Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Zina ya yaklaşmayın..

sumisali

New member
Katılım
3 Nis 2009
Mesajlar
1,903
Tepkime puanı
2,112
Puanları
0
Zina edenin erginlik çağına ulaşması gerekir.
-Akıllı olması gerekir

-Zinanın istekle yapılması gerekir.
-Zinanın insanla yapılması gerekir.
-Zina edilen kadının ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta, ergin olması gerekir.
-Zinanın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir.
-Zinanın darul islam'da olması gerekir
-Kadının diri olması. Ölü olan kadınla cinsel temasta had gerekmez.
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]-Cinsel temasın önden olması ve sünnet yerinin girmiş olması. Arkadan ilişki, yani livata için yalnız azar gerektirir.

[/FONT]

[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Zina, şahitlerle sabit olduğu gibi, ikrarlada sabit olur. Bir erkeğin veya bir kadının zina etmiş olduğuna, dört erkeğin, hakim huzurunda bir oturuşta şahitlik etmesi gerekir. Şahit olmama durumunda, akıl ve baliğ olan bir kimsenin bizzat zina ettiğini ayrı ayrı dört oturumda dört defa ikrar etmesi ilede sabit olur. Cezası kesildikten sonra, hatta ceza tatbiki esnasında kabul ettiği zinadan vazgeçerse, ceza tatbik edilmez salınır.

Evli veya bekar olmasına göre farklı cezalar uygulanır. Cezanın yerine getirilmesi bakımından kadın ve erkek arasında bir fark yoktur.
[/FONT]
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
İsra sures ayet 32
Zinaya yaklaşmayın gerçekten o ‘çirkin bir hayasızlık' ve kötü bir yoldur.

"Zinaya yaklaşmayın." Bu emir hem bireye hem de bir bütün olarak topluma hitap etmektedir. Bu emir kişiyi sadece zinaya ve fuhşa karşı uyarmakla kalmaz, aynı zamanda ona yönelten veya sebep olan her şeye karşı da uyarır. Topluma gelince, ayet, toplumun zinayı önleyici ve ona yönelten sebep ve araçları ortadan kaldırıcı önlemler almasını emretmektedir. Bu nedenle toplum, zinayı ortadan kaldırıcı bir çevre oluşturmak için tüm eğitsel ve hukukî araçları kullanmalıdır.
En son olarak bu madde, İslâmî hayat tarzının kanun ve düzenlemelerinin temelini oluşturmaktadır. Bu maddenin ifade ettiklerinin uygulanabilmesi için zina ve zina iftirası hukuki suçlar olarak belirlenmiş: "Hicap" ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır. Müstehcen neşriyat ve fuhuş şiddetle yasaklanmış, sarhoş edici içkilerin içilmesi haram kılınmıştır. Zinaya teşvik eden müzik, oyun ve resimler de yasaklanmıştır. Daha sonra da evliliği kolaylaştırıcı ve zinanın kökünü kesen yasaklar konulmuştur.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 3
Zina eden erkek, zina eden ya da müşrik olan bir kadından başkasını nikâhlayamaz; zina eden kadını da, zina eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikâhlayamaz. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.

Yani, yalnızca zaniye bir kadın, tevbe etmemiş zani bir erkeğe veya bir müşrike denk bir eş olabilir. Mümin ve faziletli bir kadın böyle birine eş olamaz. Müminlerden tanıdıkları bu tür kişilere kızlarını vermeleri haramdır. Aynı şekilde, zina edip (tevbe etmemiş) kadınlar için de ancak zani veya müşrik erkekler uygun eş olabilir, böylesi kadınlar müminlere uygun eş olamazlar. Müminlerin ahlâken düşük kadınlarla evlenmeleri haramdır. Şu kadar ki, bu hüküm yaptıklarında ısrar edip, tevbe ve ıslahta bulunmayanlar içindir. Çünkü tevbe ve ıslahtan sonra "zani-zaniye" kabul edilmezler.
İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, zina edenle evlenme yasağı, yapılmışsa böyle bir evliliğin yasal etkisi olmayacağı anlamı verir. Fakat bu görüş doğru değildir. Haramın yasal sonuç ve etkileri olmaz. Yani, bu haramı işleyerek evlenen kişinin evliliğinin geçersiz olduğu ve eşlerin evliliğe rağmen zina ettiği demek değildir bu. Çünkü, bu noktada Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Haram, helâlı haram yapmaz" (Taberani, Darekutni) . Bir başka söyleyişle, meşru olmayan bir eylem meşru bir eylemi gayri meşru yapmaz. Bu nedenle, eğer bir kişi zina eder ve sonra evlenirse, onun ahlâksız olmayan öbür eşi de zinaya karışmış sayılmayacaktır. Açık isyan dışında hiçbir gayri meşru eylemin, bunu yapanın bundan böyle yapacağı her işi gayrı meşru saydıracak şekilde yasal haklardan mahrum bir kişi haline getiremeyeceği kesin kuraldır. Bu açıdan bakıldığında ayetin açık anlamı şöyle olmaktadır: Ahlâksız oldukları bilinen bu tür kişileri eş olarak seçmek günahtır. Müminler bundan kaçınmalıdır, aksi halde hukuk onları toplumun istenmeyen iğrenç elemanı olarak ayırırken, eğer müminler kendileriyle evlenirlerse yüreklendirilmiş olurlar.
Aynı şekilde, ayet zina eden bir müslümanın müşrik biriyle yaptığı evliliği de batıl geçersiz kılmaz. Ayet zina eylemini vurgulamakta ve bunu yapan kişinin müslüman da olsa, temiz ve saf İslâm toplumunda temiz evlilik yapmaya uygun olmadığını belirtmektedir. Böyle bir kişi evlilik için kendisi gibi insanlara, ya da İlahi Kanuna inanmayan müşriklere yaklaşmalıdır.
Bu konudaki hadisler oldukça açık ve nettir. Müsned-i Ahmed ve Nesaî de Abdullah bin Amr el-As'dan gelen rivayete göre, Ümmü Mahzul adlı bir kadın Medine'de fahişelik yapardı. Hz. Peygamber (s.a) bir müslümanın bu kadınla evlenme isteğini reddetti ve kendisine bu ayeti okudu. Tirmizi ve Ebu Davud'da geçen bir rivayete göre, Mersed bin Ebi Mersed adlı bir sahabi, cahiliye döneminde Mekke'nin ahlâksız kadınlarından İnakl'la gayri meşru ilişkilerde bulunmuştu. Sonra, onunla evlenmeyi tasarlayarak izin için Hz. Peygamber'e (s.a) geldi. İki kez izin isteğinde bulunmasına rağmen Hz. Peygamber (s.a) cevap vermedi. İsteğini üçüncü kez tekrarladığında Hz. Peygamber (s.a) kendisine bu ayeti okudu. Bunlardan ayrı olarak, Hz. Abdullah İbn Ömer ve Ammar bin Yasir'den de aynı konuda başka rivayetler vardır. Sözgelimi, bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Karısının ahlâksız olduğunu bilen ve buna rağmen onunla yaşamaya devam eden adam cennete girmez" (Ahmed, Nesaî, Ebu Davud, et-Teyalisi) Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a) zina eden bekâr bir çift bulduklarında, önce kendilerine gerekli cezayı (hadd) uygularlar, sonra da onları evlendirirlerdi. İbn Ömer'in naklettiğine göre, bir gün dalgın ve düşünceli bir adam Hz. Ebu Bekir'e gelir. Birşey söylemek ister, fakat açıkça söyleyemez. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'den adamı bir kenara çekip, ne demek istediğini anlamasını ister. Soru üzerine, adam kendisine misafir olarak gelen birinin kendi kızıyla zina halinde görüldüğünü anlatır.
Bunun üzerine Hz. Ömer, "Yazıklar olsun sana, kızının sırrını neden gizliyorsun?" der. Sonunda, delikanlıyla kız yargılanır, cezalandırılır, evlendirilir ve ardından bir yıllığına şehirden sürülür. Aynı nitelikte daha başka bir olay Kadı Ebu Bekir İbn ül-Arabi tarafından Ahkâmü'l Kur'an'ında (II: 86) anılmaktadır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 4
Korunan (iffetli) kadınlara (zina suçu) atan sonra dört şahid getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şahidliklerini ebedi olarak kabul etmeyin. Onlar fasık olanlardır.

Bu âyet-i Kerime, hür ve iffetli mümin kadınlara zina iftirasında bulu-nanlaın cezasını beyan etmektedir. Erkeğe de zina iftira edildiğinde yine aynı şekilde, iftira edene iftira cezası uygulanır. Bu hususta âlimler arasında herhangi bir ihtilaf yoktur.

Bu âyet-i Kerime, zina iftirasında bulunan kimse için üç hüküm getirmektedir. Zina iftirasında bulunan kimse, doğru söylediğine dair dört şahit getiremediği takdirde ona seksen sopa vurulur. Onun şahitliği bir daha kabul edilmez (Bu husus ihtilaflıdır. İzahı gelecektir). O kimse fâsik bir insan olur. Adalet sıfatını kaybetmiş olur.

Bir kimseye zina iftirasında bulunmak, açık bir ifade ile olabildiği gibi kinayeli bir ifadeyle veya îmâ yoluyla da olabilir. Açık bir ifade ile zina iftirası "Zina ettin." "Fahişe" vb. sözlerle olur. Bunların yoruma ihtiyacı yoktur.

Kinayeli ifade ile zina iftirası "Fâsık." "Fâcir" "Habis" "Haram mahsulü çocuk." vb. sözlerle olur. Bu ifadeleri kullanan kimsein, karşı tarafın zina ettiğini söyleme kastında bulunması gerekir. Bu itibarla bu çeşit sözleri söyleyen kisiye niyetinin ne olduğu sorulur ve ona göre muamele yapılır.

İmâ ile zina iftirası ise "Benim annem fahişe değil" "Anlaşıldı anlaşıldı senin annen temiz bir kadınmiş" vb. sözlerle olur.

Ebü Hanife ve Şafiî'ye göre bu çeşit îmâlı konuşmalar zina iftirası sayıl*maz İmam Mâlik ise bu çeşit sözleri de zina iftirası saymıştır. İmam Ahmed b.Hanbel ise, kızgınlık halinde söylendiği takdirde bunları zina iftirası saymış normal durumlarda İse saymamıştır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 5
Ancak bundan sonra tevbe eden ve salihçe davrananlar hariç. Çünkü gerçekten Allah bağışlayandır esirgeyendir.

Bu hükmün amacı, sayısız kötülüklere yol açacağından, insanların haram bağlantı ve gayri meşru ilişkilerinin toplumda yayılmasına karşı tam bir yasak koymakdır. Bu bağlamda ortaya çıkabilecek en büyük kötülük, derinden derine ahlâk dışı bir havanın yayılmasıdır. Biri çıkar, doğru veya yanlış bir başkasının yaptıklarını anlatır, diğeri onu daha fazla şüphe ve katmalarla daha başkalarına aktarır. Böylece, toplum içinde kötü ihtiras ve arzuların doğmasına kapı açılmış olur. İslâm bu kapının kapalı kalmasını amaçlar. Bir yandan, zina halinde yakalanan ve suçu delille sabit olan kişiye, başka bir suç karşılığında verilmeyen en ağır cezayı verirken, öte yandan, bir kişiyi zina ile suçlayıp da bunu delillendiremeyene bir daha böyle bir iftirada bulunmasın diye 80 kamçı vurur. Eğer suçlayan ahlâk dışı bir hareketi gözleriyle görse bile, gizliyi açığa vurup kirin yayılmasına çalışacak yerde yerinde kalmasını sağlayacaktır. Bununla birlikte, eğer yeterli şahidi varsa, gördüğünü toplumda yaymaktan kaçınarak doğru yetkililere koşacak ve suçluların mahkemece cezalandırılmalarını sağlayacaktır. Şimdi, bu konudaki yasanın ayrıntılarını madde madde sunalım:

1) "" ifadesinin geçtiği ayet, burada sıradan bir suçlamanın değil, temiz kadınların iffetine karşı zina suçlamasının sözkonusu edildiğini açıkça göstermektedir. Sonra, suçluyanlardan dört şahit getirmelerinin istenmesi de, bunun zina ile ilgili olduğuna bir başka delildir. Çünkü, tüm İslâm hukukunda dört şahit getirme şartı yalnızca zina ile ilgilidir. Bu bakımdan alimler, hırsızlık, içki, faiz alma gibi suçlamaları kapsamasın diye, ayetin zina suçlusuyla ilgili olduğunda görüş birliğine varmışlar ve bu tür suçlamaya mahsus olmak üzere "kazf" adını vermişlerdir. Kazf'ten ayrı olarak, daha başka yersiz suçlamaların cezalarını belirleme işi hakimin veya gerektiğinde iftira ve hakaret ile ilgili genel yasalar çıkarılabilecek olan İslâm Devleti Şura Meclisi'nin ictihadına bırakılabilir.

2) Ayet, her ne kadar el-muhsanat (temiz ve namuslu kadınlar) dan söz ediyorsa da, fakihler yalnızca kadınları suçlamakla sınırlı olmayıp, namuslu erkeklere iftirayı da içine aldığında ittifak halindedirler. Aynı şekilde, iftiracılar için "müzekker sigası-eril kipi" kullanılmışsa da, yasa yalnızca erkek iftiracılarla ilgili olmayıp, kadın iftiracıları da kapsamına almaktadır. Suçun kötülüğü ve ağrılığı açısından, suçlayan veya suçlanılan kadın olsun erkek olsun farketmez. Bu nedenle, iftira eden erkekle, faziletli ve temiz bir erkek veya kadına iftira atan kadının her ikisi de bu yasanın kapsamı içine girmektedir.

3) Bu yasa, suçlanan yalnız "muhsan" veya "muhsana" olduğu zaman geçerlidir. Suçlanan "muhsan(a) - ahlâk kalesi içinde" olmadığı zaman yasa geçerliliğni yitirir. "Muhsan(a) " olmayan bir kişi ahlâk-sızlığıyla ünlüyse ortada iftira diye bir sorun olmayacaktır; aksi halde, hakim, suçlayana herhangi bir ceza vermek için ictihadını kullanabilir, ya da Şura Meclisi böyle durumlar için gerekli yasaları çıkarabilir.

4) Kazf'ın cezalandırılabilir olması için, birinin delilsiz olarak bir başkasını ahlâksızlıkla suçlaması yeterli olmayıp, kâzif (suçlayan) , makzuf (suçlanılan) ve bizzat kazf eylemiyle ilgili yerine getirilmesi gereken bir takım şartlar vardır:
Kâzifle ilgili şartlar şunlardır:
a. Yetişkin olmalıdır, mükellef olmayan bir kazf suçu işlerse, kendisine hadd değil tazir uygulanır.
b. Aklı yerinde olmalıdır, deli ve anormal kişilere hadd uygulanmaz; aynı şekilde, yasaklanmış sarhoşluk vericilerin dışında, kloroform gibi sarhoşluk veren bir şeyin etkisindeki kişi de kazf suçlusu sayılamaz.
c. Baskı altında değil de, kendi iradesiyle kazf'ta bulunmuş olmalıdır.
d. Makzuf'un babası veya dedesi olmamalıdır, çünkü bunlara hadd uygulanamaz.
Hanefilere göre bir beşinci şart daha vardır ki, yalnızca hep el-kol hareketleri yapan bir kişi kazfla suçlanamayacağından, kâzif sarhoş da olmamalıdır. Fakat, İmam Şafiî buna karşı çıkar. Sarhoşun el-kol hareketleri açık ve herkesin ne demek istediğini anlayabileceği şekildeyse, bir kimsenin adını kirletmek için el-kol hareketi sözden daha az zararlı olmayacağından o da kâzif sayılır. Fakat, Hanefiler salt el-kol hareketlerini 80 kamçılık hadd cezası için yeterli bulmayıp, bu noktada tazir cezası önerirler.
Makzuf (suçlanan) la ilgili şartlarsa şunlardır:

a) Aklı ve şuuru yerinde olmalıdır; yani, aklı ve şuuru yerindeyken zina etmiş olmakla suçlanmalıdır: Deli (deliliği sonradan sürsün veya sürmesin) zina suçunu işlemiş olmaz. Çünkü; deli namusunu herhalde tam olarak koruyamaz ve zina ettiği delilleriyle sabit bile olsa, ne hadd cezasıyla cezalandırılır, ne de şahsına karşı aşağılamada bulunulur. Bu nedenle, onu suçlayan da kazf cezasını haketmiş olmaz. Bununla birlikte, İmam Malik ve İmam Leys bin Sa'd, delilsiz olarak bir başka kişiyi zina ile suçladığından dolayı, deliyi suçlayanın ilgili hadd cezasını hakettiği görüşündedirler.

b) Yetişkin olmalıdır, yani, yasal açıdan tam yaşındayken zina ile suçlanmalıdır. Bir küçüğü veya küçüklüğünde zina etmiş bir yetişkini suçlamak hadd cezasını gerektirmez. Çünkü tıpkı bir deli gibi, bir çocuk da şeref ve namusunu bütünüyle koruyamaz. Fakat, İmam Malik'e göre, suçlanan yetişkinlik çağına yaklaşmış bir erkek çocuğu olduğunda suçlayana hadd cezası uygulanmazsa da, aynı yaştaki bir kız çocuğu kendisini zina için teslim etmekle suçlanır ve kendisiyle cinsel ilişki mümkün olursa, bu durumda suçlama yalnızca kızın ailesinin şerefini lekelemekle kalmayıp, kızın geleceğini de harap edeceğinden suçlayan (kâzif) hadd cezasını haketmiş olur.

c) Müslüman olmalıdır, yani, İslâm'dayken zina etmekle suçlanmalıdır. Bir gayri müslimi veya müslüman değilken zina etmiş bir müslümanı suçlamaya gerekli hadd cezası verilmez.

d) Hür olmalıdır, bir köle ve cariyeyi, ya da köle veya cariyeyken zina yapmış hür bir kimseyi suçlamak gerekli hadd cezasını gerektirmez. Çünkü kölenin çaresizlik ve zayıflığı şeref ve namusunu korumaktan kendisini alıkoyabilir. Bizzat Kur'an köleliği ihsan (ahlâk kalesinde olma) durumunun dışında tutmuştur. (Nisa: 25) Fakat Davud el-Zahiri buna katılmaz, köle veya cariye iftira atanın da kâzif olup, kazf ceasıyla cezalandırılacağını savunur.

e) Temiz ve lekesiz bir karakteri olmalıdır. Yani, zinadan ve onu andıran herşeyden uzak bulunmalıdır. Ne eskiden zina ile suçlamış olmalı, ne yasa dışı bir evlilikte cinsel ilişkide bulunmuş olmalı, ne açıkça mülkiyetinde bulunmayan bir cariyeyle ne de karısı sandığı bir kadınla yatmamış olmalıdır. Her günkü hayatı kimsenin kendisini ahlâksızlıkla suçlamayacağı şekilde geçmeli ve daha önce zinadan küçük suçlarla suçlanmamış bulunmalıdır. Çünkü, bütün bu durumlar kişinin ahlâkî temizliğinde leke getirir ve böyle birini suçlayan kişi de 80 kamçılık hadd cezasını haketmiş olmaz. Öyle ki, suçlananın zina suçu, suçlayana haddin uygulanmasından hemen önce delille sabit olursa, birincinin ahlâkî temizliği ve iffeti kaybolmuş olacağından suçlayan affedilir.
Bu beş durumda her ne kadar hadd cezası uygulanmazsa da, bu tür bir deliyi, bir çocuğu, bir gayri müslim, bir köle veya iffetsiz birini delilsiz zina ile suçlayana tazir cezası da verilmeyecek demek değildir.
Şimdi de kazfla ilgili şartlara bakalım. Bir suçlama, eğer suçlayan herhangi bir kişiyi gerekli delillerle ispatlandığında suçlananı ilgili hadd cezasına çarptıracak bir cinsel eylemle suçlar, ya da suçlayan suçlananı yasa dışı doğumla suçlarsa kazf olur. Fakat, her iki durumda da suçlama açık ve net olmalıdır, zina veya yasa dışı doğum suçlamalarının suçlayanın niyetine bağlı olduğu kapalı ifadeler güvenilir olmaktan uzaktır. Sözgelimi, bir adam için zani, günahkâr, kötü, ahlâksız ve bir kadın için fahişe, orospu, kahpe gibi sözcüklerin kullanılması yalnızca bir işaret olup, kazf değildir. Ne var ki, fakihler arasında işaretin de kazf olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. İmam Malik'e göre, eğer işaret açıksa ve karşıdakine zina veya gayri meşru doğum isnat etme anlamına geliyorsa, bu kazftır ve kâzif hadd cezasını hak etmiş olacaktır. Fakat, İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarıyla İmam Şafiî, Süfyan es-Sevrî, İbn Şübrüme ve Hasan bin Salih, her ne şekilde olursa olsun işaretin şüphe ve kapalılık ifade ettiği ve şüphenin olduğu her yerde haddin düştüğü görüşündedirler. İmam Ahmed ve İshak bin Rahaveyh'e göre, işaret, bir kavga ve döğüşte kızgınlık anında yapılmışsa, kazf, alay ve eğlence olsun diye yapılmışsa kazf degildir. Halifelerden Hz. Ömer ve Hz. Ali, işaret için de hadd cezası uygulamışlardır. Hz. Ömer zamanında kavgaya tutuşan iki kişiden biri diğerine "Ne babam zaniydi, ne de annem zaniyeydi" demiş ve olay Hz. Ömer'e gitmişti. Hz. Ömer, olaya şahit olanlara onunla diyenin neyi kasdettiğini sormuş ve bazıları adamın yalnızca anne-babasını övdüğünü ve karşısındakinin anne-babasına herhangi bir yüklemede bulunmadığını söylerken, diğerleri buna karşı çıkarak, bu sözlerle açıkça karşısındakinin anne-babasının zinakâr olduklarını ima ettiğini belirtmişlerdir. Hz. Ömer bu ikincilerin görüşüne katılarak adama hadd uygulamıştır. (El-Cessas, III: 330) . Bir başkasını eşcinsellikle suçlamanın kazf olup olmayacağı konusunda da görüş ayrılığı vardır. İmam Ebu Hanife bunu kazf saymaz, fakat İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Malik ve Şafiî bunu da kazf olarak kabul ederek, gerekli haddin uygulanmasını önerirler.


