Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şiirlerle Menkıbeler Zinciri

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
NİÇİN ÂH ETTİ?



"Eyyûb aleyhisselâm", yedi yıl çekti mihnet.

Sonunda halâs olup, buldu sıhhat, âfiyet.



Lâkin gece olup da, gelince vakt-i seher,

Şiddetli bir “Âh” edip, gözünden aktı seller.



Rahîme Hâtun dahî, işitti bu “Âh”ını.

Ve sordu kendisinden niçin ağladığını.



Buyurdu: (Ey Rahîme, çekerken ben bu derdi,

Bir nidâ işitirdim her gece, seher vakti.



“Ey benim hasta kulum, bugün nasılsın?” diye,

Muhâtap oluyordum hitâb-ı ilâhî’ye.



Bekledim duymak için, bu seher vakti dahî.

Gelmedi lâkin bu kez, o "hitâb-ı ilâhî".



Gerçi kalmadıysa da hastalıktan bir eser,

Ve lâkin bu şereften, mahrûm kaldım bu sefer.)



Yakınları sordu ki kendisine bir defâ:

(Yâ Eyyûb, yedi sene çektin çok dert ve belâ.



Peki, bize der misin, bu seneler içinde,

Sana, en zor ne geldi hastalık hâricinde?)



Buyurdu: (Hastalıktan etmedim hiç şikâyet.

Dostların serzenişi zor geldi bana gâyet.



Birkaç mü’min vardı ki, beni çok sever iken,

Sonra hasta olunca, yüz döndürdüler birden.



Dediler ki: “Bu nasıl Peygamberdir acabâ?

Hak teâlâ, dünyâda koydu onu azâba.



Onda hayır olsaydı, çekmezdi çok meşakkat.

Etmezdi Allah ona, bu dertleri musallat.



O, nasıl yakındır ki Allaha böyle acep,

Hayâtı, dert ve belâ çekmekle geçiyor hep?”



Onların bu sözleri incitti beni fazla.

Hastalıktan, bu kadar incinmemiştim aslâ.



Başka gün, birkaç kişi etti beni ziyâret.

Dediler: “Bu kişiye, niçin geldi bu mihnet?



Hem sonra senelerce, niçin sürdü bu belâ?

Niçin şifâ vermiyor bu zâta Hak teâlâ?



Eğer o olsa idi, iyi ve sâlih biri,

Vermezdi Allah ona bunca musîbetleri.



Hem de bu hastalığı, iyileşmek yerine,

Daha da şiddetlenip, artıyor günden güne.”



Beni çok incitmişti bu gibi sözler dahî.

Rabbime sığınarak, dedim ki: “Yâ ilâhî!



Çektim bu hastalığı yedi sene, yedi ay.

Hiç şikâyet etmedim, gelmişti bana kolay.



Nice zaman çekmeye râzıydım dert, hastalık.

Lâkin bu serzenişler, güç geldi bana artık.



Zerrece incinmedim hastalıktan ve dertten.

Lâkin bu gibi sözler, incitti beni hepten.”)



Ve Eyyûb Peygamberin, olunca yaşı "Yüzkırk",

Rabbine kavuşmağı arzûlamıştı artık.



Nihâyet az bir zaman kalınca eceline,

Evlâdından “Havmel”i, vekîl kıldı yerine.



Techîz ve tekfînini ona tevdî ederek,

Teslîm etti rûhunu, en son “Allah!” diyerek.



Yâ Rabbî, bu mübârek Peygamber hürmetine,

Kavuştur bizi onun yüksek şefâatine.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ÇOK NASÎHAT EDERDİ



Medyen’e gönderdiği Peygamberdir Allahın.

Ve kayın pederidir Mûsâ Kelîmullahın.



Sözleri, dinliyene ettiğinden çok te'sîr,

Kendisine “Hatîb-ül enbiyâ” denilmiştir.



Asîl bir aileye mensûb idi kendisi.

Bu kavmin arasında geçti gençlik senesi.



Bakıp üzülüyordu, o azgın insanlara.

Çünkü sapmışlar idi bozuk, bâtıl yollara.



Allaha ibâdeti bırakarak büsbütün,

Putlara, heykellere taparlardı gece gün.



Çoğu uğraşıyordu ticâret işleriyle.

Lâkin ölçü tartıda, yaparlardı çok hîle.



Yolcu ve garipleri, yollarda kollıyarak,

Alırlardı malını, hîleye başvurarak.



Eziyyet eyledikçe hattâ garip birine,

Bundan zevk alırlardı, hem nedâmet yerine.



Bolluk ve bereketle yaşıyorlardı, ancak,

Nankörlük yaparlardı azıtıp şımararak.



Zulüm ve sapıklıkla yaşarlarken böyle tam,

Peygamber gönderildi "Şuayb aleyhisselâm".



Onları toplıyarak, buyurdu ki: (Ey kavmim!

Ben size, Rabbimizden gelen bir Peygamberim.



Allaha şirk koşmaktan sakının ki muhakkak,

Sâdece tek O vardır ibâdete müstehak.



Aldatmayın kimseyi sakın alış verişte.

Yoksa âhiret günü, yanarsınız "Ateş"te.



Zaîf ve gariplere etmeyin ki eziyyet,

Mahşerde, haklarını alırlar sizden elbet.



Eğer dediklerime riâyet ederseniz,

Ölünce, ebediyyen râhata erersiniz.



Eğer dinlemezseniz, biliniz ki elbette,

Azâba uğrarsınız dünyâ ve âhirette.)



O, teblîğ ettiyse de kavmine hakîkati,

Lâkin dinlemediler, bu doğru nasîhati.



Hakâret eylediler hattâ "Şuayb Nebî"ye.

Ve tehdît eylediler (Nasîhat etme!) diye.



Ve lâkin onun nûru, yayıldı dalga dalga.

Medyen’den Şam’a kadar, ulaştı cümle halka.



Allah aşkıyla yanan çok gönül sâhipleri,

Görmeye geliyordu bu "Büyük Peygamber"i.



Ve lâkin Medyen’liler, mâni olmak üzere,

Eziyyet ederlerdi dışardan gelenlere.



"Şuayb aleyhisselâm", bütün bunlara rağmen,

Kat'iyyen yılmıyordu kavmine nasîhatten.



Buyurdu ki: (Ey kavmim, niçin anlamazsınız?

Ben nasîhat ettikçe, siz daha azarsınız.



Halbuki sizin için çırpınıp duruyorum.

Çünkü yanacaksınız, bunu duyuruyorum.



Size yasak ettiğim haram, günâh işlerden,

Ben de sakınıyorum, daha fazla sizlerden.



Ve istemiş olduğum emirlere gelince,

Ben dahî yapıyorum, sizlerden daha önce.



Sizden istediklerim, size verir menfaat.

Niçin siz yapmamakta edersiniz hep inât?



Zor ile yaptırmaya gücüm yok benim aslâ.

Ve lâkin yardımcımdır her işte Hak teâlâ.



Ben O'na güvenirim, O'dur hâkim-i mutlak.

Biliniz ki, her şeye kâdirdir cenâb-ı Hak.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
FİR'AVUNUN RÜYÂSI



İsrâil oğulları "Mısır"da yaşarlardı.

Allahü teâlâya ibâdet yaparlardı.



“Kıbtîler”se, tapardı yıldızlara, putlara.

Eziyyet ederlerdi müslümân insanlara.



"Fir’avn" da, kıbtîlere mensûbtu, bundan sebep,

Köle gibi görürdü Benî İsrâili hep.



O günlerde "Fir’avun" rüyâ gördü bir gece.

Uyanınca, korktu ve telâşlandı bir nice.



Çağırdı huzûruna cümle kâhinlerini.

Rüyâsını anlatıp, istedi tâbirini.



Dedi: (Beytül makdîs’ten, çıktı ateş ve alev.

Mısır’ın evlerini yaktı ve kalmadı ev.



Kıbtîleri tek be tek, yakıp kül ediyordu.

Benî İsrâil ise, hiç zarar görmüyordu.)



Dediler: (Şöyledir ki tâbiri bu rüyânın,

Bu Benî İsrâilden “bir kimse” çıkar yârın.



Büyüyüp gelişince, olur “Güçlü” bir kişi.

Senin saltanatını almak olur ilk işi.



Seni ve kıbtîleri, çıkarır yurdumuzdan.

O çocuğun doğması, yakındır hem de şu an.)



Fir’avn bunu duyunca, “Kin" ile doldu içi.

Dedi: (Kim yapabilir bana karşı bu işi?)



(Benim saltanatıma kim son verir?) diyerek,

Düşündü: “Öyle ise, bir tedbîr almam gerek.”



Merhamet hislerinden mahrûm idi o zâten.

Kendine yakışacak şu emri verdi hemen:



(Kim Benî İsrâilden bir erkek çocuğunu,

Doğurursa, öldürün, yaşatmayın hiç onu.)



Cümle ebeleri de yanına çağırarak,

Söyledi onlara da, bir hayli korkutarak.



