Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şiirlerle Menkıbeler Zinciri

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BALIKTAN KURTULMASI



"Yûnus aleyhisselâm" suya atıldığında,

Denizdeki bir balık, yuttu onu ânında.



Hak teâlâ, balığa verdi ki şu emrini:

(Onu hiç yaralama, kırma kemiklerini.)



Balık, "Yûnus Nebî"yi hiç râhatsız etmeden,

Suyun derinliğinde kaybolup gitti hemen.



Balığın karnındayken Yûnus aleyhisselâm,

Şuûru yerinde ve aklı başındaydı tam.



Ve lâkin bilmiyordu nerede olduğunu.

Bir kısım sesler duyup, çok merak etti bunu.



Hak teâlâ buyurdu: (Ey Yûnus, sen şu anda,

Mahbûs bulunuyorsun bir balığın karnında.



O sesler zikirdir ki, duyarsın sen de bizzât.

Beni, böyle zikreder denizdeki mahlûkât.)



"Yûnus Nebî" o zaman duâ etti Rabbine:

(Yâ ilâhî, kavmime kavuştur beni yine.



Onları mü’min görmek ümîdindeyim her an.

Râzıyım takdîrine, senindir emir, fermân.)



Böyle duâ eyleyip, devâm etti zikrine.

Onun zikir sesleri yükseldi gök yüzüne.



Melekler de işitip, sordular: (Yâ ilâhî!

Bu, kimin zikridir ki, duyuyoruz biz dahî?)



Buyurdu ki: (Yûnus’un zikridir ki bu gelen,

Bir balığın karnında bulunuyor o hâlen.)



Dediler: (Ey Rabbimiz, o, şu Yûnus mudur ki,

Her amel ve duâsı yükseliyor nûr gibi?)



O balığın karnında, Yûnus aleyhisselâm,

Her zamanki yaptığı zikrine etti devâm.



Ayrı duâ olarak, derdi ki: (Yâ ilâhî!

Elbette, yoktur aslâ bir ilâh, senden gayri.



Bütün noksânlıklardan seni tenzîh ederim.

Haksızlık edenlerden oldum ben, af dilerim.)



O, devâm ettiğinden zikrine hiç durmadan,

Tam "Aşûre günü"nde halâs oldu oradan.



Balık, onu çıkarıp bıraktı bir sâhile.

Kurtuldu o zindândan Rabbinin ihsâniyle.



Buyurdu ki: (Ey Yûnus, kavmine eyle avdet.

Bildir ki, Hak teâlâ etti sizi mağfiret.)



Bu emir gereğince, koyuldu yola hemen.

Bir çobana rastlayıp, suâl etti kavminden.



O dedi: (Yûnus diye vardı Peygamberleri.

Kavmine darılarak terk etmişti bu yeri.



Bu yüzden üstlerine geldiyse de bir âfet,

Pişmân olduklarından, kurtuldular âkıbet.



Şimdi onlar, "Yûnus"u bekliyorlar gün gece.

Hepsi bayram yapacak bir gün çıkıp gelince.)



Buyurdu ki: (O Yûnus işte benim ey çoban!

Şu ağaç şâhidimdir bir delîl istiyorsan.)



O çoban, seğirterek kavmine verdi haber.

(Delîlin ne?) deyince, o ağaca geldiler.



Ağaç dile gelerek, söyledi ki bu defâ:

(Yûnus’u görmek için, gidiniz şu tarafa.)



Onlar gidip, namâzda buldular kendisini.

Beklediler başında, kılıp bitirmesini.



Hasretle kucaklaşıp özürler dilediler.

Berâber şehre dönüp, sevinip şükrettiler.



Dinlerini öğrenip, sarıldılar tâate.

Ve artık dönmediler küfür ve dalâlete.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
TÂLÛT, CÂLÛT, TÂBÛT



Benî İsrâil için gelen Hakk'ın Nebîsi.

Hazreti İbrâhîm’e dayanır sülâlesi.



Mîlâttan “Bin yıl” önce teşrîf etti dünyâya.

Yüz yaşında, Kudüs’te göçtü dâr-ı bekâya.



Mûsâ Nebî’den sonra, İsrâil oğulları,

Zamanla doğru yoldan ayrıldı pek çokları.



Hak teâlâ lütfedip, gönderdi çok Nebîler.

Lâkin Benî İsrâil, yine dinlemediler.



"Amalika" nâmiyle bir kavim vardı yine.

Musallat etti Allah, onların üzerine.



"Câlût" nâm biriydi ki, o kavmin hükümdârı,

Askeriyle saldırıp, mağlûb etti onları.



Hem Benî İsrâilin korumasında olan,

Ve içinde, "mukaddes emânet"ler bulunan,



“Tâbût” denen kıymetli sandığı da aldılar.

İsrâil oğulları çok perîşân oldular.



Zîrâ o kutsal olan "Tâbût"u, Hak teâlâ,

Âdem Peygamberine göndermişti evvelâ.



Sâir Peygamberlerden dolaşıp bu emânet,

"Mûsâ Nebî"ye kadar gelmişti en nihâyet.



O da, mühim şeyleri ve "Tevrât-ı şerîf"i,

Bunda sakladığından, pek çok idi şerefi.



İsrâil oğulları, "Tâbût" elden gidince,

Râhatları bozulup, üzüldüler bir nice.



Gelip, Nebîlerine mürâcât eylediler.

Başlarına, kudretli bir melik istediler.



Hak teâlâ vahyedip zamanın Nebîsine,

"Tâlût" nâm bir kimseyi melik kıldı hepsine.



Lâkin beğenmediler onu Benî İsrâil.

Dediler: (İçimizde en kuvvetli o değil.)



Takviye etmek için Hak teâlâ "Tâlût"u,

"Câlût"un elindeki o mukaddes "Tâbût"u,



Getirtti meleklerle Tâlût’un hânesine.

Görüp, îtimâtları çoğaldı kendisine.



Dediler: (Ne kudretli hükümdâr ki bu Tâlût,

Şimdi onun yanında bulunuyor o Tâbût.)



"Tâlût", önce orduyu soktu harp düzenine.

Yürüdü cihâd için "Câlût"un üzerine.



"****en bin" kişi vardı "Tâlût"un ordusunda.

Kudüs’ten ayrılarak, gelip kondu bir Su’da.



Mevsim pek sıcak olup, ihtiyâç çoktu suya.

Lâkin Tâlût, şöyle bir emir verdi orduya:



(Kim doyuncaya kadar içerse işbu sudan,

bilsin ki, o değildir Tâlût’un ordusundan.



Her kim içmez ve yâhut içerse tek bir avuç,

O, benim askerimdir, bu kadar sayılmaz suç.)



O ****en bin kişiden, “Üçyüz onüç” hâlis er,

Tâlût’un bu emrine ittibâ eylediler.



Diğerleri su içip, oldular hep perîşân.

“Üçyüz onüç” er ise, kazandı kıymet ve şân.



Tâlût dahî alarak, bu “Üçyüz onüç” eri,

Câlût’la savaş için, derhâl geçti o nehri.



Nihâyet iki ordu, karşılıklı geldiler.

Bir yanda “Koca ordu”, bir yanda “Bir avuç er".



Tâlût’un "üçyüz onüç" kişilik ordusunda,

Genç bir yiğit vardı ki, hem de "Dâvud" adında,



Hem babası ve hem de onüç birâderiyle,

Gelmiş idi "Câlût"u öldürmek gâyesiyle.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
HÜKÜMDÂR OLDU



"Dâvud Nebî", küçükten çok cesûr bir yiğitti.

Yaşından umulmıyan cesârete sâhipti.



Koyun güttüğü için gençliğinde bir müddet,

“Sapan taşı" atmada hüneri çoktu gâyet.



Attığı taş, mutlaka varırdı hedefine.

Arslanları tutarak, binerdi üstlerine.



Ve dağlarda yürürken, tesbîh etseydi eğer,

Dağ taş dile gelerek, zikrederdi berâber.



Bir gün dağda giderken, bir "Taş” çıktı yoluna.

Fasîh bir lisân ile söyledi şöyle ona:



(Ey Dâvud, beni al da, koy torbanın içine.

Câlût’u öldürmekte yarar bir gün işine.)



Dâvud aleyhisselâm bu sesi işiterek,

Eğilip aldı onu, “Bir hikmet var” diyerek.



Savaşmaya giderken Tâlût’un ordusunda,

Hazır bulunuyordu o "Taş” da torbasında.



Tâlût fermân etti ki cenk günü askerine:

(Kızımı vereceğim Câlût’u öldürene.



Hem ikrâm edeceğim selâhiyyet ve makâm.

Her yerde onun mührü geçerli olacak tam.)



"Câlût"un ordusunda "binlerle" var idi er.

"Tâlût"un askeriyse, "Üçyüz onüç" idiler.



Geldi karşı karşıya iki taraf nihâyet.

Onlar duâ etti ki: (Yâ Râb, bize yardım et.



Korku ve endîşe sal küffârın yüreğine.

Muzaffer kıl bizleri, onların üzerine.)



