Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (E)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR VERRÂK


Evliyânın meşhurlarından. İsmi Muhammed bin Ömer'dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Verrâk'tır. Doğum târihi bilinmemekte olup 893 (H.280) senesinden önce vefât ettiği tahmin edilmektedir. Aslen Tirmizli olup, Belh şehrine yerleşmiştir. Zamânının büyük âlimlerinden ve evliyânın meşhurlarından olan Ahmed bin Hadreveyh ve Muhammed bin Ali Hâkim Tirmizî'nin derslerinde ve sohbetlerinde bulunup kemâle ermiştir. Allahü teâlânın sevgili kuluydu. Dünyâya ve dünyâlığa aslâ düşkünlük göstermezdi. Devamlı ibâdet eder, günahlardan şiddetle sakınırdı. Velî yetiştiren mânâsında "Müeddib-ül-Evliyâ" lakabıyla anılmıştır.

Ebû Bekr Verrâk hazretleri şöyle anlatmıştır: Hocam Muhammed bin Ali Tirmizî bir gün bana; "Seni bir yere götürmek istiyorum." deyince; "Emir sizindir efendim!" dedim. Sonra birlikte yola çıktık. Çok geçmeden büyük bir sahrâya ulaştık. Sahrânın ortasında yeşil bir ağaç ve ağacın altında bir çeşme ve çeşmenin yanına konulmuş bir taht vardı. Gâyet güzel giyimli bir zât bu tahtın üzerine oturmuştu. Hocam yanına yaklaşıp selâm verdi. Selâmdan sonra yerinden kalkıp hocamı yerine oturttu. Bir müddet sonra başkaları sağdan soldan gelmeye başladı. Nihâyet kırk kişi oldu. Taht üzerinde ilk gördüğümüz zât semâya işâret etti. Semâdan çeşitli yiyecekler indi. Bunları yedikten sonra hocam o zâta bâzı suâller sordu. Her birine uzun uzun cevap verdi. Fakat ben bir kelime bile anlayamamıştım. Bir müddet sonra hocam izin istedi. Oradan ayrıldık. Döndükten sonra bana; "Ey Ebû Bekr! Haydi git! Hiç şüphen olmasın ki ebedî saâdete erdin!" buyurdu. "Efendim o gittiğimiz yer neresiydi? O görüştüğümüz zât kimdi?" dedim. "Orası Sina Çölüydü. Görüştüğümüz kimse evliyânın kutbuydu." dedi. "Kısa sürede Tirmiz'den Sina Çölüne nasıl ulaştık?" diye sorunca, bunun hal olduğunu ifâde eden bir cevap verdiler.

Ebû Bekr Verrâk hazretleri Ömrü boyunca Hızır'la aleyhisselâm görüşmeyi murâd ederdi. Her gün kabristana gider gelir ve bu arada bir cüz Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bir gün yine bu maksatla evinden çıkarken, kapıda nûrânî yüzlü bir ihtiyar kendisine selâm verip; "Benimle sohbet etmek ister misin?" diye sordu. O da "İsterim." deyince, berâberce konuşarak kabristana gidip geldiler. Evin kapısına gelince, o nûr yüzlü ihtiyar; "Bunca zamandır görmek istediğin Hızır benim. Benimle sohbet edeceğim derken bugün bir cüz Kur'ân-ı kerîm okumaktan mahrûm kaldın. Hızır'la sohbet etmenin sonucu bu olunca, diğer insanlarla konuşmanın netîcesi ne olur?" buyurdu.

Biricik oğlunu mektebe gönderdi. Birgün çocuğun benzinin sararıp bedeninin titrediğini gördü. Sebebini sorduğunda: "Hocam bana bir âyet-i kerîme öğretti. O âyette cenâb-ı Hak meâlen; "Eğer siz (dünyâda) küfrederseniz, çocukları aksaçlı ihtiyarlara çevirecek olan bir günde (kıyâmet gününün şiddet ve azâbından) kendinizi nasıl koruyabilirsiniz?" (Müzzemmil sûresi: 17) buyuruyordu. Bu âyetin şiddetinden böyle oldum." dedi. Çocuk hastalandı. Bir müddet sonra da vefât etti. Babası Ebû Bekr el-Verrâk oğlunun mezarının başında ağlayarak kendi kendine şöyle dedi: "Ey Ebû Bekr! Çocuğun bir âyet işitmekle hastalanıp can verdi. Bunca yıldır Kur'ân-ı kerîm okur hatmedersin, sana birşey olmuyor. Yoksa kalbin taş mıdır?"

Ebû Bekr Verrâk hazretlerini, vefâtından sonra rüyâda gördüler. Benzi sararmış bir hâlde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sebebini sorduklarında; "Gömülü bulunduğum şu kabristana defnedilen cenâzelerden, onda biri bile mümin olarak ölmemiş." buyurdu. "Öldükten sonra sana nasıl muâmele edildi?" diye sorduklarında: "Elime bir sevap ve günah defteri verildi. Bunu okurken, bilmediğim bir günahtan dolayı, amel defteri baştan başa simsiyah oldu. Geriye kalan kısmını okuyamadım. O sırada bir nidâ geldi ve; "Dünyâda iken lütuf ve ihsânımız olarak bu günâhını gizlemiştik, burada açıklamak bize yakışmaz, affettik." buyruldu.

Talebelerinden Bekr-i Sugdî; "Ebû Bekr-i Verrâk, ibâdetini Allahü teâlâyı tâzim için yapardı. Ondan karşılık almak için değil." derdi.

Yine talebelerinden Hâşim-i Sugdî nakleder: Ebû Bekr-i Verrâk hazretleri buyurdu ki:

"Çok uyumak, çok yemek, çok konuşmak gönlü katılaştırır."

"Çok sözden murâdım hayır ve şerden bahsederken sarfedilen sözlerdir. Hiçbir işe yaramayan kelimeler ise, değil katılaştırmak, kalbi öldürür bile."

"Dünyâ peşinde koşanların yanında, ilim ve mârifetten bahseden kimse ârif değildir."

"İnsanlarda üç sınıf önemlidir: Devlet adamları, âlimler ve zâhidler. Devlet adamları bozulunca, halkın huzûru bozulur. Âlimler bozulunca, halkın dîni zayıflar. Varını yoğunu Allah yolunda harcayan zâhidler bozulunca da, ahlâk fesâda uğrar. Devlet adamlarının kötülüğü zulüm ile, âlimlerin bozukluğu hırs ve tamah ile, dünyâya düşkün olmayanların, zâhidlerin bozulması da riyâ ve gösteriş ile olur."

"Uzuvlarını nefsinin istekleriyle tatmin ederek memnun eden, kalbine pişmanlık ağacı dikmiş demektir."

"İyiliği görüp, kıymetini takdir ederek ona karşı saygılı olmak, nîmetin şükrüdür."

"Çok defâ Allah rızâsı için iki rekat namaz kılar, selâmdan sonra O'na lâyık ibâdet yapamadığım için kendimi hırsızlıktan tövbe eden biri gibi suçlu hissederim."

"Derviş, dünyâ ve âhirette mes'ûddur." sözünün mânâsı soruldu. "Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette Allahü teâlâ hesap sormaz." buyurdu.

"Kötü huydan, haramdan sakınır gibi sakınınız."

"Allahü teâlâ ile kendi aranda doğruluğu, halkla kendi aranda da yumuşaklığı sağla."

"Yeterli ilme sâhip ve ehil olmadan kelâm ilmiyle uğraşmak, insanı dinsizliğe götürür."

"Fıkıh öğrenmeyip tasavvufla uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan, bid'at sâhibi yâni sapık olur. Her ikisini edinen hakîkate varır."

"Avâmın (sıradan halk) kalbleri saf, dilleri temiz olmalı ve bunlar nâmusunu korumalıdır. Bu huylardan nasipsiz olanların işi gücü kötülük olur. Onlar şeytana iş bırakmazlar."

"Âlimler bozulunca din ortadan kalkar, çünkü âlimler dînin bağıdır. Bağ çürüyünce neyi bağlayabilir?"

"Kötü istekler, insana hâkim olunca kalp kararır. Netîcesinde göğüs, kalp daralır, huy kötüleşir, sevilmez olur. Zulmetmeye başlar. Bu artık insan değildir. İnsan kılığında bir şeytandır."

"Belânın gelişi çeşitlidir, bunlardan biri ihtilâftır. İhtilâf, düşmanlığa sebeb olur. Düşmanlık da, ortalığı belâ ve âfetlere boğar."

"Nefsine âşık olan, kibirli, kıskanç, aşağı ve hakîr olur."

"İhlâs sâhibi mi olmak istiyorsun, önce baş olma sevgisini kalbinden at. Sonra kendini kimseden üstün görme."

"Seni Allah'a yaklaştıran şey, ihtiyacını O'ndan istemendir. Halka sevdiren şey de onlardan bir şey istememendir."

"Sabahleyin insanlara bakar; kimin helâl, kimin haram yediğini bilirim: Kim kalkar kalkmaz, boş lâf ve sövüp saymakla dilini açarsa, o haram yemiştir. Kim ki, dilini Allahü teâlânın zikri ve kelime-i tevhidle açar ve istiğfârla meşgûl ederse, o kişinin helâl yediğini bilirim."

"Müminin dört alâmeti vardır: Dili zikreder, sessizliğinde tefekkür eder, ibret nazarıyla bakar, hayırlı amel işler."

"Hikmetin birinci husûsiyeti sükût edip, ihtiyaç kadar konuşmaktır."

"Allahü teâlâ bir kulundan şunları ister. Kalbin; Allahü teâlânın evine hürmet, yarattıklarına şefkat etmesi. Lisanın; Kelime-i tevhidi söyleyip, yaratıklara yumuşaklıkla muâmele etmesi. Bedenin; ibâdet ve tâatte bulunup, müminlere yardım etmesi. Huyun; Allahü teâlânın hükmüne sabır gösterip, yarattıklarına karşı halîm-selîm olması."

"Büyüklerden birinden duydum; Şeytanın bir mümini yoldan çıkarma taktiği şudur: O, bir mümine ilk önce; "Kâfir ol!" diye vesvese verecek kadar budala değildir. İlk önce onu mübahlara karşı hırslandırır. Mümin kimse, nefsinin helâl isteklerine esir düşünce de, işini daha da kolaylaştırmak için günah işlemeye teşvik eder ve sonunda "Kâfir ol!" teklifini vesvese yoluyla yapar."

"Akıllılara tâbi ol, dünyâya düşkün olmayanlarla güzel geçin, câhillere karşı da sabırlı ol!"

Dâimâ seninle olması gereken beş şey vardır. Bunlar, Allah, nefis, şeytan, dünyâ ve halktır. Eğer bunlara karşı şu beş şeyi tatbikte muvaffak olursan saâdete erersin. Allahü teâlânın emirlerine itâat edip, yaptığı her şeyi beğenip râzı olmak, nefse muhalif olup, şeytana düşman olmak, dünyâdan sakınmak, halka karşı da şefkatle muâmele etmek lâzımdır."

"Halktan uzak durmadıkça Hak'la berâberliği düşünme, dünyâ ile meşgûl olduğun müddetçe tefekkürü düşünme, gönlünü makam ve mevki düşüncesinden temizlemedikçe de ilhâm ve hikmeti düşünme. Çünkü bunlar birbirinin bulunduğu yerde bulunmazlar."

"Eskiden fütüvvet sâhipleri (başkasını kendine tercih edenler) arkadaşlarını över, kendilerinden bahsetmezlerdi. Hattâ kendilerini kötülerlerdi. Rahatlığı dostları için, zahmeti kendilerine seçerlerdi. Şimdiyse herkes kendini övüp, dostlarını kötülüyor. Zahmeti arkadaşlarına, rahatı kendilerine alıyorlar."

"Harem bin Hayyam el-Abdî, Eshâb-ı kirâmdan Hamâme'nin yanında gecelemişti. Hamâme radıyallahü anh bütün gece sabaha kadar ağladı. Sabahleyin; "Niçin ağladın?" diye sorunca; "Kabirlerin içerisinde bulunanları ortaya çıkardığı, gökteki yıldızların dağıldığı, gecenin sabahını, kıyâmetin kopacağı günü hatırladım da ağladım." diye cevap verdi."

"Günahlara baktık, îmânın gitmesine sebeb olan en kötü günahın, Allahü teâlânın kullarına zulmetmek olduğunu gördük."

"Edep, konuştuğun zaman dilini korumak, yalnız kaldığın zaman kalbini korumak, dışarıya çıktığın zaman gözünü korumak, yediğin zaman boğazını korumak, uzattığın zaman elini korumak, yürüdüğün zaman ayağını korumak ve bütün işlerinde vaktini korumaktır. Kim âzâlarını korumaz ve vaktini zâyi ederse, onun uzuvları edepsizliğe gider. Kim vaktini değerlendirir, sırrını gözetlerse, Allahü teâlâ onun vakitlerini ve uzuvlarını korur."

Allahü teâlânın emirlerine uymayı tercih etmek, nefsi ayıplamak ve dostların nasîhatini öğüt kabûl etmek husûsunda da şöyle buyurmuştur: "Kul, gizli ve açık her zaman Allahü teâlâya itâat eder, hiç bir an O'nun emrinden çıkmaz. Kendisine kötülük edene iyilik eder, nefsin arzusuna uymaz, nîmet zamânında şükreder, şiddet zamânında sabreder. Kendinden aşağı olana ikrâm eder. Kendisiyle istişâre edenin sözünü dinler."

Birisi ziyâretine gelmiş huzûrundan ayrılırken; "Bana ne tavsiye edersiniz?" deyince; "Dünyâ ve âhiretin hayrını, halvette ve kıllette (yalnızlıkta ve azlıkta) buldum. Şerrini ise, halk arasına karışıp halkla berâber olmakta buldum." demiştir.

"İnsana nefsin hâkim oluşunun temeli, arzulara, isteklere uymaktır. Arzu ve heveslere uyma gâlip gelince kalbi kararır. Kalp kararınca can sıkılır, can sıkılınca huy kötüleşir."

"Kalbin altı hasleti vardır: Hayâtı ve ölümü, sıhhati ve hastalığı, uyanıklığı ve uyuması. O, hidâyetle diri olur. Dalâletle ölür. Temizlik ve saflıkla sıhhat bulur. Dünyâya meyletmek ve kararmakla hastalanır. Zikirle uyanır, gafletle uyur. Bunlardan her birinin alâmetleri vardır: Kalbin diriliğinin alâmeti; iyiliğe rağbet, kötülükten el çekmek ve hayırlı amel işlemek. Ölümü de bunların tersidir. Sıhhati, bunlarla sıhhat ve lezzet bulması, hastalığı da tersidir. Uyanıklığının alâmeti duyması ve görmesidir. Uyuması da sağırlığı ve körlüğüdür."

"Dünyâ rahatlığının peşinden koşmak, dünyâ ve âhirette sıkıntıya sebeb olur. Dünyâyı terkedip Hakka yakın olmak, sevâbın rahatlığını getirir. Nefsinin arzularını terk eden, onların musîbetlerinden de kendisini korumuş olur."

"Seçilmişlerin kalbleri temiz, ahlâkları güzeldir. Onlar insanların önderleridir. İnsanları hayırlı amellere dâvet eder, sultan ve devlet adamlarına emr-i mârûf nehy-i anilmünker yaparak, yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirerek huzur ve âsâyişi sağlarlar. Seçilmişler bozulduğu zaman yalancılar hâkim olur.

ÖYLEYSE ATMADIN

Ebû Bekr Verrâk şöyle anlatır: Hocam Muhammed bin Ali Tirmizî bir gün bana yazdığı eserlerden bâzılarını verdi. "Bunları götür, Ceyhun Nehrine at!" dedi. Bunları alıp atmaya kıyamadım, götürüp evime bıraktım. Huzûruna gelince; "Kitapları nehre attın mı? Ne gördün deyince; "Hiçbir şey görmedim." dedim. "O halde atmadın." dedi. Kendi kendime dedim ki: "Şimdi bu husûsu merak ediyorum. Atarsam acaba ne olacak?" diyordum. Evime dönüp kitapları aldım, gönlüm râzı değildi ama nehrin kenarına varıp kitapları nehre attım. Bir de baktım ki nehrin suyu ikiye ayrıldı. Suyun dibinde ağzı açık bir sandık ortaya çıktı. Attığım kitaplar sandığın içine düştü. Sonra sandığın kapağı kapandı, nehrin yarılan suyu birleşti. Hocama gidip gördüğüm hâdiseyi aynen anlattım. "İşte şimdi atmışsın." dedi. Bu işin sırrını sordum. Buyurdu ki: "Tasavvuf ilmine dâir yazdığım o kitapları benden kardeşim hazret-i Hızır istedi. O gördüğün sandığı onun emriyle bir balık getirdi. Su onu ulaştırır." dedi.

DİLE BİZDEN

Kâbe'yi ziyâret için giderken yolda yaşlı bir kadın; "Delikanlı sen kimsin?" diye sordu. "Garip bir adamım." deyince de; "Rabbinle berâberken, O'nun yolunda yürürken, gurbetin verdiği sıkıntıdan şikâyet mi ediyorsun?" şeklinde sordu. Ebû Bekr Verrâk, yürüyecek tâkatı kalmayıp dona kaldı. Orada ona mânevî kapılar açtılar. "Dile bizden dilediğini." dediler. O da; "Yâ Rabbî! Sen bilirsin ki, peygamberlerin ve yaratılanların serveri olan Muhammed aleyhisselâmın başına her türlü dert ve belâ geldi. Halbuki sen hiçbir kimseye hayırdan başka bir şey vermezsin. Belâya katlanmaya tâkatım kalmadı. Bulunduğum çâresizlikten beni kurtar." diye yalvardı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR YA'FÛRÎ



Evliyânın büyüklerinden. Doğum târihi bilinmemektedir. Şam'a yakın Ya'fûr köyünde yaşadı. 1294 (H.693) senesinde vefât etti. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Açık hâlleri ve kerâmetleri vardır. Zühd, takvâ ve verâ sâhibi bir zât idi.

Kalabalık bir cemâat, haçlıların Akka'da yaptıkları zulümden ona şikâyette bulundu. Bunun üzerine Ebû Bekr Ya'fûrî onlara; "İnşâallah orayı ve sâhildeki diğer yerleri yakında fethederiz." buyurdular. Bir müddet sonra Sultan Selâhaddîn tarafından fethedilecek şehirlerin isimlerini saydılar. Zamanla haçlılar ile müslümanlar arasındaki savaş çok şiddetlendi. Akka muhâsara edilmişti. Düşman ordusu kalenin dışına çıkarak, İslâm ordusu ile şiddetli bir çarpışmaya girdi. Sonra tekrar kaleye geri çekilerek kuvvetlerini takviye ettiler ve büyük bir sebât gösterdiler. Kalenin fethi bir gün gecikti. Şemseddîn bin Sel'ûs, orada bulunan Ebû Bekr Ya'fûrî'nin talebelerinden bir cemâate; "Hocanızın bir va'di olduğunu biliyoruz. Ona gidip hatırlatınız. Artık bu harbin şiddeti son haddine ulaştı." dedi. Benî Mibşere Dağındaki Keferkânâ köyünde bulunan, Ebû Bekr Ya'fûrî'nin yanına gittiler ve durumu haber verdiler. Ebû Bekr Ya'fûrî atına bindi, Ümm-ül-kerûm denilen Akka'nın dört saat mesâfede doğusuna düşen bir köye varıncaya kadar yol aldı. Oradan, Akka'nın ışıkları ve dumanları görünüyordu. Yanındakilerden birine; "Ey oğlum! Bana üç taş getir." buyurdu. Birinci ve ikinci taşı, "Allahü Ekber! Yâ Muhammed!" diyerek attı. Sonra onlara: "Haydi dönünüz. İnşâallah yarın kale fethedilir." buyurdu. Günlerden Perşembe idi. Muhâsarada bulunan bir grup kimse, durumu şöyle anlattılar: "İki taşın atıldığı gün, her atışta büyük bir ses vukûa geldi. Surlar parça parça oldu. Büyük bir toz bulutu yükseldi. İnsanlar, gökten belâ indi diye bağırıştılar." Ebû Bekr Ya'fûrî'nin yanında bulunanlar, niçin üçüncü taşı atmadın? diye sorduklarında; "Eğer onu da atsa idim, bütünüyle deniz altüst olurdu. Bu hususta bize izin yok." buyurdu. 1291 (H.690) senesinde Akka fethedildi. Bunu tâkiben, Şam sâhilindeki haçlıların elinde bulunan; Beyrut, Sayda, Sûr, Hayfa ve Usleys alındı. Buralar, Ebû Bekr Ya'fûrî'nin isimlerini tek tek saydığı yerler idi.

Ebû Bekr Ya'fûrî, Şam'dan bir gün uzaklıktaki Banyas ehline; "Benî Kantûra oğulları! Burada niçin oturuyorsunuz? Bu toprak kayar." dedi. Onlar orada bir süre oturdular. Oraya kamıştan evler yaptılar. Câhiller, Ebû Bekr Ya'fûrî'nin sözüyle alay ettiler. Dört ay gibi kısa bir zaman sonra Ebû Bekr Ya'fûrî hazretlerinin dediği gibi oldu. Benî Kantûra oğulları oradan ayrılmak zorunda kaldılar.