Hattâ tâyin etti ki bâzı vazîfeliler,

Bu husûsta gevşeklik göstermesin ebeler.



Bir kadın, doğursaydı bir "Erkek çocuğu"nu,

Doğar doğmaz, ânında öldürürlerdi onu.



Bu tüyler ürpertici, insanlık dışı vahşet,

Bütün şiddeti ile sürmüştü uzun müddet.



Böyle devâm ederken onun bu işkencesi,

"Hazreti Mûsâ"ya da hâmileydi annesi.



Doğum da yakın olup, korkardı ki o hâtun,

“Eğer oğlum olursa, öldürür bu Fir’avun.”



O zâlimin, onlara musallat eylediği,

Ebelerden birini, tanırdı gâyet iyi.



Sevdiği bu ebeyi çağırarak gizlice,

Dedi ki: (Senin ile dostluğumuz var nice.



İşte doğum zamanım yaklaştı, bil de bunu,

Göster bana bu bâbta sevgi ve dostluğunu.)



O da gelip gizlice, girdi bir gün odaya.

"Mûsâ aleyhisselâm" teşrîf etti dünyâya.



Ebe de, çocuktaki “Parlak nûr"u görerek,

Âşık oldu çocuğa, çok muhabbet ederek.



Dedi ki: (Bu oğlunu, sakla gizli bir yere.

Ben çıkınca, memurlar girerler içeriye.)



Hakîkaten o ebe çıkar çıkmaz o evden,

Fir’avnın memurları, kapıya koştu hemen.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
PEYGAMBER OLMASI



Vaktâ ki söz vermişti o gün Şuayb Nebî'ye,

(Sekiz veya on sene hizmet ederim) diye.



“On sene” hitâmında, Mısır’a dönmek için,

Kendisine arz edip, gitmeye aldı izin.



Eşiyle sürüsünü alarak yanı sıra,

Soğuk bir kış gününde, revân oldu "Mısır"a.



En büyük arzûsu da, bularak bir yolunu,

Mısır'dan çıkarmaktı birâderi "Hârun"u.



Yön bilmeden, sahrâda, devâm eti yoluna.

Vâsıl oldu nihâyet mübârek "Tûr dağı"na.



Soğuk kış gecesiydi, sık sık gök gürlüyordu.

Şimşek çakıp, sel gibi yağmurlar iniyordu.



Sürttü çakmak taşını, çalmadı taşı fakat.

Görmüyordu bir yeri, şaşa kaldı o sâat.



Soğuktu, karanlıktı, sahrâda bir ıssızlık.

Tûr dağı cihetinden gördü parlak bir "Işık".



Onu "ateş" sanarak, hanımına dedi ki:

(Gideyim, şu ilerde ateş bulurum belki.)



Yürüdü karanlıkta “Ateş bulmak” üzere.

O "Işık", bir ağaçtan yükselirdi göklere.



Kapıldı bir dehşete ve titredi her yanı.

Zîrâ baktı bir "Ateş", fakat yok hiç "Duman"ı.



Yaklaştıkça, o "Nûr” da çekilirdi geriye.

Hayreti daha arttı (Bu gördüğüm ne?) diye.



Hanımının yanına gidecekti ki, fakat,

Eli boş dönecekti, etmedi kalbi râhat.



O nûr yükseliyordu yeryüzünden göklere.

O sırada bir nidâ işitti birden bire.



Hak teâlâ buyurdu: (Yâ Mûsâ, ben muhakkak,

Âlemlerin Rabbiyim, asânı yere bırak.)



Bu nidâ üzerine, koyunca onu yere,

“Yılan” gibi canlanıp, titredi birden bire.



Ve buyurdu: (Elini, koynuna sok ve çıkar.

Görürsün güneş gibi, etrâfa "Işık" saçar.



Git “Peygamber” olarak, kavmini dâvet için.

Sen, benimle görür ve benimle işitirsin.



Seni gönderiyorum zaîf, âciz birine.

Kul olmasına rağmen, gurûrlanır o yine.



O "Fir’avn" ki, bilirim niyetini, içini.

O ise zanneder ki, bilmem hiçbir işini.



Sonsuz olmasa idi eğer ki merhametim,

Muhakkak ki bir anda, onu helâk ederdim.



İzin versem, göklerden üstüne taş yağardı.

Yer yutar, dağlar ezer, deniz onu boğardı.



Git, Resûlüm olarak, ona haber ulaştır.

Ve bana ibâdete, tâate onu çağır.



Hâtırlat azâbımın şiddetli olduğunu.

Emrimi bildirerek, "Kulluğa" çağır onu.



Yumuşak sözler ile söyle, belki inanır.

Ve belki kendisine gelir de, ibret alır.



Korkutmasın seni hiç onun o şatafatı.

Hep benim elimdedir onun hâl-i hayâtı.



De ki: “Rabbin sıhhat ve saltanat verdi sana.

Sen ise kalkışırsın ilâhlık dâvâsına.



Buna rağmen, rızkını kesmiyor Rabbin yine.

Dünyâ nîmetlerini saçıyor üzerine.



İstese verir sana, O bir cezâ ve belâ.

Zîrâ bunu yapmaya kâdirdir Hak teâlâ.")
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BÜYÜK MÛCİZE



Meydâna, “Yetmiş iki” sihirbâz gelmişti tam.

Fir’avnın karşısında, ettiler arz-ı endâm.



Ve ona dediler ki: (Çağırdın geldik, fakat,

Eğer gâlip gelirsek, ne var bize mükâfât?)



Dedi: (Gâyet tabii, siz gâlip gelirseniz,

Benim yakın adamım olursunuz hepiniz.)



Hazreti Mûsâ dahî, kardeşini alarak,

Teşrîf etti meydâna, "Asâ"ya dayanarak.



Baktı ki, toplanmışlar bir hayli çok sihirbâz.

Üzülüp, herbirini eyledi hemen îkâz.



Hiddetle çıkıştı ki: (Yazıklar olsun size!

Hiç berâber olur mu sihir ile mûcize?



Siz, Allah ve Resûle karşı mı gelirsiniz?

Böyleyse, tam hüsrândır ancak âkıbetiniz.)



İnsâfla karşılayıp, etmediler îtirâz.

Toplanıp, müşâvere ettiler bunu biraz.



Dediler ki: (Apaçık Peygamberdir bu kimse.

Ona îmân etmezsek, bir belâ gelir bize.)



Ve lâkin Fir'avunun zararından korktular.

Bunu, müsâbakadan sonraya bıraktılar.



Her birinin elinde var idi "İp" ve "Asâ".

Edebe riâyeten dediler ki: (Yâ Mûsâ!



Sen mi önce başlarsın, bizler mi başlıyalım?

Bu bâbta sen ne dersen, biz de öyle yapalım.)



Cevâben buyurdu ki: (Siz başlayın ilk kere.)

Onlar, âletlerini koydular hemen yere.



Ve sihir te'sîriyle, "İp"ler ile "Asâ"lar,

Oynadı "Yılan" gibi, gördü bunu insanlar.



Sonra hazreti Mûsâ, "Asâ"yı koydu yere.

Kocaman bir "Ejderhâ" oldu o birden bire.



O ip ve sopaları, yerlerden toplıyarak,

Yutuverdi hepsini, bir "mûcize" olarak.



Sihir âletlerinden kalmadı yerde eser.

Az sonra o ejderhâ, "Asâ" oldu bu sefer.



O kadar âletleri yutup aldı içine.

Genişleme olmadı hacminde aslâ yine.



Bu büyük mûcizeyi görünce sihirbâzlar,

"Peygamber" olduğuna verdiler kat'î karâr.



Secdeye kapanarak, dediler ki: (Şimdi biz,

Âlemlerin Rabbine îmân ettik hepimiz.)



Fir’avn bunu görünce, kudurdu, öfkelendi.

Gadabından, yerinde duramaz hâle geldi.



Dedi: (Ey sihirbâzlar, siz benden müsâdesiz,

Mûsâ'nın tanrısına îmân mı edersiniz?



Demek ki oymuş meğer, hepinizin üstâdı.

Siz de körüklersiniz demek ki bu fesâdı.



Ben sizin cezânızı veririm şimdi ama.

El ve ayağınızı kesip de çaprazlama,



Hurma ağaçlarına asayım da âkıbet,

Herkes bu hâlinizi görsün de alsın ibret.)



Dediler: (Ey Fir’avun, ne yaparsan yap bize.

Biz îmân eylemişiz hakîkî Rabbimize.



Senin, ancak dünyâda erişir bize zulmün.

Ve lâkin âhiret var, hesap var elbet o gün.)



Buna rağmen o zâlim, yaptı dediklerini.

O îmân edenlerin öldürdü herbirini.



Sabahleyin, cümlesi "sihirbâz" ve "kâfir"ken,

Akşama "mü’min" olup, hep öldüler şehîden.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
FİR’AVNIN BOĞULMASI



Fir’avn, "Mûsâ Nebî"den bu kadar çok mûcizât,

Gördüyse de, îmâna gelmedi yine fakat.



