Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (E)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ ALİ SEKAFÎ


Büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Abdülvehhâb, künyesi Ebû Ali Sekafî'dir. Nişâbur'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 939 (H. 32 senesi Nişâbur'da vefât etti.

Zamânındaki âlimlerden ilim tahsîl edip, hemen hemen bütün ilim dallarında ihtisas sâhibi oldu. Sonra tasavvuf yâni mânevî bilgileri tahsil için evliyânın büyüklerinden Ebû Hafs Haddâd ve Hamdûn Kassâr'ın sohbetlerine katıldı. Kısa zamanda velîlik bilgilerinde de yükselip kâmil, olgun bir zât oldu. Güzel konuşması ile insanları cezbedip kendine çekerdi.

Ona; kişi için en güzel hasletler nelerdir? denildi. O; "Kişi, şu dört hasletten gâfil olmamalıdır: İlki doğru söz, ikincisi doğru iş, üçüncüsü samîmî dostluk, sonuncusu ise emânete riâyeti gözetmektir." buyurdu.

Âlimlerin sohbetinde bulunmanın önemini anlatır, edebin gözetilmesinin lüzumuna işâret ederdi. Bu hususta;

"Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve bereketlerden mahrum kalır ve âlimlerdeki nûrlar, kendinde görünmez." buyurdu.

İlmi över, amellerin ihlâs ile yapılmasının fayda vereceğini söylerdi. Bunun için; "İlim; cehâlete karşı kalbin hayâtı, karanlığa karşı gözün nûrudur." buyurdu.

"Allahü teâlâ, amellerden iyi olanını, iyi olanının da ihlâslı, samîmî olanını, samîmî olanının da, sâdece sünnete uygun olanını kabûl eder."

"Sağlam bir dal, ancak sağlam bir kökten çıkar. Şimdi hareketlerin sıhhat ve sünnet üzere olmasını isteyen kimse, önce kalbindeki ihlâsı sıhhatli hâle getirmelidir. Zîrâ zâhir amellerdeki sıhhat, bâtın amellerindeki sıhhattan hâsıl olur." buyurdu.

Güzel ahlâkı ile herkese örnekti. Kendisine kötülük edeni bağışlar ve nasihat ederdi.

Kuşçuluk yapan bir komşusu vardı. Her zaman ona sıkıntı verirdi. Çünkü onun evinin damına konan güvercinleri taşlayıp uçururdu. Bir gün Ebû Ali Sekafî hazretleri evinin damında oturmuş Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Kuşçu komşusu yine güvercinlere taş attı. Lâkin attığı taş bu defâ Ebû Ali Sekafî hazretlerinin alnına rastladı ve yardı. Yüzünden aşağı kanlar akmaya başladı. Etraftan bu hâli görenler; "Şimdi Ebû Ali hazretleri şehrin vâlisine gider, onu şikâyet eder ve zararını defeder. Zîrâ vâli onun ricâsını kabûl eder. Böylece hepimiz onun zarârından kurtuluruz." dediler. O zaman Ebû Ali hazretleri hizmetkârını çağırdı ve; "Evlâdım! Şimdi şu bahçeye git ve uzunca bir çubuk yap getir." buyurdu. Hizmetçi çubuğu hazırlayıp getirdi. O zaman; "Şimdi şu çubuğu kuşçu komşumuza götür ve şu güvercinleri taş atarak değil de, bu çubukla uçurmasını söyle." buyurdu. Hizmetçi gidip Ebû Ali Sekafî hazretlerinin sözlerini söylediğinde, kuşçu yaptıklarına pişman oldu ve özür diledi.

Ebû Ali Sekafî hazretleri evliyâya uymak konusunda soranlara; "Bir kişi çeşitli ilimleri kendinde toplasa bile, bir Allah adamı tarafından terbiye edilmedikçe evliyâlık derecelerine yükselemez. Ameldeki kusurlarını ve nefsinin benliklerini birer birer gösterecek bir velîden edep ve terbiye görmeyen kimselere uymak câiz ve uygun olmaz." buyurdu.

Ebû Ali Sekafî hazretleri nasîhat olarak buyurdu ki: "Bir kimse dünyâya yönelirse, dünyâ meşgaleleri onun için âfettir."

"Bir kimsenin, nefsinin istek ve arzuları gâlip gelirse, aklı gizli kalır."

"Dürüst olmayan birinden doğruluk bekleme, edepsiz birinden edepli olmasını isteme."

Bir talebesi kendisinden nasîhat istedi. Ona; "Doğru söz, doğru ve samîmi amel, doğru ve samîmi sevgi ve emânete sadâkatten ayrılma." buyurdu.

HOR VE HAKİR GÖRÜYORLARDI

Ebû Ali Sekafî hazretleri anlatır: "Bir gün üç erkek bir kadın tarafından omuzlar üzerinde taşınan bir cenâze gördüm. Gittim cenâzenin kadın tarafından tutulan kolunu omuzuma aldım ve mezarlığa kadar götürdüm. Sonra cenâze namazını kılıp defnettik. Oradakilere; "Size yardımda bulunacak bir başka komşunuz yok muydu?" deyince; "Vardı ama bunu hor ve hakîr görüyorlardı." dediler. Ben yine; "Peki ne yapmıştı?" dedim. Onlar; "Çünkü bu çok günahkârdı." dediler. Sonra oradan ayrıldık. Vefât eden kişiye acımıştım. O gece bir rüyâ gördüm. Rüyâmda biri yanıma geldi. Yüzü ayın on dördü gibi parlıyordu. Ayrıca çok kıymetli elbiseler giymişti ve tebessüm ediyordu. Kendisine; "Sen kimsin?" dedim. Bana; "Cenâze namazını kılıp defnettiğiniz, günahkâr kişiyim. Halk tarafından horlanmıştım. Lâkin yüce Rabbim son ânımda bana merhâmet eyledi. Şimdi bu merhâmetin nîmetleri içindeyim." diye cevap verdi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ AMR EZ-ZÜCÂCÎ



Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin İbrâhim bin Yûsuf bin Muhammed, künyesi Ebû Amr ez-Zücâcî'dir. AslenNişaburlu olup, doğum târihi bilinmemektedir. Mekke-i mükerremede ikâmet etti. Kırk sene Mescid-i Harâmdan ayrılmadı. 959 (H.34 senesi Mekke-i mükerremede vefât etti.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Osman en-Nûrî, Ruveymâ, İbrâhim Havvâs hazretlerinin sohbetlerinde yetişip kemâle geldi, olgunlaştı. Mekke-i mükerremeye yerleşip orada hak yolun bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Mekke-i mükerreme evliyâsının büyüğü adıyla meşhur oldu. Altmış defâ hac yaptı.

Kendisi anlatır: "Babamın vefâtından sonra, bana elli dinâr mîras kaldı. Hacca gitmek maksadıyla yola çıktım. Yolda bir şahıs yanıma yaklaşarak kaç paran var diye sordu. Kalbimden; "Doğru söylemekten daha güzel bir şey yoktur." diye geçirdim ve o şahsa; "Elli dinârım var.' dedim. Parayı benden isteyip kesedekileri saydı. Dediğim kadar çıkınca; "Al sende kalsın, doğru sözlülüğün beni sevindirdi." dedi. Sonra merkebinden inerek beni bindirdi ve bana; "Arkandan yetişirim." dedi. Ertesi yıl bana Mekke'de yetişti. Vefât edinceye kadar hep benim yanımda kaldı."

Ebû Amr ez-Zücâcî'nin sohbetini Harem-i şerîfte herkes dinler, konuşmaya başladığında herkes büyük bir huşû içerisinde kendinden geçerdi. Dinleyenler arasında el-Kettânî, en-Nehrecûrî, el-Mürteiş ve başka velîler de vardı. Mekke-i mükerremede kaldığı kırk yıl içerisinde büyük ve küçük abdest için Harem hudûdlarının, Mekke'nin çok uzaklarına giderdi. Mekke'de ihtiyâc için abdesthâneye gittiği görülmedi. Fazîletleri üstünlükleri pek çoktu. Mekke-i mükerremede mücâvir yâni komşu olup geçici kalanlar için; "Kim ki Harem-i şerîfte mücâvir kalırken, kalbini Allahü teâlâdan başkasına bağlarsa, ziyân içinde olduğunu kendi hâli ile açığa çıkarmış olur." buyurur, gelenleri îkâz ederdi. Hırsızlık yapanlar için de; "Hacılardan kim bir hırsızlık yaparsa ve bununla ihtiyâcını temin etmek isterse, Allahü teâlâ böylesini zâtından uzaklaştırır; kalbine hırs, cimrilik, başkalarının yapacağı iyiliğe engel olma hâlini koyar. Dili dâimâ şikâyetçi olur. İnsanlar arasında Allahü teâlânın gadabına uğramış kişi olarak dolaşır." buyurdu.

Namazlarını, gönlünü Hakk'a vererek kılardı. Bu sebeple kendisine; "Farz namazlarında tekbîr alırken renginiz niçin değişiyor?" diye sorduklarında; "Çünkü farz namazlara sıdk ve doğrulukla başlamamaktan korkuyorum. Kim namaza durup, Allahü ekber diye tekbir getirir, fakat o sırada kalbinde Allahü teâlâdan başka bir ilâh düşüncesi bulunursa veya hayâtı boyunca O'ndan başka birinin büyüklüğünü ve yüceliğini kabul ederse, kendi aklı ile kendini yalanlamış olur." buyurdu.

Birgün bir grup insan; "Bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten hayırlıdır." hadîs-i şerîfinin şerhi, açıklaması nedir?" dedi. Onlara; "Buradaki tefekkürün mânâsı, nefsi unutmak, yok bilmektir." buyurdu.

Ona kaybolan eşyânın bulunmasından sordular. Şöyle anlattı: "Bir duâ şekli daha vardır ki, tecrübe edilmiş, kaybolan şeyin bulunduğu görülmüştür. Şöyle ki, önce üç defâ Duhâ sûresi okunur, sonra da üç defâ; ey Allah'ım! Geleceğinden şüphe olmayan günde insanları toplayan Rabbim! Bana kaybettiğim şeyimi bulmamı nasîb et, denir."

"Bir kimse, kendinde olmadığı bir halden konuşursa, dinleyenleri fitneye sürükler. Kendisi de Allahü teâlâyı tanımaktan mahrûm kalır."

HAC YOLCULUĞUN NASIL GEÇTİ

Kendisi anlatır: "Bir gün hocam Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin huzûruna çıkarak hacca gitmek arzumu bildirmiştim. Uygun görüp bana bir dirhem verdiler. Ben de onu alıp koynumda bir yere diktim. Daha sonra yola çıktım. Yolda nereye uğrasam bir yardımcı ve bir arkadaşla karşılaştım. İhtiyâcım görüldü. Koynumdaki paraya hiç hâcet kalmadı. Haccımı yapıp geri dönünce mübârek hocamın huzurlarına çıktım. Ellerini bana doğru uzatıp; "Dirhemi verebilirsin." buyurdular. Koynumdaki dirhemi çıkarıp verdim. Sonra da; "Haccın, yolculuğun nasıl geçti." buyurdular. Ben de; "Efendim! Bereketinizle hiç zahmet çekmedim, sâlimen edâ edip geldim." dedim. Sonra bana tebessüm ettiler.

BERÂTIMI VER

Hac zamânında yabancı birisi onun yanına gelerek; "Haccımı yaptım. Berâtımı ver. Senin arkadaşların, berâtımı almam için sana gönderdiler. Ebû Amr, o kimsenin gönlünün temiz ve saf olduğunu gördü. Ona şaka yaptıklarını anladı. Kâbe'nin kapısı ile Hacer-ül-esved arasındaki Mültezim'e işâret ederek; "Git oraya ve yâ Rabbî! Bana berâtımı ver, de!" dedi. Bir süre sonra o yabancı, elinde bir kâğıt ile geri döndü. Kâğıdın üzerinde yeşil hat, yazı ile; "Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu falan oğlu falanın Cehennem'den berât kâğıdıdır." yazılı idi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR BİN ABDURRAHMÂN SEKKÂF

Yemen bölgesi velîlerinden. Terim'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1650 (H.1061) senesinde Terîm'de vefât etti.Zenbil kabristanına defnedildi.

Ebû Bekr Sekkâf hazretleri zamânının en seçkin âlimlerinden idi. İlim tahsîline memleketi Terim'de başladı. Kur'ân-ı kerîmi ve nahiv ilminden pekçok ana metinleri ezberledi. Meşhur fıkıh âlimi Muhammed bin İsmâil'den fıkıh ve hadîs, usûl-ı tefsîr ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Ayrıca bu hocasının kardeşi Abdurrahmân bin İsmâil'den ve Abdullah bin Şeyh Ayderûs'dan da çeşitli ilimler öğrendi. Sonra Mekke ve Medîne'ye gitti. Buralarda pekçok âlimden ilim öğrendi. Hadîs-i şerîf dinledi. Mekke ve Medîne'de Seyyid Ömer bin Abdurrahîm el-Basrî, Şeyh Ahmed bin Alân, Abdülazîz ez-Zemzemî gibi âlimlerden ilim öğrendi. Aklî ve naklî ilimlerde çok üstün derecede yetişti. Zamânın önde gelen âlimlerinden oldu.

Ebû Bekr Sekkâf hazretleri, ilimde yükseldikten sonra insanlara faydalı olmak, onlara İslâmiyeti öğretmek için ders vermeye, ilmini yaymaya başladı. İlim medreselerini yeniden canlandırdı. Derslerine o kadar çok talebe geliyordu ki, bir grup dersini bitirir bitirmez başka bir grup etrafında halka oluyordu. İlim öğretmekte ve ilmî incelemelerde son derece gayretli ve tahammüllü idi. Yaşı ilerleyip ihtiyarladığı sıralarda ilimde bir umman gibi olmuştu. Onun sohbet meclislerinde ve derslerinde büyük tat, faydalar ve bereketler vardı. Huzûrunda bulunanlar çok istifâde ederlerdi. Muhammed bin Ömer bin Fakîh, Terîm'de bir medrese yaptırıp, bu medresenin idâresini ona verdi. Bu medresede bir müddet hocalıkta bulundu. Daha sonra da evine çekildi. Sâdece Cumâ günleri ve dostlarını ziyâret için dışarı çıkardı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR AYDERÛS


Evliyânın meşhurlarından. İsmi Ebû Bekr bin Abdullah Alevî Şâzilî'dir. Lakabı Ayderûs'dur. 1447 (H.851) senesinde Terîm'de doğdu. 1508 (H.914)'de Aden'de vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir. Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Zamânın meşhur ve benzeri az görülen kıymetli âlim ve velîlerinden idi. Babasına o doğmadan önce rüyâsında kıymetli bir evlâdı olacağı müjdelenmiştir. Küçük yaşta babasından ilim öğrenmeye başladı. İlk temel bilgileri babasından öğrendikten sonra beldesinde bulunan âlimlerden ilim öğrendi. Seyyid Muhammed bin Ali bin Hacdeb'den kırâat dersleri alıp, Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sâlim bin Numeyrî'den de ders aldı. İlim tahsîlini tamamladıktan sonra babasından ve amcaları Şeyh Ali, Seyyid Ahmed'den, el-İmâm Sa'd bin Ali bin Medhâc'dan tasavvuf ilmini öğrendi. Fıkıh ilmini, Abdullah bin Abdurrahmân Belhâc bin Fadl'dan ve Allâme Seyyid Muhammed bin Abdurrahmân'dan öğrendi. Ayrıca amcası Şeyh Ali'den çeşitli ilimleri öğrendi. Bidâyet-ül-Hidâye, Minhâc-ül-Âbidîn, Mihâd-üt-Tâlibîn, Hülâsât ve Umdetü İbn-i Nâkıb gibi kıymetli kitapları çok okurdu. Talebelerine de bu kitapları okumalarını tavsiye ederdi. Bilhassa büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu Ulûmiddîn kitabından her gün belli mikdâr okur ve okutup dinlerdi. Evliyânın meşhurlarından Muhyiddîn-i ibni Arabî hazretlerinin kitaplarını da çok okurdu.

Babası onu tasavvufta yetiştirmek için halvete sokmuş, bir yerde yalnız bırakmıştı. Yedi gün sonra onu çıkarıp hâline bakarak, riyâzet ihtiyâcı kalmadı diyerek onu sohbet meclislerinde yanına oturttu. Sonra da tasavvuf ve diğer ilimlerde icâzet verdi.

Ebû Bekr Ayderûs hazretleri, amcasının oğlu Abdurrahmân bin Ali ile geceleri vâdiye çıkarlar, orada namaz kılarlardı. Her rekatte on cüz Kur'ân-ı kerîm okurdu. Sabah namazı vakti girerken şehre dönerlerdi. Küçüklüğünden îtibâren geceleri uyumayıp ibâdetle meşgul olmayı âdet edinmişti. Nefsini ıslâh edip, olgunluklara ermek için çok uğraşmıştır. Günlerce gece ve gündüzleri hiç uyumazdı. Bu halden hiç etkilenip yıpranmazdı. Bir yakını; "Onun otuz seneden beri geceleri üç saatten fazla uyumadığına şâhid oldum." demiştir. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için en önemli sebeplerden biri olan seher vakti uyanık bulunup, zikir, ibâdet ve tâatla meşgûl olmak husûsunda çok gayretliydi. Başkalarına çok zor gelen bu husus ona kolaylaştırılmıştı.

Babasının âdeti olduğu gibi, Ebû Bekr hazretleri de, Hûd aleyhisselâmın kabrini ve evliyâ kabirlerini ziyârete çok giderdi. Bu hal üzere memleketinde bir müddet kaldıktan sonra Harameyn'e ziyârete gitti. Aden'e varınca oradaki âlimlerden Allâme Abdullah bin Ahmed bin Mahreme'den ve Allâme Muhammed bin Ahmed bin Fadl'dan ilim öğrendi. Zebîd şehrinde ise; Şeyhülislâm Ahmed bin Ömer el-Mezced'den ve İmâm Yahyâ bin Ebî Bekr Âmirî'den istifâde etti.

