Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şiirlerle Menkıbeler Zinciri

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
KORKUNÇ ATEŞ



Nemrûd, "Halîlullah"ı, atıp zindan içine,

Başladı daha sonra, "ateş yakma" işine.



Onun tâlimâtiyle, bağırdı bir münâdî:

(Herkes odun toplayıp, şu yere yığsın haydi!



Bu, Nemrûd'un emridir, her kişi taşıyacak.

Muhâlefet edenler, ateşe atılacak.)



O putperest insanlar, olsa da yaşlı, hasta,

Bunda, birbirleriyle yarıştılar âdetâ.



Ve lâkin hayvânâttan, sâdece "katır" hâriç,

Bu iş için, tek odun taşıyan olmadı hiç.



Onlar, kırk gün kırk gece, taşıyıp odunları,

"Otuz metre" boyunda, yığdılar hep onları.



Sonra ateşlediler Nemrûd'un emri ile.

Alevler, gökyüzüne yükseldi birden bire.



Toplanmıştı oraya, büyük bir kalabalık.

Zîrâ o'nu, ateşe atacaklardı artık.



Nemrûd'un adamları, toplanmışlar o sâat,

Bekliyorlardı o'ndan, bir emir ve tâlimât.



(Haydi, o'nu getirin!) dedi Nemrûd zâlimi.

Çıkardılar zindandan, hazret-i İbrâhîm'i.



Ayağında "bukağı", ellerinde "kelepçe",

Yürüdü o meydânda, "arslan" gibi, erkekçe.



Zîrâ Hak teâlâya, "tevekkül" ve "yakîn"in,

En yüksek zirvesinde bulundukları için,



Onda, "korku" yerine, vardı sanki bir "sevinç".

Küffârın kısa aklı, ermemişti buna hiç.



Bir rivâyete göre, Halîl aleyhisselâm,

Bu işler olduğunda, yaşı, "onaltı"ydı tam.



Onu, ateş içine atacaklardı, lâkin,

Ateşin yakınına varabilmek ne mümkin?



Müşâvere ettiler, bu işi ince ince,

Ki: (Nasıl atacağız, o'nu ateş içine?)



Zîrâ öyle "şiddetli" ve "korkunç" yanardı ki,

Havadaki kuşları yakardı harâreti.



Oturup düşünürken bu işi kara kara,

"Şeytân", fırsat bilerek, yakın geldi onlara.



Nemrûd, (Sen kimsin?) diye sorduğunda İblîs'e,

Dedi ki: (Senelerdir, duâcıyım ben size.



Duydum ki, bir "sihirbâz" kötüler dîninizi.

Putları, "balta ile kırarak" üzmüş sizi.



Atmayı istersiniz ateşe şimdi onu.

Ve lâkin bilmezsiniz siz bu işin yolunu.



İşte bu maksat ile, geldim hizmetinize.

Bu işin usûlünü, öğreteceğim size.)



Ve hemen bir "mancınık" yaptı kendi eliyle.

Evvelâ "bir taş" attı, tecrübe gâyesiyle.



Nemrûd ve putperestler, bu mancınık fikrini,

Beğenip, hepsi tebrîk ettiler kendisini.



Sonra "Halîlullah"'ı, bir kaç kişi aldılar.

Getirip, mancınığa sıkıca bağladılar.



Lâkin o, o sırada, başka bir âlemdeydi.

"Aşk-i ilâhî" ile kalbi yanar hâldeydi.



Rabbinin sevgisiyle, geçmişti kendisinden.

Haberi olmamıştı, mancınıktan, ateşten.



"Ateş", korkunç seslerle, şiddetle yanıyordu.

Alevleri, göklere doğru uzanıyordu.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
VAR AMA, SANA DEĞİL



"Halîl"i, mancınığa götürüp bağladılar.

O anda, göklerdeki melekler ağladılar.



Dediler: (Ey Rabbimiz, "bir dostun" var ki senin,

Kalbi, senin sevginle doludur o kimsenin.



Ateşe atıyorlar kâfirler o dostunu.

İzin ver, kurtaralım ateşten gidip o'nu.)



Sonra kurtlar ve kuşlar, cümle vahşî hayvanlar,

"Onu kurtarmak" için, çâreler aradılar.



Herbiri, bu maksatla toplandılar o yere.

Ve çırpınıp durdular, o'na yardım etmeye.



Bir "yavru bülbül" vardı, onların arasında.

Kendisini ateşe atarken tam son anda,



Emretti cenâb-ı Hak, Cibrîl'e: (Hemen git sor!

O kuş, niçin kendini o ateşe atıyor?)



Kuş dedi ki: (Ey Cibrîl, Rabbim bilir hâlimi.

Ateşe atıyorlar, hazret-i İbrâhîm'i.



Mâdem ki kurtarmaya, çârem yoktur elimde.

Bâri yansın o'nunla, şu benim bedenim de.)



Sonra bir "bal arısı", su doldurup ağzına,

Söndürmek gâyesiyle, geldi ateş yanına.



Onun bu niyyetine karşılık Hak teâlâ,

Ağzındaki o "Su"yu, çevirdi "Tatlı bal"a.



Geldi sonra bir melek, dedi ki: (Yâ İbrâhîm!

Ben, "rüzgâr"a müvekkel, vazîfeli meleğim.



Hazırım yardım için, bana ne emredersen.

Ateşi, "rüzgâr ile" söndüreyim istersen.)



Başka bir melek gelip, dedi ki: (Yâ İbrâhim!

Ben dahî "deryâlara, sulara" müvekkelim.



Dünyâda bütün sular, benim emrim altında.

İstersen, bu ateşi söndüreyim ânında.)



Geldi sonra yanına, bir başka melek yine.

Dedi ki: (Yâ İbrâhîm, ben de geldim emrine.



Ben de "Arz" ve "toprağa" müvekkel bir meleğim.

İstersen, bu ateşi "toprak"la söndüreyim.)



Dinledi Halîlullah, bu gelen üç meleği.

Lâkin hiç düşünmedi, bir yardım dilemeği.



buyurdu: (Ey melekler, Rabbim bana kâfîdir.

O, çok iyi yardımcı, hem çok iyi vekîldir.



Aslâ yardım istemem, O'ndan gayri kimseden.

"İki dost" arasına, girmeyiniz siz lütfen.



Eğer O kurtarırsa, lütfudur, hamdederim.

Yakmak murâd ederse, cezâmdır, sabrederim.)



Attılar daha sonra, "Halîl"i mancınıktan.

Yükselip de ateşe tam düşeceği zaman,



(Dileğin var mı?) diye, gelip sordu Cebrâil.

O yine buyurdu ki: (Var ama, sana değil.)



Böyle dediği için, Cebrâil'e son anda,

"Sözünün eri" diye, methedildi Kur'ânda.



Hak teâlâ, ateşe buyurdu ki nihâyet:

(İbrâhîm üzerine, ol serin ve selâmet!)



Ateşin sıcaklığı, o anda erdi sona.

Zîrâ cenâb-ı Hakkın, böyleydi emri ona.



Nemrûd'un ateşini, bir anda söndürmeye,

Kâdirdi Hak teâlâ, hemen imhâ etmeye.



Lâkin öyle yapsaydı, kâfirler derlerdi ki;

(O, ateşe düşseydi, yanardı elbette ki.)



Ateşin ortasında yakmamakla dostunu,

Gösterdi "büyük kudret sâhibi" olduğunu.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
DAĞLAR BİLE DAYANMAZ!



"İbrâhîm Halîlullah", Nemrûd'un ateşine,

Atılıp da, havadan tam düşerken içine,



"Cibrîl" ile "Mîkâil", gelip o'nu tuttular.

Yavaşça indirerek, bir yere oturttular.



Yanmadı Halîlullah, Nemrûd'un ateşinde.

İstirâhat eyledi, "nûrdan çadır" içinde.



Sâdece bağlarını yaktı Halîlullah'ın.

Zîrâ emri, ateşe, böyle idi Allah'ın.



Fışkırmaya başladı, sonra tatlı bir "pınar".

Nağmeye başladılar, "bülbül" ile "kumru"lar.



Nemrûd dahî, bir rüyâ görerek o gün yine,

"Onun yanmadığı"nın, kapılmıştı vehmine.



Bunu, erkânına da anlatarak o zâlim,

Dedi: (Zannederim ki, sağdır şimdi İbrâhîm.)



Dediler: (Bu ateşe, "dağlar bile" dayanmaz.

Böyle ateş içinde, İbrâhîm nasıl yanmaz?)



Nemrûd yine dedi ki: (Ne derseniz deyin siz.

Bana öyle gelir ki, mağlûb olduk bunda biz.)



Yüksek bir yere çıkıp, baktı merak içinde.

"Nûrdan bir çadır" gördü, o ateşin içinde.



Halîlullah, yastığa dayanmış oturuyor.

