Allahü teâlânın rızâsını gözetmesi. İnsanların da görmesi ve bilmesi düşüncesinden kurtulması."

Allahü teâlânın rızâsına nasıl kavuşulur? Allahü teâlâya kavuşma yoluna nasıl girilir? diye soran birine; "Âlimlerle berâber olur, câhillerden uzak durur, amel ve zikre devâm edersen, Allahü teâlâya kavuşursun." buyurdu.

"Ebû Yâkûb Sûfî'ye, ârif, Allahü teâlâdan başka bir şey için esef ve hüzün duyar mı? diye sordum. Dedi ki: "O'ndan başkasını görür mü ki esef etsin." "Ârif mahlûkâta, eşyâya hangi gözle bakar?" dedim. "Yok olacak ve yok olmuş gözüyle bakar." buyurdu.

"Allahü teâlâyı seviyorum deyip de, O'nun emrine uymayan kimse dâvâsında yalancıdır. Korkmadan sevdiğini söyleyen aldanmıştır."

"En fazîletli ve üstün amel, bilerek yapılan ameldir." (Bilmeden amel yapan kimsenin, harama düşmesi ihtimâli vardır.)

"Gerçek tevekkül sâhibi, her şeyi Allahü teâlâdan bekler, başkasına eziyet ve sıkıntı vermez. Başına gelen belâ ve musîbetlerden dolayı kimseden şikâyetçi olmaz. Mahrum kaldığı şeyler sebebiyle de kimseyi kötülemez. Çünkü o, hayrın da, şerrin de, Allahü teâlâdan olduğuna îmân etmiştir."

Ebû Yâkûb Nehrecûrî'ye, Allahü teâlânın rızâsına nasıl kavuşulur diye sordular. O da; "Câhillerden uzak kalmak, âlimlerin sohbetinde bulunmak, ilmi ile amel edip, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmekle." buyurdu.

KALPTEKİ KATILIK

Anlatılır ki: Birisi gelip Ebû Yâkûb'a; "Benim kalbimde bir katılık var. Bâzı kimselerle istişârede bulundum. Bana çeşitli tavsiyelerde bulundular. Fakat kalbimdeki bu katılık, yine gitmedi. Bunun üzerine Ebû Yâkûb; "Onlar hatâ etmişler. Sen şöyle yap, herkes uyuduğu zaman, Kâbe-i muazzamadaki Mültezeme'ye (Hacer-ül-esved ile Kâbe-i muazzamanın kapısı arasındaki yere) git, orada namaz kıl. Allahü teâlâya yalvarıp yakar. Yâ Rabbî! İşimde şaşırıp kaldım. Bana yardımını ihsân eyle diye duâ et." dedi. O şahıs da Ebû Yâkûb'un dediği gibi yaptı. Kalbindeki o katılık gitti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ YA'ZÎ MAGRİBÎ




Fas velîlerinin büyüklerinden. Ebû Ya'zî künyesi ve Magribî nisbetiyle tanınır. Magribliler ona, kendi aralarında büyük baba mânâsına gelen Dede lakabını vermişlerdir. On ikinci asrın son yarısında vefât edip, Fas'ta Bâît kasabasında defnedildi. Kabri ziyâret edilmektedir.

Ebû Ya'zî Magribî, kerâmetleri herkes tarafından görülüp bilinen, ilim sâhibi bir velî idi. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetlerinde yetişti. Daha sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için Fas'a gitti.

Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yolu, Magrib'te onun vâsıtasıyla yayıldı. Magrib evliyâsının büyükleri ondan feyz aldılar. Şarktan birçok kimse gelip, onun ilim ve feyzinden istifâde için âdetâ birbirleriyle yarıştılar. Magrib ve Meşrık'a nâmı yayıldı. Darda kalan her Magribli ondan yardım isterdi. Yağmur yağmadığı zaman Allahü teâlâya duâ edince, yağmur yağardı. Hayvanlar ve kuşlarla sohbet ederdi. Bilhassa ilk zamanlarında, on beş sene hiç şehre inmeden ormanda yaşadı. Yalnız ot tohumları ile gıdâsını temin etti. Elde ettiği ilim ve feyziMagrib'de yaydı. Tâlibleri, Magrib ve Meşrik'ten gelip onu buldular. Meclisinde bulunmakla şereflendiler. Magrib'de şanları duyulan evliyâ onun elinde yetişti. Mâlikî mezhebi âlimlerinin meşhûrlarından ve Magrib evliyâsının büyüklerinden Şeyh Ebû Medyen künyesi ile bilinen Şuayb bin Hasan Endülüsî, talebelerinin büyüklerindendir. Ebû Ya'zî Magribî hakkındaki bilgileri, Ebû Medyen hazretleri vermektedir.

Ebû Ya'zî Magribî'nin yanına arslanlar ve kuşlar gelir, o da onlarla sohbet ederdi. Arslanlar yaramazlık yapıp hayvanlara ve insanlara saldırınca, onları yanına çağırır, kulaklarını çekerek azarlardı. Hattâ bâzan: "Haydi! Ey Allah'ın köpekleri! Buralardan gidin, rızkınızı başka yerde arayın. Sizi bir daha burada görmeyeceğim." buyururdu. Bu söz üzerine, arslanlar uslu uslu çekip giderlerdi.

Dağa odun için gidenleri, arslanlar rahatsız edince, gelip Ebû Ya'zî hazretlerine şikâyet ettiler. "Arslanlar bize saldırıyor, odun toplayamıyoruz. Lutfedip bir çâresine bakıverseniz." dediler. O da, hizmetinde bulunanlardan birine: "Git, sesin çıktığı kadar şöyle bağır: "Ey Arslanlar, Ebû Ya'zî Magribî sizin buradan göçmenizi ve buralarda görünmemenizi emrediyor" buyurdu. Hizmetçi ormana gidip, âvâzı çıktığı kadar bağırıp, emredilen sözleri söyledi. Bütün arslanlar, yavrularını yanlarına alarak, başka diyârlara çekilip gittiler. Bir tek arslan bile kalmadı.