Peygamber efendimiz rüyâsında mübârek eliyle Ebû Bekr Ayderûs'un sırtını sıvazlamış ve mübârek parmaklarının izi ömür boyu sırtında kalmıştı. Yahyâ bin Ebî Bekr Âmirî büyük bir âlimdi. Bu parmak izlerini göstermesi için ricâda bulununca gösterdi. Bu zât ona hırka giydirip, icâzet verdi. Uğradığı diğer yerlerde de değişik âlimlerle görüşüp onlardan istifâde etti ve icâzet aldı. Sonra hacca gitti. Mekke'de Hâfız Muhammed bin Abdurrahmân es-Sehavî'den ilim öğrendi, o zâttan da, icâzet aldı. Açık zihinli, parlak zekâlı, anlayışlı ve isâbetli görüşleriyle, karşılıştığı her zât tarafından takdir ve medhedilmiştir.

Ebû Bekr Ayderûs hazretleri, hal, iş ve sözleriyle çok beğenilen bir zâttı. Hac ibâdetini tamamladıktan sonra memleketi Terîm'e döndü. İlim öğretmekle meşgûl oldu. Onun ilim meclisinde ve sohbetlerinde pekçok kimse toplandı. Kıymetli talebeler yetiştirdi. Bu talebelerinden bâzıları, kardeşi Hüseyin, yeğeni Abdullah, Allâme Abdullah bin Muhammed Kuşeyr ve diğerleridir. Bütün vakitlerini ilim öğretmekle ve kitap mütâlaası ile geçirirdi. Çok kimsenin çözmekte güçlük çektiği zor meseleleri çözer ve açık bir şekilde îzâh ederdi. İlim, fazîlet sâhibi sâlih kimselerle görüşüp sohbet ederdi. Dünyâya düşkün olanlardan uzak dururdu. Âriflerin; "Allahü teâlâyı tanıyan kimsenin hayâtı tatlı ve yaşayışı safâlı olur. İnsanlar arasında yalnız gibi, yalnız iken cemâat arasında gibi olur. Vefâtında garîb gibi, vatanından uzak olunca da vatanında gibi olur. Bulunmadıkları yerde var gibi hissedilir, bulunduğu yerde de yok gibi hissedilir. Bedeniyle insanlar arasında fakat kalbiyle onlardan uzak olur. Allahü teâlâyı zikretmenin, anmanın lezzetine gark olmuş halde bulunur." diye târif ettikleri gibi mübârek bir zât idi. Dâimâ tebessüm ederdi. Herkese güler yüzlü davranırdı. Huzûrunda bulunanları hoş sohbetiyle ferahlandırırdı. Bulunduğu yerde boş söz söylenmez ve boş işler yapılmazdı. Talebelerine ve sevenlerine tatlılar ve çeşitli meyveler ikrâm ederdi. Onu tanıyıp sevenler birbirlerine karşı da gâyet samîmî ve dostça davranırlar, birbirlerine yardım ve ikrâm yaparlardı. Fakirlere, dul ve yetimlere, muhtaçlara dâimâ yardımda bulunur, sıkıntılarını giderirdi. Zamânındaki edib ve şâirler onun üstün hâllerini, güzel vasıflarını şiirleri ve yazılarıyla dile getirmişlerdir. Yaşadığı cemiyette İslâmiyete uyması, dîni anlatması insanlara karşı muâmelesi ve diğer bütün münâsebetlerinde, büyük-küçük herkesin örnek aldığı, dâimâ kendisine baş vurduğu bir zât idi. Menkıbeleri ve kerâmetleri, Allâme Muhammed bin Ömer tarafından yazılan Mevâhib-ül-Kuddûs fî Menâkıbı İbn-il-Ayderûs adlı kitapta toplanmıştır. Bir kısmı şöyle anlatılmıştır:

Ebû Bekr Ayderûs, fıkıh âlimi Muhammed bin Ebî Bekr bin Sâig'in çocuklarının yanına uğradı. Onlar, koyunlarını sulamak için bir kuyu başında duruyorlardı. İnsanların kuyunun suyunu bitirdiklerini gördü. Ebû Bekr Ayderûs hizmetçisine; "Kovayı al ve koyunları sula." buyurdu. Kuyuda su tükendiği halde onun kerâmetiyle su çıktı. Hizmetçi koyunları suladıktan sonra, diğer hayvanlar da suya kandılar ve insanlar su kaplarını doldurdular.

Yine bir gün Harameyn'den dönerken, Zeylâ denilen yere girdi. O zaman oranın hâkimi Muhammed bin Atik idi. İttifakla bildirildiğine göre, bu zâtın, kendisine çok düşkün olduğu oğlu vefât etmişti. Ebû Bekr Ayderûs, tâziye ve sabır tavsiye etmek için hâkimin yanına vardı. Bu hususta ona hiçbir şey fayda vermiyordu. Onu büyük bir üzüntü içinde gördü. Devamlı ağlıyordu. Ayderûs, vefât etmiş çocuğun yüzünü açtı ve onu ismiyle çağırdı. Çocuk, Ayderûs'a cevap verdi. Allahü teâlâ, ona rûhunu iâde etti. Kalkıp, hazırlanmış olan keşkekten onlarla berâber yedi. Uzun bir müddet daha yaşadı.

Ebû Bekr Ayderûs, kişinin niyetini ve içinden geçirdiği şeyi haber verirdi. Bir gün birisine; Rebî'ul-evvel ayında Haleb'e gittiğini, Kasırîn caddesinde filancanın evinde kaldığını hatırlıyor musun?" dedi. O; "Evet, siz o sene Haleb'de miydiniz?" dedi. Orada bulunanlardan bâzıları, Ayderûs'un, Şam'a, Mısır'a, hiçbir yere gitmediğini söylediler. O kişi, Allah'a yemîn ederek, Ayderûs'un söylediğinin aynen vâki olduğunu söyledi.

Sâlih bir zât olan Ahmed bin Sâlim şöyle anlatır: "Muhammed bin Îsâ Bâncar, bâzı hediyelerle birlikte beni Ebû Bekr Ayderûs'a gönderdi. Kendisine daha ilk selâm verişte, ismimi ve yanımda neler olduğunu söyledi. Ben hediyeleri ona anlatmadan; "Filancaya verin." buyurdular. Yanımdaki şeylerin ne olduğunu Allahü teâlâdan başka bilen yoktu."

Talebeleri bir sıkıntı ve belâya düştüklerinde, Ebû Bekr Ayderûs'tan yardım isterler ve Allahü teâlâ onları bu vesîleyle o dertten kurtarırdı. Nitekim, Âmir bin Abdülvehhâb'ın emîrlerinden, Emîr Mercan bin Abdullah dedi ki: "Harpte San'a-i ûlâ denilen yerde idik. Düşman üzerimize yüklendi ve arkadaşlarım dağılıp bir kısmı yaralandı. Her tarafımızı düşmanlar çevirdi. Hocam Ebû Bekr'in ismini söyleyip, Allahü teâlâdan yardım istedim. Vallahi, güpegündüz ve ayan beyân gördüm ki, atımın perçeminden tuttu, onların arasından beni aldı ve evime ulaştırdı."

Dâvûd bin Hüseyin Habânî şöyle anlatır: "Bir yerde zâlim bir vâli bana eziyet etti. Günlerce Yâsîn sûresini, bu adamın bana olan şerrine son vermesi için Allah'a yalvararak okudum. Sonra rüyâmda, birisi bana; "Ey Ebû Bekr Ayderûs, de!" diyordu. Böyle söyledim. Zâlimin bana olan zulmü sona erdi.Hâlbuki Ayderûs'u tanımıyordum. Onu suâl ettim; Aden'de oturduğunu söylediler. Huzûruna vardığımda, başımdan geçenleri haber vermeden kendisi haber verdi.

Seyyid Celîl Muhammed bin Ahmed Vatab şöyle anlatır: "Habeş diyârında geziyordum. Üzerime hırsızlar saldırdı. Katırımı ve onun üzerindeki şeyleri aldılar. Beni öldürmek istediler. Şeyh Ebû Bekr'in adını söyliyerek üç kerre; "Ey Ebâ Bekr Ayderûs!" diye seslendim. Bir zât çıkageldi. Onlara saldırdı. Katırımı ve üzerindeki şeyleri bana geri verdi ve; "Cenâb-ı Hakk'ın emânında olmayı istedin, kurtuldun." dedi.

Neîmân-ı Mehrî şöyle anlatır: "Hindistan'a giden bir gemiye binmiştim. Gemi bir yerinden su almaya başladı. Gemidekiler bağrışıyor ve bâzıları kendi hocasının adını söyleyerek yardım istiyordu. Ben de hocam Ebû Bekr Ayderûs'u söyledim. Bana bir uyuklama geldi. O an hocamı gördüm. Elinde bir şeyle gemideki çatlağın olduğu yere doğru yönelmişti, orayı gösteriyordu. Sevinerek uyandım. Avazımın çıktığı kadar bağırıyor ve üzüntüden kurtulmuş bir şekilde; "Ey gemidekiler sevininiz ve benden sorunuz!" diyordum. Onlar benim bu sevincimi görünce, bu hâle rağmen niye sevindiğimi sordular. Onlara gördüklerimi haber verdim. Baktıklarında, çatlağın sağlam bir şekilde tıkanmış olduğunu gördüler.

RABBİM VÂDETTİ

Ayderûs, fakirlere yardım etmek ve ihtiyaçlarını görmek için çok borç para isterdi. Hattâ borçları iki yüz bin dinârı geçti. Bununla birlikte o, zâhiren ödeyememe korkusu içinde görünmüyordu. Sonunda bâzıları onu kötülediler. O, şöyle buyurdu: "Rabbimle benim arama girmeyiniz. Ben bu şekilde aldığım parayı, O'nun rızâsından başka yere sarfetmedim. Rabbim, benim borcumu ödemeden, beni bu dünyâdan çıkarmıyacağını bana vâdetti." Söylediği gibi oldu. Allahü teâlâ, kendi nezdinde ihsânı bol birinin vâsıtasıyla, ölmeden önce onun borcunun ödenmesini kolaylaştırdı. Emîr Nâsıruddîn bin Abdullah, Ayderûs'un oğluyla parayı gönderdi. Sonra çarşıda; "Kimin Ebû Bekr Ayderûs'da alacağı varsa gelsin!" diye nidâ edildi ve bütün borçları ödendi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR EL-BETÂİHÎ


Irak'ta yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Ebû Bekr olup, babasınınki Hüvârâ'dır. Irak'ta Betâih'te yaşadığı için Betâihî nisbesi ile meşhur oldu. On ikinci asrın sonları ile on üçüncü asrın başlarında yaşadı. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Irak'ın Hüvârîn veya Hüvâriyyîn kabîlesine mensuptur. O zamanda Irak'ta bulunan evliyâ arasında şânı yüce, kadri yüksek bir zât idi. Evliyâdan birçoğu kendisine talebe olup ilim öğrenmiş, istifâde etmiştir.

Önceleri, Betâih beldesinde yol kesicilik yapardı. Bu yolda berâber oldukları arkadaşları vardı. Bu da onların reîsi idi. Bir gece tenhâda, bir kadının, kocasına; "Çabuk buraya gel! Nerede ise İbn-i Hüvârâ ve arkadaşları gelip bizi bulurlar, yakalarlar." dediğini duydu. Gizliden de bir ses; "Allahü teâlâdan korkma zamânın gelmedi mi?" diyordu. Bu sözler çok tesir etti. Ağlamaya başladı. "İnsanlar benden korkuyorlar, ben ise Allahü teâlâdan korkmuyorum. Olacak iş değil." dedi. Tövbe edip Allahü teâlâya yöneldi. Arkadaşları da tövbe edip, haydutluktan vazgeçtiler. İbn-i Hüvârâ, bundan sonra tam bir dönüşleAllahü teâlâya yöneldi. Tam bir sıdk, ihlâs ve kuvvetli bir irâde ile Allahü teâlâya giden yolda ilerlemeye, yükselmeye başladı. Allahü teâlânın lütfu, inâyeti ve tevfîki ile kısa zamanda velîlerden oldu ve şânı yüceldi.

Ebû Bekr el-Betâihî, hazret-i Ebû Bekr'in rüyâda kendisine hırka ve takke giydirdiği ilk zâttır. Şöyle ki; Ebû Bekr el-Betâihî bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Yanlarında da hazret-i Ebû Bekr vardı. Ebû Bekr el-Betâihî, Peygamber efendimize; "Yâ Resûlallah! Bana bir hırka verir misiniz?" dedi. Resûlullah efendimiz; "Ben senin peygamberinim. (Hazret-i Ebû Bekr'i işâret ederek) Bu da senin üstâdındır." buyurup, sonra hazret-i Ebû Bekr'e döndü ve; "Arkadaşın olan Ebû Bekr el-Betâihî'ye giydir!" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr de ona, hırka ve takke giydirip, başını okşadı, alnını sıvazladı. Sonra da; "Allahü teâlâ, bunu sana mübârek eylesin." buyurdu. Resûlullah efendimiz de, Ebû Bekr el-Betâihî'ye hitâben; "Yâ Ebâ Bekr! Sen Irak'ta, ümmetimden tasavvuf ehli olanların, unutulmuş yolunu yaşatacaksın. Allahü teâlânın dostlarından hakîkat ehli olanların, kaybolan yollarını canlandıracaksın. Bu yolda olanların öncüsü, ışığı, yol göstericisi olacaksın. Bu yolun önderliği, kıyâmete kadar sende kalacak. Senin ortaya çıkman ile, Allahü teâlânın rahmet rüzgârları esecek. Senin meydana çıkman ile, Allahü teâlânın yardım, lütuf ve ihsânı bol bol gönderilecek." buyurdu. Ebû Bekr el-Betâihî uyandığında, kendisine rüyâda giydirilen elbise ve takkeyi üzerinde buldu. O zaman Irak ufuklarından, herkesin rahatlıkla duyabileceği bir ses; "Muhakkak ki Ebû Bekr el-Betâihî, Allahü teâlâya vâsıl olan velîlerdendir." diyordu. Bundan sonra, her taraftan insanlar, onu görmek için akın akın yollara düştü. Bu rüyâdan hemen sonra, onda Allahü teâlâya yakın olma alâmetleri görülmeye başladı.

Ebû Muhammed Şenbekî ve başka birçok velî, kendisinden ilim ve feyz aldı. İnsanlar akın akın gelip, bereketli sohbetlerinden istifâde ederlerdi. O zamandaki evliyâ ve âlimler, ona; saygı, hürmet ve tâzimde ve sözlerine îtibâr etmekte ittifak hâlinde idiler. Bir ihtilâf meydana gelirse, son söz onun olurdu. Hal ve hareketleri, sûreti, ahlâkı çok güzel idi. Tam bir edep ve tevâzu sâhibi idi. Dînin hükümlerine uymakta çok sabırlı ve gayretliydi. Bunda gevşeklik göstermezdi. Dîne bağlı ve Ehl-i sünnet îtikadında olanlara çok ikrâmda bulunurdu.

Azzâz bin Müstevdâ anlattı: "Ebû Bekr el-Betâihî'yi dinlemeye gelen ricâl-i gayb ismi verilen velîler, başlarını eğmiş oldukları halde, sohbetlerini dinlerken, yayılan nûrlar, Betâih şehrini aydınlatırdı. O, duâsı kabûl olan tasavvuf ehli, çok yüksek bir velî idi."

Bir gün kadının biri, Ebû Bekr el-Betâihî'ye gelerek; "Oğlum nehir kenarında boğuldu. Kendisinden başka da kimsem yoktu. Azîz ve celîl olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlâ sana öyle bir kuvvet ve izin vermiştir. Oğlumu bana geri getirebilirsin. Eğer bunu yapamazsan, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne şikâyet ederim ve; "Yâ Rabbî! İçim yanarak büyük bir üzüntüyle ona gittim. O ise, üzüntümden kurtulmam için duâ yapması elinde iken bunu esirgedi." derim. Ebû Bekr el-Betâihî, kadını dinledikten sonra, başını önüne eğip bir müddet murâkabe etti ve; "Oğlunun nerede boğulduğunu bana göster!" buyurdu. Kadın, Ebû Bekr el-Betâihî'yi oğlunun boğulduğu yere götürdü. Bir de baktılar ki, boğulan çocuğun cesedi, boğulduğu yerde ve su üzerinde duruyor. Ebû Bekr el-Betâihî suda yüzerek çocuğun yanına vardı. Çocuğu omuzunda taşıyarak kıyıya çıkardı ve annesine teslim edip; "Onu al!" buyurdu. Kadıncağız oğlunun sağ olduğunu gördü. Kadın ile oğlu oradan ayrıldılar. Oğlu kendisi ile berâber yürüyor, elinden tutuyordu. Sanki hiç bir şey olmamış gibiydi.

Bir defâ, Vâsıt ile Behmût arasında zelzele oldu. Her taraf bu zelzelenin tesiriyle sallanmıştı. Ebû Bekr el-Betâihî zelzeleye hitâben; "Ey Allah'ın mahlûku, sâkin ol!" buyurdu. Zelzele, Allahü teâlânın izniyle dile gelip; "Sana itâat etmekle emrolundum." dedi ve sâkinleşti.

Ebû Bekr el-Betâihî, Betâih' te bir gün, suyu çok aşağılarda olan bir kuyudan abdest almak istedi. O anda, Allahü teâlânın izniyle kuyunun suyu yükseldi ve abdest aldı. Su gâyet tatlı ve hoştu.

Ebû Bekr el-Betâihî bir defâsında sohbet ederken; "Irak'ın en yüksek sekiz evliyâsı şunlardır. Mârûf-i Kerhî, Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hâfî, Mensûr bin Ammâr, Sırrî-yi Sekatî, Sehl bin Abdullah-i Tüsterî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Abdülkâdir-i Geylânî." buyurdu. O zaman Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri henüz tanınmamış olduğundan, dinleyenler suâl ettiler: "Efendim, saydığınız âlimlerden yedisini duyduk biliyoruz da, Abdülkâdir-i Geylânî'yi duymadık. O kimdir?" dediler. Buyurdu ki: "Iraklıdır. Çok şerefli bir zâttır. Bağdât'ta yaşar. Çok yüksek bir zât olduğunun herkes tarafından bilinip tanınması çok yakındır. Sıddîklardan ve zamânının en büyük, en yüksek velîlerinden biridir." Dinleyenler, Abdülkâdir-i Geylânî'nin henüz meydana çıkmadığını, Ebû Bekr el-Betâihî'nin onun geleceğini kerâmet olarak anlayıp müjdelediğini ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin tanınmasının çok yakın olduğunu anlayıp sevindiler.