O'na benzer biri de, o'na hizmet ediyor.



Hayret içerisinde, seslendi: (Ey İbrâhîm!

Seni, böyle ateşten kurtaran acabâ kim?)



O dahî seslendi ki, o'na ateş içinden;

(Beni Rabbim kurtardı senin bu ateşinden.)



O dedi: (Yâ İbrâhîm, "büyükmüş" Rabbin senin.

Çıkıp ateş içinden, yanıma gelir misin?)



Halîlullah çıktı ve geldi o'nun yanına.

Nemrûd o'nu görünce, kapandı ayağına.



Dedi ki: (Yâ İbrâhîm, merak ettim bu işi.

Kimdi hem yanındaki, sana benzer o kişi?)



Cevâben buyurdu ki: (Melekti o gördüğün.

"Arkadaş olsun" diye, gönderdi Rabbim bugün.)



Dedi: (Senin Rabbini, isterim ki bileyim.

Ve o'na, "dört bin" adet, sığır kurbân edeyim.)



Buyurdu ki: (Îmâna gelmez isen sen eğer,

Senin kurbanlarına, Rabbimiz vermez değer.)



Dedi ki: (Terk edemem, mülk ve saltanatımı.

Ve lâkin keseceğim O'na kurbanlarımı.)



"Dört bin" deve ve sığır, kurbân edip peşinden,

Sonra, îmân etmeyi tasarladı içinden.



Lâkin mâni oldular, yanındaki vezîrler.

(Biraz mühlet iste ve meşveret et) dediler.



O da mühlet istedi, hazret-i İbrâhîm'den.

"Hârân" adlı vezîrle, meşveret etti hemen.



O dedi ki: (Ey Nemrûd, yerin tanrısıyız biz.

Nasıl gök tanrısına kulluk edebiliriz?)



Böyle dediği için, vezîri "Hârân" ona,

Yine nasîb olmadı, gelemedi îmâna.



Bütün bunlara rağmen, Nemrûd ve Keldânîler,

Çok az kimseler hâriç, îmâna gelmediler.



Hattâ Halîlullah'a ve îmân edenlere,

Başladılar ezâ ve ağır işkencelere.



Dayanılmaz olunca, küffârın eziyyeti,

Hak teâlâ onlara, emreyledi hicreti.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
NEMRÛD VE SİVRİSİNEK



"İbrâhîm Halîlullah", Nemrûd'un ateşinde,

Yanmayınca, kâfirler kaldı hayret içinde.



Bir kaç kişi, insâfa gelip îmân ettiler.

Lâkin büyük çoğunluk, îmâna gelmediler.



Üstelik, mü'minlere eziyyet ederlerdi.

Onlar tahammül edip, yine sabrederlerdi.



İbrâhîm Halîlullah, yaptı "son îkâz"ını.

Sonra o kâfirlerden, kesti alâkasını.



Hak teâlâ, "hicret"i emreyledi bu sefer.

Onlar dahî "Bâbil"den, "Şam"a hicret ettiler.



Onlar hicret edince, putperest kavme dahî,

Geldi "sivrisinek"le, bir azâb-ı ilâhî.



Gök yüzünü kaplıyan bir gurup sivrisinek,

Helâk etti onları, kanlarını emerek.



Bir "sinek" de, Nemrûd'a gelip oldu musallat.

Bırakmadı peşini, vermedi aslâ râhat.



Ne tarafa kaçsaydı, geliyordu peşinden.

Aslâ kurtulamadı bu sineğin şerrinden.



Pek çok istediyse de, bu sineği öldürmek,

Muvaffak olamadı, gâlip geldi o sinek.



"İlâhlık" dâvâsına kalkışan o nasîbsiz,

Bir sinek karşısında, tamâmen kaldı âciz.



Ondan kurtulmak için, çâreler arar iken,

Sivrisinek, burnundan içeri girdi birden.



Tâ ki "beyni"ne kadar, ilerleyip giderek,

Râhatsız etti onu, az hareket ederek.



Sinek, kurcaladıkça o ahmağın beynini,

Çok "büyük acı" duyup, kaybederdi kendini.



Başına, "tokmak" ile vurdurdu en nihâyet.

Zîrâ tokmak vurunca, duruyordu bir müddet.



Lâkin vurma durunca, yine kımıldıyordu.

O da, hemen başına, tokmak vurduruyordu.



Husûsî bir "tokmakçı" tâyin etti kendine.

Onun işi, "tokmakla vurmak" idi beynine.



O iyi vuramazsa, hemen değiştirirdi.

Yerine, daha iyi vuranı getirirdi.



Ve artık Nemrûd için, en iyi, makbûl insan,

Ona tokmak vurandı, bıkmadan, usanmadan.



Çünkü o, beynindeki küçük sivrisineğin,

Cefâsından kurtulmak isterdi, bir an için.



Bu hâl, uzun bir süre devâm etti ve fakat,

Vuran tokmakçılarda, kalmadı güç ve tâkat.



Artık usanmışlardı, onlar da vura vura.

Çünkü vurmak lâzımdı, vermeden aslâ ara.



Nihâyet bir tânesi, bundan çok usanarak,

Parçaladı beynini, çok kuvvetli vurarak.



Böylece sona erdi, dünyâdaki hayâtı.

Onu, kurtaramadı mülkü ve saltanatı.



İnsanları, kendine taptırıp senelerce,

"Cehennem azâbı"na yakalandı böylece.



Ne kendi etti râhat, ne âlem buldu huzûr.

Geçip gitti dünyâdan, dayansın ehl-i kubûr.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
EN AHLÂKSIZ KAVİM



Hazret-i İbrâhîm'in, kardeşinin oğluydu.

Siyah gözlü ve güzel, iri, orta boyluydu.



Bütün iyi huylara, sâhip idi ne varsa.

Cömertliği ve sabrı, meşhûr idi bilhassa.



Hazret-i İbrâhîm'le, o da, Bâbil şehrinden,

Birlikte hicret etti, o "Nemrûd"un şerrinden.



Amcasının yanında, Şam'a geldi o dahî.

Orada, o'nun için, geldi vahy-i ilâhî.



Hakkında buyurdu ki, Rabbimiz Halîl'ine:

(Lût, Peygamber olarak, gitsin Sedum kavmine!)



İbrâhîm Halîlullah, çağırıp yeğenini,

Bildirdi kendisine, Allah'ın bu emrini.



Buyurdu ki: (Git hemen, Sedum ahâlisine.

Allah'ın birliğini, teblîğ eyle hepsine.)



O Sedum milleti ki, şimdiki "Lût gölü"nün,

Bulunduğu bölgede yaşıyorlardı o gün.



Birbirlerine yakın, beş müstakil şehirde,

Binlerce Sedum halkı yaşardı o devirde.



Ve lâkin "kâfir" olup, puta tapıyorlardı.

Yol kesip, insanlara zulüm yapıyorlardı.



Bilhassa o güne dek, hiç bir eski milletin,

İşlememiş olduğu, çok iğrenç ve pek çirkin,



Bir fiili, açıkça ederlerdi irtikâb.

Hem de hiç duymazlardı, bir utanma ve hicâb.



"Ahlâksızlık" ve "zulüm", böyle kol geziyordu.

Kuvvetliler, zâlimce zaîfi eziyordu.



Edeb hayâ duygusu, yok olmuştu tamâmen.

En çirkin, ayıp işler, yapılırdı alenen.



Hattâ kimler bu işi çok yaparsa ne kadar,

O kimseler, bilhassa görürdü çok îtibâr.



Hiç kimse, diğerini, bundan men etmiyordu.

Bilâkis yapmıyanlar, hakîr görülüyordu.



Bununla da kalmayıp, öldürülürdü hattâ.

Ahlâksız olmıyanlar, kalamazdı hayâtta.



Yabancı kim gelseydi, kalkıp memleketinden,

Mallarını, zor ile alırlardı elinden.



Ve zorla o kimseye, o çok iğrenç ve çirkin,

Fiili yaparlardı, hiç hayâ etmeksizin.



Ve bir yolcu geçseydi, onların diyârından,

Küçük taş atarlardı, ona yol kenarından.



Kimin taşı isâbet etseydi o yolcuya,

O giderdi onunla o fiili icrâya.



Vardı bu alçaklarda, her türlü kötü haslet.

Meselâ koğuculuk, söz taşımak, hiyânet.



Ve bilhassa hepsinde, var idi ki cimrilik,

Hiç kimse, diğerine yapmazdı bir iyilik.



Herkes üstün görürdü, kendini diğerinden.

Yanlarına yanaşmak, zordu kibirlerinden.



İstihzâ ederlerdi, zaîf kimseler ile.

Bundan, zevk alırlardı, sıkılmak dursun hele.



İşte onlar, hak yoldan kalmışken böyle uzak,

"Lût aleyhisselâm"ı gönderdi cenâb-ı Hak.