Ebû Bekr Ya'fûrî, vefâtından önce Nemr köyü yakınında bir yere geldi. Defnedileceği yeri tâyin etti. Bu yerin vasıfları kabir için uygun idi. Bir müddet sonra Nemr köyüne üç saat mesâfedeki Telciyat'a geldi ve orada vefât etti. Vefât etmeden önce bir talebesine; "Ben ölünce, beni atım üzerinde gizlice Nemr köyüne götürün. Bunu kimse bilmesin ve hiç kimse benim için bir şey yapmasın. Sahrâdan bir kişi gelir. Benim gaslimi yapar ve cenâzemi kabre indirir." buyurdu. Buyurduğu gibi, onu alıp Nemr köyüne götürdüler. Nemr'e vardıklarında, civâr yerlerden onu sevenler geldiler. Gelenlerin önünde birisi vardı. Önünden herkesin görebileceği bir şekilde büyük bir nûr yükseliyordu. O şahıs; "Velîsi kimdir?" diye sordu. Ona; "Sensin." dediler. O da gasl, techîz ve tekfîn işlerini yaptı. Tâbûtu kabre koyduktan sonra, o kişiyi kimse bir daha göremedi. Orada bulunanlar, o zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu söylediler. Sonra Telciyat ve diğer köylerden onu sevenler geldi. Her biri Ebû Bekr Ya'fûrî'yi kendi köylerine defnetmek istiyorlardı. Bu durum, Banyas kalesindeki sultânın nâibi, Emîr İzzeddîn Eydemir'e bildirildi. Emîr İzzeddîn, yanına askerlerini alarak oraya gitti. Emîr onlara; "Eğer Ebû Bekr Ya'fûrî'nin bu şekilde defnine muhâlefet ederseniz, size kılıçla karşılık veririm." dedi. Talciyat'ın ileri gelenleri: "Biz, bizden iki ve sâlihlerden de iki kişinin kabrin yanında gecelemesini istiyoruz. Şüphesiz Allahü teâlânın izniyle Ebû Bekr Ya'fûrî hangi tarafa îtimâd ettiğini söyliyecektir." dediler. Emîr İzzeddîn; "Biliyorum ki, Ebû Bekr Ya'fûrî sizin düşündüğünüzden daha büyüktür." dedi ve gece kendisi de Nemr köyünde kaldı. İstenildiği gibi dört kişi kabrin başında sabahladılar. Sabah olunca, sâlihlerden olan iki kişi; "Kabirden yırtıcı bir hayvanın çıktığını gördük. O arada bir sesin: "Beni kabrimden çıkaranı Allahü teâlâ parçalasın dediğini duyduk." dediler. Telciyatlı diğer iki kişi de: "Biz de yırtıcı hayvanı gördük ve bir sesin öyle söylediğini duyduk." dediler. Böylece aralarındaki ihtilâf hayırlı bir şekilde halledildi.

EY SÂLİHLER

Bir gün, Ebû Bekr Ya'fûrî bir mecliste bulundu. O mecliste birçok sâlih ve velî var idi. Bu meclisin toplanmasından maksad, kalblerde itminân hâsıl eden delîllerin açıklanması idi. Herkes bir delîl ileri sürdü. Sonra Ebû Bekr Ya'fûrî'ye döndüler. O da; "Delîl göstermek lâzım mıdır?" deyince, onlar evet dediler. Ev sâhibi, küçük çocuklarını gürültü yapmasınlar diye başka odaya koymuştu. Ebû Bekr Ya'fûrî, eliyle çocukların bulunduğu odayı işâret etti. Kapı ortadan yarılarak açıldı. Orada bulunan çocuklar, tövbe ve istigfâr ediyorlardı. Meclis, titredi ve dalgalandı. Sonra tekrar eliyle işâret etti. Duvar yarıldı ve tavan açıldı. Orada bulunanlar yıldızları gördüler. Bu durum onları korkuttu. Ebû Bekr Ya'fûrî; "Ey sâlihler bunu eski hâline getirin!" buyurdu. Onlar: "Allahü ekber! Buna gücümüz yetmez." dediklerinde; o, iki elini birbirine vurdu. Her şey eski hâline döndü.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ CÂFER HADDÂD EL-KEBÎR



Dünyâya değer vermemesi ve ibâdete düşkünlüğü ile tanınan büyük ve meşhûr velî. Çok ibâdet edenlerin ve zâhidlerin, dünyâya düşkün olmayanların reislerindendir. Onuncu asırda yaşamıştır. Cüneyd-i Bağdâdî ve Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleriyle sohbet etti. Aslen Bağdâdlıdır. Şam, Mısır ve Mekke'de bulundu. Ömrünü ibâdet ve riyâzetle geçirdi. İbâdet ve cömertliği son derecede idi.

Çarşıda demircilik yapar, günde bir dinar on akçe kazanınca işi bırakırdı. Eline geçen parayı akşamla yatsı namazları arasında fakirlerin kapısını tek tek çalarak dağıtırdı. Kendisi günlerce bir şey yemezdi. Oruç tutmak haram olan Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban bayramının dört günü hâriç, yıl boyu hep oruç tutardı. Akşam olunca Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin kapısına gelir, bir-iki parça kuru ekmekle iftâr ederdi. Kendinde olanı dağıtır kimseden bir şey istemezdi.

Tasavvufta yetişip yüksek hallere kavuşmuştu. Bir hâlini şöyle anlatır: "Bir defâsında kazvin Mescidinde yirmi gün kaldım. Çok kar yağmıştı. Kuşlar bir köşeye sığınmışlardı. Hiç biri uçamıyordu. Yiyecek bir şey de bulamıyorlardı. Ben bu kuşlar gibi garib ve azıksız bir halde idim. Yirmi gün böylece kaldık. Sonra hava açıldı. Kuşlar uçup gitti. Ben de oradan ayrılıp gittim." Yine şöyle demiştir: "Ebû Mansûr el-Cemşiyârî'nin kendi el yazısı ile şöyle yazmış olduğunu gördüm: "Muhammed ibni el-Ferrâ'ya; fütuhât, kalp gözünün açılması hâsıl olunca, insanın hâli nasıl olur? diye sordum. O; "Kimseden bir şey istemez. Kimseye hâlini söylemez. İstemeden kendisine bir şey verilirse, helâlinden kendisine yetecek kadar alır. Fazlasını almaz." diye cevap verdiler.

Bir hâlini de şöyle anlatmıştır: Sa'lebiye'ye gitmiştim. Orası harab olmuş bir vaziyette idi. Yedi günden beri hiçbir şey yememiştim. Son derece aç idim. Bir kümbetin içine girip oturdum. O sırada Horasan'dan bir grup insan kümbetin yanına gelmişti. Onlar

da açlıktan bitkin bir halde idiler. İçinde bulunduğum kümbetin yanında yığılıp kaldılar. Bu insanlar çâresiz bir halde iken bineği üzerinde bir atlı çıka geldi. Açlıktan kıvranan insanların önüne bir mikdâr hurma dökünce, hurmaları yediler. Bana hiçbir şey söylemediler. Hurmaları verip giden atlı beni görmedi. Atlı, ayrılıp gittikten bir müddet sonra geri geldi. Oradakilere; "Burada sizden başka biri daha var mı?" diye sorunca; "Evet var." dediler ve künbetin içine işâret ederek beni gösterdiler. Atlı içeri girip bana; "Sen kimsin? Neden konuşmazsın ve hâlini bildirmezsin? Buraya uğrayıp ayrıldıktan sonra yolda karşıma bir kimse çıktı. Benimle çekişti ve; "Geride bir kimse bıraktın, ona yiyecek bir şey vermedin." dedi. Seni doyurmadan gitmem mümkün olmadı. Halbuki ben uzun yolculuktan yorgun düşmüş bir haldeyim." diyerek bana bir mikdâr hurma verip gitti. O gittikten sonra kümbetin yanında bulunan Horasanlıları da çağırdım. Hurmaları berâberce yedik."

Ebû Câfer Haddâd hazretleri, gıybetin insanı felâkete düşüreceğini gösteren bir hâdiseyi şöyle nakletmiştir: "Yanımızda çok çalışan, çok ibâdet eden bir genç vardı. Bununla berâber bu genç, başkalarını çok gıybet ederdi. Bir ara kayboldu. Bir müddet sonra onu kötü kimselerin yanından çıkarken gördüm. Niye bu hâle düştüğünü sordum. O da; "Gıybet beni bu hâle düşürdü. Bu kötü insanlardan birine tutuldum. O mânevî hallerin hepsini elimden kaçırdım. Şimdi bunların yanından ayrılamıyorum. Duâ et de, bu halden kurtulayım." dedi.

Buyurdu ki: "Firâset, karşısına çıkan bir şey hakkında hâtırına gelen ilk şeydir. Eğer hâtırına aynı cinsten başka şeyler de gelirse, o nefsten gelen sözlerdir."

Ebû Câfer-i Kebîr hazretlerinin talebelerinden ve Mekke'de komşularından olan Ebû Câfer Haddâd es-Sagîr başka olup, Mısırlıdır. İbn-i Atâ ve zamânın büyükleriyle sohbet etti. Hocası Ebû Câfer-i Haddâd el-Kebîr gibi o da zâhid ve âbid olup, kazancını fakirlere sadaka vermek, Allahü teâlâya ibâdet ve kullarına yardım etmekle meşhurdu.

ALLAH İÇİN TRAŞ

Ebû Câfer el-Haddâd hazretleri anlatır: "Mekke'de saçlarım uzamıştı. Yanımda traş âletim de yoktu. Bir berberi gördüm. İyi bir insan olduğunu tahmin ettim ve; "Beni Allahü teâlânın rızâsı için traş eder misin?" diye sordum. "Evet." deyip, yanındaki müşterisini gönderdi. Beni oturtup traş etti. Hem para almadı, hem de harçlık verdi. Ben de elime geçen ilk şeyi getirip Müzeyyin ismindeki o berbere ikrâm etmeye niyet ettim. Mescidde bir adam yanıma gelerek; "Basra'dan bir dostun gönderdi." deyip önüme bir kese bıraktı. İçinde üç yüz dinar para vardı. Hemen kalkarak ahdimi yerine getirmek niyetiyle Müzeyyin'in yanına vardım; "Al bunu! İhtiyaçların için kullanırsın." dedim. Fakat kabûl etmeyip; "Ey mübârek insan! Hem bana geliyor, Allah rızâsı için beni traş et diyorsun, sonra da gelip para veriyorsun, hiç böyle şey olur mu? Haydi işine git, Allah senden râzı olsun." dedi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ CÂFER EL-MECZÛM


Allahü teâlânın velî kullarından. Duâsı kabûl olan, vesîle edilerek kendisinden meded umulan bir zât idi. Darda kalanlara yardım ederdi. Duâsı bereketiyle pekçok kimse sıkıntılardan kurtulmuş, niceleri de arzularına kavuşmuştu. Doğum ve vefât târihleri tesbit edilememiştir. On birinci asır ortalarında vefât etmiş olup, İbn-i Atâ'nın akrânı idi. Yaş, ilim ve mârifet yönüyle onun emsâllerindendir.

İbn-i Hafîf, Ebü'l-Hasan ed-Derrâc'ın başından geçip anlattığı şu hâdiseyi haber verdi: Şeyh Ebü'l-Hasan ed-Derrâc buyurdu ki: "Bir sene, arkadaşlarla gitmeyip, yalnız başıma hac yolculuğuna çıktım. Kadîsiye mescidine vardığımda, orada cüzzam hastası olan bir ihtiyar gördüm. Üzerinde büyük musîbet vardı. Beni görünce, selâm verdi ve: "Ey Ebü'l-Hasan! Hacca gitmek ister misin?" buyurdu. Ben onun bu hâlinden çekinerek; "Evet." dedim. "Benimle yol arkadaşı olmak ister misin?" buyurdu. O zaman kendi kendime; "Sağlam arkadaşları terkettim de, şimdi cüzzamlı bir ihtiyarın eline düştüm." dedim ve ona; "Yok istemem." diye cevap verdim. O; "Sana yol arkadaşı olayım." buyurdu. Ben "Allah hakkı için senin ile yol arkadaşı olmam." dedim. O; "Ey Ebü'l-Hasan! Allahü teâlâ öyle şeylere kâdirdir ki, zayıf bir kuluyla öyle bir iş yapar; güçlü kuvvetli kimse ona şaşırıp kalır." buyurdu. Ben; "Öyledir." dedim ve onun teklifini kabûl etmeyerek yoluma devâm ettim. Kuşluk vaktinde istirahat için bir yere uğramıştım. Onu orada, rahat bir şekilde oturmuş vaziyette gördüm. Bana daha önce söylediğini tekrarladı. "Ey Ebü'l-Hasan, Allahü teâlâ öyle şeylere kâdirdir ki, zayıf bir kuluyla öyle bir iş yapar; kuvvetli kimse buna şaşar kalır." buyurdu. Ben hiçbir şey söylemeden yoluma devâm ettim. Fakat onun hakkında bende şüphe ve tereddüt meydana geldi. Acele ile yoluma devâm ederek, sabah vakti bir köye ulaştım. Bir de ne göreyim; oradaki mescidde rahat bir şekilde oturuyordu. Bana: "Ey Ebü'l-Hasan, Allahü teâlâ öyle şeylere kâdirdir ki, zayıf olan kuluyla öyle bir iş yapar; kuvvetli kimse buna şaşar kalır." buyurdu. Önüne varıp, yüzümü önüne eğdim ve ona; "Allahü teâlâdan af ve senden özür dilerim." dedim. O; "Maksadın nedir?" buyurdu. Ben; "Hatâ ettim, sizinle yol arkadaşı olmak istiyorum." dedim. O; "Sen yol arkadaşı olmak istemedin ve yemin ettin. Senin yeminini bozup da, seni yalancı çıkarmak istemem." buyurdu. Ben; "Hiç değilse öyle ol ki, seni her istirahat ettiğim yerde göreyim." dedim. O; "Peki, dediğin gibi olsun." buyurdu. Bu sözünü duyunca bütün açlığım ve yol yorgunluğum kayboldu. Tek düşüncem ve arzum, çabucak bir sonraki menzile varıp onu görmek oldu. Mekke-i mükerremeye ulaştığım zaman, olanları oradaki büyük velîlere anlattım. Ebû Bekr el-Kettânî ve Ebü'l-Hasan el-Müzeyyen;"O anlattığın zât, Ebû Câfer el-Meczûm'dur. Biz dâimâ onu görmeye çalışıyoruz. Keşke onu bir defâ olsun görebilseydik." buyurdular. Sonra kalkıp tavâf etmeye gittim. Onu da tavâf eder gördüm. Tekrar yanlarına gelip, onu gördüğümü haber ettim. Onlar; "Eğer bir daha görürsen, iyi dikkat et ve bizi de çağır." buyurdular. Ben de "Peki." deyip ayrıldım. Arafat'a çıktım. Sonra Minâ'ya gittim. Onu orada aradım, fakat bulamadım. Minâ'da cemre atılması yâni şeytan taşlama sırasında birisi arkamdan; "Selâmün aleyküm ey Ebû Hasan!" dedi. Dönüp baktığım zaman Ebû Câfer el-Meczûm'u gördüm. Onun teveccühleri bereketiyle o anda bende değişik hâller meydana geldi. Vücûdumu bir titreme aldı, kendimden geçerek yere düştüm. Hîfe mescidine geldiğim zaman, olanları arkadaşlarıma anlattım. Vedâ gününde Makâm-ı İbrâhimin arkasına geçmiş, namaz kılıyordum. Birisi beni çekip; "Ey Ebü'l-Hasan! Daha fazla duâ etmek ister misin?" dedi. Ben de; "Kat'iyyen efendim, sadece bana duâ buyurun yeter." dedim. Buyurdu ki: "Ben duâ etmem. Fakat sen duâ et ben âmin diyeyim." Ben üç defâ duâ ettim. O, "Âmin" buyurdu. Duâlarımdan birisi şöyle idi:

"Yâ Rabbî! Kuvvetim günden güne artsın." Gerçekten de öyle oldu. Nice seneler vâki oldu ki, ben bir gecede ertesi günkü ihtiyaçlarımı topladım ve hiçbir ibâdette aslâ yorgunluk ve bıkkınlık duymadım. İkinci duâm: Allahü teâlânın kendine giden yolu ve dervişliği bana sevdirmesi için oldu. Ondan sonra dünyâda hiçbir şey bana Allahü teâlânın rızâsından daha tatlı gelmedi. Dünyâyı unutup Allahü teâlânın sevgi denizine daldım. Üçüncü duâmda da şu istekte bulundum: "Yâ Rabbî! Yarın mahşer gününde, insanları haşrederken, beni sevdiğin dostlarının (evliyâullahın) arasında bulundur ve bana yol ver!(Cehennem'den muhâfaza et.") "İnanıyor ve ümid ediyorum ki, inşâallah öyle olacaktır."

Ebû Câfer el-Meczûm, cüzzamlı bir deri altına gizlenmiş, Allahü teâlânın sevgili bir kulu idi. Her hâlinde Allahü teâlâya şükreder ve O'ndan gelen her şeyi severdi. Hattâ sevgiliden gelen musîbetleri ve belâları, nîmetlerinden daha çok severdi. Sanki toprakla örtülmüş, kıymetli mücevherle süslü bir altındı. Gittiği pekçok yerden kovulur, insanlar onu görünce tiksinerek bakarlardı. Fakat tanıyanlar, onunla görüşmek, bir teveccühüne kavuşmak, bir duâsını almak için gayret ederlerdi. Peygamber efendimizin; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, gittikleri kapılardan kovulurlar. Fakat Allahü teâlâya yemîn etseler, Allahü teâlâ o şeyi yaratır." hadîs-i şerîfi, kendisinde tecellî etmişti. O dâimâ kalbi kırık, gönlü mahzûn ve Allahü teâlânın zikri ile meşgûldü. Duâsının kabûlü, darda olan pek çok kimselere yardımı, teveccühünün kuvvetli ve keskin olmasıyla meşhûr olmuştu. Pekçok velî onu bir defa görüp, sohbetinde bulunup, teveccühüne kavuşabilmek için duâ ederdi. Ebû Câfer el-Meczûm, Allahü teâlânın; "Dostlarım benim kubbelerim altındadır. Benden gayrisi onları tanımaz." hadîs-i kudsîsinde bildirilen, Allahü teâlânın kubbeleri altında, beşerî sıfatlar içinde gizlediği ve insanların pekçoğunun tanımadığı bir velî idi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ CÂFER BİN SİNÂN



Büyük velîlerden. İsmi, Ahmed bin Hamdan bin Ali bin Sinan el-Hayrî en-Nişâbûrî'dir. Künyesi Ebû Câfer'dir. 854 (H.240)'te doğdu. 923 (H.311) senesinde vefât etti. Hadîs ilminde yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen, hâfız derecesinde âlim idi. Muhammed bin Yahyâ ez-Zühlî'den, Abdullah bin Hâşim Tûsî, Ebû Ezher Abdî, Abdurrahmân ibni Berir bin Hakem ve Ahmed bin Yûsuf Sülemî'den hadîs-i şerîf dinlemiş, rivâyet etmiştir. Tasavvufta Ebû Osman Hayrî hazretlerinin talebesidir. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemâle ermiştir. Zamânının meşhur evliyâsından Ebû Hafs Haddâd ve diğer zâtlarla görüşüp sohbetlerinde bulunmuştur.

Ebû Câfer bin Sinân hazretleri, üstün hallere sâhib olup, haramlardan ve şüphelilerden çok sakınır, şüpheli olmak korkusuyla mübahların çoğunu terkederdi. Allahü teâlâdan korkması pek fazla olup, çok ibâdet eder, geceleri de aynı şekilde geçirirdi. Duâsı makbul yüksek bir zâttı. Kendisiyle berâber âilesi ve çocukları da bu halde idi. Evinde İslâmiyetin incelikleri hakkında mütâlaalar yapılır ve tatbik edilirdi. Ebû Câfer bin Sinan hazretleri ömrünün son yirmi senesini Mekke-i mükerremede, Harem-i şerîfte geçirdi ve orada bulunan âlimlerin ileri gelenlerinden oldu. Hadîs ilminde İmâm-ı Müslim'in usûlü ile tasnif ettiği Sahîh adlı eseri vardır.

Ebû Câfer bin Sinan hazretleri buyurdu ki:

"Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itâat eden kimsenin, bu itâati sebebiyle âsî, günahkâr olanlara karşı tekebbür etmesi, âsilerin isyânından daha kötü, onun bu hâli, âsilerin hâlinden daha zararlıdır."

"Bir kimsenin işlediği günahlara tövbe etmemesi, o günahı işlemesinden daha kötüdür."

"Kişinin güzelliği sözlerinin güzelliğinden, kişinin kemâli de işlerinin doğruluğundandır."

"Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çeviren kimsenin, bu hâlinde doğru olmasının alâmeti; dünyâ ve başka şeylerin kendisini hiç meşgul etmemesidir."

"Bildiği bir şeyi, nefsinden bilip onu beğenen kimse, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyi sevmiş demektir."

"Israr ile devâm edilen küçük bir günah, pişman olunmuş, tövbe edilmiş büyük bir günahtan daha büyüktür. İhlâs ile yapılan az bir iyilik de, gösteriş için, kendini beğenerek, kibirle yapılan çok iyilikten daha çoktur."

"Kendisinden gördüğün bir ayıptan dolayı, müslüman kardeşini kötüleme. Olur ki, aynı hatâya sen de düşersin ve ondan da kötü olursun. O halde, onda bir kusur bulunduğunu anladığın zaman, onun için Allahü teâlâya duâ et ve Allahü teâlâdan ona rahmet etmesini iste. Onda bulunan kusurun sende de bulunmasından kork. Onda olan musîbetin, sana gelmediğini düşünerek, Allahü teâlâya şükret."

ALLAHÜ TEÂLÂYI TÂZİM

Buyurdu ki: "Allahü teâlânın kıymet verdiği şeye, ancak Allahü teâlâyı tâzim edenler hürmet gösterir. Allahü teâlâyı tanıyan, O'nun râzı olduğu şeylere yapışır. O'nun emir ve yasaklarına teslim olur. Onun bu teslimiyeti, Rabbine olan tâzimden doğar. O'nu tâzim ettiği zaman, Allahü teâlâdan başka her şey kendisine küçük görünür. Bu hal, kalbindeki Allahü teâlâya olan tâzimdendir. Bu tâzimden, Allahü teâlâyı tanıyan ve O'na itâat edenlerin, yâni bütün müminlerin hürmetini gözetmek hâsıl olur."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ HAFS HADDÂD EN-NİŞÂBÛRÎ



Büyük velîlerden. İsmi, Amr bin Seleme en-Nişâbûrî'dir. "Ebû Hafs" künyesi ile meşhurdur. Babasına Müslim ve Selem de denir. Demircilikle uğraştığı için "Haddâd" lakabı ile anılmıştır. Buhârâ yolu üzerinde, Nişâbur şehri girişine yakın Kürdâbâz isimli köyde doğdu. 883 (H.270) senesinde Nişâbûr'da vefât etti. Vefâtı hakkında başka târihler de vardır.

Ebû Hafs Haddâd, Ubeydullah bin Mehdî Ebyurdî ve Ali en-Nasrabâdî'nin sohbetinde bulunup, feyz aldı. Ahmed bin Hadreveyh el-Belhî ile arkadaşlık etti. Bağdât'ta Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ile görüştü. Şah ibni Şücâ el-Kirmânî ve Ebû Osmân Saîd bin İsmâil talebelerinin önde gelenlerindendir.