Ebû Bekr el-Betâihî hazretleri buyurdu ki:

"Kırk Çarşamba kabrimi ziyâret edene, sonunda kendisine Cehennem'den kurtulduğuna dâir berât verilir."

"Benim bu türbeme giren bir cesedi ateşin yakmaması için Rabbimden ahid, söz aldım." Nakledilir ki, bu zâtın türbesine, herhangi bir şekilde balık ve başka bir et girmiş olsa, daha sonra o eti ateş yakmaz, kızartılamaz, yemek ve başka bir şey yapılamazdı.

"Allahü teâlâya yakınlık; edebe riâyet, devamlı korku ve ibâdete devâm etmekle olur. Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem yakınlık; sünnetine tam tâbi olmak ve ilme, canla başla sımsıkı sarılmakla olur."

"Allahü teâlâ ile olmak, O'ndan başkasından uzaklaşmaktır. O'ndan başkasından uzaklaşmak da O'nunla olmak demektir."

"Allah korkusu, insanı Allahü teâlâya yaklaştırır."

"İnsanları, hor, hakîr ve aşağı görmen, senin için tedâvîsi mümkün olmayan büyük bir hastalıktır."

ARSLANIN RIZKI

Ebû Muhammed Şenbekî bir defâsında Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına gitmişti. Huzûrunda büyük bir arslan vardı. Arslan, Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda ağzını yüzünü toprağa sürüyordu. Ebû Bekr el-Betâihî ise, bâzı suâllere cevap veriyormuş gibi arslana bir şeyler söylüyordu. Biraz sonra arslan oradan ayrılıp gitti. Ebû Muhammed Şenbekî, Ebû Bekr el-Betâihî'ye yaklaşıp; "Size hayvanlarla konuşup onlara faydalı olmak gibi nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâ için bana söyler misiniz? O arslan size ne dedi? Siz ona ne söylediniz?" dedi. Buyurdu ki: "Yâ Şenbekî! Arslan bana dedi ki, üç gündür ağzıma yiyecek bir şey almadım. Açlık beni çok rahatsız etti. Seher vakti Allahü teâlâya yalvardım. Bana, senin rızkın, Hemâmiyye köyündeki bir inektir. Onu parçalayıp yiyeceksin. Onu avlarken sana da bir zarar isâbet edecek, denildi. Ben ise şimdi, bana geleceği bildirilen o zarardan korkuyorum. Ne yapayım? Ben de arslanın anlattıklarını dinledikten sonra ona, sana isâbet edecek zarar, sağ tarafında hafif bir yaradır. O yara sebebiyle bir hafta elem çekersin. Sonra yara iyi olur, dedim. Çünkü o köydeki bir ineğin bu arslanın rızkı olduğunu, o ineği avlarken o köyden on bir kişinin çıkıp buna hücûm edeceklerini, adamlardan üçünün çarpışma sırasında ağır olarak yaralanacağını, arslanın da sağ tarafından bir yara alacağını, yaralılardan birinin öleceğini, bir saat sonra ikincisinin ve yedi saat sonra üçüncüsünün öleceğini, arslanın da bir hafta sonra yarasının iyi olacağını Levh-i mahfûzda görmüştüm." diye anlattı.

Ebû Muhammed Şenbekî, bu anlattıklarını hayretle dinledikten sonra, hâdiseyi tâkib etmek üzere Hemâmiyye köyüne doğru yola çıktı. Oraya vardığında arslanın ondan önce köye vardığını gördü. Durum aynen Ebû Bekr el-Betâihî'nin bildirdiği gibi olmuştu. Bir hafta sonra Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına tekrar geldi. Baktı ki yine o arslan, Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda duruyordu ve yarası da iyileşmişti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR-İ DÜKKÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Dâvûd ed-Dînûrî olup, künyesi Ebû Bekr-i Dükkî'dir. Aslen Dînûrlu olup, Bağdât'ta ikâmet ederdi. Sonra Şam'a yerleşti. 961 (H.351) den sonra, 100 yaşını geçmiş olarak Şam'da vefât etti. Vefât târihi bilinmemekte olup daha sonraki târihler de rivâyet edilmiştir.

Evliyânın meşhurlarından Cüneyd-i Bağdâdî'yi görmüştür. Ebû Ali Rodbârî'nin akrânıdır. Ebû Abdullah bin Cellâ'nın sohbetlerine devâm edip, kendisinden ilim ve feyz aldı. Ayrıca Ebû Bekr ez-Zekkâk el-Kebîr, Ebû Bekr el-Mısrî ve diğer bâzı büyük zâtların sohbetinde bulundu. Dînin emirlerine uymak bakımından, zamanındakilerin en gayretlisiydi. Sohbeti, insanlara dünyâyı unutturup, haram ve günahların zehir olduğunu hissettirmesi bakımından, yolunu şaşıranlara Allahü teâlânın gönderdiği bir nîmet ve lütuf sofrasıydı.

Kendisine, fakirlik ve tasavvuf hakkında soruldu. Cevâbında; "Fakirlik, tasavvuf hâllerinden bir hâldir." buyurdu. "Tasavvuf yolunda bulunanın alâmeti nedir?" diye sordular. "Her durumda ve her işte, en faydalı şey ile meşgûl olmak ve kötülüklerden uzak durmaktır." buyurdu.

Kendisinden sordular; "Kiminle dost olalım?" Cevâbında; "Senin her hâlini bilen, kendisinden emîn olduğun, kendisinden bir şeyi saklamak lüzûmunu duymadığın, aranızda hiçbir şeyin saklı bulunmadığı kimse ile dost ol." buyurdu.

Ebû Bekr-i Dükkî buyurdu ki:

"Allahü teâlâya yakın olmanın alâmeti, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şeyden uzak olmaktır."

"Nice sevinçler vardır ki, sonları keder, nice hüzünler vardır ki, sonları kurtuluştur."

"İhlâs odur ki; insanın zâhiri, bâtını, durması, hareket etmesi, nefes alıp vermesi, yâni her hâli Allahü teâlâ için olmalıdır. Nefsin, hevânın payı bulunmamalı, hiçbir hareket, bir mahlûk için olmamalıdır."

"Bir kalpte Allahü teâlâya kavuşmak arzusu doğar, bu aşkla yanarsa, beşeriyet kötülükleri o kalbden ayrılır."

"Mîde, yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helâl lokma koyarsan, âzâlardan sâlih ameller meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer, haram lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâlâ arasında bir perde olur da, bu yolda yürümen mümkün olmaz."

"Allahü teâlâyı tanıyan kimse O'ndan ümîdini kesmez ve hep O'na ilticâ edip, sığınır. O'nu unutan kimse de, mahlûklara ilticâ eder. Nefsinin kötülüklerini tanıyan kimse, hiçbir amelini beğenmez, güzel ve kusursuz bilmez. Hep kendini kusurlu bilir. Mümin bilerek hatâ yapmaz. Gaflet ile bir hatâ yaparsa, hemen hatâsını düşünüp üzülür ve derhal tövbe istigfâr eder."

"Mârifet ehli, Allahü teâlâyı tanımakla hayattadırlar ve hakîkî hayat da, onların yaşadıkları hayattır. Allahü teâlâyı tanımayanlar diri sayılmazlar. Onlar ölü gibidir."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR-İ EBHERÎ


Onuncu yüzyılda Horasan bölgesinde yetişen velîlerden. İsmi, Abdullah bin Tâhir bin Hâtim et-Tâî, künyesi Ebû Bekr'dir. Ebherî nisbesiyle meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 941 (H.330) senesinde vefât etti.

Zamânındaki âlim ve velî zâtların sohbetlerinde ve ilim meclislerinde bulunan Ebû Bekr-i Ebherî, Yûsuf bin Hüseyin er-Râzî'nin hizmetinde bulundu. Ondan ilim öğrendi. Ebû Bekr-i Şiblî'nin akranı olup, Ebû Muzaffer Kirmasânî ile arkadaşlık yaptı. Hadîs ilminde yüksek âlim olup, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Zâhirî ilimlerde yüksek bir âlim, tasavvuf yolunda büyük bir velî oldu. İlim meclislerinde pekçok kimse bulunup istifâde etti. Vâz ve sohbetleriyle insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp, onların dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmaları için gayret etti. Mahleb bin Ahmed el-Mısrî onun sohbetleriyle ilgili olarak dedi ki: "Birçok velînin sohbetinde bulundum. Hiçbirinin sohbeti bana Ebû Bekr-i Ebherî'nin sohbeti kadar faydalı olmadı."

Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri ilim ehline ve ilim öğreten hocaya çok önem verirdi. Hocanın talebeye göre ana ve babasından daha kıymetli ve değerli olduğunu bildirirdi. Ona; "İnsan nasıl oluyor da hocasının emirlerine anne ve babasınınkinden daha fazla uyuyor?" diye sorulunca; "Anne ve baba, insan oğlunun fâni hayâtının sebebidir. Yâni onun bu dünyâya gelmesine sebeb olmuşlardır. Hocası ise, onun bâkî, sonsuz hayâtının sebebidir. Çünkü onun hem bu dünyâda hem de sonsuz olan âhiret hayâtında saâdete kavuşmasına sebeptir." buyurdu.

Bir sohbeti sırasında Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem şu hadîs-i şerîfini nakletti: "Ne mutlu nefsini küçültene ve kazancını helâl yoldan temin edene, iç hâli güzel, dışı da kerim olana ve insanlara da kötülük yapmayana. Ne mutlu ilmi ile amel edene, malının fazlasını dağıtana ve sözünün fazlasını tutan kimseye."

Peygamber efendimizin ümmetine olan şefkat ve merhâmeti husûsunda buyurdu ki:

"Allahü teâlâ, Peygamber efendimize vefâtından sonra ümmeti arasında vukû bulacak ayrılıkları ve başlarına gelecek musîbetleri bildirdi. Peygamber efendimiz bunu hatırladıkça üzülürdü. Bunun için, ümmetinin Allahü teâlâ tarafından bağışlanmasını isterdi."

İnsanın başına gelen kötülük ve musîbetlerin onun faydasına ve kurtuluşuna vesîle olacağını bildiren Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri buyurdu ki: "Başa gelen musîbet ve belâlarda üç iyilik ve üç fayda vardır: Birincisi; o kimsenin büyük günahlarının affına sebeptir. Yâni o kimse günahlarından temizlenir. İkincisi; bu musîbet ve belâ o kimsenin küçük günahlarına da keffârettir. Üçüncüsü; sıkıntılara dalıp, Allahü teâlâyı, sevgili Peygamberimizi ve büyük zâtları hatırlamaya sebeb olur."

"Her sınıf insanın bir himmeti, ulaşmak için gayret ettiği bir gâyesi vardır. Sâlihlerin himmeti de Allahü teâlâya isyân etmeden, O'nun râzı olduğu işleri yapmaktır. Âlimlerin himmeti sevâbın artmasına gayret etmektir. Âriflerin himmeti kalplerinde Allahü teâlânın büyüklüğünü bulundurmak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeyleri terk etmektir."

Bir gün bir cenâzede bulundu. Ölenin yakınları çok ağlıyorlardı. Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri şu meâle gelen bir şiir okuyarak; "Kendini unutmuş bir halde, ağlıyor ölünün hâline. Ölünün yakınlarının, mevtâya az tâziyede bulunduklarını iddiâ ediyor. O kimse akıl ve fikir sâhibi olsaydı, kendi bulunduğu hâle ağlardı." Esas ağlanması gereken kimsenin imânla giden mevtâ değil, geride kalan kimseler olduğunu, çünkü ölenin dünyânın günah ve sıkıntılarından kurtulduğunu bildirdi.

İlm-i vehbînin yâni Allahü teâlânın ihsân ettiği çalışmakla ele geçmeyen ilmin, ilm-i kesbîden yâni çalışarak öğrenilen ilimden daha üstün olduğunu bildiren Ebû Bekr-i Ebherî buyurdu ki: "İlim şüpheye mâruzdur. Yakînde ise şüphe söz konusu değildir. Yakîn olan yerde şüphe olmaz ki, zıtlık olsun. Tasavvuf ehlinin ilmi ilk zamanlar kesbîdir, sonraları vehbî ve bedîhî hâle gelir. Bu ilimde şüphe olmaz."

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek yolunda sarf eden Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri, 941 (H.330) senesinde vefât etti.

GÜZEL AHLÂK

Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri ilimde yüksek olduğu gibi, güzel ahlâk sâhibiydi. Kendisine karşı saygısızlık yapanları affederdi. Bir gün çarşıda dolaşırken, bir manifaturacı dükkanının önünden geçti. Manifaturacının oğlu, Ebû Bekr-i Ebherî'nin sohbetine katılanlardan birisiydi. O genç, Ebû Bekr-i Ebherî'yi görünce, dükkanı bırakıp peşinden gitti. Manifaturacı, dükkana gelip oğlunu göremeyince çok kızdı ve hemen onların arkasından gidip oğlunu kolundan tuttu. Ona eziyet ederek, alıp dükkana getirdi. Bu hâdise Ebû Bekr-i Ebherî hazretlerini çok üzdü. Sabah olunca manifaturacının kapısına, yanına hizmetçisini alarak geldi. Manifaturacıyı dışarı çağırdı ve ona; "Dün geceyi çok huzursuz geçirdim. Dünyâlık olarak sâdece şu hizmetçim var. Şâyet dün seni incittiğimden dolayı kabûl edersen, bunu sana verdim gitti. Yok eğer kabûl etmezsen onu azâd ettim gitti." dedi. Manifaturacı hemen af dileyerek; "Olacak şey değil. Hatâyı, günâhı ben işledim. Fakat sen özür diliyorsun." dedi. Bunun üzerine Ebû Bekr-i Ebherî; "Doğrusu günâhı sen işledin, fakat elemi bana erişti ve beni üzdü." dedi. Bundan sonra manifaturacı yaptığına pişman oldu ve tövbe etti. Ebû Bekr-i Ebherî'nin sohbetlerini hiç kaçırmadı.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR BİN EBÛ VEFÂ


Halep bölgesinde yetişen velîlerden. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Doğum yeri ve târihi belli değildir. Babası Halep'te bir câmide müezzinlik yapan sâlih bir zât idi. Zamânın âlimlerinden ve velîlerinden ders alarak kemâle geldi. Küçük-büyük herkese Allahü teâlânın rızâsı için nasihat etmeye başladı. Âlimlerden, sâlihlerden ve devlet adamlarından birçoğu sohbetlerine gelirdi. Bir ara Şam'a gitti. Orada Muhammed Zağbî ile görüştü. Muhammed Zağbî, dünyâ sevgisini kalbinden çıkarmasını tavsiye etti. O da dünyâlık neyi varsa fakirlere dağıttı. Sohbetlerinde birçok talebe yetişti.

Halep âlimlerinden Şeyh Ömer Faradî, talebeleri ile mantık ilmini anlatan Şerhüşşemsiye isimli kitabı okutuyordu. Mevzû karışık hükümler olup, mantık ilminin en zor konularından idi. Şeyh Ömer bir yere gelince durakladı, uzun müddet düşündü. Sonra talebelerine; "Birlikte Şeyh Ebû Bekr'in ziyâretine gidelim de gönlümüz, zihnimiz açılsın." dedi. Talebeleri ile berâber Şeyh Ebû Bekr'in huzûruna gitti. Şeyh Ömer daha bir şey sormadan Şeyh Ebû Bekr bir şeyler anlatmaya başladı. Şeyh Ömer başı önünde anlatılanları dinledi. Şeyh Ebû Bekr'in konuşması bitince, Şeyh Ömer talebeleri ile berâber medreseye döndü. Talebelerine; "Şeyhin anlattıklarını anladınız mı?" diye sordu. Talebeler anlamadık deyince; "Şeyh Ebû Bekr bana takıldığımız dersi anlattı. Karışık kâidelerin şekillerini açıkladı." dedikten sonra onun anlattıklarını talebelerine îzâh etti.

Bir gün Şeyh Ebû Bekr dergâhda uyuyordu. Yanında bir zât vardı. O sırada bir seveni bir mikdar balmumu getirdi ve; "Bu, Şeyh Efendinindir." dedi. Şeyhin yanındaki şahıs, Şeyhe gelen mumu kimse görmeden ateşte ısıtıp yumuşattıktan sonra beline koydu. Biraz sonra Ebû Bekr Efendi uyandı. O zâta; "Elbisenin altındaki nedir?" diye sordu. O zât korkup, elbisesini açtı ve belinde bir yılanın sarılı olduğunu gördü. Büyük bir korku ile elbisesini çıkarıp attı. Bu sırada yılan mum olarak yere düştü. Bunun üzerine Şeyh; "Eğer onu alsaydın, seni sokardı." dedi.

Kilis beldesinden bir kadının oğlu Frenk memleketinde esir düşmüştü. Kadın, Ebû Bekr Efendiye gelip oğlunun kurtulması için duâ istedi. Ebû Bekr Efendi; "Demek ki oğlunun kurtulmasını istiyorsun? Öyleyse bana pirinç ile bir tavuk pişir getir." dedi. Kadın, pirinç ile bir tavuğu güzelce pişirip, getirdi. Ebû Bekr Efendi; "Kızıl Hamûr!" diye seslendi. Yanına kızıl bir köpek geldi. Tavuğu onun önüne atıp; "Ye!" dedi. Köpek tavuğu yedi. Kadın bunu görünce, özen göstererek hazırladığı yemeğin köpeğe verilmesine üzüldü. Köpek tavuğu bitirince, Ebû Bekr Efendi, asâsiyle işâret ederek; "Haydi şimdi git!" dedi. Köpek dağlara doğru hızla gitti. Aradan bir süre geçince Ebû Bekr Efendi kadına; "Evine dön!" buyurdu. Kadın evine gidince oğlunun kapı önünde durduğunu gördü. Nasıl kurtulduğunu sordu. O da şöyle anlattı: "Frenk memleketinde esirdim. Onlar beni domuz çobanı yaptılar. Domuzların başında çobanlık yaparken, kırmızı bir köpek gelip bana hücûm etti. Korkup kaçmaya başladım. Düşe kalka kaçıyordum. Nihâyet düşüp bayıldım. Ayıldığımda kendimi Kilis yakınlarında buldum." Akrabâları ve annesi çok sevinçli idi. Annesi bâzı hediyeler alıp, Şeyhin yanına gelmek için yola çıktı. Yolda talebeleri onu geri çevirerek, Şeyhin yanına girmesine izin vermediler. Çünkü Ebû Bekr Efendi bu sırrın yayılmasını istemiyordu.