Nemrûd'un bir yakını, "Sedum ibni Hârik" nâm,

Bir kral var idi ki, lâyıktı onlara tam.



Velhâsıl "Lût peygamber", Sedum'a oldu vâsıl.

Gördü ki, her işleri günâh, çirkin ve bâtıl.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
O ŞEHİR YERE BATTI



"Lût Nebî"nin evini, sararak o kâfirler,

Dediler: (O gençleri, çabuk getir bize ver!)



O, buna çok üzülüp, buyurdu ki: (Ey kavmim!

Allah'tan korkun, bunlar, misâfirimdir benim.



Beni, bunlara karşı rezîl etmeyin şu an.

Yok mudur içinizde, aklı başında olan?)



Lâkin o inâtçılar, gelmediler insâfa.

Dediler ki: (Biz sana, demiştik ya son defâ,



Bizim işlerimize, bir şey demiyecektin.

Evine, hiç misâfir kabûl etmiyecektin!



Getirip teslîm et ki, bize o üç kişiyi,

Yapalım biz onlara, istediğimiz işi.)



Onlara, ne kadar çok ettiyse de nasîhat,

Kapıda toplanan halk, dağılmıyordu fakat.



İyice darlık geldi, Lût Nebî'nin kalbine,

Şöyle niyâz eyledi, sonra kendi kendine:



(Size yetecek kadar keşke güçlü olsaydım.

Yâhut sağlam bir kale bulup da sığınsaydım.)



Cebrâil işitince, bu duâ ve hâceti,

Dedi ki: (İşte o'nun, dördüncü şehâdeti.)



Hakîkati bildirip, dedi ki: (Elbette biz,

Hak teâlâ katından, gelen habercileriz.



Üzülme, onlar sana yapamazlar bir zarar.

Bu kavmin üzerinde, "azâb-ı ilâhî" var.



Sırf sana ve ehline, bundan kurtuluş vardır.

Lâkin senin hanımın, helâk olanlardandır.



Sen şimdi aç kapıyı, sonra çekil geriye.

Hiç korkma, o kâfirler girsinler içeriye.)



"Lût Peygamber", kapıyı açtı ve çıktı geri.

O azgın çapulcular, daldılar hep içeri.



Ve lâkin kanadıyla, Cibrîl, o kâfirlere,

Vurunca, her birisi, "kör oldu" birden bire.



Şaşkın şaşkın geriye kaçarken dediler ki:

(Evine, sihirbâzlar getirmiş Lût meğer ki.)



Kalpleri mühürlenmiş, o azgın ve sapıklar,

İnanmak nîmetinden, yine mahrûm kaldılar.



Sonra Cibrîl dedi ki o gece Lût Nebî'ye:

(Ehlinle çıkıp gidin, hiç bakmayın geriye.)



Onlar çıkıp gidince, Sedum vilâyetinden,

Ateşte pişmiş "Taş"lar, yağdı gök cihetinden.



Her taşta, bir kâfirin ismi nakşedilmişti.

Ve her taş, sâhibini bulup helâk etmişti.



Sonra Cibrîl, o şehri takarak kanadına,

Çıkardı bir lâhzada, topyekün gök katına.



Sonra da ters çevirip, havada birden bire,

Koca şehri, yüksekten, kuvvetle çarptı yere.



Gadab-ı ilâhînin, nişânesi olarak,

Şehri, yerin dibine geçirdi cenâb-ı Hak.



Açılan o çukura, sonradan pis kokulu,

Siyah sular dolarak, "Lût gölü" hâsıl oldu.



Yaşamadığı için, hiç bir canlı içinde,

"Ölü deniz" olarak, meşhûrdur halk içinde.



Allah ve Peygambere karşı gelen bu kavmin,

Çok çirkin bir günâhı işledikleri için,



Gadab-ı ilâhîye, uğradığına dâir,

Bu göl, mahşere kadar, apaçık bir delîldir.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
NÛR O'NDA PARLIYORDU



Annesi "Hâcer Hâtun", babası "Halîlullah".

Cürhüm kabîlesine gönderdi Onu Allah.



Resûlullahın "Nûr"u parlıyordu alnında.

Kendinden sonra dahî, parladı evlâdında.



Hazreti İbrâhîm'le Sâre Hâtun, mecbûren,

Hicret etmişler idi o Nemrûd'un şerrinden.



Lâkin ikisinin de ilerledi yaşları.

O zamana kadar da, olmadı çocukları.



Halîlullah, el açıp duâ etti: (Yâ Rabbî!

Bana sen, sâlihlerden bir "Oğul" bağışla ki,



Halkı dîne dâvette, yardımcım olsun benim.

Gurbete çıkınca da olsun yâr ve refîkim.)



Hazreti "Sâre"nin de böyle idi murâdı.

Lâkin o ana kadar olmamıştı evlâdı.



"Hâcer" nâm hizmetçisi vardı ki kendisinin,

Onu âzâd eyledi bu işe çâre için.



Dedi ki: (Yâ İbrâhîm, Hâcer'i eyle nikâh.

Belki ondan, bir çocuk bahşeder sana Allah.)



Evlendi Hâcer ile bu teklîf üzerine.

Rabbimiz, "İsmâil"i lutfetti kendisine.



Ne zaman ki İsmâil dünyâya etti teşrîf,

Parlamaya başladı alnında "Nûr-u şerîf".



İbrâhîm Halîlullah, çok severdi oğlunu.

Yanından, bir an bile ayırmazdı hiç onu.



İntikal eyleyince "Nûr-u şerîf" Hâcer'e,

Bir kıskançlık duygusu ârız oldu Sâre'ye.



O ümit ederdi ki, kendine geçsin o "Nûr".

Olmayınca, üzülüp kalben oldu bî-huzûr.



Yine de Halîlullah, onu hoş tutuyordu.

Ve hiç incitmemeye gayret sarfediyordu.



Çoğalınca Sâre'nin kalbindeki bu gayret,

Hazreti İbrâhîm’e geldi bir gün nihâyet.



Dedi ki: (Al yanına İsmâil'le Hâcer'i.

Başka yere götürüp, bırak, hemen dön geri.)



Rabbinden de bir vahiy geldi ki Ona yine:

(Sâre'nin isteğini getiriver yerine!)



O da, hemen Hâcer'le, kundaktaki oğlunu,

Alarak çıktı yola, tuttu Mekke yolunu.



O zamanlar Mekkede, tek insan yaşamazdı.

Ve hattâ içmek için, damla su bulunmazdı.



Bu "ıssız yer"e koyup, oğlu ile Hâcer'i,

Hiç bir şey söylemeden, kendisi döndü geri.



Zîrâ Sâre Hâtun'un şöyleydi şartı ona:

(Konuşmadan geri dön, bakma hem de ardına.)



O da, tenbîh üzere, hiçbir şey konuşmadan,

Dönünce, Hâcer Hâtun koşturdu arkasından.



Dedi: (Bu ıssız yerde, kimse yok görüşecek.

Lokma ekmek, damla su yoktur yiyip içecek.



Bu yer, sıcak ve kurak bir çöldür görüyorsun.

Bizi, yalnız bırakıp nereye gidiyorsun?)



Bunları, tekrâr tekrâr söylediyse de ona,

O, bir cevap vermeyip, devâm etti yoluna.



Hâcer de, son olarak şöyle suâl eyledi:

(Sana, böyle etmeni Allah mı emreyledi?)



Yalnız (Evet) deyince cevâben Halîlullah,

Dedi ki: (Zâyi etmez öyleyse bizi Allah.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
KÂBENİN İNŞÂSI



İbrâhîm Halîlullah, Filistin'den Mekke'ye,

Teşrîf etti, Hazreti "İsmâil"i görmeye.



O ise, o sırada "Zemzem"in yakınında,

Okunu düzeltirdi bir ağacın altında.



Görünce babasının uzaktan geldiğini,

Koşarak, hürmet ile öptü iki elini.



İbrâhîm Halîlullah, dedi: (Ey İsmâilim!

Şerefli bir vazîfe emretti bana Rabbim.)



O dahî cevâbında dedi ki pederine:

(Sana ne emrettiyse, onu getir yerine.)



Buyurdu ki: (Ey oğlum, yaparken bu işi ben,

Sen dahî bana yardım edeceksin bedenen.)



Dedi ki: (Babacığım, ederim elbetteki.

Şereftir benim için, siz emredin yeter ki.)



Halîlullah, oğluna "Peki, dinle! diyerek,

Ve ona, bir "Tepe"yi işâret eyliyerek,



Buyurdu ki: (Ey oğlum, şu tepede, işte bak!

Bana, bir "Beyt" yapmamı emretti cenâb-ı Hak.)



Ve hemen "Baba oğul", sığınıp Yaradan'a,

Kâbenin temelini çıkardılar meydâna.



