10.1.5. Müşriklerin Güvendiği Sahte Şefaatçiler
"Allah onların önünde ve arkalarında olanı bilir. Onlar ancak Al*lah'ın razı olduğuna şefaat ederler. Ve O'nun azametinden korkarlar." (Enbiyâ; 28)
Müşrikler, melekleri iki sebepten tanrı olarak kabul ederlerdi. Birinci*si, melekler onların gözünde Allah'ın evlâtları gibiydiler. İkincisi, onlara tapmak suretiyle, onları Allah katında kendileri için şefaatçi haline getir*mek isliyorlardı. Halbuki Yunus sûresinin 18. ayeti ve "Zümer sûresinin 3. ayetiyle bu her iki inanç şiddetle reddedilmiştir.
Burada şu noktaya da dikkat etmeliyiz ki, Kur'ân-ı Kerîm şefaat ile il*gili müşriklerin batıl inancını reddederken onların şefaatçi olarak kabul ettikleri varlıkların ne gaipten ne de gelecekten haberdar olmadıklarını be*lirtir. Burada denilmek isleniyor ki, başkalarının geçmişi, geleceği veya mevcut durumu hakkında bilgi sahibi olmayanlar şefaat içi.) mutlak yetki*ye sahip olamazlar. Bu sebeple, ister peygamber olsun ister melek, Al*lah'ın izni olmaksızın şefaatçi olamazlar. Kendi başına kimse için şefaat edemezler. Şimdi şefaati dinleyip dinlememek, kabul edip etmemek tama*mıyla Allah'ın elinde olduğuna göre, bunca yetkisiz ve çaresiz şefaatçilere tapmak, onlara yalvarmak doğru olabilir mi? Sebe' sûresinde şöyle buyu*rulmuştur:
"O'nun (Allah'ın) katında kendisine izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez." (Âyet; 23)
Yani, kâinatın mülkiyetinde ve idaresinde Allah'a ortak olmak şöyle dursun, hiçbir kimse başka bir kimse için Allah'ın huzurunda ağzını açma*ya cesaret edemez. Allah'ın sevgili kullarının, Kâinatın Efendisi’ne söz geçirebileceklerini ve hatta ondan istediklerini koparabileceklerini düşünen*ler yanlış yoldadırlar. Halbuki, Allah (cc.) genellikle şefaati sevmez ve ancak izin verdiği kişiler şefaatçi olabilir veya şefaat olunurlar.
"Onların (Mahşer halkının) kalplerinden korku giderildiğinde birbir*lerine: 'Rabbiniz ne söyledi?' diye sorarlar. (Şefaat edecek olanlar da): 'Hakkı söyledi' derler. O, çok yüce ve çok büyüktür." (Sebe; 23)
Burada, Kıyamet gününde, bir şefaatçinin bir kişi için şefaat edeceği zamanın tablosu çizilmiştir. Bu tabloda, Allah'tan izin alınmak üzere ken*disine müracaat edildikten sonra, şefaatçi ile şefaat olunanın, merakla, sa*bırsızlıkla ve korkudan titreyerek Allah'ın cevabını bekledikleri görül*mekledir. Nihayet, Allah'ın yüce katından izin çıkınca ve şefaat olunan şefaatçinin yüz ifadesinden durumun ümit verici olduğunu anlayınca, rahat bir nefes alıyor ve bir adım ileriye alarak şefaatçiye soruyor. 'Acaba, Al*lah'tan nasıl bir haber geldi'?' O zaman şefaatçi da kendisini teskin edici bir şekilde, "müsterih ol, Cenab-ı Allah'tan izin çıkmıştır" diyor.