Evvelâ kâfir Câlût, meydâna at sürerek,

Dedi: (Var mı benimle dövüşecek bir erkek?)



İri cüsseli olup, bilirdi savaşmayı.

Göze alamadılar ona karşı çıkmayı.



“Mü’minler korktu” diye kâfir böbürlenirken,

"Dâvud aleyhisselâm" ortaya çıktı birden.



Belinde "Sapan"ı ve sırtında torbasıyla,

Çıktı er meydânına îmân ve ihlâsıyla.



Sordu Câlût: (Ne için öne çıktın ey hakîr?)

Dedi: (Geldim seninle dövüşmeye ey kâfir!)



Câlût alay ederek, dedi ki: (Sen mi yâni?

Nasıl cenk edeceksin, kılıcın nerde hani?)



Belindeki sapanı aldı derhâl eline.

Torbadan “Taş” çıkarıp, yerleştirdi yerine.



Câlût onu görünce, gülüp alay ederek,

Bıraktı kalkanını “Lüzûm yoktur” diyerek.



Dâvud aleyhisselâm, tam Câlût’un başını,

Dikkatle nişân alıp, salıverdi taşını.



O anda çok kuvvetli rüzgâr esip âniden,

Câlût’un başındaki “Tolga"sı düştü birden.



Ve hazreti Dâvud'un attığı "Taş", nihâyet,

Câlût’un tam alnına ediverdi isâbet.



O iri cüssesiyle, düşüp "Öldü” atından.

Müslümânlar, hücûma geçti hemen ardından.



Câlût’un ölümüyle, kâfirler bozuldular.

Bir avuç müslümâna, o gün mağlûb oldular.



"Tâlût", zaferden sonra sâdık kalıp va'dine,

Nikâh etti kızını, derhâl "Dâvut Nebî"ye.



Sonra da verdi ona, makâm ve selâhiyyet.

Onun idâresine geçti bütün memleket.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
İSTİĞFÂRIN FAYDASI



"Dâvud aleyhisselâm" Allahtan korkardı pek.

Çok istiğfâr ederdi, göz yaşları dökerek.



Ne zaman düşünseydi, "Cehennem" şiddetini,

Mafsalları gevşer ve kaybederdi kendini.



Rahmetinin çokluğu gelince de kalbine,

Dermân bulup, gelirdi yine eski hâline.



Bir gün, eli başında olarak çıktı dağa.

Tövbe istiğfâr edip, başladı ağlamağa.



Niçin ağladığını sordular kendisinden.

Buyurdu: (Bırakın da, ağlıyayım şimdiden.



Şimdi ağlıyayım ki dünyâda fazla fazla,

Âhirette ağlamak fâide vermez aslâ.)



Bir gün, eshâbı ile oturmuşlar bir yere,

Nasîhat ediyordu etrâfındakilere.



O ara, genç birisi yanlarına gelerek,

Hakâretler eyledi, çok sözler sarfederek.



Orada bulunanlar, çok kızdılar o gence.

Ve haddini bildirmek istediler hemence.



Lâkin o buyurdu ki: (Bırakın şimdi onu.

O gitsin, siz sabredin ve bekleyin sonunu.



Ben istiğfâr edeyim Rabbime bunun için.

Bakın nasıl olacak netîcesi bu işin.)



Sonra kalktı ayağa, bir abdest aldı tekrâr.

Namâz kılıp, Rabbine etti tövbe istiğfâr.



Sonra da duâ edip, geldi tekrâr yerine.

Başladı yarım kalan evvelki sohbetine.



Henüz geçmemişti ki aradan fazla zaman,

Mahcûb bir vaziyette, o genç geldi tekrârdan.



Büyük bir hürmet ile öperek ellerini,

Ayakları dibine atıverdi kendini.



Ağlayıp sızlıyarak, dedi ki: (Ey efendim!

Az önce, size karşı büyük hatâ eyledim.



Size, durup dururken ettiğimden hakâret,

Üzgün ve çok pişmânım, ne olur beni affet.)



Gördü gencin af için böyle yalvarmasını.

Merhamete gelerek, affetti hatâsını.



Hak teâlâ, hazreti Dâvud’a vahyetti ki:

(Ey Dâvud, kullarımdan bir tânesi eğer ki,



Gayriden yüz çevirip, sırf bana güvenirse,

Herşeyden ümîd kesip, doğru bana gelirse,



Yedi kat göklerde ve yerde olan kimseler,

Birleşip, ona zarar yapmak arzû etseler,



İzzet ve celâlime yemîn ederim ki ben,

Ona, zerre bir zarar yapamazlar katiyyen.



Bütün dünyâ birleşse ona zarar yapmaya,

Muktedir olamazlar kılına dokunmaya.



Eğer beni bırakıp, kullara güvenirse,

Gönlünü benden alıp, başkasına verirse,



İzzet ve celâlime yemîn ederim ki ben,

Onu, kendi hâline bırakırım tamâmen.



Doldururum kalbini sırf "Dünyâ sevgisi"yle.

Uğraşır didinir hep, dünyâ meşgâlesiyle.



Birinden kurtulursa, veririm başka ümit.

Beni düşünmesine bırakmam fırsat, vakit.



Dünyânın ömrü kadar uzun olsa da ömrü,

Râhat yüzü göremez, bu hâlinden ötürü.



Zîrâ onun kalbinde her şey vardır, ben hâriç.

Onları düşünmekten düşünemez beni hiç.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
KİM GELDİ DE BOŞ DÖNDÜ?



Bir gün "Dâvud Nebî"ye şöyle vahyolundu ki:

(Ey Dâvud, kullarımdan hiçbir kul var mıdır ki,



Bana duâ etsin de o hulûs-ü kalp ile,

Ben onun duâsını çevireyim geriye?



Kim kapımı çaldı da, onu açılmaz gördü?

Kim benden istedi de, "Eli boş" geri döndü?



Onlar her ne isterse, gönderirim o demde.

İstedikleri şeyler, mevcûttur hazînemde.



Kullarıma söyle ki, seviyorsa beni kim,

Ona, ondan daha çok fazladır benim sevgim.



Ey Dâvud, bir "Sevgili" görülmüş mü ki aslâ,

Sevsin başkalarını, "Sevgilisi"nden fazla?



Her kim beni ararsa, elbette ki kavuşur.

Kim gayriyi ararsa, beni kaybetmiş olur.



Kim beni zikrederse, onu ferahlatırım.

Bana muhabbetini elbette arttırırım.



Herkes unutmuş iken beni gaflet içinde,

O kulum âgâh olur, o "Sevgi" ateşinde.



Benden râzı olandan, olurum ben de râzı.

Kabûl olur indimde, her duâ ve niyâzı.



Gönderdiğim belâya, her kim sabredemezse,

O, benden bir talepte bulunmasın öyleyse.



Kullarımın içinde gizlerim ben "Dost"ları.

Yalnız sevdiklerime tanıtırım onları.



Beni unutanları bile hiç unutmazken,

Hep beni ananları hiç unutur muyum ben?



Saçarken ihsânımı nice cimri kullara,

Cimrilik eder miyim hiç cömert olanlara?



Gönderirim "Dostlar"a, türlü dert ve belâlar.

Ve onlar sabrettikçe, veririm çok sevâplar.



Dünyâda korkanlara, korku vermem mahşerde.

Benden utananları, utandırmam o yerde.



Kim beni sevdiğini iddiâ ediyorsa,

Sözü doğru olur mu bütün gece uyursa?



Tenhâda aramaz mı herkes "Sevgili"sini?

Ben de duymak isterim, gece "Dostlar sesi"ni.



Ey Dâvud, ne oldu ki kulların hâllerine,

"Dünyâ muhabbeti"ni sokarlar kalplerine?



Halbuki ben dünyâya vermem hiç değer, kıymet.

Onlar nasıl verirler dünyâya ehemmiyyet?



Ey Dâvud, rastlar isen beni talep edene,

Bütün imkânın ile, gir onun hizmetine.



Kullarıma söyle ki, sevsinler beni hepsi.

Ben, beni sevenlerin olurum "Sevgili"si.



Ben, benimle olanı "Arkadaş" edinirim.

Beni tercîh edeni, ben de tercîh ederim.



Kullarımdan kim beni fazla severse şâyet,

O da, kullar içinde görür çok fazla rağbet.



Kullarımın içinde, severim sabredeni.

Belâma sabretmiyen, kazanamaz ecrini.)



Bir gün, "Dâvud Nebî"nin çocuğu etti vefât.

Üzülünce, kendine bir vahiy geldi fakat.



Buyurdu ki: (Ey Dâvud, vefât etti çocuğun.

Nazarında ne kadar kıymeti vardı onun?)



Dedi ki: (Yer dolusu altın, mücevher kadar.)

Hak teâlâ o zaman vahyetti ona tekrâr:



(Mâdem onun kıymeti bu kadardı gönlünde,

O kadar mükâfâta kavuşursun o günde.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
SESİ ÇOK GÜZELDİ



"Dâvud aleyhisselâm" merak edip gâyetle,

Sık sık dolaşıyordu tebdîl-i kıyâfetle.