Ebû Hafs-ı Haddâd hazretleri, kerâmet ve mürüvvet îtibâriyle zamânında eşsizdi. Âbid, çok ibâdet eden, âşık, zâhid, dünyâyı terketmiş, gönül sultanı büyük bir zâttı. Allahü teâlâyı hatırlayınca, rengi değişir ve kendinden geçerdi. Yanında bulunup, onun bu hâlini görenler Allahü teâlâyı hatırlardı.

Onun tövbesi ve büyüklerin yoluna giriş hâli şöyle anlatılır: Bir câriyeyi sevmişti, ona kavuşmayı çok arzu ediyor ve bunun çârelerini araştırıyordu. Yakınları kendisine şöyle bir yol gösterdiler: "Senin derdine devâ bulacak yahûdî bir büyücü var, onun yanına git!" dediler. Ebû Hafs vakit geçirmeden büyücüye gitti. Durumunu anlattı yardım istedi. Efsuncu yahûdî ona; "İyiliği terkedeceksin, kırk gün gece ve gündüz namaz kılmayacaksın, hayırlı iş ve hak bildiğin şeylerin yanına varmayacaksın. Ancak o zaman murâdına kavuşturabilirim." dedi. Ebû Hafs, büyücünün dediği şeyleri yaptı. Kırk günün bitiminde, büyücü, Ebû Hafs'a sihir yaptı. Fakat Ebû Hafs murâdına nâil olamadı. Bunun üzerine yahûdî; "Sen mutlaka iyi bir iş ve harekette bulunmuşsun, hayır yapmışsın. Yoksa sihir tutardı. Yaptığın iyiliği hatırlamaya çalış!" dedi. Ebû Hafs; "Şu yaptığım iş hâriç, hiç bir güzel niyet ve hayrımı hatırlamıyorum. O da, giderken kimsenin ayağı takılıp düşmesin diye yoldaki bir taşı alıp kenara koymamdır." buyurdu. Yahûdî; "Sen, kırk gün O'nun emrini yerine getirmeyip hükmünü terk ettiğin halde O seni terketmedi. Sen Allahü teâlâ gibi, kerem sâhibini nerede bulacaksın. Öyleyse O'na dön ve başka şeyleri bırak." dedi. Bu sözler Ebû Hafs'ın içine ateş düşürüp her tarafını sardı ve dayanamaz hâle geldi. Oracıkta tövbe etti. Yahûdî de müslüman oldu.

Ebû Hafs-ı Haddâd, o sırada demircilik yapıyordu. Tövbe ettikten sonra hâllerini gizlemeye çalışırdı. Her gün kazandığı bir altını kimsesiz ve yoksullara dağıtır, geceleri dul kadınların kapısına yiyecek bırakırdı. Kendisi akşam namazında borç alır, bununla orucunu açardı. Öyle zaman olurdu ki, pınarda kalan sebzeleri toplar, bunları temizler, pişirir ve yerdi.

Ebû Hafs-ı Haddâd hazretleri bir gün sokakta gözleri görmeyen birinin; "Eğer, yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyâmet gününde azâbın fenâlığından (kurtulmak için) elbette bunları fedâ ederlerdi. Halbuki o gün onlar için, Allah tarafından, hiç hesâba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır (zulmedenlerin karşılarına çıkacak şeyler, ilâhî gazap ve azaptır. Çünkü bunları hiç zannetmiyor ve hatırlarına getirmiyorlardı)." (Zümer sûresi: 47) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuduğunu işitince, kendinden geçti. Elini ocağa sokup, kızgın demiri çıkarıp, örs üzerine koydu. Çıraklar hayret içinde; "Bu ne hâl usta!" diye bağrıştılar. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Dövün!" buyurdu. Çıraklar; "Usta, bu dövülüp temizlenmiş!" dediler. Ebû Hafs, kendine gelince; "Yıllardır bu işi bırakmaya çalıştım, fakat başaramadım, ama meslek bizi bıraktı." buyurup işini terketti. Ebû Hafs hazretleri bundan sonra Rabbine ibâdete yönelip, halka karışmaz oldu. Kendilerine yakın bir yerde, hadîs-i şerîf okunur ve dinlenirdi. Ebû Hafs'a; "Sen niçin gelip de dinlemiyorsun?" dediklerinde; "Bir hadîs-i şerîf işitmiştim, otuz senedir bu hadîs-i şerîfe uygun hareket etmek istiyorum, fakat yapamıyorum. Diğer hadîs-i şerîfleri işittiğimde nasıl yaparım?" buyurduklarında, onlar; "O, hangi hadîs-i şerîftir?" dediler. Ebû Hafs; "Kişinin işine yaramayan şeyleri terketmesi, iyi bir müslüman oluşundandır." hadîs-i şerîfidir." diye cevap verdi.

Bir gün yolda giderken, ağlayıp sızlayan şaşırmış bir adama rastladı. Ona; "Bir derdin mi var?" diye sorunca, adam; "Bir tek bineğim vardı, onu da kaybettim, başka bir şeyim yok." dedi. Ebû Hafs duâ edince bineği çıkageldi.

Ebû Osman anlatır: "Ebû Hafs'ın yanına gitmiştim. Önünde birkaç muz vardı, birini aldım, yerken boğazımda kaldı. Ebû Hafs-ı Haddâd, bana; "Hangi hakla muzlarımdan alıp yiyebiliyorsun?" dedi. Ben de; "Efendim, kalbinizi bilirim, size îtimâd ederim. Elinizdeki şeyleri dağıtıp ikrâm edersiniz." dedim. Bana; "Ey kendini bilmez! Ben kendime güvenemiyorum da, sen nasıl güvenirsin. Bunca senedir kalbimin hevâ ve hevesine göre hareket ediyorum. Kendimde meydana gelecek şeyleri bilmiyorum. Kişi, kendisinden hâsıl olacak şeyleri bilmezse, başkasından olacak şeyleri nasıl bilir?" buyurdular.

Ebû Hafs, öyle heybetli otururdu ki, bu hâli sohbetinde bulunanlara tesir eder, hiçbir talebesi emri olmadan oturup kalkamaz, yüzüne bakmaya cesâret edemezdi. Edepli bir şekilde otururlardı. Bir gün Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ona; "Talebelerine, büyüklerin yanında oturma edeplerini ne iyi öğretmişsin." dedi. Ebû Hafs; "Sen, mektubun başlığına önem vermiyorsun. Bâzan başlık, mektuptaki bilgilerin sıhhatine delil olabilir." buyurdu. Sonra; "Bir kazan baharatlı yemek ve helva yapmaları için talebelerinize söyleyiniz." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir talebesine işâret etti. Bir müddet sonra yemek geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Bunu bir hamalın başına koy, yorulduğu evin kapısında seslensin!" Hamal, denileni yaptı. Yorulduğu yerdeki ev sâhibine seslendi. Ev sâhibi; "Eğer, baharatlı bir yiyecek ve helva getirdiysen, içeriye buyur!" dedi. Hamal; "Allah Allah, acâib şey!" dedi ve ev sâhibine; "Benim baharatlı yiyecek getireceğimi nereden bildin?" dedi. Ev sâhibi; "Çocuklarım, bu yemeği uzun zamandır benden istiyorlardı. Dün duâ ederken hatırımdan bu yemekler geçmişti. İsteğimin çevrilmeyeceğini biliyordum." dedi.

Ebû Hafs-ı Haddâd'ın, edebe son derece riâyetkâr, kibâr bir talebesi vardı. Cüneyd-i Bağdâdî birkaç defâ ona dikkat etti. Ebû Hafs'a; "Bu talebe, kaç senedir yanınızdadır?" diye sordu. Ebû Hafs da; "On yıldır." diye cevap verdi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Üstün bir nezâketi, gence yakışır iyi hâlleri, mükemmel bir edebi var." buyurdu. Ebû Hafs, bunun üzerine; "Öyledir!" Bu talebemiz, bizim için on yedi bin altın harcadı, on yedi bin altın da borçlandı. Fakat, daha bunları bize söyleme cesâretini kendinde bulamadı." buyurdu.

Talebesi Ebû Osman anlatır: Ebû Bekr-i Hanefiyye'nin evindeydim. Hocam Ebû Hafs-ı Haddâd da oradaydı. Arkadaşlar bir dostumuzdan bahsettiler. Ben; "Keşke, o da burada olsaydı!" dedim. Ebû Hafs; "Kâğıt, kalem olsaydı. Ona gelmesi için mektup yazardık." buyurunca, ben; "Burada var." dedim. Ebû Hafs-ı Haddâd hazretleri; "Fakat ev sâhibi çarşıya gitti. Eğer orada öldüyse, bunlar vârislerinin olur, böyle olunca onlara yazı yazılmaz." buyurdu. O kalem kâğıdı kullanmadı.

Talebesi Ebû Osman anlatır: Ebû Hafs-ı Haddâd'a; "İnsanlara nasîhat etmek, ilim öğretmek istiyorum." dedim. Bana; "Sende bu hâl neden hâsıl oldu?" buyurdu. Ben de; "İnsanlara şefkat hissinden." dedim. Bana; "İnsanlara şefkat hissi sende ne derecededir?" buyurdu. Ben de; "Öyle bir durumdadır ki, bütün günahkârların yerine Cehennem'de yanmaya hazırım." dedim. İzin verip bana nasîhatle; "Önce kendine, sonra etrâfındakilere nasîhat et! Etrâfındaki halk topluluğu seni şımartmasın! Çünkü cemâat dışına, cenâb-ı Hak ise içine nazar eder, bakar." buyurdular. Ben bir yerde sohbet ederken, hocam gizli bir köşeye saklanmışlar. Sohbet bitince, sadaka isteyen bir kimseye herkesten önce gömleğimi çıkarıp verdim. O anda Ebû Hafs-ı Haddâd; "Seni yalancı, in bakayım o kürsüden." dedi. Hatâmı sorduğumda hocam bana; "Hem halka karşı beslediğin şefkat ve merhametten bahsediyorsun. Hem de sadakayı acele ile verip, hepsinden önce sevâba ben kavuşayım diyorsun! Şâyet önce söylediğin dâvâ üzere olsaydın, bu bencilliği yapmazdın. İn bakalım oradan. Orası senin yerin değildir?" buyurdu.

Ebû Zekeriyyâ anlatır: Malım olmasına rağmen fakirlikten korkardım. Bir gün Ebû Hafs-ı Haddâd bana; "Eğer Allahü teâlâ sana fakirliği takdir ettiyse, kimse seni zengin yapamaz." buyurdular. Bunun üzerine bende fakirlik korkusu kalmadı.

Talebesi ve dâmâdı Ebû Osman Hîrî Nişâbûrî anlatır: Nişâbûr'a ona talebe olmak için gitmiştim. Henüz çok gençtim. Yanına gittim. Bana; "Sen henüz gençsin, bizimle oturamazsın." buyurdular ve beni kabûl etmediler. Çıkarken arkamı dönerek gitmedim. Arka arka giderek çıktım. Kalbim ona çok ısınmıştı. Bir müddet sonra kapısına tekrar vardım, bekledim. Bir yere gidemiyordum. İçimden; "Şu kapının önünde bir çukur kazayım, içine gireyim, ondan çık artık emri gelinceye kadar orada durayım." diyordum. Hattâ yapmaya da karar vermiştim. Sonra sadâkatımı anladı ve beni yanına çağırdı. Huzûruna aldı. Gönlümü hoş etti ve talebeliğe kabûl etti."

Bir gün ona; "Aklı başında bir kimse, kendisine zulmeden birini mâzur görebilir mi?" diye soruldu. O da; "Evet, mümkündür. Ama o zulmedeni, kendisine Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir nîmet olarak bilirse!.." buyurdu.

Ebû Hafs-ı Nişâbûrî sohbetlerinde sık sık mübârek lisânından çıkıp gönüllere tesir eden şu kıymetli sözleri söylerdi:

"Hakîki âlim, suâli cevaplandırırken, kıyâmette; "Bu cevâbı nereden buldun?" diye sorulacağından korkan kimsedir."

"Firâset sâhibi olduğu iddiâsında bulunmaya, kimsenin hakkı yoktur. Yapılacak şey, başkasının firâsetinden sakınmak ve korunmaktır. Zîrâ Resûlullah efendimiz; "Müminin firâsetinden korkunuz." buyurdu, fakat firâset sâhibi olmaya çalışın buyurmamışlardır. Şu halde firâsetten korunmak mevkiinde bulunan bir kimsenin, firâset dâvâsında bulunması nasıl doğru olabilir."

Bir gün Ebû Hafs hazretlerinden tasavvufu sordular. O; "Tasavvuf, baştan başa edeptir. Zîrâ her vaktin bir edebi, her makâmın bir edebi ve her hâlin bir edebi vardır. Vakitlerle ilgili edebe riâyet edenler (vaktini iyi şeylerle geçirenler), velî kimselerin makâmına ulaşırlar. Edebi terk edenler, Allahü teâlâya yakın olduklarını zannettikleri hâlde, O'ndan uzaktırlar. Bâzı kullar da vardır ki, kendilerinin zannettiklerinden daha yüksek bir mertebeye sâhiptir, daha sevgilidirler."

Kulu Allahü teâlâya yaklaştıran en iyi iş nedir? dediler. Haddâd hazretleri; "Kulu, Allahü teâlâya yaklaştıran en iyi vesîle, kulun her hâlükârda dâimî sûrette O'na ihtiyaç duyması, bütün işlerde sünnet-i seniyyeye dört elle sarılması ve gıdâyı helâl yoldan temin etmesidir." buyurdu.

"Ubûdiyyet (kulluk) nedir?" diye sordular. O; "Malı bırakıp emrolunan husûsa sımsıkı sarılmakdır. Hak aramak yerine vazîfeye koşmaktır."

"Öyleyse kerem nedir?" "Dünyâyı ona muhtac olanlara bırakıp, Allahü teâlâya kulluğa yönelmektir."

"Cimri kime derler?" "İhtiyaç ânında başkasını düşünmeyene." buyurdu.

Dünyâ ve âhiret işlerinde kardeşlerini kendisinden önde tutana ne denir?" denildi. O; "Îsâr sâhibi denir." buyurdu.

Ona; "Bid'at nedir?" dediler. Şu karşılığı verdi: "İlâhî hükümleri çiğnemek, sünneti küçümsemek, şahsî istek ve düşüncelere tâbi olarak Kur'ân-ı kerîm ve sünnete uymayı terketmektir."

Bir sohbetinde; "Zamânın fesâda varmasına şu üç topluluğun hareketi sebeb oldu: 1. İrfân sâhibi olduklarını iddiâ edenlerin günah işlemesi. 2. Muhabbet ehli olduklarını söyleyenlerin hıyâneti. 3. Allah yolunda olduklarını söyleyenlerin yalanı." buyurdu.

Ebû Hafs hazretleri şöyle buyurmuştur:

"Her zaman nefsini suçlamayıp, ona muhâlefet etmeyen aldanmıştır. Nefsine rızâ gözüyle bakan mahvolmuştur."

"Allah korkusu, kalpte bulunan bir meşâleden ibâret olup, hayır ve şer nâmına kalpte bulunan her şey, ancak onunla görülebilir."

"Hakîki fakirlik, bir kimsenin almaktan çok, vermekten hoşlanmasıdır."

"Üzerinde dâimâ Allahü teâlânın lütfunu gören kimsenin mahvolmayacağı ümid edilir."

"İbâdet ve amel sâhibi için en fazîletli şey, Allahü teâlânın huzûrundaki murâkabe hâlidir."

"Allahü teâlâya güvenip kendini zengin bilmek ne hoştur. Bir nâmerde dayanıp kendini zengin bilmek ise ne fenâdır."

"Kulluk, kulun zînetidir. Kulluğu terkeden süsten mahrûm kalır."

"Zehir ölümün habercisi olduğu gibi, günahlar da küfrün habercisidir."

"Gönlünde tevâzûun, alçak gönüllülüğün bulunmasını isteyen bir kimsenin, sâlihlerin sohbetinde bulunması ve onlara hizmetten ayrılmaması lâzım gelir."

"İşlenen kusur ve kabahatlardan ötürü her zaman gönlü kırık olmak lâzımdır."

"Mürüvvet, insafı yerine getirmek ve hiç kimseden intikâm almayı istememektir."

"Her kim söz, iş ve hâllerini Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun yapmaz ve günahlarından dolayı kendini suçlamazsa, onu velîler sınıfından saymazlar."

"Velî kimdir?" dediler. O; "Kendisine kerâmet verilen lâkin kerâmete güvenmeyen kimsedir." dedi. Ebû Hafs Haddâd hazretleri kerâmet peşinde koşanlardan değil, istikâmeti esas alanlardandı. Bir gün talebeleriyle birlikte hava almak için bir bahçeye gitmişlerdi. Sohbet tatlanıp talebelerin duygulandıkları sırada bir ceylan koşarak geldi ve başını Ebû Hafs hazretlerinin dizine koydu. Ebû Hafs hazretleri ceylanı yanından uzaklaştırdı. Yanındakiler; "Efendim niçin ceylanı kovdunuz?" deyince, onlara; "Sohbetimiz güzelleştikçe, keşke bir koyun olsa da kesip size ikram etsem de dağılmasanız, sohbetimiz devâm etse diye gönlümden geçirdim. Bir de baktım, ceylan dizime yaslanmış. Hemen hatırıma Nil Nehrini ters akıtması için Allahü teâlâya duâ eden ve duâsı kabûl edilen Firavn geldi. Firavn'a benzemekten korkarak ceylanı kovdum." dedi.

Ebû Hafs hazretlerine; "Velînin sükût hâli mi yoksa konuşma hâli mi daha fazîletlidir?" diye sordular. O; "Konuşan, sözde bulunan felâketi bilse, Nûh aleyhisselâm kadar ömrü bile olsa gücü yettiği kadar sükût eder konuşmazdı. Sükût eden, susmada bulunan âfeti bilse, konuşayım diye Nûh aleyhisselâmın yaptığının iki katı bir müddetle Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulunurdu." buyurdu.

Ebû Hafs Haddâd hazretleri yaptığı amelleri dâimâ kusurlu görür ve; "Kırk senedir nefsim hakkında beslediğim kanâat: Şüphe yok ki Allahü teâlâ bana gadablı olarak nazar etmektedir. Amellerimde bunun delili bulunmaktadır." derdi.

Mürtaiş anlatır: Ebû Hafs ile birlikte bir hasta ziyâretine gitmiştik. Ebû Hafs, hastaya; "Sıhhate kavuşmak ister misin?" diye sordu. Hasta sevinçle; "Evet." dedi. Ebû Hafs; "Yâ Rabbî! Bu kardeşimizin derdine şifâ eyle." buyurarak duâ edince, hasta şifâ buldu ve ayağa kalktı.

Kendisine; "Güzel ahlâk sâhibi olmak nasıl olur?" diye soruldu. Bunun üzerine; "Evliyânın haklarına riâyet etmek, dostlar ile iyi geçinmek, küçüklere nasîhat vermek, dünyâ için kimseye düşmanlık etmemek, başkalarını kendi nefsine tercih etmek, dünyâ malı yığmaktan kaçınmak, kendi yollarında olmayanla sohbeti terk etmek, din ve dünyâ işinde yardımlaşmak." buyurdu.

Vefât edeceği zaman Ebû Hafs Haddâd hazretlerine talebeleri ve sevdikleri; "Bize nasîhatin nedir?" dediler. O; "Konuşmaya tâkatim yok." dedi. Sonra kendinde biraz güç hissedince, önde gelen talebelerinden Ebû Osman Hîrî ona; "Efendim! Bir şeyler söyleseniz de sizden yâdigâr olarak nakletsem." dedi. O zaman Ebû Hafs Haddâd hazretleri; "İşlenen kusur ve hatâlara bütün kalbinizle pişman ve üzgün olunuz sözü size nasîhatim olsun." buyurdu.

MİSÂFİRPERVERLİK YOL HEDİYESİ

Ebû Hafs-ı Haddâd hazretleri hacca gitmişti. Dönüşünde, Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebeleri karşılayınca, onlara; "Yol hediyem şu sözümdür: Eğer bir arkadaşınız size saygısızlık ederse, onu özür dilemeye teşvik edin! Fakat siz, onun dilediğinden çok özür dileyin. Eğer kırgınlık gitmemişse ve hakkın da kendi tarafınızda olduğuna kanâat getirirseniz, yine arkadaşınızı en güzel bir şekilde özür dilemeye teşvik edin ve siz de özür dileyin! Kırk gün buna devâm edin! Yine kırgınlık gitmezse, o zaman kendinize şöyle deyin: "Ey ahmak nefs! Ne inatçı, ne bencil, ne vurdumduymaz, ne edepsizsin. Sende azıcık mertlikten eser yok. Kırk gün arkadaşın senden özür diledi de özrünü kabûl etmedin. Ben senden el etek çektim, sen bilirsin, nasıl istiyorsan öyle ol!" buyurdu.

NASIL OLUR?

Ebû Hafs-ı Haddâd, Ebû Bekr-i Şiblî'nin evinde kırk gün misâfir kaldı. Çeşit çeşit yemeklerini yedi. Ayrılıp giderken yanına vardığında; "Ey Şiblî! Eğer yolun Nişâbur'a uğrarsa, yanıma gel! Misâfirperverlik nasıl oluyormuş, sana öğretirim." dedi. Şiblî de; "Ben ne yaptım ki?" deyince; "Başka ne yapacaksın, külfete girerek çeşitli yemekler hazırladın, civanmertlikte bu yoktur. Misâfir gelince öyle davranmalı ki, hizmet ederken üzerine bir ağırlık çökmemeli, gittiği için de ferahlamamalısın! Külfete girdiğinde, gelişi ağır gelir, gittiğinde de rahatlarsın. Böyle ev sâhipliği olmaz." buyurdu. Bir müddet sonra, İmâm-ı Şiblî kırk arkadaşıyla berâber Nişâbur'a geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd'a uğradı. Ebû Hafs-ı Haddâd o gece kırk bir mum yakmıştı. Şiblî bunları görünce; "Bu ne hâl böyle?" dedi. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Ne oldu?" buyurdu. Şiblî; "Külfete girmeyin, demiştiniz. Bu mumlar ne böyle?" dedi. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Öyleyse onları söndür." buyurdu. Şiblî, kalkıp hepsini söndürmeye çalıştı, fakat, birini söndürebildi. Bunun üzerine Ebû Hafs-ı Haddâd; "Sizi Allahü teâlâ gönderdi. Ben de Allah rızâsı için kırk mum yaktım. Birini de kendim için yaktım. Benim için olanı söndürdün. Allah rızâsı için olanı söndüremedin. Sen ise Bağdât'ta her yaptığın şeyi benim için yapmıştın. Seninki külfet oldu, benimki ise külfet olmadı." buyurdu.