Devam edecek
 

sumisali

New member
Katılım
3 Nis 2009
Mesajlar
1,903
Tepkime puanı
2,112
Puanları
0
Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesidir
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
5) Fakihler, kazfin mutlaka cezalandırılması gereken bir suç olup olmadığında da görüş birliği içinde değildirler. İbn Ebi Leyla, bunun Allah'ın hakkı olduğunu ve dolayısıyla makzuf talep etsin etmesin, kâzife mutlaka hadd uygulanması gerektiğini söyler. İmam Ebu Hanife ve arkadaşları, suçun sabit olmasıyla haddin uygulanmasının şüphesiz Allah'ın hakkı olduğu, fakat suçlunun ilgili kanun çerçevesinde yargılanmasının suçlananın talebine bağlı bulunmakla insanın hakkı olduğu görüşündedirler. İmam Şafiî ve İmam Evzaî de aynı görüştedir. İmam Malik'e göre ise, eğer kazf suçu yöneticinin huzurunda işlenirse mutlaka cezalandırılması gerekli bir suç, aksi halde cezalandırılıp cezalandırılmaması suçlananın talebine bağlı bir suçtur.

6) Kazf telâfi edilir bir suç değildir. Eğer suçlanan davayı mahkemeye getirmezse durum farklı olacaktır; fakat dava mahkemeye getirilecek olursa suçlayanın suçlamasını ispatlaması istenir, eğer ispatlayamazsa kendisine gerekli hadd uygulanır. Sonra, mahkeme de suçlayan da onu bağışlayamaz ne sorun para vermekle çözümlenebilir, ne de suçlayan tevbe ve özürle cezaladan kurtulabilir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Haddi gerektiren suçları aranızda bağışlayın, fakat dava bana geldiğinde ceza vacip olacaktır."

7) Hanefilere göre, kazf için hadd istemi suçlanan tarafından yapılabileceği gibi, suçlanan yoksa, baba, anne, çocuklar ve torunlar gibi vurulan lekeden etkilenen soyundan biri tarafından da yapılabilir. Fakat, İmam Malik'e göre, bu hak varislere de intikal edebilir, İmam Şafiî de aynı görüştedir. Eğer suçlanan ölürse, yasal varislerinden herbiri hadd isteminde bulunabilir. Fakat, ilginçtir ki, ölümle bağlar kopacağı ve eşlerden birine yapılan suçlamanın karşı tarafın soyuna leke getirmeyeceği gerekçesiyle, İmam Şafiî karı ve kocayı bu hakkın dışında tutar. Ama, bu delillerin ikisi de zayıftır. Bir kere hadd isteminin verasetle intikal edebileceği kabul edildikten sonra, evlilik bağlarının ölümle koptuğu gerekçesiyle karı ve kocayı bu haktan yoksun etmek Kur'an'a ters düşecektir, çünkü bizzat Kur'an ölüm halinde eşlerden birini diğerine varisçi yapmıştır. Suçlamanın, eşlerin soyuna leke getirmeyeceği iddiasına gelince, koca için bu doğru olabilirse de, kadın için kesinlikle yanlıştır. Öte yandan, kazf cezasının yalnızca kişilerin neseplerini korumak için konmuş olduğu düşüncesi de doğru değildir, neseple birlikte şeref de aynı derecede önemlidir. Bu yüzden eşinin zina ile suçlanması bir beyefendi veya hanımefendi için hiç de küçümsenecek bir haysiyet kırıcılık değildir. O halde, kazf haddinin uygulanmasını isteme hakkı verasetle intikal edebiliyorsa karı ve kocayı bundan yoksun bırakmak doğru olmaz.

8) Bir kişinin kazf suçunu işlediği sabit olduktan sonra, onu gerekli hadd cezasından kurtarabilecek tek şey, mahkemede suçlanan kişinin falancayla zina halinde gördüklerini belirtecek dört şahit getirmesidir. Hanefilere göre, dört şahidin dördü de mahkemede aynı anda hazır bulunmalı ve hep birlikte şahitlik yapmalıdırlar. Çünkü, aynı zamanda ve bir arada ifade vermeyecek olurlarsa, her biri kâzif durumuna düşeceğinden, kendisini destekleyecek dört şahit getirmesi gerekecektir.
Fakat, bu delilin zayıflığı ortadadır. Bu konuda doğrusu İmam Şafiî ve Osman el-Bettî'nin görüşüdür; bunlara göre, şahitler birlikte gelsin, ayrı ayrı gelsin farketmez, hatta ayrı ayrı hakim huzuruna çıkmaları daha iyidir. Hanefiler, şahitlerin dindar ve takva sahibi olmalarını şart koşmaz, kâzif, dört fasık şahit getirirse hem kendisi, hem de makzuf zina haddinden kurtulur. Bununla birlikte, eğer kâzif kâfir, kör, köle, veya daha önce kazf'ten hüküm giymiş dört şahit getirecek olursa cezadan kurtulamaz. İmam Şafiî bu konuda fasık şahitler getiren kâzifin de şahitlerin de haddi hak edecekleri görüşündedir, İmam Malik de buna katılır. Fakat, bu noktada Hanefiler'in görüşü doğruya daha yakın görünüyor. Onlara göre, eğer şahitler takva sahibi iseler, kâzif kazf töhmetinden kurtulur ve suçlananın zina ettiği sabit olmuş olur. Ama, şahitler takva sahibi (adil) değillerse, kâzif'in kazf suçu, makzuf'un zina suçu ve şahitlerin delili hep şüpheli hale gelir ve şüphe üzerine kimseye ceza uygulanmaz.

9) Kur'an, kazf suçundan kurtulabilmesi için gerekli şehadeti sağlamayan kişi hakkında üç hüküm getirir:
a. Kendisine 80 kamçı vurulur.
b. Artık hiçbir şehadeti kabul edilmez.
c. Bizzat fasık olur.
Bundan sonra şöyle der Kur'an:
".... ancak bundan sonra tevbe ve ıslah edenler (gidişatını düzeltenler) hariç, şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir."
Burada şu soru ortaya çıkar: "Ayette anılan tevbe ve ıslaha bağlı bağışlama bu üç hükümden hangisiyle ilgilidir?" Fakihler, birinciyle ilgili olmadığında müttefiktirler. Yani, tevbe cezayı kaldırmaz ve ne olursa olsun suçluya gerekli kamçı cezası uygulanır. Fakihler bağışlamanın üçüncü hükümle de ilgili olduğunda müttefikler, yani, tevbe ve ıslahtan sonra suçlu daha fazla günahkâr olmayıp, fasıklıktan çıkacak ve Allah kendisini affedecektir. (Burada tek bir görüş ayrılığı vardır ki, o da şudur: Suçlu bizzat kazf suçu nedeniyle mi fasık olur; yoksa mahkemece mahkum olduktan sonra mı? İmam Şafiî ve Leys bin Sa'd bizzat kazf suçu nedeniyle fasık olacağı görüşünü savunduklarından, bir daha onun şahitliğini kabul etmezler. Buna karşı, İmam Ebu Hanife, arkadaşları ve İmam Malik, cezanın uygulanmasından sonra fasık olacağı görüşüne dayanarak, cezanın uygulanmasına değin şehadetinin geçerli olacağı fikrindedirler. Fakat, Allah katında suçlunun bizzat karar ve hükmün uygulanmasından sonra halkın kendisine fasık gözüyle bakacağı gerçektir.)
İkinci hükme, yani kâzifin şahitliğinin bir daha kabul edilmeyeceği" hükmüne gelince, "... ancak bundan sonra tevbe ve ıslah edenler..." cümlesinin bunu da kapsamına alıp almadığında fakihler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Bir grup bu cümlenin yalnızca son hükümle ilgili olduğunu söyler. Yani, tevbe edip gidişatını düzelten kişi artık Allah'ın ve müslümanların gözünde fasık olmaz. Fakat ilk iki hüküm geçerliliğini korur. Yani gerekli hadd kendisine uygulanır ve bir daha şahitliği kabul edilmez. Kadı Şüreyh, Said bin Müseyyeb, Said bin Cübeyr, Hasan Basrî, İbrahim Nehaî, İbn Sirîn, Mekhul, Abdurrahman bin Zeyd, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Züfer, İmam Muhammed, Süfyan es-Sevrî ve Hasan bin Salih gibi seçkin fakihler bu gruba dahildir. Karşı grup, "ancak tevbe edip..." cümlesinin ilk hükümle değil de, son iki hükümle ilgili olduğu, yani tevbeden sonra kazf suçuyla cezalandırılan suçlunun şahitliğinin kabul edileceği gibi, günahkâr olarak da sayılmayacağı görüşündedir. Bu grup, Ata, Tavus, Mücahid, Şa'bî, Kasım bin Muhammed, Salim, Zuhrî, İkrime, Ömer bin Abdülaziz, İbn Ebi Nüceyh, Süleyman bin Yesar, Mesruk, Dahhak, Malik bin Enes, Osman el-Bettî, Levs bin Sa'd, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve İbn Cerir et-Taberî gibi fakihlerden oluşmaktadır. Daha başka delillerin yanısıra bu alimler Hz. Ömer'in Muğire bin Şu'be olayında, bazı rivayetlere göre, cezayı uyguladıktan sonra Ebu Bekre ve iki arkadaşına "Eğer tevbe eder (veya yalanınızı itiraf ederseniz) bundan böyle şahitliğinizi kabul ederim, aksi halde etmem" dediğini anarlar. Arkadaşları kabul ederken, Ebu Bekre bunu kabul etmemiş (yani iddiasında diretmiştir) . Güçlü bir delil gibi görünmektedir bu. Fakat, olayın ayrıntılarına baktığımızda, Hz. Ömer'in bu sözünün bu noktada delil olamayacağını görürüz. Çünkü, bu olayda, cinsel birleşmenin meydana geldiği konusunda ayrılık ortaya çıkmamış ve bizzat Muğire bin Şu'be bunu inkâr etmemiştir. Anlaşmazlık konusu kadının kim olduğu konusundadır. Muğire, suçlayıcıların Ümmü Cemil sandıkları kadının kendi karısı olduğunu söylemiştir. Sonra, Hz. Muğire'nin karısının uzaktan ve göründükleri ışığın altında farkedilmeyecek kadar Ümmü Cemil'e benzediği ve yanlışlıkla Ümmü Cemil sanıldığı da sabit olmuştur. Bu noktada deliller bütünüyle Muğire bin Şube lehine olup, olayı gören bir şahit de kadını açıkça seçemediğini kabul etmiştir. Bu yüzden Hz. Ömer, davayı Muğire bin Şu'be lehine çözmüş ve Ebu Bekre'yi cezalandırdıktan sonra, yukarıda anılan sözleri söylemiştir. Bu da, Hz. Ömer'in gerçek niyetinin suçlayıcılar üzerinde, yersiz bir şüpheye yol açtıklarını itiraf etmeleri ve bir daha böyle şüphelere dayanarak halkı suçlamayacaklarına dair tevbe etmeleri, aksi halde şahitliklerinin kabul edilmeyeceği için baskı yapmak olduğunu gösterir. Buradan Hz. Ömer'e göre yalancılığı sabit olmuş bir kişinin şahitliğinin tevbe ettikten sonra kabul edilebileceği görüşünü çıkarmak zordur.
Bu bakımdan, bu konuda önceki grubun görüşü daha doğrudur. Allah'tan başka kimse herhangi bir kişinin gerçekten samimi olarak tevbe edip etmediğini bilemez. Eğer önümüzde bir kimse tevbe ederse, onu artık "fasık" sayamayız, fakat yalancılığı bir kez sabit oldu mu, o zaman da tevbe etti diye gelecekte kendisine güvenemeyiz. Üstelik, ayetin ifadesi de "... ancak tövbe edenler..."in yalnızca "... onlar fasıktırlar"la ilgili olduğunu göstermektedir. Çünkü cümledeki ilk iki ifade "onlara seksen kamçı vurun ve bundan böyle şahitliklerini hiç kabul etmeyin" emir kipinde gelmişken, üçüncü ifade olan "onlar fasıklardır" bir haber-bilgi cümleciğidir. Sonra, bizzat haber-bilgi cümleciğinden sonra gelen "... ancak tevbe edenler hariç..." ifadesi, istisnanın ilk iki emir cümlesiyle değil de, haber-bilgi cümleciğiyle ilgili olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, istisnanın yalnızca son cümleyle sınırlı olmadığı kabul edilecek olursa, o zaman neden bunun "onlara seksen kamçı vurun" emriyle değil de, yalnızca "bir daha şahidliklerini hiç kabul etmeyin" emriyle ilgili olduğunu anlamak zorlaşacaktır.

10) Burada böyle bir soru sorulabilir: "... ancak tövbe edenler hariç..."teki istisna birinci hükme de neden uygulanmasın? Kazf, eninde-sonunda, bir tür hakaret, bir lekelemedir. Bizzat Allah "... ancak tövbe edenler ve ıslah edenler, hariç, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir" derken, neden suçunu itiraf eden, özür dileyen ve tövbe eden bir kişi salıverilmez? Allah affederken insanların affetmemesi tuhaf değil midir? Bu sorulara cevabımız şöyle olacaktır: Tevbe, yalnızca tevbe sözünü dille söylemek demek değildir. Tevbe, pişmanlık, düzelme kararı ve salih amellerle bulunma eğilimidir bir kişinin içten tevbe edip etmediğini bilebilecek de yalnızca Allah'tır. Bu yüzden, tevbeyle dünyevî cezalar değil de, ancak Ahiret cezası kalkar ve yine bu yüzden, Allah, "suçlular tevbe ederlerse affedilebilirler" değil de "tevbe edenler için Allah bağışlayıcı ve merhametlidir" demektedir. Eğer tevbeyle dünyevî cezalar da bağışlanacak olsaydı, cezadan kurtulmak için tevbe etmeyecek suçlu bulunmazdı.

11) Sorunun bir diğer yanı da, suçlamasını destekleyici şahit getiremeyen bir kişinin mutlaka yalancı sayılmayacağı noktasıdır. Evet, isbat edemese bile, o, suçlamasında doğru olamaz mı? Sonra, şahit getiremedi diye, yalnızca insanlar tarafından değil, ayrıca Allah tarafından da bir fasık olarak nasıl mahkum edilebilir. Bunun cevabı da şudur: Bir kişi, bir başkasının ahlâksızlığını görür ve gerekli şahidi olmadan hemen suçlamada bulunur ve gördüğünü yayarsa günahkâr sayılır. İlahî Hukuk, gizlice kire bulaşan bir kişinin kirini, bir başkasının tüm toplumda yaymasını istemez. Böyle bir kire şahit olan kişinin önünde açık iki yol vardır:
Ya, gördüğünü gördüğü yerde bırakmak, ya da İslâm Devleti görevlilerince temizlenmesi için gördüğünü delillendirmek. Bunların dışında üçüncü bir yol yoktur. Eğer yaymaya kalkarsa, kişi her tarafa yayma suçunu işlemiş olacaktır ve konuyu yeterli delil olmadan görevlilerin önüne getirecek olursa, o zaman da görevliler etkin bir şey yapamayacaklardır. Sonuçta kir yayıldığıyla kalacak, mesele kirin yayılmasına vasıta olacak ve toplumun kirli öğesi yüreklendirilecektir. Bu nedenle, gerekli delil ve şahidi olmadan kazf'de bulunan kişi, suçlamasında doğru da olsa, günah işlemekten kurtulamayacaktır.

12) Hanefi fakihler, kâzifin cezasının, zina suçlusuna göre daha hafif bir şekilde uygulanması gerektiği fikindedirler. Yani, kendisine seksen kamçı vurulacak, fakat kamçılama daha az şiddette olacaktır. Çünkü, cezalandırıldığı suç hakkında yalancı olduğu kesin değildir.

13) Hanefiler de içinde olmak üzere, fakihlerin çoğunluğu suçlamayı cezanın uygulanmasından önce veya uygulama sırasında kaç kez tekrarlarsa tekrarlasın kâzife tek bir ceza uygulanacağı görüşündedirler. Kâzif uygulamadan sonra da aynı suçlamayı tekrarlarsa bile, kendisine verilen ceza kâfi gelecektir. Şu kadar ki, haddin uygulanmasından sonra, eğer suçlanana karşı bir başka zina töhmetinde bulunursa, o zaman yeni bir kazf suçuyla yargılanacaktır. Muğire bin Şu'be aleyhindeki olayda Ebu Bekre cezanın uygulanmasından sonra da açıkça Muğire'nin zina ettiğine şahit olduğunu tekrarlamış, bunun üzerine Hz. Ömer onu yeniden yargılamak istemiş, fakat Hz. Ali aynı suçlamayı tekrarladığı için yeniden yargılanamayacağını belirtmiş ve Hz. Ömer de buna uymuştur. Buna dayanarak fakihler, kendisine hadd cezası uygulanan kâzifin yeni bir kazf suçu işlemedikçe tekrar yargılanamayacağından nerdeyse görüş birliğine varmışlardır.

14) Bir gruba karşı işlenen kazf suçuyla ilgili olarak fakihler arasında görüş ayrılığı vardır.Hanefilere göre, eğer bir kişi bir topluluğu bir sözle veya ayrı ayrı sözlerle suçlarsa, ilk cezanın uygulanmasından sonra yeni bir kazf suçu işlemedikçe yalnızca bir haddle cezalandırılır."mûhsan kadınlara (iftira) atanlar" ifadesi, bir veya birden fazla kişiyi suçlayanın yalnızca bir cezayı hak edeceğini göstermektedir. Hem, iki kişi suçlanmadan zina olmaz, buna rağmen kanun koyucu, biri kadını, diğer de erkeği suçlama karşılığında iki değil, tek bir ceza öngörmüştür. Buna karşı, İmam Şafiî, bir topluluğu bir veya birden fazla sözle suçlayan kişinin, suçlanan kişi sayısınca cezalandırılacağı görüşündedir. Osman el-Bettî de aynı görüşe sahiptir. Fakat Şa'bi ve Evzanî'nin de katıldığı İbn Ebi Leyla'nın fetvası ise, bir topluluğu bir sözle suçlayana bir ceza, ayrı ve ayrı ayrı sözlerle suçlayana ise, suçladığı kişiler sayısınca ceza verileceği şeklindedir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 6
Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise onlardan da her birinin şahidliği Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektir.

