Enver Ýstek
metin mete
- Katılım
- 27 Ara 2005
- Mesajlar
- 3,935
- Tepkime puanı
- 1,023
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler (ve dediler ki): "İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten, istenen (sizden beklenen) bir şeydir! Biz bunu son (başka bir) dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Zikir (öğüt) aramızdan onun üzerine mi indirildi?" -Aksine onlar benim Zikrimden bir kuşku içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.
Ve içlerinden ileri gelenler …
Mekke’de yaygın olan görüşü, yani bir tek Allah yerine bir çok ilâhın olması gerektiği düşüncesini devam ettirmek ve peygamberimizin açtığı tevhit bayrağını indirtebilmek için çeşitli girişimlerde bulunanlar; Kureyş’in ileri gelenleri idi.
Mele’ (ileri gelenler; konsey)
"Dolmak" anlamına gelen "mil’ " sözcüğünden türemiş olan "mele’ " sözcüğünün esas anlamı; "dolu olan (depo)" demektir. Zaman içinde "reisler / başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri" için de mecaz anlamla "mele’ " denilir olmuştur. Bunlara "mele’ " denilmesinin sebebi "kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu" olmalarındandır yani "boş adam" olmayışlarındandır. Sözcük bu anlamıyla Kur’an’da 28 kez yer almıştır. Araplar "ahlâk"a da "mele’ " derler. (Lisan ül Arab c: 8, s: 344-346)
Bu zavallı "ileri gelenler", halktan, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalarını, bilinen ilâhlarına tapmaya devam etmelerini, bu yeni çağrı ile ortaya konan ilkelere kulak asmamalarını, onunla ilgilenmemelerini istemektedirler. Çünkü bu konularla bunlar kendileri ilgilenecekler, halkın ilâhlarını, inançlarını, çıkarlarını en güzel şekilde kendileri kollayacaklardır. Bu zavallı Firavun bozuntularına göre, yönetilenlerin düşünceleri, inançları, toplumsal davranışları olmamalı, insanlar sadece onlara kulluk etmelidirler.
Bu zihniyet tarih boyunca hiç yok olmamış ve kullanılan plânlar özünde hep aynı kalmıştır. Nitekim günümüzdeki zalim yöneticiler de, kamuoyunu ilgilendiren meselelerde, halkı bu konularla ilgilenmekten, bu konularda düşünmekten alıkoymak için çok değişik yöntemler uygulamaktadırlar. Zira, gayri meşru yönetimler varlıklarını ancak, kitleleri temelsiz plânlar ve lüzumsuz meseleler içinde boğarak sürdürebilirler. Halkın kendi sorunlarına eğilmeleri sonucunda gerçekleri görmeleri, bu zalimlerin işine hiç gelmemektedir.
O günlerde ise bu zorbalar için bu bağlamdaki en ciddî tehlike; halkın, yeni gelmekte olan ilâhî mesaja kulak vermesidir.
Biz bunu son / başka bir dinde işitmedik
Son din / başka din
Ayetteki bu ifadeden anlaşıldığına göre, peygamberimizin üzerinde titizlikle durduğu tevhit inancına karşı Mekkeli müşriklerin ileri sürdükleri bahanelerden bir tanesi de "ahar (son/ başka)" dinde böyle bir inancın bulunmadığı olmuştur.
"Ahar" sözcüğü; "son" ve "başka" anlamlarına gelmektedir. Buradaki anlamın "son" olduğu kabul edilirse, "son din" tabiri ile "Hıristiyanlık" kastedilmiş olmaktadır. Yani müşrikler; "Son dinde de böyle bir tevhit anlayışı yok, o dinde teslis var. Aynı bizim, Lat’ın, Menat’ın, Uzza’nın yağmur, bereket tanrısı oldukları ve meleklerin Allah’ın kızları oldukları yolundaki inançlarımız gibi son dindeki inanca göre de İsa Allah’ın oğludur." diyerek tahrif olmuş, efsanelerle orijinalliğini yitirmiş olan Hıristiyanlığı kendilerine yakın görüp, İslâm’a karşı Hıristiyanlıktan medet ummaktadırlar.