Ebû Bekr Efendi, 1583 (H.991) senesinde vefât etti. Namazı çok kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Vefât ettiğinde seksen yaşlarında idi. İri vücutlu, yuvarlak yüzlü, sevimli bir simâya sâhipti. İleri yaşlarında kuvvetli ve dipdiri idi. Talebelerini yalnız sözleri ile değil, halleri ve işleri ile de terbiye ederdi. Terbiyesi daha ziyâde hal ile olurdu.

ALLAHÜ TEÂLÂDAN HAYÂ ETMİYOR MUSUN?

Halep'te Şeyh Hâlid isminde bir zât vardı. Şeyh Ebû Bekr'in büyüklüğüne inanmazdı. Kendisi fakir olup, Ulvâniyye tarîkatı üzere câmide insanlara nasihat ederdi. Fakat Şeyh Ebû Bekr'in hallerini iyi görmez; "O, şerîate aykırı hareket ediyor, onun yanına gitmeyin." diye devamlı kötülerdi. Bir gün Haleb'e yeni bir vâli tâyin edildi. Vâli, Şeyh Hâlid'in vâzlarını ve iyi hallerini duyunca, onun ziyâretine gitti. Görüştüklerinde ona hâlini, ne ile geçindiğini sorunca, Şeyh Hâlid, serveti, bir maaşı olmadığını, sevenlerin, dostların yardımı ile geçindiğini, kimseden de bir şey istemediğini, mescidde müslümanlara nasihat etmekle meşgul olduğunu söyledi. Bunun üzerine vâli kulağına; "Beni dinlersen İstanbul'a git. Sultan, hâlini öğrenirse sana maaş bağlar." dedi. Bu teklif Şeyh Hâlid'in hoşuna gitti. Yol hazırlıklarını yaptığı sırada Şeyh Ebû Bekr ziyâretine geldi. Şeyh Ebû Bekr kimseye gitmezdi. Fakat o gün talebelerine; "Kalkın Hâlidciğin ziyâretine gidelim." dedi. Mescidin önüne gelince, içeri girmeden kapının önünde durdu. Şeyh Hâlid bu ziyârete çok şaşırdı. Şeyh Ebû Bekr ona; "Sana yaşını sormaya geldim. Bana söyle kaç yaşındasın?" diye sorunca; "Seksen yaşındayım." dedi. Bunun üzerine Şeyh Ebû Bekr; "Ey Hâlid! Sen bu zamâna kadar hangi gün aç ve çıplak kaldın. Nereye gidiyorsun. Allahü teâlâdan hayâ etmiyor musun?" deyince, Şeyh Hâlid'in gözünden yaşlar akmaya başladı ve; "Beni ayıplama! Ben kararımdan vazgeçtim..." dedi. Şeyh Ebû Bekr'in büyüklüğünü, Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu anlayıp, o günden sonra çok hürmet gösterdi. O güne kadar söylediklerinden tövbe etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR ENSÂRÎ


Irak velîlerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Muhammed, babasınınki Abdülbâkî'dir. El-Ensârî, el-Ka'bî, el-Bağdâdî, el-Basrî, el-Bezzâz, el-Faradî nisbeleri vardır. 1050 (H.442) senesinde doğdu. Babası Ebû Tâhir Abdülbâkî de, Bağdât'ta yetişen âlimlerin büyüklerinden idi. Babası, Kâdı Ebû Yâlâ'nın ders ve sohbetlerinde yetişti.

Ebû Bekr Ensârî, Kur'ân-ı kerîmi yedi yaşında ezberledi. Ebû İshak Bermekî'nin derslerine devâm etti. Birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi. Ebü'l-Kâsım et-Tenûhî, İbn-i Şifâ'dan icâzet, diploma aldı. Ebû Bekr Ensârî; güzel sûretli, konuşması tatlı, edep timsâli, hâfızası kuvvetli, anlayışı yüksek, birçok ilimde söz sâhibi ve ferâiz ilminde yüksekti. Ömründen az bir zamânı bile boş yere harcamadı.

Bir hac mevsimi sonrası Mekke-i mükerremede kalan Ebû Bekr Ensârî, uzun süre aç kaldı. Açlığını giderecek bir şey de bulamadı. Nihâyet bir gün ibrişim bir kese görüp aldı. Doğruca kaldığı eve gidip o ibrişim keseyi açtı. İçinde pırıl pırıl, benzeri bulunmayan, inciden bir gerdanlık olduğunu gördü. Bir ara bir ses duyup dışarı çıktı. İhtiyar bir kişi bağırarak; "İçinde inci olan kaybolmuş keseyi bulup getirene, şu elbise ile beş yüz dinar vereceğim." diyordu. Onun yanına giderek, kendisini tâkib etmesini söyledi ve onu kaldığı yere götürdü. O ihtiyar kaybolan kesenin ve içindekilerin vasıflarını söyleyince, keseyi çıkarıp teslîm etti. O da vâd ettiği elbiseyi ve beş yüz dinarı verdi. Ebû Bekr Ensârî onun verdiklerini almak istemedi ve; "Benim onu size geri vermem uygundur. Bunun için bir karşılık istemem." dedi. O; "Mutlaka alman lâzım." diyerek ne kadar ısrar ettiyse de kabûl etmedi. O ihtiyar, nihâyet yanından ayrılıp gitti.

Bir süre sonra Ebû Bekr Ensârî Mekke-i mükerremeden ayrıldı. Bir sâhilden gemiye bindi. Gemi yola çıktıktan bir zaman sonra fırtına çıktı ve dalgalar gemiyi parçaladı. Gemide bulunanların çoğu boğuldu. Malları telef oldu. Ebû Bekr Ensârî büyükçe bir tahta parçasına tutunup bir müddet denizde kaldı. Sonra bayıldı, ancak dalgalar onu bilmediği bir yere sürükleyip kıyıya attı. Kendine gelince, sonra orasının bir ada olduğunu öğrendi. Oradaki insanlar la tanıştı. Mescidlerinden birinde Kur'ân-ı kerîm okudu. Oranın halkının büyük bir kısmı onu dinlemek için mescide koştu. Ondan, kendilerine ve çocuklarına Kur'ân-ı kerîmi öğretmesini isteyince, dileklerini yerine getirdi. Daha sonra ona; "Aramızda yetim bir kızcağız var. Onunla evlenmenizi isteriz." diyerek ısrar ettiler. O da ısrarlarına dayanamayarak evlendi. Akrabâları kızı, boynunda pırıl pırıl parlayan gerdanlık olduğu halde evine getirdiler. Bu gerdanlık, yolda bulduğu kesenin içindeki gerdanlığın aynısı idi. Ona dikkatle bakmaya başladı. Gerdanlığa dikkatle bakması, kızın akrabâlarının dikkatini çekti. Sebebini sorduklarında, onlara, Mekke-i mükerremede başından geçen gerdanlık hâdisesini anlattı. O zaman onlar, tehlîl ve tekbîr getirmeye başladılar. Onlara; "Siz niye böyle yapıyorsunuz?" diye sorduğunda; "Anlattığın hikâyedeki o gerdanlığın sâhibi olan ihtiyar, bu kızın babasıdır. O duâ eder ve senin için; "Ben, onun gibi müslüman görmedim. Ey Allah'ım! Onunla benim aramı birleştir. Kızımı da ona nikâh edeyim." derdi. İşte şimdi o durum hâsıl oldu. Siz onun kızıyla evlendiniz." dediler. Bu evlilikten iki çocuğu oldu. Daha sonra zevcesi vefât etti. Gerdanlık, çocuklarıyla ona kaldı. Sonra iki çocuğu da vefât edince, o gerdanlık ona intikâl edip elinde kaldı. O da onu sattı ve eline geçenleri Allah yoluna sarfetti.

Ebû Bekr el-Ensârî'nin söylediği bir şiirin tercümesi şöyledir: "Benim için bir ecel zamânı vardır. O zamâna muhakkak ulaşacağım. Ecel geldiğinde, onun keskin kılıcı ile ömrüm biter, dünyâ hayâtım son bulur. Et arayan aslanlar, yemek için üzerime gelseler, ecel vaktim gelmediği müddetçe bana zarar veremezler. Sözde, ben doğduğum zaman müneccimler, ömrümün elli iki sene olacağında söz birliği etmişler. Allahü teâlânın izniyle işte ben, doksan yaşımı geçmiş olduğum hâlde dimdik ayaktayım."

Ebû Bekr el-Ensârî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Bir kimse kasdî olarak bana izâfeten yalan söylerse, Cehennem'deki yerine hazırlansın."

Ebû Bekr el-Ensârî buyurdu ki: "Hocanın, talebeyi azarlamaması, talebenin de, hocasına çekinmeden sorması lâzımdır."

Ebû Bekr el-Ensârî'nin yazmış olduğu eserlerden biri de, Şerh-i Euklides fî Usûl-il-Hendesi vel-Hisâb'dır.

Ebû Bekr Ensârî doksan üç yaşında iken sıhhati yerinde vücûdu sapasağlam ve zinde idi. Uzaktan, çok küçük yazıları okurdu. 1141 (H.535) senesinde Kur'ân-ı kerîm okurken Bağdât'ta vefât etti. Câmi-i Mensûr'da cenâze namazı kılındı. Cenâzesi büyük bir kalabalık ile, Bâb-ı Harb Kabristanındaki babasının mezarının yanına defnedildi. Kabri Bişr-i Hafî hazretlerinin kabrine yakındır.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR EL-FERRÂ

Nişâbur'da yetişen velîlerin büyüklerinden. Onuncu yüzyılda yaşamıştır. İsmi, Muhammed bin Ahmed, künyesi, Ebû Bekr'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 980 (H.370) senesinde Nişâbur'da vefât etti.

Zamânında bulunan evliyânın önde gelenlerinden Ebû Ali es-Sekafî, Abdullah bin Menâzil, Ebû Bekr-i Şiblî, Ebû Bekr bin Tâhir, Ebû Muhammed Mürteiş ve başka büyüklerle görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerleyip velîlerden oldu. Vâz ve nasîhat ederek insanların kurtuluşları için gayret etti. Bu vesîleyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Bir sohbeti sırasında; "Bir kimse Allahü teâlâyı bütün yaratılmışlara tercih etmezse, onun kalbinde hiçbir zaman mârifet nûru parlamaz." buyurdu.

Sohbetlerinde büyüklere hürmet etmenin ve ana-babanın rızâsını almanın ehemmiyeti üzerinde çok durdu.

Evliyâdan olan Ammû-ı Hirevî rahmetullahi aleyh şöyle anlatır: "Bir zaman bir cemâatle, hacca gitmek üzere yola çıktık. Nişâbur'a vardığımızda, ben Ebû Bekr el-Ferrâ ile görüşmek istedim. Arkadaşlarım bana; "Onu ziyâret edersen, anne ve babanın rızâsını alman için seni geri gönderir. Kendisini hacdan dönüşte ziyâret edersin." dediler. Fakat bende bu arzu çok fazla olduğu için, arkadaşlarımın tavsiyelerine aldırmayıp, Ebû Bekr el-Ferrâ'nın rahmetullahi aleyh bulunduğu mescide gittim. Selâm verdim. Selâmıma karşılık verip; "Nerelisin?" diye sordu. "Heratlıyım." dedim. "Nereye gidiyorsun?" dedi. "Hacca gidiyorum?" deyince; "Baban var mı?" diye sordu. "Evet." dedim. Geri dön ve onun rızâsını al." buyurdu. "Peki efendim, dediğiniz gibi yapacağım." dedim. Oradan ayrılıp yol arkadaşlarımın yanına gittim. Bana geri dönmemem için ısrâr ettiler. Ben; "Acaba eve dönmesem mi?" diye düşündüm. Ertesi gün tekrar huzûruna vardığımda bana; "Ahdini bozdun." dedi. O hâlime tövbe ettim. "Söylediğinize uygun hareket edeceğim." deyince, bana teveccüh ettiler ve duâ buyurdular. Eğer kendisini görmeyip, duâ ve teveccühlerine kavuşmasaydım, tasavvuf yolunda ilerleyemezdim."

Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasak ve haramlar ile şüphelilerden şiddetle sakınan Ebû Bekr el-Ferrâ, emr-i mârûf ve nehy-i ani'l-münker yapardı. Emr-i mârûf yaparken dikkat edilecek hususlarla ilgili olarak buyurdu ki:

"Emr-i mârûf ve nehy-i münker yapmanın (iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırmanın) şartları vardır. İlk önce kendi nefsinden başlamak, söylediğini ve vesikalarını çok iyi bilmek ve doğacak sıkıntılara sabretmektir."

Hadîs ilminde de derin âlim olan Ebû Bekr el-Ferrâ bir sohbeti esnâsında, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem şu hadîs-i şerîfini rivâyet etti: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem evinin avlusunda yıkanan bir adam gördü; "Sizden biriniz yıkandığı zaman, bir duvar arkasına geçerek de olsa örtünsün." buyurdu.

Ebû Bekr el-Ferrâ hazretlerine; "Ebrâr kimdir?" diye sorulunca; "Allahü teâlâdan çok korkanlardır." buyurdu. İnsanların, günahlarını az da olsa çok görmeleri, iyiliklerini çok da olsa az görmeleri gerektiğini bildirerek; "İyiliklerini gizlemen, kötülüklerini açıklamandan daha makbuldür. Sen böylece kurtuluşa erebilirsin." buyurdu.

Bir sohbetinde de; "Kişinin ameli, o işi yapmaya verdiği ehemmiyet mikdârınca, o ameli işlerken olan kusurlarına üzülmesi mikdârınca ve işlediği amelin sünnet-i seniyyeye uygun olması için olan gayreti mikdârınca sahîh ve makbul olur." buyurdu.

Ömrünü, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak yolunda harcayan Ebû Bekr el-Ferrâ 980 (H.370) senesinde Nişâbur'da vefât etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR BİN İYÂŞ



Peygamber efendimizin arkadaşları olan Eshâb-ı kirâmın huzûrunda ilim öğrenen büyük velî, hadîs ve kırâat âlimi. İsmiyle künyesi aynıdır. Künyesi Ebû Bekir'dir. Vâsıl el-Ahdeb'in âzâdlısıdır. 715 (H.97) senesinde Süleymân bin Abdülmelik zamânında doğdu.

Ebû Bekr bin İyâş, meşhûr kırâat âlimi İmâm-ı Âsım'ın râvilerinden ve hadîs ilmi âlimlerindendir. Babasından, Ebû İshâk es-Sebîî, Ebû İshak eş-Şeybânî, Hümeyd et-Tavîl ile Eshâb-ı kirâmın bir çoğundan hadîs-i şerîf rivâyet etti ve ilim öğrendi. Süfyân-ı Sevrî, İbn-i Mübârek, Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, İbn-i Medînî, Ahmed bin Hanbel, Yahyâ bin Yahyâ Nişaburî ve başka âlimler de ondan rivâyette bulundular.

Ebû Bekr bin İyâş, fıkıh ilminde de geniş bilgiye sâhipti. O, sâlih, fazîletli ve çok ibâdet eden bir zâttı. Elli sene yumuşak yatakta yatmamıştı. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu.

Bişr bin Hâris anlatır: Ebû Bekr bin İyâş'ın şöyle dediğini duydum: "Ey sağımda ve solumda bulunan Kirâmen kâtibîn melekleri, benim için, Allahü teâlâya duâ ediniz. Çünkü siz, Allahü teâlâya benden daha çok ve daha iyi itâat ediyorsunuz, emirlerine uyuyorsunuz."

"Sükûtun en küçük faydası, sıkıntı ve belâlardan kurtarmasıdır. İyilik olarak, insana bu yeter. Fazla ve lüzumsuz konuşmanın en küçük zararı, şöhrettir. Belâ olarak, şöhret insana yeterlidir."

"Gençliğimde biri bana, dünyâya köle olmaktan kendini kurtar, âhirete yönel, dedi. Ben de ömrüm boyunca öyle yaptım."

"Dünyâ sevgisini kalbine dolduran kişinin bir dirhem dünyâlığı kaybolunca gündüzü kararır."

Ebû Bekr bin İyâş bir gün ağlayarak, şu beyti söyledi: "Yaşım sekseni aştı, artık neyi arzu edeyim, neyi bekleyeyim. Seneler, peşipeşine gelip geçti. Beni yıprattı ve eskitti. Kemiklerimi inceltip, gözlerimi küçülttü. Zayıflıktan eski bir elbise gibi oldum."

Ebû Bekr bin İyâş bir gün yolda yürürken ihtiyar bir kadın kılığında şeytanı gördü. Tam bir şirret tipi vardı. Def çalıp oynuyordu. Halk da el çırpıp peşinden gidiyordu. Bir ara, o ihtiyar kadın Ebû Bekr bin İyâş'a dönüp baktı ve; "Ah sana karşı bir zafer kazansaydım. Bunlara yaptığımı sana da yapabilseydim." dedi.

Bir gün; "Ben seksen seneden beri Kur'ân-ı kerîm okumaktayım." Yine bir defâsında; "Hasta olduğum zaman bile Kur'ân-ı kerîm okumadığım hiçbir gecem geçmedi." demiştir.

Oğlu şöyle anlatır: Babamın ölümüne yakın yanında bulunuyordum. Onun durumu bana tesir edip, ağlamıştım. Ağladığımı görünce; "Niçin ağlıyorsun, evlâdım? Baban, bildiğin gibi, hayâtı boyunca kötülüklerden ve günahlardan uzak kalmaya çalışmıştır." dedi. Vefâtından evvel yine yanında ağlayan oğlu İbrâhim'e; "Yavrucuğum. Bu kadar ömrümü hep Kur'ân-ı kerîm okumakla geçirdim. Üzülme, Allahü teâlâ benim için, böyle bir ömrü boşa çıkarmayacak, onun karşılığını verecek." dedi. 808 (H.193)'de Kûfe'de vefât etti.