Taşı, oğlu İsmâil bulup getiriyordu.

O da, o taşlar ile duvarı örüyordu.



Lâkin çok yükselince, güçleşti duvar örmek.

Zîrâ taşı, yükseğe, zor oldu yerleştirmek.



İsmâil, büyük bir "Taş" getirdi pederine.

O, kullandı o taşı bir "İskele" yerine.



Şimdi o taş, "Makâm-ı İbrâhîm" diye, her an,

Ziyâret ediliyor hacılar tarafından.



Binânın yapılması erince nihâyete,

İkisi de el açıp, duâ etti Kâbede:



(Sen bu hizmetimizi kabûl et ey Rabbimiz!

Elbet sence mâlumdur niyetimiz, kalbimiz.)



Halîlullah ve oğlu ve bilcümle mü'minler,

Cibrîl'in târifiyle, birlikte "Hac" ettiler.



Kâbenin bakımını, oğlu İsmâil'ine,

Bırakıp, kendi döndü tekrârdan Filistin'e.



Hazreti İsmâil'i, sonra Rabbil âlemîn,

Cürhüm kabîlesine "Peygamber" etti tâyin.



Başka bir "Din" ve "Kitap" verilmedi kendine.

Çağırdı insanları, "Babasının dîni"ne.



Kavmini, "elli sene" hak yola etti dâvet.

Pek az kimse îmânla şereflendi nihâyet.



Cürhümî reîsinin vardı ki kızı "Hâle",

İkinci kez olarak, evlendi onun ile.



Resûlullahın "Nûr"u, bu mübârek kadına,

Geçerek, ondan dahî geçti oğullarına.



O "Nûr", hep mü'minlerden dolaşarak bu minvâl,

"Hakîkî sâhibi"ne eylemiştir intikâl.



Hazreti İsmâil'in yaklaşınca vefâtı,

Dâvet etti yanına, birâderi "İshak"ı.



Kızını, nikâhlayıp kardeşinin oğluna,

Çeşitli vasiyyetler eyledi sonra ona.



"Yüzotuz üç" yaşında, Kâbede etti vefât.

Kabri, "Hatîm" denilen yerdedir şimdi bizzât.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ŞEYTÂN REZÎL OLDU



Hiç yüz bulamayınca, la’în şeytân "Hâcer"den,

Rezîl rüsvây olarak, geri döndü o yerden.



“İhtiyâr” kılığına girerek aynı minvâl,

"Hazret-i İsmâil"in yanına geldi derhâl.



Dedi ki: (Ey İsmâil, bilir misin ki şu an,

Nereye götürüyor acabâ seni baban?)



Anlamadı o onun, bir “Şeytân” olduğunu.

Dedi: (Ziyâretine götürüyor dostunu.)



Şeytân, yemîn ederek, dedi ki: (Ey İsmâil!

Kesmeye götürüyor, ziyâret falan değil.)



Dedi ki: (Hiçbir baba, öldürür mü oğlunu?

Gördün mü sen ömründe, böyle şey olduğunu?)



La’în şeytân bu sefer, dedi ki İsmâil’e:

(Bunu, Allah emretti, belki de rüyâ ile.)



O dedi: (Bunu Allah emrettiyse eğer ki,

Buna, cân-ü gönülden râzıyım elbetteki.)



Ve sonra, babasına dedi ki: (Bu ihtiyâr,

İster ki versin bana, bir vesvese ve zarar.)



Buyurdu: (Ona taş at, uzaklaşsın bu yerden.)

İsmâil taş atınca, def olup gitti hemen.



Şeytân, "İsmâil"den de, hiç yüz bulamıyarak,

"Hazret-i İbrâhîm"e, yaklaştı son olarak.



Dedi ki: (Ey İbrâhîm, sen yanlış yapıyorsun.

Şeytân vesvesesiyle, hareket ediyorsun.



Bir “Rüyâ” üzerine, oğlunu boğazlama.

Sonra pişmân olursun, çaresi olmaz ama.)



Anladı lâkin onun, bir “Şeytân” olduğunu.

Şöyle cevap vererek, yanından kovdu onu:



(Bu, Rabbimin emridir, sen ise bir şeytân'sın.

İbrâhîm ve ehline, bir zarar yapamazsın.)



Bu cevâbı alınca, “rezîl oldu” bir daha.

Oradan uzaklaştı ve gizlendi bir dağa.



Oradan "vesvese"ler, vermeye etti devâm.

İsmâil’e hitâben, söyledi bâzı kelâm.



Dedi ki: (Ey İsmâil, şimdi kanın akacak.

Öleceksin, kabrin de içimde bulunacak.)



İsmâil, babasına arz etti ki o zaman:

(Şöyle şöyle bir sesler duyuyorum şu dağdan.)



Buyurdu ki: (Evlâdım, duyarım ben de, fakat,

Şeytândır o konuşan, etme ona iltifât.)



Sonra, “Buseyr dağı”na, iyice yaklaştılar.

O anda, göklerdeki melekler ağlaştılar.



Dediler: (Sübhânallah! Bir peygamber, oğlunu,

“Boğazlamak” üzere, getirdi şimdi o’nu.



Sabr-ü tahammülünü ziyâde et sen o’nun.

Zîrâ hiç tereddütsüz, emrine eğdi boyun.)



Velhâsıl Halîlullah, orada İsmâil’e,

Gördüğü rüyâları, anlattı tamâmiyle.



Ve sonra buyurdu ki: (İşte böyle evlâdım!

Seni kurbân etmeyi, Rabbimden emir aldım.



Ve seni, bu maksatla getirdim ben bu yere.

Bu bâbda fikrin nedir, ne diyorsun bu emre?)



Dedi ki: (Babacığım, ne derim ki bendeniz.

Beni boğazlamanı, emretti mi Rabbimiz?)



O, “Emretti” deyince onun bu suâline,

“Sürûr” ve “Sevinç” doldu, İsmâil’in kalbine.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BIÇAK KESMEDİ



Halîlullah, güzelce biledi bıçağını.

Sonra “Tekbîr” söyleyip, andı “Allah” adını.



Ve bütün kuvvetiyle bıçağı vurdu, ancak,

İsmâil’in boynunu, kesmedi keskin bıçak.



Hayret edip, kuvvetle, bir daha çaldı onu.

Bıçak yine kesmedi, İsmâil’in boynunu.



Uğraşıp sürdüyse de bıçağı tekrâr tekrâr,

Hikmet-i ilâhîyle, etmedi yine de kâr.



Şaşırıp, bıçağını tekrâr aldı eline.

Bileyip, var gücüyle boynuna sürdü yine.



Yine kesemeyince, evlâdı İsmâil’i,

Olan bu hâdiseye, hayret etti bir hayli.



İsmâil arz etti ki: (Babacım, dene şunu.

Bastır şah damarıma, o bıçağın ucunu.)



Öyle yapıp, kuvvetle bastırdı diziyle de.

Lâkin bıçak, onu hiç kesmiyordu yine de.



Hattâ o bastırmakla, bıçak oldu iki kat.

Buna rağmen “iz bile”, yapmadı onda fakat.



Üzülüp, o bıçağı şiddetle çaldı taşa.

Bir anda koca kaya, yarıldı baştan başa.



Bıçak dile gelerek, dedi ki: (Yâ İbrâhîm!

Sâkin ol, benim sana var şöyle bir suâlim:



Nemrûd, seni ateşe attığında o günü,

Ne için yakmamıştı, o ateş vücûdünü?)



Şaşırıp, o bıçağa buyurdu ki cevâben:

(Hak teâlâ ateşe, “Yakma” dedi meâlen.)



Bıçak arz eyledi ki, sonra Halîlullah’a:

(Ateşe, “Yakma” diye emrettiyse bir defâ.



Bana, tam yetmiş defâ "Kesme" dedi Rabbimiz.

Mâzur gör yâ İbrâhîm, böyle emir aldık biz.)



Halîlullah, bıçaktan duyunca bu sözleri,

Hayret ve şaşkınlıktan, oturdu diz üzeri.



İsmâil, o sırada dedi ki ona yine:

(Günâhkâr olmıyalım, emri getir yerine!)



“İki emr” arasında, şaşırdı tam olarak.

O anda kendisine, vahyetti cenâb-ı Hak:



(Yâ İbrâhîm, rüyânı tasdîk ettin pek iyi.

Sen, yaptın üzerine düşen bu vazîfeyi.



Şimdi, bana münâsip ihsânımı gör benim.

Başını kaldırıp da, dağa bak yâ İbrâhîm!)



Halîl, emre uyarak yukarı baktığında,

Besili bir "Koç" gördü, Mekke’nin o dağında.



Cennet bahçelerinde, otlamıştı kırk sene.

Cebrâil indirmişti bu koçu kendisine.