Ve muhsanelere zina isnad eden, MUHSANE: Evlenmiş iffetli kadına, bir de evlenmiş olsun olmasın mutlaka iffetli ve ırzı sağlam olana denilir ki, kazf ayetindeki "ihsanda" bu mânâ kastolunduğunda görüş birliği vardır. Yani burada evlenmiş olmak şart değil, zinadan temiz olmak şarttır. Bundan dolayı yetişkin kızları da içine alır. Fakihler, bu i h sanda, İslâm, akıl, bulûğ, hür olmak ve iffetli olmak üzere beş şart saymışlardır. Erkeklere zina isnad etmek aynı hükümde delalet yönüyle dahildir. Fakat kadınlara söz atmak daha yaygın olduğundan cemi müennes sigası ile onlar özellikle belirlenmiş vey a genellikle öyle olduğu hükmü ortaya konulmuştur.
Netice olarak namusu sağlam olanlara atan, zina isnat eden sonra da dört şahit getirmeyen kimseler, demek ki ikrar bulunmadıkça bir zinayı ispat için şahitliğin ölçüsü en az dörttür. Halbuki iki adil şahit ile kısas bile sabit olur. Demek ki, namuslu bir kimseyi, özellikle ırz ve namus sahibi bir kadını zina ile itham etmek canını almaktan ağırdır. Bu sebepten onlara iftira atıp da ispat edemeyenler yok mu? Bunlara da attıklarından dolayı seks e n sopa vurunuz hem de bunların ebedî olarak şahitliklerini kabul etmeyiniz. O zina iftirası suçunu
fırlatan dilin ebedî olarak, yani ölünceye kadar bu suretle hükmünü düşürmek bu da bu cezanın tamamlayıcı unsurudur. Celdin acısı cisme ait, bunun acısı ise ruha aittir. Zinada cisme ait olan yön, kazifte ruha ait olan yön galip olduğundan kazfin celdi, zina cezasından aşağı ve fakat bu manevî ceza ondan daha fazladır, çünkü ebedîdir. Bunlar fasıklar güruhundan ibarettir. Fısk ile mahkum kimselerdir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 7
Beşinci (yemini) ise eğer yalan söyleyenlerdense Allah'ın lanetinin muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul etmesi)dir.

Nur suresi ayet 8
Onun (kadının) da dört kere Allah adına (yeminle) onun (kocasının) hiç şüphesiz yalan söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmesi kendisinden cezayı uzaklaştırır.



Nur suresi ayet 9
Beşinci (yemini) ise eğer o (kocası) doğru söylüyor ise Allah'ın gazabının muhakkak kendi üzerinde olması(nı kabul etmesi)dır.

Bu ayetler öncekilerden bir süre sonra gönderilmiştir. Kazf yasası bir başka erkek veya kadını zina ile suçlayıp iddiasını, ispatlamak için gerekli şahitleri getiremeyen bir kişi için belirli bir ceza koymuş, fakat karısını zina halinde yakalayan bir adamın ne yapacağı sorusu ortaya çıkmıştı.
Eğer onu öldürse, cinayetten suçlu olacak ve cezalandırılacaktı, öldürmeyip şahit aramaya gitse suçlu kaçabilirdi, olanı görmezlikten gelse, buna uzun süre katlanması imkansızdı. Kuşkusuz kadını boşayabilirdi, fakat bu durumda ne kadın, ne de ortağı manevî veya fizikî bir cezaya uğramayacak ve bu gayri meşru ilişki gebelikle sonuçlanacak olursa, o zaman da, bir başkasının çocuğunu besleme yükünü çekmek zorunda kalacaktı. Bu sorunu önce Hz. Sa'd b. Ubade, eğer kişi böyle bir şeyi evinde görürse şahit aramaya gitmeyip, sorunu orada ve kılıçla çözeceğini söyleyerek varsayım şeklinde ortaya attı. (Buhari, Müslim) Fakat çok geçmeden, gerçek olaylar bu şeye şahit olan kocalar tarafından Hz. Peygamber'e (s.a) getirildi. Abdullah b. Mes'ud ve İbn Ömer tarafından aktarılan rivayetlere göre, Ensar'dan bir müslüman (muhtemelen Uveymir Aclanî) Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlü, eğer bir kişi bir başkasını karısıyla yakalar ve suçlamada bulunursa ona kazf haddi vuracaksınız, eğer karısını öldürse siz de onu öldürecesiniz, eğer sessiz kalsa ızdırap duyup duracak, bu durumda bu adam ne yapsın?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) "Ey Allah'ım, buna bir çözüm ver" diye dua etti. (Müslim, Buhari, Ebu Davud, Ahmet Nesaî.)
İbn Abbas'ın naklettiğine göre, Hilâl b. Ümeyye, günah işlerken yakaladığı karısının durumunu Hz. Peygamber'e (s.a) getirdi. Cevap olarak Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: "Delilini getir, aksi halde kazf suçuyla cezalandırılacaksın." Bunun üzerine ashap arasında bir panik başladı ve Hilâl, "Seni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki," dedi. "Ben doğruyu söylüyorum, gözümle gördüm, kulağımla işittim. Eminim ki, Allah bir hüküm gönderecek ve benim sırtımı (cezadan) koruyacaktır." Sonra bu ayet indi." (Buhari, Ahmet, Ebu Davud) . Ayette ortaya konan yasal işleme li'an denir.
Hz. Peygamber'in (s.a) Li'an yasasına göre hükmettiği davaların ayrıntıları Hadis kitaplarında yer almakta olup, bunlar bu yasanın temelini ve kaynağını oluşturur. Kütüb-ü Sitte, Müsned-i Ahmed ve Tefsir-i İbn Cerir'de İbn Abbas ve Enes bin Malik'ten nakledilen Hilâl b. Ümeyye olayının ayrıntılarına göre, hem Hilâl, hem de karısı Hz. Peygamber'in (s.a) huzuruna getirilir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) önce kendilerine ilâhî kanunu hatırlatır ve sonra şöyle der: "İyi dikkat edin ki, ahiretteki ceza dünyadakinden çok daha ağırdır." Hilâl suçlamasının bütünüyle doğru olduğunu belirtir. Kadın da inkâr eder. Hz. Peygamber (s.a) : "Li'an yasasına göre yeminlerde bulunur" Hz.Peygamber (s.a) kendisine tekrar tekrar hatırlatır: "Allah birinizin yalancı olduğunu biliyor, o halde biriniz tevbe etmeyecek mi?" Hilâl beşinci kez yemin etmeden önce orada bulunanlar kendisine, "Allah'tan kork, dünyadaki ceza ahirettekinden hafiftir. Beşinci yemin sana ceza verilmesini zorunlu kılacak" derler.
Fakat Hilâl, sırtını dünyada (cezadan) koruyan Allah'ın ahirette de kendisini bağışlayacağını söyleyerek beşinci kez de yemin eder. Sonra kadın yeminlere başlar. Beşinci yemine geçmeden önce, o da durdurulup kendisine şöyle tavsiyede bulunulur: "Allah'tan kork, dünyevî ceza ahiretin cezasından daha hafiftir. Son yemin seni ilâhî cezaya mahkum edecek." Bunu duyan kadın bir an duraklar, oradakiler itirafta bulunacağını sanırlar, fakat o, "Kabileme silinmeyecek bir leke sürmek istemem" diyerek beşinci yemini de eder. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ayrılmalarını emreder ve çocuğun doğumdan sonra erkeğe değil kadına verileceğine, bundan böyle kimsenin kadını ve çocuğunu suçlayamayacağına bunlardan birini suçlayana kazf cezası verileceğine ve boşanma veya kocasının ölümü gibi bir nedenle ayrılmadıklarından, yasal bekleme (iddet) süresince kadının Hilâl'den nafaka istemeye hakkı olmadığına hükmeder; sonra da halktan, doğumdan sonra çocuğun Hilâl'e mi, yoksa kadınla birlikte suçlanan erkeğe mi benzediğine bakmalarını ister. Doğumdan sonra çocuğun öbür adama benzediği görülür ve bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: "Eğer yeminler olmasaydı (veya, Allah'ın Kitabı sorunu çözmemiş olsaydı) bu kadına en sert biçimde davranırdım."
Üveymir Aclanî olayının ayrıntıları Sehl. b. Sa'd es-Saidî ve İbn Ömer (r.a) kanalıyla, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesaî, İbn Mace ve Müsned-i Ahmed'de geçer. Buna göre, Uveymir ve karısı Mescid-i Nebevî'ye çağrılırlar. Li'an yasasını uygulamaya geçmeden önce Hz. Peygamber (s.a) kendilerine üç kez uyarıda bulunur: "Allah ikinizden birinin yalancı olduğunu çok iyi biliyor, o halde biriniz tövbe etmeyecek mi?" Hiç biri tevbe etmeyince kendilerine li'an'da bulunmaları söylenir. Li'andan sora Uveymir, "Ey Allah'ın Rasûlü, şimdi ben bu kadını tutarsam bir yalancı olmuş olurum" diyerek Hz. Peygamber'in (s.a) izni olmadan onu orada üç kez boşar. Sehl b. Sa'd'a göre, Hz. Peygamber (s.a) boşanmayı uygulayarak onları uyardı ve şöyle dedi: "Li'andan sonra karı ile koca birbirlerinden ayrılacaklardır". Böylece birbirlerine karşı yeminleşen eşlerin bir daha asla evlenmemek üzere, ayrılmaları bir sünnet olarak yerleşti. İbn Ömer, yalnızca Hz. Peygamber'in (s.a) kendilerini ayırdığını söyler. Sehl bin Sa'd ise, kadının gebe olduğunu ve Uveymir'in bunun kendi tohumundan ileri gelmediğini söylediğini ekler, bunun üzerine çocuk anneye atfedilir. Bu şekilde yerleşen uygulamaya göre, bu şekilde doğan çocuk annesine, annesi de kendisine mirasçı olur.
Bu iki olaydan ayrı olarak, Hadis kitaplarında bunlarla ilgisi olan veya olmayan daha bir çok rivayetlere rastlarız; yalnız, bu rivayetlerden bazıları başka olaylarla ilgili olup, Li'an yasasının önemli bölümlerini ortaya koymaktadır.
İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in (s.a) Li'andan sonra eşleri ayırdığını ve gebelik durumunda çocuğun annesine atfedileceğine hükmettiğini ifade eden rivayetler gelmektedir. (Kütüb-ü Sitte, İmam Ahmed) . İbn Ömer'den gelen bir başka rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) li'andan sonra bir erkekle kadına şunu söyler: "Artık işiniz Allah'a kalmıştır, her ne olursa olsun, ikinizden biriniz yalancısınız." Sonra adama şöyle der: "Artık o senin değildir, üzerinde hakkın kalmadı, ona hiçbir şekilde öç alıcı şekilde de davranamazsın." Adam, "Efendim, lütfen verdiğim mehri geri bana döndürün" ricasında bulunur. Buna Hz. Peygamber'in (s.a) cevabı şöyle olur: "Mehri geri almaya hakkın yok. Eğer suçlamanda yalancıysan, mehir ondan daha çok sana uzaktır." (Buhari, Müslim, Ebu Davud)
Darekutnî, Ali İbn Ebi Talip ve İbn Mes'ud'un (r.a) , "Sabit olan sünnet, birbirlerine karşı Li'anda bulunan eşlerin bir daha evlilikle bir araya gelemeyecekleri şeklindedir" dediklerini rivayet eder. Yine Darekutnî, Hz. Abdullah İbn Abbas'ın, "Hz. Peygamber (s.a) ikisinin bir daha evlilikle bir araya gelemeyeceklerine hükmetmiştir." dediğini aktarır.
Kabisa b. Zueyb, Hz. Ömer zamanında bir adamın, karısının gayri meşru ilişki sonucu gebe kaldığını iddia ettikten sonra, bu defa da kendi tohumundan olduğunu kabul ettiğini, fakat doğumdan sonra yeniden çocuğun kendinden olduğunu inkâr ettiğini aktarır. Durum Hz. Ömer'in mahkemesine getirilir ve Halife adama kazf cezası uygular ve çocuğun da kendisine atfına karar verir. (Beyhakî, Darekutnî) .
İbn Abbas'ın rivayetine göre, bir adam Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, "Efendim, kendisini çok sevdiğim bir karım var, fakat öylesine zayıf ki, bir başkası kendisine dokunsa aldırmaz" der. (Bununla, zina veya daha hafif bir kötülüğü kasdetmiş olabilir) . Hz. Peygamber (s.a) "Onu boşayabilirsin" cevabını verir. Adam, "fakat onsuz yaşayayamam" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) "Öyleyse onunla geçinmelisin" buyururlar. (Hz. Peygamber adamdan herhangi bir açıklama istemediği gibi şikayetini zina suçlaması olarak almamış ve Li'an yasasını da uygulamamıştır) . (Nesaî) .
Ebu Hureyre'nin rivayet ettiğine göre, bir bedevi Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, karısının siyahî bir çocuk doğurduğunu ve bu çocuğun kendisinden olup olmadığından şüphelendiğini söyler. (Yani, çocuğun rengi ona bu şüpheyi vermiştir, bunun dışında karısını zina ile suçlamak için herhangi bir delili yoktur.) Hz. Peygamber (s.a) kendisine, "Hiç deven var mı?" diye sorar ve adam "evet" der. Sonra Hz. Peygamber (s.a) "Renkleri nasıl?" diye sorar, bedevi "kırmızı" diye cevap verir. 'İçlerinde gri olanı da var mı?' der, Hz. Peygamber "Evet" der adam "bazıları gri". "Bu renge sebep nedir" diye sorar Hz. Peygamber. Bedevî, "Belki atalarında bu renkte olanlar vardır." şeklinde cevaplar. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a) "Aynı şey senin çocuğunun rengine de sebep olmuş olabilir" buyurur ve adamın çocuğundan şüphelenmesine izin vermez. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud) .
Ebu Hureyre'nin Li'an ayetini açıklayan bir başka rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Bir aileye, gerçekten o aileden olmayan bir çocuk getiren (yani, bir erkekle evlendikten sonra, gayri meşru yoldan gebe kalan) bir kadının Allah'la hiç bir alıp vereceği yoktur. Aynı şekilde, çocuk kendisine çekmişken, çocuğun babası olduğunu inkâr eden erkek de Hüküm Günü'nde Allah'ı hiç görmeyecek ve Allah kendisini tüm insanlığın önünde rezil edecektir." (Ebu Davud, Nesaî, Dârimi) .
Bu şekilde Li'an ayeti, Hz. Peygamber'in (s.a) hadisleri ve şeriatın öncülleri ve genel ilkeler fakihlerin şöylece kodlandırdığı Li'an yasasınının temelini oluşturur:
1) Karısını yabancı bir erkekle zina halinde yakalayıp, li'an yerine adamı öldüren kişi hakkında görüş ayrılığı vardır. Bir grup, yasayı eline alma ve cezayı uygulama hakkı olmadığından, böyle bir kişinin öldürüleceği fikrindedir. Diğer grup, adamı zina nedeniyle öldürdüğü sabit olduğu takdirde, öldürülmeyeceği ve yaptığından da sorumlu tutulmayacağını söyler. İmam Ahmed ve İshak bin Rahaveyh, böyle bir kişinin zaniyi zina nedeniyle öldürdüğünü ispatlamak için iki şahit getirmesi gerektiğini savunurken, Malikiler'den İbnü'l Kasım ve İbn Habib, buna öldürülen kişinin evli olması gerektiği şartını eklerler; aksi halde, öldürülen bekâr bir zaniyi öldürdüğü için kişi zinanın sabit olması için dört şahit getirir veya öldürülen kişi ölmeden önce öldürenin karısıyla zina ettiğini itiraf eder ve öldürülenin evli olduğu kesinleşirse, kısastan kurtulabilir. (Neyhü'l-Evtar, cilt: 6, sh: 228) .
2) Li'an yasası evde değil, ancak mahkemede hakim önünde karşılıklı olarak uygulanır.
3) Li'an yalnızca erkeğin hakkı değildir, kadının da, kocası kendisini zina ile suçlar veya çocuğunun babası olduğunu inkâr ederse mahkemede Li'an taleb etme hakkı vardır.
4) Li'an'ın herhangi bir karı-koca arasında uygulanıp uygulanmayacağı ya da eşlerin bir takım şartları yerine getirmelerinin gerekip gerekmediği konusunda fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. İmam Şafiî, ancak yemini yasal yönden güvenilir olan ve boşanma hakkını kullanabilen kocanın Li'an yeminlerini edebileceği görüşündedir. Bir başka deyişle, ona göre akıl ve ergenlik (bülûğ) kocaya Li'an hakkını vermede yeterli olup, eşlerin müslim-gayri müslim, hür-köle, şehadetlerinin kabul edilir olup olmaması ve müslüman kocanın karısının müslüman veya zımmî olması önemli değildir. İmam Malik ve İmam Ahmed'de aşağı-yukarı aynı görüştedirler. Fakat Hanefiler, Li'an'ın ancak önceden kazf'ten hüküm giymemiş hür müslüman eşler tarafından uygulanabileceğini savunurlar. Eğer karı-koca ikisi de gayri müslimse veya köle ise ya da daha önce kazften hüküm giymişlerse, birbirlerine karşı Li'an yapamazlar. Üstelik, eğer kadın bir erkekle gayri meşru veya şüpheli ilişkiden suçlu bulunmuşsa Li'an geçerli olmayacaktır. Hanefiler bu şartları koşarlar, çünkü onlara göre, Li'anla kazf arasındaki tek ayrılık şudur: Eğer bir başka adam kazf işlerse haddle cezalandırılır, fakat bunu işleyen koca olursa, Li'anla cezadan kurtulur. Bunun dışında kazf ve Li'an her bakımdan birbirinin aynıdır. Bunun da ötesinde Hanefilere göre Li'an yeminleri delil (şahit) niteliğinde olduğundan, onlar bu hakkı yasal açıdan şahitlik yapmayacak bir kişiye vermezler. Fakat, bu konuda Hanefilerin görüşleri zayıf kalmakta ve İmam Şafiî'nin görüşü doğru görünmektedir. Çünkü Kur'an, kadının suçlanmasını kazf ayetinin bir parçası yapmamış, bu konuda ayrı bir yasa koymuştur. Bu nedenle de, kazf yasasında birleştirilip, kazfın şartları çerçevesinde ele alınamaz. Sonra, Li'an ayetinin sözleri kazf ayetinin sözlerinden farklı olduğu gibi bu iki ayet ayrı ayrı hükümler ortaya koymaktadır. Bu yüzden Li'an yasası kazf ayetinden değil, Li'an ayetinden çıkarılabilir. Sözgelimi, kazf ayetine göre muhsan kadınları zina ile suçlayanlar cezayı hak ederler. Fakat Li'an ayetinde, kadın için muhsan olma şartı koşulmamaktadır. Bir kadın bir zaman günahlara dalmış olabilir, fakat sonra tövbe eder ve bir erkekle evlenirse, Li'an ayeti kocaya dilediği zaman onu suçlama ve bir zamanlar günahkârdı diye çocuklarını inkâr etme yetkisi vermez. Aynı derecede bir başka önemli neden de, kişinin karısını suçlamasıyla bir başka kadını suçlamak arasında dünya kadar fark bulunmasıdır. Yasa ikisini de aynı şekilde ele almaz. Bir adamın bir başka kadınla hiçbir ilgisi yoktur. Ne duygusal olarak ona bağlıdır, ne de şerefi, aile ilişkileri ve haklarıyla soyu onun yaptıklarıyla tehlikeye girer. Yabancı kadının kişiliğinde bir başkasını ilgilendiren tek anlamlı nokta, ahlâkî açıdan pak ve temiz bir toplum görme arzusudur.

