Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şiirlerle Menkıbeler Zinciri

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
TOPRAKTAN YARATILDI

Yer yüzünde "İlk insan" ve hem de "İlk Nebî"dir.
Ülül'azm peygamber ve Resûllerin ilkidir.

Hiç bir şey yaratmadan âlemde Hak teâlâ,
"Habîbinin nûru"nu halk eyledi evvelâ.

Ve hadîs-i kudsîde, verdi ki şöyle haber:
(Hiç bir şey yaratmazdım, sen olmasaydın eğer.)

Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce,
Yer yüzünde "cinnîler" yaşıyordu sâdece.

Sonra, aralarında çıkınca kin ve haset,
Kavga-cidâl yaptılar, "kan döküldü" nihâyet.

Hak teâlâ o zaman, gökteki meleklerden,
Müteşekkil bir ordu gönderdi yer'e hemen.

Onların başına da, "İblîs"i kıldı serdâr.
Zîrâ henüz Allah’a olmamıştı isyânkâr.

Adı, "Azâzil" olup, hepsinden âlim idi.
O ordunun başında, göklerden yere indi.

Cinleri, yer yüzünden adalara, dağlara,
Sürerek, kendileri yerleşti oralara.

Böylece, meleklerin bir kısmı yer yüzüne,
Yerleşip, emîrleri "Azâzil" oldu yine.

Hem göklerin, hem yerin oldu idârecisi.
Cennet hazînesinin, hem o idi bekçisi.

O, bâzan yer yüzünde, bâzı kere göklerde,
İbâdet ediyordu istediği her yerde.

"Kırk bin" sene yapmıştı, Cennetlerde bekçilik.
Yaptı "****en bin" yıl da, meleklere emîrlik.

Onlara, "otuz bin" yıl, yaptı vâz-ü nasîhat.
Arş-ı âlâ altında, "on bin" yıl yaptı tâat.

Allah,"Âdem Nebî"yi yaratmak dileyince,
Ve bundan, melekleri haberdâr eyleyince,

Dediler ki: (Yâ Rabbî, sana hamd ediyoruz.
Ve seni tesbîh edip, her an zikrediyoruz.

Yerde fesat çıkarıp ve kan dökecek olan,
Kimseleri, ne için yaratacaksın el'an?)

Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim meleklerim!
Sizin bilmediğiniz şeyleri ben bilirim.

Siz, yalnız bakarsınız onların işlerine.
Bense, nazar ederim kalb ve niyetlerine.

Siz, mâsum olsanız da günâhtan her ne kadar,
Onlar, günâh işleyip, sonra pişmân olurlar.

Sizin bu hâlinizi sevsem dahî bir nice,
"Affı"da çok severim, kulum tövbe edince.

Bana yaklaşanlara, daha çok yaklaşırım.
Benden uzaklaşanı, bana yaklaştırırım.

Ben, zelîl olanları, ederim tekrâr azîz.
Benim bildiklerimi, bilmezsiniz aslâ siz.)

Gerçi bunu sormakta, meleklerin niyeti,
Sâdece öğrenmekti o işteki hikmeti.

Yine de, "Bu suâli, niçin sorduk?" diyerek,
İstiğfâr eylediler, O'na boyun bükerek.

Dediler ki: (Yâ Rabbî, seni tenzîh ederiz.
Senin öğrettiğinden gayri şey bilmeyiz biz.

Ey Rabbimiz, muhakkak, sen her şeyi bilensin.
Ve her bir yaptığının, hikmeti vardır senin.)

Melekler, aczlerini böyle edip îtirâf,
Kürsî'yi, "yedi sene", ettiler her gün tavâf.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
İBLÎS SECDE ETMEDİ



Vaktâ ki rûh bedene, girer girmez, o sâat,

"Dimâğ"a te'sîr edip, önce o buldu hayât.



Yayıldı daha sonra, el, kol ve bacağına.

Her nereye gittiyse, kavuştu o yer cana.



"Göz"üne ulaşıp da, etrâfını görünce,

Arş-ı âlâya baktı, her şeyden daha önce.



"Lâ ilâhe illâllah, Muhammed Resûlullah".

Yazısını görünce, merak etti o nâgâh.



Ve sordu ki: (Muhammed, kim ola ki ilâhî!

İsmin ile yan yana yazmışsın o'nu dahî?)



Buyurdu: (Evlâdından, biridir ki yâ Âdem!

Yaratmadım bir kişi, O'ndan daha mükerrem.)



Henüz ayaklarına gelmemişti ki rûhu,

Doğrularak, ayağa kalkmayı etti arzû.



Bu yüzden Hak teâlâ buyurdu ki Kur'ânda:

(İnsan, çok aceleci halk oldu zamânında.)



Ve vermemiş idi ki, rûhunu bedenine,

Şöyle fermân buyurdu, cümle meleklerine:



(Ey melekler, çamurdan, insan halk edeceğim.

Önce cansız bir kalıp, sonra rûh vereceğim.



Ne zaman ki rûhunu verirsem bedenine,

Siz secdeye kapanın, hürmet için kendine.)



Vaktâ ki rûh verilip, kalktı "Âdem Peygamber",

Secdeye kapandılar, o'na cümle melekler.



Habîbullahın "Nûr"u, alnında parlıyordu.

O yüzden meleklere, bu secde emrolundu.



Tek bir kişi var idi lâkin secde etmeyen.

O da, "İblîs" idi ki, tard oldu ebediyyen.



Melekler, "Beşyüz sene" kalarak o secdede,

Kalkınca gördüler ki, sırf etmemiş o secde.



Emre uyduklarından, hamd ettiler Allah’a.

Secdeye kapandılar, şükür için bir daha.



Yaptığı içindir ki melekler iki secde,

Beş vakit namâzda da, emr oldu bu şekilde.



Onların arasında, "İblîs" idi ki bir tek,

Emri dinlememişti, bir an kibirlenerek.



Şöyle suâl eyledi, o'na Rabbil-âlemîn:

(Ey mel'ûn, sen ne için secdeye eğilmedin?)



Cevâbında dedi ki: (Hayırlıyım ben o'ndan.

Beni "Nâr"dan yarattın, o'nu ise "Çamur"dan.)



O, gurûr ve kibrinden secde etmedi diye,

Dûçâr oldu mâlesef, gadab-ı ilâhîye.



Allah’ın bir emrini, icrâ etmediğinden,

Lâ'netlenip kovuldu, huzûr-u ilâhîden.



İblîs, Hak teâlâya eyledi ki şöyle arz:

(Kıyâmet gününe dek, mühlet ver bana biraz.)



Hak teâlâ verince bu mühleti İblîs'e,

O zaman da Allah’a, dedi ki: (Öyle ise,



Kullarının yoluna gidip oturacağım.

Onlara, dört cihetten musallat olacağım.



Onlara şirin, güzel, gösterip harâmları,

Her an saptıracağım, doğru yoldan onları.



Emirlerine uyan, hâlis kulların hâriç,

Elimizden kurtulan, bir kimse bulunmaz hiç.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
RESÛLULLAHIN ŞEFÂATİ



"Âdem aleyhisselâm", zelle'si sebebiyle,

Ağladı üçyüz sene, affolmak gâyesiyle.



Dedi ki: (Yâ ilâhî, evlâdımın içinden,

Öyle bir peygamberi yaratacaktın ki sen,



Şâyet sâdır olursa, benden bir küçük zelle,

Affedecektin beni, O'nun şefâatiyle.



Yâ ilâhî, işte o evlâdım hâtırına,

Affeyle bu babayı, bağışla beni O'na.)



Hak teâlâ buyurdu: (Nasıl bildin sen O'nu?)

Dedi ki: (Yâ ilâhî, yarattın ben kulunu.



Gözümü açar açmaz, baktım, Arş kenarında,

Yazılmış O'nun ismi, seninkinin yanında.



İsmin ile yan yana yazdığından ismini,

Anladım tâ o günden, O'nu çok sevdiğini.)



Hak teâlâ buyurdu: (O'nu yaratmasaydım,

Seni ve kâinâttan hiç bir şey yaratmazdım.



Şefâatçı olarak, O'nu gösterdiğinden,

Habîbim hürmetine, bağışladım seni ben.)



Sonra da Hak teâlâ, Kâbe büyüklüğünde,

Bir "Yâkut"u gönderdi yer yüzüne o günde.



O Cennet yâkutunu, şimdiki "Beytullah"ın,

Mahalline koydular, emri ile Allah’ın.



Sonra da buyurdu ki: (Arş altında yâ Âdem!

"Beytül mâmur" adıyla, vardır benim bir hânem.



Gökteki o beytimin yerine, bu dünyâya,

Bir binâ kurulmuştur, var şimdi sen oraya.



Nasıl tavâf ederse o hâneyi melekler,

Sen dahî tavâf eyle bu evi çok kereler.