Vefâtından sonra Heysem bin Hârice, gece rüyâsında Ebû Bekr bin İyâş'ı gördü. Önünde bir hurma tabağı vardı. Ona; "Ey Ebû Bekr! Beni dâvet etmiyor musun? Bilirsin ben hurmayı severim." dedi. O da; "Ey Heysem! Bu, Cennet ehlinin yiyeceğidir. Dünyâdakiler ondan yiyemez." deyince; "Bu mertebeye nasıl ulaştın?" dedi. Ebû Bekr bin İyâş da; "Bütün hayâtım boyunca, bir gecemi olsun, Kur'ân-ı kerîm okumadan geçirmedim. Bundan dolayı Allahü teâlâ beni bu mertebeye kavuşturdu." cevâbını verdi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR KETTÂNÎ


Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebû Bekr, adı Muhammed bin Ali bin Câfer Bağdâdî el-Kettânî'dir. Aslen Bağdâtlı olup, ömrünün büyük bir kısmını Mekke'de geçirmiştir. Ebû Bekr Kettânî, Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebesidir. Ebû Saîd-i Harrâz, Abbâs bin Mühtedî, Amr el-Mekkî, Ebü'l-Hüseyin Nûrî gibi âlimlerin sohbetinde bulundu. 933 (H.322) senesinde Mekke'de vefât etti.

Ebû Bekr Kettânî; verâ, takvâ, haram ve şüphelilerden kaçmada zühd, dünyâya düşkün olmama ve mârifette son derece ileri olup, Hicaz âlimlerinin büyüklerinden idi.Mücâhede ve riyâzette nefsin isteklerini yapmama, istemediklerini yapmada gerçekten ileride ve çeşitli ilimlerde kâmil olup, özellikle hakîkat ve mârifet ilimlerinde pek derin idi.

Kendisine Harem'in kandili derlerdi. Sabaha kadar namaz kılar ve Kur'ân-ı kerîm okurdu. Kâbe'de otuz sene, altın oluğun altında ibâdet etti. Bu zaman içinde, yirmi dört saatte bir defâ abdestini tâzelerdi. Tavaf yaparken, Kur'ân-ı kerîmi pekçok defâ hatm etmiştir. Ona, Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında çok gördüğü için Muhammed aleyhisselâmın talebesi derlerdi.Peygamberimizi rüyâda hangi gece göreceğini bilirdi. Kendisine sorulan sorulardan bâzılarını, rüyâda Resûlullah'a arz eder, cevaplarını alırdı.

Bir rüyâsını şöyle anlatır: "Bir gece rüyâmda sevgili Peygamberimizi gördüm. O'na; "Kalbimdeki hevânın, nefsin istek ve arzularının yok olması ve bundan kurtulmak için nasıl duâ edeyim?" diye sordum. Buyurdular ki: "Her gün kırk kere hulûs-i niyetle, yâ Hayyû, yâ Kayyûm, yâ lâ ilâhe illâ ente es'elüke en tuhyiye kalbî bi-nûri ma'rifetike edeben, dersen, kalbindeki hevâ kaybolur."

Emîr-ül-müminîn hazret-i Ali'ye karşı, bende biraz soğukluk vardı. Bunun sebebi de; Resûlullah efendimiz; "Ali'den başka yiğit yoktur." buyurmuşlardır. Gerçi hazret-i Ali hak üzere idi. Fakat halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakıp çekilseydi, bunca kan dökülmezdi. Asıl yiğitlik budur." diyordum.

Kendisi şöyle anlatır:

Safâ ile Merve arasında bir evim vardı. Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Eshâbıyla birlikte oturuyorlardı. Beni yanlarına çağırıp, hazret-i Ebû Bekr'e işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. Ben; "Hazret-i Ebû Bekr'dir." dedim. Sonra; hazret-i Ömer'e işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. "Hazret-i Ömer'dir." dedim. Sonra hazret-i Osman'a işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. Ben de; "Hazret-i Osman'dır." dedim. Sonra hazret-i Ali'yi işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurunca, ona karşı kalbimde olan kırgınlık sebebiyle utandım. Peygamber efendimiz beni hazret-i Ali ile kardeş yaptılar. Sonra kucaklaştık ve Eshâb-ı kirâm dağıldılar. Hazret-i Ali ile başbaşa kaldık. Bana; "Ebû Kubeys Dağına çıkalım." deyince kabûl edip, bu dağın tepesine çıkıp oradan Mekke'yi seyretmeye başladık. Uyandığım zaman kendimi bu dağın başında buldum. Bu rüyâdan sonra hazret-i Ali ve hazret-i Muâviye'nin kıymetini daha iyi anladım."

Şöyle anlatır: "Gençliğimde hacca gitmek için annemden izin alıp yola çıkmıştım. Çölde giderken, üzerim kirlendi. Galiba şartlarına uygun olarak yola çıkmadım, diyerek geri döndüm. Eve gelince annemi kapının arkasında oturup bekler gördüm. "Anneciğim bana izin vermemiş miydin?" dedim. "Verdim fakat bu evi sensiz görmek gücüme gitti. Sen yola çıkalıdan beri oturuyorum. Dönüp gelmene kadar buradan kalkmamaya karar vermiştim." dedi.

"Biri benim sohbetime devâm ederdi. Ama onun sohbetimde bulunması bana ağır geliyordu. "Hediyeleşiniz, sevişirsiniz." hadîs-i şerîfine uyarak ona hediye verdim. Yine kalbimdeki duygu gitmedi. Nihâyet bu zâtı evime götürdüm; "Ayağını yüzüme bas." dedim, ama basmadı, ısrâr ederek ayağını yüzüme bastırdım. Kırgınlık gidip, kalbime sevgi yerleşene kadar ayağını yüzümden kaldırtmadım.

Bir gün üzerinde ridâsı, paltosu bulunan nûrânî yüzlü bir zât, Mescid-i Haramın, Benî Şeybe kapısından heybetli bir şekilde içeri girdi. Başını önüne eğmiş duran Kettânî hazretlerinin yanına gelip selâm verdi. Sonra; "Ey imâm! Makâm-ı İbrâhime neden gidip de, kısa senedlerle hadîs nakleden hocalardan hadîs dinlemiyorsun?" dedi. Bunun üzerine Kettânî hazretleri doğrularak; "O, kimden hadîs rivâyet ediyor?" diye sordu. İhtiyâr zât; "Ma'mer' den, Zührî'den, Ebû Hüreyre'den ve Resûlullah'ın senediyle Abdullah'tan." dedi. Kettânî hazretleri; "Sen uzun senedli olarak bahsettin. Onların isnadla bahsettiği hadîsi, ben şurada isnadsız dinliyorum." dedi. "Kimden dinliyorsun?" dediğinde; "Haddesenî kalbî an Rabbî'den, yâni kalbim, sözü yüce olan Allahü teâlâdan dinlemektedir." dedi. İhtiyar zât; "Peki bu sözün senedi nedir?" diye sordu. Kettânî; "Delil şudur ki, sen Hızır aleyhisselâmsın dedi. O zaman Hızır aleyhisselâm; "Ebû Bekr Kettânî'yi görene kadar, Allahü teâlânın velîlerinden tanımadığım yoktur sanırdım. Kettânî ise beni tanıdı ama, ben onu tanıyamadım. Anladım ki, Allahü teâlânın beni tanıyan, ama benim kendilerini tanımadığım birçok dostları vardır." dedi.

Bir zât şöyle anlatır: Bir zaman, helâl yoldan elime yirmi dirhem gümüş para geçti. Kettânî'nin huzûruna vardım ve bu parayı seccâdesinin bir kenarına koydum. İhtiyaçlarına bu parayı harcarsın dedim. Bana göz ucuyla şöyle bakarak; "Ben, içinde bulunduğum şu hâli, elimde bulunan her şeyi vermekle kazandım. Sen ise, dünyâ malı vererek kazandıklarımı kaybettirmek istiyorsun." dedi ve kalktı. Seccâdesini silkeledi ve oradan gitti. Ben dağılan gümüş paraları yerden toplarken; "Onun yüksekliği kadar yüksek, benim de aşağılığım kadar aşağılık olan bir şeyi aslâ görmedim. O ne kadar yüksek, ben ne kadar aşağıyım." diye düşündüm.

Kettânî anlatıyor: Bir gün yanıma ağlayarak bir fakir geldi ve; "On günden beri karnım aç, arkadaşımdan birine karnım aç diye yakınmış, sonra pazara gitmiştim. Yolda bulduğum (Allah tarafından gönderilen) bir dirhem üzerinde şöyle yazıyordu: Hak teâlâ aç olduğunu bilmiyor mu ki, ona bu şikâyette bulunuyorsun." diyordu.

Ölümü yaklaştığı zaman Kettânî'ye; "Hayatta iken ne durumda idin de, bu makâma ulaştın?" diye sordular. "Şâyet ecelim yaklaşmamış olsaydı söylemezdim." dedi ve devâm etti: "Kırk yıl kalbimin bekçisi oldum. Allahü teâlâdan başka her şeyi kalpten uzaklaştırdım. Nihâyet kalp, Allahü teâlâdan başkasını bilmez hâle geldi."

Buyurdu ki: "İbâdet yetmiş iki bölümdür. Onların yetmiş biri Allahü teâlâdan hayâ etmek, diğeri de bütün iyiliklerdir."

"Bedeninle dünyâda, kalbinle âhirette ol."

"Allahü teâlânın yarattığı şeylere dalıp avunmak, kula bir cezâdır. Dünyâyı ve dünyâyı sevenlere yakın durmak, onlara güvenmek ise felâkettir."

"Nefsin arzuları, şeytanın taktığı bir yulardır. Kim, şeytanın o yularına takılırsa, doğruca onun yanına gider ve ona köle olur."

"Ya göründüğün gibi ol veya olduğun gibi görün."

"Zâhid; nefsi istediği halde dünyâdan yüz çeviren, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem yolunda ve izinde yürüyen, gâyesi âhiret olan, cömert olup, Rabbine yönelendir."

"Allahü teâlânın, Arşın altında sabâ isimli bir rüzgârı vardır. Bu rüzgâr, seher vakti eser ve seher vakti gönülden tövbe ve istiğfâr edenlerin hallerini Allahü teâlâya götürür."

"İstigfâr, tövbedir. Tövbe, şu altı şeyi ihtivâ eder: Yaptığına pişman olmak. Bir daha günah işlemeyeceğine azmetmek. Kaçırdığı farzları yerine getirmek. Üzerinde olan hakları sâhiplerine vermek. Haramdan hâsıl olan vücuttaki fazlalıkları atmak. Bedene, günahın tadını tattığı gibi, ibâdet zevkini tattırmak."

"Allahü teâlâ, bir mümin kulunun dilini özür dilemek için açtığı zaman, peşinden de af ve mağfiret kapısını açar."

"Takvâ sâhibi; nefsinin isteklerine uymayan, İslâmiyetin emirlerine tam uyan, yakîn ile huzur bulan, tevekkül direğine dayanan kimsedir."

"Yakînin en faydalısı, Hak teâlâyı büyük görmek, O'ndan başkasını küçük görmek, korku ve ümidi kalbinde bir arada tutmaktır."

"Tövbe; kötü şeylerden tamâmen uzaklaşmak, Allahü teâlânın emirlerine yönelmek, sıkıntılara göğüs germek, nefsin arzularına karşı koymak, sıkıntılara sebât etmek, doğru yola kavuşmak, Allahü teâlânın dostluğuna ve yardımına mazhâr olmaktır."

"Medîne, Irak, Şam ve Kûfe âlimlerinin üzerinde birleştikleri husus şudur: Dünyâya düşkün olmamak, cömert olmak ve halka karşı samîmi davranmak, insanlara nasihat etmektir."

"Ameller, kulluk elbisesidir. Allahü teâlâ mahrûm ettiği kimselerden bu elbiseyi çıkarır. Kendisine yaklaştırmak istediği kimselere şefkat eder, devamlı bu elbise içinde kalmalarını nasîb eder."

"Bir müminin kalbini hoş tutmak, bana nâfile hac yapmaktan iyi gelir."

Altmış yaşındaki bir kimse nefsini hesâba çekmişti. Bunu gün olarak hesapladı yirmi bir bin beş yüz gün çıktı. Bu gün sayısını görünce feryad etti. Düşüp bayıldı. Ayılınca âh yazık bana Rabbime gideceğim. Eğer her gün bir günah işlemiş olsam bu hesâba sığmaz günahlarla hâlim nice olur? dedi. Sonra eyvâh, dünyâya daldım! Âhiretimi harâb ettim! Çok ihsân edici Rabbime karşı, isyânkâr oldum. Sonra da harâbe gibi olan bu dünyâdan saâdet yeri olan âhirete gitmekten kaçınıyorum. Kıyâmette hesap günü amelsiz, sevapsız bir halde nasıl hesap vereceğim! dedi."

"Dostlarımdan birini vefâtından sonra rüyâmda gördüm. Sana ne muâmele yapıldı? diye sordum. "Günahlarımdan bana birer birer bildirilip, böyle böyle yaptın mı? denildi. Evet, dedim. Amel defterimde yazılı günahlarımın herbiri gösterilip bunları yaptın mı? denildikçe evet, deyip çok utanç duydum. Uzun müddet bu şekilde utanç içinde terler döktüm. Sonra Rabbim beni ihsânı ile affetti, dedi."

SEN KİMSİN

Kettânî hazretleri şöyle anlatıyor: "Bir kere rüyâmda çok güzel bir genç gördüm. "Sen kimsin?" diye sordum. "Takvâyım." dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Dertlilerin kalbinde." dedi. Sonra diğer tarafa baktığımda, çirkin, siyah bir kocakarı gördüm. "Sen kimsin?" dedim. "Ben kahkaha, zevk ve keyifim." dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Çok gülenlerin kalbinde." dedi. Uyandıktan sonra hiç bir zaman kahkaha ile gülmemeye niyet ettim."

İMTİHÂNA TÂBİ TUTULANLAR

Sohbetlerinde buyurdu ki: "Varlıklar dört kısımdır, birincisi mâzûr olanlar; bunlar hayvanlardır. Akılları olmadığı için, emir ve yasaklarla mükellef değildirler. İkincisi, imtihâna tâbi olanlar; onlar, insanlardır. Bu dünyâda yaptıklarından âhirette hesap verecekler, amellerinin karşılığını orada göreceklerdir. Üçüncüsü; hep ibâdet ve tâat (Allahü teâlânın beğendiği iyi işler) üzere olanlardır ki, bunlar meleklerdir. Onlar, hiç günah işlemezler. Devamlı, Allahü teâlâya kulluk edip, noksansız devâm ederler. Dördüncüsü; iblistir ki, Allahü teâlânın lânetine uğrayıp, helâk olmuştur."

DUÂ EDERSEN

Bir gün Kettânî, namaz kılarken bir hırsız gelip, omuzundaki elbisesini aldı ve satmak için pazara götürdü, ama eli derhal kurudu. Ona; "Senin yapacağın iş, bunu geri verip, sâhibinin duâsını almandır. Senin için duâ ederse, Allahü teâlâ senin elini iyileştirir" dediler. Bunun üzerine hırsız geri geldiğinde, Kettânî hâlâ namazda idi. Aldığı elbiseyi Kettânî'nin omuzuna koydu ve namazını bitirinceye kadar oradan ayrılmadı. Namazını bitirince ayaklarına kapanarak yalvardı ve hâlini anlattı. O zaman Kettânî; "Allah'a yemîn ederim ki elbisemin ne götürülmesinden, ne de getirilmesinden haberim var." dedi ve; "Allah'ım! O, onu götürmüş ve getirmiş, sen de ondan aldığını geri ver." diye duâ edince, hırsızın eli iyileşti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR-İ KİSÂÎ DÎNEVERÎ


Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile onuncu yüzyılın başlarında Kûhistan taraflarında yaşayan büyük velîlerden. Kaynaklarda asıl ismi bildirilmemiştir. Ebû Bekr künyesiyle meşhur olmuştur. Kûhistan bölgesinin Irak taraflarında bulunan Dînever köyünde doğduğu için Dîneverî, giydiği elbiseden dolayı Kisâî nisbeleriyle meşhur olmuştur. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Ancak kendisiyle aynı asırda yaşamış olan Cüneyd-i Bağdâdî'nin 910 (H.29 senesinde vefâtından önce âhiret âlemine göçtüğü bilinmektedir.

Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Ebû Bekr-i Kisâî Dîneverî ilimde yetiştikten sonra tasavvufa yöneldi. Büyük velîlerin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleriyle görüşüp sohbette bulundu. Mücâhede ve riyâzetlerde bulunup, nefsin istediklerine karşı, istemediklerini yaparak Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Etrafında toplanan insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için gayret etti.

Bir sohbeti sırasında buyurdu ki:

"Allahü teâlâya yakınlığın alâmeti, Allahü teâlâdan başkasından bağını kesmektir. Allahü teâlâyı tanıyan O'ndan ümidini kesmez. Nefsini, kendisini tanıyan da, kendi yaptığı işleri beğenip kibirlenmez. Rabbini tanıyan O'na sığınır, Rabbini unutan O'nun yarattıklarına sığınır."

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, Ebû Bekr-i Kisâî Dîneverî'yi çok severdi.Hattâ bir defâsında; "Ebû Bekr-i Kisâî olmasaydı, ben Irak'ta olmazdım." buyurdu.

Şeyh Ebû Hayr-ı Askalânî hazretleri, Ebû Bekr-i Kisâî'nin mânevî derecesinin yüksekliğini bildirmek için; "Ebû Bekr-i Kisâî uyurken yanından geçenler, onun kalbinin Kur'ân-ı kerîm okuduğunu işitirlerdi." buyurdu.

Ebû Bekr-i Kisâî Dîneverî, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine mektuplar yazarak suâller sorar, cevaplar alırdı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ona yazdığı mektuplardan birisinde şöyle buyurdu:

"Ey kardeşim! "Kıyamet günü mallar boş bırakıldığı zaman" (Tekvîr sûresi, dördüncü âyet-i kerîme) yerin neresidir? Evler yıkıldığı, dağların uçuşup bulutlar gibi yürümeye başladığı, denizlerin taştığı, güneşin nûrunun kaybolup simsiyah olduğu, dağların yerle bir olup, yeryüzünün boş bir toprak hâline getirildiği, göklerin gülyağı gibi eriyip değirmen taşı gibi döndüğü zaman ne yapacaksın? Görülecek yer bulunmadığı zaman nereye bakacak, haber alınacak yer olmayınca nereden haber alacak, sabır ve teselliye imkân olmadığı zaman nasıl sabredeceksin? Öyle ise, şimdiden durmadan ağla, o zaman ağlama ve sızlamanın bir faydası yoktur. Çocuğunu kaybeden bir kadının döğünerek ağladığı gibi ağla. Seni yalnız bırakıp giden büyüklere kıymetli dostlara ağla. Fırsatcıların meydanı boş bulmasına, fırtınaların ortalığı dehşete vermesine ağla. Seni o dehşetli günlerde kimin kurtaracağını, nereden gelip nereye gideceğini düşün ve ağla!..