Zîrâ o, şu husûsu bilmek isterdi ki hep,

“Milleti idârede kusûrum var mı acep?”



"Kendisinin hakkında, milletteki kanâat,

Acabâ nasıl?" diye, yapardı istihbârât.



Bu maksatla gezerken, bir gün memleketinde,

Karşısına, bir "melek" çıktı insan şeklinde.



Hazreti "Cebrâil"di rastladığı o melek.

Yaklaşıp sordu ona, teb’adan zan ederek.



Dedi: (Nasıl milletin şimdi râhat, huzûru?

Dâvud’un, idârede sence var mı kusûru?)



Cibrîl dedi: (İyidir, kusûru yoktur, ancak,

Onda bir haslet olsa, daha iyi olacak.)



(O haslet nedir?) diye sordu Dâvud Peygamber.

dedi ki: (Beytülmaldan geçinirmiş o meğer.



Halbuki bir kimsenin, elinin emeğiyle,

Yemesi, kıyâslanmaz aslâ diğerleriyle.)



Dâvud Nebî, Rabbinden niyâz etti: (İlâhî!

Elimin emeğiyle geçim ver bana dahî.)



Ona, "Demirciliği" öğretti Hak teâlâ.

Geçimi, eskisinden oldu iyi ve âlâ.



Ramazân-ı şerîfte geldi Cibrîl bir sene.

Ve "Zebûr-u şerîf"i getirdi kendisine.



Sesi, öyle yanık ve te'sîrliydi ki onun,

Böyle güzel değildi sedâsı hiçbir kulun.



Sâdece "Resûlullah" müstesnâ idi bundan.

Zîrâ O, her Nebîden üstündü her bakımdan.



Kim "hazreti Dâvud"un işitseydi sesini,

Hayrân ve şaşkın olup, kaybederdi kendini.



O, "Zebûr" okumaya başlasaydı ne zaman,

Halka halka dizilip, dinlerdi ins ve hayvan.



Önce din âlimleri, sonra diğer mü’minler,

Onların arkasına saf olurdu cinnîler.



Sonra, ehlî ve vahşî hayvânâtın cümlesi,

Toplanıp, huşû ile dinlerlerdi bu sesi.



O anda bütün kuşlar, üstlerine gelerek,

Gölgelik ederlerdi, hepsi kanat gererek.



"Dâvud aleyhisselâm" evden çıktığı zaman,

Evinin kapısını kitlerdi muntazaman.



Yine bir gün, evinden çıkıp gitti bir yere.

Kilitledi kapıyı, bu âdeti üzere.



Geriye geldiğinde açıp girdi içeri.

Lâkin baktı, içerde oturur başka biri.



Çok taaccüp ederek, buyurdu: (Kimsin ki sen,

İçeri girebildin kapı kilitli iken?)



Dedi ki: (Ben öyle bir kimseyim ki ey Dâvud!

Fark etmez bana açık, kilitliymiş veyâhut.)



Onun kim olduğunu tahmîn etti o dahî.

Dedi: (Sen, öyle ise Azrâilsin Vallahi.



Rûhumu kabzetmeye geldinse şimdi eğer,

Niçin bunu önceden vermedin bana haber?)



Dedi: (Çok haberciler göndermiştim sana ben.

Meselâ nerde şimdi ecdâdın, nerde deden?)



Dâvud aleyhisselâm dedi: (Hepsi öldüler.)

Dedi ki: (İşte onlar, birer haberciydiler.)



Ve "hazreti Dâvud"a hürmetkâr davranarak,

Kabzeyledi rûhunu, ondan izin alarak.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
AYRICA SULTÂN İDİ



Kudüs yakınlarında, Gazze şehrinde doğan,

Bir Peygamber idi ki, sultân oldu sonradan.



O, Benî İsrâil’e Peygamber gönderildi.

Ve Mescid-i Aksâ’yı, ilk o binâ eyledi.



"Dâvud Nebî", ondokuz evlâdının içinden,

En çok onu severdi, üstün hasletlerinden.



Öyle fazla idi ki idrâk ve anlayışı,

Babası, önce ona danışırdı her işi.



Meselâ babasının sultânlık zamanında,

İki kadın, birer de oğulları yanında,



Giderken, bir kurt gelip, büyük olan kadının,

Oğlunu, yanlarından alıp kaçtı ansızın.



Lâkin kadın, saptırmak istedi hakîkati.

Dedi: (Senin oğlunu kurt götürdü, bu kat’î.)



Küçük kadın, şiddetle etti buna îtirâz.

Dedi ki: (Seninkini götürdü, bu olamaz.)



Geri kalan çocuğu paylaşamıyorlardı.

İkisi de, (Bu, benim oğlumdur) diyorlardı.



Aslında, küçük olan kadınındı o oğlan.

Ve yalan söylüyordu mâlesef büyük olan.



Bunlar, çocuk yüzünden düşünce ihtilâfa,

İşi, "Dâvud Nebî"ye götürdüler bu defâ.



Dâvud Nebî, onları sorup dinlediğinde,

Çocuk, büyük kadının bulunurdu elinde.



Küçük kadın, (Bu benim oğlumdur) dedi, fakat,

Delîli olmayınca, edemedi tam isbât.



Bu husûsta bir şâhit gösteremeyince de,

Büyük kadın lehine hükmetti netîcede.



Onlar bu mahkemeden çıkar çıkmaz dışarı,

Oğlu "Süleymân"a da söylediler karârı.



Henüz çocuk yaştaydı, dinledi o da yine.

Ve derhâl vâkıf oldu işin hakîkatine.



Dedi: (Bana bir bıçak getirin de bakayım.

İkisi arasında bunu paylaştırayım.)



O böyle söyleyince, küçüğü etti feryât.

Dedi ki: (Ben dâvâmdan ediyorum ferâgât.



Sakın kesme çocuğu, bu, çok fenâ bir fiil.

Çocuk bu kadınındır, elbette benim değil.)



Küçük kadın, böylece edince feryât, figân,

Bu kadının lehine hüküm verdi o zaman.



Dâvud Nebî öğrenip, beğendi bu hükmünü.

Takdîr etti oğlunun aklî üstünlüğünü.



Ömrünün sonlarında, vahiy geldi ki ona:

"Mülk ve saltanatını bıraksın Süleymân’a."



Yerine, onu vekîl bıraktığı zamanda,

“Oniki” yaşındaydı hazreti Süleymân da.



Buyurdu ki: (Ey oğlum, vekîlimsin sen benim.

Dinle ki, şudur sana benim nasîhatlerim:



Kızma ve sinirlenme, "Takvâ"ya sarıl her an.

Ve Allahtan korkarak, çok sakın her harâmdan.



Allahü teâlâya fazla yap ki ibâdet,

Allah, böyle kullara verir muvaffakıyyet.



Bekleme insanlardan hiçbir şey, hiçbir işte.

Hakîkî zenginliğin esası budur işte.



Ve kıskanma kulların elindeki nîmeti.

Budur fakîrliğin de insanda alâmeti.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
RÜZGÂR EMRİNDE İDİ



Peygamber olduğunda "Süleymân Nebî" dahî,

Dedi: (Af ve mağfiret eyle beni ilâhî!)



Ve Peygamberliğini te'yîd etmek üzere,

Rabbinden, bir mûcize talep etti bir kere.



Dedi ki: (Yâ ilâhî, dünyâda bir kuluna,

Nasîb etmiyeceğin bir saltanat ver bana.)



Zîrâ onun devrinde, vardı zâlim sultânlar.

“Mülk" ile öğünmeği etmişlerdi hep şiâr.



Ve her kimin vardıyse mülkü ve saltanatı,

Halk, ona gösterirdi ilgi ve iltifâtı.



Süleymân Peygamber de bunları bildiğinden,

O da, "mülk" ve "saltanat" talep etti Rabbinden.



Lâkin o, istemedi keyf için saltanatı.

“Dînini daha kolay yaymak” idi maksadı.



Hazreti Mûsâ’nın da "Asâ"sı oldu "Ejder".

Zîrâ onun devrinde meşhûrdu böyle şeyler.



Peygamber-i zîşânın devrinde de insanlar,

"Nutuk" ve "Belâgat"a ederlerdi îtibâr.



Bu yüzden, Hak teâlâ Resûl Efendimize,

Kur’ânı “Nazım” yapıp, kıldı büyük mûcize.



Hak teâlâ, Süleymân Nebî’ye mülkten ayrı,

Verdi onun emrine "Cinler" ile "Rüzgâr"ı.



Havadaki kuşlarla, yerde cümle hayvânât,

Süleymân Peygambere ederlerdi itâat.



Cinlerin dokuduğu vardı ki bir "Yaygı"sı,

Çıkarlardı üstüne kendisiyle ordusu.



Ve Süleymân Peygamber, emrederdi rüzgâra.

Çok hızlı götürürdü onları uzaklara.



Yarım günde, bir aylık mesâfe giderlerdi.