Devam edecek
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Buna karşılık karısıyla olan ilişkileriyse derin ve çok çeşitli niteliktedir. Karısı soy ve cinsinin paklılığının, malının ve evinin koruyucusudur, hayat arkadaşıdır, sır dostudur ve en ince ve derin duygularla onunla bağlantı içindedir. Eğer karısı ahlâken düşük olsa, bu şerefine, ilişkilerine ve soyuna ciddi bir darbe demektir. Dolayısıyla, kişinin karısıyla bir başka kadını suçlaması aynı şeyler değildir ve yasa da bunları birbirinin aynısı olarak ele almaz. Bir zımmî, bir köle veya hüküm giymiş bir kocanın karısının kötü bir iş yapması, sonuç açısından bir hür, olgun ve sağlam müslümanın karısındakinden farklı veya daha az mı ciddidir? Eğer bizzat koca karısını bir başkasıyla zina ederken görse veya elinde karısının gayri meşru ilişki sonucu gebe olduğuna dair inandırıcı nedenler bulunsa, bu takdirde, onun bu kötü durumundan kurtulmasına yardım edecek başka hangi yasamız vardır? Bu noktada, öyle görünüyor ki, Kur'an'ın niyeti, kocanın karısının ahlâksızlığı veya gayri meşru gebeliği karşısında, kadının da kocasının yalan suçlamaları veya haksız yere çocuğunun babası olduğunu inkâr etmesi karşısında evli çiftleri bu zor durumdan kurtaracak bir yol açmaktır. Yalnızca hür ve sağlam müslümanların ihtiyacı değildir bu ve Kur'an'da bu hakkı yalnızca onlarla sınırlayan herhangi bir şey de yoktur. Kur'an'ın Li'an yeminlerini şehadet saydığı ve dolayısıyla şehadet şartlarının burada da uygulanacağı iddiasının mantıkî sonucu, şehadeti kabul edilen dindar ve adil bir kocanın yeminlerde bulunması ve yemin etmek istemeyen kadınınsa, böylece ahlâksızlığı kesinleşeceğinden recmedilmesi olacaktır. Fakat ilginçtir ki, bu durumda Hanefiler recmi öngörmezler. Bu da, Li'an yeminlerini onların da şehadetle bir tutmadıklarının açık delilidir. Gerçi Kur'an Li'an yeminlerini şahitlik olarak tanımlasa da teknik anlamda şahitlik olarak kabul etmez. Aksi halde, kadının dört değil, sekiz kez yemin etmesini isterdi. 5) İşaret, kapalı veya şüpheli bir ifadeyle Li'an gerekmez, ancak koca karısını açıkça zina ile suçlar veya çocuğun kendisinin olduğunu inkâr ederse Li'an gerekir. İmam Malik ve Leys b. Sa'd buna, kocanın Li'an yaparken, karısını zina halinde bizzat gözleriyle gördüğünü söylemesi şartını eklerler. Fakat bu, Kur'an'da ve Hadis'te temeli olmayan gereksiz bir sınır koymadır. 6) Karısını suçladıktan sonra koca Li'an yeminlerini etmekten kaçınırsa, İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre hapsedilir ve Li'an'da bulununcaya, ya da suçlamasının yalan olduğunu itiraf edinceye kadar salıverilmez, bu ikinci durumda kendisine kazf haddi uygulanır. Buna karşılık İmam Malik, Şafiî ve Leys b. Sa'd hapsi gereksiz görüp, Li'anı reddetmenin kişinin yalancılığının itirafı demek olduğu ve dolayısıyla kazf cezasını gerektirdiği görüşündedirler. 7) Kocanın yeminlerinden sonra, kadın yeminden kaçınırsa, Hanefilere göre hapsedilir ve Li'anda bulununcaya, ya da zina suçunu itiraf edinceye kadar salıverilmez. Buna karşılık, yukarıda adı geçen imamlar hemen recmedileceği görüşündedirler. Bunların delilleri, Kur'an'ın ".... Eğer (kadın) dört kez Allah'a yemin ederse.... ceza kendisinden kalkar" hükmüdür. Bu, yeminden kaçındığına göre, cezalandırılmasının kaçınılmaz olduğu anlamına gelir. Fakat bu delildeki zayıflık, Kur'an'ın cezanın mahiyetini belirtmediği ve yalnızca cezadan söz ettiğindedir. Eğer burada, cezadan kasdedilenin yalnızca zina cezası olduğu iddia edilirse deriz ki, zina cezası için Kur'an, dört şahidin açık ifadelerini şart koşmuştur, ki, bu şart da bir kişinin dört yeminiyle yerine getirilmiş olamaz. Kocanın yeminleri kendisini kazf cezasından kurtarır ve kadını da Li'anla karşı karşıya bırakır, fakat kadının zina ettiğini ispatta yeterli değildir. Kadının kendini savunmak için yemin etmeyi reddetmesi, mutlaka bir şüpheye yol açar, hem de kuvvetli bir şüpheye, fakat şüpheler üzerine hadd cezası verilemez. Ve bu durum, erkeğe kazf haddi verilmesiyle kıyas edilmemelidir, çünkü erkeğin kazfı sabittir ve bunun için Li'anda bulunmaya çağrılmaktadır. Oysa, kendisi itiraf etmedikçe veya dört görgü tanığının şahitliğiyle kesinleşmedikçe kadın zina suçlusu sayılamaz. 8) Eğer kadın Li'an anında gebe ise, İmam Ahmed'e göre, bunu kabulü reddetsin veya etmesin Li'an kocayı gebeliğin sorumluluğundan kurtarmaya yeterlidir. İmam Şafiî ise, kocanın zina suçlamasıyla, gebeliğin sorumluluğunu kabulden kaçınmasının aynı şey olmadığını söyler. Bu nedenle, koca gebeliğin sorumluluğunu kabulden kesinkes kaçınmadıkça, bizzat zina suçlamasına rağmen ondan sorumlu sayılacaktır. Çünkü, kadının zaniyeliği mutlaka gebeliğinin de zinadan olduğu anlamına gelmez. 9) İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed kocaya gebelik süresince gebeliğin sorumluluğunu inkâr etme ve buna dayanarak Li'anda bulunma hakkı tanırlar. Fakat, İmam Ebu Hanife, erkeğin suçlamasının temeli zina değilde, sadece kendisinden olması mümkün görünmeyen gebelikse, doğuma kadar Li'an uygulamasından kaçınılması gerektiğini söyler, delili de gebelik işaretlerinin bazen hastalıktan kaynaklanabileceği, yani dıştan her gebe görünen kadının gerçekten gebe olmayacağıdır. 10) Kocanın çocuğun babası olduğunu inkâr etmesinin Li'anı gerektirdiğinde icma vardır. Yine, (sözgelimi, doğum dolayısıyla tebrikleri kabul etmesi, çocuğa insanın kendi çocuğuna davrandığı gibi sevgiyle davranması ve yetiştirilmesine ve bakımına gerekli ilgiyi göstermesi gibi) işaretlerle veya açık ifadelerle olsun, kocanın bir defa çocuğu kabul etmesinden sonra, onu inkâr etme hakkını yitirdiği ve inkâr yoluna gittiği zaman kazf haddine maruz kalacağında da icma vardır. Fakat, kocanın ne kadar süreyle çocuğun babası olduğunu inkâr etme hakkına sahip bulunduğunda fakihler görüş birliği içinde değildirler. İmam Malik'e göre, kadın gebeyken koca evdeyse, gebelikten doğuma kadar sorumluluğu inkâr edebilir, doğumdan sonra artık inkâr hakkı kalmaz. Fakat, koca evde bulunmaz ve doğum o yokken meydana gelirse, çocuğun olduğunu öğrenir öğrenmez inkârda bulunması hakkına sahip olur. İmam Ebu Hanife'ye göre, doğumdan itibaren bir veya iki gün içinde inkâr ederse, Li'andan sonra çocuğun sorumluluğundan kurtulur, fakat bir veya iki yıl sonra inkâr edecek olursa, yine Li'an geçerli olacak, fakat koca çocuğun sorumluluğundan kurtulamayacaktır. İmam Ebu Yusuf'a göre, babanın çocuğun doğumundan, ya da doğumu öğrenmesinden sonra kırk gün içinde babalığını inkâr etme hakkı vardır, kırk günden sonra bu hak düşer. Ne var ki, bu kırk gün sınırlaması anlamsızdır. Burada doğru görüş Ebu Hanife'ninkidir, yani, ortada kişiyi bundan alıkoyacak makul ve sağlam bir neden olmadıkça, babalık çocuğun doğumundan veya doğumun öğrenilmesinden itibaren bir veya iki gün içinde inkâr edilebilir. 11) Eğer bir koca boşanmış karısını zina ile suçlarsa, İmam Ebu Hanife'ye göre bu kazf olur, Li'an olmaz. Li'ana ancak eşler arasında başvurulabilir ve "talak'ı ric'at" (geri dönülebilen boşanma) olmadıkça ve suçlama ric'at döneminde yapılmadıkça, kadın için Li'an yapılmaz. Fakat, İmam Malik, bu suçlamanın, gebeliğin sorumluluğunu, ya da çocuğun babalığını kabul veya inkâr sorununu kapsamadığı zaman kazf olacağı görüşündedir. Suçlama bu noktaya yönelik, yani babalığı kabul edip etmeme konusunda olursa, son boşanmayı (talakı) vermesinden sonra da kocanın Li'an hakkı vardır. Çünkü, böyle bir Li'anda kocanın amacı kadına leke getirmek değil, kendisini kendine ait olmadığına inandığı çocuğun sorumluluğundan kurtarmak olacaktır. İmam Şafiî de bu görüştedir. 12) Li'anın bazı yasal sonuçları konusunda tam bir icma olduğu halde, bazıları üzerinde de fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. İcma bulunan hususlar şunlardır: Ne erkek ne de kadın cezaya çarptırılmaz. Eğer erkek çocuğu inkar ederse, çocuk yalnızca anneye atfedilir. Kocaya atfedilmediği gibi ona mirasçı da olamaz, anne kendisine o da anneye mirasçı olur. Bundan sonra, kimsenin kadını "zaniye" olarak çağırmaya ve çocuğa da "piç" demeye hakkı yoktur, Li'andaki duruma göre kadının zaniyeliğinden emin olunsa bile. Kadına ve çocuğa bu eski suçu yeniden yükleyen herkes kazf cezasıyla karşıkarşıya kalır. Mehir kadından alınmaz, kadın nafaka talebinde de bulunamaz ve kocaya ebediyyen haram olur. Bununla birlikte şu iki noktada görüş ayrılığı vardır: a) Li'andan sonra karı ile koca birbirlerinden nasıl ayrılacaktır? b) Li'an sebebiyle yeniden evlilikle bir araya gelmeleri mümkün müdür? Birinci soruya İmam Şafiî, erkek Li'anda bulunur bulunmaz, kadın Li'anıyla erkeğin suçlamasını kabul etsin veya etmesin, kendiliğinden ayrı düşer şeklinde cevap verir. İmam Malik, Leys b. Sa'd ve Züfer, hem erkek hem de kadın Li'anlarını yaptıktan sonra ayrılacakları görüşündedirler. İmam Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ise, Li'andan sonra ayrılma kendiliğinden gerçekleşir fakat hakim tarafından geçerli hale getirilir. Ama, eğer koca boşama sözü ederse, bu yeterlidir, aksi halde hakim ayrıldıklarını ilân edecektir. İkinci soruyla ilgili olarak, İmam Malik, Ebu Yusuf, Züfer, Süfyan es-Sevri, İshak b. Rahaveyh, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Hasan b. Zeyd, Li'anla ayrılan eşlerin birbirlerine ebediyyen haram olduğu görüşündedirler. Yeniden evlenmek isteseler bile, hiç bir şekilde evlenemezler. Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Abdullah İbn Mes'ud da aynı görüştedirler. Buna karşılık Said b. Müseyyeb, İbrahim Nehaî, Şa'bi, Said b. Cübeyr, Ebu Hanife ve İmam Muhammed (Allah hepsinden razı olsun) , eğer koca yalanını itiraf eder ve kazf haddiyle cezalandırılırsa, bu durumda evlilikle birleşebilecekleri fikrindedirler. Onlara göre, onları birbirine haram kılan Li'andır. Li'anlarında ısrar ettikleri sürece birbirlerine haram olmakta devam edeceklerdir, fakat koca yalanını itiraf edip, gerekli cezayı gördükten sonra Li'an geçersiz olur ve yeniden evlenmelerinin haram oluşu da ortadan kalkar.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0

Nur suresi ayet 13
Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.

"... Allah yanında" Allah'ın Kanunu'nda veya Allah'ın kanununa göre, açıktır ki, Allah'ın ilminde suçlamanın yalanlığı ortadaydı ve bu yalanlık bir şekilde suçlayanların şahit getirip getirmemelerine de bağlı değildi.
Burada kimse, şahit getirememenin suçlamanın yalan olduğunu kanıtlamada temel bir delil sayıldığı ve müslümanlara, suçlayanlar dört şahit getirmediği için bunu açık bir iftira saymalarının söylendiği gibi yanlış bir anlayışa kapılmamalıdır. Olayın temelinde yatan etken gözönüne alınmazsa böyle bir yanlış anlama ortaya çıkabilir. Gerçekte suçlayanların hiçbiri, dilleriyle söylediklerine bizzat şahit olmuş değildi. Suçlamaları yalnızca Hz. Aişe'nin kervandan geri kalmış ve Safvan'ın devesiyle onu kervana yetiştirmiş olmasına dayanıyordu. Bundan pek az bir sağduyusu olan kimse Hz. Aişe'nin geride kalışının kasdi olduğu sonucuna varamaz. Bu tür işleri yapanların yolu değildir bu. Ordu komutanının karısı bir adamla çaktırmadan geride kalacak, sonra da aynı adam kadını devesiyle acele acele ertesi günü öğle vakti mola yerinde ordugâha yetiştirecek, bu düşünülemez bir şeydir. Bizzat bu durum onların masumiyetini ortaya koymaktadır. Eğer suçlayanlar gözleriyle bir şeyler görmüş olsalar neyse, ama, suçlamanın ileri sürüldüğü şartlar şüpheye yol açacak hiç bir şey taşımamaktadır.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 26
Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bu sonuncular, (iftiracıların) söylediklerinden çok uzaktırlar. Kendileri için bağışlanma ve güzel bir rızık vardır.

Bu ayet temel bir ilke koymaktadır: Temiz erkekler, temiz kadınlar için ve dindar erkekler, dindar kadınlar için uygun eştirler. Her bakımdan iyi bir adam asla gizli bir kötülüğe müptelâ olmaz. Böyle bir kötülüğe müptelâ olanın alışkanlıkları, davranış ve tavırları bu kötülüğün izlerini mutlaka açığa vurur. Bir kimsenin davranışlarında ve yaşantısında hiçbir varlık izi taşımadan birden bire kötü bir yanını ortaya koyuvermesi mümkün değildir. Herkesin, halkın günlük yaşantısında tecrübe ettiği psikolojik bir gerçektir bu. O halde, nasıl olur da, hep temiz ve ahlâklı bir hayat sürmüş bir kimse yıllarca zaniye bir kadınla yaşayabilir ve ona katlanabilir? Zaniye olup da, yürüyüşü, tavrı ve davranışlarıyla kötü karakterini açığa vurmayacak bir kadın düşünülebilir mi? Böyle bir kadınla yüksek karakterde faziletli bir kişinin hayat sürmesi mümkün müdür? Burada verilmek istenen, bir daha kimsenin kendisine ulaşan söylentilere kapılarak,safça inancından vazgeçmemesi gerektiğidir. Suçlananın kim olduğu, neyle suçlandığı ve suçlamanın kişiye uygun düşüp düşmediği dikkatlice incelenmeli ve suçlamayı destekleyici hiçbir delil bulunmadığı zaman, serseri ve kötü bir kişi bunu ortaya attı diye kimse suçlamaya inanmamalıdır.
Bazı müfessirler bu ayeti, "iyi şeyler iyi insanlar içindir ve iyi insanlar kötülerin haklarında söyledikleri kötülüklerden uzaktırlar" anlamına almışlardır. Bazıları, "kötü şeyler ancak kötü insanlara, iyi şeyler de iyi insanlara yakışır, takva sahibi kişiler kötülerin kendilerine atfettikleri kötülüklerden uzaktır." anlamı vermişlerdir. Daha bazıları ise ayetten, "kötü ve kirli sözlere ancak kötü ve gizli kişiler dalar, iyi ve takva sözlerine de iyi ve takvalı kişiler dalar, takva sahibi kişiler bu şerli insanların daldıkları sözlerden uzaktırlar" anlamını çıkarmışlardır. Ayetteki kelimeler anlam yönünden kapsamlı olduğu için bu üç şekilden her biriyle tercüme ve tefsir edilebilir. Fakat okuyucuya çarpıcı gelen birinci anlam, yukarıda benimsediğimiz anlamdır ve metne diğer anlamlardan daha uygun düşmektedir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 30
(Resûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.

"" kısmak, azaltmak veya indirmek demektir. "Gazz basar", genellikle "bakışı indirme" olarak çevrilir. Fakat, "gazz basar" emri, bakışın her zaman yerde tutulması gerektiği anlamına gelmez. Emrin muhtevası yalnızca kişinin bakışını kısıtlaması ve rastgele oraya buraya bakmaktan kaçınması gerektiğinden oluşmaktadır. Yani, bir şeyi görmek arzu edilmiyorsa, gözler çevrilmeli ve o şeye bakmaktan kaçınılmalıdır. "Kısıtlanan bakış" sınırlaması yalnızca belirli bir alanda geçerlidir. İfadenin geçtiği metinden, bu sınırlamanın erkeklerin kadınlara bakmaları veya başkalarının örtülü yerlerine göz atıp durmaları, ya da gözlerini müstehcen manzaralara dikmeleriyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Bu ilahi hükmün Hz. Peygamber'in (s.a) sünnetinde açıklanan ayrıntıları şu şekildedir:
1) Karısı veya bir başka mahremi dışında, bir erkeğin başka kadınlara gözünü dikip bakması helâl değildir. Tesadüfi bakışlar bağışlanmışsa da, nesnenin çekiciliği hissedildikten sonra ikinci kez bakmak bağışlanmış değildir. Hz. Peygamber (s.a) bu tür bakışa "gözün fuhşu" adını vermiş ve insanın tüm duyu organlarıyla zina edebileceğini belirtmişlerdir. Bir başka kadına kötü niyetle bakmak gözlerin zinasıdır, şehevi konuşmalar dilin zinasıdır, başka kadınların seslerinden zevk almak kulakların zinasıdır, elle kadına dokunmak veya haram amaç için yürümek ellerin ve ayakların zinasıdır. Bu ilk hareketlerden sonra cinsel organlar ya zina olayını tamamlar, ya tamamlamadan bırakır. (Buhari, Müslim, Ebu Davud)
Hz. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ali'ye şöyle buyurmuşlardır: "Ya Ali, ilk bakıştan sonra ikinci kez bakma. İlk bakış bağışlanabilir, ama ikincisi değil", (Tirmizi, İmam Ahmed, Ebu Davud, Darımî) . Hz. Cerir b. Abdullah el-Becelî, Hz. Peygamber'e (s.a) "Eğer tesadüfen bakarsam ne yapayım?" diye sormuş, "Gözlerini çevir veya bakışını indir" cevabını almıştır. (Müslim, Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud Nesaî) .
Hz. Abdullah İbn Mes'ud Hz.Peygamber'den (s.a) şu sözü nakleder: "Allah, bakışın şeytanın zehirli oklarından biri olduğunu söyler. Kim Allah korkusuyla onu terkederse, tadını kalbinde duyacağı bir imanla mükafatlandırılır." (Taberanî) .
Ümame'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: "Bir müslüman tesadüfen bir kadının güzelliğine bakar ve sonra gözlerini çevirirse, Allah ona ibadet ve sadakat nimeti verir ve bu nimeti daha bir tadlandırır." (Müsned-i Ahmed) . İmam Cafer es-Sadık, babası İmam Muhammed el-Bakır'dan o da Hz. Cabir bin Abdullah'tan rivayet eder: "Veda Haccı'nda, Hz. Peygamber'in (s.a) genç kuzeni Fazl bin Abbas, Meş'arü'l-Haram'dan dönüşte deve üzerinde Hz. Peygamber'in (s.a) terkisinde bulunuyordu. Yolda birkaç kadına rastladıklarında Fazl onlara bakmaya başladı. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a) elini onun yüzüne koyup, öte tarafa çevirdi". (Ebu Davud) . Yine aynı Hacc esnasında Has'em kabilesinden bir kadın yolda Hz. Peygamber'i durdurup, Haccla ilgili bir konuda açıklama ister. Fazl bin Abbas gözünü o kadına diker, fakat Hz. Peygamber Fazl'ın yüzünü öte tarafa çevirir. (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi) .
2) Kimse "bakışı kısıtlama hükmü, kadınlara açık yüzle sokaklarda serbestçe dolaşma izni verildiği için konmuştur, çünkü, yüzü örtme emri olsaydı, bakışı kısıtlayıp, kısıtlamama sorunu sözkonusu olmazdı" şeklinde yanlış bir anlayışa düşmemelidir. Böyle bir anlayış ve ileri sürülen delil, gerçek ve aklî olmaktan uzaktır. Akli olmaktan uzaktır, çünkü, yüzün örtülmesinin genel adet olduğu zamanda bile erkekle kadının birbirine yüzyüze gelebileceği veya kadının yüzünü açmak zorunda kalabileceği durumlar doğabilir. Sonra müslüman kadınlar örtünseler bile, örtüsüz dolaşan gayri müslim kadınlar bulunacaktır. O halde, bakışı indirme veya gözleri çevirme hükmü, kadınların yüzleri açık dolaşmalarına izin veren bir adetin varlığını gerektirmemektedir. Gerçek olmaktan da uzaktır bu, çünkü Ahzab Suresi'ndeki hükümlerin vahyedilmesinden sonra konan örtünme adeti yüzlerin örtülmesini de içine almakta olup, bunu destekleyen çok sayıda hadis-i şerif de vardır.
Güvenilir ravilerce rivayet edilen "ifk" olayıyla ilgili sözlerinde Hz. Aişe şöyle demektedir: Ordugâha geri dönüp de kervanın gitmiş olduğunu görünce uzandım ve üzerime uyku bastı. Sabah, Safvan bin Muattal oradan geçerken beni tanıdı, çünkü örtünme hükmü inmeden önce beni görmüştü. Beni tanıyınca 'İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" (Muhakkak biz Allah'a aidiz ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" dedi. Uyandım ve çarşafımla yüzümü örttüm" (Buhari, Müslim, Ahmed, İbn Cerir, İbn Hişam) .
Ebu Davud Ümmü Hallad'ın, bir savaşta şehid edilen oğlunun durumunu sormak için Hz. Peygamber'e geldiği ve bu esnada normal peçesi içinde olduğunu anlatan bir olay nakleder. Böyle üzgün bir durumda, kişinin dengesini kaybedip örtünmenin sınırlarını çiğnemesi pekala mümkündür. Kendisine bu şekilde bir soru sorulduğunda "Oğlumu kaybettim ama, iffetimi kaybetmedim" cevabını vermiştir. Ebu Davud'un Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir başka hadiste, bir kadın perde arkasından Hz. Peygamber'e bir dilekçe uzattı, Hz. Peygamber'in "Bir erkek eli mi bir kadın eli mi?" diye sorduğunda, kadının "Kadın eli" diye cevap verdiği ve Hz. Rasul-i Ekrem'in (s.a) "Bir kadın eliyse, en azından tırnaklar kınayla boyanmış olmalıydı" dediği anlatılır.
Hacc'la ilgili olarak yukarda aktardığımız iki olay, Hz. Peygamber (s.a) zamanında peçenin kullanılmadığına delil olamaz. Çünkü, ihramlıyken peçe takmak yasaktır. Bununla birlikte, bu durumdayken bile takvalı kadınlar erkeklerin önünde yüzlerini açmaktan hoşlanmazlardı. Hz. Aişe, Veda Hacc'ında ihramlı halde Mekke'ye giderlerken kadınların yolculara rastladıkları yerlerde başörtüleriyle yüzlerini kapadıklarını ve yolcular geçince açtıklarını anlatır. (Ebu Davud)
3) Bakışı indirme veya sakınma hükmünün bir takım istisnaları vardır. Bu istisnalar, sözgelimi bir erkeğin evlenmek istediği kadının yüzünü görmek istemesi gibi, kadının yüzünün açmasının gerekli olduğu durumlarla ilgilidir. Böyle bir durumda, kadının yüzünü görmek, izinden de öte emirdir. Muğire bin Şu'be anlatıyor: "Belli bir aileden kız almak istedim. Hz. Peygamber (s.a) kızı görüp görmediğimi sordu. "Hayır" cevabını verince, "Ona bak, bu aranızdaki ilişkinin ahenkli olmasını sağlar" buyurdu." (İmam Ahmed, Tirmizi, Nesaî, İbn Mace, Darimî) .
Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadise göre, bir adam Ensardan bir aileden kız almak ister. Hz. Peygamber (s.a) kendisine, Ensar kadınlarının gözlerinde kusur olduğunu söyleyerek, "Kıza bir bak" der. (Müslim, Nesaî, İmam Ahmed) .
Cabir bin Abdullah'ın bir rivayetinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: "İçinizden biri bir kadınla evlenmek istediğinde, kadınla onun evlenmesi konusunda kendisini ikna edecek bir nitelik bulması için ona baksın." (İmam Ahmed, Ebu Davud) .
Müsned-i Ahmed'de, Ebu Humeyde'den rivayet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a) böyle bir bakışın zararı olmadığını belirtir. Kızın, kendisinin haberi olmadan görülebilmesine de izin verilmiştir. Bu hadislerden fakihler, gerçekten gerekli olduğu durumlarda kadına bakılabileceği sonucunu çıkarmışlardır. Sözgelimi, bir suç üzerinde araştırma yapılırken şüpheli bir kadına bakmakta veya hakimin kadın şahide bakmasında, ya da doktorun kadın hastaya bakmasında mahzur yoktur.
4) Bakışı kısıtlama hükmünün bir diğer amacı da, hiçbir erkek veya kadının bir başka erkek ya da kadının gizli yerlerine bakmasını yasaklamaktır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir erkek bir başka erkeğin avret yerine, hiçbir kadın da bir başka kadının avret yerine bakmasın" (İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud,Tirmizi) .
Hz. Ali, Hz. Peygamber'den şu hadisi şerifi nakleder: "Ölü veya diri, bir başkasının uyluk bölgesine bakma." (Ebu Davud, İbn Mace) .