İnsanlara acımak lâzımdır. Onlara anlayamayacakları şeyleri söylemek, onlara acımanın icablarından değildir. Allah sana rahmet etsin, diline sâhib olmalısın. İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri söyle. Anlayamayacakları şekilde hitâb etme. Çünkü, insanlardan bilmedikleri ve anlamadıklarına düşman olmayan pek azdır. İnsanlar ipleri salıverilmiş develer gibidir. İçlerinde yük yüklemeye ve binilmeye yarayanı yoktur. Cenâb-ı Hak, âlimleri ve hikmet sâhiplerini rahmet olarak yaratmış ve onları kulları üzerine rahmet olarak dağıtmıştır. Sen de çalış ve başkalarına rahmet ol. Sen halkın durumuna uygun bir halde aralarına gir ve onlara anlayacakları şekilde söyle. Böyle yapman, hem kendin, hem de onlar için daha hayırlıdır. Allahü teâlânın selâm, rahmet ve bereketi üzerine olsun."

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ona yazdığı mektupların eline ulaşmamasından ve ehil olmayan kimseler tarafından okunup yanlış anlaşılmasından korkardı. Bir defâsında yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Ey Ebû Bekr! Bu mektubu sana yazarken, Allahü teâlâya çok hamd ediyor, O'ndan dünyâ ve âhirette af ve âfiyet diliyorum. Senden bana birçok mektup geldi. Orada yazdıklarını anladım. Beni sana cevap yazmaktan alıkoyan şey, senin hatırına gelen ve senin endişe ettiğin şey değildir. Beni sana mektup yazmaktan alıkoyan şey, mektubumda yazdıklarımın, senin bilgine sâhib olmayan birinin eline geçebilmesi endişesidir. Çünkü bir müddet önce İsfehan halkından bâzı kimselere bir mektup yazmıştım. Mektubum açılmış, kopyası alınmış, onda yazılan bazı şeyler o insanlara yabancı gelmiş. Onların yanlış anladıklarını düzeltmek beni hayli yordu. İşte onlara böyle yük olmak ve insanları şüpheye düşürmek endişesi beni bundan alıkoydu."

Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine yazdığı son mektuplardan birinin cevaplarını vefâtından önce yok etti. Cüneyd-i Bağdâdî rahmetullahi aleyh, onun vefâtını duyunca; "Keşke yazdığım cevapları yok etseydi." buyurdu. Yok ettiğine dâir haber gelince memnun oldu. Şeyhülislâm Abdullah-ı Hirevî hazretleri; "O, mektubunun halkın ve sultânın eline geçeceğinden korkmadı. Doğru yoldan sapmış tarîkatçıların eline geçmesinden korktu. Çünkü onlar, orada bildirilen meseleleri anlayamadıklarından halkın felâketine sebeb oldukları gibi, bunları dünyâlık toplamada kullanabilirlerdi." buyurdu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR-İ NESSÂC


Evliyânın büyüklerinden. On birinci yüzyılda İran'ın Tûs şehrinde yaşadı. İsmi, Ebû Bekr bin Abdullah'tır. Et-Tûsî nisbesiyle ve en-Nessâc lakabıyla meşhurdur. Doğum târihi bilinmemektedir. Tûs (Meşhed) şehrinde doğdu. 1094 (H.487) senesinde aynı yerde vefât etti.

Zamânın âlimlerinden ilim tahsîl eden Ebû Bekr-i Nessâc, Ebü'l-Kâsım Gürgânî'nin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunup, talebelerinin ileri gelenlerinden oldu. Ayrıca Ebû Bekr-i Dîneverî ve başka âlim ve velî zâtlarla görüşüp onların sohbetlerinde bulundu. Zâhirî ilimlerde derece sâhibi olup tasavvuf yolunda ilerledi.

Nefsin istediği şeyleri yapmamaya ve istemediği şeyleri yapmaya devâm etmekteki azim ve gayreti ve bu yolun büyüklerine olan bağlılığı sâyesinde birçok mânevî derecelere kavuştu. Allahü teâlâya olan niyâz ve münâcâtları meşhurdur. Allahü teâlâya kavuşmak aşkıyla yanarak yaptığı bir münâcâtından sonra, kendisine şöyle bir nidâ geldi: "Ey Nessâc! Bizi taleb ve isteme derdi ile kanâat et! Zîrâ bu derdi taleb şerefi, herkese ihsân edilmiş değildir."

Zâhirî ilimlerde âlim ve tasavvuf yolunda yüksek bir velî olan Ebû Bekr-i Nessâc hazretlerinin ilminden ve feyzinden pekçok kimse istifâde etti. İnsanlara sohbetleriyle faydalı olmaya çalıştı. İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle onların kurtuluşa ermelerine gayret sarfetti.

"Tevekkül nedir?" diye soran bir talebesine; "Tevekkül, varlığı ve darlığı Allahü teâlâdan başkasından bilmemektir." buyurdu.

Allahü teâlânın rızâsına ulaşmayı tek gâye edinen Ebû Bekr-i Nessâc hazretleri bu hususda buyurdu ki:

"Suyu düşünmek susuzluğu gidermediği, âteşi düşünmek insanı ısıtmadığı gibi, dâvâyı sâdece istemek de gâyeye ulaştırmaz. Çok gayret etmek ve çok çalışmak lâzımdır. Bunun gibi Allahü teâlâya ulaştıran yolda bulunmak istiyorum demek de matlûba eriştirmez. O'ndan ve O'nun için olan şeylerden başka her şeyden yüz çevirmek ve O'ndan başka her şeyden uzak durmak, vaz geçmek lâzımdır. Yalnız O'na kavuşturacak şeylere yönelmek lâzımdır ki, bu dâvâsında sâdık olduğu anlaşılsın.

Bir kimse gönlünde, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylere muhabbet besleyip Allahü teâlâya kavuşturan yolda bulunmayı isterse, bu o kimsenin sâdık ve doğru olmadığını gösterir. Eğer sâdık ve doğru ise, önce o şeyleri bırakması lâzımdır. Çünkü, ekilmiş yere ekin ekilmez ve yazılmış kâğıda tekrar yazı yazılmaz."

Ömrünü İslamiyetin emirlerini öğrenmek, yaşamak, insanlara anlatmak ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için sarfeden Ebû Bekr-i Nessâc hazretleri, 1094 (H.487) senesinde Tûs (Meşhed) şehrinde vefât etti. Onun hikmetli sözleri ve iyi halleri dilden dile dolaşarak günümüze kadar geldi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR BİN SA'DÂN


Evliyânın meşhurlarından. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Ahmed bin Ebî Sa'dân, künyesi Ebû Bekr'dir. Ebû Bekr Sa'dân diye meşhûr olmuştur. Doğum târihi belli değildir. Aslen Bağdâtlıdır. Gençliğini ilim tahsilinde geçirmiş, Rey şehrinde ikâmet etmiş ve büyük âlim olmuştur. Şâfiî mezhebinde idi. Amel ve ibâdetle ilgili çok güzel sözleri vardır. Uzun müddet Tarsus'ta oturmuş, konuşma ve hâlindeki kemâl ve olgunluk sebebiyle Bizans İmparatoruna elçi gönderilmiştir.

Ebû Bekr Sa'dân, büyük âlimlerden olan Kâdı Ebû Abbâs el-Bertî, Muhammed bin Gâlip et-Temmâm, Muhammed bin Yûnus el-Kedîmî, Hüseyin bin Hakem el-Hiberî el-Kûfî ve daha başkalarından ilim öğrendi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Ahmed Nûrî'nin rahmetullahi aleyhim sohbetlerinde yetişti. İmâm-ı Şa'rânî; "Allahü teâlâ, Cüneyd-i Bağdâdî ve Ahmed Nûrî'den râzı olsun. Böyle büyük bir velînin yetişmesine sebeb olmuşlardır." buyurmuştur.

Abdüssamed bin Muhammed es-Sâvî, Ali bin Muhammed el-Mervezî, Sâlih bin Muhammed el-Hemedânî ve pek çok âlim, Ebû Bekr bin Ebî Sa'dân'dan ilim öğrenmiştir. Üstâd Ebü'l-Kâsım er-Râzî onun sohbetlerinde yetişmiştir.

Evliyâullahın hâllerine âid ilmî meselelerde, kendi vaktinde yaşayan velîlerin en âlimlerinden idi. Şâfiî mezhebine göre amel edip, vâz etmekte eşsiz idi. Çok kuvvetli bir hitâbeti olup, gâyet fasîh ve beliğ konuşurdu. Birçok meselelerde yapmış olduğu beyanları, fevkalâde güzel ve anlaşılır idi. Zamânında Bizans'a elçi gönderilmek istendiği zaman, halîfenin emri ile ilim adamlarını birbir gözden geçirdiler ve Ebû Bekr bin Ebî Sa'dân'dan daha lâyık birini bulamadılar.

O, her hâlinde şükreder, Allahü teâlâdan gelen derd ve belâlar da, nîmetleri gibi tatlı gelirdi. O bu hâliyle de Resûlullah efendimize tâbi olur, herkese bunu tavsiye ederdi. Buyurdu ki: "Şükür; Allahü teâlâdan nîmetler ve ihsânlar geldiği zaman şükrettiğin gibi, dert ve belâ hâlinde de öylece şükretmektir."

Ebû Bekr bin Ebî Sa'dân,Allahü teâlânın rızâsına ve sevgisine kavuşmak için; haramlardan, günahlardan ve bid'atlardan mutlaka sakınmak lâzım olduğunu beyân etmiştir. Çünkü amelde ve îtikâddaki bid'atin zulmeti, kalbe envâr-ı ilâhînin, Allahü teâlâdan gelen nurların girmesine mâni olur. Buyurmuştur ki: "Kim, Allahü teâlâya kavuşmak isterse, bid'attan, dalâletten, isyândan ve gafletten uzak dursun."

Ebû Bekr bin Ebî Sa'dân, kimseyle münâkaşa etmeye izin vermezdi. Herkesi münâkaşadan meneder, ancak nasîhat için bir başkasına söz söylemeğe izin verirdi. Buyurdu ki: "Bir kimse, Allahü teâlâdan gâfil olduğu hâlde, münâzara etmek için oturursa, onun için üç ayıp vukû bulur. Birincisi; münâzara ettiği kimseye cidâl ve bağırıp çağırmaktır ki, o kişi bundan men edilmiştir. İkincisi; halka karşı kendini üstün görmek sevgisi ki, o kişi bundan men edilmiştir. Üçüncüsü; münâzara ettiği kimseye gadap, öfke ve kindir ki, o kimse bundan men edilmiştir. Allahü teâlâ bunları haram kılmıştır."

"Ruhlar, nurdan yaratıldı ve karanlık heykellere, yâni bedenlerde yerleştirildi. Ruh kuvvetli olursa, akıl ile hemcins olur ve ona Allahü teâlânın nurları yağmaya başlar. Nefsin zulmeti gider. Böylece nefs, akıl ve rûhun nurlarıyla rûhânî bir varlık olur ve nefs, rûh ile berâber aklın emrine, yoluna girer. Ruhlar ise gelmiş oldukları gayb hazînelerine dönerler ve kaderin akışını öğrenirler. Ruh, kaderden cereyân eden şeylere muttalî olup, öğrenince, kazâ ve kaderden gelen her şeye râzı olur. İşte bu, rûhun hâllerinin latîfelerinden birisidir."

İHSÂNINDAN ÜMİD KESMEZ

Ebû Bekr bin Sa'dân, her hâlinde Allahü teâlâya ümid bağlamış ve O'na tevekkül etmiş kimselerdendi. Vâz-ü nasîhatlarında dâimâ sabır ve ümidi, yâni Allahü teâlâdan beklemeyi tavsiye ederdi. Buyurdu ki: "Allahü teâlâdan ümid ettiği şeyler üzerine sabreden, O'nun fadl ve ihsânından ümid kesmez. Kim bir şeyi kulağı ile dinlerse, o dinlediğini başkalarına anlatır. Kim kalbi ile dinlerse, onu anlar ve kabûl eder. Kim işitip, öğrendiği ile amel ederse, hidâyet bulur ve başkalarının hidâyete kavuşmasına sebep olur."

Dünyâda, Allahü teâlâdan başka herşeyi maksad ve arzu etmekten uzaklaşmış olan Ebû Bekr bin Ebî Sa'dân, herkese de Allahü teâlâdan başka her şeyden uzaklaşmayı tavsiye ederdi. Buyurdu ki: "Nefsden gelen arzu ve maksadları bırakmak, Allahü teâlâya kavuşmağa sebeptir."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR BİN SÂLİM AYDERÛS


Yemenli meşhûr velîlerden. İsmi Ebû Bekr bin Sâlim bin Abdullah bin Abdurrahmân bin Abdullah bin Abdurrahmân es-Sekkâf'dır. 1513 (H.919) senesinde Terîm'de doğdu. 1584 (H.992)'de Hadramût köylerinden Aynat'da vefât etti.

Tasavvufta üstün haller sâhibi idi. Zamânında herkes tarafından sevilen ve sohbetine gidilen bir velî idi. Küçük yaşta ilim tahsîline başladı. İlim öğrenme husûsunda büyük bir gayret ve azim gösterdi. Ulûmu âliyye denilen yüksek din bilgilerini öğrendi. Zamânının meşhur âlimlerinden Şeyh-i Kebîr Ömer bin Şeybâd'dan, Şeyh-ül-Fakîh Abdullah bin Muhammed bin Sehl bin Kuşeyr'den, fıkıh âlimlerinden Ömer bin Abdullah bin Mahreme'den, Ahmed bin Alevî bin Hucdeb'den ilim öğrendi. Okuduğu her hocadan aldığı dersleri başarı ile tamamladı. Bu zâtlardan sonra da zamânında benzeri az bulunan fazîlet sâhibi İbn-i Cemâl'den ders alıp ilimde iyice yetişti. Artık ilim denizinde usta bir yüzücü olmuştu.

Tahsil devresinden sonra Aynat köyüne dönüp, bir ev yaptırarak kendi köşesine çekildi. İlim ve ibâdetle meşgul oldu. Geceleri az uyur, çok ibâdet ederdi. Nefsini ıslah için çok gayret gösterdi. Nihâyet Allahü teâlânın ihsanları peşpeşe gelmeye başladı. Pek az kimseye nasîb olan üstün hallere ve kemal derecelerine kavuştu. Kerâmetleri ve keşifleri görüldü. İnsanlar arasında güneş gibi parlayan bir evliyâ oldu. Bu hâlini görenler ziyâretine ve sohbetine koştular. Uzaktan yakından gelenlerle etrâfı dolup taştı. Sohbetleriyle insanlara rehberlik etti. Meşhur hocası Seyyid Ahmed bin Alevî bin Hacder duyunca, memnun olup, onu çok methetti. Sonra bu hocasının huzûruna gitti. Hocası; "Sende bu yüksek haller hangi sebeple hâsıl oldu?" diye sorunca, hâlini kısaca bildirip hepsinin Allahü teâlânın ihsânı olduğunu ifâde etti. Hocası ona Aynat köyüne dönüp orada insanlara rehberlik yapmasını söyleyince, Aynat köyüne döndü. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İslâmiyete uymalarını sağlayıp, saâdete ermelerine sebeb oldu. Ayrıca talebelere ders verdi. Bulunduğu yerde sohbetinden ve ilminden istifâde edilen ve herkesin mürâcaat ettiği bir kimse oldu. Pek çok talebe yetiştirdi. Seyyid Ahmed Habeşî, Seyyid Abdurrahmân bin Muhammed Câferî, Seyyid Muhammed Alevî, Seyyid Abdurrahmân el-Beyd, Seyyid Yûsuf Kâdî, Seyyid Hasan bin Şuayb, Şeyh Ahmed bin Sehl, Muhammed bin Sirâceddîn bunlardan bâzılarıdır.

Son derece merhâmetli ve cömert idi. Mallarını muhtaç, fakir, zayıf ve kimsesizlere yardım için ortaya koymuştu. Üstün ahlâk ve hoş muâmelesi ile herkes tarafından sevilirdi. O kadar mütevâzi idi ki, kendisini tanımayanlar kendi halinde halktan biri zannederlerdi. Kerâmetlerini son derece gizlerdi. Muhammed bin Sirâceddîn tarafından menkıbeleri Bulûg-uz-Zafer vel-Megânim fî Menâkıb-ı Şeyh Ebû Bekr bin Sâlim adlı kitapta toplanmıştır.

Hadramût bölgesinde yetişen âlimlerin büyüklerinden olup, çok kerâmetleri görüldü. Talebelerinin hepsinin hatırından geçenleri bilirdi.

Talebelerinden biri Terîm denilen yerde idi. Orada oturmak için bir ev yapmak istiyordu. Hocası Ebû Bekr Ayderûs ile istişâre edip danışmayı düşündü. Sonra hocasının gönderdiği bir haberci, ona evi yapması haberini getirdi. Habercinin Aynat denilen yerden çıkışı, onun istişâre etmeyi düşündüğü vakte tesâdüf ediyordu.

Sevdiklerinden bâzıları, gece kalkıp ibâdet edebilmek için kahve içiyorlardı. Birisinin kahvesi tükendi. Parası olmadığı için satın da alamadı. Hocası ona ağaç kabuğu gönderdi ve ona; "Bundan pişir ve bir yerine bir şey olursa bundan üzerine koy." diye haber gönderdi. O da böyle yaptı. Bu kabuk kahve lezzetinde olduğu gibi dertlere de şifâ idi. Senelerce buna devâm etti.