Her nereye istese, oraya inerlerdi.



Yemek kapları ile, malzemelerini de,

Alıp götürürlerdi, hep berâberlerinde.



Hak teâlâ, o kadar mülk vermişti ki ona,

Hattâ sâhip olmuştu dünyânın tamâmına.



Ona ihsân olunan mûcizeden biri de,

Uzaktan duymasıydı çok hafif sesleri de.



Ordusuyla havada giderlerken ileri,

Tâif’te, bir vâdiye murâd etti inmeyi.



Lâkin "Karınca"ları pek çok idi o yerin.

Gördüler indiğini Süleymân Peygamberin.



Reîs durumundaki “Dişi karınca” dahî,

Onların indiğini görünce bizâtihî,



Diğer karıncaları eyledi derhâl îkâz.

Dedi: (Ey karıncalar, dinleyin beni biraz.



Dolaşmayın ortada, havadan bir Peygamber,

Geliyor bize doğu, ordusuyla berâber.



Onlar yere inmeden, girin ki yerinize,

Bilmeden basmasınlar sizin üzerinize.)



O böyle söyleyince, bilcümle karıncalar,

Yuvalarına girip, görmediler bir zarar.



Süleymân Peygamber de, o dişi karıncanın,

Sesini işitmişti, ihsânıyla Allahın.



Ve muttali olunca karıncanın sesine,

Tebessüm eylemişti hem de gülercesine.



Zîrâ bir karıncanın kelâmını işitip,

Anlamak, bu dünyâda her kula olmaz nasîb.



Rabbinin kendisine verdiği bu nîmeti,

Tefekkür eylemişti, buydu memnûniyeti.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
HÜDHÜD KUŞU VE BELKIS



"Süleymân Peygamber" ki, hem de büyük sultândı.

Ve Mescid-i Aksâ’nın binâsını yapandı.



İnşâ tamâmlanınca, karâr verip bu defâ,

Yöneldi ordusuyla Beytullah’ı tavâfa.



İleri gelenlere buyurdu ki o yerde:

(Burada bir Peygamber çıkacaktır ilerde.



Nebîlerin sonu ve Allahın Habîbidir.

Ona îmân edenler ne kadar tâlihlidir.)



Orada kurbân kesip, yaptı hem çok ibâdet.

Yemen taraflarına etti sonra hareket.



San'aya vardığında, namâz kılmak üzere,

Alçalıp, ordusuyla indi yeşil bir yere.



“Hüdhüd kuşu” vardı ki, emrine itâatkâr,

Yükseklere çıkarak, etrâfa kıldı nazar.



İlerde, yeşillikli bahçeler görüp indi.

O yerler, “Belkıs” denen kadın melîkenindi.



Bir başka Hüdhüd ile karşılaştı o yerde.

Sordu buna: (Sen kimsin, yerin yurdun nerede?)



Dedi: (Pâdişâhımız Süleymân Peygamberin,

Haşmetli ordusunda vazîfeli bir erim.



O, öyle sultândır ki, insan ve hayvanlara,

Hükmeder cinler ile, şu esen rüzgârlara.)



O dedi: (Sultânınız güçlü imiş bayağı.

Bizim melîkemiz de değil ondan aşağı.



Bütün Yemen diyârı hep onun emrindedir.

İstersen göstereyim bu yeri sana bir bir.)



Dedi: (Olur ve lâkin ben buraya gelirken,

Müsâde almamıştım bizim melîkimizden.



Su için beni arar ve bulamazsa şâyet,

Derhâl cezâlandırır, korkarım ondan gâyet.)



"Orduya su bulmak”tı Hüdhüd’ün vazîfesi.

Nerde su olduğunu anlardı onun hissi.



Keşfedince, iner ve o yeri gagalardı.

Cinler gelip kazarak, suyu çıkarırlardı.



Hakîkaten o yerde, ihtiyâç oldu suya.

Ve Süleymân Peygamber sordu onu orduya.



Lâkin onun yerini kimse bilemiyordu.

Bu sefer "Akbaba"yı çağırıp ona sordu.



O dahî arzedince bir şey bilmediğini,

Anladı müsâdesiz uzağa gittiğini.



Ona gadaplanarak, buyurdu ki bu defâ:

(Gelince, vereceğim ona büyük bir cezâ.)



Kuşların efendisi, bir “Ukab kuşu” vardı.

Bu sefer de o kuşu huzûruna çağırdı.



Buyurdu ki: (O Hüdhüd, nerdeyse şimdi şâyet,

Onu bul ve acele yanıma edin avdet.)



(Baş üstüne!) diyerek, havalandı ânında.

Yükseklerden aradı onu dört bir yanında.



O ise ayrılmış ve geliyordu ilerden.

Gördü onu, telâşla kendisine gelirken.



Yaklaşınca dedi ki: (Ey Hüdhüd, nerde idin?

Sana cezâ verecek, izinsiz niye gittin?)



Hüdhüd bunu duyunca, kederlendi, üzüldü.

"Süleymân Peygamber"in tarafına süzüldü.



Bu sefer de Akbaba ve sâir bütün kuşlar,

Üzgün bir vaziyette onu karşıladılar.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BELKIS VE MEKTUP



Ukab kuşu, "Hüdhüd"ü alaraktan yanına,

Süleymân Peygamberin çıkardı huzûruna.



O, oturur idi ki sultânlık kürsüsünde,

Bir anda, ikisini gördü gözü önünde.



"Ukab" çıktı ileri, arz etti ki: (Efendim!

Hüdhüd'ü, emrinizle bulup size getirdim.)



Sonra "Hüdhüd" yaklaşıp Peygamberin önüne,

Hürmetini arz edip, başını eğdi öne.



Buyurdu ki: (Ey hüdhüd, izinsiz niçin gittin?

Sana büyük cezâ var yoksa bir mâzeretin.)



O da, cevap olarak dedi ki: (Ey Peygamber!

Size, “Sebe' ili"nden getirdim mühim haber.



O yerin, "Belkıs" diye var ki bir melîkesi,

Hep onun emrindedir bütün yemen ülkesi.



Hem de o melîkenin çok büyük bir “Taht”ı var.

Teb’asıyla birlikte, "Güneş"e tapınırlar.)



Bunları işitince birden geldi gadaba.

Buyurdu: (Doğru mudur bu sözlerin acabâ?)



Öğrenmek maksadıyla bunun doğruluğunu,

"Belkıs"a mektup yazıp, Hüdhüd'e verdi onu.



Buyurdu ki: (Bunu al, Belkıs’a götür, ancak,

Gizlenip tâkib et ki, okuyup ne yapacak?)



"Belkıs", hep sarayında dururdu ekseriyâ.

Ve haftada bir kere, çıkardı dışarıya.



Sâir günler, kapılar kapalı bulunurdu.

Etrâfta devriyeler gezip onu korurdu.



"Hüdhüd" dahî gelince, kapalıydı kapılar.

Hem de dolaşıyordu etrâfta muhâfızlar.



Bakıp giremeyince kapıların birinden,

Köşkün penceresinin girdi açık yerinden.



Odalardan geçerek tuttu bir istikâmet.

"Belkıs"ın odasına vâsıl oldu nihâyet.



İçeri girdiğinde, büyükçe bir "Taht" gördü.

"Belkıs" ise uzanmış, tahtında uyuyordu.



Göreceği bir yere, mektûbu bırakarak,

Pencere kenarında bekledi saklanarak.



Uyanınca gördü ve aldı Belkıs mektûbu.

Lâkin merak etti ki: “Nerden, nasıl geldi bu?



Zîrâ her bir kapıda, var iken muhâfızlar,

Kim girebilirdi ki benim odama kadar?”



Odasından çıkarak, o, bunun telâşında,

Gördü ki, muhâfızlar hepsi işi başında.



Onlara sordu hemen: (Kim girdi sarayıma?

Biri mektup bırakmış, hem de benim yanıma.)



Dediler: (Nasıl olur, kimseyi görmedik biz.

Ve devâmlı kapıda durup beklemekteyiz.)



Büyük bir heyecanla mektûbu açtı derhâl.

"Besmele-i şerîf"i görünce oldu hoş-hâl.



İleri gelenleri çağırıp huzûruna,

Dedi ki: (Çok şerefli bir mektup geldi bana.



Bu, melik "Süleymân"dan bizlere gelmektedir.

Bizi, kendi dînine dâvet eylemektedir.



Diyor ki: “Bana karşı hiç tekebbür etmeyin.

Ve müslümân olarak, emrime boyun eğin.”



Şimdi siz söyleyin ki, ne yapalım dersiniz?

Bu teklîf karşısında, nedir sizin re'yiniz?)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BELKIS ÎMÂN EDİYOR



Süleymân Peygamberin mektûbuna cevâben,

Kıymetli hediyeler gönderdi "Belkıs" hemen.



Dedi: (Kabûl ederse bu şeyleri o eğer,

Anlarım ki, bir "Dünyâ pâdişâhı"ymış meğer.



Eğer kabûl etmezse hediyeleri benim,

Anlarım "Peygamber"dir, ben de îmân ederim.)