[4]
Burada vurgulanmak istenen şey şudur. Cenab-ı Allah gibi yüce bir Hâkimin huzurunda ağızlarını bile açmaya cesaret edemeyen kimselerin zorla ve ısrarla Allah'a bir şey yaptırmalarını düşünmek bile abestir. Duhân suresinde Allah şöyle buyurmuştur:
"O gün, bir dost bir dosttan hiçbir şeyi defedemez. Onlara yardım da olunmaz. Ancak, Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle değil. Çünkü O, Gâlib, Kâdir ve Rahîm'dir." (Duhân; 41-42)
Bu ayetlerde mahşerde, karar gününde İlahî Mahkeme'nin havası yan*sıtılmak istenmiştir. Allah'ın yüce mahkemesinde hiçbir kimsenin himaye*si, yalvarışı ve tavsiyesi, hiçbir suçluyu cezadan kurtaramayacaktır. En büyük yargıç Allah ve bütün yetkiler O'nun elindedir, O'nun kararlarını kimse etkilemez. Herhangi bir sanığı ağır bir şekilde cezalandırması, af*fetmesi ya da cezasında indirim yapması tamamıyla Onun iradesine bağ*lıdır, ilahî iradenin en bariz özelliği merhamettir. Ancak Allah kimin hak*kında ne karar verirse versin, eksiksiz uygulanacaktır. İlahî adaletin niteli*ğine değinildikten sonra devamında sanık ve suçluların akıbetinin ne ola*cağı anlatılmıştır. Asi ve inatçı suçlulara herhangi bir merhamet veya es*neklik gösterilmeyecektir. Ancak Allah'tan korkan ve dünyada her konuda O'nun talimatına göre hareket etmeye çalışanların bazı hataları affedile*cek, cezaları hafifletilecek ve hatta mükafatlandırılacaklardır.
10.1.6. Hazreti Nuh'un Oğlu İçin Allah'a Yalvarışı
Kur'ân-ı Kerîm'in Hûd Sûresinde Hz. İbrahim (a.s.)'in hikâyesi, Ku*reyşlilere anlatılmıştır (Ayet: 69-76). Kureyş'liler, kendilerini Hz. İbra*him'in soyundan saydıkları için Arabistan'ın bütün din adamları, tarikat sahipleri, Kâbe'nin mütevellileri v.s. Arap'ların dinî, ahlâkî, siyasi ve kültürel liderliğinin kendi malları olduğunu sanıyorlardı. Bunlar Allah'ın yü*ce mahkemesinde, kendilerinin hiçbir zarara uğramayacağı gibi yanlış bir düşüncede idiler. Kendilerinin, Hz. İbrahim gibi Allah’ın sevgili peygam*berinin evlatları ve mirasçıları olduğu düşüncesiyle, suçlu oldukları tak*dirde bile şefaat olunacaklarına inanıyorlardı. Kureyşli ve Mekke'lilerin bu yanlış fikrini reddetmek amacıyla Cenab-ı Allah kendilerine Hz. Nûh (a.s.)'un başına gelenleri hatırlatmıştır. Hz. Nûh, oğlunun suda boğulmak üzere olduğunu görüyor ve kurtulması için Allah'a yalvarıyor, ancak sade*ce yalvarışı ve şefaati geri çevrilmekle kalmıyor, üstelik azarlanıyor da. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.)'in hikâyesi anlatılmıştır. Yani, bir yandan kendisinin Allah'ın Halili (sevgilisi) ve en yakın peygamberlerinden biri olduğundan söz ediliyor ve meziyetleri dile getiriliyor ve bir yandan da, aynı Hz. İbrahim, kendi milleti (Lût)'nin kurtulması için Allah'a yalvardı*ğı ve Allah'ın iradesine karıştığı zaman şefaati reddediliyor. Yine Hûd sûresinde biraz ilerde şu ayetlere rastlanıyor:
"O gün gelince herkes yalnız Allah'ın izni ile konuşur." (Hûd; 105)
Burada kendilerine göre hayaller kuranlar ve kendi kendilerini alda*tanlar tekrar ikaz ediliyor. Falanca peygamber ve evliyanın, Allah'ın katı*na çıkarak falan falan kişi ve gruplar için şefaatte bulunacağı ve zorla söz*lerini kabul ettirip onları affettireceği gibi düşünceler hayâldir. Allah kim*seye konuşma izni vermezse ağızlarından bir tek lâf bile çıkmayacaktır.