GÜZEL HASLETLER

Allahü teâlâya ve O'nun kullarına karşı edeb hakkında şöyle dedi: "Allahü teâlâya karşı edeb, onun emirlerini ihlâs ile yerine getirmek, O'ndan korkmak, çekinmek. Bir belâ ve sıkıntı sırasında insanlara rıfk, güzel muâmele, genişlik zamânında hilm, yumuşaklık ile, nefsin yoksulluğa düşmekten çekindiği zamanlarda cömertlik ve kerem ile davranmak, gücü yettiği zaman affetmek, insanlara merhamet ve şefkat göstermek, fazîletli olmak, gelmeyene gitmek, kötülük yapana iyilik yapmak ve bütün müslümanlara hürmet etmektir. Çünkü müslümanlardan herbiri mutlaka Allahü teâlânın bir lütfuna mazhardır (onun duâsı insanı Allahü teâlânın rahmetine kavuşturur).
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ HAFS-I KEBÎR



Dokuzuncu yüzyılda Buhârâ'da yaşamış olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Hafs'dır. Ebû Hafs-ı Kebîr künyesiyle ve Buhârî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Doğum ve vefât târihi bilinmemektedir. Buhârâ'da doğup, aynı şehirde vefât etti. Kabri oradadır.

Küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline başlayan Ebû Hafs-ı Kebîr, zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî'den fıkıh ilmini öğrendi. Bu ilimde ictihâd derecesine yükseldi. Reîsü'l-ulemâ (âlimlerin reîsi) ünvânına sâhib oldu.

Ebû Hafs-ı Kebîr, Ehl-i sünnetin ve Hanefî mezhebinin reisi İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin, ilimde ve ictihadda yüksek talebelerinden olan büyük âlim Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî'nin derslerinde bulunup Hanefî fıkhında yüksek bir dereceye ulaştı. Kendisinden de, meşhûr imâmlar (yüksek âlimler) fıkıh ilmini aldılar ve rivâyette bulundular. O, dinde yüksek ve güvenilir âlim, haramlardan sakınma husûsunda verâ ve zühd sâhibi olup, Resûlullah'ın sünnetlerine tâbi olmada çok ileri, Rabbânî ilimlere sâhib, tasavvuf yolunda yüksek bir velî idi.

Ebû Hafs-ı Kebîr hazretlerinin, Ebû Hafs-ı Sagîr künyesiyle de meşhûr olan oğlu, Ebû Abdullah-ı Buhârî onun yetiştirdiği âlimlerdendir. Mâverâünnehr'de yetişen Hanefî âlimlerinin on dördüncü tabakasından olduğu, kaynaklarda bildirilmektedir. Babasından ilim öğrenip Buhârâ âlimleri arasında Reîsü'l-ulemâ, âlimlerin reisi, ünvânına ulaştı. Hattâ ilim öğrenmek için seyahatlere çıktı. Ebû Velid-i Tayâlisî, Hamîdî, Yahyâ bin Maîn ve daha başka âlimlerden ilim aldı ve hadîs-i şerîf öğrenip rivâyette bulundu. Kitâb-ül-Ehvâ vel-İhtilâf ve Er-Reddü alel-Lafziyye adında meşhur iki eseri vardır. Er-Reddü alâ-Ehlil-Hevâ kitabı da, Ebû Hafs-ı Sagîr'indir. Keşf-üz-Zünûn'da (R) harfinde, babası Ebû Hafs-ı Kebîr'e âid olduğunun bildirilmesi bir yanlışlıktır.

HAYIZ İLMİNİ ÖĞRENDİN Mİ?

Ebû Hafs-ı Kebîr hazretlerinin ilimde yüksek dereceye ulaşmasının sebebi şu menkıbeyle nakledilir. Ebû Hafs hazretleri gençlik yıllarında evlenmek isteyince, ilim ve iffet sâhibi, sâlihâ bir kızla evlendirdiler. Evliliğinin birinci gecesi, kız buna; "Kadınların âdet hâlleriyle ilgili hayız ilmini öğrendin mi?" dedi. "Hayır!" diye cevap verince, kız; "Allahü teâlâ, Tahrîm sûresi 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kendinizi ve emrinizde olanları Cehennem ateşinden koruyun!" buyurdu. Câhil olan nasıl koruyabilir?" dedi. Bu söz, Ahmed bin Hafs'a hoş geldi. Hanımını Allahü teâlâya emânet ederek, Merv şehrinde on beş yıl ilim tahsîl edip, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yüksek talebelerinden olan İmâm-ı Muhammed'den de ders aldı. Bu kadar zamandan sonra vatanına dönmesi için ona izin verdi. Hocası buna Ebû Hafs-ı Kebîr adını koymuştu. Dönüşünde, yanında Ebû Süleymân-ı Cürcânî de vardı.

Harezm'de, Ceyhun Irmağının üzerinden geçerken, Ebû Hafs'ın kitapları suya düştü. Ebû Süleymân'dan yazmak için kitaplarını âriyet, ödünç istedi. O da; "Sen, öyle ilim öğrenmeliydin ki, kitaba ihtiyâcın kalmamalıydı." dedi. Ebû Hafs, geri dönüp Merv şehrine geldi. Altı senede o kitapları ezberledi. Âlim olarak hanımının yanına döndü. Buhârâlılar, suyun kenarına kadar onu karşılamaya geldiler. Çok izzet, ikrâm ve tâzimde bulundular.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ HAMZA BAĞDÂDÎ



Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Dokuzuncu yüzyılda Bağdât'ta yaşadı. İsmi, Muhammed bin İbrâhim, künyesi Ebû Hamza'dır. Bağdâtlı olduğu için "Bağdâdî", tasavvuf ehlinden olduğu için "Sûfî" nisbeleriyle meşhur oldu. Bez sattığı için Bezzâz lakabı ile de bilinir. Bağdât'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 901 (H.289) senesinde Bağdât'ta vefât etti. Kabri oradadır.

İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin talebesi olan Kâdı Îsâ bin Ebân'ın âzâdlısı olan Ebû Hamza Bağdâdî, Bağdât'taki âlimlerden ilim tahsîl etti. Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kırâat ilimlerinde yüksek âlim oldu. İslâm dîninin emirlerine uyup yasaklarından sakınmak sûretiyle mânevî hallerde ilerledi. Sırrî-yi Sekatî ile başka velîlerin sohbetlerinde bulundu. Onlardan ilim ve mârifet aldı. Büyük velî Hâris-i Muhâsibî'nin sohbetlerinde bulunup, talebesi oldu. Uzun müddet onun hizmetinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Ebü'l-Hüseyin Nûrî ve Hayrunnessâc gibi velîlerle akran olup, onlarla arkadaşlık yaptı. Bâzı câhil ve kıskanç kimselerin halîfeye şikâyeti sebebiyle arkadaşlarıyla birlikte halîfe tarafından îdâma mahkûm edildiği sırada Ebü'l-Hüseyin Nûrî'nin kendinin arkadaşlarından önce îdâm edilmesini istemesi üzerine îdâm edilmekten kurtuldu. Ebû Türâb-ı Nahşebî ile arkadaşlık etti. Bir yere gideceği zaman onunla giderdi. İlim öğrenmek ve hadîs-i şerîf rivâyet etmek üzere defâlarca Basra'ya gitti. Büyük velî Bişr-i Hafî hazretleriyle sohbet etti. Hasan Musûhî'nin sohbetlerinde bulundu. Ahmed bin Hanbel hazretleri onun sohbetlerinde bulunup ona saygı ve hürmet gösterdi. Hattâ tasavvufla ilgili bir meseleyle karşılaşınca; "Ey Ebû Hamza! Bu hususta ne buyurursunuz?" diyerek ondan istifâde etmeye çalıştı. Ebû Bekr Kettânî ve Hayrunnessâc gibi büyükler ondan hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet ettiler. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri de onun sohbetlerinde bulundu.

Zâhirî ve mânevî ilimlerde yükselen derin bir âlim ve yüksek bir velî olan Ebû Hamza Bağdâdî, ilim meclislerinde ve sohbetlerinde pek çok âlim ve velî yetiştirdi. Uzaktan yakından sohbetlerine ve ilim meclislerine koşan insanlar ondan çok istifâde ettiler. Bağdât'ta Ressâfe isimli mescidde vâz ve nasîhat ederek insanların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Bu vâz ve nasîhatlarından birisinde buyurdu ki:

"Allahü teâlâ meâlen; "Câhillerden yüz çevir." (A'râf sûresi: 199) buyuruyor. Nefs, câhillerin en câhilidir. O halde ondan daha fazla yüz çevirmelidir."

Fakirliği sevmek çetin bir imtihandır. Buna sıddıklardan başkası sabredemez. Ne zaman yoksul bir halde bulunursam kendi kendime; "Bu yoksulluk hâli sana kimden geldi." derim. Sonra düşünür hiç bir kimseye bu yoksulluk hâlinin benden daha çok yaraşmadığını görürüm. O zaman onu hoşça kabullenir, berâber olurum.

"Sâdık ve samîmî bir sûfînin alâmeti; aziz iken zelil, zengin iken fakir, meşhûr iken meçhûl olmasıdır."

Ebû Hamza Bağdâdî hazretleri çok sevdiği talebelerinden birine nasîhat ederek buyurdu ki:

"Allahü teâlâ sana hayır yollarından birini açarsa, sen o yolda gayretle devâm et. Ama o nîmeti sana ihsân edeni ve o nîmete kavuşmana vesîle olanları da unutma. O nîmete kavuştuğun için büyüklenme. Senin yapacağın şey, buna kavuşturana şükretmendir. Eğer şükretmezsen, o nîmet, elinden alınır. İhsân edeni üzmüş olursun. Eğer şükredersen, sana daha hayırlı yollar, daha güzel nîmetler ihsân edilir. Nitekim Allahü teâlâ, İbrâhim sûresi 7. âyetinde meâlen; "Eğer şükrederseniz elbette size nîmetimi arttırırım ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun, gerçekten azâbım çok şiddetlidir." buyuruyor.

"Bir kimsenin, Allahü teâlâyı sevmesi, sonra da O'nu unutması, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, sonra da O'nu bulamaması ve Allahü teâlâyı anmadaki tadı alıp, sonra da O'ndan gâfil olması düşünülemez."

Hak teâlânın yolunu bilen için o yola girmek kolaydır. Allah'a giden yolda, Resûlullah'a hâl, fiil ve sözlerinde tâbi olmak tek kurtuluş yoludur.

Çeşitli sohbetleri sırasında şöyle buyurdu: "Bir kimse Hakk' ın yolunu bilirse kolaylıkla bu yolu tutabilir. Yolu bilmek, Hak teâlânın vâsıtasız olarak bunu ona öğretmesiyle olur. Yolu istidlalle yâni akıl yürüterek bulan kimse gâh isâbet, gâh hatâ eder."

"Cömertlik varlıklının yoksula vermesi değil, yoksulun varlıklıya vermesidir."

Birçok kerâmetleri görülmüş olan Ebû Hamza Bağdâdî hazretleri bir gece yolculuğa çıkmıştı. Gece yarısından sonra uykusu geldi. Bu sırada yol kenarındaki bir kuyuya düştü. Etrâfına bakındı çıkabilecek durumda değildi. Tevekkül üzere kuyunun içinde oturdu. O sırada kuyunun başına iki kişi geldi. Biri diğerine; "Bu kuyuyu böyle açık bırakmamız uygun olmaz. Onu dolduralım." dedi. Diğeri ise; "Bu kuyuyu dolduramayız ancak bunun ağzını kapatalım." dedi. Onlar böyle konuşurken Ebû Hamza Bağdâdî kendi kendine; "Ben buradayım." demek istedi. Tam bu sırada gâibden bir ses; "Bize tevekkül ediyorsun, bizim belâmızdan başkasına şikâyette mi bulunuyorsun?" dedi. Bunun üzerine sustu. Gelenler kuyunun ağzını kapatıp gittiler. Ebû Hamza Bağdâdî bir gündüz ve bir gece kuyuda kaldıktan sonra, bir hayvan kuyunun ağzını açıp ayağını; "Bana sıkı yapış." dercesine uzattı. Ebû Hamza hazretleri onu cinnî zannedip elini uzattı. Eline sert bir cisim değdi. O cisme yapışıp kuyunun dışına çıkıp kurtuldu. Bir de ne görsün. Onun çıkmasına çalışan varlık yırtıcı bir hayvanmış. O sırada kendisine gâibden bir ses; "Ey Ebû Hamza! Biz seni bir belâdan bir belâ ile kurtardık. Seni korktuğun şeyden başka bir korktuğun şeyle kurtardık."

Ebû Hamza Bağdâdî'ye nisbet edilen kerâmetlerin bir kısmı Ebû Hamza Horasânî'ye de isnâd edilmektedir.

Uzun bir ömür süren Ebû Hamza Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru Medîne isimli mescidde insanlara vâz etmeye başladı. Bir Cumâ günü bu mescidde vâz ederken kendisine gâibden bir ses geldi ve; "Ey Ebâ Hamza! Bugüne kadar konuştun. Çok güzel ve tesirli konuşuyorsun. Ama bundan sonra konuşmaman daha hayırlıdır. Bakalım güzel konuşmayı başardığın gibi güzel sükûtu da başarabilecek misin?" denildi. Bu sesi işitince, birden rengi değişti. Halsiz ve bitkin olarak kürsüden yere düştü. Ondan sonra hiç konuşmadı. Allahü teâlâya ibâdet ve zikirle meşgûl oldu. Ertesi Cumâya varmadan 901 (H.289) senesinde vefât etti. Sevenleri tarafından Bağdât'ta defnedildi.

HERKESİN HAKKINI GÖZET

Nasîhat isteyen birisine buyurdu ki: "Nefsin, senden selâmet bulursa, onun hakkını vermiş olursun. Halk selâmette kalırsa onların haklarını ödemiş olursun. Yâni haklar iki türlüdür. Biri nefsinin üzerindeki hakkı, ikincisi halkın üzerindeki hakkıdır. Nefsini günahtan men eder ve âhiretteki selâmetini taleb edersen, hakkını îfâ etmiş olursun. Halk senin kötülüğünden emin olur, sen de onlar için kötülük istemezsen, haklarını edâ etmiş olursun. Kötülüğünün sana da halka da zarar vermemesi için çalış. İşte bunun için Hakk'ın hakkını ödemek ile meşgul ol. En iyi bilen Allahü teâlâdır.

GARÎB

Ebû Hamza Bağdâdî hazretleri bir yolculuk sebebiyle Likâm Dağında bulunuyordu. Üç kişiyle karşılaştı. Bunlardan ikisi aba, birisi de altın işlemeli bir gömlek giymişti. Bu kimseler Ebû Hamza Bağdâdî'yi görünce; "Garib misin?" diye sordular. Ebû Hamza Bağdâdî; "Bir kimsenin sığınağı Allahü teâlâ olursa, onun için gariblik söz konusu değildir." dedi. Bu sözü işiten o kimseler, Ebû Hamza Bağdâdî hazretlerine yakınlık duydular. Sonra içlerinden birisi; "Bana bir parça peksimet verin." dedi. Ebû Hamza hazretleri; "Ben şeker ve helvasız peksimet yemem." dedi. Hemen onun istediği şeker ve helva ile birlikte peksimet verdiler.

Ebû Hamza Bağdâdî hazretleri sırmalı gömleği olan kimseye dönerek; "Şu altın sırmalı gömlek nedir?" diye sordu. O kimse; "Zararlı olan haşerelerden şikâyetçi olduğum için, Allahü teâlâ bana cezâ olarak bu gömleği giydirdi." dedi. Ebû Hamza Bağdâdî bu cevap üzerine, kendisinin fakirlik, belâ ve musîbetler içerisinde bulunmasına şükretti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ HAMZA HORASÂNÎ


Horasan bölgesi velîlerinden. Nişâbur'un Mülkâbâd mahallesindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleriyle aynı asırda yaşamıştır. Ebû Türâb-ı Nahşebî ve Ebû Saîd-i Harrâz ile yolculuk edip sohbet etmiştir. Zamânındaki âlimlerin ve evliyânın ileri gelenlerinden idi. Dînî meselelerin inceliklerine vâkıftı. Verâ sâhibiydi. Haramlardan çok sakınırdı. Ahmed bin Hanbel hazretleri ona hürmet duyar, tasavvufla ilgili meselelerde ona sormadan cevap vermezdi. Kendisine sorulan bir meseleyi Ebû Hamza Horasânî'ye arz eder; "Bu hususta ne buyurursun ey sofî!" derdi. Uzun seneler insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için gayret sarfeden Ebû Hamza Horasânî pekçok defâ hacca gitmiştir. Hac yolculukları ve hac ibâdeti esnâsında pekçok âlim ve evliyâyla görüşüp sohbette bulundu. 902 (H.290) senesinde Nişabur'da vefât etti. Ebû Hafs-ı Haddâd'ın kabri civârına defnedildi.

Ebû Hamza Horasânî hazretleri, derin âlim ve büyük velî idi. Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin sünnetine tam uyardı. Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınırdı. Dünyâya meyletmezdi. "Bir kimse ölümü unutmaz devamlı düşünürse, bâkî devamlı olan her şey ona sevdirilir ve fânî, geçici olan her şeyden nefret ettirilir." buyururdu.

"Allahü teâlâ hakkında mârifet sâhibi olan ârif-i billah kimse, maîşetini günü gününe temin eder. Yâni sâdece günlük maîşetini düşünür. Dünyevî maîşetini asgarîye indirerek uhrevî maîşetini âzamiye çıkarır." buyurmuştur.

Bir kimse gelerek; "Bana nasîhat et." dedi. Ebû Hamza Horasânî ona; "Önündeki sefer için azık hazırla." buyurdu.

"Garip kimdir?" diye sorulunca; "Ülfetten sıkılandır. Yâni dost ve akrabâsından sıkılan ve onlara yabancılaşan kimsedir. Bir kimse her nevî ülfetten sıkılırsa o garîb olur. Zîrâ dervişin dünyâda vatanı yoktur. Vatan olmayan yerde ülfet sıkıntıdır. Dervişin ülfeti, yaratılmışlardan ve Allahü teâlâdan başkasından kesilince, o her şeyden sıkılır. O işte o zaman garîb olur. Bu yüksek bir derecedir. En iyi bilen Allahü teâlâdır."

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir gün yolda giderken, çıplak bir şekilde halkın arasında dolaşan iblisi gördü ve; "Ey mel'ûn! Şu insanlardan utanmıyor musun?" buyurdu. İblis; "Hangi insanlardan? Bunlar insan mıdır? Şünûziye'dekiler insandır. Çünkü onlar ciğerimi yakmışlardır?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri kalkıp Şünûziye'deki câmiye gitti. Ebû HamzaHorasânî'yi başını önüne eğmiş, zikir ve tefekkür ile meşgûl olduğunu gördü. Olanları Ebû Hamza'ya anlattı. Ebû Hamza Horasânî hazretleri; "O mel'ûn yalan söylemiştir. Zîrâ Allahü teâlânın evliyâsı, iblisin kendilerine muttalî olamayacağı kadar azizdirler." buyurdu.

Bir ara Rey şehrinde bulunuyordu. Rey mescidinde ayağına sarmak üzere bir bez istedi. Birisi ona kıymetli olan Mısır ipeği getirdi. O bu ipeği ayağına dolak yaptı. Ona; "Niçin böyle yaptın. O pahalı şey dolak olur mu?" dediler. Buyurdu ki: "Ben yoluma hıyânet etmem. Yâni dünyâya ve dünyâdaki kıymetli şeylere değer vermem. Dünyâdan çekilmek lâzımdır. Yanında dünyânın bir kıymeti olsa tereyağından kıl çeker gibi o şey seni tasavvuftan çeker dışarı bırakır. Sofîler dünyâya kıymet vermezler. Bundan dolayı da gam yemezler. Eğer bütün dünyâyı derleyip toplayıp bir dervişin ağzına koysan, o isrâf olmaz. İsrâf, Hak teâlânın rızâsının hilâfına, tersine sarfettiğin şeydir. Hak teâlâ senin dünyânın terkini değil, gönlünden dünyâ sevgisinin terkini ister. Yâni gönlünden dünyâ muhabbetini gidermek Hak teâlânın indinde mûteberdir. Elinden dünyâyı çıkarıp tekrar ona dönmek değil. Dünyânın hepsi bir kerpiç parçasıdır. Senin ondan nasîbin ancak bir toz kadardır."

İnsanlara dünyâ ve âhirette kurtuluşun yolunu göstermek için ettiği sohbetlerinde buyurdu ki: "Nefsinden sıkılan kimsenin gönlü, yüce Mevlâsına bağlanmakla ünsiyet, yakınlık ve huzur bulur."

"Ârif, ikrâm olunan şeyin yok olmasından, eldeki nîmetin gitmesinden ve vâd edilen azâbın başa gelmesinden korkar. Ârif maîşetini günü gününe savar, gıdâsını günlük olarak alır."

"Allahü teâlâ bir kimseye şefkatle nazar ederse, hiç şüphe yok ki bu nazar o kimseyi mesûd kişilerin menzillerine ulaştırır. Onun içini ve dışını doğrulukla süsler."

"Sofî kimdir?" diye soran bir kimseye; "Sofî, her çeşit pislikten tasfiye edilen ve kendisinde hiç bir şekilde muhâlefet kiri kalmayan kimsedir." buyurdu.