O günlerde, bir vahiy geldi Mûsâ Nebîye.

(Mü’minleri alarak, Mısır’dan çık git!) diye.



Mûsâ aleyhisselâm, toplayıp mü’minleri,

Teblîğ etti onlara, Hak’tan gelen bu emri.



Ve hazırlık yaparak müslümânlar o gece,

Hep birlikte, Mısır’ı terk ettiler gizlice.



Meşgûl etti onları Hak teâlâ o sâat.

Aynı anda, hepsinin kızları etti vefât.



Herkes, kendi başının derdine düştü nâçâr.

Onların gittiğinden olmadılar haberdâr.



Ve lâkin ne zaman ki, bitti bu defin işi,

Baktılar, mü’minlerden kalmamış tek bir kişi.



"Fir’avn" da, hâdiseyi duyup oldu perîşân.

Tedbîr almadığına üzülüp oldu pişmân.



Onları, peşlerinden tâkîbe verdi karâr.

Ordusuyla Mısır’dan çıktılar apar topar.



Güneşin doğmasına kalmıştı ki az zaman.

Gelip, o mü’minlere yetiştiler arkadan.



Görünce müslümânlar "Fir’avn ve askeri"ni,

Bir korku ve endîşe sardı kendilerini.



Ve lâkin Mûsâ Nebî, buyurdu: (Korkmayınız!

Onların şerlerinden, korur bizi Rabbimiz.)



Kızıl deniz çıkınca, önlerine nihâyet,

Dedi ki: (Yâ ilâhî, sen bize ver selâmet.)



Emretti Hak teâlâ, o an Mûsâ Nebî’ye.

(Geçmek için, Asâ’nı o denize vur!) diye.



Asâ’sını denize vurunca Mûsâ Nebî,

Denizden "Oniki yol" açıldı cadde gibi.



Zâten Benî İsrâil, "On iki" kavimdiler.

Her bir kavim, bir yola girip ilerlediler.



İki yol arasında, dağlar gibi su vardı.

Lâkin birbirlerini yine görüyorlardı.



Onlar karşı yakaya geçince sağ ve sâlim,

Henüz Kızıl denize erişmişti o zâlim.



Görünce o yolları, ettiler pek çok hayret.

Kimse gösteremedi girmek için cesâret.



Fir’avn dedi: (Bakınız, deniz de korktu benden.

Heybetimden, yollara ayrılmış ben gelmeden.)



Vezîri Hâmân ise, dedi: (Ben girmiyorum.

Bu, Mûsâ’nın işidir, sen de girme diyorum.)



Fir'avn, hiç aldırmayıp onun bu sözlerine,

Derhâl girmek istedi o yollardan birine.



Gitmedi bu sefer de, diretti bindiği at.

Cibrîl aleyhisselâm, çıkageldi o sâat.



O yollardan birine, atıyla girdi önce.

Fir’avnın atı dahî, girdi onu görünce.



Hazreti Mîkâil de, gelip arkalarından,

Derdi: (Haydi yürüyün, ayrılmayın ordudan!)



Ön ucu varmamışken henüz karşı sâhile,

Arka ucu, denize girmişti tamâmiyle.



Yâni Fir’avn ordusu, denizdeyken kâmilen,

Hak teâlâ, denize, (Kapan!) dedi âniden.



O sular birleşerek, kapandı bütün yollar.

Fir’avun ve ordusu, tamâmen boğuldular.



On Muharrem, "Aşûre günü" idi tam o gün.

Mü’minler, şükür için oruç tuttu topyekün.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
MÛSÂ NEBÎ İLE KÂRÛN



"Kârûn", Mûsâ Nebî'nin ümmetinden biriydi.

Ya amcası, yâhut da amcası oğlu idi.



Önceden fakîr olup, iyiydi huyu gâyet.

"Tevrât"ı güzel okur, yapardı çok ibâdet.



Dördüncü torunuydu Yâkub Peygamberin de.

İnandı, Mûsâ Nebî Peygamber geldiğinde.



Îmân etmeden önce, Fir’avnın vezîriydi.

Halka zulüm, eziyet eyleyen birisiydi.



Îmân ettikten sonra, el çekti vezîrlikten.

Kendisini ilme ve tâate verdi hepten.



Mûsâ Nebî'ye karşı vardı hürmet, edebi.

Ona, “Kimyâ ilmi"ni öğretti Mûsâ Nebî.



Hazreti Mûsâ ile, Hârun'dan sonra hattâ,

O idi en ileri, ilim ile tâatta.



Yüzünün fevkalâde bir güzelliği vardı.

Bu yüzden kendisine “Nûr yüzlü” diyorlardı.



Kırk sene, dağ başında eyledi hep ibâdet,

"İblîs", onun hâlini öğrendi en nihâyet.



Onu aldatmak için, bir “İnsan” kılığında,

Başladı ibâdete, gidip onun yanında.



Öyle ki, geçti hattâ ibâdette "Kârûn"u.

O, iblîse inanıp, mübârek bildi onu.



Kalbinde ona karşı besledi çok muhabbet.

Ona çok kıymet verip, eyledi saygı, hürmet.



"İblîs" kavuşmuş idi tam da aradığına.

Hîlesi gereğince, şöyle dedi Kârûn’a:



(Dağ başında durmakla iyi mi yapıyoruz?

Eş dost hasta olsalar, ilgilenemiyoruz.



Ve hattâ ölseler de, olmuyoruz haberdâr.

İşte bu bakımlardan bir noksanlığımız var.)



Kârûn onu dinledi ve hak verdi İblîs’e.

Dedi ki: (Ne yapmamız lazımdır öyle ise?)



İblîs de, (İnsanlara karışmak lâzım) deyip,

Dağdan köye indirdi "Kârûn"u iknâ edip.



Başladılar tâate bir yere kapanarak.

Yemek getirirlerdi onlara her gün o halk.



Bir müddet böyle devâm edip tâatlerine,

Sonunda şöyle dedi Kârûn’a İblîs yine:



(Ey Kârûn, başkaları getirip biz yiyoruz.

Sanki böyle yapmakla iyi mi ediyoruz?



Başkasına yük olmak, iyi değil bu dinde.

Böyle tâat, makbûl de olmaz Allah indinde.)



Kârûn yine hak verip, dedi ki: (İyi, a’lâ.

Öyleyse ne yapmamız îcâb eder peâlâ?)



Dedi: (Cuma günleri, çalışıp kazanalım.

Diğer günlerde ise, hep ibâdet yapalım.)



O günden îtibâren artık öyle yaptılar.

İblîs, bir müddet sonra Kârûn’a geldi tekrâr.



Dedi: (Böyle yapmakla iyi mi yapıyoruz?

Kimseye bir iyilik, yardım yapamıyoruz.)



Kârûn dedi: (Öyleyse, ne yapmak îcâb eder?)

Dedi: (Bir gün çalışıp, bir gün ibâdet yeter.



Böylelikle daha çok kazanırız bol para.

Yardımda bulunuruz, fakîr ve muhtâçlara.)



"Kârûn", bu fikri dahî münâsib buldu gâyet.

Para kazanmak için, eyledi sa’y-ü gayret.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
MALIYLA BÖBÜRLENDİ



İblîs’in teşvîkiyle, "Kârûn"un, günden güne,

“Para kazanma” hırsı, tam yerleşti gönlüne.



Kazandıkça, bu hırsı daha da artıyordu.

Artık bütün gücünü, bu yolda harcıyordu.



Mûsâ aleyhisselâm, daha önce de zâten,

Ona, “Kimyâ ilmi”ni öğretmişti tamâmen.



O, bu ilmini dahî, bu yolda harcadı hep.

"Dünyâlık" toplamakla meşgûl oldu rûz-ü şeb.



Görülmemiş hırs ile, hep mal kattı malına.

İnsanlara hizmeti getirmedi aklına.



Hakîkaten çok büyük "Zengin" oldu ilerde.

Öyle ki, zenginliği destân oldu dillerde.



Hattâ günümüzde de, bu, bir darb-ı meseldir.

“Zenginlik” söylenince, hep “Kârûn” akla gelir.



Hazîneler almazdı, servet ve mallarını.

"Kırk katır" taşıyordu sırf anahtarlarını.



Vaktâ ki, bu kadar çok zengin oldu o günde,

Gelip kibirlenirdi fakîr halkın önünde.



Önceden edindiği iyi huy, güzel ahlâk,

Kalmadı kendisinde, azıtıp şımararak.



Zulüm ve haksızlığa başladı sonra hattâ.

Kendini Kaf dağında görür oldu âdetâ.



Süslü elbiselerle, salınarak yürürdü.

Kibrinden, elbisesi yerlerde sürünürdü.



Binip altın eğerli, beyaz renkli atına,

Hep gösteriş yapardı, her gün o yer halkına.



Onu tatmîn etmedi bu hareketleri de.

Küçük gördü sonunda, "Mûsâ Peygamber"i de.