Yâ Âdem, sen o evde namâz kıl ve an beni.

Ben de kabûl edeyim, duâ ile tövbeni.)



"Âdem Nebî", uyarak Rabbinin bu emrine,

O evi tavâf için, geldi Mekke şehrine.



"Hazret-i Havvâ" dahî, Cidde'den ayrılarak,

Hazret-i Âdem ile buluştu ilk olarak.



İkisi, uzun yıllar ayrı yaşamışlardı.

Ve firâk ateşiyle, yanıp yakılmışlardı.



Âdem Nebî, Havvâ’yı ilk defâ gördüğünde,

Rengi değiştiğinden, tanımadı ilk günde,



Cibrîl tanıştırınca, Âdem ile Havvâ'yı,

Sevince gark oldular hemen bundan dolayı.



Oradan berâberce, Minâ'ya yürüdüler.

Daha sonra, birlikte, Hindistân'a gittiler.



Hindistân beldesinde yaşarken Âdem Nebî,

Oradan yürüyerek, kırk defâ Hacca geldi.



Huzûr ve rahâtlıkla, yaşadılar çok yıllar.

Başka bir sıkıntıya, olmadılar giriftâr.



O seneler içinde, hem Havvâ vâlidemiz,

Yirmi doğum yaptı ve her biri oldu "ikiz".



Onlardan biri "erkek", diğeri "kız" olmuştu,

Tek olarak sâdece "Hazret-i Şît" doğmuştu.



Allah’ın sevgilisi, o "Resûl-i Kibriyâ",

Şît'in evlâtlarından, teşrîf etti dünyâya.



Âdem aleyhisselâm vefât edince, yine,

Gökten gelen Beytullah, çekildi gök yüzüne.



Evlâdı, bulup sonra önceki temelleri,

Taşlar ile çamurdan, yaptılar ilk "Kâbe"yi.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ALLAH'IN HEDİYESİ



Ne zaman ki Hâbil'i, Kâbil öldürdüğünde,

Çok üzüldü babası, gelip de gördüğünde.



Tesellî etmek için, Rabbimiz Onu bizzât,

Sonradan kendisine, ihsân etti bir evlât.



"Allah’ın hediyesi", olan bu evlâdını,

Çok sevip, bu mânâda, "Şît" koymuştu adını.



Hem bütün çocukları, biri kız, biri erkek,

Hep "ikiz" doğuyorken, bu geldi dünyâya tek.



Habîbullahın "Nûr"u, kendi alnından, buna,

Geçince, muhabbeti çok oldu bu oğluna.



Diğer evlâtlarından, Onu üstün ve azîz,

Tutarak, Onu yaptı onlara hâkim, reîs.



Bilcümle ilimleri ve ilâhî sırları,

Ona, bizzât kendisi öğretti ayrı ayrı.



Vaktâ ki Âdem Nebî, göç etti bu dünyâdan.

"Şît"i peygamber yaptı Hak teâlâ o zaman.



Ve Ona, "elli suhuf" gönderdi ki, içinde,

Çok ilimler var idi, emirler hâricinde.



Meselâ fizik, kimyâ, matematik ve hattâ,

Bilgiler mevcûd idi çok çeşitli san'atta.



"Şît peygamber", ekserî Şam'da oturuyordu.

İnsanları îmâna, hakka çağırıyordu.



Geçirdi bu dünyâda, "dokuzyüz" senesini.

Bin tâne şehir kurup, îmâr etti hepsini.



Çocuk ve torunları, seâdetli bir hayât,

Yaşayıp, ederlerdi çok ibâdet ve tâat.



Yoktu aralarında, kin, haset ve düşmanlık.

Müreffehti herbiri, hiç yoktu perîşânlık.



"Emr-i mâruf" yapardı, her kişi diğerine,

Allah’ın emirleri, hep gelirdi yerine.



Onları doğru yoldan çıkarmak için, her an,

Uğraşıp, her hîleyi denerdi lâ'in şeytân.



Lâkin yine muvaffak olamıyordu aslâ.

Emr-i mâruf yapardı, çünkü onlar ihlâsla.



Kâbil'in evlâdıyse, bunların hâricinde,

Yaşarlardı küfür ve bir sapıklık içinde.



Allah’ın emri ile, "Şît Nebî" en nihâyet,

Gidip o azgınları, îmâna etti dâvet.



Lâkin küfürlerinde edince inât, ısrâr,

Üstlerine yürüyüp, onlarla savaştılar.



Hattâ kılıç kullandı, "Şît Nebî" o gazâda.

O'dur peygamberlerden, ilk kılıç kullanan da.



Sonradan babasıyle birleşerek hem dahî,

Taş ve balçık kullanıp, binâ etti "Kâbe"yi.



Resûlullahın "Nûr"u, Onda idi emânet.

Alnında, "yıldız" gibi parlıyordu be gâyet.



Âdem aleyhisselâm, hayâtının sonuna,

Gelince, "Şît Nebî"yi, çağırdı huzûruna.



Buyurdu ki: (Ey oğlum, alnında parlıyan nûr,

Son peygamber Muhammed Mustafâ’nın nûrudur.



Onu, temiz ve afîf hanımlara teslîm et.

Sen dahî evlâdına, böyle eyle vasiyyet.)



Hepsi, babalarının tutup vasiyyetini,

Çok iyi korudular, bu "Nûr" emânetini.



Hep mü'min alınlardan geçerek o "Nûr" yine,

Ulaştı en nihâyet, hakîkî sâhibine.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
İLK KİTAP YAZAN



Şît aleyhisselâmın, torunlarından idi.

Ona, Hak teâlâdan "otuz sahîfe" indi.



O idi kalem ile, ilk defâ "kitap" yazan.

O idi "terziliği", dünyâda önce yapan.



Adı "Ahnuh" ise de, "İdrîs" geçer Kur'ânda.

Çok kitap okuması, sebep oldu buna da.



Uzun boylu, nûr yüzlü ve iri kemikliydi.

Gözleri güzel olup, doğuştan sürmeliydi.



Gür sakallı ve zarîf, ahlâkı güzeldi pek.

Ve ağır konuşurdu, acele etmiyerek.



Ekserî sükût eder, lüzûmunda söylerdi.

Yürürken öne bakar, çok tefekkür ederdi.



Peygamber olmadan da, yapardı çok ibâdet.

Lâkin kendi kavminin, bozuktu hâli gâyet.



"Âdem" ve "Şît" Nebî'nin gösterdikleri yoldan,

Ayrılıp, her günâhı yaparlardı korkmadan.



Büsbütün dalmışlardı, oyun ve eğlenceye.

Hiç lüzûm görmezlerdi, ibâdet eylemeye.



Ve lâkin Hak teâlâ, bütün bunlara rağmen,

Onları, azâbiyle helâk etmedi hemen.



İçlerinden "İdrîs"e, Cibrîl'i göndererek,

Bildirdi doğru yolu, "Suhûf"lar indirerek.



Peygamber olur olmaz, "İdrîs Nebî", kavmini,

Toplayıp, teblîğ etti dînin emirlerini.



Buyurdu ki: (Ey kavmim, mâbud, Allahtır ancak.

Ve sâdece O vardır ibâdet olunacak.



O'nun emirlerine yapışın ki şimdiden,

Yârın kurtulasınız, Cehennem ateşinden.



Dünyâ muhabbetini, sokmayın kalbinize.

Zîrâ o, sebep olur azâba girmenize.)



Kendisi çok ibâdet ederdi bizâtihî.

Ve her gün okuyordu, "onikibin" tesbîhi.



Çoktu hem ünsiyyeti, bâzı melekler ile.

Bilirdi bir çoğunun isimlerini bile.



Melekler, gurup gurup yanına gelirlerdi.

O'nun ile oturur, hasbihâl ederlerdi.



Hattâ vazîfeleri, işleri her ne ise,

Gelir ve söylerlerdi, hep "hazret-i İdrîs"e.



O, çok gösterdiyse de, "hârika" ve "mûcizât",

Yine de îmân eden az oldu o'na fakat.



O da yanına alıp, inanan mü'minleri,

Sonunda "hicret" edip, terk eyledi o yeri.



Nil nehri kenarına gelince, eyleştiler.

Burasını beğenip, o yere yerleştiler.



"Yetmiş iki" ayrı dil vardı kavmin içinde.

İdrîs Nebî, bunların bilirdi hepsini de.



Yüz ayrı şehir kurup, yaptı çok "harp âlet"i.

Cihâd edip her yere, yaydı ilmi, hikmeti.



Hak teâlâ izniyle, "fen, tıp" ve "matematik",

Üstünde, insanlara bilgiyi o verdi ilk.



"Yıldız" ve "gezenler" hakkında da o yine,

Enteresan bilgiler verir idi kavmine.