Ebû Medyen'in dostlarından biri Ebû Ya'zî hazretlerine gelerek kuraklıktan şikâyet edip: "Efendim, bu yıl çok sıkıntıdayım. Havalar kurak gidiyor. Tarlam çoraklaştı. Hiçbir şey vermez oldu. Siz duâ buyurun da, çocuklarımızın rızkını temin edelim." dedi. Ebû Ya'zî hazretleri, o şahsın tarlasına doğru gitti. Onun tarladan geçmesiyle, yağmurun başlaması bir oldu. Tarla yemyeşil oldu, bol mahsûl verdi. O yıl Magrib'de o kadar kuraklık oldu ki, o tarladan başka hiçbir yer ekilemedi.

Buyurdular ki:

"Tesiri, kulun işinde ve hâlinde görülmeyen hakîkat, hakîkat değildir."

"Hak'tan fazîleti taleb eden, ona vâsıl olur."

"Kimseye faydası olmayan, kimseden faydalanamaz."

"Sözün hası odur ki, ya Allahü teâlâyı hâtırlatmalı ya da O'ndan haber vermelidir."

İŞTE GÖRÜYORSUN

Ebû Medyen Şuayb Endülüsî anlatır: "Magrib'de kıtlık oldu. Her canlı, açlık ve sıkıntı çekiyordu. Bir gün Ebû Ya'zî Magribî hazretlerinin yanına gittim. Bir meydanda oturuyordu. Çevresini çepeçevre arslan ve kaplan gibi yırtıcı hayvanlar ve kuşlar kuşatmışlardı. Hepsi sessizce durmaktaydılar. Hiçbiri diğerine saldırmıyor, tam bir teslimiyet içerisinde bulunuyorlardı. Yanlarına yaklaşınca, üstâdımın onlarla sohbet ettiğini gördüm. O sırada büyükçe bir kuş geldi ve açlıktan şikâyet etti. Ebû Ya'zî hazretleri de: "Falan yere git, senin rızkın oradadır." buyurunca, kuş uçup gitti. Diğer hayvanlara da çeşitli yerler târif etti. Onlar da dağılıp gittiler. Daha sonra bana dönüp: "İşte görüyorsun, böyle, günde binlerce kuş ve vahşî hayvan gelip açlıktan yakınırlar, ben de onlara rızıklarının nerede olduğunu söylerim. Gidip oradan yerler. Bu hayvanlar benim yanımda durmaktan hoşlandılar. Açlık pahasına benim yanımda kaldılar. Benim için, uzun zaman açlık çektiler. Bu bana Allahü teâlânın bir lütfudur. Benimle berâber kalmayı arzu ederseniz kalabilirsiniz." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-ABBÂS EL-BASÎR


Endülüs'te yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmed el-Endülüsî el-Hazrecî, künyesi Ebü'l-Abbâs el-Basîr'dir. İbn-ül-Gazâle diye tanınır. On ikinci asrın ikinci yarısında yaşadı. On üçüncü asrın başlarında vefât etti. Kurâfe-i Sugrâ denilen yerde defnedildi. Kabri, Cumâ günleri ziyâretçiler ile dolup taşmaktadır.