Onun duâsı ile zengin olmuştu fakat.

Şimdi dinlemiyordu, o etse de nasîhat.



Hattâ halk, etse idi ona biraz temâyül,

Hasetten, buna bile edemezdi tahammül.



Îtibâr gösterdikçe "Mûsâ Peygamber"e halk,

Çekemez hâle geldi hasetten kudurarak.



Mûsâ Nebî, Allahın emriyle ileride,

“Hibir” yaptı kardeşi "Hârun Peygamber"i de.



Hibirlik, “Kurbân kesmek” mânâsına gelirdi.

Îtibârlı kimseler bunu yapabilirdi.



Bunu duyup, hasedi daha da arttı onun.

Gidip, Mûsâ Nebî'ye şöyle dedi bu Kârûn:



(Sende Peygamberlik var, Hârun da oldu Hibir.

Bende yok böyle şeyler, bu nasıl olabilir?)



Buyurdu ki: (Ey Kârûn, terk et bu düşünceyi.

Ben değil, Allah verdi ona bu vazîfeyi.)



Kârûn dedi: (Ne belli, belki de öyle değil.

Bu bâbta istiyorum bir alâmet, bir delîl.)



Mûsâ aleyhisselâm buyurdu: (Öyle ise,

Her kişi, bastonunu getirip versin bize.



O bastonlar, mescitte dursunlar sabaha dek.

Bakalım ertesi gün, kiminki yeşerecek?



Sabah kimin bastonu verirse dal ve budak,

Bilin ki, Hibirliğe, o kişiymiş müstehak.)



İsrâil oğulları, verdiler bastonları.

Mûsâ Nebî, mescide gidip dikti onları.



Sabaha gördüler ki, hep hayrette kalarak,

Sırf "Hârun Nebî"ninki vermişti dal ve budak.



Buyurdu ki: (Ey Kârûn, şimdi söyle, bu nedir?)

Dedi ki: (Bu, sihirden başka bir şey değildir.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ZEKÂTI DA REDDETTİ



"Kârûn", zenginliğiyle her gün daha şımarıp,

"Mûsâ Peygamber"e de kin güttü haddi aşıp.



Düşmanlığı, gün be gün ziyâdeleşiyordu.

Servetine güvenip, ona diş biliyordu.



Hattâ müslümânlar da, bu haset ve kinine,

Üzülüp, şöyle öğüt verdiler kendisine:



(Ey Kârûn, şımarma ki servetine bakarak,

Malıyla şımaranı, hiç sevmez cenâb-ı Hak.



Rabbin sana verdiği bu büyük servet ile,

O'ndan, âhiretini, Cenneti talep eyle.



Nasıl ki, Allah sana verdiyse bunca servet,

Sen de ondan, Allahın kullarına ihsân et.



Ve fesat çıkarmaya yakın olma ki aslâ,

Fesat çıkaranları hiç sevmez Hak teâlâ.)



Mü’minler, ona böyle ettiyse de nasîhat,

O hiç kabûl etmeyip, kininde etti inât.



Ve nankörlük ederek, şöyle dedi cevâben:

(Bu malı, ilmim ile edindim ben tamâmen.)



Kârûn’un bu sözünü, Rabbimiz beğenmeyip,

Şöyle haber gönderdi Nebîsine vahyedip:



(Öncelerde vardı ki nice zengin kavimler,

Hak teâlâ, onları yok etti birer birer.



Onlar, daha zengindi kendisinden halbuki.

Mâdem ki ilmi vardı, bilmez mi bunu peki?)



Ayeti kerîmede, Hak teâlâ "Kârûn"u,

Kınadı, malı ile çok mağrûr olduğunu.



Halbuki o bunları okumuştu "Tevrât"ta.

Birçok târihçilerden dinlemişti de hattâ.



Vazgeçmediği için malla gurûrlanmaktan,

Kurtarmadı o ilmi, onu helâk olmaktan.



Süslü elbiselerle, bir ihtişâm içinde,

Kavminin arasından kibirle geçtiğinde,



Bâzıları imrenip, diyorlardı ki: (Âh âh!

Böyle servet, bize de verseydi keşke Allah.)



Lâkin kavî îmânlı bir kısım müslümânlar,

Onların bu sözlünü beğenmezlerdi zinhâr.



Onlara derlerdi ki: (Yazıklar olsun size!

Ne kadar düşkünsünüz dünyâlık zevkinize.



Halbuki îmân edip, sâlih amel işliyen,

Yârın kavuşacaktır Cennete ebediyyen.)



Kârûn, muhâlefette giderek ileriye,

Açıktan cephe aldı artık "Mûsâ Nebî"ye.



Sırf “Altın”dan bir binâ yaparak en nihâyet,

Verirdi insanlara, her gün türlü ziyâfet.



Onun bundan maksadı şu idi ki bu sefer,

Halk, yalnız kendisine teveccüh eylesinler.



Câhillerden bir kısmı, kanıp bu iltifâta,

Onun gibi olmayı istediler âdetâ.



Onun emrine girip, oldular hizmetkârı.

Çünkü onlar, "Servet"te gördüler asıl kârı.



Mûsâ aleyhisselâm, bütün bunlara rağmen,

Nasîhat ediyordu ona mütemâdiyen.



Hak teâlâ, "Zekât"ı emredince vahyedip,

Mûsâ Nebî, Kârûn'a bildirdi bunu gidip.



Kârûn eve gidince, bir hesâb etti, fakat,

"Çok" geldi kendisine vereceği bu zekât.



Bu kadar malı vermek, çok zor geldi nefsine.

Zekât vermemek için, baktı bir çâresine.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
MALIYLA YERE BATTI



Vaktâ ki Hak teâlâ, "Zekât"ı eyledi farz.

Kârûn kabûl etmeyip, hemen etti îtirâz.



Sonra, adamlarıyla görüşerek bu şeyi,

Dedi: (Gidip çağırın, falanca fâhişeyi.)



Ânında onu bulup, getirdiler yanına.

“Bin dirhem” gümüş verdi, o fâhişe kadına.



Dedi ki: (Sana daha, çok şeyler vereceğim.

Ve seni, pek yakında çok zengin edeceğim.



Buna karşı benim de, senden bir isteğim var.

Yârın filân meydânda, toplanacak insanlar.



"Mûsâ" dahî oraya gelince teklîfimle,

Diyeceksin ki, “Mûsâ, zinâ etti benimle”.)



Ertesi gün olunca, cümle Benî İsrâil,

"Kârûn"un dâvetiyle meydâna oldu dâhil.



Sonra Mûsâ Nebî’ye dedi ki gidip bizzât:

(Gel, Benî İsrâile eyle biraz nasîhat.)



O dahî kabûl edip onun bu teklîfini,

Teşrîf edip, anlattı dînin emirlerini.



Buyurdu ki: (Hırsızlık etmeyin ki siz sakın,

Cezâsı pek büyüktür hırsızlık yapanların.



Sopa ile vurulur, iftirâ edilirse.

Elbette öldürülür, evli zinâ ederse.)



O an Kârûn dedi ki: (Öyle diyorsun, ancak,

Sen de bir suç işlersen, o zaman ne olacak?)



Mûsâ aleyhisselâm buyurdu ki cevâben:

(Cezâ tatbîk edilir bana da yine aynen.)



Dedi: (Benî İsrâil, diyorlar ki hakkında,

Düşüp kalkıyormuşsun sen filânca kadınla.)



Mûsâ Nebî üzülüp, çağırdı o kadını.

Sordu ona, bu işi yapıp yapmadığını.



Peygamberlik nûruyla buyurdu ki: (Ey kadın!

Sen Allah hakkı için iftirâ etme sakın.)



Korku geldi kadına, titredi birden içi.

Dedi ki: (Hayır hayır, yapmadın sen bu işi.



Lâkin senin hakkında etmem için iftirâ,

Kârûn beni aldatıp, verdi çok mal ve para.)



Mûsâ Nebî, secdeye koydu hemen başını.

Dedi ki: (Yâ ilâhî, ver onun cezâsını!)



Sonra kalkıp secdeden, buyurdu ki: (Muhakkak,

Beni, Kârûn’a dahî gönderdi cenâb-ı Hak.



Kim ona tâbi ise, gitsin onun yanına.

Beni tercîh edenler, ayrılsınlar bu yana.)



Sâdece "İki kişi" onunla kaldı o gün.

Diğerleri, Kârûn’dan ayrıldılar topyekün.



İnsanlar netîceyi bekliyorken korkarak,

Mûsâ Nebî buyurdu: (Yut onları ey toprak!)



Yer yüzü, tamâmiyle yutuverdi onları.

Bu sefer şöyle dedi İsrâil oğulları:



(Kavuşabilmek için Mûsâ onun malına,

Duâ edip, geçirtti Kârûn’u yer altına.)



Mûsâ Nebî işitip, niyâz etti: (Yâ Rabbî!

Bütün servetini de helâk et kendi gibi.)



O zaman, nesi varsa "Kârûn"un tamâmiyle,

Geçti yerin dibine onun bu murâdiyle.