Talebelerinden birisi, tüccarlarla birlikte Hindistan'dan dönüyordu. Maksadları, Nedr-ül-Mehâ denilen yere gitmekti. Rüzgâr muhâlefeti sebebiyle gemileri batma tehlikesi geçirdi, çok yoruldular. Sonra Hindistan'a dönmeye karar verdiler. Talebe, rüyâsında hocası Ebû Bekr bin Sâlim Ayderûs'u gördü. O şöyle dedi: "Gemidekilere adakta bulunmalarını ve sevinmelerini söyleyin." Uyandı ve gördüklerini haber verdi. Her biri gücü yettiği kadar adakta bulundu. Sonra güzel bir rüzgâr çıktı. Onları Nedr-ül-Mehâ denilen yere ulaştırdı. Talebe, Aynat'a geldiğinde, daha hiçbir şey söylemeden, hocası başlarına neler geldiğini haber verdi ve; "İşte bu senin adağındır. Denizde şöyle olmuştur. Filanca şunu adamıştır." diye uzun uzun anlattı.

Ebû Bekr bin Sâlim Ayderûs, bir zaman, hapiste olan Ömer bin Bedr Kuseyrî'ye haber gönderip, hapisten kurtulacağını ve vâli olacağını müjdeledi. Çok geçmeden o hapisten çıktı ve Hadramût'a vâli oldu.

Ebû Bekr bin Sâlim hazretlerinin şu eserleri vardır: Feth-ül-Mevâhib ve Bugyet-üt-Tâlib, Mi'râc-ül-Ervah ilâ Menhec-ül-Vedâh, Miftâh-us-Serâir ve Kenz-üz-Zehâir, Mi'râc-üt-Tevhîd.

KAYBOLAN DEVE

Bir köylü, devesini kaybetti, aradı bulamadı. Ebû Bekr bin Sâlim'in talebelerinden bâzısı ona; "Hocamız senin devenin yerini bilir." dediler. Köylü geldi ve Ebû Bekr bin Sâlim'e talebelerinin kendisine söylediği şeyi haber verdi. O da talebelerini çağırdı ve durumu sordu. Talebelerden biri dedi ki: "Efendim, sizden, dünyâ bizim iki elimiz arasındaki çanak gibidir, dediğinizi işittim. Bu köylünün devesi de dünyânın içindedir." Ebû Bekr bin Sâlim, talebesini bir daha bu şekilde konuşmaktan menetti ve köylüye; "Deveni filanca vâdide ara, belki bulursun." buyurdu. Köylü devesini orada buldu.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR ES-SEKKÂF

On dördüncü yüzyılın sonlarında ve on beşinci yüzyılın başlarında Yemen'in Hadramût bölgesinde yaşamış büyük velîlerden. İsmi Ebû Bekr bin Abdurrahmân'dır. Es-Sekkâf lakabıyla meşhûr oldu. Doğum târihi bilinmemektedir. Terîm'de doğdu. 1427 (H.831) senesinde Terîm'de vefât etti.

İlim ve güzel ahlâk sâhibi asîl bir âileye mensûb olan Ebû Bekr es-Sekkâf, küçük yaşından îtibâren ilim öğrenmeye başladı. Çocukluğunda babasının ders meclisinde bulunup küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Babasının huzûrunda kalıp tasavvuf ilmini öğrendi. Tasavvuf yolunda ilerleyip mânevî derecelere kavuştu. Zâhirî ilimlerde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştıktan sonra babası ona icâzet, diploma verdi ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda hırka giydirdi. Babasının sağlığında iken insanların müşkil meselelerine cevap veren Ebû Bekr es-Sekkâf, insanlara vâz ve nasîhat ederek onların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına gayret etti. Babası onun hakkında; "Allahü teâlâ ihtiyarlığımızda Ebû Bekr ile bize fayda verdi. Çocuklarımızın terbiye ve yetiştirilmesinde bize yardımcı oldu." buyurarak oğlunun üstünlüğünü işâret etti. Kardeşleri, Ebû Bekr es-Sekkâf'a çok saygı ve hürmet gösterip ondan istifâde ettiler. Kardeşlerinden Ahmed bin es-Sekkâf; "Kardeşim Ebû Bekr'in başı üzerinde meşîhât, şeyhlik tâcını gördüm." demiştir.

Ömer el-Muhdâr da onun hakkında; "Eğer Abdurrahmân es-Sekkâf'ın âile fertleri terâzinin bir kefesinde, Ebû Bekr es-Sekkâf da diğer kefesinde bulunsa, Ebû Bekr'in bulunduğu taraf ağır gelir." diyerek üstünlüğünü ifâde etti.

Ebû Bekr es-Sekkâf hazretleri Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçınarak ve nefsin istediklerinin tersini yaparak yüksek sırlara vâkıf oldu. Fakat bu sırları kimseye açmadan mütevâzî bir halde hayâtını devâm ettirdi. Kalbinden Allahü teâlânın sevgisinden başka her şeyi uzaklaştırdı. Her hâlinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünnet-i seniyyesine uyarak, hakîkat nûrlarına kavuştu. Onun bu örnek yaşayışını gören insanlar, ondan çok istifâde ettiler.

Oğlu Ali bin Ebî Bekr, babası hakkında şöyle dedi: "Babam, Resûlullah efendimizin sünnetine tam uymak husûsunda Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve diğer evliyânın büyükleri gibiydi. İslâmiyete uymak husûsunda bütün mânileri yenmiş, dünyâya ve dünyâ ehline hiç meyletmemişti. Bu yüksek halleri sebebiyle yüksek tecellîlere, büyük derecelere kavuştu. İnsanlardan mümkün olduğu kadar uzak kaldı. Bu sırada kendisine melekût âleminin perdeleri açıldı. Pekçok mânevî ihsânlara kavuştu. Allahü teâlâ ona gayb hallerini gösterdi. Peygamberler, melekler ve velîlerle görüşüp onların makam ve hallerini seyretti. Kendisine, berzah yâni kabir âlemiyle ilgili sırlar açıldı. Kabirdeki kimselerin içinde bulundukları nîmetleri ve azâbları müşâhede edip, gördü. Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında ve uyanık iken görmek şerefine nâil oldu. "Yer yüzünden Arşa kadar olan her şeyi Allahü teâlâ bana bildirdi. Eğer bana ihsân edilenleri açıklasam, Terîm halkı; "Bu, kıyâmet gününde bizim şefâatçimizdir." derdi." buyurdu.

Ebû Bekr es-Sekkâf hazretleri, içinde bulunduğu haller sebebiyle yemeden içmeden kesilir günlerce uyumazdı. Duyduğu hoş bir ses sebebiyle bulunduğu yerde şaşkın ve kendinden geçmiş bir hale dönerdi. Bu halde iken kendisine söylenen hiç bir sözü işitmezdi. Bâzan yaz gününde kışın soğuğundaki gibi üşür ve titrerdi. Oturduğu evin kapılarını kapatır, sırtına kalın elbiseler giyerdi. Bâzan da soğuk kış gününde, yaz sıcağında gibi harâretten şikâyet eder, sergisiz bir yer üzerinde yatıverirdi.

Pekçok kerâmetleri görülmüş olan Ebû Bekr es-Sekkâf, talebelerine çölde acıktıkları zaman, henüz fırından çıkmış sıcak ekmek ikrâm ederdi.

Bir defâsında iki kişi, şehrin bâzı ileri gelenlerini ziyâret etmek için Terîm'e gelmişlerdi. Bir Cumâ günü idi. Önce Ebû Bekr es-Sekkâf'ı aradılar. Onu câmide ibâdetle meşgûl buldular. Fakat o, güneş sararıp batıncaya kadar câmiden çıkmadı. O iki kişi, onu bekledi. Bir hayli acıktılar. O zaman es-Sekkâf onların yanına geldi ve bir örtü uzatıp; "Bunun içindekini alınız." buyurdu. Onlar örtüyü açtıklarında; fırından henüz çıkmış sıcacık bir ekmek buldular ve doyuncaya kadar yediler. Geriye az bir şey kaldı. Onu da Ebû Bekr es-Sekkâf yedi.

Bâzı kimseler, ziyâret maksadıyla Terîm'e geldiler. Canları kavrulmuş buğday ve et istedi. Ebû Bekr es-Sekkâf'ın huzûruna çıktılar. Ebû Bekr es-Sekkâf, Allahü teâlânın bildirmesiyle onların kalplerinden geçenleri anlayıp, canlarının istediği yiyecekleri getirip ikrâm etti. O kimseler onun büyüklüğünü kabûl ettiler ve duâsını alıp, oradan ayrıldılar.

Ebû Bekr es-Sekkâf, birisinin bir kadınla evlenmek istediğini duyunca; "Bu adam, o kadınla değil de, o kadının annesi ile evlenecek. Annesi evlidir. Kocası onu boşayacak, o zaman bu kişi bu kadını nikahlayacak." buyurdu. Dediği gibi oldu.

Bir gün hava kararıp, her taraftan şimşekler çaktı. Çok şiddetli yağmur yağmaya başladı. Herkes bütün vâdilerin su ile dolup aktığını zannetti. Ebû Bekr es-Sekkâf; "Falan vâdide hiç su akmıyor." buyurdu. Gidip baktılar, dediği gibi olduğunu gördüler.

Birisi, Ebû Bekr es-Sekkâf hakkında ileri geri konuştu. Es-Sekkâf; "Bu kişinin iki ay sonra gözleri görmez olur. Vefâtından sonra da evi zorla alınır." buyurdu. Orada bulunanlar târihi yazdılar. Dediği gibi, iki ay sonra o kişinin gözleri kör oldu ve evi, vefâtından sonra zorla alındı.

Vâlinin biri, dergâhın hizmetçilerine âit bir malı zorla alıp götürdü. Onlar da Ebû Bekr es-Sekkâf'ı vesîle ettiler ve yardım istediler. Sabah olunca, vâli gasbettiği şeyleri gönderdi ve haklarını helal etmelerini istedi. Böyle yapmasının sebebini sorduklarında; "Bana şöyle bir zât geldi. Yaptığım işin doğru olmadığını ve aldığımı geri vermedikçe dönmeyeceğini söyledi. Beni korkuttu. Bunun üzerine derhal aldığım malları iâde ettim. Sâhiplerinden rızâ ve helâllık diledim." dedi.

Ahmed bin Ali Habbânî, bayram parası bulmak için Terîm'e geldi. Yolda Ebû Bekr es-Sekkâf ile karşılaştı. Ebû Bekr es-Sekkâf, ona ihtiyâcını sorunca; "Çoluk-çocuğuma sarfetmek için üç dirheme ihtiyacım var." dedi. Es-Sekkâf da; "Çok geçmeden aradığını bulacaksın." buyurdu. Nihâyet Erciş denilen yerde, Ali bin Mûsâ adlı biri, ihtiyâcı olan üç dirhemi ona verdi.

HOCA TALEBESİNİ UNUTMAZ

Bir talebesi, yanında hanımı olduğu halde bir vâdide yolunu kaybetti. Ayrıca şiddetli bir şekilde susadılar. O talebe, hocası Ebû Bekr es-Sakkâf'ı vesîle ederek duâ etti ve yardım istedi. O esnâda uyudu. Rüyâsında, atına binmiş bir halde hocasını gördü ve hocası ona; "Seni unutacağımızı mı zannedersin? Hoca talebesini unutmaz." dedi. O esnâda uyandı. Karşısında, elinde su kırbası olan birisi duruyordu. Getirdiği suyu içip, kaplarını doldurdular. Sonra da o kişi, gidecekleri yolu târif etti.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR EŞ-ŞELÎ


Yemen'in büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ebû Bekr bin Ahmed bin Ebû Bekr'dir. Meşreü'r-Revî kitabının müellifi olan Muhammed bin Ebû Bekir'in babasıdır. Hazret-i Hüseyin'in neslinden olup, seyyiddir. Hazret-i Ali'nin soyuna mensûb olanlar mânâsına kullanılan Benî Alevî ve hazret-i Hüseyin'in soyuna mensûb olanlar için kullanılan Benî Hüseyin nisbeleriyle anıldı. Bu terkipler daha sonra mahallî olarak Ba'levî ve Bâ-Hüseyin şeklinde değiştirilerek de kullanılmıştır. 1582 (H.990) senesinde Yemen'in Terîm beldesinde doğdu. 1643 (H.1053) senesinde aynı yerde vefât etti. Kabri, Zenbel kabristanındadır.

Asîl, temiz ve âlim bir âileye mensûb olan Ebû Bekr eş-Şelî, küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberledi. Babası Seyyid Ahmed bin Ebû Bekr onun terbiyesine özel îtinâ gösterdi. Fakat büluğ, ergenlik çağına ulaşmadan önce babası Seyyid Ahmed bin Ebû Bekr vefât etti. Babasının vefâtından sonra hocası Ömer bin Abdullah el-Hatîb onun tahsîl ve terbiyesiyle ilgili her türlü mesûliyetini üzerine aldı. Onu çok iyi terbiye edip yetiştirdi. Sonra Şeyhülislâm Abdurrahmân bin Şihâbüddîn'in yanında tahsîline devâm eden Ebû Bekr eş-Şelî, temel dînî ilimleri tahsîl etti. Fıkıh, hadîs, tefsîr ve tasavvuf ilimlerini ondan okudu. Arapça lisânıyla ilgili sarf, nahiv, meâni ve belâgat ilimlerini öğrendi. Hocası Şeyhülislâm Abdurrahmân bin Şihâbüddîn ve zamânının diğer âlimlerinden, Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf, Ebû Bekr bin Ali el-Muallim, Muhammed bin Ali bin Ukayl gibi zâtların ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Bunlar onun ilim ve fazîletteki yüksekliğini görüp icâzet verdiler. Büyük velî Abdullah Ayderûs'un sohbetlerinde, ders halkasında ve hizmetinde de bulundu. Onun huzûrunda yüzden fazla meşhûr kitabı okudu. Şeyh Abdullah ona tasavvuf yolunda hırka giydirdi ve diğer ilimlerde icâzet verdi.

Ebû Bekr eş-Şelî, icâzetini, diplomasını aldıktan sonra çeşitli beldelere seyahat ederek, âbid ve velîlerle görüşüp sohbet etti. İlimdeki ve tasavvuf yolundaki derecesi pek yüksek oldu. Daha sonra kendi memleketi Terîm'e döndü.

Terîm'e geldikten kısa bir zaman sonra bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona kendisini ziyârete gelmesini işâret buyurdu. Bu mânevî işâret üzerine Mekke-i mükerremeye giderek hac ibâdetini yerine getiren Ebû Bekr eş-Şelî, orada da pekçok âlim ve velî ile görüşüp sohbette bulundu. Sonra Medîne-i münevvereye giderek Cedd-i muhteremi olan sevgili Peygamberimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret etti. Medîne-i münevverede dört yıl mücâvir olarak kaldı. Başta Uhud Şehitleri olmak üzere Cennetü'l-Bakî' kabristanında bulunan Eshâb-ı kirâmın ve diğer âlim ve velîlerin kabirlerini ziyâret etti.

Gerek Mekke-i mükerremede, gerekse Medîne-i münevverede bulunduğu sırada Seyyid Ömer bin Abdürrahîm, Ahmed bin Allân, Ahmed el-Hatîb, Abdülkâdir et-Taberî, Muhammed Menûfî, Ebü'l-Feth bin Hacer, Abdülmelik el-İslâmî ve daha birçok âlimin sohbetlerinde bulundu. Onlardan ilim, edep ve fazilet bakımından istifâde edip yüksek mânevî derecelere kavuştu. Sonra Hicaz'dan ayrılıp Yemen'deki Aden limanına ulaştı. Oradan Hindistan diyârına gitmeye niyet etti. Hocası Ahmed bin Ömer el-Ayderûs ile istişâre etti. O gitmemesini söyleyince, önceki niyetinden vazgeçti ve Terîm'e doğru yola çıktı. 1605 (H.1014) senesinde, Terîm'e gelişinden bir müddet sonra evlendi.

Hocalarından olan Ebû Bekr bin Ali el-Mu'allim'in vefâtından sonra, âlimler Ebû Bekr eş-Şelî'ye gelerek, Ebû Bekr bin Ali'nin yerine geçmesini ve onun yerine talebe okutmasını söylediler. O da kabûl ederek yatsıdan sonra mahallenin mescidinde ders okutmaya başladı. Derslerine ilim ve fazîlet sâhibi, büyük zâtlar da gelip hazır bulunurlardı. Sohbetine gelenlerin sayısı günden güne çoğaldı. Bu hâli haber alan Şeyh-ul-Velî Abdullah Bâ'levî (rahmetullahi aleyh) ilim meclisini genişletmesini, kalbindeki yüksek ilimleri etrâfa yaymasını emretti. O da meclisini genişletti. Hemen her sene İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ-ül-Ulûm isimli meşhur eserini baştan sona okuturdu. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler. Yüzlerce talebe yetiştirdi. Seyyid Abdullah bin Akîl bin Abdullah, Seyyid Abdurrahmân bin Ahmed bin Abdullah, Câfer-i Sâdık bin Zeynüddîn Ayderûs, Seyyid Abdullah bin Hüseyin ondan ilim öğrenenlerden birkaçıdır.

Yemen'de bulunan büyük İslâm âlimlerinin en önde gelenlerinden olan Seyyid Ebû Bekr eş-Şelî; aklı, zekâsı, hâfızası kuvvetli, dikkatli ve çok uyanık bir zât idi. Sîmâ olarak yüksek dedelerine benzerdi. Gayet nûrlu, çok güzel bir zât olup, kendisini görenin kalbinde ona karşı muhabbet hâsıl olurdu. Her hâlinde istikâmet üzere olup, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sünnet-i seniyyesine tam bağlı idi. Selef-i sâlihîn denilen ilk iki asrın âlimleri ile halef-i sâdıkîn denilen sonra gelen âlimlere tâbi olmak esas olduğu için, onların ve onlardan sonra gelen büyük âlimlerin hallerini çok anlatırdı.

Rivâyet edilir ki: Seyyid Ebû Bekr bâzan dostlarıyla birlikte oturur, binlerce tesbih çeker, sevâbını mevtâlara hediye ederlerdi.

Talebelerine ve sevenlerine şöyle buyurdu: "Abdullah ibni Abbâs'ın (r.anhümâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Bir kimse sabaha çıktığında bin defâ "Sübhânellahi ve bi-Hamdihî" derse, nefsini Allahü teâlâdan satın almış olur." Bir çok velî de; "Bunu söylemeye devâm etmelidir." buyurmuşlar, kendileri söyledikleri gibi talebeleri ile sevenlerine de söylemeyi emir buyurmuşlardır."