Yâni "astronomi" üzerinde çok derin,

Mâlûmâtı var idi, hem İdrîs Peygamberin.



O, fen ilimlerini, çok iyi biliyordu.

Bunları, Hak teâlâ o'na bildiriyordu.



Zîrâ insanoğlunun, çok olsa da zekâsı,

Yine zordu o günde, bunlara ulaşması
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
KUNDAKTA KONUŞTU



İdrîs aleyhisselâm, göke çıktıktan sonra,

İnsanlar yoldan çıkıp, tapındılar putlara.



Hak teâlâ bu kavme, gönderdi "Nûh Nebî"yi.

O gelip, insanları "hak yol"a dâvet etti.



Babası, çok asîl bir zâttı "Lâmek" adında.

Resûlullahın "Nûr"u parlıyordu alnında.



Annesi de "Kaynuş" nâm bir hanımdı, pek afîf.

Nûh Nebî, bu hanımdan dünyâya etti teşrîf.



Lâkin "Dermesil" adlı, var idi ki bir sultân,

Îmânı olanlara, vermezdi aslâ emân.



Zâlim ve kâfir olup, tapıyordu putlara.

Sebepsiz zulmederdi, îmânı olanlara.



Vaktâ ki "Nûh Nebî"ye, hâmil oldu annesi,

Başladı bu husûsta, korku ve endîşesi.



Oğluna gelir diye, ondan zarar ve âfet,

"Gizli doğum" yapmayı düşündü en nihâyet.



Doğum vakti gelince, çıkarak hânesinden,

Gitti bir "mağara"ya, kimseye görünmeden.



Gizlice mağaraya gelip oldu mülâki.

Doğum, bu ıssız yerde, yalnızken oldu vâki.



Sonra bu yavrusunu, bırakıp mağaraya.

Dönerken, hüzünlenip, başladı ağlamaya.



İçli gözyaşlarıyla, "Vâh oğlum!" diyerekten,

Ağlarken, konuşmaya başladı oğlu birden.



Dedi ki: (Anneciğim, hiç üzülme, râhat et.

Beni yoktan yaratan, hıfz eder yine elbet.)



Bir miktâr ferâhladı, o bunu işitince.

Velâkin muhabbeti fazlalaştı iyice.



Yavrusunu bırakıp ıssız bir mağaraya,

ayrılmak, ne de büyük acıydı bir anaya.



Lâkin selâmetini düşünerek oğlunun,

Buna "sabır" gösterip, takdîre eğdi boyun.



O'nu, Hak teâlâya emânet eyliyerek,

Ayrılıp gitti eve, gözyaşları dökerek.



O günden sonra "kırk gün" geçmişti ki aradan,

Melekler, o'nu gelip, aldılar mağaradan.



Getirip, annesine verdiler sağ ve sâlim.

Çok sevinip dedi ki: (Çok şükür sana Rabbim.)



Annesinin yanında büyüdü tamâmiyle.

O, "hazret-i Âdem"e benzerdi her hâliyle.



Gençliğinde, "çobanlık" yapmış idi bir miktâr.

Biraz da "ticâret"le olmuştu alâkadar.



Kavmi ise, tamâmen çıkmıştı doğru yoldan.

Büsbütün gâfildiler, Allahü teâlâdan.



Zulüm ve ahlâksızlık, fitne, fesat, zorbalık,

"Küfür" karanlığıyla, kararmıştı ortalık.



Kendi elleri ile, taşlardan "put" yaparak,

İbâdet ederlerdi, o'na "ilâh" olarak.



Vaktâ ki "Nûh peygamber", yaşı tam oldu elli,

Gönderdi kendisine, Rabbimiz Cebrâil'i.



Cebrâil, bu emirle geldi Nûh'un yanına.

O, selâmını alıp, "kimsiniz?" dedi o'na,



Cevâbında dedi ki: (Ey Nûh, ben Cebrâil'im.

Allahü teâlâdan, sana selâm getirdim.



Seni, peygamber yaptı kavmine cenâb-ı Hak.

Dermesil ve kavmine, git peygamber olarak.



Allah’ın birliğine, onları eyle dâvet.

Puta değil, Allah’a eylesinler ibâde
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ONA İNANMADILAR



"Nûh nebî"yi, peygamber edince cenâb-ı Hak,

Tamâmen yoldan çıkıp, azmış idi cümle halk.



İçki, kumar ve zinâ, zulüm, hîle, haksızlık,

Sarmış idi her yanı, fecî bir ahlâksızlık.



Nûh Nebî, önceleri "gizliliğe" riâyet,

Ederek, insanları eyledi Hakka dâvet.



Yılmadan, gece gündüz gayret sarf ettiyse de,

İnanan olmamıştı kendisine yine de.



Zîrâ o ahlâksızlar, o'na inansalardı,

"Nefsî arzûları"nı yapamıyacaklardı.



Bayramları vardı ki, onların senede bir,

O gün toplanırlardı, kadın erkek, genç ve pîr.



Putlarının önünde, binlerce "kurbân" kesip,

İbâdet ederlerdi, onlara secde edip.



Sonra içki içerek, çalıp oynuyorlardı.

Türlü ahlâksızlık ve zinâ yapıyorlardı.



Nûh aleyhisselâm da, gitti bayram yerine.

(Bana yardım et) diye, duâ etti Rabbine.



Yüksek bir yere çıkıp, seslendi ki: (Ey kavmim!

Beni, peygamber yapıp, gönderdi size Rabbim.



Allah’ın birliğine ederim sizi dâvet.

Hakîkî mâbûd O'dur, O'na yapın ibâdet.



Bu putlar, gerçek mâbûd değildir tapılacak.

Sâdece Allah vardır, ibâdet yapılacak.)



O böyle söyleyince, o putlar, birdenbire,

Oldukları yerlerden, devrilip düştü yere.



Hükümdâr "Dermesil" de, duydu ve gördü bunu.

Sordu adamlarına, o'nun kim olduğunu.



Dediler: (Ey hükümdâr, o, bizim kavmimizden,

İse de, son zamanlar ayrıldı fikrimizden.



Önce, "aklı başında" kişiyken gâyet iyi,

Sonradan ne olduysa, aklını etti zâyi.



"Peygamber" olduğunu, başladı iddiâya.

Onu bildirmek için, şimdi gelmiş buraya.



Yâni o, bir "deli"dir, tutulmuş bu illete.

Bu yüzden böyle şeyler söylüyor bu millete.)



Dermesil sordu yine: (Peki o, ne söylüyor?)

Dediler ki: (Dînine, bizi dâvet ediyor.



Diyor ki: "Allah birdir, O'na edin ibâdet".

Bizi, inandırmaya ediyor şimdi gayret.)



"Dermesil" çok kızarak, dedi ki: (Öyle ise,

Yakalayıp getirin o şahsı önümüze.)



Adamları, bir anda o'nu yakalıyarak,

Dermesil'in önüne getirdiler çabucak.



Dedi: (Sen kimsin böyle, sana yazıklar olsun.

Bizi, putlarımızdan ayırmak istiyorsun.)



Buyurdu: (Adım Nûh'tur, Allah’ın Resûlüyüm.

Tek Allah’a îmâna, sizi çağırıyorum.



Taptığınız o putlar, değildir mâbûd-u hak.

Sâdece Allah vardır, ibâdete müstehak.)



O dedi: ("Deli" isen, tedâvi ettirelim.

Yok eğer "fakîr" isen, sana yardım edelim.)



Buyurdu: (Ne deliyim, ne de fakîr bir kimse.

Allah’ın emri ile, peygamber geldim size.



İstediğim, sâdece şudur ki benim yalnız:

Allah’a îmân edip, O'na kulluk yapınız.)



Dedi ki: (Bugün bayram olmasa idi şâyet,

Seni, pek şiddetlice, öldürecektim elbet.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
DÜNYÂYI SU KAPLADI



Vaktâ ki tamâmlandı, Nûh Nebî'nin gemisi,

Yakınlaştı iyice, o azâbın gelmesi.



Nûh peygamber, kavmine dedi ki son olarak:

(Beni, size "peygamber" gönderdi cenâb-ı Hak.



Size, bunca senedir ettimse de nasîhat,

Dinlemeyip, istihzâ eylediniz siz fakat.



Ben nasîhat ettikçe, siz hep inât ettiniz.

Üstelik çok cefâ ve eziyyet eylediniz.



İşte bu yüzdendir ki, yakında Hak teâlâ,

Sizin üzerinize, gönderecek bir belâ.



Bâri şimdi inanıp, bırakın bu inâdı.

Yoksa, azâb etmektir Hakk'ın size murâdı.



O azâb "tûfân"dır ki, dünyâ, su'yla dolacak.

Îmâna gelmiyenler, o su'da boğulacak.



Bu belâdan kurtulmak isteyen varsa her kim,

Acele îmân etsin, "son sözüm"dür bu benim.)