10.1.7. Dünyevî Yaşantıda Allah'tan Şefaat İle İlgili Müşriklerin Yanlış Anlayışı
Nahl suresinin bir ayeti şöyledir:
"Şimdi onlar, batıla iman edip, Allah’ın Himmetini inkâr mı ediyor*lar?" (Âyet; 72)
Mekke'li müşrikler bütün nimetlerin Allah tarafından geldiğini inkâr etmezlerdi. Hatta bu nimetleri kendilerine ihsan ettiği için Allah'a şükre*derlerdi. Fakat bu noktada bir hata işlerlerdi. Bu nimetlerin ihsan edilme*sinde hiç rolleri olmayan bir takım tanrı, tanrıça ve melerler v.s. ye de sözde ve fiilde minnettar olduklarını ifade ederlerdi. İşte Mekke'li müşrik*lerin bu davranışını Kur'ân-ı Kerîm, "Allah'ın nimetinin inkârı" olarak ta*rif etmektedir. Muhsin (ihsan eden)"in ihsanı için gayri muhsin (muhsin olmayan)'e teşekkür edilmesi, Kur'ân-ı Kerîm'de aslında, nimetin inkârı veya Muhsin'e saygısızlık olarak kabul edilmiştir. Ayrıca, Muhsin'in, ken*di irade ve fazlıyla ihsan etmesine rağmen, O'nun, başkalarının tavsiye ve şefaati üzerine böyle yaptığını sanmak da yanlıştır ve Kur'ân-ı Kerîm bu*nu da usulen tekzip etmiştir.
Aslına bakılırsa, bu ilâhî tutum ve davranış adalet ve hakkaniyet ku*rallarına tamamıyla uygundur. Bunu şöyle bir misalle anlatalım. Diyelim ki, muhtaç bir kimseye yardım elinizi uzattınız. Siz yardım eder etmez o kimse yerinden kalkıp, bu yardımda hiç payı olmayan başka bir adama te*şekkür ve minnetini bildirdi. Belki de siz alçak gönüllü ve efendi bir in*sansınız ve söz konusu kimsenin bu münasebetsizliğini görmezlikten gel*diniz. Fakat, kalbinizin bir köşesinde bu kimsenin münasebetsizliği ve nankörlüğü konusunda acı duyacaksınız. Sonra eğer bu adama bu ters davranışının sebebini sorduğunuz zaman sizin merhamet duygusuyla de*ğil, aksine aracı ve şefaatçi kişinin hatırı ve korkusuyla kendisine yardım ettiğinizi söylerse herhalde bunu kendinize bir hakaret kabul eder ve fazla tahammül edemezsiniz. Onun acayip açıklamasından, kendiniz hakkında iyi fikir taşımadığı, sizi merhametli ve yardımsever bir insan olarak görmediği, aksine dost ve ahbapların sözlerine değer verip onların hatırı için başkalarına yardım ettiğiniz görüşüne sahip olduğunu anlamakla fazla ge*cikmeyeceksiniz. Nahl suresinde şöyle buyuruluyor:
"Onlar Allah'ın nimetini bilirler ve sonra onu inkâr ederler. Onların ekserisi kâfirlerdir." (Âyet: 83)
Burada da "inkâr edenler" deyiminden, daha evvel bahsettiğimiz dav*ranış kastedilmiştir. Yani, Mekke'li kâfir ve müşriklerin, Allah'ın nimetle*rine başkalarını ortak koşmaları. Hacc sûresinde şöyle buyurulmuştur:
"Allah hem meleklerden, hem de insanlardan rasûller seçer. Allah işiticidir, görücüdür. Allah onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Bütün isler Allah'a döndürülür." (Âyet; 75-76)
Burada denilmek isteniyor ki, müşriklerin kendilerine ma'bud olarak seçtikleri varlıklar arasında, melekler ve peygamberler en üst mevkiye sa*hiptirler, ama bunların durumu da haberci ve elçilerden farklı değildir ve bunlar da Allah'ın seçtiği görevlilerdir. Sadece bu husus kendilerine, Al*lah'ın işlerinde ortak olmalarına sebep olamaz. Dikkat ederseniz, "Allah onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir" cümlesi Kur'ân-ı Kerîm'de çok sık yer almıştır ve her yerde şefaat ile ilgili müşriklerin batıl itikadı*nın reddi için kullanılmıştır. Bu cümlenin burada kullanılmasının anlamı da aynıdır. Allah demek isliyor ki, müşrikler tarafından sefaatçı ve kurta*rıcı olarak bilinen melekler ile peygamberler aslımla kendileri Allah'a muhtaçtırlar. Her şeyi gören, bilen ve dolayısıyla, kulların ihtiyaçlarını gi*deren ve şefaatlerini dinleyen ya da reddeden de odur. Bu hususla başka kimse O'nun ortağı olamaz. Nitekim, Zümer sûresinde şöyle denilmiştir.