(Bu, oğluna fedâdır) buyurdu cenâb-ı Hak.

Halîlullah o koçu, gidip yakalıyarak,



Minâ’da kurbân etti, İsmâil’in yerine.

Allahın “Kurbân” emri, yerine geldi yine.



Onların yanlarına, geldi sonra Cebrâil.

Oğluna hitâb edip, buyurdu: (Yâ İsmâil!



Rabbimiz, senin için şöyle buyurdu bana:

“İsmâil ne isterse, vereceğim ben ona.”)



O dahî, ellerini duâya kaldırarak,

Dedi ki: (Yâ ilâhî, sana, mü’min olarak,



Ölüp de gelenleri, affeyle tamâmiyle.)

Rabbimiz, “Kabûl ettim” buyurdu bir vahiyle.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BU, NASIL MÜJDEDİR?



İbrâhîm Halîlullah, Nemrûd'un ateşinden,

Kurtulup, hicret etti onun memleketinden.



Hanımı Sâre ile, bir yere geldiler ki,

Ahlâksız ve zâlimdi o ülkenin meliki.



"Sâre"yi görür görmez, oldu ona musallat.

Sâre ise, Allaha eyledi münâcaât:



(Yâ Rabbî, bu zâlimin şerrinden koru beni!)

Der demez, o ahlâksız yerde buldu kendini.



Hattâ eli ayağı hiç tutmaz oldu hepten.

Yalvardı ki: (Duâ et, kurtulayım bu dertten.)



Sâre duâ edince, kalktı ve buldu sıhhat.

Ve lâkin kurtulunca, oldu yine musallat.



Elini uzatınca tekrârdan o edebsiz,

Yine yere devrilip, kaldı tam hareketsiz.



Bu hâl vâki olunca, kendisine üç defâ,

Korktu ve pis elini uzatmadı bir daha.



Hem de, "Hâcer" adında, çok asîl bir hâtunu,

Hizmetine vererek, bıraktı artık onu.



"Halîlullah" ve "Sâre" oradan ayrılarak,

Filistin’e geldiler Hâcer'i de alarak.



Sâre Hâtun dedi ki Hazreti İbrâhîm'e:

(Ben yaşlandım, Hâcer'i nikâh eyle kendine.)



Hâcer'le evlenince İbrâhîm Halîlullah,

"Hazreti İsmâil"i bahşetti ona Allah.



Resûlullahın "Nûr"u, önce bu hanımına,

Ondan da geçiverdi İsmâil'in alnına.



İbrâhîm Halîlullah, bu "Nûr"un sebebiyle,

Fazla ilgi gösterdi "Hâcer"le "İsmâil"e.



Sâre'nin gayretine dokununca işbu hâl,

Hazreti İbrâhîm’e bir vahiy geldi derhâl:



Hâcer'le İsmâil'i, bu vahiy üzerine,

Götürdü Beytullahın şu andaki yerine.



Lâkin o yer çok ıssız, tenhâ idi o zaman.

İkisini bırakıp, geri döndü oradan.



Halîlullah'ın yaşı, ne zaman ki "Yüz" oldu,

Sâre'nin yaşı dahî "Yetmiş"i geçiyordu.



Bir gün Sâre Hâtunla, Halîl aleyhisselâm,

Otururken, melekler geldi ve verdi selâm.



Halîlullah, onları buyur etti içeri.

Lâkin tanıyamadı bu gelen kişileri.



Çıktı ve et kızarttı onlardan hiç habersiz.

Önlerine getirip, dedi: (Yemez misiniz?)



Onlar bir behâneyle o etten yemeyince,

"Melek" olduklarını bilip korktu iyice.



Melekler dediler ki: (Korkma, bizler meleğiz.

Seni, "İshak" adında oğulla müjdeleriz.)



Sâre bunu işitip, çok taaccüb eyledi.

(Ben acûze hâtunum, bu nasıl olur?) dedi.



Halîlullah’a dahî garîb geldi bu tebşîr.

Buyurdu: (Ey melekler, bu ne garîb müjdedir?



Bu ihtiyârlığımda nasıl oluyor da siz,

Bana, "Oğlun olacak" diye müjdelersiniz?)



Dediler ki: (Hak ile müjdeledik biz seni.

Allahın rahmetinden hiç kesme ümîdini.)



Buyurdu ki: (Allahın rahmeti bî-pâyândır.

Ondan ümit kesenler, bundan gâfil olandır.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
RÜYÂ GÖRDÜ BİR GECE



Ken'an iline gelen Hakk'ın Peygamberidir.

Ve "hazreti Yûsüf"ün kıymetli pederidir.



Babası "İshak Nebî", rüyâ gördü bir gece.

Bir ağaç yükselmişti belinden pek büyükçe.



Hayretle bu ağaca baktığında, bu defâ,

Gördü ki, çok dal budak saldı dört bir tarafa.



Sonra bir ses duydu ki: (Gördüğün bu dal budak,

Evlâdından gelecek Nebîlerdir ey İshak!)



Uykudan uyanınca, sevindi, ferahladı.

Tâ ki yaşlandığında, oldu ikiz evlâdı.



"Îys" ve "Yâkub" adını verdiği bu oğullar,

Büyüyüp, kendisine hizmete koyuldular.



Ne zaman ki vefâtı yaklaşınca nihâyet,

Bu iki evlâdını, yanına etti dâvet.



"Yâkub aleyhisselâm" huzûruna girince,

Ellerini açarak duâ etti şöylece:



(Neslimden çok Nebîler gelecekti yâ Rabbî!

İşte bu evlâdımdan zuhûr ettir o va'di.)



"Îys" dahî girdiğinde, eyledi şöyle duâ:

(Soyundan çok melikler göndersin Hak teâlâ.)



Lâkin Îys, Yâkub için ettiği temennîyi,

Kendine yapılandan görünce daha iyi,



Bir "Kıskançlık" duygusu giriverdi içine.

Ve düşmanlık besledi hemen bu kardeşine.



İshak Nebî, görüp bu Îys'in kıskançlığını,

İki eşit parçaya ayırdı mallarını.



Hattâ bir karışıklık çıkmaması için de,

Verdi hisselerini her iki kardeşin de.



Lâkin İys, buna dahî râzı gelmediğinden,

Yâkub’a düşeni de, zorla aldı elinden.



Kalmayınca Yâkub’un elinde bir nesnesi,

Annelik şefkatiyle üzüldü vâlidesi.



Dedi ki: (Kalk evlâdım, dayının yanına var.

Ümit ediyorum ki, o sana yardım yapar.)



"Peki" deyip, Harrân'a vâsıl oldu nihâyet.

Bir kuyuya uğrayıp, orada aldı abdest.



Sonra da namâz kılıp, duâ etti Rabbine.

Kalktı ve dayısını suâl etti birine.



Meğerse dayısının kızı imiş o dahî.

Dönünce, babasına söyledi bu haberi.



O dedi ki: (Ey kızım, o kimseyi çağır git!)

Kız gidip çağırınca, eve geldi o vakit.



Dayısı Onu görüp, suâl etti ki hemen:

(Ey genç, sen kimlerdensin ve teşrîfin nereden?)



Dedi: (Adım "Yâkub"tur, hem "İshak"ın oğluyum.

Annemin isteğiyle tâ Şam'dan geliyorum.



Ninem "Sâre Hâtun"dur, kardeşim var "Îys" diye.

Babam vefât edince, yöneldim bu beldeye.)



Dayısı, bu habere çok sevindi içinden.

Ve ona, vazîfeler verdi kendi işinden.



Büyük kızı "Leyâ"yı, eyledi ona teklîf.

Lâkin onun gözünde, bir kusûr vardı hafif.



Küçük kızı "Râhil"e tâlip oldu o fakat.

Dayısı, "Küçük" deyip, etmedi muvâfakat.



Önce, büyük kızını verdi bu yeğenine.

Yedi sene sonra da, küçüğü verdi yine.



Küçük kızı Râhil'den, gâyet güzel ve şerîf,

"Yûsüf aleyhisselâm" dünyâya etti teşrîf.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ONU KUYUYA ATTILAR



Yâkub aleyhisselâm, görmüştü ki rüyâda,

"Yûsüf'e, on tâne kurt saldırıyor bir anda.



Yer yarılıp, içeri düşüyor sonra birden.

Üç gün sonra çıkıyor, yine o yer içinden."



Yâkub aleyhisselâm, bu rüyâyı görünce,

Oğlu Yûsüf hakkında korkuya düştü nice.



Kardeşleri gelince "Yûsüf'ü almak" için,

Bu yüzden gitmesine vermedi önce izin.



Buyurdu ki: (Siz onu götürürseniz eğer,

Onun bu ayrılığı, beni çok mahzûn eder.



Ayrıca Yûsüf'ümü ayırmayın ki benden,

Korkarım kurt yer onu, siz ondan gâfil iken.)