Dediler: (Yüz yıllardır, bu lâfı dinliyoruz.

Gelsin ne gelecekse, sana inanmıyoruz.)



Va'd olunan "Azâb"ın, gelmişti vakti zâten.

Tûfan alâmetleri, görüldü çok geçmeden.



Su, yerde yavaş yavaş, başladı yükselmeye.

Ve başladı mü'minler o gemiye binmeye.



"Nûh Nebî", bir kez daha kavmin hükümdârını,

Çağırtıp, kendisine yaptı son ihtârını.



Yanına geldiğinde, buyurdu ki: (İşte bak!

Bahsettiğim tûfânı, gönderdi cenâb-ı Hak.



Haydi, îmân edin de, kurtulun bu belâdan.

Zîrâ kâfir olana, necât yok aslâ bundan.)



Kral ve o müşrikler, yine inkâr ettiler.

Ve bunu, normal yağan bir "yağmur" zannettiler.



Müslümânlar, gemiye binince en nihâyet,

Tûfânın şiddeti de, fazlalaştı be gâyet.



Oğlu "Ken'ân", kenarda dururdu zevcesiyle.

Îkâz etti o'nu da, babalık şefkatiyle:



(Ey evlâdım, haydi gel, bizimle bin gemiye.

Kurtuluş yoktur bu gün, mü'minlerden gayriye.)



Babası, ettiyse de son defâ o'nu îkâz,

Lâkin o, inâdından yine etti îtirâz.



Dedi: (Su yükselirse, çıkarım şu dağlara.

Nasıl olsa bu sular, çıkmaz tâ oralara.)



O böyle konuşurken, "lâubâli" olarak,

Büyük bir dalga gelip, eyledi onu helâk.



Hak teâlâ emriyle, yağmurlar yağdı gökten.

Yer yer sular kaynadı, toprağın her yerinden.



Suların seviyesi, yükseldi ki o kadar,

Kayboldu su içinde, en yüksek büyük dağlar.



Kırk gündüz ve kırk gece, devâm etti bu tûfân.

Kâfirler hep öldüler, kalmadı ehl-i tuğyân.



Nûh Nebî'nin gemisi, "altı ay" müddet ile,

Dalgalar arasında, yüzdü hep selâmetle.



Hak teâlâ emriyle, kesilince yağmurlar,

Alçalmaya başladı, yavaş yavaş o sular.



Seviye alçaldıkça, gemi de iniyordu.

Yüksek dağlar, gemiyi, kendine bekliyordu.



"Cûdi dağı", tevâzu eyleyip, etti duâ.

İndirdi Hak teâlâ, onu bu küçük dağa
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
PUTLAR İLÂH OLAMAZ



Kuvvetlendirmek için, Nûh nebî'nin dînini,

Gönderdi Âd kavmine, Allah bu Nebîsini.



"Hûd"un lügat mânâsı, yumuşaklık demektir.

Sâkinlik, sulh ve sükûn mânâsına da gelir.



"Hûd Nebî", Âd kavminin yaşadığı yer olan,

Ahkaf denen bölgede, yaşadı uzun zaman.



Ve babası Abdullah, görmüştü ki bir rüyâ,

Sırtından "nûr şûlesi", yükseliyor havaya.



Sonra da, kendisine denildi ki gâibden:

(Ey Abdullah, haydi kalk, amca kızınla evlen!)



Uyanıp, amcasına gidiverdi aynı gün.

Kızını istedi ve evlenip yaptı düğün.



Bu iki mümtâz şahsın, evlenmeleri ile,

Dünyâ nûra kavuştu, nihâyet "Hûd Nebî"yle.



Hâmile olduğunda, annesi bu oğluna,

Canlı cansız her nesne, müjdeler verdi ona.



O sabah kalktığında, yeşermişti ağaçlar.

Her yere, birden bire, gelmişti sanki bahar.



Ağaçlarda, her çeşit meyveler oldu hâsıl.

O diyâr, bir bolluğa kavuşmuştu velhâsıl.



O gece, Âd kavminden herkes duydu şu sesi:

(Ey insanlar, yakındır Hûd'un teşrîf etmesi.



Ona îmân etmekte, tereddüt etmeyiniz.

Helâke uğrarsınız aksi hâlde hepiniz.)



Nihâyet tamâm oldu hâmilelik müddeti.

Ve bir cumâ gecesi, dünyâya teşrîf etti.



O beldede yaşıyan insanları, âniden,

Korku ile karışık, titreme aldı birden.



Önce anlamadılar bunun ne olduğunu.

Sonra, "Hûd peygamber"in, duydular doğduğunu.



Hemen birbirlerine verdiler ki bir haber:

(Büyüyünce, bu olur herhâlde bir Peygamber.



Zîrâ onun halleri, çok farklı her insandan.

Dikkatli olmalıyız, ona karşı her zaman.)



Onun, ana rahmine düştüğü günden beri,

Görülürdü her zaman fevkalâde halleri.



Herkesten farklı idi yine çocukluğunda.

Seçkin insanlardı hep, nesebi ve soyu da.



Devrin insanlarının, en güzel yüzlüsüydü.

Akıl bakımından da, yine en üstünüydü.



Namâz kılıyordu ki, bir gün kendi kendine,

Annesi, merak ile sordu ki: (Oğlum bu ne?



Sen bu ibâdetini, kim için yapıyorsun?

Kime kulluk ediyor, kime yalvarıyorsun?)



Dedi ki: (Seni, beni, her mahlûku halk eden,

Allahü teâlâya, ibâdet ederim ben.)



Annesi hayret edip, dedi ki: (Her insanın,

Taptığı şu putlara, ibâdet yapmaz mısın?)



Dedi ki: (Anneciğim, o put dediğin şeyler,

Kimseye, ne bir fayda, ne zarar veremezler.



Bu putlar cansız olup, ya taştır, ya da tahta.

Bunlar lâyık olur mu, ibâdet ve tâata?



İbâdete müstehak, bir tâne ilâh vardır.

O, her şeyi yaratan, Allahü teâlâdır
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
İKİ KİŞİ İNANDI



Hûd aleyhisselâma, ilk önce Âd kavminden,

"Cünâbe bin Esam"dı tasdîk ve îmân eden.



Amcasının oğluydu, bu zât Hûd peygamberin.

Ona, cân-ü gönülden inanıp, oldu mü'min.



Bir gün, akrabâsından, "kırk kişi" ile bu zât,

Otururken, onlara şöyle etti nasîhat:



(Bize peygamber oldu, amcamızın oğlu Hûd.

O diyor ki: "Allah'tır, yegâne ilâh, mâbûd."



Teblîğ ettiği hâlde, o size Hak yolunu,

Sebep ne ki, inkâra kalkışırsınız onu?



Niçin hâlâ bu yolu terk edemiyorsunuz?

Ve niçin o Allah'a îmân etmiyorsunuz?



Hûd, sizin amcanızın oğludur ayriyeten.

Siz inanmalısınız, daha önce herkesten.



Önce de tanırdınız amcanızın oğlunu.

Bilirdiniz ne kadar "emîn zât" olduğunu.



Hayâtında yalan söz söylememiştir aslâ.

Şimdi inkâr etmeniz, bağdaşır mı insâfla?



O, Allah tarafından geldi size peygamber.

Ve seâdet yolunu, veriyor size haber.



Hâlâ inanmamanın sebebi acep nedir?

Lâkin inkârcılara, yakında azâb gelir.



Nitekim Nûh kavmi de, etmişti onu inkâr.

Ama Nûh tûfânında, hepsi helâk oldular.



Korkuyorum siz dahî, inanmazsanız bu gün,

Onlar gibi, size de azâb gelir topyekün.)



O böyle söyleyince, hep gadaba geldiler.

Üstüne hücûm edip, hakâret eylediler.



Öldüreceklerdi ki, "Cünâbe"yi, bu kere,

Ellerinden kurtulup, geldi Hûd peygambere.



Başına gelenleri, ona da verdi haber.

Çok tesellî eyledi, bu zâtı Hûd peygamber.



Buyurdu ki: (Üzülme, elbette cenâb-ı Hak,

Bunun mükâfâtını, verir sana muhakkak.)



Ve yine Hûd peygamber, bir gün yolda giderken,

"Mersed" adlı biriyle, karşılaşmıştı birden.



Önce Mersed dedi ki: (Ben sana geliyordum.

Ve sana, bir şart ile inanayım diyordum.



Hanımla, aramızda bir konuşma geçmişti.

Ben bir şey söylemiştim, o da cevap vermişti.



Bana, o konuşmayı haber verirsen şâyet,

Îmân edeceğim ki, hak peygambersin elbet.)



"Hûd peygamber", tebessüm buyurup ona önce,

Buyurdu: (Hanımınla, konuşurken dün gece,



Sen hanıma dedin ki; "Yârın Hûd'a gideyim.