Ebü'l-Abbâs, doğduğu gün, annesi, onun iki gözünün âmâ olduğunu gördü. Babası, o memleketin sultânıydı. O günlerde seferde bulunuyordu. Kadıncağız, sultânın, gözleri görmeyen bir çocuğunun olmasını istemiyeceğini, bu hâli beğenmiyeceğini, hakîr göreceğini düşünerek çocuğu yanına aldı ve evlerinden ayrıldı, çok uzak bir yere gitti. Çocuğunu orada bir yere bıraktı. Efendisi geldiğinde de, ona bir oğlanlarının olduğunu, fakat çocuğun doğumdan hemen sonra öldüğünü söylemeye karar verdi. Bu sırada, kadının ıssız bir yere bıraktığı çocuğa, Allahü teâlâ bir ceylân gönderdi. Bu ceylân muntazam olarak gelip bu yavruyu emziriyordu. Nihâyet sultân seferden döndükten sonra, hanımı kendisine; "Bir oğlumuz oldu. Fakat doğumdan hemen sonra öldü." dedi. Sultân, Allahü teâlânın takdîrine teslim olarak ve görünüşte mahzûn olan hanımını tesellî için; "Ümîd edilir ki, Allahü teâlâ o nîmeti almakla, bize ondan daha hayırlısını ihsân eder." dedi. Bir zaman sonra sultân ava çıktı. Bir yerde, av için arkadaşları ile geniş bir halka teşkil edip, geniş bir yeri kontrolleri altına aldılar. Arâzi kontrol edilip, halka iyice daraltıldığında, sultân, ortada bir çocuğu emziren bir ceylânı gördü. Yanına gidip çocuğu şevkatle bağrına bastı; "Oğlumun yerine bunu alayım." diye düşündü. Onu alıp, evine getirdi. Gâyet sevinçli idi. Hanımına; "Oğlumuzun yerine, Allahü teâlâ bize bu çocuğu verdi. Bunu al! Yetiştir! Bizim oğlumuz olsun." dedi. Kadın çocuğa bakınca, kendi çocukları olduğunu anladı ve şiddetli bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendisine de; "Vallahi bu benim oğlumdur." dedi. Hâdiseyi de olduğu gibi anlattı. Sultan da; "Onu bize kavuşturan Allahü teâlâya hamdolsun." diyerek, Allahü teâlâya şükretti. Kadın, çocuğu emzirip ihtimâm ile büyüttü. Kur'ân-ı kerîm okumasını öğretti. Yedi yaşına gelince, Kur'ân-ı kerîmin kırâatine âid ilimleri öğrenmeye başladı. Ebû Midyen Magribî hazretlerinin yetiştirdiği velîlerden olan Ebû Ahmed Câfer el-Endülüsî'nin huzurunda güzel bir şekilde yetişti. İnsanlardan ayrı ve uzak bir hâli vardı. Dünyâ malına rağbet etmezdi. Babası memleketinin sultânı olduğundan, dünyâ nîmetlerinden fazlasıyla çok çok faydalanmak elinde ve gâyet kolay olduğu hâlde, o bunların hiç birine iltifât etmez, kalın kumaşlardan elbise giyer, fakirler arasında bulunur, peksimet, limon ve tuz yerdi. Evliyâlık yolunda bulunanlara mahsûs olan bu hâlini anlıyamıyan bâzı insanlar, elinde çok fazla imkânları olduğu hâlde, dünyâ nîmetlerinden niçin istifâde etmiyor diye hayret ederlerdi. Ebü'l-Abbâs hazretleri de, bu insanların niçin bu kadar gaflette olduklarına, dünyânın gelip-geçici, aldatıcı ve çabuk bitici zevk ve eğlencelerine dalarak, sonsuz olan âhiret için hazırlanmayı ihmâl etmelerine ve böylece ebediyyen bitmeyecek gerçek saâdete, sonsuz nîmetlere kavuşmaktan mahrûm kalmalarına çok hayret ediyordu. Ebü'l-Abbâs el-Basîr, memleketinde bir zaman kaldıktan sonra Mısır'a gitti. Nil Nehri kenarında yerleşti. Nil Nehri kıyısında Bâb-ül-Hark denilen yerde bulunan tekkesinde talebelerine ders verirdi. Ebü's-Süûd'un tekkesi de Nil'in karşı kıyısında Bâb-ül-Kantara denilen yerde idi. Bu iki zât, birbirleri ile mektuplaşırlardı. Ebü'l-Abbâs hazretleri mektup göndereceği zaman, mektubu Nil Nehrine su üzerine bırakırdı. Mektubu karşı kıyıdan alırlardı. Orada bulunan Ebü's-Süûd hazretleri cevap yazarak yine aynı şekilde nehrin üzerine bırakır, bu taraftan alırlardı. Alınan ve gönderilen mektuplar, Allahü teâlânın izni ile hiç ıslanmazdı.

Evliyâdan Hâtim isimli bir zât, Ebü's-Süûd hazretlerine yirmi sene hizmet etti. Bu yolda ahd verip kendisini mezûn etmesini istedi. Ona; "Sen benim evlâdımdan, (benim yanımda yetişecek kimselerden) değilsin. Sen, Magrib memleketinden gelecek olan kardeşim Ebü'l-Abbâs'ın evlâdındansın." buyurdu. Nihâyet Ebü'l-Abbâs hazretleri Mısır'a gelince, Ebü's-Süûd hazretleri, Hâtim'e dedi ki: "Senin üstâdın, seni yetiştirecek zât bu gece geldi. Bulak şehrine git! Orada o zât ile konuş!" Bunun üzerine Hâtim, Bulak şehrine gelip Ebü'l-Abbâs'ı buldu. Bu sebeble Ebü'l-Abbâs ile Mısır'da ilk karşılaşan zât, bu Hâtim oldu. Ebü'l-Abbâs, Hâtim'i görünce, kendisiyle müsâfeha etti. Hâtim hiçbir şey söylemeden, Ebü'l-Abbâs; "Evlâdım Hâtim, hoş geldin. Allahü teâlâ, kardeşim Ebü's-Süûd'a hayırlı karşılıklar ihsân buyursun. Biz gelinceye kadar seni korudu, himâye etti." buyurdu.

Ebü'l-Abbâs, Mısır'dan yürüyerek hacca gitti. Mekke-i mükerremede, Ebü'l-Haccâc el-Aksarî ile karşılaştı. Harem-i şerîfte bir yerde oturup sohbet ediyorlardı. Bir ara Ebü'l-Haccâc, Ebü'l Abbâs'a; "Siz Kâ'be-i muazzamayı çok tavaf ettiniz mi?" diye sordu. Ebü'l-Abbâs hazretleri buna karşılık; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, beytini (Kâ'be-i muazzamayı) o kulların etrâfında tavâf ettirir." buyurdu. Bu söz üzerine Ebü'l-Haccâc etrâfına bakınınca Kâbe'nin etraflarında döndüğünü gördü.