O çok mağrûr olduğu sayısız servet, sâmân,

Kendisiyle birlikte hâk ile oldu yeksân.



Böbürlendiği için dünyâ zenginliğiyle,

Kalmadı servetinden, bir nişân ve iz bile.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
SABIRLI OLMALISIN



Hak teâlâ Kur’ânda onu zikreylemiştir.

Âlimler, (Ya Peygamber, ya velîdir) demiştir.



"Hazret-i Zülkarneyn"in teyzesinin oğluydu.

Ve onun ordusunun baş komutanı oydu.



O eğer otursaydı otsuz, kuru bir yere,

Yemyeşil olurdu hep, orası birdenbire.



Güzel ahlâk sâhibi bir zât idi çok cömert.

İnsanlara karşı da, merhametliydi gâyet.



Kerâmet gösterirdi Allahın izni ile.

Bilirdi “Kimyâ”yı da O'nun bildirmesiyle.



“Ledünnî ilmi”ne de vâkıf idi tamâmen.

Garîplerin işine yardım eder o hâlen.



Allahın sevgili bir kulu idi o gâyet.

O da doğdu, büyüdü, vefât etti nihâyet.



Lâkin onun rûhuna, ona mahsûs olarak,

Bâzı husûsiyetler vermiştir cenâbı Hak.



Şöyle ki, onun rûhu girip “İnsan" şekline,

Yetişir darda kalan kimselerin işine.



Mûsâ aleyhisselâm, sordu bir gün: (Yâ Rabbî!

Var mı benden daha çok böyle ilim sâhibi?)



(Evet var) buyurunca, sordu yine: (O kimdir?)

Buyurdu ki: (O kimse, Hızır diye bilinir.)



Nerde bulacağını öğrenip daha sonra,

Gidip, deniz yanında vâsıl oldu "Hızır"a.



“Esselâmü aleyke yâ Hızır!” dedi hemen.

O da, (Aleykesselâm yâ Mûsâ) dedi aynen.



Hayret edip sordu ki, ona Mûsâ Peygamber:

(Sen, Mûsâ olduğumu nereden aldın haber?)



Hızır aleyhisselâm dedi ki: (Beni sana,

Bildiren, seni dahî bildirdi işte bana.)



Mûsâ Nebî buyurdu: (Yâ Hızır, iznin ile,

Birlikte bulunmayı isterim az seninle.



Bundan da, asıl gâyem şu ki benim yâ Hızır!

İlminden, bana dahî öğretesin bâzı sır.)



O dedi ki: (Yâ Mûsâ, bende bir ilim var ki,

Bilemiyebilirsin sen onu tabii ki.



Ve lâkin sende olan ilmi de bilmez Hızır.

Sen benimle olunca, edemezsin hiç sabır.)



Mûsâ aleyhisselâm buyurdu ki o zaman:

(İnşallah bulacaksın beni sabırlılardan.)



Hızır dedi: (Yâ Mûsâ, gel benimle ve lâkin,

Bir şey sormıyacaksın yaptığım işler için.)



Bu şartla başladılar birlikte gezintiye.

Bir müddet yol yürüyüp, bindiler bir gemiye.



İyi tanıdığından "Hızır"ı gemiciler,

Onları, bilâ ücret gemiye bindirdiler.



Böyle gemi içinde ederken yola devâm,

Hasar verdi gemiye, Hızır aleyhisselâm.



Mûsâ Peygamber ise, çok şaşırdı bu hâle.

Hemen onun işine eyledi müdâhale.



Dedi: (Bizi ücretsiz bindirdi bu insanlar.

Sen, onların malına yaparsın böyle hasar.)



Hızır dedi: (Ya Mûsâ, ben sana demiştim ya.

Sabır gösteremezsin benim ile olmaya.)



Mûsâ aleyhisselâm buyurdu: (Doğru, evet.

Lâkin dalgınlığımdan oldu bu muhâlefet.)



Bu özrü kabûl edip Hızır aleyhisselâm,

Yine "Mûsâ Nebî"yle o yola etti devâm.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
HİKMETLERİ NE İMİŞ?



"Mûsâ Peygamber" ile, "Hızır aleyhisselâm",

O gemiden inerek, ettiler yola devâm.



Bir kasaba içinden geçerlerken, bir ara,

Rastladılar ilerde oynayan çocuklara.



Hızır aleyhisselâm, onların içlerinden,

Birisini ayırıp, öldürdü onu hemen.



Mûsâ Nebî, buna da dayanamayıp yine,

Dedi: (Niçin öldürdün, çocuğun günâhı ne?)



Hızır aleyhisselâm dedi: (Ben demiştim ya.

Hiç sabredemiyorsun benim ile olmaya.)



Buyurdu ki: (Haklısın, bundan sonra ben artık,

Karışırsam, benimle yapma hiç arkadaşlık.)



Buna da “Peki” deyip Hızır aleyhisselâm,

Onunla yolculuğa eyledi yine devâm.



Yolları bir beldeye uğradıysa da, fakat,

İnsanlar, hiç onlara etmediler iltifât.



Yiyecek bulmak için dolaşırken bir miktâr,

Gördüler yıkılacak hâle gelmiş bir "Duvar".



Bir işâret ederek Hızır aleyhisselâm,

O duvarı doğrultup, eyledi sapa sağlam.



Mûsâ Nebî, buna da etmeyip yine sabır,

Dedi: (Niçin düzelttin o duvarı ey Hızır?



Onlar bize bakmayıp, davrandılar çok kaba.

Sen iyilik yaparsın, hikmet nedir acabâ?



İsteseydin bir miktâr ücret alabilirdin.

Onlardan para bile almadın, acep niçin?)



Hızır aleyhisselâm ona dedi: (Yâ Mûsâ!

İşte bu, bir sebeptir artık ayrılmamıza.



Lâkin senin gördüğün bu garip hâdiseler,

Hakkında, açıklama yapayım birer birer.



Evvelâ, bindiğimiz o “Gemi” vardı ya bir,

İşte o, on kardeşe âitti gâyet fakîr.



Karşı sâhilde ise, zâlim bir kral vardı.

Sağlam gemi görürse, gasbedip el koyardı.



Gemiye, bunun için zarar verdim ki derhâl,

Bunu "Hasarlı" görüp, el koymasın o kral.



“Çocuğu öldürme”min hikmetine gelince,

O, mürted olacaktı bülûğuna erince.



Çünkü yaratılıştan kâfir tabîatliydi.

Ebeveyni için de, gâyet tehlikeliydi.



Sâlih kimseler idi lâkin ebeveyni de.

Bu, küfre sokacaktı onları ileride.



Ben onu öldürünce, kurtuldu çocuk esas.

Anne babası dahî, oldular ondan halâs.



O “Duvar”a gelince, eğikti, ben düzelttim.

O, iki çocuğundu gâyet fakîr ve yetîm.



Babaları, sâlih bir müslümân idi, fakat,

Ölünce, yetîm kaldı ortada iki evlât.



Bu duvarın altında, büyük bir "Defîne" var.

Lâkin bu defîneden, kimse değil haberdâr.



Eğer düzeltmeseydim o duvarı ben yine,

Yıkılıp, çıkacaktı ortaya o defîne.



Çocuklar henüz küçük yaştadır, bundan sebep,

Bu servete, gayriler sâhip çıkacaktı hep.



Düzeltince, çökmekten halâs oldu o duvar.

Çocuklar büyüyünce, ona mâlik olurlar.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
KÂFİR ÎMÂNA GELDİ



"Hızır aleyhisselâm", Mısır’ın çarşısında,

Giderken, bir "Dilenci" belirdi karşısında.



Ve Hızır’a dedi ki: (Bana bir sadaka ver.

Allah da versin sana hayır ve iyilikler.)



Buyurdu: (Hak teâlâ eylesin sana ihsân.

Benim sana verecek bir şeyim yoktur şu an.)



Lâkin yine isteyip o ikinci olarak,

Dedi: (İyilik versin sana da cenâbı Hak.)



Hızır aleyhisselâm, cevâbında dedi ki:

(Hak teâlâ herşeye kâdirdir elbette ki.



Sana yardım etmeyi pek ziyâde isterdim.

Lâkin sana verecek bir şeyim yoktur benim.)



O, üçüncü olarak yalvardı ki bu sefer:

(Allah rızası için, bana bir sadaka ver.)



Buyurdu ki: (Yanımda bir şeyim yoktur, fakat,

Tut benim elimden de, götürüp pazarda sat.)



Dilenci “Peki”deyip, alıp gitti pazara.

“Dörtyüz dirhem”e satıp, o kadar aldı para.



O alan da götürdü "Hızır"ı hânesine.

Üç gün geçti, hiçbir iş vermedi kendisine.



Hızır aleyhisselâm buyurdu ki: (Efendim!

Bana bir iş emret de, onu îfâ edeyim.)



Efendisi, Hızır’a şöyle dedi o vakit:

(Yaşlısın, sana göre iş yoktur öyle basit.)