İşbu konuşmamızı, ondan suâl edeyim.



Eğer haber verirse bu konuşmayı bana,

Ben de îmân edeyim, peygamber olduğuna."



Hanımın da, cevâben şöyle dedi o vakit:

"Çok iyi söylüyorsun, yârın hemen ona git.")



Mersed bunu duyunca, îmân etti ânında.

Dönüp îmân ettirdi, o gün hanımını da.



Lâkin o da korkarak, müşriklerin şerrinden,

Bir müddet îmânını, gizledi müşriklerden.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
ÜÇ BULUT GELDİ



"Hûd Peygamber", yüksek bir tepeden, ahâliye,

Seslendi ki: (Ey kavmim, bu inkâr hâlâ niye?



Eğer inanmamaya devâm eder iseniz,

O dediğim azâba uğrarsınız hepiniz.



Eğer inanırsanız Allahü teâlâya,

Ben dahî, sizin için yalvarırım Allaha.



Kalkar üzerinizden bu belâ ve kuraklık.

O eski berekete kavuşursunuz artık.)



Kalpleri mühürlenmiş o insâfsız Âd'lılar,

Yine de inâd edip, ona inanmadılar.



Dediler ki: (Kalsak da günlerce susuz ve aç,

Aslâ senin Rabbine olmayız yine muhtâç.



Biz şimdi bir heyeti göndeririz Kâbeye.

Onlar duâ edince, yağmur yağar bu yere.)



Az sonra, vâsıl oldu Beytullaha o heyet.

Ve "Kayl" adlı birisi, duâ etti nihâyet.



Dedi ki: (Yâ ilâhî, eğer Hûd haklı ise,

Gökyüzünden yağmur ve bereket gönder bize.)



Bilmiyerek anınca o zât "hazreti Hûd"u,

Gönderdi Hak teâlâ onlara "Üç bulut"u.



Beyaz, kızıl ve siyah gördüler renklerini.

Gâibden denildi ki: (Seç bunlardan birini.)



Onlar düşündüler ki: "Beyaz bulut boş olur.

Kızıl olanı ise, rüzgâr ile doludur.



Yalnız o siyah bulut yağmur yüklü herhâlde.

Biz onu seçelim ki, onda var istifâde."



O sırada bir nidâ geldi ki: (Ey kavim, siz,

Yağmur değil, azâbı ama tercîh ettiniz.



Zîrâ o, yüklüdür ki çetin bir azâb ile,

Yok eder Âd kavmini, bırakmaz bir iz bile.)



O "Bulut", Âd kavmine doğru ilerliyordu.

Onlar, hâlâ (O bulut yağmur yüklü) diyordu.



Bulut, kavmin üstünde gelip durdu nihâyet.

Kâfirler onu görüp, sevindiler be gâyet.



Dediler: (İşte geldi yağmur yüklü o bulut.

Bakalım bundan sonra, ne diyecek bize Hûd?)



"Hûd Nebî" buyurdu ki: (İşte geldi o gerçek.

O, bir musîbettir ki, sizi helâk edecek.)



Az sonra, bir "Fırtına" kopuverdi âniden.

Hûd Nebî nidâ etti yine merhametinden:



(Ey kavmim, o azâbın ilk belirtisi budur.

Her kim îmân ederse, bu azâbtan kurtulur.)



Onlar, yine aldırış etmeyip, dediler ki:

(Bu, yağmur öncesinde esen yeldir belli ki.)



O sırada bir kadın, o buluta bakarak,

Bağırıp düştü yere, bir çığlık kopararak.



Kendine geldiğinde, dedi: (Vây hâlimize!

O bulut, yağmur değil, ateş getirdi bize.



Zîrâ ben, o bulutta gördüm bâzı kişiler,

O ateşli rüzgârı bize doğru çekerler.)



Kâfirler, ona dahî vermediler hiç kıymet.

Dediler: (Biz onlardan güçlüyüz daha elbet.



Haydi biz, hep birlikte ona doğru gidelim.

O güçlü kimseleri geriye çevirelim.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
KÂBEDE VEFÂT ETTİ



O gurûr ve kibirli ve çok azgın Âd'lılar,

O "Azâb rüzgârı"yla toptan helâk oldular.



Rüzgâr, o kâfirleri kaldırıp yükseklere,

Çok şiddetle, yüz üstü çarpıyordu yerlere.



"Rüzgâr", Hak teâlâdan sonra alıp emrini,

Yığdı üzerlerine o kum tepelerini.



Yedi gece, sekiz gün müddetle o kâfirler,

O kum tepelerinin altında inlediler.



O yığınlar altında helâk oldu her biri.

Oradan da, denize atıldı ölüleri.



Âd kavminin cümlesi, helâk olduğu zaman,

Henüz hayâtta idi, reîsleri "Halecân".



Dağa doğru kaçarken büyük can korkusuyla,

Yine îmân etmeyi düşünmüyordu aslâ.



"Hûd Nebî", kendisini görünce bir aralık,

Buyurdu ki: (Kendine ediyorsun çok yazık.



Bile bile, ebedî azâba gidiyorsun.

Ancak îmân etmekle bundan necât bulursun.)



"Halecân", Hûd Nebî'nin, bu en son teklîfine,

Bütün bunlara rağmen, "Peki" demedi yine.



Ve suâl eyledi ki: (Olursam ben müslümân,

Bana, Rabbin katında ne var peki o zaman?)



Hûd Peygamber, (Cennet var) diye cevap verince,

O zaman, melekleri suâl etti hemence.



Dedi ki: (O bulutta gördüklerim kimlerdir?)

Buyurdu ki: (Rabbimin emrinde meleklerdir.)



Dedi: (Bu felâkete, onlardır asıl sebep.

Onların sebebiyle, kavmim helâk oldu hep.



Ben müslümân olursam, o zaman senin Rabbin,

İntikâm alır mı ki onlardan benim için?)



"Hûd Nebî" o kâfire buyurdu ki o zaman:

(Sen, bu dünyâ yüzünde gördün mü ki bir sultân,



Askerine emredip, düşmanı helâk etsin.

Sonra, düşmanı için onlara cezâ vesin.)



O nasîbsiz "Halecân" dedi ki son olarak:

(Rabbin, keşke kavmimi etmeseydi de helâk,



Hep devâmlı olsaydı gücümüz, kuvvetimiz.

Ve hiç azalmasaydı malımız, servetimiz.)



O, inanmadıysa da ve lakin en sonunda,

"Azâb rüzgârı" gelip, helâk etti onu da.



"Âd kavmi" ve "Halecân", şiddetli rüzgâr ile,

Fecî bir vaziyette helâk olurken böyle,



"Hûd Nebî" ve mü'minler, olmayıp hiç muazzeb,

Avlu gibi bir yerde bulunuyorlardı hep.



O dağları deviren, bir kavmi helâk eden,

O "Rüzgâr", kâfirleri böyle helâk ederken,



"Hûd aleyhisselâm"la, yanında olanlara,

Ferahlatıcı tarzda esiyordu o ara.



O şiddetli "Kasırga", hafifleşerek hemen,

Tatlı, serinletici esiyordu tamâmen.



"Hûd aleyhisselâm"la îmân eden "Mü'minler",

Oradan ayrılarak Beytullaha gittiler.



Ve "Hûd aleyhisselâm" vefât etti bu yerde.

Harem-i şerîftedir kabr-i şerîfleri de.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
SEMÛD KAVMİ



"Sâlih aleyhisselâm", teşrîf etti dünyâya.

Nûh aleyhisselâmın dînini etti ihyâ.



Ne zaman ki Âd kavmi, şiddetli rüzgâr ile,

Helâk olup, kâfirler mahvoldu tamâmiyle,



O zaman "Hûd Nebî"ye îmân eden mü'minler,

Kurtulup, o diyârı, acele terk ettiler.



Onlardan birisi de, "Semûd" idi ki, bu zât,

Nûh aleyhisselâmın neslinden idi bizzât.



Bu zâtın torunları, seneler sonra yine,

Geldiler "Hûd Nebî"nin kavminin mahalline.



Yâni Semûd evlâdı, vaktiyle helâk olan,

Âd kavminin yurduna yerleştiler sonradan.



Önce tek kabîleden ibâret iken bunlar,

Sonradan çoğalarak, bir topluluk oldular.



Tıpkı Âd kavmi gibi, bu insanlar da yine,

Zamanla gark oldular, dünyâ nîmetlerine.



Dağları, kayaları oyarak birer birer,

Tepeler üzerinde, evler binâ ettiler.



Sert taşları oyarak, yaparlardı evleri.

Taş oymacılığında, gittiler çok ileri.



Yaptılar düzlükte de, çok saraylar ve köşkler.

Yetiştirdiler hattâ, çok bağlar ve bahçeler.