Ebü'l-Abbâs hazretleri, yemek olarak peksimet, limon ve tuzlu şeyleri, zarûret mikdârı yer, gelenlere de onlardan ikrâm ederdi. Ebü's-Süûd bin Ebi'l-Âşâir'in ve talebelerinin âdeti ise, tatlı ve lezzetli yemekler idi. Ebü'l-Abbâs'ın talebelerinden bir grup, bu güzel yemeklere kavuşmak arzûsuyla bu zâtın yanına gitmeye karar verdiler. O yemeklere meyletmeleri sebebiyle Ebü's-Süûd hazretlerinin dergâhına geldiler. O zât, kalp gözüyle bunların niyetlerini, maksadlarını anladı. Onlara ikrâm olarak, dilimlenmiş peksimet ve ekşi limon verdi. Onlar kendi kendilerine; "Biz hocamızın yanına dönelim ve Allahü teâlânın bizim için taksim ettiği rızka kanâat edelim." dediler. Hocalarının yanına geldiklerinde, Ebü'l-Abbâs kalb gözüyle bunların hâlini anladı ve onlardan birine; "Şu tuğlayı al!Kuyumcuya git! Onu sat!" buyurdu. O kimse tuğlaya bakınca, sapsarı altın olduğunu gördü. O altını bin dînâra satıp, parasını aldı, hocasına getirdi. Hocası orada bulunanlara: "Burada bulunanlar içinde kaç tâneniz fakirdir?" diye sordu. "On tâne" dediler. O on kişiye; "Her biriniz buradan yüzer dînâr alsın ve sohbetimizden ayrılsınlar. Çünkü biz fakirler, dünyâlık istiyenler ile sohbet etmeyiz. Sizler dünyâya ve dünyâ malının aldatıcı güzelliğine meylettiniz." buyurdu. O talebeler bu hâle üzülerek ve yalvararak; "Ey efendim! Bizim ona ihtiyâcımız yok. Biz dünyâ malını istemiyoruz. Sizin sohbetinizden başka bir şeye rağbet etmiyoruz." dediler. O zaman buyurdu ki: "Bu bin dînârı kuyumcuya iâde ediniz! Ona verdiğiniz tuğlayı da bana getiriniz!" Getirdiler, o altın hâlinde bulunan tuğla eski hâline gelip, normal tuğla oldu. Ebü'l-Abbâs hazretleri, o tuğlayı bir köşeye doğru attı. Sohbetine devâm etti.

Ebü'l-Abbâs hazretlerinin vefâtından bir zaman sonra, talebelerinden biri, o zamanda bulunan meşhûr âlimlerden Abdürrahîm el-Kınâvî'nin huzûruna giderek, ona talebe olmak istedi. Müsâfeha etmek üzere elini uzattığında, Abdürrahîm el-Kınâvî henüz elini uzatmadan evvel, duvardan Ebü'l-Abbâs hazretlerinin elinin çıktığı görüldü ve talebesinin elini tutarak müsâfeha etti. Bunun üzerine Abdürrahîm el-Kınâvî; "Allahü teâlâ, kardeşim Ebü'l-Abbâs'a rahmet eylesin. O, hayâtındaki gibi vefâtından sonra da talebelerine sâhip çıkıyor ve başkalarına gitmesine mâni oluyor." buyurdu.

YAMALI ELBİSE

Bir defâsında Ebü'l-Abbâs hazretlerinin hanımı, yüksek rütbeli emîrlerden birinin evinde verilecek olan bir düğün yemeğine dâvet edildi. Hanım, efendisine danıştı. O da, bu düğün yemeğine gidebileceğine dâir izin verdi. Bu hanımın da, yamalı bir elbisesinden başka elbisesi yoktu. "Bu elbise ile gidebilirim değil mi?" diye arzedince; "Evet, bu elbise ile gidiniz!" buyurdu. Hanımı hiç îtirâz etmeden "Peki efendim." deyip gitti. Yolda giderken, Allahü teâlânın izni ile mantosunun altındaki o yamalı elbise ipeğe çevrildi. Hem öyle ki, bu ipek elbise, gümüş tel ipliklerle çok güzel süslenmişti. Ayrıca yüzük ve benzeri şekilde öyle kıymetli zînet eşyâsı olmuştu ki, bunlar, sultânların hazînelerinde bile bulunmayan cinstendi. Ebü'l-Abbâs hazretlerinin hanımı bu hal ile düğün evine vardığında, orada bulunan kadınlar hayretler içinde kaldılar. "Bu fakir bir kadın idi. Bu zînet nasıl oluyor?" dediler. Hattâ orada bulunan zengin kadınlardan biri, gelen hanımın üzerinde bulunan çok kıymetli mücevherlerden sâdece bir tânesini bin dînâra almak istedi ise de, o; "Bana bunları satmak için izin yok." dedi. Daha sonra dâvet bitip, hanım eve dönünce, Ebü'l-Abbâs hazretlerine olanları anlattı. O da tebessüm ederek; "Allahü teâlâ kullarından dilediğini gizler. Yâni, Allahü teâlâ indinde senin derecen çok yüksek olmakla berâber, Allahü teâlâ seni o yamalı elbise içinde gizliyor." Bu söz üzerine, Ebü'l-Abbâs hazretlerinin hanımı çok sevindi ve hâline çok şükretti.

1) Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.302
2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.3
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.203
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-ABBÂS DÎNEVERÎ




Meşhûr velîlerden. İsmi, Ahmed bin Muhammed Dîneverî'dir. Künyesi Ebû Abbâs'tır. Velîler arasında ve kitaplarda Ebü'l-Abbâs Dîneverî ismiyle zikredilmiş ve bu isimle meşhur olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. 951 (H.340) senesinde Semerkand'da vefât etti. Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmuş ve muhabbet deryâsına gark olmuş çok mübârek bir zâttı.

Önce ilim öğrenmek için, daha sonra ise irşâd, yol gösterme ve nasîhat için çok dolaştı. Nişâbûr'a geldiği zaman Hamîde bölgesinde ikâmet etti. Uzun zaman Nişâbur'da oturdu. Sonra, ömrünün son zamanlarında Semerkand'a gitti.