Buyurdu ki: (Ama ben yorulmam, sen iş emret.)

Dedi: (Mâdem şu taşı, şu filân yere naklet.)



Kalktı ve bir hamlede o taşı nakledince,

O kişi, bunu görüp hayret etti bir nice.



Zîrâ taş ağır olup, kuvvetli altı kişi,

Ancak yapabilirdi bir sâatte o işi.



Sonra ona dedi ki ileriki günlerde:

(Sefere gidiyorum, sen vekîl kal bu evde.)



Hızır aleyhisselâm buyurdu: (İyi, ancak,

Bir iş ver de öyle git bana da uğraşacak.)



Dedi: (Köşk yapacağım, hazırlığım yoktur hiç.

Ben gelinceye kadar, yap bâri biraz kerpiç.)



O sefere gidince, Hızır aleyhisselâm,

Kerpiç döküp, o köşkü yaptı ve etti tamâm.



Efendi, o seferden döndüğünde evine,

Eskisinden daha çok hayrette kaldı yine.



Çünkü köşk yapılmıştı, gâyet zarîf ve muhkem.

Bu kısacık zamanda, bu, mümkün değildi hem.



"Hızır"ın karşısında adam döndü şaşkına.

Ve sordu ki: (Sen kimsin, söyle Allah aşkına.)



Dedi ki: (Soruyorsun mâdem ki “Allah için”,

Öyleyse söyliyeyim doğrusunu bu işin.



Sen beni, “Köle” diye satın almıştın, fakat,

Köle değil, “Hızır”ım, işte budur hakîkat.



Biri, benden sadaka istemişti geçende.

Lâkin ona verecek hiçbirşey yoktu bende.



O ise, “Allah için” isteyince sadaka,

Dedim ki: “Götür beni, köle diye sat halka.”



O da beni götürüp, sana sattı bu sefer.

Böylece beni görmek, oldu sana müyesser.)



O adam ağlıyarak, öptü iki elini.

Dedi ki: (Bilemedim, ne olur affet beni.)



Kâfirdi hem o kişi, bir şey oldu gönlünde.

Hemen cân-ü gönülden îmân etti o günde.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
RESÛLE SELÂM SÖYLE



"İbrâhîm-i Havvâs"tan nakledilir ki şöyle:

Kâbe yolculuğunda, yolum düştü bir çöle.



Öyle susamıştım ki çölün harâretinden,

Sonunda baygın hâlde, yıkıldım yere birden.



Gözlerimi açınca biraz sonra ben fakat,

Gördüm ki, su serpiyor yüzüme nûrlu bir zât.



Ve o sudan içince, geliverdim kendime.

O nûrlu zât dedi ki: (Sen de gel, bin terkime.)



İkimiz berâberce gidince çölde biraz,

Bir de baktım, ilerde göründü bize "Hicâz".



Bana dedi: (Kâbeye vâsıl olduk işte bak.

Haydi in, kabûl etsin haccını cenâb-ı Hak.



Hac’dan sonra, Ravda’yı edeceksen ziyâret,

Benim de selâmımı, Resûlullaha arz et.



Hattâ şöyle söyle ki, olsun daha âşikâr.

De: “Kardeşin Hızır’ın size selâmları var.”)



Ebû Bekr Hemedânî anlatır ki bir gün de:

Pek fazla acıkmıştım hem de Hicâz çölünde.



Düşündüm ki: “Şu anda, evimde olsa idim,

Tâze pişmiş sıcacık ekmek ve bakla yerdim.”



Lâkin kendi kendime dedim ki sonra da ben:

“Şu anda bir çöldeyim, çok uzağım evimden.”



Ben böyle düşünürken, baktım ki tam o anda,

Birisi yaklaşıyor, hem “Köylü” kılığında.



Elindeki tepsiyle, bana doğru gelerek,

Dedi ki: (İster misin sıcacık bakla ekmek?)



Ben hayretle bakarken elindeki tepsiye,

O önüme koyarak, dedi: (Buyur, haydi ye!)



Ben doyuncaya kadar yedim ise de onu,

Lâkin çok merak ettim onun kim olduğunu.



Dedim ki: (Ben bu çölde, yapayalnız ve garip,

Yolcu iken, açlıktan olmuştum çok muzdarip.



Az önce "bakla ekmek" geçirdim hâtırımdan.

Tam o anda baktım ki, sen göründün karşıdan.



Ben bilmek istiyorum hikmetini bu işin.

Bana, kim oluğunu beyân et Allah için.)



Ben ona bu suâli sorunca, o âniden,

(Ben Hızır’ım!) diyerek kayboldu göz önünden.



Velîlerden biri de, "Hızır"ı görüp bizzât,

Dedi: (Eder misiniz bana biraz nasîhat.)



Buyurdu: (Yumuşak ol, hiddete olma yakın.

Ve hep güler yüzlü ol, hiç surat asma sakın.



Allahın kullarına faydalı olmaya bak.

İşte budur Allahın sevdiği güzel ahlâk.



Kusûrundan dolayı, kötüleme kimseyi.

Örtücü ol, büyütme ufak bir meseleyi.)



Eshâbdan birisi de, gördü bir mübârek zât.

Tanımadı ve lâkin istedi bir nasîhat.



Buyurdu ki: (Kardeşim, nasîhat için, sana,

Yalnız “Ölüm” kâfîdir, lüzûm yok başkasına.)



(Yine söyle!) deyince, buyurdu ki: (Dinle bak!

Yalnız kabri düşünmek, yeter tasa olarak.)



O sahâbî, bu hâli söyleyince Resûle,

Buyurdu: (O Hızır’dı, söyledi sana böyle.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
HERKES ASLINA DÖNER



Pâdişah emretti ki bir gün baş vezîrine:

(Hızır’ı bul ve getir, emrim gelsin yerine!)



Dedi ki: (Onu bulmak çok zordur, kolay değil.

Bu iş için siz bana tanıyın kırk gün mehil.)



Fakîr bir müslümân da var idi ki o yerde,

Sultânın bu emrini duymuştu o fakîr de.



Ve kendi kendisine düşündü ki: “Gideyim.

Baş vezîre, “Hızır’ı ben bulurum” diyeyim.



Lâkin kırk gün, sultâna âit olsun nafakam.

Hiç olmazsa bu kırk gün, sâkin olsun şu kafam.



Biraz râhat edeyim, sonra da Allah kerîm.

Hızır’ı bulamazsam, cezâm neyse çekerim.”



Gitti bu düşünceyle baş vezîrin yanına.

Dedi ki: (Çıkar beni sultânın huzûruna.)



Çıktı ve arz eyledi sultâna bu fikrini.

Sultân buna sevinip, verdi her isteğini.



Otuz dokuzuncu gün, sultân, o müslümâna,

Hâtırlattı: (Yârın son, Hızır’ı getir bana!)



Sonra gönderdiyse de ertesi gün iki at,

Lâkin bulamamıştı "Hızır"ı bu fakîr zât.



Güzel bir abdest alıp, iki rekât bir namâz,

Kılarak, Yaradan'a yalvarıp etti niyâz.



Dedi ki: (Habîbinin hürmetine yâ Rabbî!

Sultânın zararından sen koru bu garîbi.)



Sonra saraya gidip, çıkarıldı huzûra.

Dedi ki: (Çok aradım rastlamadım Hızır’a.)



Sultân sinirlenerek, dedi: (Ey baş vezîrim!

Ne dersin, bu adama nasıl cezâ vereyim?)



Dedi ki: (Parça parça edelim bedenini.

Her sokağın başına, asalım etlerini.)



O sırada bir "Çocuk" girip aralarına,

Dedi: (Herşey, sonunda dönecektir aslına.)



İkinci vezîrine sorunca bu suâli,

Dedi: (Bunu, dibekte dövelim un misâli.)



O "Çocuk", cevâbını şöyle verdi onun da:

(Her şey, kendi aslına dönecektir sonunda.)



Üçüncü vezîre de sorunca bunu sultân,

Dedi ki: (Affetmektir sultânlara yakışan.)



O "Çocuk", buna dahî şöyle dedi bu sefer:

(Sonunda herşey yine, aslına rücû eder.)



Sultân, o müslümâna dönüp şöyle sordu ki:

(Şu yanındaki çocuk, senin neyin olur ki?)



Dedi: (Tanımıyorum, haberim yok benim de.

Sizin bir hizmetçiniz sanmıştım geldiğimde.)



Bu sefer o çocuğa sordu sultân: (Ey çocuk!

Sen kimsin, böyle neler diyorsun, söyle çabuk.)



Dedi: (Şu başvezîrin, oğludur bir “Kasab”ın.

Onu, “Kasap başı” yap, et kesip parçalasın!



İkinci vezîrinse bir “Aşçı”nın oğludur.

Onu, “Aşçı başı” yap, onun da işi odur.



Üçüncü vezîrinin babası da “Vezîr” dir.

İşte sen, bu vezîri yap kendine "Başvezîr".