Oldu her birisinin, çok dünyâ nîmetleri.

"Üçyüz" yâhut "bin sene", ömür sürdü herbiri.



Önce, bu nîmetlere şükrederlerken bunlar,

Sonra bunu terkedip, zevk sefâya daldılar.



Kabîle reîsleri başta olmak üzere,

Adam öldürürlerdi, zulüm ve haksız yere.



O kavmin içindeki bâzı mü'min kimseler,

Onları bu işlerden, men etmek istediler.



Dediler: (Âd kavmi de, yapmıştı böyle isyân.

Lâkin helâk oldular, kalmadı sağ bir insan.



Siz dahî onlar gibi, zulüm yapıyorsunuz.

Korkarım bu sebepten, siz de yok olursunuz.)



Onlar bunu dinleyip, dediler ki cevâben:

(Evet, helâk oldular Âd kavmi hakîkaten.



Lâkin o insanların, yoktu sağlam evleri.

Kum üzerinde olup, çürüktü temelleri.



Bu yüzden sert bir rüzgâr esince birdenbire,

Onların evlerini, kolayca yıktı yere.



Lâkin biz, kayaları, taşları oyuyoruz.

Kapıları demirden hâneler yapıyoruz.



Bizim evlerimize, te'sîr etmez o rüzgâr.

Çok şiddetli esse de, veremez yine zarar.)



Mü'minler, bu cevâbı alıp o kimselerden,

Vazgeçtiler onlara böyle nasîhatlerden.



Çünkü onlar, isyânda gitmişti çok ileri.

Aslâ dinlemezlerdi, böyle güzel sözleri.



"Cendâ bin Amr" idi ki, reîsleri bu kavmin,

Toplanıp, huzûruna gittiler bu kimsenin.



Dediler: (İbâdet ve secde edeceğimiz,

Çok muazzam tanrılar yapmak istiyoruz biz.



Öyle ki, ne Âd kavmi, ne de Nûh'un kavminde,

Böyle büyük bir tanrı, olmasın hiçbirinde
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
YÜZÜ ÇOK GÜZELDİ



Hak teâlâ, çok nîmet verdi Semûd kavmine.

Hepsi gark olmuşlardı, dünyâ nîmetlerine.



Lâkin elleri ile putlar îmâl ederek,

Taparlardı onlara, "ilâh, tanrı" diyerek.



Dâvet etmesi için, onları doğru yola,

Artık "Sâlih Nebî"yi, gönderdi Hak teâlâ.



Dünyâya gelir gelmez lâkin "Sâlih peygamber",

Duyar oldu insanlar, birtakım garip sesler.



Bir bayram gününde de, eğlenirdi ki hepsi,

Bir ara, ağaçlardan ses duydular cümlesi.



Allah'ın izni ile, ağaçlar geldi dile.

Halkı îkâz ettiler, şu kelimeler ile:



(Ey Semûd insanları, niçin gaflettesiniz?

Niçin hakîkatleri, idrâk edemezsiniz.



Ağaçlarınız ile, sizlere Hak teâlâ,

Meyve ihsân ediyor, senede iki defâ.



Daha nice nîmetler etmişken size ihsân,

Siz, niçin buna karşı, edersiniz hep isyân?



Size, bu nîmetleri, Allah iken veren hep,

Putlara taparsınız siz hâlâ, neden acep?)



Ağaçlardan bu sesi duyunca bu kişiler,

Hepsini, balta ile bir bir kesip biçtiler.



Sonra ehlî hayvanlar, bağırdılar hep birden.

Dediler: (Ey insanlar, vazgeçin bu kibirden.



Ağaçların dediği, çok doğru idi elbet.

Yalnız Hak teâlâya yapılır her ibâdet.)



Bunu da işitince, daha fazla azdılar.

O hayvanları dahî, tutup boğazladılar.



Bağırmaya başladı, sonra vahşî hayvânât.

Dediler ki: (Ey kavim, etmeyin artık inât.



İbâdet edilecek, yalnız bir ilâh vardır.

O da, sizi yaratan Allahü teâlâdır.



Siz niçin ağaç kesip, hayvan öldürürsünüz?

Onlar doğru söyledi ve lâkin siz körsünüz.)



Bunu dahî işitip, silâha sarıldılar.

Onları vurmak için, hayli kovaladılar.



Hayvanlar hem kaçıyor, hem de şöyle diyordu:

(Yâ Rabbî, Semûd kavmi sana hep âsî oldu.



Bilcümle nîmetleri, sen verirken onlara,

Onlar, seni bırakıp, tapıyorlar putlara.



Yaydılar yeryüzüne, zulüm, fesat ve günâh.

Peygamberin Sâlih'le, onları eyle ıslâh.)



Vaktâ ki "Sâlih Nebî" geldi yedi yaşına,

Nûrlar saçılıyordu, yüzünden etrâfına.



Yanakları kırmızı, beyaz idi hem yüzü.

Konuşması fasîh ve tatlı idi her sözü.



Kavminin sevgisini kazandı büyüdükçe.

Herkesin hayrânlığı, arttı ona gittikçe.



Hele yirmi yaşına girince "Sâlih Nebî",

Parlardı nûr cemâli, "Ondördüncü ay" gibi.



Onun güzelliğini, dil ile anlatmaya,

Güç yetmezdi hem dahî, cemâline bakmaya.



Otuz yaşında ise, ilim, hikmet, sekîne,

Gibi üstün vasıflar verildi kendisine.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
YİNE İNANMADILAR



Cibrîl aleyhisselâm, gelip Sâlih Nebî'ye,

Bildirdi: (Mü'minlere, mescit inşâ et) diye.



Mescidin inşâsına, başladı "Sâlih Nebî".

Yardım ediyorlardı, ona melekler dahî.



Mescidin yapılması, tamâm oldu nihâyet.

Mü'minler, o mescitte ederlerdi ibâdet.



"Sâlih Nebî" gece gün, konuşup kavmi ile,

Îmâna çağırırdı, onları tatlı dille.



Velâkin o insanlar, hem inanmıyorlardı,

Hem de bu Peygamberle, alay ediyorlardı.



Bir gün de, kendisine dediler ki: (Bizi sen,

Bilinmeyen bir dîne çağırırsın esâsen.



Bize, "Putlarınızı bırakınız!" diyorsun.

Âd kavmi helâkiyle, bizi korkutuyorsun.



Halbuki kum üstüne yapılmıştı o evler.

Elbet rüzgâr onları, yıkıp, yerle bir eder.



Bizim evlerimizse, dağlara oyulmuştur.

Rüzgârın dağ yıktığı, hiç vâki olmuş mudur?



Ey Sâlih, senin aklın ermez böyle şeylere.

-Hâşâ-Rabbinin dahî, gücü yetmez bizlere.)



O anda şiddetli bir ses ile irkildiler.

Bütün putlar, bu sesle, yüz üstü devrildiler.



Diyordu ki: (Putlara, yapılmaz hiç ibâdet.

Sâlih, Hak teâlâ'nın Peygamberidir elbet.)



Semûd'lular bu hâli görünce, hepsi bir bir,

Dediler: (Olsa olsa, bu, Sâlih'in sihridir.



Doğru bir kişi idi, halbuki o evvelden.

Şimdi, yalancılığı ortaya çıktı hepten.)



"Sâlih aleyhisselâm", asâsını o ara,

Yukarı kaldırarak, bağırınca onlara,



Kalplerine büyük bir korku düşüp o zaman,

Herbiri, bir tarafa kaçıştılar oradan.



Ertesi gün, tekrârdan biraraya geldiler.

Ve Sâlih Peygamberden, mûcize istediler.



Dediler ki: (Peygamber olduğun doğru ise,

Vahşî hayvanlar gelip, söylesin bunu bize.)



Seslendi Sâlih Nebî: (Ey vahşîler, geliniz!

Peygamber olduğuma, şehâdet eyleyiniz.)



O esnâda bir "Arslan", koşup geldi önüne.

Dedi: (Buyur ey Sâlih, muntazırım emrine.



Sen, Allah tarafından gelen bir peygambersin.

İnsanları küfürden, hakka dâvet edersin.)



Bu hâdise, onların gitti gariplerine.

Dediler ki: (Bakınız, şu Sâlih'in sihrine.)



Onlar böyle deyince, "Arslan" dahî âniden,

Onların üzerine, hücûma geçti hemen.



Kâfirler çok korkarak, evlerine gittiler.

Hattâ kapılarını, derhâl kilitlediler.



Lâkin arslan, terk edip gitmeyince o yeri,

Korkup, yaptıklarına pişmân oldu herbiri.



Dediler ki: (Ey Sâlih, senden özür dileriz.

Bizi bundan halâs et, seni dinleyeceğiz.)



"Sâlih Nebî", arslana işâret etti hemen.