"Ferclerini koruma" gayri meşru cinsel ilişkiden ve avret yerlerini başkalarına açmaktan kaçınmaktır. Avret yeri erkekler için göbekle diz arası olup, erkeğin, karısı dışında bir başkasının önünde vücudunun bu bölümünü göstermesine izin yoktur. (Darekutnî, Beyhakî) .
Hz. Cerhed Eslemî, bir defasında Hz. Peygamber'in (s.a) yanında otururken, göbekle diz arasının açıldığını, bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a) "uyluk bölgesinin (göbekle diz arasının) gizlenmesi gerektiğini bilmiyor musun?" dediğini aktarır. (Tirmizi, Ebu Davud, Muvatta) .
Hz. Ali'nin (r.a) bir rivayetinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: "Uyluğunuzu açmayın." (Ebu Davud, İbn Mace) . Avret yeri yalnızca başkalarının yanında değil, yalnızken de açılmaz. Hz. Peygamber (s.a) uyarıyor: "Dikkat edin, sakın çıplak durmayın, çünkü, rahatlama ve karılarınıza yaklaşma zamanlarınız dışında sizden ayrılmayanlar (yani, rahmet melekleri) sizinledir. O halde, onlardan utanın ve kendilerine gerekli saygıyı gösterin." (Tirmizi)
Bir başka rivayette de şöyle buyurulur: "Karınız ve cariyeniz dışında avret yerinizi herkesten saklayın. "Yalnızken de mi?" diye soruldu. Hz. Peygamber (s.a) "Evet, yalnızken de, çünkü Allah'ın O'ndan utanman konusunda daha büyük bir hakkı vardır" cevabını verdi. (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace) .

 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 31
Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.


Erkeklerin kadınlar karşısında bakışlarını indirme hükmü, erkekler karşısında kadınlar için de aynıdır. Kadınların başka erkeklere gözlerini dikip bakmaları yasaktır, ister istemez erkekleri gördüklerinde hemen gözlerini çevirmeli ve başkalarının avret yerlerine bakmaktan kaçınmalıdırlar. Bununla birlikte, erkeklerin kadınlara bakıp bakmamalarıyla ilgili hükümler, kadınların erkeklere bakıp bakmamalarıyla ilgili hükümlerden biraz farklıdır. Bu konuda bir rivayet şöyle gelmektedir: Hz. Peygamber (s.a) hanımlarından Hz. Ümmü Meymune ve Hz. Ümmü Seleme ile otururlarken, âmâ bir sahabi olan Hz. İbn Ümmü Mektum çıkagelir. Hz. Peygamber (s.a) hanımlarına "Yüzünüzü ondan gizleyin" buyurur. Hanımlarının, "Ey Allah'ın Rasûlü, o kör değil mi? Bizi ne görebilir, ne tanıyabilir" demeleri üzerine de şu cevabı verir: "Siz de mi körsünüz? Onu görmüyor musunuz?" Hz. Ümmü Seleme bu olayın örtü hükümlerinin inmesinden sonra meydana geldiğini açıklar. (İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi) .
Bunu destekleyen bir başka rivayet daha vardır ki, şöyledir: "Amâ bir adamın kendisini görmeye gelmesi üzerine Hz. Aişe ondan gizlenir. Adam kendisini göremezken örtünmeye neden gerek duyduğunu Hz. Aişe şöyle açıklar: "Ama, ben onu görüyorum" (Muvatta) .
Ne var ki, bunların karşısında Hz. Aişe'den gelen değişik bir rivayet vardır. Hicret'in 7'inci yılında Medine'ye bir zenci heyet gelir ve Mescid-i Nebevî'de fiziki bir hüner gösterisinde bulunurlar. Hz. Peygamber (s.a) bunu Hz. Aişe'ye gösterir. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed) . Bir başka olayda, Fatıma bint-i Kays'ı kocası boşadığı zaman, iddetini nerede geçireceği sorunu baş gösterir. Hz. Peygamber (s.a) ona önce Ümmü Şerik el-Ensari ile kalmasını söyler, fakat sonra âmâ olduğu için daha rahat eder düşüncesiyle İbn Ümmü Mektum'un evinde kalmasını emreder. Ümmü Şerik zengin olup, evi ziyafet verdiği sahabelerle dolup taştığından, onun evinde kalmasını hoşgörmez. (Müslim, Ebu Davud) .
Bu rivayetler, kadınların erkeklere bakması konusunda getirilen sınırlamaların erkeklerin kadınlara bakmalarıyla ilgili sınırlamalar kadar sert olmadığını gösterir. Kadınların erkeklerle karşı karşıya oturmaları yasaklanmış olmakla birlikte, yoldan geçerken erkeklere bakmaları veya erkeklerin mahzur bulunmayan gösterilerini uzaktan izlemeleri haram değildir. Yine, gerçek ihtiyaç durumunda kadınların birlikte kaldıkları evdeki erkekleri görmelerinde de mahzur yoktur. İmam Gazali ve İbn Hacer de aşağı yukarı aynı görüştedirler.
Şevkânî Neyl'ül-Evtar'da İbn Hacer'den şu görüşü nakleder "Kadınlarla ilgili bu izni, açık havadaki işlerinde de kendilerine böyle bir serbesti tanınmış olması gerçeği desteklemektedir. Camilere gittiklerinde veya sokaklarda dolaşırken, ya da seyahatta kadınlar erkekler kendilerine bakmasın diye peçe takarlarken, erkeklere kadınlar kendilerine bakmasın diye peçe takma emri verilmemiştir. Bu da iki cinsle ilgili hükümlerin farklı olduğunu gösterir." (Cilt: 6, sh. 101) . Bununla birlikte, kadınların serbestçe istedikleri kadar erkeklere bakıp durmaları ve bununla göz zevki almaları caiz değildir.

Yani, gizli yerlerini başkalarının yanında açmaktan ve cinsel arzularını gayri meşru yollarla gidermekten sakınsınlar. Bu konudaki hüküm kadınlar ve erkekler için aynıysa da, avret yerinin sınırları kadınlar ve erkekler için farklıdır. Ayrıca, kadınların avret yeri erkekler karşısında ve kadınlar karşısında da değişiklik gösterir.
Kadınların erkekler karşısındaki avret yerleri el ve yüz dışında kalan tüm vücudlarıdır, avret yerlerini açması koca dışında, kardeşleri ve babaları için dahi doğru değildir. Vücud çizgilerini ve deriyi ortaya koyacak biçimde ince ve dar giyinmek de yasaktır. Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre, bir defasında kızkardeşi Esma ince bir elbise içinde Hz. Peygamber'e (s.a) gelir. Hemen yüzünü çeviren Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: "Ey Esma, bir kadın ergenlik çağına geldiği zaman, yüz ve el dışında vücudunun herhangi bir parçasının açığa çıkmasına izin yoktur." (Ebu Davud) .
Benzer bir hadisi İbn Cerir yine Hz Aişe'den nakleder. Buna göre, bir defasında, Hz. Aişe'nin annesinin önceki kocasından olma Abdullah bin Tufeyl'in kızı kendisini ziyarete gelir. O esnada eve giren Hz. Peygamber (s.a) kızı görünce yüzünü çevirir. Hz. Aişe, "Ey Allah'ın Rasûlü, o benim yeğenimdir" der. Buna Hz. Peygamber (s.a) şöyle karşılık verir: "Bir kadın ergenlik çağına geldiği zaman, el ve yüz dışında vücudunu göstermesi helâl değildir" (Sonra da, elle nereyi kasdettiğini göstermek için bileğini tutar ve kavradığı yerle avucunun orası kadar bir mesafe kalır.) Bu bağlamda gösterilen tek hoşgörü, vücudunun bir kısmını yakın akrabalarının önünde (kardeş, baba gibi) gösterebilmesi için tanınan izindir. Bu da, kadın ev işlerini yaparken gereklidir. Sözgelimi, hamur yoğururken kolunu, döşemeleri yıkarken pantolununu sıvayabilir.
Kadınların kadınlar karşısındaki avret yerleri, erkeklerin erkekler karşısındaki avret yerlerinin aynısı, yani göbekle diz kapağı arasıdır. Fakat, bu kadının kadın karşısında yarı çıplak duracağı anlamına gelmez. Şu kadar ki, vücudun göbekle diz kapağı arasının her halükârda kapanması gerekirken, vücudunun diğer bölümleri için böyle değildir.

İlahi Kanun'un kadınlardan istediği yalnızca erkeklerden istediğiyle, yani bakışlarını sakınıp, ferçlerini korumakla sınırlı olmayıp, erkeklerden istenmeyen daha başka şeylerin de kadınlardan istendiği önemle belirtilmelidir. Bu da gösteriyor ki, bu alanda erkeklerle kadınlar bir değildir.

"Zinet" çekici elbiseler, süslemeler ve kadınların genellikle kullandığı diğer baş, yüz, el, ayak vs. süslerini içine alır ve modern manada "makyaj" (süslenme) sözcüğüyle ifade edilebilir. Bu zinetin başkalarının yanında açılmaması emri aşağıdaki açıklama notlarında ayrıntılarıyla açıklanacaktır.

Çeşitli müfessirlerce bu ayete verilen anlamlar ayetin gerçek anlamını karmakarışık bir hale getirmiştir. Oysa, açıkça söylenmek istenen, "kadınların zinet ve süslerini" açıkta olan-kendiliğinden görünen" ve kontrollerinin ötesine taşanın dışında göstermemeleri gerektiğidir. Yani, kadınlar bilerek ve kasden süslerini açığa vuramazlar, fakat, niyet ve kasıt olmaksızın, başörtünün savrulup zinetin ortaya çıkması veya kadın giyiminin bir parçası olarak çekiciliği bulunmakla birlikte gizlenmesi mümkün olmayan dış elbisenin görünmesi gibi durumlarda zinetin açığa çıkmasında kadın üzerine sorumluluk yoktur. Hz. Abdullah İbn Mes'ud, Hasan Basrî, İbn Sirin ve İbrahim Nehaî'nin tefsirleri de bu şekildedir. Buna karşılık, bazı müfessirler ayeti, "vücudun genellikle açıkta kalan ve örtülmeyen kısımları" anlamına almışlar ve tüm süsleriyle birlikte yüzü ve elleri bunun içine dahil etmişlerdir.
Bu, Hz. Abdullah İbn Abbas'la izleyicilerinin ve çok sayıda Hanefi fakihinin görüşüdür. (Ahkâmü'l-Kur'an, el-Cessas, Cilt: 3, 388-389) . Bu durumda, bunlara göre kadınların, tüm makyajıyla yüzleri ve süsleriyle elleri açık olarak dışarı çıkmalarında bir mahzur yoktur.
Fakat biz bu görüşe katılamayacağız. Bir şeyi göstermekle o şeyin kendiliğinden görünmesi arasında dağlar kadar fark vardır. Birincisi niyet ve kasıt belirtirken ikincisi zorda kalma ve çaresiz olmayı ifade eder. Üstelik böyle bir yorum. Hz. Peygamber (s.a) devrinde örtü ayetinin inmesinden sonra kadınların yüzleri açık dışarı çıkmadıklarını bildiren rivayetlere de ters düşmektedir. Örtü hükmü yüzlerin örtülmesini de içine almaktadır ve peçe, Hacc'da ihramlı olmanın dışında kadın giyiminin bir parçası haline gelmiştir. Bunun bir diğer delili de, ellerin ve yüzün kadınların avret yerine dahil edilmemiş olmasıdır, avret yeri ile örtü farklı şeylerdir. Avret yeri, baba ve erkek kardeş gibi erkeklerin bile yanında açılmaması zorunlu olan yerlerdir; oysa örtü, kadını mahremi olmayan erkeklerden ayıran şeydir, buradaki tartışma avret yeri değil, örtü hükümleriyle ilgilidir.

İslâm öncesi cahiliye günlerinde kadınlar, başın arkasında bağlanan bir tür başlık kullanırlardı. Gömleğin yakası da, boynun önünü ve göğsün üst kısmını dışarda bırakacak şekilde açılırdı. Göğüsleri örtecek gömlekten başka bir şey yoktu ve saçlar bir veya iki çift örgü halinde arkaya bırakılırdı. (El-Keşşaf, cilt: 2, sh. 9', İbn Kesir, c: 3, sh: 283-284) . Bu ayet inince müslüman kadınlar başlarını, göğüslerini ve sırtlarını bütünüyle örten bir başörtüsü takmaya başladılar. Müslüman kadınların bu hüküm karşısındaki davranışlarını Hz. Aişe (r.a) canlı bir biçimde anlatır. "Nur Suresi inip, halk muhtevasını Hz. Peygamber'den (s.a) öğrenince doğru evlerine koştular ve ayetleri karıları, kızları ve kız kardeşlerine okudular" der ve ilave eder: "Ayetlere anında cevap geldi. Ensan kadınları hemen kalkıp, ellerine geçen bez parçalarından başörtüleri yaptılar. Ertesi sabah namaz için Mescid-i Nebevi'ye gelen tüm kadınlar baş örtülüydüler." Bir başka rivayette, Hz. Aişe ince bezlerin bırakılıp, bu amaçla kadınların kalın bez seçtiklerini anlatır. (İbn Kesir, cilt: 3, sh: 284, Ebu Davud) .
Hükmün amacı ve gerçek niteliği, baş örtüsünün güzel ve ince bezden yapılmamasını gerektirmektedir. Ensar kadınları gerçek hedefi anlamışlardı ve ne tür bir bezin kullanılması gerektiğini biliyorlardı. Kanun Koyucu bizzat bu noktayı açıklamış ve halkın yorumuna bırakmamıştır. Dihyetü'l-Kelbî anlatıyor: "Bir keresinde Hz. Peygamber'e (s.a) belli uzunlukta güzel bir Mısır muslini getirildi. Ondan bir parça bana vererek, "Bir kısmını gömleğin için kullan, kalanını da başörtüsü yapması için karına ver, fakat ona şöyle de, bunun iç yüzüne bir başka bez parçası diksin ve içinden beden görünmesin" dedi." (Ebu Davud) .

Bu ayet, bir kadının tüm makyaj ve süsüyle serbestçe hareket edebileceği çevreyi açıklamaktadır. Bu çevrenin dışında, akraba olsun yabancı olsun, başkalarının karşısına makyajıyla çıkmasına izin yoktur. Hüküm, bu sınırlı çevrenin dışında kasden veya dikkatsizce süslerini göstermemesi gerektiğini ifade eder. Bununla birlikte, dikkat ve titizliğe rağmen, elde olmadan meydana gelen açılmaları da Allah affeder.

"Babalar" hem anne, hem de baba yanından dedeleri ve büyük dedeleri de içine alır. Dolayısıyla, bir kadın kendi babası ve dedesine görünebildiği gibi, kocasının babası ve babasının babasına da görünebilir.

"Oğullar" kadın ve erkek tarafından torunları ve küçük torunları da içine alır. Öz oğullarla üvey oğullar arasında herhangi bir ayırım yapılmamıştır.

"Erkek kardeşler" öz ve üvey kardeşleri içine alır.

"Erkek ve kız kardeşlerin oğulları", öz ve üvey erkek ve kız kardeşlerin oğulları, torunları ve küçük torunları içine alır.