“Hızır”la görüşmeyi isterdin zannederim.

Görmek arzû ettiğin o "Hızır" işte benim.



Ey sultân, sen bağışla bu garip müslümânı.

Devâm ettir kendine yaptığın o ihsânı.)



Sultân, hayret içinde dinlerken onu, birden,

Kayboldu o arada gözlerinin önünden.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
O, HIZIR İDİ



Bir gün “Sultân Süleymân”, boğaz gezintisine,

Çıkmıştı ki, uğradı Ortaköy sâhiline.



Kayığını sâhile yanaştırıp bir müddet,

“Yahyâ Efendi”yi de kayığa etti dâvet.



O da, bir ahbâbiyle, pâdişâh kayığına,

Gelip oturdu hemen, “Kânûnî”nin yanına.



Ahbâbı da, sultânın karşısına oturdu.

Lâkin Sultân Süleymân, onu ilk görüyordu.

Hem giderken, devâmlı, o karşıda duran zât,

Sultânın parmağına bakıyordu pür dikkat.



Çok kıymetli bir "Yüzük” var idi ki Sultânda,

O zât da, o yüzüğe bakıyordu o anda.



Onun böyle bakışı, çekiyordu dikkati.

Yüzüğe baktığını anladı Sultân dahî.



Çıkarıp verdi ona ve dedi: (İsterseniz,

Şöyle daha yakından bakıp inceleyiniz.)



Sultândan o yüzüğü alan o kimse ise,

Evirip çevirerek, atıverdi denize.



Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar,

Onun bu yaptığına hep hayrette kaldılar.



Hâdise üzerinden geçince yarım sâat,

İnmek istediğini söyledi birden o zât.



Pâdişâhın kayığı yanaşınca sâhile,

O, eğilip denizden su aldı avcu ile.



Ve onu, pâdişâha uzanıp sunduğunda,

Gördüler ki, o "Yüzük" duruyor avucunda.



Yahyâ Efendi hâriç, yine kayıktakiler,

Buna dahî şaşırıp, çok hayret eylediler.



Kânûnî, o yüzüğü eline aldı, fakat,

Gözlerinin önünden kayboldu birden o zât.



Sultân yine şaşırıp hem Yahyâ Efendi'ye,

Suâl etti: (Ağabey, neler oluyor?) diye.



Yahyâ Efendi ise, dedi ki: (Sultânımız!

O, "Hızır"dı ve lâkin sizler tanımadınız.)



Şemseddîn-i Attâr da, "hazreti Hızır" ile,

İlgili bir kıssayı nakleder bize şöyle:



Celâleddîn-i Rûmî, bir gün va'z ediyordu.

Cemâat da oturmuş, zevk ile dinliyordu.



Hazreti "Mûsâ" ile "Hızır" hikâyesini,

Dinlerken, kesmişlerdi hepsi nefeslerini.



Zîrâ anlatırdı ki öyle fasîh dil ile,

Dinliyordu cemâat, onu can kulağıyle.



Yanımda biri vardı, o dahî dinliyordu.

Baktım, kendi kendine bir şey söyleniyordu.



Kulak verip dinledim, şöyle diyor idi ki:

(Nasıl da anlatıyor, yanımızdaymış gibi.)



Düşündüm ki: “O mâdem, söylüyor böyle kelâm,

Öyleyse bu olmalı, Hızır aleyhisselâm."



Yanına sokularak, dedim ki: (Bildim, evet.

Sen, hazreti Hızır’sın, lütfen bana ihsân et.)



Buyurdu ki: (Burada işte var ya Mevlânâ.

Sen ona ricâ et ki, ihsân etsin o sana.)



Sonra kayboluverdi ortadan birden bire.

Ben bunu "Mevlânâ"ya gittim haber vermeye.



Ben söze başlamadan, buyurdu ki o ilkin:

(Hızır’ın söylediği doğrudur ey Şemseddîn.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
GÜZEL YÜZLÜYDÜ



Benî İsrâil için gönderilen Nebî'dir.

Ve hazreti Mûsâ’nın vekîl ve yeğenidir,



Yûsüf Peygamber gibi, güzeldi yüzü gâyet.

Kim görse, hayrân olur, ederdi hem de hayret.



Karayağız ve cesûr, çok kahramân biriydi.

Ve savaş tekniğinde “Mahâret” sâhibiydi.



Mûsâ Nebî göçünce âhiret âlemine,

Hak teâlâ, "Yûşâ"yı irsâl etti yerine.



Peygamber eyliyerek vahyetti ki nihâyet:

(Al Benî İsrâil'i, kâfirlerle cihâd et!)



O dahî ordu kurup, kuşattı "Erihâ"yı.

Onu alıp, sonra da aldı "Şehr-i İlyâ"yı.



Sonra "Belka şehri"ne yürüdü fetih için.

Etrâfı, sûrlar ile çevriliydi bu şehrin.



Bu beldede, "Bel’âm bin Bâûrâ" ismi ile,

Bir kimse var idi ki meşhûrdu ilmi ile.



“İsm-i a’zam” denilen duâyı biliyordu.

Her duâsı, indallah kabûl ediliyordu.



Yüksekti derecesi ilim ve ibâdette.

Yoktu onun gibisi, hem de o vilâyette.



Şehrin hükümdârı da kâfir ve zâlimdi pek.

Herkes bîzâr olmuştu zulmünden o güne dek.



"Yûşâ aleyhisselâm" gelirken ordu ile,

Bu zâlim hükümdâr da vâkıf oldu bu hâle.



Kavminden, kalabalık bir gurupla berâber,

"Bel’âm-ı Bâûrâ"ya verdiler bunu haber.



Dediler ki: (Ey Bel’âm, İsrâil oğlu Yûşâ,

Büyük bir ordu ile gelir bizle savaşa.



Korkarım, çıkarırlar bizi bu beldemizden.

Ve hattâ öldürürler, ricâmız şu ki sizden.



Rabbine, bizim için edesiniz bir duâ.

Kalksın üzerimizden bu tehlike ve belâ.



Şimdi tek ümîdimiz, bu duâdır ki elbet,

Çünkü kabûl oluyor duânız, olmuyor red.)



Cevâbında dedi ki: (Yazıklar olsun size.

Nasıl gelebiliyor böyle şey zihninize.



Yûşâ aleyhisselâm Rabbin Peygamberidir.

Yanında gelenler de, Onun tâbi'leridir.



Hem sonra Yûşâ Nebî, benim de Peygamberim.

Onların aleyhine nasıl duâ ederim?)



Lâkin onlar, bu söze hiç kulak asmadılar.

“Duâ etmesi” için ettiler yine ısrâr.



Kıymetli hediyeler verdiler de, o yine,

Aslâ duâ etmedi onların aleyhine.



Bu sefer zevcesini koyaraktan araya,

Baskıya başladılar Bel’âm-ı Bâûrâ’ya.



O dedi ki: (Ey Bel’âm, duâ etmezsen eğer,

Senden ayrılıyorum, işte sana son haber.)



Buna da aldırmayıp, demeyince o “Evet”,

Hükümdâr, ölüm ile tehdît etti nihâyet.



Dedi: (Dinle ey Bel’âm, bu sana son ihtârım.

Eğer duâ etmezsen, asarım seni yârın.)



Yine “Hayır” deyince, sinirlendi hükümdâr.

Onu öldürmek için, pek kat'î verdi karâr.



Kuruldu “Dar ağacı” emriyle hükümdârın.

Bel’âmı getirterek, dedi: (Nedir karârın?



Tercîh eyle şunlardan hemen bir tânesini.

Ya duâ et, yâhut da asarım şimdi seni.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BEL’ÂM-I BÂÛRÂ



Ölümle korkutunca "Bel’âm"ı o hükümdâr,

Dedi ki: (Müsâde et şimdi bana bir miktâr.



Ben bu gece, bu işi Rabbime arz edeyim.

Ne ilhâm eder ise, size haber vereyim.)



Oradan avdet etti o gece hânesine.

Rüyâda, (Duâ etme!) denildi kendisine.



Ertesi gün gelerek, dedi ki: (Ey hükümdâr!

Rüyâmda “Duâ etme!” denildi bana tekrâr.)



Lâkin gerek hükümdâr, gerekse şehir halkı,

“Duâ etmesi” için yaptılar yine baskı.



Başvurdular bu sefer, başkaca çârelere.

Boğdular kendisini pekçok hediyelere.



Servetler vâdedince Bel’âm-ı Bâûrâ’ya,

O zaman döndü kalbi, meyletti bu dünyâya.



Görünce bir arada bu kadar çok serveti,

Kapladı kendisini para mal muhabbeti.



Dedi ki: (İzin verin, arz edeyim Rabbime.

Yârın îfâ ederim, ne gelirse kalbime.)



Ve lâkin hiçbir ilhâm gelmeyince, bu defâ,

Dediler ki: (Ey Bel’âm, ahdini eyle îfâ.)



Servet vaadlerini görünce o bu kadar,

Onlara duâ için, mâlesef verdi karâr.