PARAYI ÇIKARIP ATTI

Ebû Hamza Horasânî hazretleri, bir keresinde hiç kimseden bir şey istemeden ve hiç kimseye iltifat etmeden tevekkül ederek çölde sefere çıkmayı nezr etti. Bu nezir sebebiyle su tulumu ve ip almadan yola çıktı. Cebinde kız kardeşinin verdiği bir mikdâr gümüş para vardı. Yolda giderken nefsinden tevekkül esâsı üzerine olmasını isteyerek; "Utanmıyor musun? Semâyı direksiz olarak muhâfaza eden Allahü teâlâ, senin mîdeni gümüş para olmadan doyurmaya kâdir değil midir?" dedi. Hemen o parayı çıkarıp attı ve yoluna devâm etti. Derken yol üzerinde kazılmış bir kuyuya düştü. Nefsi; "İmdat." diye bağırması için kendisiyle çekişmeye başladı. Nefsine karşı; "Olmaz böyle şey, vallahi Allahü teâlâdan başka kimseden yardım istemem." dedi. Kendi kendine mücâdele ederken kuyunun yanından geçen iki adamdan birinin diğerine; "Şu yol üzerindeki kuyunun ağzını kazâra bir kimsenin düşmemesi için kapatalım." dediğini işitti. Biraz sonra kuyunun yanına gelen yolcular kuyunun ağzını ağaç ve odunlarla kapattılar. Yerle bir oluncaya kadar toprakla örttüler. Bu sırada Ebû Hamza Horasânî'nin feryâd etmek aklına geldi. "Ey şu adamlardan bana daha yakın olan!" diye nidâ etti ve sustu. Kuyunun ağzını kapatan adamlar oradan ayrılıp gittikten sonra bir hayvanın kuyunun ağzından ayaklarını; "Bana sarıl." der gibi aşağıya doğru sarkıttığını gördü. Ona sarılan Ebû Hamza Horasânî yapışıp kuyudan çıktı. Bunun bir arslan olduğunu gördü. O zaman ona gâibden bir ses dedi ki: "Ey Ebû Hamza! Seni kuyuda mahvolmaktan arslanla bir tehlikeden başka bir tehlike ile kurtarmamız güzel bir şey değil mi?" Ebû Hamza Horasânî hazretleri olanlar üzerine şu ilâhîyi okuyarak yoluna devâm etti: "Gizlediğim şeyi sana anlatmaktan korkuyorum. Gözümün gönlüme anlattıklarını sırrım açıklıyor. Senden hayâ etmem aşkımı gizlememe engel oluyor. Bana bahşettiğin fehm (idrak) sâyesinde keşfe muhtâc olmaktan beni kurtardın. İşlerim konusunda bana lütfettin ve dış yüzümü iç yüzüme gösterdin. Zâten lütuf, lütf ile idrâk edilir. İhsâna ihsânla kavuşulur."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ HÂŞİM SOFÎ




Tasavvufta ilk defâ sofî nâmıyla anılan meşhur velî. Ebû Hâşim Sofî künyesi ile tanınmış olup, doğum târihi bilinmemektedir. Aslen Kûfelidir. Bağdât'ta ikâmet etmiştir. 777 (H.161) senesinde vefât etti.

Ebû Hâşim hazretleri, evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî'nin hocasıdır. Remle'de bir dergâhda ikâmet ederdi. Bu dergâhın yapılması şöyle anlatılır:

Ebû Hâşim Sofî tasavvuf deryâsına dalmış bir hâlde, hep yüksek hâller ve mârifetler içinde günlerini geçirirdi. Bu derecede olanlarla sohbet ederdi. Bir gün kırda velîlerden bir dostu ile buluşup derin sohbetlere dalmışlar, sonra yanlarına aldıkları azıklarını da birlikte yiyip ayrılmışlardı. Onların bu hâlini o sırada ava çıkmış olan bir vâli ibret ve hayretle seyretmişti. Vâli, Ebû Hâşim Sofî'nin yanına yaklaşıp merakla sohbet ettiği arkadaşının kim olduğunu sordu. Bilmiyorum cevâbını alınca hayret etti. Samîmî görüşmelerinin sebebini sorunca, bu bizim mesleğimiz ve yolumuzdur. Böyle emrolunmuşuz, dedi. Vâli bu tatlı sohbetler için toplandıkları bir yerlerinin olup olmadığını sorup, hayır cevâbını aldı. Size bir binâ, dergâh yaptırayım orada toplanırsınız, dedi. Sonra Şam Remle'sinde bir dergâh yaptırdı. Tasavvuf erbâbı ve muhabbet ehli için yapılan ilk dergâh bu oldu. Bu dergâhda sohbet edenEbû Hâşim Sofî, sohbetleriyle ve yaşayışı ile insanlara örnek olup rehberlik yaptı. Tasavvuf onun rehberliği ile daha yaygın bir hâle geldi. Kendisinden önce de zühd, verâ, tevekkül ve muhabbette meşhur velîler vardı. Fakat ilk defâ Sûfî adı verilen ve tasavvufu belli bir dergâhta anlatan o oldu.

Büyük İslâm âlimleri, Ebû Hâşim Sofî'yi çok övüp, onu hep hürmetle yâd ederlerdi. Süfyân-ı Sevrî onun hakkında şöyle buyurdu: "Ebû Hâşim Sofî'yi görmeden önce tasavvuf ehli kimdir, sofî nedir bilemezdim. O olmasaydı, ben ince bilgileri bilmezdim. Onunla görüşüp sohbet etmeden önce bende riyâ eseri varmış. Riyânın inceliklerini ve riyâyı terketmeyi ondan öğrendim."

Mansûr İmâr-ı Dımaşkî onu şöyle anlatır: "Ebû HâşimSofî'ye ölüm hastalığında, kendini nasıl buluyorsun?" dedim. Muhabbet ve aşk, belâdan çoktur, yâni gerçi belâ büyüktür, fakat muhabbet yanında küçük kalır." Ebû Hâşim Sofî; "Yâ Rabbî! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım." derdi. Mânevî ilimlerde mütehassıs idi.

Buyurdular ki:

"İğne ile dağı devirmek, kalpten kibri söküp atmaktan kolaydır."

"Kişinin nefsini güzel edeb ile süslemesi, ehlini terbiye etmeye sebebdir."

"Allahü teâlâ, kullarının sâdece kendi rızâsını isteyip, onunla hoşnûd olmaları, dünyâdan yüz çevirmeleri için, dünyâyı keder ve üzüntü yeri yaptı."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ İDRÎS HAVLÂNÎ


Tâbiînin meşhurlarından ve büyük velî, fıkıh âlimi. İsmi Aizullah olup, babasınınki Abdullah'tır. Künyesi Ebû İdris'dir. 629 (H. senesinde doğdu. Doğum yeri belli değildir. Şam'da yaşayan Ebû İdris Havlânî Eshâb-ı kirâmın sohbetleriyle yetişti. Onlardan çok sayıda hadîs-i şerîf nakletti. İlmiyle amel eden bir zât idi. 699 (H.80) senesinde Şam'da vefât etti.

Ebüdderdâ, Ebû Zer, Huzeyfe, Ubâde bin Sâmit, Avf bin Mâlik, Ebû Hüreyre gibi birçok âlimden hadîs bildirmiştir. Ondan da Zührî, Mekhûl, Yûnus bin Meysere ve başka âlimler, hadîs rivâyet etmişlerdir. Nesâî, onun hadîs ilminde güvenilir olduğunu kabul etmektedir. Ebû İdris hazretleri, Şamlıların vâizi ve hâkimiydi.

Ebû İdris Havlânî bir gün Muaz bin Cebel'e; "Ben seni Allah için seviyorum." dedi. Muaz bin Cebel de ona; "Müjdelerim. Müjdelerim. Resûlullah'tan duydum. O; "İnsanlardan bir topluluk için, kıyâmet günü Arş'ın etrâfında kürsüler vardır. Onların ise, yüzleri dolunay gecesindeki ay gibidir. İnsanlar korku içindedirler. Fakat onlar korkmazlar. Onlar; Allahü teâlânın kendilerine korku vermediği velî kullarıdır. Onlar mahzûn olmazlar." buyurdu. Peygamber efendimize; "Onlar kimlerdir, yâ Resûlallah?" diye sorulduğunda; "Allahü teâlâ için birbirini sevenler." buyurdu." diye müjde verdi.

Ebû İdris hazretleri buyurdular ki:

Yemenli bir zât şöyle duâ ediyordu. "Allah'ım! Benim bakışımı ibret, susmamı tefekkür, konuşmamı zikir yap."

"Horasan'da Dahhâk hazretleri ile karşılaştım. Üzerimde, eski bir kürk vardı. Dahhâk; "Kirli elbiseler içerisinde temiz bir kalp, temiz elbiseler içindeki kirli bir kalbden daha hayırlıdır, iyidir." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ İMRÂN (Mûsâ)


İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerinin beşinci batından dedesidir. Mısır'da Sa'îd-i Mısır adlı bölgenin aşağı kısmında ve Nil Nehrinin batı sâhilinde bulunan Behensâ beldesindendir. Doğum târihi belli değildir. Benî Zuglâ kabîlesine mensup, Tilmsân Sultânı Ebû Abdullah ez-Zuglâ'nın evlâdındandır.

Ebû İmrân, sultan olan babasının yanında yetişip büyüyünce, Allah yolunda bulunmayı, kendisini tasavvufa vermeyi saltanata tercih etti. Babası ilk zamanlarda onun bu hâlini garip karşıladı. Daha sonra işinde kendisini serbest bıraktı. Ebû İmrân Mûsâ, talebe olmak üzere, Şeyh-ül-Magrib olarak tanınan Ebû Midyen et-Tilmsânî hazretlerinin huzûruna vardı. Ebû Midyen buna; "Kime mensûbsun?" diye sordu. O da; "Sultan Ebû Abdullah'a." dedi. "Nesebin (soyun) kime kadar ulaşır?" diye sorunca, "Muhammed bin Hanefiyye bin Ali bin Ebî Tâlib'e." dedi. Ebû Midyen; "Fakîrlerin (tasavvuf yolunda bulunanların) yolu ile saltanat ve neseb (soy) asâleti bir arada bulunmaz." dedi. O da; "Ey efendim! Siz şâhid olun ki şu andan îtibâren sizden başkasına bağlı bulunmayı terkettim. Başka şeylerin hepsinden ayrıldım. Soyumla anılmayı değil, sizinle anılmayı şeref kabûl ettim." dedi.

Bunun üzerine Ebû Midyen hazretleri bunu talebeliğe kabûl etti. Gayret ve istîdâdının fazlalığı sebebiyle, kısa zamanda ilimde ve mânevî hâllerde yükselerek, o büyük zâtın talebelerinin önde gelenlerinden oldu. Birçok kerâmeti görüldü. Vahşî hayvanlar ile konuştuğu herkes tarafından bilinirdi. Arslanlar bile bu zâtın Allah'a bağlılığından hâsıl olan heybetinden korkup çekinirlerdi. Halktan, bizzât bunları görenler az değildi.

Ebû Midyen et-Tilmsânî hazretlerinin huzûrunda yetişerek, üstün derecelere, yüksek makamlara kavuşan Ebû İmrân, kendisi gibi yetişen bâzı arkadaşları ile birlikte, hocaları Ebû Midyen tarafından, insanları irşâd etmek, onlara saâdet yolunu göstermek üzere, Mısır'da değişik beldelere gönderildi. Yola çıkacakları zaman, Ebû Midyen hazretleri, Ebû İmrân'a; "Mısır'a ulaştığında, Sa'îd bölgesinde bulunan Hûr nâhiyesine git! Senin kabrin orada olacaktır." buyurdu. O da; "Başüstüne efendim." diyerek, bildirilen yere vardı. Hocasından öğrendiği yüksek din bilgilerini, talebelerine, ilim âşıklarına anlatmaya, öğretmeye başladı. Pekçok talebe yetiştirdi. Çok kerâmeti görüldü. Bir talebesine nidâ ettiği, seslendiği zaman, o talebe bir senelik mesâfede de olsa, Allahü teâlânın izni ile hocasının sesini duyar ve cevap verirdi. Yine talebelerinden birisi bir sıkıntıya düşüp ondan yardım istese, ona seslense, Allahü teâlânın izni ile o talebesinin hâlini anlar, sesini duyar, bir senelik mesâfede de bulunsa, Allahü teâlânın izni ile derhâl imdâdına yetişirdi. Ona yardım edip, sıkıntıdan kurtarırdı. Ebû İmrân Mûsâ hazretleri burada, aşk ve şevk ile uzun yıllar hizmet etti. Birçok kimse ondan ilim öğrenip, istifâde ettiler. Hocası Ebû Midyen'in işâret ettiği gibi, o beldede vefât etti. Kabri oradadır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ İSHÂK EL-FEZÂRÎ

Sekizinci yüzyılda Kûfe ve Şam taraflarında yaşamış olan evliyâdan ve İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Muhammed bin Hâris'dir. Ebû İshâk künyesiyle ve Fezârî nisbesiyle meşhur olmuştur. Kûfe'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 802 (H.186) senesinde Masîsa şehrinde vefât etti.

Kûfe'de dünyâya gelen Ebû İshâk el-Fezârî, küçük yaşta tahsîle başladı. Şam'a gelerek, o beldenin âlimlerinden ilim tahsîl etti. Hadîs ilmini öğrendi. Tâbiînden Humeyd et-Tavîl, Ebû Tıvâle, Ebû İshâk es-Sebiî, İmâm-ı A'meş, Mûsâ bin Ukbe, Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, İmâm-ı Mâlik, Şû'be bin Haccâc, Süfyân-ı Sevrî gibi büyüklerle görüşüp, onlardan ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyet etti. İmâm-ı Evzâî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Hadîs, fıkıh ilimlerinde imâm ve sika, güvenilir bir zât oldu. Pekçok kimse ondan ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Muâviye bin Amr, El-Ezdî, Zekeriyâ bin Adiy, Ebû Üsâme, Muhammed bin Selâm el-Bîkendî, İbn-i Mübârek, Muhammed bin Kesîr el-Masîsî gibi zâtlar bunlardandır.

Zâhirî ilimlerde yüksek bir âlim olan Ebû İshâk el-Fezârî hazretleri, sünnet-i seniyyeye tam tâbi olmak sûretiyle kalb ilimlerinde de ilerledi. Fazîlet sâhibi ve güzel ahlâklı bir velî oldu. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetine son derece bağlı olan Ebû İshak el-Fezârî, bid'atlere, Peygamber efendimiz ve eshâbı zamanında olmayıp da sonradan dîne ibâdet olarak sokulan şeylere şiddetle karşı çıktı. Bulunduğu şehrin sınırları içine bid'at sâhibi biri girse, onun derhal dışarı çıkartılması için çalışırdı. Beyrut civârında bulundu. İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Edebi ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnetini öğretti.

İlim ve fazîletteki yüksek derecesi, zamanında yaşayan âlim ve velîler tarafından takdir edildi. Şöhretini duyan halîfe Hârûn Reşîd, insanlara İslâmiyeti anlatması için onu Bağdât'a dâvet etti. Bağdât'a giderek insanlara faydalı olmaya çalışan Ebû İshâk el-Fezârî'ye, halîfe çok iltifât ve ihsânlarda bulundu.

Bağdat'ta bulunduğu sırada namaz vakitlerinin hesaplanmasında ilk defâ usturlâb âletini kullandı. Namaz vakitlerinin hesaplanmasıyla ilgili geniş çalışmalar yaptı. Astroloji üzerine bir kasîde yazdı. Gerçek zevâl (öğle) vaktinin ölçümüyle ilgili bir eser hazırladı.

Halîfenin ve sarayın çevresinde yaşadığı hayat onu sıktığı için insanlardan uzak bir hayat yaşamayı tercih ederek Bağdat'tan ayrıldı. Masîsa şehrine yakın bir yerde, insanlardan uzak münzevî bir hayat sürdü. Tenhâ yerlerde sâde olarak yaşamayı tercih etti.

Ebû İshâk, Ehl-i sünnet bilgilerini yayarak, hakîkî müslümanlara yardım ederdi. Doğru yoldan kaymış bid'at sâhiplerini, nakle dayanan vesikalarla cevap vererek sustururdu.

Abdurrahmân bin Mehdî; "İmâm-ı Evzâî ile İmâm-ı Fezârî hadîs ilminde imâmdır. Onların rivâyet ettikleri hadîslerin sıhhatine, hiç düşünmeden, rahatlıkla emin olabilirsiniz." buyurdu.

Fudayl bin İyâd hazretleri de; "Rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Oturuyorlardı. Yanlarında, oturulacak boş bir yer vardı. O yere oturmak üzere yaklaştım. Bana buyurdu ki: "Bu boş yer Ebû İshâk Fezârî içindir."

Üstün ilmine ve şöhretine rağmen insanlar tarafından medhedilmekten hoşlanmayan Ebû İshak Fezârî buyurdu ki:

"Bâzı kimseler, insanlar tarafından medholunmayı seviyorlar. Halbuki, Allahü teâlânın rızâsı yanında, insanların övmelerinin, hiç kıymeti yoktur."

Allahü teâlânın kullarının kendilerine verilen nîmetlere şükretmesi gerektiğini bildiren Ebû İshâk Fezârî buyurdu ki:

"Bir nîmete kavuşan kimse Elhamdülillahi alâ küllî hâl duâsını okursa, o nîmete şükretmiş olur. Bir musîbetle karşılaşınca bu duâyı okursa, o musîbete sabretmiş olur."

Ebû İshâk el-Fezârî hazretleri ömrü boyunca Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini öğrenmek, öğretmek ve yaşamakla meşgul oldu. Masîsa'da bulunduğu sırada 802 (H.186) senesinde vefât etti. Vefât târihi hakkında başka rivâyetler de vardır.

Ebû İshak el-Fezârî'nin siyer ve megâzî ilmine dâir Kitâbü's-sîre fil-Ahbâr vel-Ahdâs adlı iki cildlik bir eseri vardır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ İSHÂK İBRÂHİM BİN MÜVELLED


Suriye'de yetişen velîlerden. Onuncu yüzyılda yaşamıştır. İsmi, İbrâhim bin Ahmed'dir. Ebû İshâk ve Ebü'l-Hasan künyeleriyle bilinir. Suriye'nin Rakka şehrinde doğduğu için Rakkî nisbesiyle tanındı. Doğum târihi bilinmemektedir. 953 (H.342) senesinde vefât etti.

Ebû İshâk İbrâhim bin el-Müvelled, zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde yüksek âlim oldu. Tasavvufa karşı alâka duydu. Kendisine rehberlik edecek velî bir zâtı aramaya başladı. Evliyâdan olan Müslim-i Mağribî'nin ziyâretine gitti. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:

"Müslim-i Mağribî'nin rahmetullahi aleyh ziyâretine gitmiştim. Mescidine vardığım zaman, namaz kıldırıyordu. Fâtiha, tecvîd ilmine göre okunmamıştı. Kendi kendime; "Buraya gelmek için boşuna zahmet çekmişim." dedim. O gece orada kalıp ertesi günü Fırat Nehri kenarına gitmek için yola çıktım. Yolda bir arslanın yattığını gördüm. Yanından geçmekten çekinip geri döndüğümde, başka bir arslanın bana doğru geldiğini farkettim. Korkudan bağırdım. Müslim-i Mağribî sesimi duyunca dışarı çıktı. Arslanlar kendisini görünce sâkinleştiler. Onların kulaklarından tutup götürdü ve; "Kim olursa olsun, benim misâfirim olan kimseye saldırmayın." buyurdu. Bana da dönüp; "Ey Ebû İshâk! Sizler zâhirinizi düzeltmekle meşgul oluyor ve Allahü teâlânın mahlukundan korkuyorsunuz. Biz ise bâtınımızı düzeltmekle meşgul olunca, mahluklar bizden korkmaya başladı." buyurdu. Hatâmı anlayıp tövbe ettim ve kendisinden özür diledim. Özrümü kabûl edip, bana iltifât etti. Bu hâdiseden sonra, görünüşe göre hüküm vermenin çok yanlış olduğunu, kendisinden ilim öğrenilecek zâtta kusur aranırsa (görülürse) ondan hiç istifâde edilemeyeceğini anladım. Kendisinden ilim ve edeb öğrenilecek hakîkî din âlimine tam teslim olmalı, onda bir noksan aranmamalıdır. Bütün kusur ve kabahatleri kendisinden bilmeli, her hâl-ü kârda edebe riâyet etmelidir. Hocasının ilminden, feyz ve bereketlerinden istifâde etmenin, ancak bu şekilde olduğunu düşünerek, bu yolda ilerlemek için gece-gündüz çalışmalıdır. Kolaylık vermesi için ve bunca nîmetlere kavuştuktan sonra mahrûm olmak felâketine düşmekten koruması için, ağlayarak Allahü teâlâya yalvarmalıdır."

Ebû İshâk hazretleri, bundan sonra tasavvuf yolunda ilerlemek için çok çalıştı.

Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Abdullah bin Cellâ, İbrâhim-i Kassâr, Abdullah bin Câbir'in yanında başka âlim ve velîlerin ilim meclisleri ve sohbetlerinde bulundu. İlimde ve fazîlette yükselip zamanla, ilim sâhibi insanların, müşkillerini halledebilmek için kendisine mürâcaat ettikleri, derecesi çok yüksek bir zât oldu. İnsanlara vâz ve sohbetleriyle İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermelerine vesîle oldu. İnsanlar onun derin mânâlı sözlerinden istifâde edebilmek için etrâfında toplanıp, ilminden ve güzel ahlâkından çok faydalandılar.

Başlangıçta; "İnsan, kalbini düzeltmek için meşgûl olduğu zaman mahluklar ondan korkarlar." sözünü kendisine düstûr edinen Ebû İshâk İbrâhim bin el-Müvelled, her an Allahü teâlâyı düşünür, O'nunla meşgûl olurdu. Bu sebeple de diğer mahluklar ondan korkarlardı.

Bir gün talebelerinden birisine elbisesinden bir parça hediye etmişti. O talebe, sahrada yalnız başına giderken, bir arslan gördü. Arslan hemen saldıracak gibi dikkatle baktı. Sonra yüzünü toprağa sürdü ve yavaşça oradan ayrılıp gitti. O kimse, hocasının elbisesinden bir parçanın üzerinde bulunduğunu, arslanın bakınca o parçayı gördüğünü hatırladı. O kumaş parçasının sâhibi olan mübârek hocası hürmetine, arslanın kendisine saldırmadığını anlayıp, Allahü teâlâya şükretti. Hocasına olan muhabbet ve bağlılığı, daha da arttı.