Devam edecek
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
42. Yakınlardan sonra, diğer insanlara geçilmektedir. Bunları anlatmaya geçmeden önce karıştırma olmaması için üç noktanın anlaşılması yararladır:
1) Bazı fakihler, bir kadının hareket ve süslerini gösterme serbestisinin bu ayette anılan akraba çevresiyle sınırlı olduğu görüşündedirler. Bu çevrenin dışında kalan herkes, amca ve dayıya varıncaya kadar bu listenin dışında kalır ve Kur'an'da anılmadıkları için kadın onların yanında da örtünmek zorundadır. Fakat, bu fakihlerin bu görüşü doğru değildir. Bırakın gerçek amcaları, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Aişe'nin süt amcası karşısında bile tam anlamıyla örtünmesine gerek duymamıştır. Kütübü Sitte ve Müsned'i Ahmed'de Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre, bir defasında Ebu'l-Kays'ın kardeşi Eflah Hz. Aişe'yi görmeye gelir ve eve girmek için izin ister. Fakat,örtünme emri inmiş olduğu için, Hz. Aişe izin vermez. Bunun üzerine Eflah, "Sen benim yeğenimsin, seni kardeşim Ebu'l-Kays'ın karısı emzirdi" der. Buna rağmen, Hz. Aişe böyle bir yakınının yanında peçesiz bulunmaya izin olup olmadığında tereddüt eder. O esnada Hz. Peygamber (s.a) gelir ve Hz. Aişe'ye Eflah'ı görebileceğine hükmeder. Bu da gösteriyor ki, bizzat Hz. Peygamber (s.a) ayeti bu fakihlerin yorumladığı gibi yorumlamamış yani yalnızca ayette anılan yakınlara peçesiz görünmenin helâl olduğuna hükmetmemiş amca, dayı,damat ve süt akrabalar gibi kendileriyle evlenmesi haram olan yakınlar karşısında örtüye gerek olmadığına karar vermiştir. Tabiun'dan Hasan-ı Basri aynı görüşü benimsemiş ve bu görüş Ahkamü'l-Kur'an'da (cilt: 3 sh: 390) . Alleme Ebu Bekr el-Cessas tarafından desteklenmiştir.
2) Kendileriyle evlenmenin ebedi haram olmadığı yakınlar sorunu vardır ortada, bu yakınlar, ne kendilerine kadının süsleriyle görünebileceği mahrem yakınlar kategorisine, ne de başkaları karşısında olduğu gibi, kendileri karşısında da bütünüyle örtünmesi gereken tümden yabancılar kategorisine girmektedir. Herhalde kesin çizgilerle tesbit edilemeyeceğinden olsa gerek. İslâm bu konuda iki uç arasında benimsenmesi gereken yolu tayin etmemiştir. Böyle durumlarda örtüye uyup uyulmayacağı, karşılıklı ilişkilere, kadın ve erkeğin yaşına, ailevi ilişki ve bağlara ve (aynı veya ayrı evlerde oturmak gibi) daha bazı şartlara bağlı olacaktır. Bu konuda bizzat Hz. Peygamber'in (s.a) sergilediği örnek bize aynı yolu göstermektedir.
Çok sayıda rivayet, Ebu Bekr'in kızı, Hz. Peygamber'in (s.a) baldızı Esma'nın Hz. Peygamber'in (s.a) karşısında peçesiz çıktığını ve en azından yüz ve ellerini örtmediğini aktarmaktadır. Bu durum, Hz. Peygamber'in vefatından bir kaç ay önce yapılan Veda Haccı'na kadar devam etmiştir. (Ebu Davud) .
Aynı şekilde Ebu Talib'in kızı ve Hz. Peygamber'in yeğeni Ümmü Hani de yüzünü ve ellerini örtmeden Hz. Peygamber'in karşısına çıkardı. Bizzat kendisi, bunu doğrulayan bir olayı Mekke'nin fethiyle ilgili olarak nakleder. (Ebu Davud) . Buna karşılık Hz. Abbas'ın oğlu Fazl'ı, (Hz. Peygamber'in (s.a) amca çocuğu) Rabia bin Haris b. Abdülmuttalib'in de oğlu Abdulmüttalib'i ailenin kazanan üyeleri olmadıkları için evlenemediklerinden bir iş ricasıyla Hz. Peygamber'e (s.a) gönderdiklerini görüyoruz. Her ikisi de Hz. Peygamber'i, (s.a) Fazl'ın amca veya hala kızı ve Abdülmuttalib bin Rabia'nın babasına da benzer bir biçimde yakınlığı olan Hz. Zeyneb'in evinde görürler. Hz. Zeynep karşılarına çıkmaz ve kendileriyle Hz. Peygamber'in (s.a) huzurunda bir perde arkasından konuşur. (Ebu Davud) . Bu iki örneği birlikte ele alırsak, yukarda ifade ettiğimiz aynı sonuca varırız.
3) İlişkinin kesin olmadığı durumlarda, mahrem yakınlarının yanında bile örtüye dikkat edilmelidir. Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadise göre, Hz. Peygamber'in (s.a) hanımlarından Sevde'nin cariyeden doğma bir erkek kardeşi vardı. Sevde'nin ve delikanlının babası, Utbe, kardeşi Sa'd b. Ebu Vakkas'a kendi sulbünden olduğu için bir yeğen olarak delikanlıya bakması vasiyetinde bulunur. Durum kendisine aktarılınca, Hz.Peygamber (s.a) Sa'd'ın iddiasını reddeder ve şöyle buyurur: "Çocuk kimin yatağında doğmuşsa ona aittir, zaniye ise recm gerekir". Hz. Peygamber (s.a) bununla da kalmaz ve Hz. Sevde'ye gerçekten erkek kardeşi olup olmadığı şüpheli bulunduğundan delikanlının karşısında örtüye bütünüyle riayet etmesini söyler.

Arapça "" kelimesi, "onların kadınları" demektir. Burada tam olarak hangi kadınların kasdedildiğine geçmeden önce, burada geçen "en-nisa" kelimesinin yalnızca kadınlar, "nisai-hinne"nin ise "onların kadınları" anlamına geldiği belirtilmelidir. İlk durumda, müslüman bir kadının tüm kadınlar karşısında peçesiz görünüp, süslerini gösterebileceği anlamına gelir. Fakat "en-nisa" yerine "nisa-ihinne"nin kullanılışı bu serbestiyi belli bir çevreyle sınırlandırmıştır. Bu belli kadınlar çevresinin ne olduğu konusunda müfessirler ve fakihler farklı görüşler belirtmişlerdir.
Bir gruba göre, "kadınları"ndan kasıt yalnızca müslüman kadınlar olup, zımmî veya başkası tüm gayri müslim kadınlar bu çevrenin dışındadır ve erkekler gibi onların karşısında da örtüye bütünüyle riayet edilmesi gerekir. İbn Abbas, Mücahid ve İbn Cüreyc bu görüşte olup, delil olarak şu olayı ileri sürerler. Halife Ömer, Ebu Ubeyde'ye yazar: "Bazı müslüman kadınların gayri müslim kadınlarla birlikte halka açık hamamlara gittiklerini duyuyorum. Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan müslüman bir kadının, vücudunu kendi toplumundan olmayan kadınların önünde açması helal değildir." Bu mektubu alan Hz. Ebu Ubeyde çok sarsılır ve bağırır: "Tenini ağartmak için hamama giden kadının yüzü kıyamet gününde kararsın." (İbn Cerir, Beyhaki, İbn Kesir.)
İmam Razi'nin de içinde bulunduğu bir diğer grup, "kadınları"ndan kasdın istisnasız tüm kadınlar olduğu görüşündedir. Fakat, böyle olsaydı, "nisa-i hinne" yerine "en-nisa" kelimesinin kullanılması yeterli olacağından, bu görüşü kabul etmek mümkün değildir.
Üçüncü ve daha akla yatkın Kur'an'a daha yakın görünen görüş, "kadınları"ndan kasdın, müslüman bir kadının, müslüman olsun olmasın, günlük hayatında yakından ilişki içinde bulunduğu ve her günkü ev işini paylaştığı vs. tanıdık-bildik kadınlar olduğunu belirtmesidir. Burada amaç, kültürel ve manevi kökenleri bilinmeyen veya geçmişleri şüpheli görünen ve dolayısıyla güvenilemezlik arzeden yabancıları çevrenin dışına çıkarmaktır. Bu görüşü, zımmî kadınların Hz. Peygamber'in (s.a) hanımlarını ziyarete geldiğini ifade eden sahih hadisler de desteklemektedir. Bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken ana nokta, dini inanç değil, ahlâkî karakterdir. Müslüman kadınlar gayri müslim de olsalar tanınmış ve güvenilir ailelerin soylu, iffetli ve faziletli kadınlarıyla görüşebilir ve içten sosyal bağlar kurabilirler. Fakat müslüman da olsalar, iffetsiz ah-lâksız ve adi kadınlar karşısında örtüye riayet etmelidirler. Bu kadınlarla bir arada bulunmak ahlâkî açıdan erkekle bir arada olmak kadar tehlikelidir. Bilinmeyen ve tanıdık olmayan kadınlar ise, en fazla mahrem olmayan yakınlar gibi davranılır. Bunlar karşısında yüz ve eller açılabilir, fakat vücudun kalan kısmı ve zinetler kapatılmalıdır.

Bu emrin gerçek anlamı konusunda fakihler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Bir grup, bu yalnız bir hanımın sahip olduğu cariyelerle ilgilidir der ve ilâhî hükmü, müslüman kadınların zinetlerini, ister müşrik, ister Yahudi, isterse Hıristiyan olsun, cariyeleri karşısında açabilecekleri, fakat örtünmenin amaçları açısından hür bir yabancı erkek gibi davranılması gereken köleleri karşısında görünemeyecekleri şeklinde tefsir eder.
Bu, Abdullah b. Mes'ud, Mücahid, Hasan Basri, İbn Sirin, Said b. Müseyyeb, Tavus ve İmam Ebu Hanife'yle İmam Şafiî'nin bir görüşüdür. Bunlar, kölenin hanımına mahrem olmadığına, serbest kaldığında onunla evlenebileceğini delil getirirler. Dolayısıyla, onun salt köle olması, kendisine erkek mahremler gibi davranılmasını gerektirmez ve kadının onun karşısında serbestçe görünmesine izin vermez. Genel anlamda ve hem kölelere, hem de cariyelere uygulanabilecek şekilde kullanılan "ellerinin altında bulunanlar" ifadesinin yalnızca cariyelerle sınırlandırılmasının nedenini bu fakihler şöyle açıklarlar: İfade her ne kadar genelse de, içinde yer aldığı metnin siyak ve sibakı (öncesi ve sonrası) onu yalnızca cariyelere özgü kılmaktadır. Ayette "ellerinin altında bulunanlar" ifadesi, hemen "kadınları"'ndan sonra gelmektedir, bu nedenle ayetten kadınların yakınları ve diğer arkadaşlarının kastedildiği dolayısıyla cariyelerin bu hükmün dışında tutulduğu gibi bir yanlış anlamaya meydan verilmemesi ve kadınların hür kadın dostları gibi, cariyeleri karşısında da zinetlerini açabileceklerini belirtmek için "ellerinin altında bulunanlar" ifadesi kullanılmıştır.
Diğer grup, "ellerinin altında bulunanlar" ifadesinin, hem köleleri hem de cariyeleri içine aldığı görüşündedir. Bu da Hz. Aişe, Ümmü Seleme ve Hz. Peygamber'in (s.a) Evi'nin (Ehl-i Beyt'in) bir takım büyük alimleriyle İmam Şafiî'nin görüşüdür. Bunlar, yalnızca ifadenin genel anlamına dayanmazlar, görüşlerine Sünnet'ten de delil getirirler. Örneğin, bir defasında Hz. Peygamber (s.a) kölesi Abdullah b. Müsa'de el-Fezarî ile kızı Hz. Fatıma'nın evine gider. O zaman Hz. Fatıma'nın üzerinde ayaklarını açıkta bırakan bir entari vardı, başını örtse ayakları, ayaklarını örtse başı açıkta kalıyordu. Hz. Peygamber (s.a) kızının utandığını görünce, "Zararı yok, yalnızca baban ve kölen var" buyurdular. (Enes b. Malik'ten Ebu Davud, Ahmed, Beyhaki) . İbn Asabis'in rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a) bu köleyi Hz. Fatıma'ya verir ve Hz. Fatıma onu yetiştirir, sonra da azad eder. (Ama, adam iyilik bilmez nankör bir yaramaz olur ve Sıffin savaşında Hz. Ali'ye ateşli bir düşman kesilerek Emir Muaviye'nin yanında yer alır.)
Bu fakihler, görüşlerine bir diğer delil olarak, Hz. Peygamber'in (s.a) hadisini naklederler: "İçinizden biri kölesiyle mukatebe yapar ve köle de hürriyetini satın alacak gerekli araca sahip olursa, (sahibi olan) kadın, karşısındaki örtüsüne riayet etsin." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Hz. Ümmü Seleme'den) .

Bu ifadenin harfi harfine tercümesi şöyledir: "Erkeklerden bağlılarınız olup, hiçbir arzu taşımayanlar". Buradaki anlam açıkça, müslüman bir kadının mahrem erkeklerden ayrı olarak, şu iki şarta sahip olan erkekler karşısında da zinetlerini açabileceğidir: 1) Ancak ikinci derecede, yani kadına tabi bir statüde olmak, 2) Efendisinin karısı, kızı, kızkardeşi veya annesi hakkında kötü düşünce veya arzu taşımayacak şekilde, yaşlılık, güçsüzlük, yoksulluk ve düşük sosyal mevkilerde olma gibi nedenlerle cinsel etkilerden uzak bulunmak. Bu hükmü, ona itaat etmek için salim bir zihinle inceleyen herkes, kötüye kaçma yol ve araçları aramaya kaçmadığı takdirde, bugün evlerde istihdam edilen hamal, aşçı, şoför ve diğer yetişkin hizmetçilerin bu kategoriye girmediğini teslim edecektir. Müfessir ve fakihlerce yapılan açıklamalar bu ayette kasdedilen erkeklerin tümünü ortaya koymaktadır. Şöyle ki:
İbn Abbas: Kadınlara karşı hiç ilgi duymayan alık kimseler.
Katade: Sadece gerekli rızkını sağlamak için size bağlanmış olan yoksullar.
Mücahid: Yalnızca yiyeceğe ihtiyaç duyup, kadınlara karşı ilgisi olmayan alık erkekler.
Şa'bi: Her bakımdan efendisine bağlı olan ve evdeki kadınlara kötü nazarla bakma cesareti bulunmayan kimseler.
İbn Zeyd: Bir aileye o ailenin üyesi sayılacak kadar uzun süre hizmet etmiş ve evin kadınlarına karşı hiçbir arzu taşımayan erkekler. Bu erkekler yalnızca geçimlerini sağlamak için evdedirler.
Tavus ve Zuhrî: Kadınlara karşı hiç bir arzu duymayan ve duyma cesareti de olmayan saf kimseler, (İbn Cerir, cilt: 18, sh: 95-96, İbn Kesir, cilt: 3 sh: 285) .
Bu konudaki en güzel açıklama Hz. Peygamber (s.a) zamanında meydana gelen ve Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesaî ve İmam Ahmed'in Hz. Aişe ve Hz. Ümmü Seleme'den rivayet ettikleri şu olaydır: Medine'de, iktidarsız ve cinsel etkilerden uzak sanıldığından, Hz. Peygamber'in (s.a) hanımlarının yanına serbestçe girebilen bir hadım erkek (Hunsa) vardı. Hz. Peygamber (s.a) bir gün hanımlarından Hz. Ümmü Seleme'nin evine gittiğinde, bu adamı kardeşi Abdullah b. Ebi Ümeyye ile konuşurken işitti. Abdullah'a ertesi gün Taif'i fethederlerse, hemen Gaylan Sekafi'nin kızı Bedia'yı elde etmesini tavsiye ediyordu. Sonra, Bedia'nın güzelliğini ve çekiciliğini övmeye başladı ve o kadar ki, onun gizli yerlerini tasvir etmeye kadar gitti, Hz. Peygamber (s.a) bunları duyunca şöyle dedi: "Ey Allah'ın düşmanı, sanki onun her yanını görmüşsün". Sonra da, bu adam karşısında kadınların örtüye tam riayet etmelerini bir daha onun evlere alınmamasını emretti. Bunun ardından, onu Medine'den çıkardı ve diğer hadımların da evlere girmelerini yasakladı. Çünkü kadınlar onların varlığına aldırmazken, onlar bir evdeki kadınları diğer evlerdeki erkeklerin karşısında tasvir ediyorlardı.
Bu da gösteriyor ki, "cinsel arzu duyamayan" ifadesi, yalnızca fiziksel iktidarsızlığı belirtmemektedir. Fiziksel açıdan iktidarsız olmakla birlikte, içten içe cinsel arzu besleyen ve kadınlara karşı ilgi duyan kişiler pek çok şerlere neden olabilirler.

Yani, cinsel duyguları henüz uyanmamış olan çocuklar. Bu da, en fazla 11-12 yaşındaki çocuklar için geçerli olabilir. Bu yaşın üstündeki çocuklar, henüz bülüğa ermemiş bile olsalar, cinsel duygu sahibi olmaya başlarlar.

Hz. Peygamber (s.a) bu hükmü yalnızca süs eşyalarının şıngırtısıyla sınırlamış, bundan bakışın yanısıra, duyguları harekete geçirecek her türlü şeyin, Allah'ın kadınlara zinetlerini göstermeme emrindeki amaca aykırı olduğu ilkesini çıkarmıştır. Bu nedenle, kadınların koku sürünerek dışarı çıkmalarını da yasaklamıştır. Hz. Ebu Hureyre'ye göre, bu konuda şöyle buyurur o: "Allah'ın kadın kullarını mescidlere gelmekten men etmeyin, şu kadar ki, koku sürünerek gelmesinler." (Ebu Davud, İmam Ahmed) .
Bir başka rivayete göre, Ebu Hureyre mescidden gelen bir kadına rastlamış ve onun koku süründüğünü hissedince kendisini durdurarak, "Ey Allah'ın kadın kulu, mescidden mi geliyorsun?" diye sormuş, kadının "evet" demesi üzerine de, "Habibim Ebu'l-Kasım'ın (s.a) şöyle buyurduğunu işittim: "Kokuyla mescide gelen kadının namazı, o kadın cinsel ilişkiden sonra yıkandığı gibi yıkanmadıkça kabul olunmaz" demiştir. (Ebu Davud, İbn Mace, İmam Ahmed, Nesaî) .
Ebu Musa el-Eş'arî Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Halkın onun kokusundan zevk alacak şekilde, koku sürünmüş olarak yoldan geçen bir kadın şöyle şöyledir: Oldukça sert sözler kullanmıştır." (Tirmizi, Ebu Davud, Nesaî) . Onun bu konudaki emri kadınların parlak renkli, fakat hafif kokulu parfümler (kokular) kullanması şeklindeydi (Ebu Davud) .
Hz. Peygamber (s.a) kadın seslerinin gereksiz yere erkeklerin kulaklarına gitmesini de tasvip etmemiştir. Gerçek ihtiyaç durumunda, bizzat Kur'an kadınların erkeklerle konuşmalarına izin verdiği gibi, Hz. Peygamber'in (s.a) hanımları da dinî konularda halkı aydınlatırlardı. Fakat, hiçbir gerekçe veya dini ya da ahlâkî bir amaç olmadığı durumlarda, kadınların seslerini erkeklere duyurmaları tasvip edilmemiştir. O kadar ki, imam cemaata namaz kıldırırken yanılır veya atlamada bulunursa, erkeklerin "Sübhanallah" demeleri gerekirken kadınlar yalnızca el çırparlar. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, Nesaî, İbn Mace) .


Devam edecek
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
"Allah'a tevbe edin": Bu konuda şimdiye kadar işleyegeldiğimiz hatalar nedeniyle Allah'tan bağışlanma dileyin ve Allah ve Rasûlü'nün koyduğu hükümler doğrultusunda gidişatınızı düzeltin.