"Ahar" sözcüğü "başka" anlamında kabul edilecek olursa, Kureyş ileri gelenlerinin bu kez; "Muhammed’in, Allah’ı mutlak anlamda birleme (tevhit) çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden, komşu ülkelerdeki dinlerde de duymadık. Öyleyse onun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey değildir." dedikleri anlaşılmaktadır. Gerçekten de, ne civardaki Yahudi ve Hıristiyanlar, ne İran ve Irak’taki Mecusîler, ne de ataları da dahil olmak üzere Araplar, bugüne kadar "Bir olan Allah’tan başka ilâh yoktur" dememişlerdir. Çevredeki değişik dinlere mensup bütün insanlar da, Mekkeli müşrikler gibi türbelere yüz sürmekte, evlât sahibi olmak ve rızıklarının artması gibi istekleri için çeşitli ilâhlara dua etmekte, adakta bulunmakta, kurban kesmekte ve feyz aldıklarına inandıkları bu ilâhların bütün sorunlarını çözeceklerini zannetmektedirler. Dolayısıyla Mekkeli müşriklerin "Biz bunu başka bir dinde işitmedik" sözleri şu anlama gelmektedir: "Muhammed’in, ne bizim ilâhlarımızın ne de çevrede yaşayan insanların ilâhlarının, Allah’ın saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah’ın elinde olduğu yolundaki, bugüne kadar hiç kimsenin söylemediği sözleri, uydurmadan başka bir şey değildir! Yani, atalarımızdan duymadığımız ve başka dinlerde de olmayan tevhit inancının batıl olması gerekir."
Zikir (öğüt) aramızdan onun üzerine mi indirildi?
Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, peygamberlik gibi yüce bir makamın, yüksek bir derecenin, Muhammed gibi fizikî yapı olarak diğer insanlardan bir farkı bulunmayan birisine verilmesi, Mekkeli müşriklerin hiç düşünemedikleri ve hazmedemedikleri bir şeydir. Çünkü bu söz, istifham-ı inkâri olup; "peygamberlik ona verilmemeliydi" anlamına gelmektedir. Onlara göre; bir insanın ulaşabileceği en yüksek derece olan peygamberlik eğer bir insana ve içlerinden birisine verilecekse, bu kişi insanların en şereflisi olmalıdır. Muhammed ise (hâşâ) insanların en şereflisi ve kıymetlisi değildir. Dolayısıyla peygamberliğin onda meydana gelmemesi gerekir. Yani, şerefin ancak mal, makam ve taraftar ile elde edilebileceğini sanan bu zavallılar, sıradan bir insanın şerefli olabileceğini kabul etmemektedirler. Kâfirlerin peygamberimize karşı olan bu tutumları başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
İsra; 90-95: Ve, "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız." dediler. De ki: "Rabbimin şanı yücedir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?!"
Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine engel olan sebep sadece: "Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?" demeleridir.
De ki: "Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik."
Kâfirlerin günümüzde de aynı olan bu ölçüleri ve yöntemleri zaman içinde hiç değişmemiştir. Onların maksatlarının ne olduğu ise Rabbimiz tarafından şöyle açıklanmıştır:
Zühruf; 29-32: Bilakis, Ben bunları da babalarını da kendilerine hakk/ gerçek ve açıklayıcı bir elçi gelinceye kadar faydalandırıp geçindirdim.
Ve hakk / gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: "Bu bir büyüdür ve biz onu inkâr ediyoruz." dediler.
Yine onlar: "Bu Kur’an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" dediler.
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta (dünya hayatında) onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
Müşriklerin yukarıdaki ayette geçen "iki şehir" ifadesi Mekke’yi ve Taif’i işaret etmektedir. Çünkü onların ileri gelenleri, yönetimi ellerinde bulunduran kodamanları, bu iki şehirde yaşamaktadırlar. Bu tipler her yeni peygamberin ortaya çıktığını duyduklarında eskiden beri aynı tepkiyi vermişler ve hemen din yolu ile liderliği elde etmeye çalışmışlardır. "İki şehir"deki kodamanlar da, Yüce Allah’ın bilerek Muhammed’i peygamber olarak seçtiğini, yalnız onun bu işe lâyık olduğunu bildiği için rahmetinin hazinelerini ona açtığını duyduklarında kıskançlıklarından hem kudurmuşlar hem de iktidarlarının sarsılacağından çok korkmuşlardır.
Müşriklerin peygamberimize karşı uyguladıkları yöntem, daha evvel Kamer suresinde görüldüğü gibi Salih ve Nuh peygamber için de kullanılmış idi:
Kamer; 23-25: Semud da o uyarıları yalanladılar:
"Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz." dediler.
"Zikir / öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır".
Müminun; 23-25: Ant olsun ki Biz, Nuh’u da kavmine elçi gönderdik. Sonra o, "Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ takvalı davranmayacak mısınız?" dedi.
Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler "Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi.
Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar onu umutla bekleyin" dediler.
Ve içlerinden ileri gelenler …
Mekke’de yaygın olan görüşü, yani bir tek Allah yerine bir çok ilâhın olması gerektiği düşüncesini devam ettirmek ve peygamberimizin açtığı tevhit bayrağını indirtebilmek için çeşitli girişimlerde bulunanlar; Kureyş’in ileri gelenleri idi.
Mele’ (ileri gelenler; konsey)
"Dolmak" anlamına gelen "mil’ " sözcüğünden türemiş olan "mele’ " sözcüğünün esas anlamı; "dolu olan (depo)" demektir. Zaman içinde "reisler / başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri" için de mecaz anlamla "mele’ " denilir olmuştur. Bunlara "mele’ " denilmesinin sebebi "kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu" olmalarındandır yani "boş adam" olmayışlarındandır. Sözcük bu anlamıyla Kur’an’da 28 kez yer almıştır. Araplar "ahlâk"a da "mele’ " derler. (Lisan ül Arab c: 8, s: 344-346)
Bu zavallı "ileri gelenler", halktan, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalarını, bilinen ilâhlarına tapmaya devam etmelerini, bu yeni çağrı ile ortaya konan ilkelere kulak asmamalarını, onunla ilgilenmemelerini istemektedirler. Çünkü bu konularla bunlar kendileri ilgilenecekler, halkın ilâhlarını, inançlarını, çıkarlarını en güzel şekilde kendileri kollayacaklardır. Bu zavallı Firavun bozuntularına göre, yönetilenlerin düşünceleri, inançları, toplumsal davranışları olmamalı, insanlar sadece onlara kulluk etmelidirler.
Bu zihniyet tarih boyunca hiç yok olmamış ve kullanılan plânlar özünde hep aynı kalmıştır. Nitekim günümüzdeki zalim yöneticiler de, kamuoyunu ilgilendiren meselelerde, halkı bu konularla ilgilenmekten, bu konularda düşünmekten alıkoymak için çok değişik yöntemler uygulamaktadırlar. Zira, gayri meşru yönetimler varlıklarını ancak, kitleleri temelsiz plânlar ve lüzumsuz meseleler içinde boğarak sürdürebilirler. Halkın kendi sorunlarına eğilmeleri sonucunda gerçekleri görmeleri, bu zalimlerin işine hiç gelmemektedir.
O günlerde ise bu zorbalar için bu bağlamdaki en ciddî tehlike; halkın, yeni gelmekte olan ilâhî mesaja kulak vermesidir.
Biz bunu son / başka bir dinde işitmedik
Son din / başka din
Ayetteki bu ifadeden anlaşıldığına göre, peygamberimizin üzerinde titizlikle durduğu tevhit inancına karşı Mekkeli müşriklerin ileri sürdükleri bahanelerden bir tanesi de "ahar (son/ başka)" dinde böyle bir inancın bulunmadığı olmuştur.
"Ahar" sözcüğü; "son" ve "başka" anlamlarına gelmektedir. Buradaki anlamın "son" olduğu kabul edilirse, "son din" tabiri ile "Hıristiyanlık" kastedilmiş olmaktadır. Yani müşrikler; "Son dinde de böyle bir tevhit anlayışı yok, o dinde teslis var. Aynı bizim, Lat’ın, Menat’ın, Uzza’nın yağmur, bereket tanrısı oldukları ve meleklerin Allah’ın kızları oldukları yolundaki inançlarımız gibi son dindeki inanca göre de İsa Allah’ın oğludur." diyerek tahrif olmuş, efsanelerle orijinalliğini yitirmiş olan Hıristiyanlığı kendilerine yakın görüp, İslâm’a karşı Hıristiyanlıktan medet ummaktadırlar.