Hayvan, boyun bükerek uzaklaştı o yerden.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
HİDÂYET VER YÂ RABBÎ !



O mûcize deveye, pusu kurup kâfirler,

Ok ile yaralayıp, sonra kesip yediler.



"Sâlih peygamber" ise, bütün bunlara rağmen,

Yine duâ eyledi, onlara merhameten.



Dedi ki: (Âhir zaman Nebîsi hürmetine,

Hidâyet ver yâ Rabbî, bunların kalplerine.)



Lâkin o nasîbsizler, yine inanmadılar.

Hattâ bu Peygamberi, istihzâya aldılar.



Dediler ki: (Ey Sâlih, beklemekten usandık.

O bize vâdettiğin azâbı getir artık.



Her zaman diyorsun ki, "Azâbınız çok yakın".

Hani, nerde o azâb, gecikmesin o sakın.



Bak, biz senin deveni, kesip de yedik bile.

Sen hâlâ korkutursun, bizi o azâb ile.)



Sâlih aleyhisselâm, buyurdu ki: (Niçin siz,

Azâbın gelmesinde acele edersiniz?



İstiğfâr etseydiniz, keşke Hak teâlâya.

Hiç de uğramazdınız, böylece o belâya.



Allah'a îmân edip, istiğfâr etseniz hem,

Gelmez üzerinize, artık azâb ve elem.)



Dediler: (Sen bu dîni, atar atmaz ortaya,

Uğradı Semûd kavmi, türlü türlü belâya.



Halbuki evvelce biz, râhat oturuyorduk.

Hiç böyle belâlara, giriftâr olmuyorduk.)



Sâlih aleyhisselâm, buyurdu: (Hayır ve şer,

Allah'ın takdîri ve emriyle zuhûr eder.



Yâni her bir hâdise, gelir Hak teâlâdan.

Lâkin siz, bunlar ile olursunuz imtihân.)



O esnâda bir vahiy geldi Sâlih Nebî'ye:

(Azâb geleceğini, kavmine bildir) diye.



Sâlih aleyhisselâm, toplıyarak kavmini,

Bildirdi o azâbın, artık geleceğini.



Dedi: (Evlerinizde, üç gün daha kalınız.

Bu üç günün ilkinde, sararır suratınız.



İkinci gün kızarır, kararır üçüncü gün.

Ve helâk olursunuz, dördüncüde topyekün.)



Semûdlular dedi ki: (Bunları çok dinledik.

Velâkin o azâbtan, bir işâret görmedik.



Yıllardır bir azâbla, bizi korkutuyorsun.

Gelsin artık o azâb, ne olacaksa olsun.)



Kâfirler, o gecenin sabahında kalktılar.

Bâzı acâyip hâller görüp dona kaldılar.



Zîra kalktıklarında o sabah yerlerinden,

Kanlar fışkırıyordu, devenin izlerinden.



Kızardı o ilk günü, hep ağaç yaprakları.

Ve yine "kan kırmızı" oldu kuyu suları.



Yüzleri de sapsarı olunca, o kâfirler,

Bunu, birbirlerine görüp haber verdiler.



Sonra, koşup sordular bunu Sâlih Nebî'ye:

(Bugünkü olanlara, ne diyorsun sen?) diye.



Sâlih aleyhisselâm, buyurdu: (İşte bakın!

Bu, henüz ilk günüdür vâdettiğim azâbın.



Üçüncü gün sonunda, biliniz ki muhakkak,

Sizi helâk edecek, azâbla cenâb-ı Hak.)
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
TOPTAN HELÂK OLDULAR



İnkârda inâd eden Semûdlular, bu kere,

Bir araya gelerek, yaptılar müşâvere.



Dediler ki: (Bu Sâlih, bize sihir yapıyor.

Yüzümüz, o sihirle sararıp kararıyor.



Ve yine o diyor ki, "Üç gün sonra hepiniz,

Büyük bir azâb ile toptan öleceksiniz".



Mâlesef o ne derse, oluyor o şey aynen.

Bunun bir çâresine bakmalıyız biz hemen.



Üç gün tamâm olmadan, bir tedbîr düşünelim.

O azâb yetişmeden, biz onu öldürelim.)



Bu işi yapmak için, sonra da Semûdlular,

O deveyi öldüren insanları buldular.



Bunlar, gece sardılar Peygamberin evini.

Lâkin Cibrîl, taş ile öldürdü her birini.



Ertesi gün, oraya gelince Semûdlular,

Yerde, dokuz kişinin cesedini buldular.



Hak teâlâ, Cibrîl'i göndererek o zaman,

Haberdâr etti onu, kavminin tuzağından.



Hazret-i Cebrâil'in tembîhiyle o dahî,

Müslümânları alıp, terk etti o beldeyi.



İkinci gün, yüzleri "Kızıl" oldu küffârın,

Azâb geleceğine, inandılar bihakkın.



"Simsiyah", katran gibi oldu sonra yüzleri.

Azâbtan kurtulmaya, kalmadı ümitleri.



Kahrolup, sağa sola, göğe nazar ederek,

Derlerdi ki: (Acabâ, azâb nerden gelecek?)



Hak teâlâ, Cibrîl'e buyurdu ki o zaman:

(Ey Cibrîl, Semûd kavmi etmedi bana îmân.



Aslâ şükretmediler, verdiğim imkânlara.

Benim Rab olduğumu, yeltendiler inkâra.



Ve Resûlüm Sâlih'i dahî inkâr ettiler.

Devesini öldürüp, etlerini yediler.



Şimdi indir azâbı, şiddetli "Sayha" ile.

Onların beldesini, harâb et tamâmiyle.)



Cebrâil bu ilâhî emri aldı vaktâ ki,

Kuvvetli "Sayha"sını, vurdu bir sabah vakti.



Övünmüş oldukları o muhkem binâlarda,

Semûd kavmi, o "Ses"le, helâk oldu bir anda.



Öyle ki, o "Sayha"nın kuvvet ve şiddetinden,

Yüz üstü kapaklanıp, ödleri koptu birden.



Onlar, hânelerinde işitince bu sesi,

O şiddetle, bir anda, helâk oldu cümlesi.



Bu hâl, "Hicr sûresi"nde beyân olunmaktadır.

Hak teâlâ, meâlen şöyle buyurmaktadır:



(Yakaladı onları, Cebrâil'in sayhası.

O muhkem evlerinin, olmadı bir faydası.)



Kamer sûresinde de, buyuruldu ki yine:

(Biz, bir sayha gönderdik, onların üzerine.)



A'râf sûresinde de, buyurdu ki meâlen;

(Onlara, heybetli bir sayha geldi göklerden.



Kalpleri parçalanıp, yere kapaklandılar.

Ve kendi evlerinde, toptan helâk oldular.)



"Sâlih aleyhisselâm", olunca kavmi helâk,

Mekke'ye çıkıp gitti, mü'minleri alarak.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
YA PEYGAMBER, YA VELÎ



Nûh aleyhisselâmın, oğlu Yâfes soyundan,

Bir zât olup, kıssası, Kur'ânda oldu beyân.



"Peygamber" mi, "velî" mi, ihtilâf olunmuştur.

O, bütün yer yüzüne, hâkim, mâlik olmuştur.



Hak teâlâ bir zaman, emretti ki bu şahsa:

(Emir ve yasağımı, teblîğ et cümle nâsa.)



O, bu emri alınca, arz etti ki: (Yâ Rabbî!

Bu işte, yardımına muhtâcım ben tabiî.



Bu işi yapmam için, ordu, asker ve kuvvet,

Lâzım hem sabır ile, ilim, akıl, hitâbet.



Bunların hiçbirisi, bende yok yâ ilâhî!

Kerîmsin, sen bunları ihsân et bana dahî.)



İstediği her şeyi, bahşetti O'na Allah.

İki de "Sancak" verdi, bir beyaz, bir de siyah.



Gece, "Beyaz" sancağı, açsa idi o eğer,

Gündüz gibi "aydınlık" olurdu hemen o yer.



Eğer "Siyah" sancağı, açsa idi gündüzün,

Orası, karanlığa bürünürdü büsbütün.



Her ne zaman sefere gitse idi o ordu,

Arkası tam "karanlık", önü "ışık" olurdu.



Hızır aleyhisselâm, oğluydu teyzesinin.

Onu da, ordusuna kumandân etti tâyin.



Yürüdü bu orduyla, önce batı yönüne.

Fethetti "Avrupa"yı, ne geldiyse önüne.



Sonra aynı orduyla, doğuya yönelerek,

Bir "Asya kıtası"nı fethetti sonuna dek.



Oradan da kuzeye yürüdü ordu ile.

Mâlik oldu sonunda, dünyâya tamâmiyle.



Yayarak yer yüzüne, "Allah'ın birliği"ni,

Bitirdi böylelikle, teblîğ vazîfesini.