Ebü'l-Abbâs Dîneverî; Yûsuf bin Hüseyin, Abdullah bin Harrâz, Ebû Muhammed Cerîrî ve Ebü'l-Abbâs bin Atâ'dan (r.aleyhimâ) feyz aldı, ilim öğrendi. Büyük âlim Ruveym hazretleri ile görüştü. Onun bereketlerine kavuştu. Her türlü ilimlerde üstâd, fazîletler sâhibi, gâyet fasîh, güzel ve düzgün konuşan, hikmetli sözler söyleyen, İslâmiyet'e son derece bağlı mübârek bir zât idi. O, zamânındaki câhil kimselerden sakınır, ilimden haberi olmayan câhil tarîkatçılardan da son derece şikâyetçi idi. Onların yaptıkları şeylerin din ile bir ilgisi olmadığını, şu sözleriyle beyân etmiştir: "Bu kimseler tasavvuf yolunu değiştirdiler, büyüklerin doğru yolunu bozdular. Kendilerine göre bâzı isimler uydurup, bunlara da yanlış mânâlar vererek tasavvufun asıl mânâsını bozdular. Meselâ: "Tamah kelimesine ziyâde, edepsizliğe ihlâs, boş arzular peşinde koşmaya selâmet, kötü (kerih) işlerle meşgûl olmaya lezzet, dünyâya dalmaya vuslat ismini verdiler. Allahü teâlânın râzı olduğu yoldan ayrılıp, sapık yollara dalmak, onlara göre şenliktir. Kötü huylar, onlar için kuvvettir. Evliyânın yolu bu mudur? Halbuki bu büyüklerin yolu; edepli olmak ve dünyâya ehemmiyet vermemek üzerine kurulmuştur. Allahü teâlâ o büyüklerden râzı olsun."

Ebü'l-Abbâs Dîneverî, sözü özüne, ilmi ameline uygun bir zât olup, sözleri ve hâlleri hep doğru idi. O,Allahü teâlâya muhabbetten, Allahü teâlâyı sevmekten bahsetmeye başlayınca kendinden geçer, O'nu tefekkür etmeğe başladığı zaman ise kendini bir hâl kaplardı. Ebû Abdurrahmân Sülemî şöyle anlatır: Bir gün Allah sevgisinden anlatıyordu. Anlatılanlar o kadar tesirli idi ki, orada bulunan bir ihtiyar kadın kendinden geçerek Allah diye feryâd etti. Dîneverî; "Eğer bu hâlinde sâdık isen kendini göster." buyurdu. İhtiyar kadın ayağa kalktı, bir kaç adım attı, dönüp Dîneverî'ye baktı ve orada canını sevdiğine (Allahü teâlâya) teslim etti.

Muhammed bin Ahmed şöyle anlatıyor: "Ebü'l-Abbâs Dîneverî, Semerkand'a gitmek istediği gün yanına girdim ve; "Nişâbûrlular seni severken, niçin Nişâbûr'dan ayrılıyorsun?" dedim. Bunun üzerine şu şiiri ile cevap verdi:

"Senin üzerine bir hüküm takdîr edildiği zaman.
Takdir edilenden gayrisi muhaldir."

Buyurdu ki: "Şunu iyi bilmelidir ki, kul, Allahü teâlâdan bir şey isteyeceği zaman; O'nun kendisine ihsân ettiği nîmetlerini, emir ve nehiyleri (yasakları) husûsundaki kusurlarını düşünerek bir şey istemelidir."

"Gözler bakmakla görür, kalblerin mükâşefesi, görüp açılması ise, her an cenâb-ı Hakk'ı zikredip onu bir an unutmamakla olur."

"Evliyâlık derecelerine, ancak doğrulukla ulaşılır. Her hâlükârda doğruluktan başkası bâtıldır, boştur." Sonra şu şiiri söyledi:

Yerinde doğruluk ne güzeldir.
Her yerde de doğruluk güzeldir.

"Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak tanıyıp her şeyi Allah rızâsı için yaparlar. Bu tanımaları sebebiyle, O'nun (Allahü teâlânın) hizmetinde bulundurulurlar. Yine öyle kullar vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak bilemez ve her şeyde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezler. Bu sebeple, onlar da bu hâlleri sebebiyle pekçok nîmetlerden mahrûm kalırlar."

"Şunu iyi biliniz ki, insanın dışı(ne olursa olsun) içini değiştirmez."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-ABBÂS EL-GAMRÎ


Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve büyük velîlerden. İsmi, Ahmed olup, babasınınki Muhammed'dir. Künyesi Ebü'l-Abbâs ve lakabı Şihâbüddîn'dir. Ebü'l-Abbâs el-Gamrî diye tanınmıştır. Aslen, Mısır'da Kâhire ile Dimyât arasında bulunan Mahalle beldesindendir. Doğum târihi ve yeri tesbit edilememiştir. Daha çok Kâhire'de ikâmet ederdi. 1499 (H.905) senesinde orada vefât etti.

Ebü'l-Abbâs el-Gamrî, çok küçük iken, babası ile birlikte Mekke-i mükerremede Ebü'l-Feth el-Merâgî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Çocuk yaşta iken babası vefât etti. Kendisi ilim öğrenmek gayreti içinde yetişti. Ebû Cüleyde'nin yanında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri ile görüşüp, sohbetinde bulundu. Ders aldı. Ayrıca; Alemüddîn-i Bülkînî, Şâvî, Hicâzî ve İmâm-ül-Kâmiliyye gibi zâtlardan ilim öğrendi. Birçok âlimden icâzet aldı. Eskiden ezberlemiş olduğu şeyleri (kitapları), 1448 (H.852) senesinde Hayreddîn İbn-ül-Kasbî'ye dinletirdi. Durup dinlenmeden çalışmış ve zamânının büyük âlimlerinden olmuştur.

İlk önceleri Mahalle ve Kâhire beldelerinde tanındı. Sonra meşhûr olup, şöhreti her tarafa yayıldı. Birkaç defâ hacca gitti. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bir miktar mücâvir olarak kaldı.