Dediler ki: (Bu kadar güçlü, kuvvetliyken biz,

Onu yalnız bırakıp, kurda yedirir miyiz?)



Yâkub aleyhisselâm, (Onu, kurt yer) demekle,

"İp ucu" vermiş oldu onlara böylelikle.



Çünkü onlar, bir kurdun, aslâ o güne kadar,

İnsan yiyeceğini bilmiyorlardı zinhâr.



Akşam döndüklerinde, ona verecekleri,

Cevâbı, böylelikle öğrenmişti herbiri.



Velâkin babaları müsâde etmeyince,

O ara bir kurnazlık düşündüler hemence.



Yâni babalarını iknâ için, bu sefer,

Gidip, küçük "Yûsüf"ü buna iknâ ettiler.



Onu, kıra gitmeye böyle râzı ederek,

Tekrâr babalarına geldiler seğirterek.



Dediler: (Ey babamız, işte sor kendisine.

O da gelmek istiyor bu kır gezintisine.)



Yâkub Nebî, bu sefer takdîre oldu râzı.

Zîrâ baktı, onun da vardı buna rızâsı.



Kır elbiselerini giydirip üzerine,

Gönderdi onu dahî, onlarla kır yerine.



Onlar uzaklaşmadan henüz babalarından,

Yûsüf'e çok yakınlık gösterdiler yalandan.



Lâkin daha yürüyüp, gözden ırak olunca,

Ezâya başladılar hemen o yavrucağa.



Dediler ki: (Ey yalan rüyâ sâhibi kişi!

Söyle, nasıl uydurdun yıldız, Ay ve Güneşi?



Hani o Ay ve Güneş, nerede o yıldızlar?

Çağır da, gelip seni ölümden kurtarsınlar.)



Bir kuyunun başına geldiler sonra o gün.

Üstünden gömleğini çıkardılar Yûsüf'ün



Kuyuya sarkıttılar, ipe sarıp belinden.

Yarısına gelince, kestiler ipi birden.



Bir miktâr su var idi, o kuyunun dibinde.

Yûsüf düştü o suya ipi kestiklerinde.



Cebrâil ismindeki meleğe, Hak katından,

(Kuluma yetiş!) diye, bir hitâb geldi o an.



Cebrâil, bu emirle kuyuya derhâl varıp,

Onu, kaya üstüne oturttu sudan alıp.



Ve duâ etmesini söyledi ona yine.

O dahî şu şekilde duâ etti Rabbine.



Dedi: (Ey duâları işiten, kabûl eden!

Lütfedip kurtar beni bu sıkıntılı yerden)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ELLERİNİ KESTİLER



Zelîhâ, hakkındaki bu dedikoduları,

İşitip, utandırmak arzu etti onları.



Düşündü ki; "Siz dahî görseniz onu bir an,

Şüphesiz olurdunuz siz de meftûn ve hayrân.



Yakında o güzeli siz de göreceksiniz.

Bakalım siz o zaman neler diyeceksiniz?



Onu böyle sevmekte, elbette ben mâzurum.

Bunu, siz kadınlara anlatmak istiyorum."



O, böyle düşünerek, evinde bir ziyâfet,

Tertîb edip, onlardan "kırk kişi" etti dâvet.



Oturttu her birini râhat minderlerine.

Birer de "Bıçak" verdi, herbirinin eline.



Zîrâ o, önlerine, bıçakla kesilerek,

Yenecek yiyecekler getirmişti bilerek.



Velhâsıl misâfirler, yerlerini aldılar.

Meyveleri, bıçakla soymaya başladılar.



Hazreti Yûsüf'e de söyledi ki o ara:

(Ey Yûsüf, çık da bir an görün şu kadınlara!)



O da, çıkıp yürüdü bir defâ önlerinden.

Kadınlar onu görüp, bayıldı hepsi birden.



Çünkü "Yûsüf Nebî"nin yüzündeki güzellik,

Akıllara durgunluk verirdi görünce ilk.



Kadınlar, hayrân olup onun güzelliğine,

Ellerini kestiler hepsi meyve yerine.



Hiç acı duymadılar hattâ bu kesilmeden.

Zîrâ tam geçmiş idi, hepsi de kendisinden.



"Hazreti Yûsüf" gibi güzeli, o kadınlar,

Aslâ görmemişlerdi çünkü o güne kadar.



Haklılardı bu yüzden, kesmekte ellerini.

Çünkü ilk görmüşlerdi böyle güzel birini.



"Yûsüf Nebî", sokakta dolaşsaydı bir ara,

Yüzünün parıltısı yansırdı duvarlara.



Eğer aç olan biri, görseydi onu bir an,

Hemence kurtulurdu açlık sıkıntısından.



Yine dertli bir kimse, görse idi yüzünü,

Ânında unuturdu cümle üzüntüsünü.



Bütün bunlara rağmen Yûsüf aleyhisselâm,

Daha güzel değildi "Resûl-i kibriyâ"dan.



Ona, verilmiş idi güzelliğin bir "Cüz'ü",

Onun için çok güzel, nûrluydu gâyet yüzü.



"Tamâm"ı verilmişti lâkin Resûlullaha.

Bu yüzden Resûlullah, güzeldi ondan daha.



Hattâ en güzeliydi, o, cümle mahlûkâtın.

Çünkü Habîbi idi, Allahü teâlânın.



Yaratmadı Rabbimiz, Ondan güzel birini.

Lâkin örttü herkesten Onun güzelliğini.



Bir gün eshâbı kirâm sordu Resûlullaha:

(Siz ve Yûsüf Nebî'den, hanginiz güzel daha?)



Buyurdu ki: (Güzeldir kardeşim Yûsüf benden.

Daha çok sevimliyim ben kardeşim Yûsüf'ten.)



Evet, Yûsüf Nebî'den güzeldi Resûlullah.

Lâkin güzelliğini gizledi Onun Allah.



Eğer gösterilseydi hakîkî melâhati,

Bakmaya, hiç kimsenin yetişmezdi tâkati.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
SABIR, GÜZEL ŞEYDİR



Dokuz kardeş, Mısır'dan dönünce evlerine,

Durumu anlattılar aynen pederlerine.



"Bünyâmin"in, Mısırda hırsızlık yaptığını,

Bu yüzden tutuklanıp, orada kaldığını,



Söylediler ise de, inanmadı o fakat.

Çünkü o, etmiyordu onlara tam îtimat.



Çünkü "Yûsüf" için de, kendisine bir zaman,

Söylemişlerdi onlar, böyle hîle ve yalan.



Bu sebeple onlara buyurdu: (Hayır, hayır!

Bu iş böyle değildir, bunda başka hâl vardır.



Muhakkak ki aldatmış sizi nefisleriniz.

Bizim dînin hükmünü, nerden bilsin o Azîz?



Bana düşen, sabırdır, umarım Rabbim yine,

Kavuşturacak beni Yûsüf'le Bünyâmin'e.)



O, zâten ağlıyordu gece ve gündüzleri.

Hattâ görmez olmuştu ağlamaktan gözleri.



Oğulları dedi ki: (Niçin hep ağlıyorsun?

Ve ne için onları hiç unutamıyorsun?



Eritip bitirecek bu hasret seni artık.

Bırak bu ağlamayı, kendine etme yazık.)



Evet, Yâkub Peygamber üzülüyordu, ama,

Bu belâ karşısında sabırlıydı dâimâ.



Bunun için etmedi kat'iyyen feryât, figân.

Ve şikâyet etmedi kimseye hiçbir zaman.



Hazreti Azrâil de, üzülüp hattâ buna,

Tesellî etmek için geldiyse de yanına,



Buyurdu: (Ey Azrâil, Yûsüf’ümü görmeden,

Rûhumu almaya mı bana geldin yoksa sen?)



Azrâil arz etti ki: (Hayır, senin derdine,

İştirak etmek için geldim ziyâretine.)



Velhâsıl onun derdi olsa da hayli fazla,

Yine de şikâyette bulunmadı o aslâ.



Buyurdu ki: (Ben aslâ şikâyet etmiyorum.

Derdimi, ben Rabbime ancak arz ediyorum.)



Yâkub aleyhisselâm, Yûsüf'ünden velhâsıl,

Ayrı kaldı kırk sene, veyâhut da ****en yıl.



Ve bu müddet zarfında devâmlı ağladı hep.

Gözlerinden akan yaş, dinmedi bundan sebep.



Lâkin Yâkub Peygamber, yine bu hâli ile,

Kat'iyyen unutmadı Rabbini bir an bile.



Âlimler buyurur ki: (Daraldığında kullar,

Allahü teâlâya daha yakın olurlar.)



Kaldı ki, O, Allahın büyük Peygamberiydi.

Ve kalbi, her mahlûkun sevgisinden berîydi.