"Ahar" sözcüğü "başka" anlamında kabul edilecek olursa, Kureyş ileri gelenlerinin bu kez; "Muhammed’in, Allah’ı mutlak anlamda birleme (tevhit) çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden, komşu ülkelerdeki dinlerde de duymadık. Öyleyse onun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey değildir." dedikleri anlaşılmaktadır. Gerçekten de, ne civardaki Yahudi ve Hıristiyanlar, ne İran ve Irak’taki Mecusîler, ne de ataları da dahil olmak üzere Araplar, bugüne kadar "Bir olan Allah’tan başka ilâh yoktur" dememişlerdir. Çevredeki değişik dinlere mensup bütün insanlar da, Mekkeli müşrikler gibi türbelere yüz sürmekte, evlât sahibi olmak ve rızıklarının artması gibi istekleri için çeşitli ilâhlara dua etmekte, adakta bulunmakta, kurban kesmekte ve feyz aldıklarına inandıkları bu ilâhların bütün sorunlarını çözeceklerini zannetmektedirler. Dolayısıyla Mekkeli müşriklerin "Biz bunu başka bir dinde işitmedik" sözleri şu anlama gelmektedir: "Muhammed’in, ne bizim ilâhlarımızın ne de çevrede yaşayan insanların ilâhlarının, Allah’ın saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah’ın elinde olduğu yolundaki, bugüne kadar hiç kimsenin söylemediği sözleri, uydurmadan başka bir şey değildir! Yani, atalarımızdan duymadığımız ve başka dinlerde de olmayan tevhit inancının batıl olması gerekir."
Zikir (öğüt) aramızdan onun üzerine mi indirildi?
Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, peygamberlik gibi yüce bir makamın, yüksek bir derecenin, Muhammed gibi fizikî yapı olarak diğer insanlardan bir farkı bulunmayan birisine verilmesi, Mekkeli müşriklerin hiç düşünemedikleri ve hazmedemedikleri bir şeydir. Çünkü bu söz, istifham-ı inkâri olup; "peygamberlik ona verilmemeliydi" anlamına gelmektedir. Onlara göre; bir insanın ulaşabileceği en yüksek derece olan peygamberlik eğer bir insana ve içlerinden birisine verilecekse, bu kişi insanların en şereflisi olmalıdır. Muhammed ise (hâşâ) insanların en şereflisi ve kıymetlisi değildir. Dolayısıyla peygamberliğin onda meydana gelmemesi gerekir. Yani, şerefin ancak mal, makam ve taraftar ile elde edilebileceğini sanan bu zavallılar, sıradan bir insanın şerefli olabileceğini kabul etmemektedirler. Kâfirlerin peygamberimize karşı olan bu tutumları başka ayetlerde de dile getirilmiştir:
İsra; 90-95: Ve, "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız." dediler. De ki: "Rabbimin şanı yücedir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?!"
Ve insanlara yol gösterme gelince, kendilerinin iman etmelerine engel olan sebep sadece: "Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?" demeleridir.
De ki: "Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik."
Kâfirlerin günümüzde de aynı olan bu ölçüleri ve yöntemleri zaman içinde hiç değişmemiştir. Onların maksatlarının ne olduğu ise Rabbimiz tarafından şöyle açıklanmıştır:
Zühruf; 29-32: Bilakis, Ben bunları da babalarını da kendilerine hakk/ gerçek ve açıklayıcı bir elçi gelinceye kadar faydalandırıp geçindirdim.
Ve hakk / gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: "Bu bir büyüdür ve biz onu inkâr ediyoruz." dediler.
Yine onlar: "Bu Kur’an, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" dediler.
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta (dünya hayatında) onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.
Müşriklerin yukarıdaki ayette geçen "iki şehir" ifadesi Mekke’yi ve Taif’i işaret etmektedir. Çünkü onların ileri gelenleri, yönetimi ellerinde bulunduran kodamanları, bu iki şehirde yaşamaktadırlar. Bu tipler her yeni peygamberin ortaya çıktığını duyduklarında eskiden beri aynı tepkiyi vermişler ve hemen din yolu ile liderliği elde etmeye çalışmışlardır. "İki şehir"deki kodamanlar da, Yüce Allah’ın bilerek Muhammed’i peygamber olarak seçtiğini, yalnız onun bu işe lâyık olduğunu bildiği için rahmetinin hazinelerini ona açtığını duyduklarında kıskançlıklarından hem kudurmuşlar hem de iktidarlarının sarsılacağından çok korkmuşlardır.
Müşriklerin peygamberimize karşı uyguladıkları yöntem, daha evvel Kamer suresinde görüldüğü gibi Salih ve Nuh peygamber için de kullanılmış idi:
Kamer; 23-25: Semud da o uyarıları yalanladılar:
"Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz." dediler.
"Zikir / öğüt, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır".
Müminun; 23-25: Ant olsun ki Biz, Nuh’u da kavmine elçi gönderdik. Sonra o, "Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ takvalı davranmayacak mısınız?" dedi.
Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler "Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi.
Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar onu umutla bekleyin" dediler.