Ebü'l-Abbâs el-Gamrî'nin yazı kâbiliyeti pek fazla idi. Pekçok kitabı yazarak çoğaltmıştır. İlim ve mârifette; sağlam, kuvvetli ve dayanıklı bir dağ misâli idi. Vekâr sâhibi, gâyet ağırbaşlı ve heybetli bir zât idi. Çok hayır ve hasenât yapardı. Çok câmi ve mescid yaptırmakla tanınmıştır. Çeşitli yerlerde câmi ve mescid yaptırmış olup, bunların en tanınmışı, kendi adıyla bilinen ve kendisinin medfûn bulunduğu câmidir. Kerâmetleri pekçoktur.

Bir defâsında, Ebü'l-Abbâs el-Gamrî'nin talebelerinden bâzıları bir gemide yolculuk yapıyorlardı. Yanlarında, kendilerine lâzım olacak gümüş paraların bulunduğu bir büyük kese bulunuyordu. Deniz dalgalı ve fırtınalı olduğundan, gemi zorla yol alıyor, batacak gibi oluyordu. Para keseleri denize düştü. Fakat onlar bu hâli, Semmânûd nâhiyesine vardıklarında anladılar. Hocaları olan Ebü'l-Abbâs da orada bulunmakta idi. Ona durumu arzettiler. O da gemi ile birlikte geri dönün. Falan yere vardığınızda ağı sarkıtın. İnşâallah keseyi orada bulursunuz" dedi. Dediği gibi yaptılar ve keseyi buldular.

"Bir defâsında Ebü'l-Abbâs el-Gamrî, oğlu ile birlikte, bir mermer sütunu iki deveye yükledi. Mermer sütun çok ağır olduğundan, develeri yanyana durdurup, mermerin birer ucunu develerin sırtlarına koyup yola çıktı. Öyle bir köprüye geldi ki, ancak bir deve geçebilirdi. İkisinin birden sığması mümkün değildi. Oğlu ne yapacağız diye düşünürken, tam köprünün ağzına geldiğinde Ebü'l-Abbâs el-Gamrî, develerden birini köprüye soktu. Mermerin, diğer devenin sırtında olan ucunu da eline alıp, köprünün dış kısmında havada yürümeye başladı. Böylece gâyet rahatça geçtiler. Oğlu da diğer deve ile berâber geçti. Normalinde bir kimsenin, hem havada yürümesi, hem elinde bir devenin zor taşıdığı bir ağırlığın bulunması, bir de deve ile berâber mermeri karşıya geçirmesi mümkün değildi. Fakat, o kerâmet olarak, Allahü teâlânın izni ile bunu gâyet rahat olarak yaptı.

Bir defâsında Gamrî hazretleri, bulunduğu beldeden Zeftâ beldesine geçmek istemişti. Fakat arada nehir vardı ve karşıya geçmek için bir vâsıta yoktu. Ebü'l-Abbâs el-Gamrî işâret etti. Bu sırada, nehirden çıkan bir timsah, Gamrî'ye doğru yaklaştı. Sonra da bu timsahın sırtına bindi ve rahatlıkla karşıya geçti.

Ebü'l-Abbâs el-Gamrî, meclisinde günah işlenmesine, hele gıybet edilmesine ve insanların birbirleriyle sert konuşmasına, alay etmesine aslâ izin vermezdi. Bir defâsında orada bulunanlardan iki kişi, birbirlerine uygunsuz sözler söylüyorlardı. Bunların ikisini de eşyaları ile birlikte dışarı attırdı. Dünyâya düşkün olanlardan uzak durur, böyleleri ile görüşmezdi.

Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Muhammed el-Gamrî'nin yazmış olduğu kıymetli eserlerden bâzılarının isimleri şöyledir: 1) Es-Sihâm-ül-Mârika, 2) Resâil-ül-Gamriyye, 3) Hall-üt-Tılsım.

GECE GEÇEN GEMİ

Bâzı kimseler, bir gemi ile Mahalle beldesinden başka bir yere yük taşıyacaklardı. Mahalle'nin bulunduğu yerde, kıyıya yakın suların derinliği gâyet az olduğundan, gemiciler oraya pek yanaşmak istemezlerdi. Bu gemiciler ise, bilmiyerek geldikleri kıyıda yük de aldılar. Fakat hareket zamânı geldiğinde, gemiyi hareket ettiremediler. Gemi sâhipleri, Gamrî hazretlerine gelerek; "Ey Efendim! Gemimizi hareket ettirebilmemiz için başka bir gemiye ihtiyâcımız var. Lüfen bize yardımcı olur mususuz?"Ebü'l-Abbâs el-Gamrî bunlara hiç cevap vermedi. Kendisi namaz kılmakla meşgûl oldu. Gemiciler, tan yeri ağardığında gemilerinin yanında başka bir geminin bulunduğunu ve içinde birinin uyuduğunu gördüler. Ebü'l-Abbâs el-Gamrî de gelerek, o gemiye geçip, uyuyan adamı uyandırdı. O kimse uyandığında, hayretler içinde etrâfına bakınarak; "Beni buraya kim getirdi. Ben, Sâkiye-i Ebî Şa're sâhilinde idim." dedi. Orada bulunanlar, buna cevap verip; "Seni buraya büyük bir zât getirdi." diyerek, Ebü'l-Abbâs el-Gamrî'yi işâret ettiler. Sonradan gelen gemi ile önceki gemiyi çekip, rahatlıkla yollarına devâm ettiler. İkinci geminin çok uzak bir yerde bulunmasına rağmen, gemici uykuda olduğu hâlde oraya gelmesinin, Ebü'l-Abbâs el-Gamrî'nin bir kerâmeti olduğu anlaşıldı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÜ'L-ABBÂS EL-HARRÂR