Bu hükümlerin inmesinden sonra, İslâm toplumunda Hz. Peygamber'in (s.a) yaptığı diğer düzeltmeleri de vermek yararlı olacaktır. Şöyle ki:
1) Başka erkeklerin (akraba da olsalar) bir kadını gizlice görmelerini veya kadının mahrem yakınlarının yokluğunda onunla oturmalarını yasaklamıştır. Hz. Cabir İbn Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kocaları evde bulunmayan kadınların yanına girmeyin, çünkü şeytan kan gibi sizin içinizde dolaşır." (Tirmizi) .
Yine, Hz. Cabir'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah'a ve ahiret günü'ne inanan kimse, yanında mahrem bir yakını bulunmayan kadının yanına girmesin. Çünkü bu durumda üçüncü kişi şeytandır." (İmam Ahmed) . İmam Ahmed, Amir b. Rabia'dan buna benzer bir hadis daha rivayet eder. Bizzat Hz. Peygamber (s.a) bu konuda son derece titizdi. Bir defasında, geceleyin hanımı Hz. Safiye'yi evine getirirken, Ensar'dan iki adam yanlarından geçer. Hz. Peygamber (s.a) onları durdurarak şöyleder: "Yanımdaki kadın karım Safiye'dir." Onlar da "Sübhenallah ey Allah'ın Rasûlü, senin hakkında hiç şüphe edilir mi?" derler. Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verir: "Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır. Zihinlerinize kötü bir düşünce yerleştirir diye korktum." (Ebu Davud) .
2) Hz. Peygamber (s.a) , erkeğin elinin na-mahrem kadının bedenine dokunmasını tasvip etmemiştir. Bu yüzden, biat esnasında erkeklerin elini sıkarken, bunu kadınlara karşı hiç yapmamıştır. Hz. Aişe, Hz.Peygamber'in hiç bir yabancı kadına dokunmadığını söyler. Kadınlarla sözle biatlaşır ve bu bitince de, "Gidebilirsiniz, biatınız tamamdır" derdi. (Ebu Davud) .
3) Kadınların yanlarında mahremleri bulunmadan veya na-mahremle birlikte yolculuğa çıkmalarını şiddetle yasaklamıştır. Buhari ve Müslim'in İbn Abbas'tan rivayetine göre, Hz.Peygamber (s.a) bir hutbelerinde şöyle buyurmuşlardır: "Hiç bir erkek, yanında mahremi bulunmadığı sürece yalnızken bir kadının yanına giremez ve hiç bir kadın, yanında mahremi bulunmadan tek başına yolculuğa çıkamaz." Bir adam kalkar ve der: "Karım Hacc'a gidecek, fakat bana bir sefere katılma emri verildi." Hz. Peygamber (s.a) buna şöyle karşılık verir: "Karınla Hacc'a gidebilirsin."
Aynı konuda sahih hadis kaynaklarının İbn Ömer, Ebu Said el-Hudri ve Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri hadislerde, Allah'a ve ahiret günü'ne inanan müslüman bir kadının yanında mahremi olmadan yolculuğa çıkamayacağı ifade edilmektedir. Şu kadar ki, yolculuğun uzunluğu ve süresi hakkında bazı farklı rivayetler vardır. Bazı rivayetlerde, yolculuğun asgari sınırı 12 mil olarak gelmekte, bazıları bir gün, bir gün bir gece, iki gün veya hatta üç günlük bir süre koymaktadır. Bu farklılık, rivayetlerin sıhhatine gölge düşürmediği gibi, içlerinden birini diğerlerine tercihle kabul etmemizi de gerektirmez. Rivayetlerin arasını bulmak için, Hz. Peygamber'in (s.a) farklı durumlarda şartlara ve durumun gereğine göre farklı talimatlarda bulunduğu söylenebilir. Sözgelimi, üç günlük yolculuğa çıkan bir kadın mahremsiz çıkmaktan yasaklanırken, bir günlük yolculuğa çıkan bir başkası da aynı şekilde yasaklanmış olabilir. Burada ana sorun, farklı durumlarda farklı kişilere farklı talimat vermek değil, İbn Abbas hadisinde ifade olunduğu üzere, bir kadının mahremsiz yolculuğa çıkamayacağı ilkesidir.
4) Hz. Peygamber (s.a) cinslerin serbestçe karışımına uygulamalarıyla engel olduğu gibi, bunu şifahen de yasaklamıştır. İslâm'da Cum'a ve cemaat namazlarının önemi herkesin malumudur. Cum'a namazı bizzat Allah tarafından farz kılınmış, cemaatle namazın öneminin derecesi ise şu hadiste ifadesini bulmuştur: "Eğer bir kişi gerçek bir özrü olmaksızın mescide gelmez ve namazını evde kılarsa, Allah bu namazını kabul etmeyecektir." (Ebu Davud, İbn Mace, Darekutnî, Hakim, İbn Abbas'tan) . Böyleyken Hz. Peygamber (s.a) kadınları Cum'a namazından muaf tutmuştur. (Ebu Davud, Darekutnî, Beyhakî) .
Cemaatle namazlara gelip gelmemeleri konusunda ise kadınları serbest bırakmış ve "Mescidlere gelmek isterlerse kendilerine engel olmayın" buyurmuşlardır. Bununla birlikte, kadınların namazlarını evde kılmalarının mescidde kılmaktan daha faziletli olduğunu da belirtmekten geri durmamışlardır. İbn Ömer ve Ebu Hureyre şu rivayette bulunurlar: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerine gelmekten men etmeyin." (Ebu Davud) . İbn Ömer'den gelen diğer rivayetler de aynı mealdedir: "Kadınların geceleyin mescidlere gelmelerine izin verin." (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî, Ebu Davud) . Ve "Evleri, kendileri için mescidlerden daha iyiyse de, kadınlarınızı mescidlere gelmekten alıkoymayın." (İmam Ahmed, Ebu Davud) . Ümmü Nümeyd es-Saîdiyye bir keresinde Hz. Peygamber'e (s.a) : "Ey Allah'ın Rasûlü! Namazımı senin imamlığında kılmayı çok arzu ediyorum" der. Rasul-i Ekrem (s.a) şöyle cevap verir: "Namazını odanda kılman taraçada kılmandan hayırlıdır. Namazını evinde kılman, yakınınızdaki mescidde kılmandan hayırlıdır, namazını yakınınızdaki mescidde kılman ana mescidde kılmandan hayırlıdır." (İmam Ahmed, Taberanî) . Ebu Davud, Abdullah İbn Mes'ud'dan aynı mealde bir rivayette bulunur.
Hz. Ümmü Seleme'ye göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kadınlar için mescidlerin en hayırlıları evlerinin en iç bölmeleridir." (İmam Ahmed, Taberanî) . Hz. Aişe, Emeviler zamanında hakim olan şartları görünce, "Hz. Peygamber kadınların bu tür davranışlarına şahit olsaydı, İsrailoğluları kadınlarına yapıldığı gibi, onları da mescidlere girmekten mutlaka men ederdi." (Buhari, Müslim, Ebu Davud) .
Hz. Peygamber, Mescidi'nde kadınların girmesi için ayrı bir kapı ayırmış ve kendi zamanında Hz. Ömer de erkeklerin bu kapıdan girmelerini yasaklayan kesin emirlerde bulunmuştu. (Ebu Davud) . Cemaatle kılınan namazlarda kadınların erkeklerin arkasında ayrı saf tutmaları emrolunmuştur, ayrıca, namazın bitiminde Hz.Peygamber ve ashabı, kadınlar erkeklerden önce mescidden çıksınlar diye bir süre beklerlerdi. (İmam Ahmed, Buhari) .
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: "Erkekler için safların en iyisi ön saf, en kötüsü de (kadınların safına en yakın olan) son saftır, fakat kadınlar için safların en iyisi en son saf, en kötüsü de (hemen erkeklerin arkasındaki) ön saftır." (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi,Nesaî, İmam Ahmed.)
Kadınlar bayram namazlarına da katılırlardı. Şu kadar ki, erkeklerden ayrı kapalı bir yerde bulunurlardı. Hutbeden sonra Hz. Peygamber (s.a) kendilerine ayrıca hitabede bulunurdu. (Ebu Davud, Buhari, Müslim) . Bir keresinde Hz. Peygamber erkeklerle kadınları kalabalık içinde yan yana giderlerken gördü ve kadınları durdurarak şöyle dedi: "Yolun ortasından yürümeniz doğru değildir, kenarlardan yürüyün". Bunu duyan kadınlar hemen duvar boyunca yürümeye başladılar. (Ebu Davud) .
Bütün bu hükümler, kadın-erkek karışık toplantıların İslâm'ın ruhuna bütünüyle aykırı olduğunu gösterir. Erkeklerle kadınların Allah'ın kutsal evlerinde namaz için yanyana durmalarına izin vermeyen İlâhî Kanun'un, onların okullarda, dairelerde, kulüplerde ve diğer toplantı yerlerinde serbestçe bir arada bulunmalarına izin vermesi düşünülemez.
5) Kadınların normal ölçülerde makyaj (süslenme) kullanmalarına izin, hatta bu konuda talimat vermiş, fakat aşırı makyajı (süslenme) kesinlikle yasaklamıştır. O dönemde Arap kadınları arasında geçerli olan makyaj ve süs çeşitlerinden aşağıdakileri lânetlemiş ve toplum için yıkıcı bulmuştur:
a) Daha uzun ve sık göstermek için saça fazladan yapay saç takmak,
b) Vücudun çeşitli kısımlarına dövme yapmak ve yapay benler meydana getirmek,
c) Belli bir görünüm vermek için kaşları yolmak veya daha açık bir görünüm kazandırmak için yüzdeki tüyleri yolmak,
d) Daha çok inceltmek için dişleri ovalamak, ya da dişlerde yapay delikler açmak,
e) Yapay bir renk ve görünüm kazandırmak için yüzü safran veya daha başka kozmetiklerle ovmak.
Bu talimatlar Kütübü Sitte ve Müsned'i Ahmed'de Hz. Aişe, Esma bint-i Ebu Bekir, Hz. Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Emir Muaviye'den güvenilir ravilerce rivayet edilmektedir.
Allah ve Rasûlü'nün bu apaçık hükümlerini öğrendikten sonra, bir müslümanın önüne iki yol açılır. Ya günlük hayatında bu hükümleri uygulayıp kendisini, ailesini ve toplumunu, ortadan kaldırılmaları için Allah ve Rasûlü'nün böylesine ayrıntılı hükümleri koyduğu kötülüklerden temizleyecek, ya da bir takım zaafları nedeniyle bu hükümlerin bir veya bir kaçını çiğneyip, hiç olmazsa günah işlediğini bilecek ve bunu böyle kabul ederek, yaptığına fazilet etiketi vurmayacaktır. Bu seçeneklerin dışında, Kur'an ve Sünnet'in açık hükümlerine aykırı olarak, Batı türü bir hayat tarzını benimseyenler ve sonra da müslümanlığı kimseye bırakmayıp, İslâm'da örtünme diye bir şeyin olmadığını açıkça iddia edenler, yalnızca itaatsızlık suçunu işlemekle kalmazlar, aynı zamanda cahilliklerini ve münafıkça inatlarını da sergilemiş olurlar. Böyle bir tavır, ne dünyada doğru düşünen biri tarafından onaylanabilir, ne de ahirette Allah'ın nimetine hak kazanabilir. Fakat gel gör ki, müslümanlar arasında yer alan ve münafıklıklarında öylesine mesafa katetmiş bulunan birtakım münafıklar, ilahi hükümleri gerçek dışı görerek reddetmekte ve gayrı müslim toplumlardan ödünç aldıkları yaşama biçimlerinin doğru ve gerçeğe dayalı olduğuna inanmaktadırlar. Böyleleri asla müslüman değildirler, eğer müslüman sayılacak olurlarsa, İslâm ve İslâmdışı kelimeler bütün anlam ve önemini yitirecektir. Eğer müslüman adlarını değiştirmiş olsalar ve İslâm'ı terkettiklerini açıkça ifade etseler, o zaman hiç olmazsa medenî ve manevî cesaretlerinin bulunduğunu söyleriz. Ama, bu kişiler tüm yanlış tavırlarına rağmen, kendilerini müslüman olarak sunmaya devam etmektedirler. Dünyada bunlardan daha bayağı bir insan sınıfı herhalde bulunamaz. Böylelerinden, böylesi bir karakter ve ahlâk taşıyanlardan her türlü yalan, hile, aldatma ve iffetsizlik beklemek mümkün değil midir?

 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Nur suresi ayet 33
Nikâh (imkânı) bulamayanlar, Allah onları kendi fazlından zenginleştirinceye kadar iffetli davransınlar. Sağ ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyelerden) mükatebe isteyenlere -eğer onlarda bir hayır görüyorsanız -mükatebe yapın. Ve Allah'ın size verdiği malından da onlara verin. Dünya hayatının geçici metaını elde etmek için -ırzlarını korumak istiyorsa -cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zorlarsa, hiç şüphe yok, onların (fuhşa) zorlanmalarında sonra Allah (onları) bağışlayandır, esirgeyendir.


Bu ayetler en güzel yorumunu hadis-i şeriflerde bulmuştur. Hz. Abdullah b. Mes'ud'un rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ey gençler, içinizde kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin, çünkü bu, gözleri kötü bakıştan alıkor ve kişinin temiz ve iffetli kalmasını sağlar, evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun, çünkü oruç ihtirasların bastırılmasına yardım eder." (Buhari, Müslim) Hz. Ebu Hureyre'nin bir rivayetinde ise Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Allah üç kişiye yardım etmeyi üzerine almıştır: a) İffetini korumak için evlenene, b) Hürriyetini kazanmak için çalışan köleye, c) Allah yolunda savaşmak için çıkana." (Tirmizi, Nesaî, İbn Mace, İmam Ahmed) . (Daha fazla açıklama için bkz: Nisa: 25) .

"Mukâtebe" terim olarak köleyle sahibi arasındaki, kölenin belirli bir süre içinde kararlaştırılan miktar parayı ödedikten sonra azad edilmesini öngören anlaşmadır. Kölelerin hürriyetine kavuşması için İslâm'ın ortaya koyduğu yöntemlerden biridir bu. Kölenin mutlaka para olarak ödemede bulunması şart değildir. Her iki tarafın razı olması durumunda efendisine belli bir hizmette bulunmakla da hürriyetini elde edebilir. Bir kez anlaşma imzalandı mı, kölenin sahibinin kölesinin hürriyetinin önüne engeller çıkarmaya hakkı kalmaz. Üstelik, salınması yolunda kölesine gerekli imkân ve kolaylıkları sağlamak ve kararlaştırılan miktar zamanında ödendiğinde kölesini hemen salmak zorundadır. Hz. Ömer (r.a) zamanında bir köle bayan efendisiyle böyle bir anlaşma yapar ve gereken parayı kararlaştırılan vakitte biriktirmeyi başarır. Para kadına sunulduğunda, aylık ve yıllık taksitler halinde almak istediği gerekçesiyle kadın parayı kabulden kaçınır. Kölenin şikâyeti üzerine, Hz. Ömer paranın devlet hazinesine emaneten yatırılmasını ve kölenin serbest bırakılmasını emreder. Kadın paranın hazineye yatırıldığından haberdar edilir ve kendisine bunu toptan veya yıllık, ya da aylık taksitler halinde alma hakkı tanınır. (Darakutnî) 56. "Hayır" üç anlam ifade eder: a) Köle emeğiyle özgürlüğünü kazanabilmelidir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kölenin gerekli parayı kazanabileceğinden emin olduğunuzda anlaşmayı yapın, onu parayı halktan dilenmesi için bırakmayın." (İbn Kesir, Ebu Davud) . b) Anlaşmanın amaçları bakımından köle namuslu, doğru sözlü ve güvenilir olmalıdır. Fırsatları en iyi biçimde değerlendirmeli ve kazancını israf etmemelidir. c) Köle sahibi, kölesinin gayri ahlâkî eğilimleri olmadığından, İslâm ve müslümanlara karşı düşmanlık hisleri beslemediğinden ve hürriyetine kavuşturulmasının İslâm toplumunun menfaatlerine zararlı olmayacağından emin bulunmalıdır. Bir başka deyişle, köle bir beşinci kol elemanı değil, İslâm toplumunun sadık ve inançlı bir üyesi olduğunu kanıtlamalıdır. Bu tür önlemlerin, köleleştirilen savaş esirleri için kesinlikle gerekli olduğu belirtilmelidir.

"" (onlarla mükâtebe yapın) emri, açıkça Allah'ın kesin bir hükmü olduğuna delalet eder. Ancak, fakihlerden bir grup "onlarla mükâtebe yapın" ifadesinden, köle sahibinin kölesinin kitabet teklifini kabul etmek zorunda olduğu anlamını çıkarmışlardır. Bu, Ata, Amr b. Dinar, İbn Sirin, Mesruk, Dahhak, İkrime, İbn Cerir et-Taberi ve Zahiriler'in görüşü olup, İmam Şafiî de başlangıçta buna meyletmiştir. Diğer grup ise buradaki emrin zorunluluk değil, tavsiye ifade ettiği fikrinderir. Şa'bi, Mukatil b. Hayyan, Hasan Basri, Abdurrahman bin Zeyd, Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife, Malik bin Enes, ve sonraki görüşüyle Şafiî bu gruptandır. Birinci görüşü destekleyen iki delil vardır: a) "Mükâtebe yapın" fiilinin emir kipinde gelişi, bunun Allah'ın hükmü olduğunu ortaya koyar. b) Sahih rivayetlerde geldiğine göre, büyük fakih ve muhaddis Muhammed bin Sirin'in babası Sirin, efendisi Hz. Enes'ten mükâtebe ister, fakat Enes bunu reddeder. Bunun üzerine Sirin meseleyi Hz. Ömer'e götürür ve Hz. Ömer elinde kırbaç Enes'e döner ve şöyle der: "Allah'ın hükmüdür, onunla mükâtebe yap" (Buhari) . Olay sahabelerin huzurunda geçtiği ve kimse de itiraz etmediği için, bu karar Hz. Ömer'in kişisel seçimi değil, ayetin gerçek yorumu olarak kabul edilmelidir. Diğer grup ise, Allah'ın yalnızca, "onlarla mükâtebe yapın" demediğini, "kendilerinde hayır görürseniz" şartını eklediğini belirterek, bu şartın tümüyle köle sahibini muhatap aldığını ve "hayır görme" konusunda mahkemenin hüküm verebileceği sabit bir ölçünün bulunmadığını ileri sürer. Dilin bu tür kullanımından yasal emirler çıkarılamaz. Dolayısıyla, bu emir yasal zorunluluk değil, ancak tavsiye ifade eder. Sirin'in durumu konusunda fakihler şöyle der: Gerek Hz. Peygamber, gerekse Raşid Halifeler döneminde mükâtebe isteyen bir değil, binlerce köle vardı ve birçoğu mükâtebe yoluyla hürriyetlerini elde ettiler. Fakat Sirin'inkinden ayrı olarak, bir köle sahibinin mahkemece mükâtebeye zorlandığına dair tek bir rivayet yoktur. O halde, Hz. Ömer'in bu kararı yasal bir karar olamaz. Bu konuda söylenebilecek tek şey, Hz. Ömer'in yargıç olmasının yanısıra, müslümanlar için bir baba gibi olduğu ve yargıç olarak müdahale edemeyeceği yerde babalık otoritesini kullandığıdır. 58. Genel olan bu hüküm köle sahiplerine müslümanlara ve İslâm hükümetine hitap etmektedir. a) Köle sahibine, mükâtebe ile kararlaştırılan paranın bir kısmından geçmesi talimatı verilmektedir. Sahabelerin, bu paranın büyücek bir miktarını kölelerine bağışladıklarını ifade eden rivayetler vardır. Hz. Ali (r.a) dörtte birini bağışlar ve başkalarını da aynı şekilde davranmaya teşvik ederdi. (İbn Cerir) . b) Müslümanlardan, hürriyetlerine kavuşmak için yardım isteyen kölelere cömertçe yardım etmeleri istenmektedir. 'Zekâtın Kur'an'da belirtilen harcama yerlerinden biri de "kölelerin fidyesi"dir. (Tevbe: 60) Allah katında köle azad etmek büyük bir fazilettir (Beled: 13) Bir rivayete göre, bir bedevi Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek cenneti kazanmak için ne yapması gerektiğini kendisine söylemesini rica eder. Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verir: "En kısa yoldan en önemli şeyi sordun. Köle azad et ve onların hürriyetlerine kavuşmalarına yardımcı ol. Birine bir inek verdiğinde, sütlü olanı ver. Akrabana nazik davran. Sana kaba davransalar bile. Bunları yapamazsan, yoksulları doyur, susuzlara su ver, halkı ma'rufu emretmeye ve münkerden nehyetmeye çağır. Bunu da yapamazsan, dilini tut, konuşacaksan hayır konuş, aksi halde sus" (Beyhakî) . c) İslâm hükümetine, zekâtın bir kısmını kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması yolunda harcaması tavsiye edilmektedir. Burada yeri gelmişken şu noktayı belirtmeliyiz: Eskiden köleler üç sınıfa ayrılırdı: 1) Savaş esirleri, 2) Ele geçirilip köleleştirilen hür kimseler, 3) Babalarının neden köle olduğunu ve başlangıçta bu kategorilerden hangisine girdiklerini bilmeyen miras kalmış köleler. İslâm'dan önce, dünyanın kalan bölgeleri gibi, Arabistan da her üç türden kölelerle doluydu. Toplumun tüm sosyal ve ekonomik yapısı hizmetçi ve ücretlilerden daha çok kölelerin emeğine dayanıyordu. İslâm'ın önündeki ilk sorun, miras kalmış köleler sorununa el atmak ve ardından, gelecek tüm zamanlar için kölelik sorununa tam bir çözüm bulmaktı. İlk sorunu ele alırken, İslâm, tüm sosyal ve ekonomik sistemi bütünüyle felç edip, Arabistan'ı Amerika'dakinden daha yıkıcı bir iç savaşa sürükleyerek, sorunu bugün zencilerin her türlü hakaret ve aşağılanmaya maruz kaldığı Amerika'daki şekliyle bırakacağından, miras kalmış köleleri hemen sahiplerinin elinden kurtarmaya kalkmadı. İslâm bu tür çılgınca bir reform politikası izleyemezdi. Bunun yerine, kölelerin azad edilmesi için manevî-ahlâkî bir hareket başlattığı ve halkı ahirette kurtuluşa ermek için, veya günahlarının keffareti olarak, ya da mükâtebe yöntemini kabul etmekle isteyerek kölelerini serbest bırakma yolunda eğitici ve harekete geçirici faktörler, ikna, dini emirler ve yasal yaptırımlar kullanma yolunu seçti. Yolu açmak için bizzat Hz. Peygamber 63 köle azad etti. Hanımlarından Hz. Aişe 67, amcası Hz. Abbas 70 köle azad ettiler. Sahabeler içinde Hakim b. Hizam 100, Abdullah b. Ömer 1000, Zülka'le Himyeri 8000 ve Abdurrahman b. Avf 30.000 köle azad ettiler. Diğer sahabeler bu arada Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman yine çok sayıda köle azad ettiler. Allah'ın rızasını kazanmak için halk yalnızca kendi kölelerini azad etmekle kalmadılar, başkalarından da köleler satın alıp hürriyetlerine kavuşturdular. Sonuçta, Raşid Halifelik sona ermeden önce mirasa konu olan kölelerin hemen hepsi hürriyetlerini elde etmiş bulunuyorlardı. Köleliğin gelecekteki durumu konusunda, İslâm hür insanların kaçırılıp, köle olarak alınıp satılmalarını bütünüyle yasaklamıştır. Savaş esirlerinin ise, müslüman savaş esirleriyle değiştirilinceye, ya da fidye karşılığında serbest bırakılıncaya kadar köle olarak tutulabilmelerine izin vermiş fakat emretmemiştir. Bir yandan kölelerin mükâtebe suretiyle hürriyetlerini kazanmalarına imkân tanırken, öte yandan köle sahiplerini Allah'ın rızasını kazanmak ve günahlarına keffaret olması için veya öldüğünde kölesinin azad edilmesini istemek, ya da istemiş olsun olmasın efendisinin ölümüyle çocuk doğurmuş cariyelerin serbest kalması şeklindeki yollarla faziletli bir hareket olarak tıpkı miras kalmış köleler gibi, bu tür köleleri de serbest bırakmaya teşvik etmiştir. Budur İslâm'ın kölelik sorununu çözme yolu. Bu çözümü kavramaya çalışmayan cahiller, itirazlar yükseltirken, özür dileyiciler ise her türlü özrü ileri sürmekte ve bazen de İslâm'ın hiçbir surette köleliğe izin vermediğini söylemek zorunda kalmaktadırlar.