Ebû İshâk İbrâhim bin el-Müvelled, ihlâs ile Allahü teâlânın rızâsını düşünerek ibâdet ederdi. İhlâs ile ilgili olarak buyurdu ki:

"Yapılan ibâdetin tadı, ihlâs iledir. İhlâs ile yapılan ibâdet, kalbe, rûha rahatlık ve lezzet verir. Ucb, kendini ve amelini beğenmek durumu olursa bu tad kalmaz."

"Bir kimse Allahü teâlânın emir ve yasaklarından birini nefsi için yaparsa, o ameli ya kabûl olunur veya kabûl olunmaz. Ama, o ameli yapmaya kalkarken Allah için niyet ederse, o amelin kabûl olunacağı muhakkaktır."

"Allahü teâlânın Zümer sûresi 54. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Başınıza azap gelip çatmadan (tövbe edip) Rabbinize dönün. O'na hâlis ibâdet edin, sonra kurtulamazsınız." buyurduğunu ve Allahü teâlâya kavuşacak yolu bildiği halde, O'ndan başkası ile meşgûl olana çok taaccüb edip şaşarım."

Yiyip içmenin edepleriyle ilgili olarak buyurdu ki: "Yemekte edeb odur ki, yemek ancak zarûret olduğu zaman yenir. Her zaman yenmez."

Diğer aklî ve naklî ilimlerde yüksek âlim olan Ebû İshâk İbrâhim bin el-Müvelled, hadîs ilminde de yüksek idi. Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini rivâyet etti:

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hazret-i Ebû Hüreyre'ye buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre! Verâ sâhibi ol! İnsanların en âbidi olursun. Kanâat sâhibi ol! İnsanların en çok şükredeni olursun. Kendin için istediğini, insanlar için de iste! Kâmil mümin olursun. Sana komşu olanlarla iyi komşuluk yap! Hakîkî müslüman olursun. Gülmeyi azalt! Şüphesiz ki çok gülmek kalbi öldürür."

Onun ilim meclislerinde ve sohbetlerinde pekçok kimse hidâyete kavuşup, Allahü teâlânın sevdiği kulları arasında yer aldı. Rakka şehrinin en büyük âlimi ve velîsi olan Ebû İshâk İbrâhim bin el-Müvelled 953 (H.342) senesinde Rakka'da vefât etti. Orada defnedildi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ İSHÂK ŞÂMÎ-İ ÇEŞTÎ



Tasavvufta Çeştiyye yolunun büyüklerinden. Lakabı Şerefüddîn'dir. Çeşt'te otururdu. Bu yüzden ona Çeştî, yoluna Çeştiyye, talebelerine Çeştiyye mensubu denildi. 940 (H.329) yılında vefât etti. Kabr-i şerîfi Akka'dadır.

Zâhirî ve bâtınî ilimleri Hâce Mimşâd Dîneverî'den tahsil etti. İlk zamanlarda evliyâullahtan birine talebe olmak istedi. Kırk gün istihâreye yattı. Kırkıncı gün gâibden bir ses; "Ey Ebû İshâk! Git Mimşâd Dîneverî'nin emniyet ve kurtuluşa götüren eteğine yapışıp maksadına ulaş." dedi. Bunun üzerine Mimşâd Dîneverî'nin yanına gidip, hizmetine girdi. Yedi sene onun yanında bulundu. Bu zaman zarfında kemâle geldi. Hocasına halîfe oldu. İzin alıp, Çeşt şehrine giderek, insanları irşâd etmeye, onlara doğru yolu anlatmaya başladı. Hocasının vefâtından sonra da yerine geçti. Çeşt'te birçok talebe yetiştirip, çok sayıda insanın âhiret saâdetine kavuşmasına sebeb oldu. Vefâtından sonra yerine, talebelerinin en üstünü olan Ebû Ahmed Ebdâl Çeştî hazretleri geçti.

Ebû İshâk Çeştî hazretleri, dünyâya hiç ehemmiyet vermezdi. Değil günah işlemek, işlediği hayırlı amellere tövbe ederdi. Haftada bir yemek yer ve; "Açlık, dervişlerin mîrâcıdır." buyururdu. Vaktini, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapılan amellere ayırırdı. Ömrü, hep ibâdet ve insanları doğru yola çağırmakla geçti. Ebû İshâk hazretlerinin sohbetlerinde bulunan kimse günahtan çok sakınırdı. Hasta bir kimse o meclise gelse, şifâ bularak çıkar giderdi.

Çeşt şehri ahâlisinden biri anlatır: "Çeşt bölgesinde kuraklık olup, aylarca yağmur yağmadı. İnsanlar ve hayvanlar susuzluktan ızdırap içindeydi. Belde sâkinleri gidip, Ebû İshâk Çeştî hazretlerinden yağmur için duâ etmesini istediklerinde; duâ etti. Çok geçmeden yağmur yağmaya başladı. O kadar çok yağdı ki, halk bu defâ yağmurun durması için duâ isteğinde bulundu. Tekrar duâ etti ve yağmur kesildi."

Siyer-ül-Aktâb adlı eserin yazarı; "Ebû İshâk Çeştî hazretlerinin Akka'da kabrinin yanına giden, akşamdan sabaha kadar, kabrinin üzerinde yanan nûrânî ışığı görür. Rüzgâr ve yağmur ne kadar şiddetli olursa olsun, o ışığa aslâ zarar veremez." buyurmaktadır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ İSHÂK-I ŞÎRÂZÎ



Meşhûr âlim ve velîlerden. İsmi, İbrâhim olup babasınınki Ali'dir. Künyesi Ebû İshâk-ı Şîrâzî olup "Cemâl-üd-dîn", "Şeyh-ül-İslâm" ve "Şeyh-ül-İmâm" lakabları ile tanınmaktadır. 1003 (H.393) senesinde, İran'ın köylerinden biri olan Fîrûzâbâd'da doğdu ve orada büyüdü. Fîrûzâbâd'ın, Hârezm şehirlerinden birisi olduğu da söylenmektedir.

İlk tahsiline Fîrûzâbâd'da başladı. Orada kendisinden ilim aldığı hocalarının ilki; Ebû Abdullah Muhammed bin Ömer eş-Şîrâzî oldu. Bu beldede, imkânı ölçüsünde elde ettiği ilimleri daha çok arttırmak için, 1019 (H.410) senesinde Şîrâz'a geldi ve bir müddet orada yaşadı. Bu arada Gandecân'a gitti. Her iki şehirde ve diğerlerinde kaldığı sürede, birçok âlimden fıkıh ilmini öğrendi. Şîrâz'da ve Gandecân'da Ebû Ahmed Abdurrahmân bin Hüseyin el-Gandecânî ve Şîrâz'da Ebû Abdullah el-Beydâvî ve Ebû Ahmed Abdülvehhâb bin Muhammed bin Râmin el-Bağdâdî ilim aldığı âlimlerdendir. Bu iki âlim, Bağdâdlı âlimlerin üstâdlarındandı. O, bu ikisinden iki merhalede ilim öğrenmişti. Önce, Şîrâz şehrinin hatîb ve müftî vekîllerinden olan Ebû Abdullah el-Celâb'tan ders okudu. Bu arada Dâvûd-i Zâhirî'nin mezhebinden olan Ebü'l-Ferec-i Fâmî eş-Şîrâzî ile karşılaştı. Genç yaşında onunla ilmî münâzaralarda bulundu. Çünkü o, Tabakât'ında; "Ben, Şîrâz'da küçük olduğum halde, onunla münâzara etmiştim." dedi. Bu hâdise, onun cedel ilminde, daha o yaşlarda alışkanlık kazandığına delâlet etmektedir.

Ondan sonra ilim öğrenmek için önce Basra'ya gitti. Oradaki fakîhlerden ders okudu. El-Hûzî bunlardandır. Sonra, 1024 (H.415) senesinde, 22 yaşında iken Bağdât'a gelip hemen ilim öğrenmeye başladı. Gittiği şehirlerde ve köylerde, daha önce gördüklerinden olan bir ilmî çevre ile karşılaştı. Orada, Şâfiî mezhebini öğretip yayan büyük fakîhlerle buluştu. Bunlar; eş-Şîrc-il-Faradî el-Hâsib, İbn-i Râmin, Ebû Abdullah el-Beydâvî, Mensûr bin Ömer el-Kerhî idiler. Onun bu devirdeki hocalarının en büyüğü, Ebû Tayyib et-Taberî'dir. Kendisi bu hocası hakkında diyor ki: "Gördüğüm kimseler içinde, ondan daha çok çalışan birini, daha çok tahkîk yapanı ve görüşü ondan daha iyi olanı görmedim." Hocalarının arasındaki yeri husûsunda bunu, "Kazvînî" adı ile meşhûr olan Ebû Hâtim Mahmûd bin Hasan et-Taberî tâkib eder. Bunun hakkında da; "İlim için yaptığım seyahatlerde, ondan ve Kâdı Ebû Tayyîb et-Taberî'den faydalandığım gibi, başka kimseden faydalanamadım." dedi. Ebû İshâk-ı Şîrâzî, fıkıh ilmini, ez-Zücâcî'den, Ebû Abdullah Muhammed bin Ömer eş-Şîrâzî'den ve başka âlimlerden öğrendiği gibi, usûl ilmini de, Ebû Hâtim'den okumuştu. Hadîs ilmini ise, Ebû Bekr el-Berkânî ile Ebû Ali bin Şâzân'dan öğrendi. Şâfiî âlimlerinin yanında; başka ders halkalarında da bulundu. O, Hanbelî âlimlerinden Kâdı Ebû Ali el-Hâşimî hakkında; "Ben, onun ders halkasında bulundum ve ondan istifâde ettim." demektedir.

Ebû İshâk, kısa zamanda hocası Ebû Tayyîb et-Taberî'nin takdîrine ve îtimâdına mazhâr oldu. Hocası, kendinin bulunmadığı zamanlarda onu, talebelerine ders vermesine izin verip yardımcı seçti. Ebû İshâk-ı Şîrâzî'nin ilimle meşgûliyeti, şaşılacak derecede, akıllara durgunluk verecek ölçüde idi. Meselâ her dersi bin defâ tekrar edip sağlamlaştırırdı. Bu zamandaki hâlini, kendisi şöyle anlatır: "Her kıyâsı bin defâ tekrâr eder, onu bitirince diğer bir kıyâsa geçer, onda da bu minvâl üzere meşgûl olurdum. Bir meseleye dâir şâhid, delil olacak bir beyit olursa, o beytin bulunduğu kasîdenin tamâmını ezberlerdim." Bu ise, ancak tedbirli davranmak ve iyi öğrenmek için bir arzu ve istek idi.

Ebû İshâk, hocası Ebû Tayyîb et-Taberî'nin kendisinin mescidlerden birinde ders vermesini istedikten sonra, on beş seneye yakın Bağdât'ta kaldı. Bâb-ı Merâtıb'da bulunan bir mescidde ders vermeye başladı. Bu tedrisât işi ve şöhreti Bağdât'tan başka, çeşitli memleketlere de yayıldı. Dört bir taraftan gelen ilim talebeleri, onun huzûrunda olgunlaşır, ilim ve hâl sâhibi olurlardı. Kara ve deniz yolu ile fetvâ sormaya gelenler, onun meclisinde toplanırlardı.

Büyük Şâfiî âlimi ve Kâdı'l-kudât olan Ebû Abdullah Hüseyin bin Câfer bin Mâkûlâ, 1055 (H. 447) senesinde vefât edince, halîfe Kâim bi-emrillâh'ın görevlileri, Ebû İshâk-ı Şîrâzî'ye gidip, halîfenin kendisini Kâdı'l-kudât yâni Temyiz reisi tâyin etmek istediğini bildirdiklerinde râzı olmadı. Gelenler kabûle zorlamaya çalıştı. O, yine bu mesûliyeti ağır işten kaçındı. Gelenler, onun bu vazifeyi kabûl etmesine kadar ısrâr edilmesi husûsunda, halîfeden kat'î tâlimât almışlardı. Isrâr çok olunca, Ebû İshâk, halîfeye bir mektup yazarak; "Kendini helâk etmen, sana kâfî gelmedi mi? Hattâ kendinle berâber beni de mi helâk etmek istiyorsun?" dedi. Halîfe buna çok üzüldü ve: "İşte âlimler böyle olmalıdır!Çok şükür, zamânımızda kendisine kâdılık vazîfesi verilebilecek ve bundan yüz çeviren birisi var. O, bunu istemedi ve biz de affettik." dedi.

Hocası Ebû Tayyîb et-Taberî'nin 1058 (H.450) senesinde vefâtından sonra, Ebû İshâk, Şâfiî mezhebinin fakîhleri arasında bir sabah yıldızı gibi parlamaya başladı. Bâb-ı Merâtıb'daki mescidinde ders vermeye başladı. Nihâyet, ilmi ve âlimleri çok seven ve Ebû İshâk'a ayrı bir sevgisi olan Nizâm-ül-mülk, onun ders okutması içinBağdât'ta bir medrese inşâ ettirdi. Medresenin inşâatına 1065 (H.457) senesinde başlandı ve 1067 (H.459) senesinde tedrisâta açıldı. Vezir Nizâm-ül-mülk, medreseyi inşâ edip müderrisliğini ona teklif edince, çekinerek kabûl etti. Bunun üzerine Nizâmiye Medresesini ilk defâ tedrisâta açmak için ilk müderris olarak onun tâyini yapıldı. Vefâtına kadar ders verip, ilme çok hizmet etti ve çok talebe yetiştirdi.

Bir gün Nizâm-ül-mülk, kendisinin yaptığı hayır ve hasenâtı, insanlara ikrâm ve iyiliklerini, günahlardan sakınmasını, Allahü teâlânın emirlerine yapışmasını anlatıp, yüksek âlimlerden, yaptıklarının İslâmiyete uygunluğu hakkında fetvâ istedi. Bütün âlimler cevâbında; "Bu yapılanların hepsi doğrudur. Cennet'e girmenize vesîledir." diye yazıp, onun hakkındaki iyi düşüncelerini bildirdiler. Nizâm-ül-mülk, âlimlerin kendisi hakkındaki şâhitliğini görüp yazılarını okuyunca; "Bunlarla benim kalbim rahat olmadı.Ancak, büyük âlim Ebû İshâk-ı Şîrâzî de bunu yazar ve hakkımda diğer âlimler gibi şehâdette bulunursa, inanırım." dedi. Şeyh Ebû İshâk'a başvurduklarında o da: "Hasan (yâni Nizâm-ül-mülk), zulüm mevkıinde bulunanların hayırlısıdır." diye yazdı. Nizâm-ül-mülk, bu zâtın yazısını okuyunca; "Şeyh doğru söylemiştir. Doğru cevap, işte budur!" dedi. Nizâm-ül-mülk vefât edeceği zaman vasiyet edip, Ebû İshâk'ın fetvâsının sûretinin kefenine bağlanmasını istedi. Bu isteği yerine getirildi. Sonra sâlih bir zât rüyâsında Nizâm-ül-mülk'ü görüp hâlini sordu. O da cevâbında: "Allahü teâlâ bütün günahlarımı bağışladı ve: "Bu ihsânımız, senin hakkında Ebû İshâk'ın, hayırlı diye yazmasındandır." buyurdu" dedi.

Ebû İshâk-ı Şîrâzî'nin ilmi, menkıbeleri ve yüksek hâlleri sayılamıyacak kadar çoktur. Zamânının büyük âlimleri ile birçok ilmî münâzaraları olmuştur. İmâm-ül-Haremeyn Ebü'l-Me'âlî el-Cüveynî ile olan münâzaraları Tabakât-ı Şâfiiyye kitabında yazılıdır. Onun talebeleri ve kendisi ile arkadaşlık yapıp yetişenler oldu. Onlardan kadılık, müftîlik ve hatîblik vazifesine tâyin edilenler çoktu. Haydar bin Mahmûd bin Haydar eş-Şîrâzî anlatıyor: Şeyh Ebû İshâk'tan işittim. Diyordu ki; "Horasan taraflarına gitmiştim. Uğradığım her beldenin ve her köyün, ya kadısının veya müftîsinin yahut da hatîbinin talebelerimden veya ilim arkadaşlarımdan olduğunu gördüm."

Ebû İshâk-ı Şîrâzî'nin, ibâdetinin çokluğunu, secdelerde yüzünün renginin değişmesini kimse inkâr edemezdi. Bütün gecesini ibâdetle, Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirirdi. Nitekim Müzehheb kitâbının her faslını tamamladığı zaman iki rekat namaz kılardı. Zühdü, dünyâya hiç kıymet vermemesi o kadar çoktu ki, bir gün mescidde unuttuğu ve kendisinin de o günkü nafakası olan bir dinârı (4.8 gr altını), geri döndüğünde yerinde bulduğu hâlde, belki başkasınındır diye düşünüp, almaktan vazgeçti. Bu zühd ve verâ, onun zamânında başka birisinde görülmedi. Sanki o, zamânındaki bütün insanların zühdünü kendinde toplamış, bu zühd onun süsü olmuştu.

Ebû İshâk'ın bedeni zayıf ve ince idi. Kuvvetli bir hâfızaya sâhib olup, zekî bir kimseydi. Ders okumak ve ilim tahsil etmek için çok gayret ediyordu. Yemeği ve elbisesi azdı. Aza kanâat eder ve fakirliğe sabrederdi. Kâdı Ebü'l-Abbâs el-Cürcânî ve diğer arkadaşları diyorlar ki: "Ebû İshâk-ı Şîrâzî, dünyâlık olarak hiçbir şeye sâhip değildi. Hattâ o hâle geldi ki, bir günlük yiyeceğini ve giyeceğini bulamadığı zamanlar olurdu."

Ebû Bekr Muhammed bin Ali el-Bürûcirdî anlatıyor: "Bir gün Ebû İshâk, talebelerinden birine: "Bana üzüm ve hurma pekmezi satın alman husûsunda seni vekil ettim." dedi. O da gidip, fâsid bir alış-verişte bulundu. Ebû İshâk, böyle şüpheli satın alınan üzüm ve hurma pekmezini yemedi."

Kâdı Ebû Bekr Muhammed bin Abdülbâkî el-Ensârî anlatıyor: "Bir gün Ebû İshâk-ı Şîrâzî'ye birçok mesele hakkında fetvâ sormaya gitmiştim. Onu yolda yürür görüp selâm verdim. Ekmek satan bir dükkâna girdi. Ondan kalemini istedi. O hâlde iken, suâlimin cevâbını hemen cebinde taşıdığı mürekkeb ile yazıp, istediğim fetvâyı bana verdi."

Ebû İshâk-ı Şîrâzî, fakir bir kimse olup, Nizâmiyye Medresesinde ders vermeye başlamasından sonra da durumu değişmedi. Talebelerini çok severdi ve "Benden bir mesele okuyan kimse, benim evlâdım sayılır." derdi. Fakirliği sebebiyle hacca da gitmemişti. Nizâm-ül-mülk'e yakın olmasına rağmen maddî bakımdan hâlinde bir değişiklik olmadı. Mala, paraya hiç düşkün değildi. El-Mâhânî diyor ki: "Onun bir yiyecek ve binek almaya yetecek kadar malı yoktu. Fakat isteseydi, onu el üstünde taşırlardı."

Ebü'l-Hasan-ı Hemedânî anlatıyor: "Ebû İshâk-ı Şîrâzî'nin şöhreti o kadar çok yayılmıştı ki, gittiği her yerde ve girdiği her şehirde, şehrin bütün insanları ve çocukları onu karşılamağa çıkarlardı. Kaldığı yerlerde, içinde olduğu mahfelin direklerine ellerini sürerler, nâlınlarının ve ayakkabılarının toprak ve tozunu alır, şifâ ve bereketlenmek için saklarlardı. Sanat sâhipleri, metâlarını, âlet ve edevâtını ayaklarının tozuna sürerlerdi."

Ebû İshâk hazretlerinin gittiği beldelerde, ona arkadaşlık yapıp, ilminden istifâde eden birçok âlim olmuştur. Bunlardan Fahr-ül-islâm eş-Şâşî, Umde adlı eserin sâhibi Hüseyin bin Ali et-Taberî, İbn-i Beyân el-Meyâncî, Ebû Muâz, el-Bendelînî, Ebû Sa'leb el-Vâsıtî, Abdülmelik eş-Şâbürhuvâstî, Ebü'l-Hasan el-Âmidî, Ebü'l-Kâsım ez-Zencânî, Ebû Ali el-Fârikî, Ebü'l-Abbâs bin er-Rutâbî gibi birçok âlim ondan istifâde ettiler.

Ebû Bekr eş-Şâşî diyor ki: "Şeyh Ebû İshâk, asrının âlimlerine, Allahü teâlânın bir hucceti, senedi idi."

Ebû İshâk hazretleri, çok talebe yetiştirdi. Bunlardan bâzısının isimleri "Tabakât" kitaplarında sayılmaktadır. Zâten Nizâm-ül-mülk, Şâfiî mezhebinin yayılması ve bunu da Ebû İshâk-ı Şîrâzî'nin yapmasını isteyerek, NizâmiyyeMedresesini yaptırmış ve böylece binlerce talebeyi yetiştirmiştir. Çok kısa bir zamânının dışında, vefâtına kadar bu medresede hep talebe okutmuştur. Daha önce Bâb-ı Merâtıb'daki mescidinde yüzlerce talebe yetiştirmişti.

Ebû İshâk hazretleri, 1083 (H.476) senesinde Bağdât'ta Ebü'l-Muzaffer bin Reis-ür-Rüesâ'nın evinde vefât etti. Cenâzesini Ebü'l-Vefâ bin Ukayl el-Hanbelî yıkadı. Namazını Bâb-ül-Firdevs'te Ebü'l-Feth Muzaffer bin Reis-ür-Rüesâ kıldırdı. Bâb-ı İbrâz'da defnedildi. Vezir Tâc-ül-mülk, onun için bir türbe ve yanında bir medrese yaptırdı.

Ebû Ali Makdîsî diyor ki, "Ebû İshâk-ı Şîrâzî'nin vefâtından sonra onu rüyâmda gördüm ve; "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?" diye sordum. Cevâbında; "Bu Nizâmiyye Medresesi hakkında soruldum. Eğer bu medresenin yapılma maksadına riâyet etmeyip, orada ders vermeseydim, elbette helâk olanlardan olurdum." dedi.