Gelip hediyeleri arz edince elçiler,

Aslâ kabûl etmeyip, vermedi hiçbir değer.



Elçiler, bunu gelip söyleyince Belkıs’e,

Dedi: (O, Peygamberdir eğer hâl böyle ise.)



Ordusunu toplayıp, dedi: (Hazır olunuz!

O büyük Peygamberin yanına gidiyoruz.)



Koydurdu “Taht"ını da, gâyet muhkem bir yere.

Sonra teslîm eyledi onu nöbetçilere.



Dedi ki: (Gâyet iyi bekleyin ki bu tahtı,

Bulamasın hiç kimse bunu çalma fırsatı.)



Allahın Peygamberi "Süleymân Nebî" ise,

Onlara bir mûcize göstermek gâyesiyle,



Belkıs’ın o "Taht"ını getirtmek etti arzû.

İleri gelenlere söyledi bu husûsu.



Buyurdu: (Onlar bana gelmeden henüz daha,

Belkıs’ın o tahtını kim getirir buraya?)



"İfrît" nâmında bir cin, dedi: (Ben muktedirim.

Sen yerinden kalkmadan, o tahtı getiririm.)



Buyurdu: (Daha çabuk gelmeli o buraya.)

O zaman baş vezîri, "Âsâf ibni Berhiyâ",



Dedi: (Yâ Nebîyyallah, bana tevdî et bunu.

Göz kırpacak zamanda getiririm ben onu.)



Buyurdu ki: (Ey Âsâf, derhâl getir o tahtı!)

Âsâf, ism-i âzam’ı okuyup secde yaptı.



Duâ etti orada Allahü teâlâya.

O secdeden kalkmadan, taht gelmişti oraya.



"Belkıs" gelip şaşırdı tahtının gelişine.

Düştü büyük hayret ve şaşkınlığın içine.



Düşündü ki: “Kaç aylık mesâfeden, bu tahtım,

Bir anda nasıl gelir, almadı bunu aklım.



Ayrıca çok muhkem ve kilitli idi o yer.

Beklerdi kapısında, gece gün devriyeler.”



"Belkıs" henüz gelmeden, Süleymân Peygamber de,

Gâyet zînetli bir "Köşk" yaptırmıştı o yerde.



Ve Belkıs’ı, bu köşkte kabûl etmişti o gün.

“Saf billûr” döşetmişti avlusuna o köşkün.



Altından sular akar ve balıklar yüzerdi.

Girenler, o avluyu "derin su" zannederdi.



"Belkıs" dahî girince avludan içeriye,

Kaldırdı eteğini, suya girecek diye.



Buyurdu ki: (Ey Belkıs, su değil, gir içeri.

Bu, şeffaf bir avludur, billûrdandır üzeri.)



Belkıs, gördüklerine oldu meftûn ve hayrân.

"Peygamber" olduğuna yakîni arttı o an.



Gönülden îmân etti Allahın birliğine.

İslâmla şereflenip, girdi onun dînine.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
VEFÂTI



"Süleymân Peygamber" ki, hükmederken dünyâya,

Allah’tan utanarak, ederdi O'ndan hayâ.



Zâten onun, Rabbinden, bu mülk ve saltanatı,

Talep etmesindeki yegâne, tek maksadı,



"Dînini daha kolay yaymak"tı insanlara.

Ve kabûl ettirmekti, kendisini onlara.



Bir "Mûcize" olarak istemişti o mülkü.

İnsanlar, saltanata kıymet verirdi çünkü.



Bu kadar dünyâlığa sâhip iken, o yine,

Alçak gönüllülüğü, şiar etti kendine.



Dâimâ Hakk'a karşı, bildi âcizliğini.

Durmadan cihâd edip, teblîğ etti dînini.



Hem öyle adâletle hükmetti ki kırk sene,

Dünyâ meliklerini hayrân etti kendine.



Bu kadar çokken onun, mülkü ve saltanatı,

Bu nisbette çok idi, ibâdet ve tâ’atı.



Girip kendi yaptığı, o "mescid-i Aksâ"ya,

Hep ibâdet yapardı, Allahü teâlâya.



Ve hattâ bir iki ay, çıkmazdı dışarı pek.

Yemek için, yanına, alırdı biraz ekmek.



Her sabah, mihrâbında, biter idi bir fidan.

Sorardı o fidana: (Neyedir senin faydan?)



Her fidan söyler idi, ona önce adını.

Sonra da arz ederdi, neye yaradığını.



Bir gün “Keçi boynuzu” mihrâpta gördü birden.

Ona dahî sordu ki: (Senin nedir fâiden?)



O şöyle cevap verdi, Süleymân Peygambere:

(Ben, senin mescidini geldim harâb etmeye.)



Dedi: (Ben hayâttayken, mescidim olmaz harâb.)

Vefât edeceğini anlayıp dedi: (Yâ Râb!



Ecelim yakın ise, öleceksem ben şâyet,

Gizle bu cinnîlerden öldüğümü bir müddet.



Böylelikle insanlar, anlasınlar ki iyi,

Aslâ bilmez cinnîler, olacak hâdiseyi.)



Sonra, yine mihrapta, dayanıp Asâ'sına,

Devâm etti her günkü namâzın edâsına.



İşte bu vaziyette kılarken namâzını,

Melek-ül mevt gelerek, alıverdi canını.



İbâdet eylediği mescid-i Aksâ’nın da,

Birer delik var idi, önüyle arkasında.



Cinler, bu deliklerden tâkip edip hep onu,

Görürlerdi devâmlı "Ayakta" durduğunu,



Sandılar ki, “Ayakta namâz kılıyor yine”.

Vâkıf olamadılar işin hakîkatine.



“Hayâtta” zannederek, Süleymân Peygamberi,

Aynen yapıyorlardı ağır ve zor işleri.



Aradan uzunca bir zaman geçti bu minvâl.

Hattâ gariplerine gitmiyordu işbu hâl.



Zîrâ o, önceden de dışarı çıkmazdı pek.

Hep ibâdet yapardı, sabahtan akşama dek.



Sonra bir “Ağaç kurdu”, Asâ’yı kemirince,

Süleymân Peygamber de yere düştü böylece.



Yere düşmüş görünce, mübârek bedenini,

O zaman anladılar vefât eylediğini.



Cinnîler, insanlara derdi ki o devirde:

(Biz biliriz, her ne ki olacaksa ilerde.)



Bu hâdiseden sonra, kesildi hep sesleri.

Zîrâ çıktı ortaya, yalan söyledikleri.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BUHTUNNASAR’IN RÜYÂSI



Benî İsrâil için, gönderildi Peygamber.

Ve "Tevrât"ın hükmünü, herkese verdi haber.



İsrâiloğulları, önceden gönderilen,

Bir nice Peygamberi dinlemediklerinden,



Musallat kıldı Allah, onlara zâlimleri.

İstîlâya uğradı, birden memleketleri.



“Buhtunnasar”, orduyla girip bölgelerine,

Şâm ve havâlîsini, hep geçirdi eline.



En ufak bir merhamet bile hiç göstermeden,

Öldürdü pek çoğunu, büyük küçük demeden.



"Beyt-ül mukaddes"i de, bir harâbe hâline,

Çevirip, ordusuyla Bâbil’e döndü yine.



Esîr almış olduğu, "Yetmişbin çocuğu" da,

Bâbil’e gittiğinde, paylaştırdı orduda.



"Danyal aleyhisselâm", pek de genç hâli ile,

Esîrler arasında, gitmiş idi Bâbil’e.



Buhtunnasar, fark edip onun olgunluğunu,

Esîrlerden ayırıp, saraya aldı onu.



O, artık el üstünde, sarayda büyüyordu.

Buhtunnasar, ona çok ilgi gösteriyordu.



Lâkin haset ettiler onu çekemiyenler.

Bu işi bozmak için, düşündüler hîleler.



Gelip, Buhtunnasar’a şöyle söylediler ki:

(O, senin milletinden ve dîninden değil ki.)



Buhtunnasar hemence, bu işi tahkîk edip,

Hapse attı sonunda, hakîkati öğrenip.



Çok geçmeden, korkulu bir rüyâ gördü, lâkin,

Uyanınca, rüyâyı unuttu sabahleyin.



Bütün kâhinlerini, toplayıp bir araya,

Dedi ki: (Söyleyiniz, nasıl idi o rüyâ?)



Dediler ki: (Efendim, bilemeyiz onu biz.

Rüyâyı anlatırsan tâbir edebiliriz.)



Çok kızdı Buhtunnasar, dedi ki: (Ben sizleri,

İşte bu günler için saklardım çoktan beri.



Size üç gün müsâde, hâlledin bu işi siz.

Yoksa, cezâ olarak ölürsünüz hepiniz.)



Danyal aleyhisselâm, duydu bunu hapisten.

Zindancıyı çağırıp, dedi ki ona hemen:



(Eğer buhtunnasar’a, götürür isen beni,

Rüyâsını söyleyip, yaparım tâbirini.)