"Yoksa onlar, Allah'tan başka şefaatçiler mı edindiler? De ki: Onla*rın hiçbir şeye güçleri yetmez ve hiçbir şeye akıl erdiremezlerse yine (on*lardan şefaat bekler misiniz?)! De ki: 'Bütün şefaat Allah'ın kudretinde*dir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz." (Âyet; 43-44)
Cenab-ı Allah demek istiyor ki, kâfirler ve müşrikler kendi kendine bazı kimselerin Allah nezdinde nüfuz sahibi olduğuna ve bazı konularda Allah'a zorla ve tehdide bazı şeyler yaptırdıklarına inanıyorlar. Oysa, Allah nezdinde kimse bizzat kendisi için Allah'ın izni olmaksızın şefaate bulunamaz. Ne Allah kimseye şefaat konusunda yetki vermiştir ne de Allah'ın nezdinde şefaat edebilecek kimseler herhangi bir zaman böyle bir iddiada bulunmuşlardır. Necm Sûresinin şu âyetlerine de bakalım.
"Göklerde nice melekler vardır ki, Allah izin vermedikçe ve ona razı olmadıkça hiç kimseye şefaatleri fayda vermez." (Âyet; 26)
Demek ki, Allah katında melekler şefaatten dem vuramaz. Melekler zaten Allah'a tamamıyla bağlı ve emrine amade yaratıklardır. Onlar kendileri muhtaç ve çaresizdirler. Onlardan yardım ve şefaat beklemek cahilliktir. Doğrusu şu ki, bütün melekler bir olup Allah'ın istemediği bir kimse için şefaat dileseler dahi, hiçbir şey yapamazlar.
10.1.8. Allah'ın Kararını Kimse Değiştiremez, Tehir Edemez
Şu âyete bakın.
"Allah bir kavme fenalık murad ederse, onu çevirecek hiçbir çare yoktur. Onlar için, Ondan başka bir veli ve dost yoktur." (Ra'd; 11)
Burada denilmek isteniyor ki, Allah (cc.) herhangi bir kişi veya millet hakkında bir karar vermişse onu değiştirecek herhangi bir güç yoktur. Herhangi bir aracı, şefaatçi ve tavsiyeci, suçlu ve günahkârı Allah'ın gazabından kurtaramaz. Onun için şefaat ve kurtuluş umuduyla serbestçe günah işlemek doğru bir davranış değildir.
"Onlar için istiğfar etsen de etmesen de, eğer onlar lehinde yetmiş kerre istiğfar eylesen de, Allah onları mağfiret etmez. Çünkü onlar Allah ve Rasûlünü inkâr ile kâfir oldular. Allah, fasık olan kavme hidâyet et*mez." (Tevbe; 8fr)
"Onlar için istiğfar etsen de etmesen de müsavidir. Allah, onları mağfiret etmez. Şüphesiz Allah, fâsık olan kavmi hidâyet etmez." (Münafıkûn; 6)
İşbu mesele, Münafikûn sûresinden üç sene sonra nâzil olan Tevbe suresinde çok açık bir şekilde ele alınmıştır. Söz konusu âyette Cenab-ı Allah, Hazreti Peygamber (a.s.)'e hitap ederek diyor ki, "Sen bu sapıklar için 70 defa bile şefaatte bulunsan. Ben onları affetmeyeceğim. Zira, onlar Allah ile Rasûlünü inkâr ediyorlar ve en kötü günahları işliyorlar." Daha sonra şunları söylüyor.
"Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma. Ve kabri üzerinde durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler ve fasık ol*dukları halde öldüler." (Tevbe; 84)
Burada iki noktaya temas edilmiştir. Yani, şefaat ve mağfiret yalnızca hidayet bulmuş kişilere mahsustur. Hidayet almamış veya doğru yoldan saparak fısk-ü fücûra batmış olanlar için ise alelâde İnsanlar şöyle dursun, Allah'ın Rasûlü bile mağfiret duası yaparsa, Cenab-ı Allah tarafından ka*bul edilmez. Burada temas edilen ikinci nokta şudur. Allah'ın hidayetine talip olmayanları Allah bağışlamaz. Eğer bir kul, hidayeti kabul etmiyor ve hidayete çağrıldığı zaman omzunu silkip başka bir tarafa yöneliyorsa, Allah herhalde onu hidayet edecek değildir.
http://darulkitap.com/akaid/tevhidmucadelesi/010.htm#_ftnref1http://darulkitap.com/akaid/tevhidmucadelesi/010.htm#_ftnref1