O, Hazreti Yûsüf’ü çok seviyordu, evet.

Onun muhabbetiyle ağladı uzun müddet.



Ama oğluna olan bu sevgisi de yine,

Hiç mâni olmuyordu Rabbinin sevgisine.



Çünkü o da Allahın Peygamberiydi zâten.

Onu sevmek, Allahı sevmekle birdi aynen.



Nitekim Resûlullah buyurdu ki: (Bir kimse,

Beni, kendi nefsinden daha çok sevmez ise,



Hattâ ebeveyninden ve bütün insanlardan,

Daha çok sevmedikçe, olmaz kâmil müslümân.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ASLÂ ÜMİT KESMEYİN!



Yâkub aleyhisselâm, oğlu "Yûsüf Nebî"den,

Sonra, ayrılmış oldu evlâdı "Bünyâmin"den.



Hasretiyle yanarken oğlu Yûsüf Nebî'nin,

Bu hasrete, şimdi de eklenmişti Bünyâmin.



Ama o, hiç şikâyet etmeyip insanlara,

Bir "Sabır nümûnesi" gösterdi biz kullara.



Buyurdu ki: (Ben aslâ şikâyet etmiyorum.

Zîrâ bilmediğiniz şeyleri biliyorum.)



O demek istedi ki: "Peygamberlik hâliyle,

Rabbim, bana çok şeyi bildiriyor vahiyle."



Tefsîr âlimlerinin çoğu şöyle buyurdu:

Yâkub Nebî, ümitle bir şeyi bekliyordu.



Yıllardır hasretini çektiği Yûsüf'üne,

O, kavuşacağını beklerdi bir gün yine.



Ziyâretine gelen Azrâil’e, o bir gün,

Sormuştu ki: (Rûhunu aldın mı Yûsüf'ümün?)



Azrâil "Hayır" deyip ve Mısır'ı o ara,

Gösterip, demişti ki: (Orada onu ara!)



Ve ikinci olarak, oğlu Yûsüf Nebî'nin,

Küçük iken gördüğü bir "Rüyâ" vardı ilkin.



İnanıp onun "sâdık bir rüyâ" olduğuna,

Ümitle, kavuşmayı bekliyordu oğluna.



Ve yine oğulları, Mısır'dan edip avdet,

Azîz'i, kendisine methetmişlerdi gâyet.



Onu, her yönü ile methettikleri için,

"Yûsüf" olacağını düşündü o kişinin.



Bünyâmin'in hırsızlık yaptığına da zâten,

En ufak bir ihtimâl vermemişti esâsen.



Hattâ yakalayınca kendisini o Azîz,

Dövmeyip, gâyet iyi davranmıştı bilâkis.



Yâkub aleyhisselâm, bunu da öğrenince,

Bu husûsta tahmîni kuvvetlendi iyice.



Yâni "Mısır Azîzi" dedikleri kişinin,

"Yûsüf" olacağını düşündü bunun için.



Bu yüzden demişti ki: (Gidin Mısır iline.

Olur ki rastlarsınız Yûsüf'ün bir izine.



Aslâ ümit kesmeyin Rabbimizin lutfünden.

Gidin, haber getirin bana siz Yûsüf'ümden.)



Onlar "Peki" diyerek, Mısır'a yollandılar.

Gelip Yûsüf Nebî'nin huzûruna vardılar.



Dediler ki: (Ey Azîz, inan ki ailemiz,

Pek kalabalık olup, kalmadı zahîremiz.



Paramız az ise de, ihsân et yine bize.

Birer yük buğday ver de, dönelim evimize.



Bundan ayrı olarak vardır ki bir derdimiz,

"Bünyâmin" sebebiyle üzgündür pederimiz.



Zâten o ağlıyordu gece gün Yûsüf'üne.

Bu da ilâve oldu bu derdinin üstüne.



Gerçi "Yûsüf" hakkında ümîdimiz yok, lâkin,

Eliniz altındadır kardeşimiz "Bünyâmin".



Onun firâkı ile, hep ağlıyor babamız.

Onu âzâd eyle ki, tam olsun ihsânınız.



İyilikte bulun ki bizlere sen bu yolla,

İyilik edenleri çok sever Hak teâlâ.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
İŞTE BUDUR O RÜYÂ



Yâkub aleyhisselâm, o müjdeyi getiren,

Oğlundan, "Yûsüf"ünün hâlini sordu hemen.



O oğlu, cevâbında dedi ki: (Çok iyidir.

O, Mısır ülkesinin mâliye vekîlidir.)



Buyurdu: (Ne yapayım bu dünyâ mevkîini.

Ben asıl sorarım ki, nicedir acep dîni?)



O dahî arzetti ki: (Çok şükür hak dindedir.

İbrâhîm Halîlullah dîni üzerindedir.)



Sevindi bu cevâba Yâkub aleyhisselâm.

Buyurdu: (Şimdi oldu ve nîmet oldu tamâm.)



Sonra da oğulları dediler: (Ey babamız!

Îtirâf ederiz ki, bizler çok günâhkârız.



Allahü teâlâya bizim için duâ et.

Bizim günâhımızı etsin af ve mağfiret.)



Buyurdu: (Sizin için elbet duâ ederim.

Kulların günâhını affeder çünkü Rabbim.)



O gece seher vakti, kalktı ve kıldı namâz.

Allahü teâlâya eyledi şöyle niyâz:



(Yâ ilâhî, Yûsüf'ün benden ayrılığına,

Tahammül edemedim, sığınırım affına.



Yine oğullarımın, Yûsüf'e yaptıkları,

İşlerinden ötürü, affeyle sen onları.)



Hak teâlâ, "Onları mağfiret ettim" diye,

Vahiyle haber verdi, hemen Yâkub Nebî'ye.



Velhâsıl Yâkub Nebî, emredip evlâdına,

Başladılar hemence sefer hazırlığına.



"Yetmişüç kişi" idi tamâmı kadın erkek.

Çıktılar yolculuğa, develere binerek.



Mısır'a yaklaşmıştı kafile böylelikle,

Yûsüf aleyhisselâm görüştü melik ile.



Karşılamak üzere muhterem babasını,

Topladı askeriyle bütün ümerâsını.



Bilcümle ahâli de, karşılamak üzere,

Toplu hâlde çıktılar şehirden uzak yere.



"Baba-oğul" gördüler birbirini nihâyet.

Doruğuna çıkmıştı onlardaki bu hasret.



Develerden inerek, yürüyüp yaklaştılar.

O anda ikisi de, sevinçten ağlaştılar.



Nihâyet "baba oğul", hasret ve muhabbetle,

Hemen birbirlerine sarıldılar kuvvetle.



Daha sonra onları, Yûsüf aleyhisselâm,

Sarayına getirip, gösterdi çok ihtimâm.



"Anne" ve "Baba"sına etti çok tâzim, hürmet.

Görülmemiş şekilde eyledi ikrâm, izzet.



Çıkarttı ikisini tahtının üzerine.

Bu lutfünden dolayı şükreyledi Rabbine.



Buyurdu ki: (Ey babam, işte budur o rüyâ.

Hak teâlâ, bizleri getirdi bir araya.)



Yâkub aleyhisselâm, kavuşup bu nîmete,

Yirmidört sene sonra, göç etti âhirete.



"Yûsüf Peygamber" dahî, bir müddet sonra Ondan,

Mısırda vefât edip, ayrıldı bu dünyâdan.



Bu iki Peygamberin hürmetine ilâhî!

Böyle sevgi, muhabbet ihsân et bize dahî.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ÖNCE ÇOK ZENGİN İDİ



"Eyyûb aleyhisselâm", Benî İsrâil için,

Gönderdiği büyük bir Nebî'dir Rabbimizin.



Çağırdı insanları Allahın birliğine.

"Yedi kişi" inandı kavminden kendisine.



Çok malı mülkü ile, var idi on evlâdı.

Hak teâlâ, onların hepsini geri aldı.



Hep "Hastalık" içinde sürdüyse de bir hayât,

Hiç şikâyet etmeyip, sabretti yine fakat.



Yeniden sıhhat bulup, yaşadı "Yüzkırk" sene.

Daha çok mal ve evlât verildi kendisine.



Güzel huylu ve cömert, merhametli idi pek.

Yardımda bulunurdu muhtâçlara, severek.



Malına, evlâdına geldiyse de çok ziyân,

Yine geri durmadı ibâdetten o bir an.



Hastalıktan, yıllarca oldu da mutazarrır,

Takdîre râzı olup, gösterdi yine sabır.



Hem öyle bir sabır ki, makbûldü Hak indinde.

Bir "Darb-ı mesel" oldu, insanlık târihinde.



Onun güzel huyu ve sabrını, cenâb-ı Hak,

Kur'ân-ı kerîminde methetti net olarak.



Buyurdu ki: (Biz ona, belâlar verdik, ama,

Bunların herbirine o sabretti dâimâ.