Haber verdi zindancı, bu teklîfi sultâna.

Çok sevinip, dedi ki: (Acele getir bana.)



Ve lâkin o zamanlar, şöyle bir âdet vardı.

Onun yanına giren, önce secde yapardı.



Danyal aleyhisselâm, bu husûsu önceden,

Bilirdi, lâkin yine, girdi secde etmeden.



Buhtunnasar, merakla sordu ki ona derhâl:

(Niçin secde etmeden giriyorsun ey Danyal?)



Buyurdu: (Rabbim bana, rüyâ tâbir etmeyi,

Öğretti ki, bu işi yaparım gâyet iyi.



Lâkin bir şart koştu ki bu bâbta bana Rabbim,

O da, O'ndan gayriye, hiç secde etmiyeyim.)



O böyle söyleyince, dedi ki o bu defâ:

(Demek ki sen Rabbinin ahdine ettin vefâ.



Hakîkatli kişisin, seni tebrîk ederim.

Benim bir müşkilim var, çözersin zannederim.



Geçen gün rüyâ gördüm, unuttum sonra fakat.

O rüyâ ve tâbiri nasıldı, bana anlat.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
RÜYÂYI TÂBİR ETTİ



"Danyal aleyhisselâm", buyurdu ki o anda:

(O gece, büyük bir "Put" görmüş idin rüyânda.



Altın, gümüş ve bakır, demir ve kerpiç ile,

Yapılan o heykele bakarken sevinç ile,



O anda, gökyüzünden büyük bir “Taş” düşerek,

Toz hâline getirdi, ona çarpıp ezerek.



Sonra o taş büyüdü, öyle oldu ki hem de,

O taştan başka bir şey görünmezdi âlemde.)



Buhtunnasar, rüyâyı hatırlayıp dedi ki:

(Evet, buydu o rüyâ, tâbiri nedir peki?)



Buyurdu: (Gördüğün put, çeşitli ümmetlerdir.

Altın, senin içinde bulunduğun ümmettir.



Gümüş ise, oğlunun hükmedeceği millet.

Demir “Acem” demektir, Bakır “Rum”a işâret.



Gökyüzünden inip de, o putu helâk eden,

Taş ise, “Peygamber”dir âhir zamanda gelen.



O Resûl, son olarak dünyâya gelecektir.

O gelince, putları, kırıp devirecektir.



O Peygamberin dîni, “İslâmiyyet”tir ki hem,

O dînin gelmesiyle, aydınlanır bu âlem.)



Dinledi Buhtunnasar onun bu tâbirini.

Dedi ki: (Sıkıntıdan kurtardın şimdi beni.



Rüyâyı doğru bildin, tâbir dahî hakîkat.

Sana, karşılığında ne vereyim mükâfât?



İstersen bırakayım, yurduna eyle avdet.

İster eskisi gibi, burda eyle ikâmet.)



Danyal aleyhisselâm, düşünerek bir miktâr,

Yine o memlekette kalmaya verdi karâr.



O zaman Buhtunnasar, devletin erkânına,

Emir verip getirtti hepsini sarayına.



Dedi: (Danyal, çok zekî ve akıllı biridir.

Unuttuğum rüyâyı, o bilip etti tâbir.



Kavuşturduğu için beni huzûrlu hâle,

Memleket işlerini, ona ettim havâle.



Benim emrim uymazsa Danyal’ın bir emrine,

Bana değil, Danyal’a tâbi olun siz yine.



Muhâlif olur ise, her hangi bir emrimiz,

Siz, hep beni bırakıp, onu tercîh ediniz.)



Onlar bunu dinleyip, eylediler çok hayret.

Ve "hazreti Danyal"a, güttüler kin ve haset.



Ona böyle îtibâr, ilgi göstermesine,

Karşılık dediler ki, hîleyle kendisine:



(Seninle onun dîni, aynı değil bir defâ.

Sen "Ateş"e taparsın, o ise bir "Allah"a.



O, iyi biliyorsa rüyâ tâbirlerini,

Rabbinden öğreniyor bu tür bilgilerini.



Sen de bize izin ver, "Put" yapalım sana bir.

O da gizli şeyleri, sana söyliyebilir.)



Buhtunnasar dedi ki: (İsbât da ederseniz,

Elbette makbûlümdür, becerebilirseniz.)



"Put"u yapıp, yanında, bir de "Ateş" yaktılar.

Secde etmiyenleri, o ateşe attılar.



"Hazreti Danyal"ı da bularak bir yolunu,

Attılar, lâkin ateş yakmadı aslâ onu.



Buhtunnasar bu hâli, seyredip sarayından,

Yanmadığını görüp, hayrette kaldı o an.



Danyal Nebî en sonra, Kudüs’e etti avdet.

“Sûse” denen şehirde, vefât etti nihâyet.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
YA PEYGAMBER, YA VELÎ



Ya “Peygamber”, yâhut da “Evliyâ"dan, büyük zât.

Zîrâ Nebîliğine, Kur’ânda yok sarâhat.



Küçük yaşta öğrenip, ezberledi "Tevrât"ı.

Kudüs’te yaşadı ve orda oldu vefâtı.



İsrâil oğulları, ilâhî emirlere,

Göz yumup, uymayınca birçok Peygamberlere,



Cezâlandırmak için, Hak teâlâ onları,

Belâ etti o kavme zâlim "Buhtunnasar"ı.



Bâbil'in hükümdârı olan bu Buhtunnasar,

Ordusuyla saldırıp, yaptı çok zulüm, hasar.



Kudüs’ü de istîlâ eyleyip, etti harâb.

Savunmasız millete, verdi elem, ızdırâb.



"Mescid-i Aksâ"yı da eyledi yer ile bir.

Çoklarını öldürüp, gençleri etti esîr.



"Hazreti Uzeyr" dahî, esîrler içindeydi.

Buhtunnasar, Kudüs’ten Bâbil’e geri geldi.



"Uzeyr Nebî", Bâbil’de esîr kaldı bir müddet.

Lâkin çok isterdi ki, Kudüs’e etsin avdet.



Elli yaşındaydı ki, nihâyet verdi karâr.

Merkebine binerek, Bâbil’den etti firâr.



Kudüs yakınlarında buldu sonra kendini.

İnerek, bir ağaca bağladı merkebini.



Nazar etti etrâfa, gördü ki, koca şehir,

"Vîrâne"ye çevrilmiş, oldu çok müteessir.



Karnı da acıkmıştı, çok yorgun idi zâten.

Biraz "İncir" ve "Üzüm" kopardı o bahçeden.



"İncir"den biraz yiyip, "Üzüm"e geldi sıra.

Onları da sıkarak, yaptı taze bir "Şıra".



Ondan dahî içerek, bir tefekküre daldı.

Yıkılmış hânelere, harâb yollara baktı.



İnsanların, çürümüş ten ve kemiklerine,

Bakıp, şöyle söylendi bir an kendi kendine:



(Böyle harâb olmuşken, bu beldenin her yeri,

Nasıl ihyâ edecek, Hak teâlâ bu yeri?)



O böyle düşünürken, uykuya daldı birden.

Kabzetti hak teâlâ, rûhunu bedeninden.



Ve lâkin Allah onun, aldıysa da rûhunu,

İnsanlardan, "Yüz sene" gizledi vücûdunu.



Ölmüş olduğu hâlde "Uzeyr aleyhisselâm",

Bu kadar yıl, bedeni, kalmıştı sapasağlam.



“Yüz sene” hitâmında, Hak teâlâ "Uzeyr"i,

Diriltip, kendisine gönderdi bir meleği.



(Ne kadar zaman geçti?) diye sordu o melek.

Dedi ki: (Bir gün veya daha az olsa gerek.)



Çünkü uyuduğunda, olmuştu yeni gündüz.

Dirilince baktı ki, batmamış güneş henüz.



Melek dedi: (Yâ Uzeyr, yüz yıl geçti aradan.

Bak, yiyeceklerin de, duruyor bozulmadan.)



Baktı, "İncir" ve "Üzüm" taptâze duruyorlar.

Dalından yeni kopmuş gibiydi hem de onlar.



Merkebine baktı ki, hep çürümüş etleri.

Birbirinden ayrılmış, toz olmuş kemikleri.



Melek dedi: (Merkebin çürümüş, bitmiş, ancak,

Hak teâlâ, yeniden bak nasıl yaratacak?)



Uzeyr aleyhisselâm, bakarken merkebine,

Dirilip, yürümeye başladı hemen yine.



Dedi ki: (Ben elbette biliyorum pek âlâ.

Şüphesiz ki her şeye kâdirdir Hak teâlâ.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ONU TANIYAMADILAR



"Uzeyr aleyhisselâm", dirilen merkebine,

Binerek, geldi yine Kudüs vilâyetine.



Lâkin tanıyamadı insanları, evleri.

Zîrâ “Yüz yıl” geçmişti ayrıldığından beri.



Eski mahallesinin, tahmîn edip yerini,

Bir sokağa girerek, durdurdu merkebini.