Meşhûr velîlerden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Mîlâdî on birinci asırda Mısır'da yaşamıştır. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Talebelerinin meşhurlarından Safiyyüddîn bin Ebi'l-Mansûr şöyle anlatmıştır: "Hocam Mısır'da talebeleri yetiştirip insanlara rehberlik yaptığında ben Fırat'ın öbür tarafında bir beldede idim. Babam, Melik Eşref'in vezîri idi. Mısır'a gittik. Bu sırada Melik, babamı vazîfeli olarak Mekke'ye gönderdi. Ben ise Ebü'l-Abbâs el-Harrâr hazretlerinin huzûruna gittim. Henüz küçük idim. Yanımda velîlerden bahsedilince, hocamın sûreti karşımda gözüküyordu. Bir müddet sohbetinde bulundum. Durumum değişti. Sonra babamın Mekke'den döndüğü haberi geldi. Hocam ve halk onu karşılamaya çıktılar. Hocam bana babamı karşılamaya çıkmamı söyleyince; "Babam sizsiniz." dedim. Sonra da karşılamaya çıktım.

Âilemdekiler beni görünce, tasavvufta ilerlemek için çalışmam sebebiyle değişen hâlime bakıp ağladılar. Babam da ilk görüşte tanıyamadı. Büyük bir kalabalık onu karşılıyordu. Etrâfında askerler ve hizmetçiler vardı. Beni tanıyınca, dona kaldı. Hayretinden yüzü sarardı. Hâlime çok şaşmıştı. Sonra bir yerde konakladı. Bütün âile fertlerim etrâfında toplanmıştı. Ben bir köşeye çekilip oturmuştum. Hocamdan ayrı kaldığım için, evinden, yurdundan ayrı bırakılmış bir esir gibi ağlıyordum. Babam bana hocamı bırakıp yanına dönmemi istedi, dönmediğim takdirde hapsedeceğini söyledi. Hocam da babamın yanına dönmemi isteyince, çâresiz döndüm. Fakat hocamın ayrılığı bana çok ağır geldi. Beni neden gönderdi diye epey düşündüm. Sonra kalbime şöyle doğdu. Hocamın beni denemek için böyle yaptığını anladım. Babamla birlikte eve gelince, bir odaya kapandım. Hocam beni kabûl edip, çağırıncaya kadar hiçbir şey yememeye, içmemeye ve uyumamaya yemin ettim. Babam bir ara beni sormuş. Hâlimi söylemişler. Açlığımın ve susuzluğumun şiddetlendiği bir sırada babam uykudan uyanmış ve benim için; "Ona söyleyin hocasına gitsin. Hocası ne diyorsa yapsın." demiş. Durumu bana ilettiler. "Benimle birlikte babam da gelmezse gitmem." dedim. Babam benimle gelmeyi de kabûl etti. Berâberce evden çıkıp hocamın bulunduğu mescide gittik. Huzûruna varınca babam hocamın elini hürmetle öptü. Sonra da beni göstererek; "Efendim bu çocuk sizin evlâdınızdır. Teslim ediyorum dilediğinizi yapın." dedi. Hocam; "Umarım ki Allahü teâlâ onun sebebiyle size faydalar nasîb eder." dedi. Sonra babam ayrılıp gitti. Babamı ayda bir görürdüm. Hocam bana dergâha su taşıma vazîfesi verdi. Her gün bir ağaca bağlı iki kab dolusu suyu omuzumda ve yalın ayak olarak taşırdım. Bu hâlimi görenler durumu babama bildirmişler. Babam; "Ben onu Allah için o zâta bıraktım. Allahü teâlâ onun mükâfâtını verir. Onun sebebiyle biz de nîmete kavuşuruz." cevâbını vermiş. Daha sonra babam vefât etti.

Ebü'l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında Şeyh Ebû Ahmed Endülüsî hazretlerinin sohbetine gitmiştik. Huzûruna girdiğimizde yanında büyük bir kalabalık gördük. Sohbetinde halktan başka ileri gelen devlet adamları da toplanmıştı. Biz de bir cemâat hâlinde kalabalık idik. İçeri girip oturunca, bize baktı ve; "Küçük çocuk muallime, öğretmene ders almaya gidince yazı levhasının silinmiş ve temiz olması lâzımdır. Eğer yazı yazılacak levhası, sayfası temiz olmazsa öğretmen nereye yazsın. Geldiği gibi döner gider." dedi. Bir müddet sohbete devâm etti ve bize tekrar bakıp; "Kim çeşitli suları içerse mizacı suların özelliklerine göre değişir. Tek bir suyu içerse mizacı saf ve duru olur, değişmez." dedi. Bu zâtın huzûrunda çok talebe vardı. Sayılarının dört bin olduğunu öğrendim. Her biri birer cevher ve on beş yaşlarında idiler. Herbiri, kalp gözü açılmış ve keşif ehli idiler. Ebû Ahmed Endülüsî bâzan beni huzûruna çağırırdı. Bir gün gene çağırdı. Hemen gittim. Huzûrunda bir cemâat vardı. Onlara nasîhat ediyordu. Sohbetini dinlemek için ben de oturdum. Oturunca o zâtı başımın üzerinde ayakta durur gördüm. Elinde bir şeyle bana vurmaya başladı. Vücûdumun âzâları birer birer parçalanıp ayrıldı. Parçalanmadık hiçbir âzam kalmadı. Sonra dağılan parçalarımı birer birer yerine yerleştirip dimağıma kadar vücudumu yeniden topladı. Ben bambaşka bir hâle girmiştim. Bu hâlden sonra bana; "Seni zenginleştirdik, doyurduk. Memleketine dönebilirsin." dedi. Huzûrundan ayrıldığımda, kalp gözüm açıldı. Artık melekût âlemini seyreder bir hâle geldim."