Sonra da izin verdi, bilcümle askerine.

Kendi dahî ayrılıp, çekildi uzletine.



Allahü teâlâya, hep ibâdet ve tâat,

Yaparak, bu hâl üzre, az sonra etti vefât.



Bu zât, güzel sîmâlı ve gâyet sevimliydi.

Hem orta boylu olup, iyi huy sâhibiydi.



Dünyâyı, tamâmiyle geçirmişken mülküne,

Halka çok "mütevâzı" davranırdı o yine.



Aslâ "Dünyâ malı"na vermezdi ehemmiyet.

Haram ve şüpheliden, kaçınır idi gâyet.



Elinin emeğiyle, geçinmeyi severdi.

Bunun için kendisi, bizzât zenbil örerdi.



Evine, evlâdına harcardı bu paradan.

Ve sadaka verirdi, fakîrlere artandan.



Vasiyyet etmişti ki, ölmeden daha önce:

(Kefenleyip, tabuta koyun beni ölünce.



Tabuttan, dışarıya sarkık olsun kollarım.

Yürüsün peşim sıra, asker ve ordularım.



Hazînelerim dahî, yüklenip katırlara,

Onlar da yürütülsün, Tabutun ardı sıra.)



Vaktâ ki göç eyledi, âhiret âlemine,

Vasiyyeti, ayniyle getirildi yerine.



Demek istemişti ki, "Şu ardım sıra gelen,

Ordu ile, dünyâya mâlik oldum tamâmen.



Hayâttayken, var idi bunca hazînelerim.

Ve lâkin âhirete giderken, boş ellerim.



Dünyâ malı, dünyâda kalıyor bakın işte.

Elleri boş oluyor, insanın bu gidişte."
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
BABASI TÂRÛH İDİ



İbrâhim Halîlullah, ülül'azm peygamberdir.

Ve "Keldânî" kavmine gönderilen Nebîdir.



Resûlullah'tan sonra, bilcümle peygamberler,

Ve insanlar içinde, o'dur üstün, mûteber.



Hak teâlâ, "On suhuf" gönderdi kendisine.

Îmâna dâvet etti, kavmini nice sene.



Allah, Ona "Halîlim", yâni "Dostum" buyurdu.

Böylece "Halîlullah" ismine mazhar oldu.



Sülâlesinden, pek çok peygamber geldiğinden,

"Peygamberler babası" denilir ayriyeten.



Babası, "Târûh" adlı bir mü'min idi, fakat,

O dünyâya gelmeden, bu kişi etti vefât.



Temiz bir mü'mindi hem, vâlidesi "Emîle".

İbrâhim'e, Târûh'tan kalmış idi hâmile.



"Âzer" diye kardeşi vardı ki bu "Târûh"un,

O ölünce, bununla evlenmişti bu hâtun.



Yâni "Âzer", Halîl'in, değildi öz babası.

Hem "amcası" olurdu, hem de "üvey babası".



Lâkin o, îmân ile olamadı müşerref.

Yıldızlara, putlara tapıyordu mâlesef.



Kralları "Nemrûd" da, putlara tapıyordu.

Kavmini de, zor ile puta taptırıyordu.



Daha sonra aldanıp, şeytân vesvesesine,

Kaptırdı kendisini, "İlâhlık" hevesine.



Kendi heykellerini yaptırarak bu defâ,

Sonra da, bu "putları", gönderdi her tarafa.



Rablerini büsbütün unutan o insanlar,

Yıldızlara, putlara ve Nemrûd'a taptılar.



Onlar bu azgınlıkta tanımadan had, hudûd,

Yaşarlarken, bir gece, bir rüyâ gördü Nemrûd.



Şöyle ki, "otururken, tahtında, birden bire,

Biri, o'nu tahtından kaldırıp vurdu yere."



Korku ile uyanıp, çağırdı kâhinleri.

Ve onlara sordu ki: (Nedir bunun tâbiri?)



Dediler ki: (Ey Nemrûd, yakında bir "Peygamber",

Çıkar ve insanları "hak yol"a dâvet eder.



Senin bu mülkünü de, yıkar o, temelinden.

Sen, bunun tedbîrini almalısın şimdiden.)



Lâkin o, kibirlenip, gücüne güvenerek,

Fazla önemsemedi, "Bu iş kolay" diyerek.



Ve hemen emretti ki: (Bu günden îtibâren,

Kimse, çocuk sâhibi olmıyacak kat'iyyen.



Ayrı, uzak duracak hanımından her erkek.

Doğan erkek çocuklar, derhâl öldürülecek.)



Memurlar tâyin etti, bu işi tâkib için.

Hattâ on âileye, bir memur etti tâyin.



Ve bütün erkekleri, sürdü şehir dışına.

Nöbetçiler diktirdi, sınır kapılarına.



Böylelikle, o şehrin sınırları içinde,

Hiç erkek kalmamıştı, kadınlar hâricinde.



Korumak gâyesiyle, Nemrûd saltanatını,

"Yüzbin" mâsum yavrunun, döktürmüştü kanını.



Hazret-i İbrâhim'in, vâlidesi "Emîle",

O zaman hâmileydi, Allah dostu "Halîl"e.



Lâkin doğumdan önce, Târûh vefât etmişti.

"Emîle hâtun" dahî, "Âzer"le evlenmişti.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
PUTLAR ŞÂHİD OLDULAR



"İbrâhîm Halîlullah", Âzer'i, Hakk'a dâvet,

Ettiyse de, o kabûl etmeyip, eyledi red.



Dedi ki: (Ey İbrâhîm, sen neler söylüyorsun?

Yoksa putlarımızı, inkâr mı ediyorsun?



Ve kötülüyor musun, ilâhlarımızı sen?

bu davranışlarından, eğer vaz geçmez isen,



Sana, çok çirkin şeyler söylerim ben o vakit.

Ve hattâ öldürürüm, aramızdan çık da git.)



Âzer, putperest olup, "put" yapardı eliyle.

Sattırırdı onları, kendi oğullarıyle.



Çocuklar, o putları, pazara götürerek,

Satarlardı bir hayli, meth-ü senâ ederek.



Bir gün de, bir "put" verip, o İbrâhîm Nebî'ye,

Emretti: (Bunu götür, methederek sat) diye.



O da, bir ip bağlayıp ayağına o putun,

Yerde "sürükleyerek", dolaştırdı hep o gün.



Böyle, hakâret ile, vâsıl oldu pazara.

Şöyle nidâ eyledi o gâfil insanlara:



(Hem sağır, hem kör olan, bir işe yaramıyan,

Bu puta, aranızda var mıdır tâlip olan?)



Civardaki bir evden, çıktı bir kadıncağız.

Dedi: (Âzer nerede, biz ondan alacağız.)



Buyurdu: (Niçin benden almıyorsunuz acep?)

Dedi ki: (Sen putlara, hakâret edersin hep.)



Buyurdu: (Ne oldu ki, bir önce ki putunuz,

Şimdi bir yenisini, almak istiyorsunuz?)



Dedi ki: (Evimize, "hırsız" girmiş bu gece.

Biz uyurken, o putu "çalıp gitmiş" gizlice.)



Buyurdu ki: (Kendini, bir hırsıza çaldıran,

İlâha, hiç tapar mı birazcık aklı olan?



Dinle, sana hakîkî ilâhı bildireyim.

O'nun vasıflarını, sana beyân edeyim:



Yaratır, rızık verir, korur her tehlikeden.

Hasta olsan, yine O şifâ verir âcilen.



Her ne yapsan O görür, duâ etsen işitir.

O'ndan yardım istesen, zamanında yetişir.)



Dedi: (Çok pahalıdır o ilâh zannederim.

Onu satın almaya, tâkatim yetmez benim.)



Buyurdu ki: (Sâdece, "Lâ ilâhe illallah",

Der isen, senin olur söylediğim bu ilâh.)



Kadın bunu duyunca, bir hayli sevinerek,

Îmân etti o anda, "Şehâdet" söyliyerek.



İbrâhîm Halîlullah, akşam döndü evine.

Gördü ki, "put yapmak"la uğraşır Âzer yine.



Dedi ki: (Bu yonttuğun taş ile tahtaların,

İlâh olacağını, alır mı senin aklın?)



Âzer dedi: (Bu putlar, "dile gelip"de şâyet,

Allah'ın birliğine ederlerse şehâdet,



Ben de îmân ederim, Allah'ın birliğine.

O takdîrde girerim, ben de senin dînine.)



İbrâhîm Halîlullah, duâ etti Allah'a.

O Resûl'ün duâsı, bitmeden henüz daha,



"Lâ ilâhe illallah" diyerek bütün putlar,

Allah'ın birliğini tasdîk edip durdular.



Ve lâkin hidâyete gelmedi Âzer yine.

Tercîh etti dünyâyı, âhiret üzerine.
 
Üst Alt