Bir hânenin önünde, bir kadın gördü, fakat,

Gözleri “Âmâ” idi, eli ayağı “Sakat”.



Sordu ona: (Uzeyr’in eski evi nerdedir?)

Eliyle göstererek, dedi: (İşte şu evdir.



Ben dahî yüz yıl önce Onun hizmetçisiydim.

Tekrâr geleceğine yok artık hiç ümîdim.)



Ağlamaya başladı Uzeyr de o aralık.

Buyurdu: (Ben Uzeyr’im, yurduma döndüm artık.)



Lâkin o inanmadı, düşündü ki hemence:

“Ben nasıl inanayım Uzeyr diye bu gence?



Derhâl kabûl olurdu Uzeyr’in her duâsı.

Şimdi çıkar meydâna doğruysa iddiâsı."



Dedi: (Sen Uzeyr isen, duâ et de bakayım.

Gözlerim açılsın ve tutsun elim ayağım.)



Uzeyr aleyhisselâm duâ etti Rabbine:

(Yâ Rabbî, bu kadının şifâ ver her derdine.)



Kadının kör gözleri, iyi oldu bir anda.

Ve canlılık hissetti el ve ayaklarında.



Buna çok sevinerek, koştu hemen evine.

Söyledi bunu diğer âile fertlerine.



Onsekiz yaşındaki oğlu da, o zamanlar,

Yüzonsekiz yaşında olmuştu bir ihtiyâr.



Ak saçlı, pîr-i fânî hâldeki o evlâdı,

Gelip gördü ise de, onu tanıyamadı.



Dedi: (Bakın sırtına, Hilâl gibi beyaz bir,

“Ben” varsa, anlayın ki hakîkaten Uzeyr’dir.)



Uzeyr aleyhisselâm kaldırdı gömleğini.

Âile fertlerinin hepsi gördü o "Ben"i.



O zaman bildiler ki, “Uzeyr”dir hakîkaten.

Şehir ahâlîsi de duydular bunu hemen.



Sevinç ve heyecanla yanına seğirttiler.

Baktılar, yüz yıl önce nasılsa, aynı Uzeyr.



Ve lâkin doğru yoldan ayrılıp o insanlar,

Azıp sapıtmışlardı iyice o zamanlar.



"Uzeyr Nebî" onlara eyledi çok nasîhat.

Onun öğütlerini tutmadı kimse fakat.



Dediler: (Sen, "Tevrât’tan söylüyorum" diyorsun.

Buhtunnasar, onları yakmıştı biliyorsun.



Şu anda yeryüzünde Tevrât’tan yokken eser,

Bize, senin sözlerin aslâ olmaz mûteber.)



Onlardan bir tânesi dedi ki: (Filân dağda,

Tevrât'ın bir nüshası gömülüdür şu anda.)



Çıkarıp getirdiler o nüshayı âcilen.

Dediler ki: (İmtihân edelim onu hemen.)



Ezberden okuyunca Uzeyr aleyhisselâm,

Baktılar, okuduğu, "Tevrât"ın aynısı tam.



Dediler ki: (İçinde, başka şey var bu işin.

Zîrâ bu, mümkün değil "normal bir insan" için.



Yüz yıl geçtiği hâlde, okuduğu doğrudur.

Öyleyse şüphe yok ki, o, "Allahın oğlu"dur.)



"Uzeyr aleyhisselâm", nasîhat ettiyse de,

Ve lâkin o ahmaklar, inanmadı yine de.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BENÎ İSRÂİLE GELDİ



Benî İsrâil için gelen Hakk'ın Nebîsi.

"Süleymân" Peygambere dayanır sülâlesi.



Hep Mescid-i Aksâ’da vakit geçiriyordu.

Allahü teâlâya ibâdet ediyordu.



"Peygamber" olmak ile şereflenince bu zât,

Ona, Benî İsrâil eylediler itâat.



O, "Mûsâ Peygamber"in dîninin mûcibince,

İnsanları, hak yola çağırdı gündüz gece.



Yaşlanmasına rağmen, olmamıştı evlâdı.

Lâkin sâlih bir oğlu olmasıydı murâdı.



Duâ etti: (Yâ Rabbî, bize, yüce katından,

Rızânı gözetecek bir evlât eyle ihsân.)



Bu hâlis duâsını, Allah kabûl eyledi.

Ve "Hazreti Yahyâ"yı Cibrîl'le müjdeledi.



Hanımı "Doksansekiz", kendi "Yüzyirmi"sine,

Varmışlardı, bu müjde gelince kendisine.



Onun için, hayretten alamadı kendini.

Suâl etti Rabbinden bunun keyfiyetini.



(Yâ Rabbî, ben yaşlıyım, zevcem ise acûze.

Bu hâlde mi bir evlât vereceksin sen bize?)



Hak teâlâ Cibrîl'le vahyetti ki: (Böyledir.

Hak teâlâ her neyi dilerse yapabilir.)



Vaktâ ki doğum için o müddet oldu tamâm.

Teşrîf etti dünyâya "Yahyâ aleyhisselâm".



Onun tevellüdünden bir altı ay sonra da,

"Îsâ aleyhisselâm" teşrîf etti dünyâya.



O doğunca, annesi, Onu yanına alıp,

Kavminin arasına götürdü kundaklayıp.



Kavmi suâl etti ki: (Ey Meryem, kim bu çocuk?

Yoksa çirkin bir iş mi işledin, söyle çabuk?



Sen ki, genç bir kız idin, evli de değildin hem.

Öyleyse bu çocuğu nerden aldın ey Meryem?



Sâlih bir kimse idi halbuki baban İmrân.

Annen dahî, iffetli hanımdı ayân beyân.



Annesiyle babası temiz olan bir kişi,

Nasıl işliyebilir böyle çirkin bir işi.?



Sen nasıl bu hâlleri başımıza getirdin?

Gayri meşrû bir çocuk sâhibi oluverdin?)



"Meryem", yalnız dinleyip, vermedi hiç bir cevâp.

Onları, kendisine eylemedi muhâtab.



Lâkin mâruz kalınca bu tür iftirâlara,

Kundakta "Îsâ Nebî" cevap verdi onlara.



Dedi ki: (Ey câhiller, dinleyin herbiriniz.

Bu iffetli anneme iftirâ etmeyiniz.



Beni, âdet hârici ve babasız olarak,

Yalnız "Kün" emri ile yarattı cenâbı Hak.)



Onlar bunu duyunca, el çekerek "Meryem"den,

"Zekeriyyâ Nebî"ye dil uzâttılar hemen.



Dediler ki: (Meryem'in yanına girip çıkan,

O idi, bunun için bu işi odur yapan.)



Onu öldürmek için, hep düştüler peşine.

O da, girip saklandı bir bahçenin içine.



Bir "Ağaç", kendisini çağırdı açılarak.

O içeri girince, kapandı tam olarak.



Böylelikle kâfirler kaybedince izini,

Şeytân ihbâr eyledi onlara kendisini.



Ağacı, bıçkı ile keserek o müşrikler,

Bu büyük Peygamberi böyle şehîd ettiler
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ÇOK GÜZEL İDİ



O, Benî İsrâil'e, Hakk'ın bir Peygamberi.

Güzellik ve cemâlde yok idi bir benzeri.



Yumuşak huylu idi, ederdi halka va'az.

Saçları seyrek olup, inceydi sesi biraz.



Zekeriyyâ Peygamber, dururken mihrâbında,

Cibrîl aleyhisselâm nâzil oldu bir anda.



Hak teâlâ, vahiyle buyurdu ki: (Elbet biz,

Seni, Yahyâ isminde oğulla müjdeleriz.)



"Yahyâ aleyhisselâm" gelir gelmez dünyâya,

Melekler, kendisini çıkardılar semâya.



Sütten kesilinceye kadar belli bir zaman,

Gıdâsı, sırf "Cennet"ten olundu ona ihsân.



Çocukluktan belliydi olgunluğu, kemâli.

Ve sâir çocuklara benzemezdi bir hâli.



Meselâ akrânları oynarken her gün oyun,

Allahü teâlâyı anardı kalbi Onun.



Derlerdi: (Gel bizimle, sen de oyna ey Yahyâ!)

Derdi ki: (Oyun için gelmedik biz dünyâya.)



Kıldan elbise giyer, yerdi arpa ekmeği.

En büyük zevk bilirdi, o, ibâdet etmeyi.



"Cehennem" korkusuyla ağlardı gece gündüz.

Öyle ki, gözyaşları yapmıştı yüzünde iz.



Babası bakardı hep, her va'za başlar iken,

O varsa, bahsetmezdi "Cehennem ateşi"nden.



Bir gün onu görmeyip, "Azâb"tan bahsedince,

O, bunları işitip, feryât etti bir nice.



Ağlayıp inliyerek, dışarı çıktı hemen.

Yöneldi sahrâlara, geçmiş idi kendinden.



Eve geldi babası, mescidden ayrılarak.

Dedi ki: (Ey Yahyâ’nın vâlidesi, durma kalk.



Yahyâ'dan gâfil olup, bahsettim Cehennemden.