Ebû İshâk Şîrâzî vefât ettikten sonra rüyâda beyaz elbiseler içinde ve başında tac olduğu halde görüldü. "Bu beyaz elbiseler nedir?" diye sorulunca o; "Bunlar Allahü teâlânın emirlerine itâatın şerefi." dedi. Bu tâc nedir?" diye sorulunca; "Bu da ilmin izzeti." dedi.

Ebû İshâk hazretleri çok eser yazmıştır. Bunlardan başlıcalarının isimleri şunlardır:

1) El-Mühezzeb fil-Müzehheb: Keşf-üz-Zünûn'da El-Mühezzeb fil-Fürû adı ile bildirilmektedir. Fıkıh ilmine âit büyük bir eserdir. Eserini 1063 (H.455) senesinde yazmaya başlamış ve 1076 (H. 469) senesinde tamamlamıştı. Bu, kıymeti yüksek olan bir eserdir. Şâfiî fakîhleri, ona çok önem verip şerh ettiler. Ebû İshâk, bundan çok hoşlanırdı. Hattâ kendisi bu kitap hakkında buyurdu ki: "Hazırladığım bu kitap, şâyet Resûlullah efendimize arz edilmiş olsaydı; "Bu, benim ümmetime emrettiğim dînin tâ kendisidir." buyururdu."

2) Et-Tenbîh fil-Fıkh: Keşf-üz-Zünûn'da Et-Tenbîh fî Fürû-ış-Şâfiiyye ismi ile zikredilmektedir. Bu eser, Şâfiîler arasında çok okunan beş kitaptan birisidir.

3) En-Nüket fil-Hılâf: Keşf-üz-Zünûn'da En-Nüket fî İlm-il-Cedel adı ile zikredilmektedir.

4) Et-Tebsıra: İbn-i Hıllıgân bunun cedel ilmi hakkında; Keşf-üz-Zünûn sâhibi de, usûl-i fıkıh ilmi hakkında olduğunu bildirmektedir. İbn-i Cinnî, ona şerh yaptı.

5) El-Maûne fil-Cedel.

6) Et-Telhîs: İbn-i Hıllıgân, cedel ilmi hakkında olduğunu bildirmektedir.

7) El-Lum'a fî Usûl-il-fıkh.

Şerh-ül-Lum'a fî Usûl-il-Fıkh.

9) Nushu Ehl-il-İlm.

10) Tabakât-ül-Fukahâ.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ MİDYEN MAĞRİBÎ



Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinden. On ikinci asırda yaşadı. İsmi, Şuayb bin Hasan (Hüseyin veya Sinan) olup, künyesi Ebû Midyen'dir. Mağribî nisbesiyle ve Şeyhu'l-Meşâyih lakabıyla meşhur olmuştur. Bugün İspanya'da bulunan Sevilla(İşbiliyye) şehri civârındakiKatniyon kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1197 (H.594) senesinde Cezâyir şehirlerinden Tlemsan yakınındaki Ribâtu'l-Ubbâd kasabasında vefât etti. Kabri orada olup ziyâret edilmektedir. Vefâtı için 1184 (H.580) ile 1193 (H.590) ve başka târihleri bildiren kaynaklar da vardır.

Küçük yaştan îtibâren zârûrî olan temel îmân ve ibâdet bilgilerini öğrenen ve Kur'ân-ı kerîmi ezberleyen Ebû Midyen Mağribî, dokumacılık sanatını öğrendi. Bir müddet bu sanat ile meşgul oldu. Fakat ilme ve âlimlere karşı aşırı sevgisinden, bu yola girmeyi arzu etti. Fakir bir âileye mensûb olması sebebiyle bâzı maddî engellerle karşılaştı. Fakat ilim yolunda hiçbir engeli dinlemeyen ve memleketini terk eden Ebû Midyen, adlarını ve şöhretlerini duyduğu müderrislerden ilim öğrenmek üzere Fas'a gitti. Murâbıtlar Hânedânının sonunda veya Muvahhidler Hânedânının ilk zamanlarında Fas'a giden Ebû Midyen Mağribî, buranın ileri gelen âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti.

İlim öğrenmeye başladığı zamanlarda başından geçen hâdiseleri şöyle anlattı:

"Talebeliğimin ilk günlerinde, Fas hâricinde rahatça ibâdet edebileceğim boş bir yer bulmak için ayrıldım. İbâdet için boş bir yer buldum. Orada yerleştim. Bir ceylan gelip bana sığındı. Onunla yakınlık kurdum. Ayrıca, Fas'a bitişik bir köyün köpekleri de etrâfımda dolaşıp beni korurlardı. Artık orada ikâmet ediyordum. Bir gün Fas'ta, Endülüs'ten tanıdığım bir kimse ile karşılaştım. Onun yardıma ihtiyâcı vardı. İmdâdına yetişmek îcab ettiğini düşünerek, elbisemi on dirheme sattım. Parayı o kimseye vermek üzere gittiğimde, kendisini bulamadım. Yolumun üzerinde bulunan köyden geçerken, her zaman etrâfımda dolanıp beni korumak isteyen köpekler, bu defâ bana saldırdılar. Geçmeme izin vermiyorlardı. Zorlukla kurtulup, yalnız kaldığım yere ulaştım. Ceylan geldi, eskisi gibi bana yaklaşıp beni koklamadı. Kendisine yaklaşmak istediğimde benden uzaklaştı. Beni hoş görmedi. Huysuzlaşıyor, yerinde duramıyordu. Bu ceylanın ve köpeklerin niçin böyle davrandıklarını düşünmeye başladım. Nihâyet cebimdeki on dirhemden olduğunu anladım. Sonra Fas'a geri giderek, tanıdığım Endülüslüyü bulup on dirhemi ona verdim. Aynı köyden geçerken, köyün köpekleri bu sefer çıkıp etrafımda dolaşmaya, bana yaklaşmaya başladılar. Yalnız kaldığım yere gelince, ceylan da eskisi gibi yakınlık gösterdi. Önümde hareket ediyor, sanki seviniyor gibi hareketler yapıyordu. Epey müddet orada kaldım. Bir zaman sonra büyük âlim ve velî Ebû Ya'zî hazretlerinin haberleri, sözleri, kerâmetleri, dilden dile nakledilerek bana kadar gelince, kalbim ona karşı muhabbetle doldu. Bâzı kimseler ile berâber kendisine gittik. Bizi karşıladı. Yanında ders okumaya başladık ve çok istifâde ettik.

Ebû Ya'zî hazretlerinin sohbetlerinde ve ilim meclislerinde bulunan Ebû Midyen Mağribî, zâhirî ilimlerde yüksek dereceye ulaştı. Bilhassa hadîs, tefsîr ilimlerinde ihtisas sâhibi oldu. Ayrıca tasavvuf yolunda da ilerledi.

Hocası Ebû Ya'zî hazretleri Ebû Midyen Mağribî'yi çok sever ve fazlası ile yakınlık gösterirdi. Talebeleri arasında ona ayrıca iltifat gösterip diğer talebelerinden üstün tutardı.

Ebû Ya'zî hazretlerinin hizmetinde olgunlaşıp kemâle gelen Ebû Midyen Mağribî, ondan izin alarak hacca gitmek istedi. Hocası ona izin verdi ve; "Yolunun üzerinde bir arslan ile karşılaşırsan ondan korkma! Şâyet korkacak olursan ona, Ehl-i beyt-i Resûl hürmetine yolumdan çekil, de!"buyurdu. Hocasının huzûrundan "Peki." deyip ayrılan Ebû Midyen Mağribî, yolda hocasının dediği gibi arslanla karşılaştı. Kendisine tavsiye edilenleri yapınca, arslan ona zarar vermedi.

Ebû Midyen hazretleri hac yolculuğu sırasında birçok yerlere uğrayıp âlimler ile görüştü. Harem-i şerîfte Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri ile karşılaştı ve sohbetlerinde bulundu. Kendisinden çok hadîs-i şerîf ve tasavvufun inceliklerini dinledi. Abdülkâdir-i Geylânî rahmetullahi aleyh kendisine sûfîlik hırkası giydirdi. Onun yanında nice nûr ve sırlara kavuştu.Ebû Midyen Mağribî, Abdülkâdir-i Geylânî'nin sohbetinde bulunmakla iftihâr eder ve onu, kendilerinden ilim öğrendiği hocalarının en büyüklerinden sayardı.

Tasavvuf yolunda ilerleyen Ebû Midyen Mağribî hazretleri, kutubluk ve gavslık makamlarına ulaştı. Hac vazîfesini yerine getirip sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret ettikten sonra Kuzey Afrika'ya dönüp Becâye şehrine yerleşti. Dünyâdan ve içinde bulunanlardan tamâmen yüz çevirip zühd hayâtı yaşadı. İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp, talebe yetiştirmeye başladı. İnsanlar derslerinde bulunup, sohbetlerinden istifâde etmek için onun etrâfında toplandılar.

Husûsî derslerinde talebelerine daha ziyâde İmâm-ı Tirmizî hazretlerinin Câmî isimli meşhûr eserindeki hadîs-i şerîfleri ile İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu Ulûmiddîn adlı eserini okuttu. Mâlikî mezhebinin fıkıh bilgilerinde ziyâdesiyle bilgi sâhibi olduğu için, kendisine sorulan suâllere cevap verirdi.

Ebû Midyen Mağribî'nin şöhreti her tarafta duyulup insanlar akın akın onun sohbetine koştular. Herkes, ona talebe olmak için can attı. Zamanın âlimleri ve evliyâsı onun şerefini ve yüksek mertebesini kabûl ettiler. İnce, kibâr ve zarîf bir zât olan Ebû Midyen Mağribî hakkında; "Doğudaki evliyânın reisi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ve batıdakilerin reisi de Ebû Midyen Mağribî'dir." diye medholundu.

Ebû Midyen Mağribî hazretlerinden Muhyiddîn-i Arabî ve başka birçok büyük zâtlar ilim öğrenmişlerdir. Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Büyüklüğü herkes tarafından bilinir, her taraftan insanlar akın akın sohbetine gelirlerdi. Herkes kendisine talebe olmak isterdi. Bütün veliler onun şerefini ve yüksek mertebesini kabûl etmişlerdi. Yanına gelenler, huzûrunda edeple durur, konuşmasını dinlerlerdi. Mütevâzi, zâhid ve verâ sâhibiydi.

O, sözleri kalplere tesir eden fazîlet sâhibi, hakîkî âlimlerin büyüklerindendir. Allahü teâlâyı tanıyan evliyânın imâmı ve üstünü olmakla bilinir. Evliyâdan bir zât, rüyâsında bir kimse gördü. O kimse evliyâdan olan bu zâta dedi ki: "Ebû Midyen'e şöyle söyle: İlmi yay! Yarın yüksek kimselerle birlikte bulun, kimseye aldırma! Sen zürriyetlerin babası olan Âdem aleyhisselâmın durumundasın." Bu zât, ertesi gün rüyâsını Ebû Midyen hazretlerine anlattı. Rüyâyı dinledikten sonra buyurdu ki: "Ben buralardan ayrılıp, tenhâda yalnız kalmak, kendi başıma bulunmak istiyordum. Her şeyden uzaklaşmak niyetindeydim. Senin bu rüyân ise, benim bu niyetime mâni oluyor. Meclis kurup, insanlara ilim öğretmemi emrediyor. "Yarın yüksek kimselerle berâber bulunacaksın." sözü, "Allahü teâlâyı zikredenlerin, O'nun hatırlandığı, emirlerinin anlatıldığı yerin Cennet bahçelerine benzetildiği." hadîs-i şerîfine işârettir. "Yüksek kimseler", Cennet ehlinin "İlliyyîn" denilen yüksek tabakasına işârettir. "Zürriyetlerin babası olan Âdem aleyhisselâmın durumundasın." sözü şuna işârettir ki, Âdem aleyhisselâma, nikâh (izdivac) verildi ve nikâh yapması emrolundu. Fakat bu nikâhdan meydana gelecek zürriyetin hepsinin mümin ve itâatkâr olması kuvveti ona verilmedi." İnsanları hidâyete kavuşturmak kuvveti yalnız Allahü teâlâya mahsustur. İşte bunun gibi, bize de ilim verildi ve onu yaymak, öğretmek emredildi. Fakat, bu ilim öğrettiklerimizin hepsinin muvaffak olmaları, hepsinin bize tâbi olmaları kudreti bize verilmedi."

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Fütûhât-ı Mekkiyye isimli kıymetli eserinde şöyle anlatıyor: İnsanlardan birçoğu, bereketlenmek için Ebû Midyen hazretlerine ellerini sürerlerdi ve ellerini öperlerdi. Kendisine suâl edildi ki: "Efendim! Bu hal karşısında hiç nefsinize bir düşünce gelir mi?" Cevâbında buyurdu ki: "Hacer-ül-Esved'e bu zamâna kadar, nebîler, resûller ve velîler el sürüp, onu öptüler. Ona, onu taş olmaktan çıkaracak bir düşünce gelir mi?" Gelmez. İşte ben de bu hükümdeyim. Bana da öyle bir düşünce gelmez."

Ebû Midyen hazretlerinin kalbi, her an Allahü teâlâ ile meşgul dü. Hayâtının son kelimesi; "Allah." olmuştur. Kendisinden bir meselede fetvâ istense, ânında cevap verirdi. İnsanlara İslâmiyetin doğru bilgilerini anlattığı bir vâz meclisi vardı. İnsanlar etrâfında toplanıp vâz edeceği zaman, kuşlar üzerinde uçuşmaya başlardı. Vâz başlayınca, kuşlar da durup dinlerlerdi.

Ebû Midyen hazretlerine bir gün, Allahü teâlâya muhabbet ve O'ndan hayâ etmek husûsunda suâl edildi. Cevâbında buyurdu ki: "O'nun evveli, Allahü teâlâyı devamlı zikretmek, her an O'nu hatırlamak, ortası, zikredilene yakınlık, sonu ise O'ndan başka bir şeyi görmemek, her görünen şeyde, o şeyi yaratan Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünmektir."

Yine bir gün kendisine; "Allahü teâlânın emirlerine tam teslim olmanın alâmeti nedir?" diye suâl edildi. Cevâbında; "Nefsi, Allahü teâlânın hükümlerinin îfâ edildiği meydana göndermek, ona devamlı Rabbimizin râzı olduğu şeyleri yaptırmak, bu hususta çekeceği elem ve sıkıntılarda ona şefkat göstermemektir." buyurdu.

Ebû Midyen Mağribî hazretleri bir ara insanlardan uzaklaşıp evine kapandı. Bir yıl müddetle dışarı çıkmadı. Yalnız Cumâ namazlarına çıktı. Halk onun ayrılığına dayanamayıp, kapısı önüne yığıldı.Evden çıkıp, kendilerine nasihatte bulunmasını istediler. Sonunda iknâ ettiler, dışarı çıktı. Evinin bahçesinde bir ağaç vardı. Üzerine serçe kuşları konmuştu. Kendisini görünce kaçtılar. Bu hâle çok üzüldü, hemen içeri girip; "Eğer sizlere ders için faydalı olsaydım, bu kuşlar benden kaçmazdı." buyurdu.

Bir yıl daha evinde kaldı. Sonra halk yine toplandılar ve sohbetini tekrar istediler. Dışarı çıktı. Bu sefer kuşların kendilerinden kaçmadıklarını gördü ve insanlarla konuşmaya başladı. Öyle konuşmalar yapardı ki, kuşlar gelip önünde sevinerek kanat çırparlardı. Hatta bir kısmı düşüp can verirdi. O konuşmaları dinleyen cemâatten bâzıları, kendinden geçerek düşüp bayılırdı.

Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:

"İlim ganîmettir. Sükût kurtuluştur. Halktan bir şey ummamak rahatlıktır. Zühd, dünyâya düşkün olmamak âfiyettir. Bir göz açıp kapayacak kadar Allahü teâlâyı unutmak, O'nun verdiği emânete hıyânettir."

"Almayı, vermekten daha tatlı gören, hal sâhibi olamaz."

"Fakirliğin kendine has bir nûru vardır ve onu gizlediği müddetçe durur. Açığa vurunca, kaybolup gider."

"Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmakla huzur bulmak, Cennet'tir. Bu halden yüz çevirmek ateştir. Allahü teâlâya yakınlık, lezzettir. O'ndan ayrılmak, O'na karşı yabancılık, ölümdür."

"Kalp, birçok tarafa yönelebilir. Onu hangi tarafa yönlendirirsen, diğer tarafları kapalı kalır. Bir kimse dünyâ ve âhiretin ikisine birden yönelemez. Bunlardan biri diğerine mâni olur."

Ebû Midyen Mağribî ilimde yüksek derece sâhibi olduğu gibi güzel ahlâk sâhibiydi. Güzel ahlâkla ilgili olarak buyurdu ki:

"Fütüvvet, kulların iyiliklerini ve güzelliklerini görmek, gıybet ise onların kötülüklerini görmektir.

"İnsanlarla birlikte bulunmakta güzel ahlâk, onlarla iyi geçinmektir. Âlimler ile berâber olmakta güzel ahlâk, onlara ihtiyâcı olduğunu bilmek ve onları edebe uygun olarak dinlemekle olur. Mârifet ehli ile bulunmakta güzel ahlâk, sükûn üzere, ümitli ve sabırlı olarak beklemekle olur. Yüksek velî ile berâber olmakta güzel ahlâk, kırıklık hâlinde bulunmakla olur."

Her işinde Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı arzu eden Ebû Midyen Mağribî hazretleri, ihlâs sâhibi idi. İhlâsla ilgili olarak buyurdu ki:

"İhlâsın alâmeti, her an Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O'ndan başkasını hiç hatırına getirmemektir."

"Kalbinde, kendisini kötülükten koruyan bir kuvvet bulunmayan kimse, harâb olmuştur."

"Allahü teâlâ, vicdanlardaki gizli sırlara, insanın her nefeste ve her haldeki hâline muttalîdir, hepsini bilir. Hangi kalbi kendisine yönelmiş görürse, onu felâketlerden, sıkıntılardan, sapıklıklardan ve fitnelerden muhâfaza eder."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ MUHAMMED EL-BASRÎ


Basra velîlerinin büyüklerinden. İsmi, Kâsım bin Abdullah el-Basrî, künyesi Ebû Muhammed'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1184 (H.580) senesinde Basra'da vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren din ve fen ilimlerini öğrendi. Nefsinin isteklerine hep sırt çevirdi.Tasavvuf büyüklerinin sohbetinde ileri derecelere kavuştu. Zamanında Irak'ta bulunan evliyânın gözbebeği, âriflerin, Allahü teâlâya yakın olanların en üstünlerinden oldu. Mâlikî mezhebi âlimlerinden idi. Bu mezheb hükümlerine göre fetvâ verirdi. Sohbetlerinde fıkıh ilmini ve tasavvufî hakîkatleri anlatırdı. İnsanlar, onun yüksek mânâlı, kalplere tesir eden kıymetli sözlerini dinleyip istifâde edebilmek için, sohbetlerine koşarlardı. Her biri pekçok mânâları ifâde eden vecîz sözleri, insanlar arasında dilden dile dolaşırdı.

Haram ve şüpheli şeylere hiç yanaşmaz, dünyâya meyil ve îtibâr etmezdi. Devamlı ibâdet ve tâatle, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği işleri yapmakla meşgûl idi. Kendi hâlinde yaşardı. Kimseye karışmaz, ne yiyip ne içtiğini, nafakasının nereden geldiğini kimse bilmezdi. Çok defâ Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Kerâmetleri pek çoktur.

Ebû Abdullah-i Belhî hazretleri şöyle anlatıyor: "Bir gün Mekke-i mükerremede, Mescid-i Haram içinde bulunan Makâm-ı İbrâhim denilen yerde oturuyordum. Duhâ, kuşluk vakti idi. Birden Ebû Muhammed el-Basrî hazretlerini gördüm. Yanında dört kişi daha vardı. Kâbe-i muazzamayı yedi defâ tavaf edip namaz kıldılar. Sonra Benî-Şeybe kapısından çıktılar. Ben de onlara tâbi olup, arkalarından gittim. İçlerinden birisi beni geri çevirmek istedi. Fakat Ebû Muhammed hazretleri mâni olup; "Onu bırak, mâni olma!" buyurdu. Sonra herbirini, diğerinin önüne gelecek şekilde bir hizâya getirdi. En sonlarında da ben vardım. Sonra onlardan herbirinin, adım atarken bir öndekinin ayak izine basmasını, başka yere basmamasını emretti. Önümüzden yürümeye başladı. Biz arkasından emrettiği şekilde yürüyorduk. Altımızdaki yer katlanıp dürülüyor ve çok mesâfe alıyorduk. Medîne-i münevvereye ulaştık. Duhâ vakti ile öğle namazı arasındaki az bir zamanda, Mekke'den Medîne'ye gelmiştik. Hâlbuki, bu mesafe takrîben on iki günlük yol idi. Öğle namazını Mescid-i Nebî'de kıldık. Namazdan sonra aynen evvelki gibi yola çıktık. Kısa zamanda kendimizi Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da bulduk. İkindi namazını orada kıldık. Sonra yine aynı şekilde yola çıktık. Akşam namazını bir sed üzerinde kılıp, aynı şekilde yola devâm ettik. Yine az bir zaman içinde büyük bir dağın başına vardık. Namaz vakti gelince yatsı namazını kıldık. Ebû Muhammed hazretleri dağın en yüksek yerinde oturdu. Biz de etrafındaydık. Dağın her tarafından, ona bâzı kimseler gelmeye başladı. Her birisi heybetli kimselerdi. Ebû Muhammed hazretlerinden, güneş misâli nûr yayılıyordu. Ve gelenlerin her biri, ay gibi parlıyordu. Her biri gelip selâm veriyor ve Ebû Muhammed hazretlerinin huzûrunda oturuyordu.Sonra diğer bâzı kimseler, havadan inip yanına geldiler. Bunlar da havada yürüyorlar, şimşek çakması gibi parlıyorlardı. Bâzıları Ebû Muhammed hazretlerine bir şeyler soruyorlar, o da cevap veriyor, onlarla konuşuyordu. Öyle tatlı sohbet ediyor ve öyle güzel konuşuyordu ki, bu hal karşısında o heybetli kimselerden bâzıları düşüp bayılıyor, bâzıları ayakta titreyerek zor duruyorlardı. Bâzıları göz yaşlarını sel gibi akıtıyorlardı. Bâzıları feryâd ediyorlar, bâzıları da havada döne döne gidip, gözden kayboluyorlardı. Öyle bir hâl idi ki, sabah namazı vaktinde orada bulunanlar ile berâber sabah namazını kılıncaya kadar, sanki dağın altımızda sallandığını hissediyorduk. Sonra dağın arka tarafına indi. Peşinden biz de geldik. Bir de ne görelim, önümüzde sonu görülmeyen, bembeyaz, çok nûrlu ve tatlı bir yer vardı. Miskden daha tatlı olan kokusu her tarafa yayılıyordu. Biz orada bâzı kimseler gördük. Çeşitli tesbîhler söyliyerek, Allahü teâlâyı zikrediyorlardı. Onların nûrları gözleri kamaştırıyordu. Ebû Muhammed hazretleri de, Allahü teâlânın zikri ile kendinden geçmiş bir hâlde, sağa sola sallanıyordu. Ayakta zor duruyordu. Allahü teâlâya şöyle niyazda bulunuyordu:

"Yâ Rabbî! Sana olan şevk beni sarsıyor. Senden ayrı olmak beni perişân ediyor. Azâbından çok korkuyor isem de, rahmetinden ümitsiz değilim. Bana gazab etmenden korkuyorum ve bu hâl beni mahvediyor. Senin muhabbetin ile şaşkın hâldeyim. Senin yakınlığın, beni derleyip toparlıyor ve sevindiriyor. Seninle beraber olmak, benim en büyük sürûr ve sevincimdir." Bu hal duhâ vaktine kadar devâm etti. Sonra geldiğimiz yere döndük. Orası, dünkü gördüğümüz gibi değildi. Kimseler yoktu. Sonra yürüdü. Biz hep kendisini tâkib ediyorduk. Altın ve gümüşlerle süslü bir şehre geldik. Orada, dalları birbirine girmiş çok güzel ağaçlar, tatlı suların aktığı nehirler, dallarda dizilmiş ve olgunlaşmış çok meyveler vardı. Biz, o şehre girdik. Olgun meyvelerden yiyip, tatlı sulardan içtik. Ebû Muhammed hazretleri, bizlere birer tâne elma almamızı emretti. Emir icâbı hepimiz birer elma aldık, yalnız Mekke-i mükerremede benim onlarla birlikte gitmemi istemeyip, beni reddeden kimse elma alamadı. Ebû Muhammed hazretleri ona;

"Bu, senin edebte kusûr etmen ve bu kimsenin hatırını kırman sebebiyledir." buyurup, beni işâret etti. Sonra bana; "Bunun için Allahü teâlâdan magfiret iste! Bu yol, edebi muhâfaza ve edebin hükümlerine riâyet etmek üzerine kurulmuştur." buyurdu.