O, ne güzel bir kuldu, hakîkaten onu biz,

Yüzünü, hep Allaha dönmüş bulduk şüphesiz.)



O, neseb yönünden de çok asîldi devrinde.

Beşinci torunuydu "İshak Peygamber"in de.



Dedesi İshak Nebî, duâ ettiği için,

Onun bereketiyle olmuştu hayli zengin.



Sürü sürü hayvanlar, bağlar ile bahçeler.

Vardı haddi hesâbı bilinmiyen akçeler.



Yalnız çiftliklerinde, ücret ile çalışan,

Binlerce insan vardı işçi, memur, bahçıvan,



Velhâsıl en zengini, o idi zamanının.

Hesâbı bilinmezdi servet-ü sâmânının.



O kadar fazla iken malı, mülkü, serveti.

Hiç yok idi kalbinde onlara muhabbeti.



O, kendini tamâmen vermiş idi Rabbine.

İbâdet ediyordu gece gün Sâhibine.



Servetinin çokluğu, onu, Allah yolundan,

Ve Ona ibâdetten alıkoymadı bir an.



Hak teâlâ Cibrîl'i gönderip kendisine,

Onu "Peygamber" yaptı o yer ahâlisine.



Allahın birliğine eyledi halkı dâvet.

Bu uğurda uğraşıp, çekti çok dert ve zahmet.



Sonra malı, evlâdı ve bedeniyle de hem,

İmtihân edilerek, çekti çok gam ve elem.



Pek çok sıkıntılara göğüs gerdi be gâyet.

Yine de hiç birinden eylemedi şikâyet.



Düşünüp hep bunların "İmtihân" olduğunu,

Bırakmadı bir lâhza Rabbine kulluğunu.



Bilhassa "Sabr"ı ile ve başka huylarıyle,

Sonraki insanlara örnek oldu hâliyle.



Ona gelen belâ ve musîbetlere de hep,

Rahmetten uzaklaşmış "şeytân"dı asıl sebep.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
İLÂHÎ İMTİHÂN



"Eyyûb aleyhisselâm", zengin idi be gâyet.

Rabbine, gece gündüz yapıyordu ibâdet.



Ne zaman ki Rabbini ansa idi o eğer,

Ona selâm verirdi göklerdeki melekler.



O, bu minvâl üzere sürerken böyle hayât,

Allah, onu "İmtihân etmeyi" etti murat.



Onun sâhip olduğu malların hepsi birden,

Türlü vesîlelerle gidiverdi elinden.



"Koyunlar"ı, sel ile tamâmen oldu telef.

O, buna üzülmeyip, etmedi aslâ esef.



Kuvvetli rüzgârla da, "Mahsûl"ü oldu heder.

Yine hiç üzülmeyip, etmedi aslâ keder.



Velâkin mel'ûn şeytân, bunu fırsat bilerek,

Geldi "Çoban" şeklinde, ağlayıp inliyerek.



Dedi: (Mallarınıza geldi ki öyle belâ,

Helâk etti onların hepsini Hak teâlâ.



Öyle ki, ne bir koyun, ne de canlı bir hayvan.

Geriye, bir çöp bile kalmadı bunca maldan.)



Eyyûb aleyhisselâm bunları öğrenince,

Hiç şikâyet etmeyip, hamdeyledi hemence.



Buyurdu ki: (Üzülme, yok olan o nîmetler,

Bana, Hak teâlâdan gelmişti birer birer.



Emânet duruyordu o mallar bende önce.

Hakîkî Sâhibine gitmiş oldu böylece.)



Bu cevap, "şamar" gibi şeytânın suratına,

İnince, çekip gitti hiç bakmadan ardına.



Yine Eyyûb Nebî'nin "On oğlu" vardı ki hem,

Hepsi, ilim sâhibi kimselerdi muhterem.



"İmtihân etmek" için Allah bu Nebîsini,

Bir âfetle, onların geri aldı hepsini.



Hocada ders okurken, zelzele oldu birden.

Böylece "On oğlu" da vefât etti âniden.



O şeytân, bu sefer de "Hoca" şekli alarak,

Geldi Eyyûb Nebînin yanına ağlıyarak.



Gözünden yaş yerine kanlar akıtıyordu.

Yerden toprak alarak, başına saçıyordu.



Diyordu ki: (Yâ Eyyûb, yıkıldı evin barkın.

Ve altında kalarak, can verdi on evlâdın.



Parça parça oldular hepsi enkaz altında.

Feryât figân ederek öldü on evlâdın da.



Onların feryâtları gitmiyor kulağımdan.

Eğer sen işitseydin dayanamazdın bir an.)



Eyyûb aleyhisselâm, onun bu sözlerinden,

Üzülüp, yaş boşandı mübârek gözlerinden.



Şeytân bekliyordu ki, eylesin o da feryât.

Sabır ve tevekkülü bırakmadı o fakat.



Bir "şeytân" olduğunu anladı çünkü onun.

Rabbine hamd ederek buyurdu ki: (Ey mel’ûn!



Eğer vefât ettiyse benim "On evlâdım" da,

Emânet bulunurdu zâten benim yanımda.



Onlar, Hak teâlânın bana bir nîmetiydi.

Geçici zaman için bana emânetiydi.



Malım da, evlâdım da, aslında O'nundu hep.

Ne için incineyim Rabbime bundan sebep?)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
HASTALIKTAN KURTULMASI



"Eyyûb aleyhisselâm", o şehrin hâricinde,

Yaşıyordu küçük bir kulübenin içinde.



Onu, Rahîme Hâtun yapmıştı ot ve saptan.

Ona hizmet ederdi bıkmadan, usanmadan.



Bir gün Rahîme Hâtun, yiyecek aramağa,

Kulübeden ayrılıp, gitmişti az ırağa.



O, Eyyûb Peygamberin ayrılınca yanından,

Henüz akşam olmaya var idi hayli zaman.



Tekrârdan kulübeye dönmemişti ki hemîn,

Hak teâlâ emriyle, geldi Cibrîl-i emîn.



Ve ona buyurdu ki vahiyde Hak teâlâ:

(Yâ Eyyûb, vermiş idim sana ben dert ve belâ.



Sen, bunların hepsine gösterdin sabır, sebât.

Şimdiyse vereceğim sana nîmet ve sıhhat.



Yere vur ayağını, "iki su" fışkıracak.

Onlardan biri "soğuk", biri "sıcak" olacak.



Sıcağıyle gusl eyle, iç soğuk olanından.

Sıhhate kavuşursun bunları yaptığın an.)



Eyyûb Nebî alınca bu emrini Rabbinin,

Güçlükle kulübeden dışarı çıktı ilkin.



Sonra da ayağını, hafifçe vurdu yere.

"İki pınar" fışkırdı önünde birden bire.



Biri ile gusledip, içti öbür pınardan.

Halâs oldu bir anda bütün hastalıklardan.



Öyle ki, hiç kalmadı bir derdi ve mihneti.

Geri geldi tamâmen, eski gücü, kuvveti.



Hak teâlâ, derdine bir anda verdi devâ,

Gencecik delikanlı oluverdi bu defâ.



Cibrîl, "libâs" getirdi Cennetten ona birkaç.

Ve Cennetten, başına giydirdi süslü bir "tâç".



Daha sonra, bir "Lütuf bulutu" geldi yine.

Altın parçacıkları saçıldı üzerine.



O sırada Rahîme, şehirden etti avdet.

Ve lâkin birdenbire şaşırıp etti hayret.



Zîrâ görememişti o "Hazreti Eyyûb"u.

Çok taaccüb etti ve garibine gitti bu.



Genç ve güzel bir adam otururdu orada.

Eyyûb Peygamber ise, yok idi ortalarda.



Düşündü ki: “Ben bundan, hiçbir şey anlamadım.

Zîrâ o, tek başına yürüyemez tek adım.



Hiç mecâli yok iken az harekete dahî,

Nereye gidebilir o şimdi yâ ilâhî?”



Endîşeye kapılıp, sahrâya koştu o an.

Sağa sola seğirtip, eyledi feryât figân.



Ve derdi ki: (Yâ Eyyûb, nerdesin şimdi acep?

Seni hangi canavar kaçırıp da yedi hep?



Yâ Rabbî ne acâyip, ne garâip hâldir bu.

Sen her şeye kâdirsin, buldur bana Eyyûb’u.)



Böyle koşuştururken sağa sola sahrâda,

"Eyyûb Nebî", Cibrîl’le otururdu orada.



Ve lâkin sıhhat bulup, "Genç" hâlini almıştı.

Rahîme onu görmüş, lâkin tanımamıştı.



Cibrîl, Eyyûb Nebî’ye dedi ki bir aralık:

(Rahîme’yi çağır da, kendini tanıt artık.)
 
Üst Alt