Meğer o içerdeymiş, işitmiş bunu benden.



Cehennemi duyunca, gitti o feryâd edip.

Korkarım ki ölmüştür, anlıyalım gel gidip.)



Çıkıp, oğullarını ararken yana yana,

Nihâyet rastladılar sahrâda bir çobana.



Dediler: (Genç birini gördün mü bu mahâlde?)

Dedi ki: (Siz Yahyâ'yı ararsınız herhâlde.



Şu dağın eteğinde gördüm onu deminden.

Ağlayıp, yaş dökerdi devâmlı gözlerinden.)



O tarafa giderek, buldular onu yine.

Ve alıp getirdiler o gün hânelerine.



"Yahyâ aleyhisselâm" gelince rüşd çağına,

Rabbimiz, "Peygamberlik" makâmı verdi ona.



İnsanları hak yola çağırdı senelerce.

Lâkin inanmıyanlar oldu ona bir nice.



Yehûdî hükümdârı "Herod"un bir torunu,

Olan Birinci Herod, severdi lâkin onu.



Kardeşinin kızıyla evlenebilmek için,

Bir "Fetvâ" isteyince, vermedi ona izin.



Zîrâ câiz değildi o dinde bu evlilik.

Kız, bu defâ Herod'un nefsini etti tahrîk.



Müstehcen görünerek, dedi ki: (Beni dinle.

Yahyâ'yı öldürürsen evlenirim seninle.)



O, nefsine aldanıp, emir verdi bu sefer.

Gelip yakalıyarak, onu şehîd ettiler.



Ve lâkin cezâsını Allah verdi tabii.

Kızı, yerin dibine batırdı "Kârûn" gibi.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Hazreti Meryem ve ÎSÂ ALEYHİSSELÂM



Benî İsrâil için gelen en son Nebîdir.

Yeni bir din getiren "Ülül'azm" Peygamberdir.



Sâir Nebîler gibi, "İnsan" idi o dahî.

"Babasız" halkeyledi Rabbimiz kendisini.



O, Kudüs'te dünyâya teşrîf eylemişti ilk.

Sonra, "Otuz" yaşında verildi Peygamberlik.



Hak teâlâ "İncîl"i indirdi kendisine.

Çağırdı gece gündüz halkı kendi dînine.



Rabbimiz, üç yıl sonra, Onu yerden alarak,

Çıkardı gök yüzüne, hem de "diri" olarak.



Kıyâmet yaklaşınca, Rabbimiz onu yine,

İndirecek Şâm'daki "Ümeyye câmii"ne.



Daha sonra evlenip, çocukları olacak.

"Mehdî" ile buluşup, "kırk sene" yaşıyacak.



Sonra vefât ederek gidecek âhirete.

Defni dahî olacak "Hücre-i seâdet"e.



Annesi "Meryem Hâtun", çok mübârek bir kadın.

O idi en iyisi dünyâ hâtunlarının.



Babası "İmrân" olup, "Hunne" idi annesi.

Çocuğu olmuyordu Hunne'nin önceleri.



Bir kuş gördü, oynardı kendi yavrularıyle.

İmrenip, çok istedi "Çocuğum olsa" diye.



Dedi: (Bana bir çocuk verirsen ey Allahım!

Onu, Beytül makdîs'e hizmetçi yapacağım.)



Zîrâ böyle bir âdet var idi o zamanlar.

Çok sevâp kazanırdı böyle nezir yapanlar.



Lâkin yalnız "Oğlanlar" hizmete verilirdi.

Hem de, çocuk doğunca bu nezir edilirdi.



O, bu nezri yapınca, "Bir yıl" geçti aradan.

Ona, bir "Kız" evlâdı ihsân etti Yaradan.



Lâkin oğlan çocuğu o ümîd ediyordu.

Şükredip, bu kızına "Meryem" adını koydu.



Dedi ki: (Kızım oldu yâ Rabbî, ne yapayım.

Bunu kabûl eyle ki, nezrimden kurtulayım.)



Sonra kızı "Meryem"i kucağına alarak,

Onu, beytül makdîs'e götürdü ilk olarak.



Orada olanlara anlatıp vaziyeti,

Dedi: (Bunun, bu beyte dokunur çok hizmeti.



Bir kız çocuk ise de gerçi bu gördüğünüz,

Ben onu adamıştım doğmadan önce henüz.)



Sonra, kızı "Meryem"i teslîm edip oraya,

Dedi ki: (Alın bunu, bu, adaktır buraya.)



Kabûl edip, sonra da düşündüler ki çoğu:

"Kimin himâyesine verelim bu çocuğu?"



Lâkin beytin imâmı, "Zekeriyyâ Nebî"ydi.

Ayrıca da Meryem'in teyzesinin beyiydi.



Dedi: (Benim, bununla akrabalığım vardır.

Zîrâ bunun teyzesi, benim nikâhımdadır.



Daha çok münâsibtir onu bana vermeniz.

Ona iyi bakarım, olmasın hiç şüpheniz.)



Lâkin can atıyordu herkes onu almaya.

Dediler: (Öyle ise, gidelim bir ırmağa.



Herkes Tevrât yazdığı kalemi suya atsın.

Kiminki batmaz ise, bu çocuğu o alsın.)



"Zekeriyyâ Nebî"nin batmayınca kalemi

Ona teslîm ettiler bakmak için "Meryem"i.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
SENİ, OĞULLA MÜJDELERİM



"Meryem" sütten kesilip, bir miktâr büyüyünce,

Yâni kalkıp oturur bir duruma gelince,



Zekeriyyâ Peygamber, sırf onun için, özel,

Beyt içinde, bir "Oda" yaptırdı gâyet güzel.



Biraz yüksekçe olup, çardağa benziyordu.

Ve ancak merdivenle çıkıp iniliyordu.



Bu odaya, "hazreti Zekeriyyâ"dan hâriç,

Görevlilerden bile, bir giren olmazdı hiç.



"Zekeriyyâ Nebî"de var idi bir anahtar.

O, her girip çıktıkça kitlerdi yine tekrâr.



"Meryem"in ihtiyâcı ne ise, o görürdü.

Ona, her gün "bir günlük yiyecek" götürürdü.



Ve lâkin o odaya girseydi her ne vakit,

Önünde, çok "Yemekler" görürdü çeşit çeşit.



Halbuki o odaya başkası girmiyordu.

Öyleyse bu rızıklar nereden geliyordu?



Üstelik kış meyvesi görürdü yaz gününde.

Kışın da, yaz meyvesi bulurdu hep önünde.



Sordu bir gün Meryem'e: (Nedir bunun hikmeti?)

Dedi ki: (Bunlar bana, Rabbimin bir nîmeti.)



Hem "Meryem", o kadar çok yapardı ki ibâdet,

İnsanlar gıpta edip, ederlerdi çok hayret.



Hak teâlâ, bir vahiy gönderdi Cebrâil'le:

(Ey Meryem, Rabbin seni seçti bu tâatinle.



Seni, her kötülükten pâk etti Hak teâlâ.

Ve bütün kadınlardan kıldı üstün ve âlâ.



Ey Meryem, ibâdete devâm et yine böyle.

Namâzın kıyâmını daha çok uzun eyle.)



Bundan sonra, kıyâmda daha uzun beklerdi.

Namâzda çok durmaktan ayakları şişerdi.



Bir gün hazreti Meryem, dururken makâmında,

Genç bir "Delikanlı"yı gördü birden yanında.



Bu gelen, "Cebrâil"di, insan şeklindeydi hem.

Lâkin tanımamıştı onu hazreti Meryem.



Âniden rastlayınca genç bir "Erkek kişi"ye,

Kemâl-i iffetinden kapıldı endîşeye.



Başkasının girmesi hiç de mümkün değilken,

Yine perde çekmişti önüne iffetinden.



Lâkin nasıl girmişti bu "Genç erkek" yanına?

Kalbi çok ürpererek, şöyle söyledi ona:



(Ey kişi, Allahtan kork, çekilip git yanımdan!

Allaha sığınırım bana zarar yapmandan.)



"Cibrîl" dahî o zaman tanıtıp kendisini,

Giderdi böylelikle onun endîşesini.



Dedi ki: (Ben Allahın elçisi bir meleğim.

Ve seni, çok temiz bir oğulla müjdelerim.)



O bunu işitince, korkusu oldu zâil.

Dedi: (Benim çocuğum olur mu, mümkün değil.



Zîrâ evli değilim, etmedim henüz tezvîc.

Yabancı bir erkek de dokunmadı bana hiç.



Günâh da işlemedim, bütün bunlara rağmen,

Çocuğum nasıl olur, anlamadım bunu ben.)



Cibrîl dedi: (Ey Meryem, doğrudur dediklerin.

Evet, evli değilsin, günâh da işlemedin.



Ve lâkin bilesin ki, şu dediğim bir gerçek.

Allah, sana babasız çocuk ihsân edecek.



Hak teâlâ katında, kolaydır böyle yapmak.

Zîrâ külli şeylere kâdirdir cenâbı Hak.)
 
Üst Alt