Yine şöyle anlatmıştır: "Bir gün Şeyh Ebû Yûsuf Dehmânî beni Abdullah Kureşî'ye gönderdi. O gün sohbet yapılacak mı diye sormamı emretti. Evine yaklaştığımda heybetinden huzûruna nasıl gireceğim diye düşünüyor ve çok çekiniyordum. Ben böyle bir tereddüd içinde iken, âniden evinin penceresi açıldı. Hizmetçisi bana; "Bugün sohbet toplantısı yapmayacağız." dedi. Rahatladım ve haberi alıp döndüm. Ebû Yûsuf Dehmânî'nin huzûruna gelip haberi bildireceğim sırada bana; "Sormaya gittiğinde çekinip tereddüd ettin. Hizmetçi sana haber verdi." dedi. "Evet efendim heybetinden dolayı nasıl huzûruna çıkacağım diye düşünüyordum." dedim. Kalbimden geçeni anlamıştı. Huzûruna çıkmak için tereddüt ettiğim mübârek zât Ebû Abdullah Kureşî ise bir ayna gibiydi. Hâdiseleri seyrediyordu.

Ebü'l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretleri tasavvufta kemâle ermiş, keşif ehli olmuş ve pekçok şeyleri müşâhede etmiştir. Kendisi şöyle anlatmıştır: "Mısır'da bulunduğum sırada Kurafe yolundan geçerek evden mescide gider gelirdim. Gece vakti çıktığımda bende korkuyla karışık bir ürperti olurdu. Allahü teâlâ gözümden perdeyi kaldırıp bana kabirdeki mevtânın hâllerini görmeyi nasîb etti. Nîmet ve azâb içinde olan ölülerin hâllerini de görürdüm."

Ebü'l-Abbâs hazretleri bir defâsında bir taşı alıp bir işinde kullanmak istedi. Taş dile gelip; "Beni bırak." dedi. Onu bırakıp bir başka taş aldı. O da dile gelip; "Beni bırak." dedi. Bunun üzerine benim yapacağım iş dinimizin emrine uygundur, diyerek ilk aldığı taşla işini gördü.

Bir kimseyle Mekke'de arkadaş olmuştu. Mısır'a gittikten sonra o arkadaşı gelip, Ebü'l-Abbâs Ahmed Harrâr hazretlerini buldu. Yanına gelince çok açım bana bir şeyler yedir, dedi. O sırada yanında para ve yiyecek bir şey yoktu. "Şu anda yanımda hiçbir şey yok. Birinden de isteyemem." diyerek üzüldü. Bu sırada içeri evin penceresinden iri bir kuş girdi. Gagasında büyükçe bir para tutuyordu. Ebü'l-Abbâs'ın kucağına bıraktı ve uçup gitti. Bu parayla yiyecek satın alıp, arkadaşına yedirdi.

HAYIRLI RÜYÂ

Talebelerinden Safiyyüddîn bin Ebi'l-Mansûr anlatır: "Hocamın sâlihâ ve evliyâ bir kızı vardı. Ben ona talebe olmadan önce talebelerinden çoğu o kızla evlenmeyi düşünmüşler. Hocam kerâmetiyle onların bu arzularını anlamış ve şöyle demiş: "Bu kızım doğduğunda kiminle evleneceğini Allahü teâlâ bana bildirdi. Ben onu bekliyorum. Onunla evlendireceğim." demiştir. Bir gece rüyâmda hocamı görmüştüm. Bana; "Safiyüddîn senin hanımın benim kızımdır." dedi. Uyanınca şaşırıp kaldım. Utancım sebebiyle bunu hocama anlatmam mümkün değildi. Anlatmasam olmazdı. Rüyâmı gizlemem de beni rahatsız ediyordu. Çünkü hocamdan hiçbir şeyi gizlemezdim. Ben bu hâlde ne yapacağımı düşünürken, hocam bana; "Rüyâda ne gördüysen anlat." dedi. Heybetli bir hâlde idi. Bir müddet sustu ve; "Ne gördüysen mutlaka anlatmalısın." dedi. Ben de rüyâmı aynen anlattım. Bana; "Evlâdım bu senin için takdir edilmiştir." dedi ve beni kızıyla evlendirdi. Kızı velî bir hanımdı. Yüzünde velîlik nûru parlardı. Kim görse evliyâ olduğunu nûrundan anlardı. Bu hanımdan olan evlâdımın herbiri âlim ve fazîletli kimseler oldu. Hocamın vefâtından sonra onunla uzun zaman saâdet içinde ömür sürdük. Keşfi çok kuvvetli idi. Vefât edeceği zamânı ve vefât ettikten sonra vukû bulacak birçok acâib hâdiseleri bildirdi. Vefât edeceği anda; "Ey mutmeinne olmuş nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön." meâlindeki âyet-i kerîmeyi rûhu çıkıncaya kadar okudu.

ÖLÜM VAKTİN HENÜZ GELMEDİ

Ebü'l-Abbâs el-Harrâr hazretleri anlatır:

"Memleketim İşbiliye'de iken bir hastalığa tutulmuş yatıyordum. Bu hâlde iken yeşil, beyaz, kırmızı renklerde büyük kuşlar gözüme gözüktü. Aynı anda çok âhenkli bir şekilde kanat çırpıyorlar. Kanatlarını birlikte indirip kaldırıyorlardı. Ellerinde üstü örtülü bir tabak vardı. Bana bu tabakta ölüm hediyesi olduğu bildirildi. Bunun üzerine onları karşılayıp, Kelime-i şehâdet getirmeye başladım. İçlerinden biri bana dedi ki: "Senin ölüm vaktin henüz gelmedi. Bu başka bir mümin içindir." Bu kuşlar gözden kayboluncaya kadar onları seyrettim."
 
Üst Alt