O şehrin hâricinde vardı bir Husbân dağı.

Gidip, o dağ başında yapacaktı duâyı.



Merkebine binerek, o dağa oldu revân.

Ve lâkin çöktü yere, “Yürümedi” o hayvan.



İndi ve kaldırmaya uğraştıysa da biraz,

Hayvan dile gelerek, eyledi onu îkâz:



(Ey Bel’âm, sen o dağa ne için gideceksin?

Peygamber aleyhine duâ mı edeceksin?



Bak, melekler önüme çıkıyor şimdi benim.

Bana, "Gitme!" diyorlar ben nasıl yürüyeyim?)



Bel’âm, geri dönmeye karâr vermişti, fakat,

"Şeytân", insan şeklinde oldu ona musallat.



Dedi: (Merkep sözüyle dönülür mü hiç geri?

Şeytândır öyle diyen, dönme, yürü ileri.



Eğer duâ edersen, çok artar îtibârın.

Îmâna çağırırsın böylece halkı yârın.



Belki de Rabbin sana verecek Peygamberlik.

Bu kadar servetler de, senin olur üstelik.)



Bu sözlere aldanıp, gittiyse de o yere,

Gadab-ı ilâhîye uğradı birden bire.



Dili göğsüne sarkıp, hâli oldu fecâat.

Gadaba geldiğini anlayıp etti feryât.



Dedi: (Gitti elimden dünyâm ve âhiretim.

Böyle olduktan sonra, neye yarar servetim?)



Birazcık meyl etmesi bu "Dünyâ serveti"ne,

Sebep oldu Bel’âmın sonsuz felâketine.



Yûşâ aleyhisselâm, ordusuyla gelerek,

Bu Belka şehrini de, fethetti harb ederek.



O zâlim hükümdârla Bel’âm-ı Bâûrâ'yı,

Öldürüp, ülkesine katmış oldu burayı.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
YİNE İNANMADILAR



Peygamber gönderildi Nineve beldesine.

Benzerdi sesi aynen, "Dâvud Nebî" sesine.



O, Nebî olmadan da söylemezdi hiç yalan.

Emîn ve yardımsever bir kişiydi her zaman.



“Otuz" yaşında iken gönderildi Peygamber.

Gelip, risâletini kavmine verdi haber.



Lâkin inanmadılar, dediler ki: (Ey Yûnus!

Eskiden söylemezdin, nerden çıktı bu husûs?



Var iken aramızda bu kadar âlim, kâhin,

Senin söylediğini söylemez kimse lâkin.



Biz, babalarımızın yolunda gitmekteyiz.

Onlardan böyle bir şey işitmedik aslâ biz.



Sen çıkmış, tek başına onları kötülersin.

Bizi, bilmediğimiz dîne dâvet edersin.)



"Yûnus aleyhisselâm" sabredip tekrâr yine,

Yılmadan dâvet etti onları hak dînine.



"Yüzbin" kişi idiler Nineve ahâlisi.

Lâkin îmân etmedi onlardan hiç birisi.



Ve hattâ, ezâ cefâ ettiler her gün ona.

Yine de ısrâr ile çağırırdı îmâna.



Yine inkâr edince, buyurdu: (Ey insanlar!

Küfürde kalanlara, âhirette azâb var



Allahü teâlâya inanmazsanız şâyet,

Gelir üzerinize çok büyük bir felâket.)



Onlar, alay ederek dediler ki: (Ey Yûnus!

Bizi, azâb ile mi korkutursun bâhusûs?



Senin hâtırın için gelecekse bu azâb,

Bunca halk, senin için çekecekse ızdırâb,



Çok merak ediyoruz gelecek felâketi.

Rabbine duâ et de, göndersin o âfeti.)



"Yûnus Nebî", kavmine darılarak bu defâ,

Üzüntüyle ayrılıp, gitti başka tarafa.



Bu sefer Hak teâlâ vahyetti ki kalbine:

(Çok acele eyledin, geri dön, git kavmine.



Onları, kırk gün daha îmâna eyle dâvet.)

Yûnus Nebî dönerek, emre etti icâbet.



Kaldı aralarında “Otuzyedi gün” daha.

Lâkin tek kişi bile inanmadı Allaha.



Buyurdu: (Küfrünüzde ettiniz mâdem ısrâr,

Bekleyin o azâbı, hem de üç güne kadar.



Azâbın geldiğine, şudur ki ilk alâmet,

Hepinizin benizi sararır, solar gâyet.)



Ve ilâhî bir emir gelmeden kendisine,

Kavmine darılarak, ayrılıp gitti yine.



Hakîkaten Peygamber ayrılınca o yerden,

Hepsinin benizleri sarardı, soldu birden.



Dediler: (İşte budur dediği o alâmet.

Demek ki üstümüze geliyor o felâket.



Çünkü o, "Beniziniz sararacak" demişti.

Hem de o, hiç ömründe yalan söylememişti.)



Gök kararıp, her yeri sardı siyah bir duman.

Telâş sardı herkesi, ettiler feryât, figân.



Dediler: (Yûnus Nebî, aramızdaysa şâyet,

Korkmayın, üstümüze gelse de bu felâket.



Ve lâkin aramızdan gitmiş ise o eğer,

O zaman cümlemizi o azâb helâk eder.)



Hak teâlâ bir "Korku” verdi onun kavmine.

Hepsinin, bir "nedâmet hissi" geldi kalbine.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
PİŞMÂN OLDULAR



İnanmadıklarına gâyet pişmân olarak,

Yaşlı, sâlih bir zâta geldiler ağlıyarak.



Dediler: (Görüyorsun başımıza geleni.

Biz yapmaya hazırız her türlü tavsiyeni.)



Dedi ki: (O felâket gelmedi henüz daha.

Şu tepeye çıkarak, tövbe edin Allaha.



Birbirleriniz ile helâllaşın topyekün.

Yûnus’un Rabbi için kurbânlar kesin bugün.



Yalvararak deyin ki: “Ey Yûnus’un ilâhı!

Kaldır üzerimizden bu azâb ve belâyı,



Çünkü biz pişmân olduk cümle kusûrumuza.

Gönülden îmân ettik hem sana, hem Yûnus’a.



Ondan öğreneceğiz bize emirlerini.

Ve tatbîk edeceğiz harfiyyen her birini".)



Onlar, bu ihtiyârın uyup tavsiyesine,

Çıktılar yüzbin kişi o “Tövbe tepesi”ne.



Yüzlerce kurbân kesip, edince böyle duâ,

Kaldırdı üstlerinden azâbı Hak teâlâ.



Sevinip, evlerine döndüler hepsi tekrâr,

Hemen "Yûnus Nebî"yi aramaya çıktılar.



Allahın Peygamberi, "Yûnus aleyhisselâm",

Şehirden ayrılalı olmuştu kırk gün tamâm.



Ne olup bittiğini öğrenmek maksadiyle,

Teşrîf etti o şehrin yakınında bir yere.



Hiç azâb alâmeti görmeyip, etti hayret.

Anladı ki, “Rahmete tebdîl olmuş o âfet.”



Düşündü ki: “Şehire girersem şimdi eğer,

Kavmim, yalancılıkla beni ithâm ederler.”



Yine mazhar olmadan bir emr-i ilâhîye,

Şehire hiç girmeden, dönüverdi geriye.



Acele uzaklaşıp, dağlar tepeler aştı.

Nihâyet Dicle nehri kıyısına ulaştı.



Bir gemiye bindi ki, doluydu yolcu ile.

Gemi hareket edip, seyretti ileriye.



Lâkin durdu az sonra âniden gemileri.

Hiç kımıldamıyordu ne ileri, ne geri.



Dediler: (Aramızda suçlu biri olacak.

Yoksa bir sebep yokken gemi niçin duracak?)



Bir âdet var idi ki eskiden o yerlerde,

"Kur'a" atarlar idi böyle hâdiselerde.



Kur'a kime çıkarsa, “Suçlu" diye tutarak,

Denize atarlardı, onu cezâ olarak.



Âdetleri gereği yaptılar böyle yine.

Ve lâkin Kur'a çıktı "Yûnus Nebî" ismine.



Görünce netîceyi Yûnus Peygamber dahî,

Düşündü ki: “Bu bana, bir îkâz-ı ilâhî.”



Bakarak şaşkın hâlde bekleşen ahâliye,

Dedi: (Aradığınız âsî kul, benim!) diye.



Onlar, (Bu zât köleye benzemiyor) dediler.

O kur'ayı, bir kere daha yenilediler.



Lâkin bu sefer dahî çıktı onun ismine.

Dediler: (Bu da yanlış, tekrâr edelim yine.)



Üçüncü defâda da etti ona isâbet.

Dediler: (Öyle ise, bu işte var bir hikmet.



Çok sâlih bir kimseye benzese de bu kişi,

Demek ki, Hak katında var kusûrlu bir işi.)



Âdetleri veçhile tuttular onu yine.

"Suçlu" diye, attılar hemen suyun içine.
 
Üst Alt