Bu, cariyeler iffetli ve faziletli bir hayat yaşamak istemezlerse, fuhşa zorlanacaklardır demek değildir. Denmek istenen, bir cariye kendi iradesiyle ahlâksızlıkta bulunursa, bundan onun sorumlu olduğu ve kanunun yalnızca kendisine karşı uygulanacağıdır. Buna karşı, eğer sahibi cariyeyi ahlâksızlığa zorlarsa, bu durumda sorumluluk onun olur, kanun da ona karşı işleyecektir. "Dünya hayatının serip verdiğini elde etmek için" ifadesi ise, efendinin cariyesinin gayri ahlâkî kazancına ortak olmadığı takdirde cariyeyi fuhşa zorlamakla günah işlemiş olmaz anlamında bir şart ve sınırlama getirmek için değildir. Burada amaç, bu yolla elde edilen her türlü kazancın, gayri meşru ve gayrı ahlâkî yollardan geldiği için haram olduğunu açıklamaktır. Bununla birlikte, bu emrin tüm anlam ve kapsamını yalnızca metinden çıkarmak mümkün değildir. Bu nedenle, emrin vahyedildiği dönemde geçerli olan tüm şartları hakim ortamı yerinde tesbit etmek gerekir. Bu zamanda Arabistan'da fuhuş, "evcil" fuhuş ve açık fuhuş olarak iki şekildeydi. a) Evcil fuhuş, koruyucuları bulunmayan azad edilmiş cariyelerce, ya da ailevî veya kabilevî desteği bulunmayan hür kadınlarca yapılırdı. Bunlar bir eve yerleşir ve cinsel doyum karşılığında geçimlerini sağlamak için aynı anda birden fazla erkekle anlaşma yaparlardı. Çocuk doğacak olursa, anne onu ilişkide bulunduğu erkeklerden istediğine atfeder ve toplumda bu adam onun babası sayılırdı. Cahiliyye bulunduğu döneminde yerleşik bir adet halini alan bu durum, evlilikle hemen hemen eş statüdeydi. İslâm gelince, bir kadının ni-kâhla tek bir kocanın bulunduğu durumları yasal evlilik olarak kabul etti ve tüm diğer cinsel doyum şekillerini zina ve dolayısıyla ceza gerektirici suçlardan saydı. (Ebu Davud) . b) Yalnızca cariyelerin yaptığı açık fuhşun iki türü vardı: 1) Cariyeler her ay sahiplerine büyük miktarda belli bir para ödemeye zorlanır ve bunu da ancak fuhuş yoluyla kazanabilirlerdi. Cariye sahibi, paranın nasıl kazanıldığını çok iyi bilirdi ve gerçekte, özellikle bu yolla kazancın normal çalışma ücretlerini çok çok aştığı bir zamanda böylesine ağır bir yükü zavallı cariyenin üzerine yüklemenin başka bir amacı da yoktu. 2) Genç ve güzel cariyeler genelevine konur ve kapıya isteyenin orada şehvetini doyurabileceğini gösteren bir bayrak asılırdı. Böylece çalışan kadınlara "kalikiyyat" ve çalıştıkları evlere de "mevahir" denirdi. Dönemin tüm önde gelen kişileri bu türden fuhuş yuvalarına sahipti ve onları işletiyorlardı. Hz. Peygamber'in hicretinden önce Medine krallığına getirilmiş bulunan ve Hz. Aişe'ye iftira olayında başrolü oynayan münafıkların başı Abdullah b. Übeyy'in böyle bir evi vardı ve içinde altı güzel cariye çalışıyordu. O bunlarla yalnızca para kazanmakla kalmıyor, aynı zamanda Arabistan'ın çeşitli yörelerinden kendisini görmeye gelen önemli misafirlerini de eğlendiriyordu. Bu yolla doğan çocukları da, köleler ordusunun gücünü ve görkemini artırmada kullanıyordu. Bu fahişelerden olan Muazele İslâm'ı kabul edip, geçmiş günahları için tevbe etmek dileyince, İbn Übeyy kendisine işkence etmişti. Kadın Hz. Ebu Bekir'e şikayette bulunmuş, o da meseleyi Hz. Peygamber'e getirmişti. Hz. Peygamber (s.a) . kadının bu zalim adamdan alınmasını emretti. (İbn Cerir, cilt: 18, sh: 55-58, 103-104, el-İstiab. Cilt: 2, sh: 288-289) . İşte ayetin indiği zamandaki şartlar buydu. Eğer bu şartlar gözönüne alınırsa, ayetin amacının yalnızca cariyeleri fuhşa zorlamayı yasaklamak değil, İslâm devletinin sınırları içinde fuhşu da her türüyle gayri meşru ilân ederek yasaklamak olduğu açıklık kazanacaktır. Bununla birlikte, geçmişte bu işe zorlananlar hakkında da genel af ilânında bulunulmuştur. Bu hükmün inmesinden sonra, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: İslâm'da fuhşa yer yoktur." (Ebu Davud) . Rasûlullah'ın bu bağlamda koyduğu ikinci hüküm, zina yoluyla elde edilen tüm kazançların haram, necis ve bütünüyle yasak olduğudur. Rafi b. Hadic'in rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a) bu tür kazancı necis, en kötü mesleğin ürünü ve en kirli gelir olarak nitelemiştir. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesaî) . Ebu Huzeyfe'ye göre, o fuhuş yoluyla kazanılan parayı haram saymıştır. (Buhari, Müslim, Ahmed) . Ebu Mes'ud Ukbe b. Amr, Hz. Peygamber'in (s.a) halkı fuhuş kazançlarını almaktan men ettiğini söyler. (Kütübü Sitte ve İmam Ahmed) . Bu konudaki üçüncü hüküm, cariyenin meşru olan el işlerinde kullanılabileceği, fakat, sahibinin ne kadar gelir getireceği belli olmayan bir iş için cariyeye belli bir miktar yükleyemeyeceğidir. Rafi b. Hadic'e göre, Hz. Peygamber (s.a) ne kadar kazandıkları bilinmeden cariyelerden herhangi bir kazancın kabul edilmesini yasaklamıştır. (Ebu Davud) . Rafî b. Rifaa el-Ensarî aynı hükmü daha açık bir surette ifade ederek şöyle der: "Rasulullah, ekmek pişirme, pamuk eğirme, yün ya da pamuk tarama gibi el işleriyle (bunu eliyle gösterdi) kazandıkları dışında, bizi cariyenin kazancını kabul etmekten men etti." (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud) . Müsned-i Ahmed ve Ebu Davud'da Ebu Hureyre'den nakledilen bir başka rivayette, cariyenin haram yollarla elde ettiği paranın alınması yasaklanmaktadır. Böylece Rasûlullah, ayete uygun olarak, o zaman Arabistan'da icra edilen tüm fuhuş türlerini dini emir ve kanunla yasaklamış oluyordu. Bütün bunların üstünde, onun Abdullah b. Übeyye'nin cariyesi Muazele'yle ilgili verdiği karar, cariyesini fuşa zorlayan bir kişinin, bu cariye üzerindeki sahiplik haklarını yitireceğini göstermektedir. Bu, İbn Kesir'in Müsned-i Abdürrazak'a dayanarak İmam Zührî'den naklettiği bir rivayettir.
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Furkan suresi ayet 68
Ve onlar Allah ile beraber başka bir ilah'a tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa ‘ağır bir ceza ile' karşılaşır.


[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Gerçek kullar üç büyük günahtan sakınırlar: Şirk, katl ve zina. Bizzat Hz. Peygamber (s.a) bu günahların ağırlığı konusunda uyarıda bulunmuştur. Abdullah İbn Mes'ud'un rivayetine göre, kendisine en kötü günahlar sorulduğunda şu cevabı vermişlerdir:[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]1) Seni yaratmış olan Allah'a bir şeyi denk tutmak,[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]2) Rızık korkusuyla çocuğunu öldürmek,[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]3) Komşunun karısıyla zina etmek. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî, Ahmed) .[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Büyük günahların yalnızca bunlar olmadığı açıktır. Fakat bu üçü, o zamanki Arap toplumunda işlenen günahların en yaygınları olduğundan, özellikle belirtilmişlerdir.[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Şirk'ten kaçınmanın, gerçek kulların meziyetleri arasında sayılması konusunda, şirki bir kötülük saymayan kafirlere karşı, bunun neden bir fazilet olarak sunulduğu sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Her ne kadar şirke dalmış da görünseler, Araplar'ın şirk doktrini üzerinde şüpheleri vardı. Tarihlerinde bunun örneği pek çoktur. Sözgelimi Ebrehe, Mekke'yi kuşattığı zaman, Kureyş Kabe'nin kurtulması için putlarına değil, Allah'a yalvarmıştı. Bu olayla ilgili şiirleri "fil halkı"nın helak edilmesinin, putlarının yardımından değil, Allah'ın gücünden ve tabiat üstü bir müdahaleden ileri geldiğine inandıklarını gösteren delillerle doludur.[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Kureyş ve Arap putperestleri, Ebrehe Mekke yolunda Taif'e vardığında Taif halkının, en büyük putları "Lat"ın tapınağını yıkar korkusuyla Kabe'yi yıkması için kendisine yardım ettiklerini, hatta kılavuzlar vererek tepelerden Mekke'ye geçirdiklerini biliyorlardı. Bu olay Araplara öylesine dokunmuştu ki, bundan sonra yıllarca baş kılavuzun mezarını taşa tutmaya devam ettiler.[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Ayrıca Kureyş ve diğer Araplar inançlarını İbrahim Peygamber'e (a.s) dayandırırlar, dinî ve sosyal adetleriyle Hac ibadetlerine İbrahim'in dininin bir parçası olarak bakarlardı. İbrahim Peygamber'in (a.s) putlara değil, Allah'a ibadet ettiğini de biliyorlardı. İçlerinde puta tapıcılığın ne zaman başladığını ve hangi putun nereden, ne zaman ve kim tarafından getirildiğini gösteren gelenekleri ve hikayeleri de vardı.[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Sıradan Arabın, putlarına fazla saygı duymadığı da bir gerçektir. Hatta, onlardan hakaretle söz ettiği, istek ve duaları yerine gelmediğinde takdimlerini geri aldığı da olurdu. Sözgelimi, anlatıldığına göre, babasının öldürülmesinin intikamını almak isteyen bir Arap, putu Zü'l-Halase'nin tapınağına gider ve fal oku atar. Cevap, niyetinden vazgeçmesi şeklinde olur. Bunun üzerine Arap kızar ve bağırır: "Ey Zü'l-Halase! Sen benim yerimde olsan ve baban da öldürülmüş olsaydı, katillerin cezalandırılması gerektiğini söylemez miydin?"[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Bir başka Arap, bereket vermesini istemek üzere develerini Sa'd isimli ilahının tapınağına getirir. Bu ise, üzerine kurban kanları sürülmüş uzun boylu bir puttur. Kendisini görünce develer ürker ve o yana-bu yana kaçışmaya başlarlar. Arap öylesine kızar ki, putu taşlamaya başlar ve bağırır: "Allah seni helâk etsin! Senden develerime bereket istemeye geldim, fakat sen hepsini elimden aldın."[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Kökenleri hakkında kirli hikayelerin anıldığı bazı putlar vardı. Örneğin, anlatıldığına göre, heykelleri Safa ile Merve'ye konmuş bulunan Asaf ve Naile, aslında bir erkek ve kadın olup mukaddes Kabe içinde zina etmişler ve ceza olarak Allah kendilerini taşlaştırmıştı. Böylesi ilâhlara tapınan hiç kimse, kalbinden onlara karşı hiç bir saygı besleyemezdi.[/FONT]
[FONT=Monotype Corsiva, cursive]Bütün bunlardan kolayca anlaşılabileceği üzere, Araplar Allah'a ibadetin değerini kalblerinde duyuyorlar, fakat bir yandan bu kalbi duyuşu, eski adetler ve cahiliye hayat ve değer anlayışı bastırırken, bir yandan da Kureyş'in öncü "dini" sınıfı, büyük çıkarları gereği Allah'a ibadet aleyhine halk arasında önyargılar üretiyordu. Bunlar Arabistan'daki öncülüklerine son vermekle sonuçlanacağı için putperestlikten vazgeçmezlerdi. Dolayısıyla, şirkten kaçınma ve bir Allah'a ibadet etme, kalblerinde bunun kendilerine rağmen doğru olduğunu bilen ve hisseden kafirlerin karşı çıkışlarından korkmayan Rasulullah'ın (s.a) izleyicilerinin bir üstünlük alameti olarak anılmaktadır.[/FONT]
 

tahsin33

New member
Katılım
31 Ara 2008
Mesajlar
1,374
Tepkime puanı
681
Puanları
0
Furkan suresi ayet 69
Kıyamet günü azabı kat kat arttırılır ve onda (azapta) alçaltılmış olarak devamlı kalır.

Burada şu iki anlam da mümkündür:
1) Onun cezası hiç bitmeyecek ve tekrarlana tekrarlana devam edecektir.
2) Küfür, şirk ve tanrıtanımazlık günahlarına ek olarak katl, zina ve diğer günahları da işlemiş olanlar, isyanları ve her bir günahları karşılığında tekrar tekrar cezalandırılacaklardır. Büyük-küçük tüm günahları için sorguya çekilecekler ve bunlardan hiç biri bağışlanmayacaktır. Sözgelimi her bir katl ve her bir zina eylemi için ayrı bir ceza sözkonusu olacaktır.

Furkan suresi ayet 70
Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını, Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.


Bu, tevbe edip kendilerini düzeltenler için bir müjdedir. Çünkü, ayet 70'te ifade edilen "genel af"tan yararlanacaklardır. Gerçek kullar tarafından büyük bir nimet olarak karşılanmıştır bu. Çünkü, pek azı dışında İslâm'ı kabul edenlerin hepsi "cahiliye" günlerinde, bu günahlardan uzak değildiler ve dolayısıyla ayet 68-69'daki tehditle dehşete kapılmışlardı. Fakat bu af kendilerini rahatlatmakla kalmadı, aynı zamanda ümitlendirdi.
İçten tevbe eden ve yollarını düzelten kişilerin durumları, hadis kitaplarında geçmektedir. Sözgelimi, İbn Cerir ve Taberani, Ebu Hureyre'den şunu rivayet ederler: "Bir gün Mescid-i Nebevî'de yatsı namazını kılıp da eve döndüğümde kapıda duran bir kadın gördüm. Kendisine selam verip odama girdim ve kapıyı kapayarak nafile ibadetime koyuldum. Bir süre sonra, kadın kapıyı çaldı, açtım ve kendisine ne istediğini sordum. Bir sorunu olduğunu söyledi. Zina etmiş, gebe kalmış, doğan çocuğunu da öldürmüştü. Günahının bağşılanma şansının olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Olumsuz cevap verdim. Üzüntüyle geri döndü ve feryad ediyordu: "Ah! Bu güzel vücut ateş için yaratılmış!" Ertesi sabah, namazdan sonra, geceki olayı Hz. Peygamber'in (s.a) huzurunda naklettim. Şöyle buyurdular:
"Çok yanlış bir cevap vermişsin Ebu Hüreyre, "Allah'ın yanısıra bir başka ilah çağırmayanlar... ancak tövbe eden ve iman eden ve salih amel işleyen hariç" ayetini okumadın mı?" Hz. Peygamber'den (s.a) bunu duyunca kadını aramaya çıktım ve yatsı vaktinde kendisine rastladım. Kendisine müjdeyi verdim ve sorusuna Hz. Peygamber'in (s.a) vermiş olduğu cevabı anlattım. Hemen secdeye kapandı ve kendisine bağışlanma yolu açan Allah'a şükretti. Sonra tövbe etti ve bir cariyesini oğlu ile birlikte azad etti."
Kaynaklarda yaşlı bir adam için de benzer bir olay anlatılmaktadır. Bu adam Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek şöyle der: "Ey Allah'ın Rasûlü! Hayatım hep günah içinde geçti, yapmadığım günah kalmadı; o kadar ki, günahlarım dünyadaki bütün insanlara bölüştürülecek olsa, hepsi helâk olur. Bağışlanmam için hiçbir yol yok mu?" Hz. Peygamber (s.a) "İslâm'a girdin mi?" diye sorar. Adam "Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın Rasûlüdür." cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) "Var git, Allah çok bağışlayıcıdır ve senin kötülüklerini iyiliklere çevirme gücüne sahiptir." der. Adam, "Bütün suç ve günahlarımı da mı?" diye sorar ve Hz. Peygamber (s.a) "Evet, bütün suç ve günahlarını" karşılığını verir. (İbni Kesir) .

Burada iki anlam sözkonusudur:
1) İçten tövbe ettiği zaman, iman ve Allah'a itaat hayatına başlar ve Allah'ın rahmet ve yardımıyla, küfür halindeki kötülüklerin yerine iyi ameller işlemeye koyulur ve kötülüklerinin yerini iyilikleri alır.
2) Yalnızca geçmişteki kötülükleri silinmekle kalmaz, ayrıca amel defterine, Rabbi'ne isyanı bırakıp O'na itaat yolunu benimseyen bir kul olarak yazılır. Sonra, geçmiş günahlarına üzülüp tevbe ettikçe, daha çok salih ameller hanesine kaydolunur. Çünkü, günahtan tevbe etmek ve af dilemek bizzat salih bir ameldir. Böylece, amel defterinde iyilikleri bütün kötülüklerini bastırır ve böyle bir kişi yalnızca ahirette cezadan kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda Allah'ın büyük nimetlerine de kavuşur.
 
Üst Alt