Seyyid Ebû Bekr eş-Şelî, sık sık zikreder ve Kur'ân-ı kerîm okurdu. Teheccüd, uyanıklık namazını hiç kaçırmaz, vitr namazını teheccüd için, gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalktığında kılardı. Talebelerine teheccüde kalkmalarını, bunu ihmâl etmemelerini tenbih ederdi.

Kendisi herkesle birlikte bulunmak yerine yalnızlığı tercih ederdi. Talebelerine olan şefkat ve yakınlığı, âlimler ve velîlere olan hürmet ve tâzimi pekçok idi. Sohbet esnâsında olsun, çeşitli yazışmalarda olsun, kendisinin medhedilmesini katiyyen istemezdi. Kerâmet göstermeyi sevmez, kendisinden fevkalâde bir hal sâdır olup kerâmet meydana gelirse bundan üzülüp mahcûb olurdu. Bir şey için bir kimseye duâ etse, Allahü teâlâ duâsını kabûl ederdi. Bir kimse Seyyid Ebû Bekr'in büyüklüğünü, üstünlüğünü bilip, kabûl ederek, inanarak ve onu vesîle ederek, onun hürmetine duâ etse, Allahü teâlânın izni ile murâdına kavuşurdu. Bir kimse Seyyid Ebû Bekr'e düşmanlık edecek olsa, sonunda pişman olur, düşmanlığından vazgeçerek, gelip özür dilerdi. Yine birisi ona hîle etmeyi düşünse, sonunda pişman olur, hîlesinden vazgeçerdi. Bu hâl defâlarca vâki olmuştur.

Seyyid Ebû Bekr'in oğlu şöyle anlatır: "Bir zaman Hindistan memleketine gitmek için babamdan izin istedim. Babam; "Öyle anlıyorum ki, müddet tamam oldu. Vefâtım yaklaştı. Vefâtımda yanımda bulunmanı isterdim." dedi. "Yâni Hindistan'a gitmemi istemiyor musunuz?" dedim. Bir nevî gitmekte ısrar etmiş gibi oldum. Bunun üzerine; "Sefere git! Allahü teâlânın emânında (emniyeti altında, korumasında) ol. Allahü teâlâ ne dilerse o olur." dedi. Ben sefere gitmekten vazgeçtim. Hakîkaten de dediği gibi oldu. Bundan az bir zaman sonra 1643 (H.1053) senesi Safer ayının yirmi beşinde ikindi vaktine yakın bir sırada vefât etti. Vefâtı sırasında herhangi bir rahatsızlığı görülmedi. Terîm'deki Bâ'levî Mescidinin yakınındaki evinde gece-gündüz kavuşmayı arzu ettiği Rabbine kavuştu. O gece defin için gerekli hazırlıklar yapıldı, kefenlendi. Talebeleri ve sevenleri o gün sabaha kadar rûhu için Kur'ân-ı kerîm ve hatm-i tehlîl okudular. Ertesi günü sabah namazından sonra cenâze namazı kılınıp, seyyidlerin, şerîflerin ve pekçok mübârek velînin medfûn bulunduğu Zenbel kabristanına defnedildi. Kabri ziyâret edilmektedir.

KERÂMETİNİ GÖRMEK İSTERDİM

Seyyid Ebû Bekr hazretlerinin oğlu anlatır: "Henüz çocuk yaşta idim ve babamın kerâmetlerini görmeyi arzu ettim. Bundan sonra ben ne zaman ibâdetlerimi yerine getirdikten sonra babamın huzûruna girseydim, benim hâlimi bilir, güzel muâmelede bulunurdu. Eğer ibâdetlerimi yerine getirmeden onun huzûruna girseydim, hemen kerâmet olarak hâlimi anlar ve beni azarlardı. Ne zaman oyun ile meşgul olup ondan sonra huzûruna varsam, beni oyun oynarken görmediği halde yine kerâmet olarak hâlimi anlar; üzüntülü, mahzûn görünürdü."

HATM-İ TEHLİL

Ebû Bekr eş-Şelî hazretleri hatm-i tehlîlin fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Âlimler, tasavvuf büyükleri bu hatm-i tehlîl okunmasına çok ehemmiyet verirlerdi. Bu güzel ve mühim âdeti devâm ettirmeleri ve ihmâl etmemeleri için de dostlarına, tanıdıklarına tavsiyelerde bulunurlardı. Âlimlerimiz, bir mevtânın rûhuna hatm-i tehlîl sevâbı hediye edilince, o mevtâ îmân ile vefât etmiş ise, Allahü teâlânın o mevtânın günahlarını affedip, Cehennem'den âzâd edeceğini bildirmişlerdir. Bu hususta İmâm-ı Râfi'î'nin bildirdiği bir hâdise şöyledir: "Keşf sâhibi bir genç vardı. Bir gün bu gencin annesi vefât etti. O genç ağlayıp sızlamaya, büyük üzüntü ile gözyaşları dökmeye başladı. Bu hâlin sebebini soranlara da; "Annemi Cehennem'e götürdüler. Elemim bunun içindir." dedi. Gencin orada bulunan dostlarından birisi ellerini açarak dedi ki: "Yâ Rabbî! Ben yetmiş bin kelime-i tevhîd okumuştum. Sen şâhid ol ki, o hatm-i tehlîlin sevâbını (bu gencin annesi olan o mevtâya hediye ettim." Genç keşf yoluyla annesinin durumunu murâkabe edip anladı ve sevinçle; "Bu hediye hürmetine annemi Cehennem'den çıkardılar ve Cennet'e koydular." dedi. Bâzı büyük âlimler, bu hâdisenin ve gencin keşfinin doğru olduğunu haber vermişlerdir."

Ebû Bekr eş-Şelî'nin bu teşvik ve nasihatlarını dinleyen Terîm ahâlisi, fecr ve tan yerinin ağarması ile güneşin doğması arasında, hatm-i tehlîl yâni yetmiş bin kelime-i tevhîd okuyup, sevâbını ölmüş kimselerin ruhlarına hediye ederlerdi. Terîm ahâlisi bu kadar tesbih ve hatm-i tehlîli bu kadar kısa zamanda nasıl okuduklarına hayret ederlerdi. Bunu, Ebû Bekr eş-Şelî hazretlerinin kerâmeti bilirlerdi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR TAMİSTÂNÎ



Onuncu yüzyılda İran'da yaşayan büyük velîlerden. İsmi Ebû Bekr'dir. Tamistânî nisbesiyle meşhur olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. 951 (H.340) senesinde Nişâbur'da vefât etti.

Zamânındaki âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunarak ilimde ve tasavvufta yetişti. Şiblî ve İbrâhim Debbâğ'ın sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. Zamânındaki evliyâların en yükseklerinden idi. Halleri ve güzel sohbetleriyle insanlara çok güzel örnek oldu. Uzaktan yakından gelip etrâfında toplananlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için gayret etti. Talebe yetiştirdi. Sohbetleri sırasında nefsin ve isteklerinin kötülüklerini anlattı. Bir sohbetinde buyurdu ki:

"Nefis, bir ateş gibidir. Yanar durur. Bir yandan söndürülse de başka taraftan parlar. Nefis hep böyledir. Bir taraftan yola getirilse, öbür yandan kötü iz yine görünür. Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefis, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.

"İnsanın nefsi ölmeden kalbi hayat bulmaz. Hakîkat, nefsin ölümünden ibârettir."

Talebelerine şöyle nasîhatta bulundu:

"Allahü teâlâyı anmak, O'nunla berâber olmak ve O'na ibâdet etmek husûsunda gayretli olunuz. Eğer bunu kendi kendinize başaramıyorsanız, O'nunla berâber olmak ve O'na ibâdet etmek husûsunda başarılı olan kimselerle yâni velîlerle sohbet ediniz, birlikte olunuz. Bunların sohbetindeki bereket ve feyz, sizi azîz ve celîl olan Allahü teâlâya yaklaştırır."

Bir defâsında büyük velîlerin hallerinden bahsediyordu. Şöyle buyurdu: "Bir kimse, Allahü teâlâ ile arasındaki geçen mânevî haller âleminde, sadâkatı, doğruluğu ve bağlılığı esas alırsa, bu sadâkatı onu halka, yaratılmışlara meyletmekten korur."

Ebû Bekr Tamistânî hazretlerinin dünyâ ve âhirette tek gâyesi, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktı. O, zât-ı ilâhîden başka şeyleri kendine düşman sayıyordu. Bu düşüncesini bir sohbetinde şöyle ifâde etmiştir: "Ne yapabilirim ki? Bu sonradan yaratılmış olanlar hep bana düşmandır."

Ölümü, Allahü teâlâya kavuşturan bir kapı olarak vasıflandıran Ebû Bekr Tamistânî hazretleri; "Ölüm, âhiret kapılarından bir kapıdır. Bu kapıdan geçmeyen Allahü teâlâya kavuşamaz." buyururdu.

Dünyâya ve dünyâda bulunanlara aslâ meyletmeyen Ebû Bekr Tamistânî hazretleri, dünyâyı îmâr etmenin gaflet ehlinin işi olduğunu bildirerek buyurdu ki: "Gaflet, gaflet ehlinin işi olduğu gibi, dünyâya önem vermek ve ona bel bağlayarak îmâr etmek de gaflet ehlinin işidir.

Ancak her dünyâya çalışan gaflet ehli sayılmaz. Dünyâ ehli bir sanat ehlidir. Bir sanat ehli, yaptığı sanatla kullara faydalı olmayı niyetine almalıdır. İş böyle olunca, ona gaflet ehli denmez. Ancak dünyâya gönül verip, onu elinde toplamak isterse, dünyâ ehli olur ve gaflet ehli sayılır. Yaptığı sanatla kullara faydalı olmayı niyetine alan kimse, hem dünyâyı hem de âhireti îmâr etmiş olur.

Çok ibâdet eden, kerem sâhibi ve cömert olan Ebû Bekr Tamistânî'nin kendine has yüksek halleri vardı.

Bir sohbetinde; "İnsanların en hayırlısı, haklı olsa bile, karşısındakine sen haklısın diyebilendir." buyurdu.

Aklı olan kimse, ihtiyâcı olduğu kadar konuşur, fazlasından vaz geçer. Kim kendine konuşmayı âdet edinmişse, ne kadar sussa yine konuşan kimselerden sayılır."

İslâm dîninin emirlerine uyma ve yasaklarından sakınma husûsunda da şöyle buyurdu: "Kim kitaba yâni Kur'ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olursa ve bir de bütün işlerinde Eshâb-ı kirâma uyarsa, sevab alma işinde hemen hemen Eshâb-ı kirâm ile bir olur. Eshâb-ı kirâmın üstünlüğü Peygamber efendimizi görmüş olmaları sebebiyledir.

Ömrünün sonuna doğru Nişâbur bölgesine gelen Ebû Bekr Tamistânî orada insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. 951 (H.340) senesinde Nişâbur'da veya bu bölgedeki Herat'ta (Hire) vefât etti.

Ebû Bekr Tamistânî hazretlerinin kabrinin durumuyla ilgili olarak Ebû Bekr Saydalânî şöyle anlattı: Birçok defâ Ebû Bekr Tamistânî'nin Hire'deki mezarının taşını düzeltmiş, üzerine ismini yazmıştım. Fakat her defâsında bu taş sökülüyor ve çalınıyordu. Diğer mezar taşlarında ise bu hal görülmüyordu. Onun için bu hâdiseye şaşıyordum. Bir gün bu husûsu üstad Ebû Ali Dekkâk'a (rahmetullahi aleyh) anlattım ve sebebini sordum. Ebû Ali Dekkâk dedi ki: "Bu Şeyh, dünyâda iken gizli kalmayı tercih etmişti. Sen ise düzeltmeye uğraştığın taşlarla mezarını meşhûr etmek istiyorsun. Hak sübhânehü ve teâlâ ise bu mezarın gizli kalmasından başka bir şeye râzı olmamaktadır. Nitekim bizzat Şeyh de sağlığında gizli kalmayı tercih etmişti."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
EBÛ BEKR VÂSITÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Mûsâ, künyesi Ebû Bekr'dir. İbn-i Fergânî olarak da bilinir. Aslen Fergânelidir. Doğum târihi bilinmemektedir. Gençliğini Irak'ta geçirdi. Sonra Horasan beldelerinden Merv'e yerleşti. 932 (H.320) senesi Merv'de vefât etti. Merv şehrindeki türbesi ziyâret edilmektedir.

Evliyânın büyüğü Cüneyd-i Bağdâdî ve Ebü'l-Hüseyin Nûrî hazretlerinin sohbetlerinde yetişti. Birçok velî ile görüştü. Sözleri çok derin mânâlar taşırdı. Hocası Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri kendisine; "Yâ Ebâ Bekr! Âlimler ve hâkimler, Allahü teâlâ tarafından insanlara rahmettir. İnsanlara söz söyleyebilecek şekilde aralarına gir ve güçlerine, durumlarına göre söz söyle. Sen, onların nefisleri için beliğ sözler söyle." buyurmuştur.

Ebû Bekr Vâsıtî, Horasan beldelerinden Merv'de çok talebe yetiştirdi. Zamânındaki insanların rehberi oldu. Hakîkat ve mârifete dâir ondan güzel konuşanı görülmedi.

Vakitlerini ibâdetle geçirirdi. Zaman zaman kendinden bahseder: "Ebû Bekr Vâsıtî bülûğ çağına erdiğinden beri kimse gündüzleri yediğine ve hiçbir gece de uyku uyuduğuna şâhid olmamıştır. İbâdeti korumak, onu yapmaktan daha zordur. O, tıpkı çabuk kırılan cam eşyâ gibidir. Ona, riyâ, gurur, ucub, kibir dokunsa ve değse, kırar." buyururdu.

İnsanları Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmeye teşvik ederdi. Bu hususta; "Yüzünü nefsine döndüren, sırtını dîne döndürmüş olur. Yüzünü dîne döndüren sırtını nefsine döndürmüş olur. Nefsinin istediği işlere değil, nefse aykırı olan işlere gönül ver." buyurur ve; "En büyük ibâdet, vaktini boş yere harcamamaktır." derdi.

"Yaptığı ibâdetine güvenmek, Allahü teâlânın ihsânını unutmaktandır."

"Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için amel eden, sevap kazanır."

"Yapılan ibâdete karşı bedel beklemek, Allahü teâlânın lütfunu unutmaktandır."

"Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, yaptığınız ibâdetlerin karşılığı olarak bilenlerden olmayın." derdi.

Bir gün kendisine; "En kötü huy nedir?" dediler. O; "En kötü huy; takdir edilene, karşı durmaktır. Ezelde takdir edileni, arzu ve duâ ile değiştirmeyi istemektir." buyurdu. Sonra;

"Utanan kişinin alnından dökülen terler, ondaki fazîletin eseridir."

"İyi ahlâk; mârifetin kuvveti sebebiyle, kimseye düşman olmaman ve hiç bir kimsenin de sana düşman olmamasıdır." buyurdular.

Peygamber efendimizin makâmının çok yüksek olduğunu anlatırdı. "Hiç kimse, Peygamber efendimizin makâmına ulaşamamıştır. O'nun makâmını geçtim veya geçerim diyen doğru yoldan ayrılmış olur. Zîrâ velîlerin en son dereceleri, Peygamberlerin ilk dereceleridir." buyurmuştur.

Kendisine havf, korku ve recâ, ümitten soruldu. O zaman; "Korku ve ümit, kul itâat hâlini bırakıp benlik sevdâsına düşmesin diye, nefsi bağlayan iki yulardır." buyurdu.

Ebû Bekr Vâsıtî hazretlerine velînin mânevî hâlinden sordular. O; "Allahü teâlâ; evliyâsını başlangıç hâlinde ibâdeti, olgunluğunda lütufları ile örterek terbiye eder. Sonra onu kendisi için takdir edilen mânevî sıfatlara garkeder. Daha sonra vakitlerini Allahü teâlâ için geçirmenin zevkini tattırır." buyurdu.

Ebû Bekr Vâsıtî hazretlerine son hastalığında; "Bize vasiyette bulun." dediler, o zaman; "Allahü teâlânın sizden istediği şeylere uygun hareket edin." buyurdu.

Ebû Bekr Vâsıtî buyurdu ki:

Velînin dört alâmeti vardır.

1) Kendisine gelen musîbetten şikâyet etmemesi.

2) Kendisinden ortaya çıkan kerâmeti gizlemeye çalışması, âşikâr etmemesi, halka gösteriş yapmaktan ve şöhretten kaçması.

3) İnsanların verdiği sıkıntı ve belâlara katlanması, onlara karşılık vermemesi.

4) Kendilerinden ortaya çıkan fiillerle Allahü teâlânın kullarına karşı gizlenmeleridir.

Yine buyurdu ki: Havftan, azab korkusundan daha yüksek makam, Allahü teâlânın sevmediği kimseyi sevmemektir.

BİR KEDİNİN TEŞEKKÜRÜ

İnsanlara elinden geldiği kadar yardımda bulunur ve iyilik yapmaya teşvik ederdi. Kendisi anlatır: "Bir zaman mühim bir iş için gidiyordum. Başımın üzerinde bir kuş uçmaya başladı. Bir anlık gaflet eseri olarak kuşu yakaladım. O elimde iken, başka bir kuş daha uçmaya başladı. Elimdeki kuşun eşi veya annesi zannederek kuşu elimden bıraktığım anda, kuş öldü. Buna çok üzüldüm. O günden sonra bende bir sıkıntı başladı ve bir sene geçmedi. Bir gece Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Bir senedir, o kadar çok sıkıntının tesirinde kaldığımı, çok zayıflayıp ayakta namaz kılamaz hâle geldiğimi arz ettim. O zaman; "Bunun sebebi, bir serçenin, huzurda senden şikâyetçi olmuş bulunmasıdır." buyurdular. Bunun üzerine af diledim, kabûl olunmadı. Bundan bir zaman sonra, evimizdeki kedi yavrulamıştı. Ben bu sıkıntı içinde düşünürken, bir yılanın kedi yavrularından birisini yakalamaya çalıştığını gördüm. Asâmı yılana vurunca, kaçtı. Kedinin annesi gelip yavrusunu aldı gitti. Ondan sonra iyileştim; namazlarımı ayakta kılmaya başladım. O gece rüyâmda yine Peygamber efendimizi gördüm. "Yâ Resûlallah! Bugün sıhhat buldum." deyince; "Bunun sebebi, huzurda, bir kedinin senin için teşekkür etmesidir." buyurdular.
 
Üst Alt