Ben, o şahıs için cenâb-ı Hak'tan magfiret diledim. O kimse de, mahcûb bir şekilde çok tövbe ve istigfâr etti. Bundan sonra Ebû Muhammed hazretleri; "Şimdi sen de arkadaşların gibi bir elma al!" buyurdu. O talebe de elini uzattı ve elmayı aldı. Ebû Muhammed sonra buyurdu ki: "Burası evliyâ şehridir. Buraya velî olmayan giremez. Sen velî olduğun için buraya girdin. Fakat bir defâ edebe riâyetsizlik etmen sebebiyle, o nîmetten mahrûm olmuş idin. Tövbe ve istigfârdan sonra tekrar o elmadan alabildin."

Sonra yürüdük, bâzı yerlerden geçtik. Arâziye isâbet eden bir felâket sebebiyle kurumuş bir ağaç gördük. Onun için duâ ettiler, hemen ağaç yeşerip, yaprak açtı. Bir de baktım Mekke-i mükerremeye gelmişiz. Öğle namazı vakti idi. Namazı kıldık. Sonra, kendisi hayatta olduğu müddetçe bu durumdan hiç kimseye bir şey anlatmamam için benden söz aldı. Sonra kayboldular. Bir müddet onları hiç göremedim.

Bir zaman sonra, Ebû Muhammed hazretlerini görmek arzusu bende dayanılmaz bir hâle gelince Basra'ya gittim. Yanında günlerce kaldım. Bir gün Basra'nın dışına çıktı. Ben de yanında idim. Eshâb-ı kirâmdan Talhâ bin Ubeydullah'ın türbesine geldik. Kabri görünce geriye döndü. Sonra dönüp kabri ziyâret etti.

Başı öne eğik, çok saygılı ve çok edebli olarak, mahzûn bir hâlde idi. Sonra ben ziyâret ederken, dönüp tekrar gitmesinin hikmetini suâl ettim. "Birinci defâ gittiğimde, Talhâ hazretleri oturuyordu. Üzerinde çok kıymetli yeşil bir elbise, başında inci ve mücevherlerle süslü çok güzel bir tâc vardı. Yanında da, iki tâne hûrî vardı. O durumda gidip ziyâret etmekten hayâ ettim. O hûrîler gittikten sonra ziyâret ettim." buyurdu. O hayatta olduğu müddetçe ben bu hâli hiç kimseye anlatmadım."

Ebû Muhammed Basrî hazretleri halvethânesinden, yalnız kaldığı yerden çıkıp gezerken kuru bir ağacın yanına varsa, ağaç o anda yapraklanırdı. Bir hastanın yanına gitse, hasta o an şifâ bulurdu. Sıkıntısı varsa hafifler, âfiyet bulurdu. Derdi olan da derdinden kurtulurdu.

1184 (H.580) yılında vefât eden Ebû Muhammed Basrî hazretleri Basra'da defnedildi. Kabri herkes tarafından bilinmekte ve ziyâret edilmektedir.

ŞU GÖRDÜĞÜN MALLARIN HEPSİ EMÂNETTİR

Menâvî hazretleri kendisini sevenlerden birinin şöyle naklettiğini haber vermektedir:

Ebû Muhammed-i Basrî hazretlerini ziyâret için Basra'ya gelmiştim. Geçtiğim yerlerde hayvan sürüleri, arâziler, hurmalıklar gördüm. Bunların kime âit olduğunu sordum. Ebû Muhammed hazretlerine âit olduğunu söylediler. Hatırıma, bunlar hükümdarların işidir diye geldi. Acabâ Allah adamlarından birisi, kalbini böyle şeylerle niye meşgûl ediyor? Bu düşüncelerle yoluma devâm ettim. Kur'ân-ı kerîmden En'âm sûresini okuyordum. Kalbimden öyle niyet ettim ki, o zâtın kapısına vardığım zaman hangi âyet-i kerîmeyi okuyor olursam, o âyet benim hâlimi bildirsin. Bu niyetlerle ve En'âm sûresini okuyarak, o zâtın dergâhının eşiğine ayağımı koyduğumda, En'âm sûresinin; "Onlar ki, Allahü teâlânın kendilerini hidâyetine eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü..." meâlindeki 90. âyetini okuyordum. Ben henüz içeri girmek için izin istemeden, hizmetçi acele ile çıkıp beni karşıladı ve Ebû Muhammed hazretlerinin yanına götürdü. Bu hâle çok hayret ettim. Ebû Muhammed hazretleri, ismim ile hitâb ederek: "Yâ Ömer! Benim malım diye yeryüzünde gördüğün şeylerin hepsi emânettir. Onlara âid en ufak bir muhabbet, bu kulun kalbinde yoktur. Allah adamları bunları, Allahü teâlânın dînine hizmet ve O'nun kullarına yardım için ellerinde bulundurur. Ama zerre kadar bunlara muhabbet etmez ve bunlarla kalbini meşgûl etmez. Zâten, kalbinde zerre kadar dünyâ düşüncesi bulunan kimseye, Allahü teâlâyı tanımak nasîb olmaz. Nerede kaldı ki, bunlara gönül vermiş olsunlar." Bu hâli görünce, hayretim ve Ebû Muhammed hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığım daha da arttı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ MUHAMMED BAYRAM EFENDİ


On yedinci yüzyılın sonunda, on sekizinci yüzyılın başında Anadolu'da yaşayan âlim ve velîlerden. Aydî lakabıyla meşhûr olan Mustafa Efendinin oğludur. Ebû Muhammed künyesiyle ve Amâsî nisbesiyle meşhurdur. Merzifon'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.

İlim ve fazîlet sâhibi bir âileye mensûb olan Ebû Muhammed Bayram Efendi, küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Zamânının ileri gelen âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. SivaslıTefsîrî Efendi onun ders aldığı âlimlerdendir. Tahsîlini tamamlayıp ilimde yükseldikten sonra Amasya müftülüğüne ve Sultan Bâyezîd Medresesi müderrisliğine tâyin edildi.Müslümanların müşkillerini halledip talebe yetiştirdi. Sonra ilmî rütbelerden mevleviyyet ünvânına yükseltildi. Medîne-i münevvere, Trablusşam, Sofya, Konya ve Kayseri kâdılığı yaptı. Bu vazîfeleri sırasında ilmi ve güzel ahlâkı ile insanlara örnek oldu. Onların dünyevî ve uhrevî (âhiretle ilgili) her türlü müşkillerinin halline çalıştı. Velîlerle görüşüp sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolundan nisbet aldı. İlim ve fazîlet sâhibi bir velî oldu. 1709 (H.1121) senesinde Konya'ya giderken Eskişehir'de vefât etti. Orada defnedildi.

Ebû Muhammed Bayram Efendi, güzel ahlâk sâhibi bir zât idi. Tasavvufu, tasavvuf ehlini çok severdi. Fakirlere, hâfızlara ve diğer ilim ehline çok ikram ve ihsânlarda bulunurdu. Anadolu'yu aydınlatmak, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olmak için çalışan gönül ehli dervişleri misâfir eder, her türlü ihtiyaçlarını karşılardı. İlmin ve âlimlerin kıymetini takdir eder onlara iltifatlarda bulunurdu. Mevleviyyeti zamânında kendisine âid olan Sultan Bâyezîd Medresesi müderrisliğini oğlu Mustafa Âkif Efendinin hocası Abdullah Çorumî'ye takdim etmişti. İnsanların; "Medreseni kendi oğluna ver." demeleri üzerine onlara; "Onun hocası böyle bir ihsâna muhtaç iken ona vermem uygun olmaz." demişti.

İnsanlara hizmet için kendi mülkü olan arâzileri kullanırdı. Fakir fukarânın ihtiyaçlarını temin için arâzi satın alır, vakıflar ihdâs ederdi. Vakıf ve arâzilere sâhip çıkar, rastgele kullanılmasına mâni olurdu.

Amasya kütüphânelerinde bulunan pekçok kitabı inceler, onlarla ilgili açıklamalar yapardı. Özellikle dînî ilimlerle ilgili kitapları yazmaya ve tashih etmeye azmederdi. Bu sebeple onun yazdığı kitaplar yayılmıştı. Edebiyata ve Farsçaya karşı özel merakı vardı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ MUHAMMED CERÎRÎ



Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed bin Hüseyin, künyesi Ebû Muhammed, nisbesi Cerîrî veya Cüreyrî'dir. Cerîr, Kûfe yakınlarında bir yerin adı, Cüreyr ise Mekke yakınlarında bir yer ile Kûfe civârında yaşayan bir kabîlenin ismidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 923 (H.311) Hübeyr senesi diye bilinen, Karâmita ve Karmatî denilen sapıkların halkı kırıp geçirdiği yıl, yaşı yüzü aşkın iken vefât etti.

Ebû Muhammed Cerîrî, evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden ilim ve edeb öğrendi. Onun en önde gelen talebesi oldu. Fıkıh ilminde imâm ve müftî, edeb ilminde mükemmel bir zât olarak yetişti. Aynı zamanda büyük velî Sehl bin Abdullah Tüsterî'den feyz aldı. Tasavvuftaki derecesi o kadar yüksekti ki, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bunun için; "Zamânımızın velîsidir." buyurdu. Hazret-i Cüneyd'e vefât edeceği zaman; "Sizden sonra kimin sohbetlerine devâm edelim?" diye sordular. "Ebû Muhammed Cerîrî'ye gidin." buyurdu.Tasavvufun üstün hâllerine vâkıf olmakta nihâyette olup, mürşid-i kâmil bir zâttı. Edebinin çokluğundan, yalnızken bile ayaklarını hiç uzatmaz; "Allahü teâlâya karşı edebli olmak lâzımdır." buyururdu.

Bir sene müddetle Mekke-i mükerremede kaldı. Hiç uyumadı, konuşmadı, sırtını bir yere dayamadı ve ayağını uzatmadı. Ebû Bekr Kettânî; "Bu kadarını nasıl yapabildiniz?" diye sorunca; "Kalbimi ve niyetimi, Allahü teâlânın râzı olacağı şekilde düzelttim. (Kalbimi riyâ, kibir, ucub, düşmanlık gibi mânevî hastalıklardan temizledim.) Nihâyet bu, zâhirime tesir etti. Âzâlarım da Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmaya başladı. İşte, bende görüp beğendiğin hâlin sebebi ve sırrı budur." buyurdu.

Ebû Muhammed Cerîrî, Mekke-i mükerremeden döner dönmez, hemen hocası Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini ziyâret edip evine döndü. Ertesi sabah, namaz kılarken hocasını yanında duruyor gördü. Namazdan sonra; "Muhterem efendim! Mekke-i mükerremeden dönünce bana geleceğinizi biliyordum ve sizi yormamak için dün gelir gelmez ziyâretinize geldim." dedi. Hocası Cüneyd; "O senin fazîletlerindendir. Seni ziyâret etmek de bizim vazîfemizdir. Sen buna fazlasıyla lâyıksın." buyurdu. Çünkü, sâdık talebe, hocasını yanına çeker.

Talebelerinin arasında, içinden devamlı; "Allah Allah" diye zikreden birisi vardı. Bir gün bu gencin başına bir hurma dalı düşüp, başı yarıldı. Başından akan kan, yer üzerinde; "Allah Allah" yazıyordu. Anlaşıldı ki, her kaptan, içinde olan dışarı sızar.

Bir gün talebeleri kendisine; "Efendim, sizi üzen, unutamadığınız bir hâdise var mıdır?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Bir gün ikindi namazında mescidimize, hâlinden garîb olduğu anlaşılan bir kimse geldi. Abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra başını önüne eğip tefekküre başladı. O gün akşam yemeğinde, halîfe bizleri dâvet etmişti. Gideceğimiz zaman o kimsenin yanına yaklaşıp; "Biz dâvete gidiyoruz siz de bulunmak ister misiniz?" dedim. Başını kaldırdı. "Dâvete gitmeyeyim. Bir bulamaç aşı getirebilirseniz yerim. Yoksa siz bilirsiniz." dedi. Ben de, her halde bizim arkadaşlarla berâber olmak istemiyor diye düşünüp, kendisine fazla iltifât etmedim. O gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Yanlarında yaşlıca iki zât ve arkalarında kendilerini tâkib eden birçok kimseyle geliyorlardı. Yanımdakilere, Peygamber efendimizin yanındaki iki zâtın kim olduklarını sordum. Birisi İbrâhim Halîlullah, diğeri Mûsâ Kelîmullah ve arkalarındakiler de binlerce nebîdir, dediler. İleri atılıp kendileri ile konuşmak istedim. Fakat, Peygamber efendimiz bana iltifât etmediler. "Yâ Resûlallah! Ne kabahatim var ki, mübârek yüzünüzü benden çeviriyorsunuz?" dedim. "Dostlarımızdan biri senden bulamaç aşı istedi. Sen ise vermekten çekindin." buyurdular. Ağlayarak uyandım. Hemen mescide koştum. O zât hâlâ başı önüne eğik olarak tefekkür ediyordu. Kendisine; "Ey efendim! Arzunuzu yerine getirebilmem için bir mikdâr bekleyiniz." dedim. Tebessüm edip; "Bir kimse bir ihtiyâcını size söylüyor. Siz de, yüz yirmi bin nebî şefâat etmedikçe onu yerine getirmiyorsunuz değil mi?" dedi ve çıkıp gitti. Bundan sonra ne kadar aradım ve sordum ise kendisini bulamadım. İşte kırk yıldır bu hâdisenin üzüntüsü bende devâm ediyor." buyurdu.

Bir gün Cerîrî'ye; "Tasavvuf nedir?" dediler. Cerîrî; "Tasavvuf, sulhu olmayan bir cenktir. Yâni, tasavvuf talep ve sulh ile ele geçmez. Ancak nefisle muhârebe netîcesinde gerçekleşir."

Başka bir keresinde de; "Tasavvuf, çirkin ve aşağı her türlü kötü huydan vazgeçmek ve güzel huylarla bezenmektir."

Tasavvuf kalp huzûru, murâkabe ve gönül uyanıklığı ile Allahü teâlâyı zikretmek, sünnete uygun amel etmektir." dedi.

Cerîrî hazretleri, çok Kur'ân-ı kerîm okur, Allahü teâlânın hitâbındaki mânâyı tefekkür eder, düşünürdü. Kur'ân-ı kerîmi dünyâlık ve fâni, gelip geçici şeylere âlet edenlerin, onun hayır ve bereketini büsbütün kaybettiklerini söylerdi.

Hikmet ehlindendi. "Allahü teâlâ indinde her şeyin bir hakkı vardır. Allahü teâlânın yanında hakların en yücesi hikmetin hakkıdır. Kim hikmeti (faydalı ilim, fen, sanat, söz, nasîhat, din ilmi, mânevî ilim, Peygamber efendimizin sünneti) ehli olmayana bırakırsa, Allahü teâlâ ondan hikmetin hakkını ister." buyururdu.

Bir gün kendisine; "Dînin sermayesi nedir?" diye sordular. Bunun üzerine; "Ârifler, dînin sermâyesinin bâtınî ve zâhirî olmak üzere bir takım esaslar üzerine sözbirliği etmişlerdir. Bunlardan bâtınî olanları; Allahü teâlânın sevgisi, O'ndan uzak kalma korkusu, O'nu görememe endişesi ve O'na ulaşma ümididir. Zâhirî olanlar ise; doğru sözlülük, cömertlik, alçak gönüllülük, başkasına eziyet vermemek, nefsin isteklerine sabırdır." buyurdu.

Ameline (yaptığı ibâdet ve iyi işlere) güvenenleri îkâz edip uyarır hattâ onlara; "Kim amelinin kendisini kurtaracağını zannederse, yolunu şaşırır. Çünkü Peygamber efendimiz; "Sizden hiç birinizi ameli kurtaramaz." buyurmuştur. İnsanı korktuğundan kurtarmayan şey, umduğuna nasıl kavuşturur? Kimin Allahü teâlânın ihsânına güveni tamsa, onun korktuğundan emin, umduğuna nâil olacağı ümid edilir." buyururdu.

"Âlim kimdir?" diye sordular. O; "Âhireti isteyen, dünyâdan, dünyevî meşgûliyetlerden yüz çevirendir." buyurdu.

Îmânın esâsının üç şeye bağlı olduğunu bildirirdi. "İktifâ, ittikâ ve ihtimâ. İktifâ; Allahü teâlâyı kâfi görmektir. Allahü teâlâyı, kendisi için kâfi görenin içi rahat olur. İktifâ netîcesinde mârifete, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşur. İttikâ; Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Yasaklardan (haram ve mekruhlardan) sakınanın içi ve dışı, yaşayışı düzelir. Hayâtı intizâma girer. İnsan bunun netîcesinde güzel ahlâka kavuşur. İhtimâ; nefsi perhiz etmeye, az yemeye alıştırmaktır. Haram ve helal olan gıdâlara dikkat eden nefsini riyâzet üzere bulundurur. Helâlinden az yiyenin beden sıhhati düzgün olur." buyurdu.

Nefis hakkında da; "Nefsine aldanan, şehevî duygularına esir olur. Hevâî arzûlarının zindanına kapatılır ve o kulun kalbi faydalı işlerden zevk alamaz. Kur'ân-ı kerîmi her gün hatm etse bile, ilâhî kelâmı okumaktaki esas tadı bulamaz. Bunun çâresi, nefsin esâretinden kurtulmayı candan arzu etmektir." buyurdu.

Ebû MuhammedCerîrî uzleti, yalnızlığı, halktan uzaklaşmak olarak görmez, Hakk'a yakın olmak olarak kabûl ederdi. "Uzlet, kalabalık arasına girmek, lâkin kalbi korumak ve nefsi günahtan uzaklaştırmak, kalbi sâdece Allahü teâlâya bağlamaktır." buyururdu.

"Sabır nedir?" dediler. O; "Kalbin nîmet ve mihneti, sükûnetle bir görmesidir. Zorlanarak sabretmektense, mihnet yükünün ağırlığını kalbinde hissetmekle berâber musîbetleri sükûnetle karşılamaktır." diye cevap verdi.

İhlâs hakkında da; "İhlâs, âhiretteki nîmet ve azaplara yakînen inanmanın alâmetidir. İbâdetlerdeki riyâ, gösteriş de, âhiretteki nîmet ve azaplara inanmakta tereddüd olduğunun alâmetidir." buyurdu.

Mekke yolunda Karâmita sapıklarının çok zulmedip müslüman kanı döktükleri sırada şehîd oldu. Vefâtı için, başka târihler de rivayet edilmektedir. İbn-i Atâ er-Rûzbârî diyor ki: "Vefâtından bir sene sonra, Ebû Muhammed Cerîrî'nin kabrine uğradım. Kabirdeki hâli bana gösterildi. Dizleri göğsüne dayalı, parmağı ile Allahü teâlânın birliğini gösteren işâreti yapar halde oturuyordu."

DUÂ, BELÂ GELMEDEN YAPILIR

Talebelerinden birisi anlatır:

Ebû Muhammed Cerîrî'nin vefâtı senesi, Karâmita sapıkları ile yapılan muhârebede ben de bulunuyordum. Savaş bittikten sonra, müslümanların bulunduğu kâfilenin yanına döndüm. Yaralılar arasında Ebû Muhammed Cerîrî'yi gördüm. Çok halsizdi. Yüz yirmi yaşlarındaydı. "Ey efendim! Allahü teâlânın bu belâyı üzerimizden def etmesi için duâ etseniz." dedim. "Duâ, belâ gelmeden önce yapılır. Belâ geldikten sonra râzı olmaktan ve sabretmekten başka çâre yoktur." buyurdu.
 
Üst Alt