sonosmanlý
New member
- Katılım
- 7 Şub 2006
- Mesajlar
- 54
- Tepkime puanı
- 2
- Puanları
- 0
Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak3)
1. Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.(4) Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkama ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.(5) Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajın özü/ ruhu kaynaklanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere ve metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.
Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Maliki mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan “maslahat” unsurundan ve özellikle Endülüs’lü Maliki fakihi eş-Şatıbi’nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.
Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan “Kur’ an’ın ruhu” söylemi ve maslahat prensibinin -belirleyicilik alanı Maliki mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde(6)- devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2. İcma: Sahabe’nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi Fer’i bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma’nın vukuunun mümkün olmadığı: hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmanın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şafi’nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle(7) güçlendirilmeye çalışılmıştır.
Oysa İcma, fer’i bir hüküm hakkındaki bir naasa dayanıyorsa, o naasın bildirdiği hükmü zanni olmaktan çıkarıp kat’i kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar’ın konsensüsü olması bakımından İlahi İrade’nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.
Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen “ümmet” kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, tüm insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.(8)
Bizzat Allah Teala’nın Kitabı’nda ve Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)in Sünneti’nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman/ küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri “insanlık din, tüm insanların kardeşliği” sloganları, İslami kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3. Sünnet: Mezhep İmamları’nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet’e dayanıyor olması ve Sünnet’in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arzettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet’i ve hadislari de “sorgulamaya” itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından “uydurma” olarak kabul edildi.
Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur’an’ın ilahi garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak “bilsel” davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından “uydurma” olarak damgalandı. Böylece Sünnet’ in büyük bir kısmından kurtulma imkanı doğmuş oluyordu.
Burada, alimlerin (buradaki “alimler”den kastımız, özellik Fıkıh ve Usûli Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri “ahad hadis” (veya “haberi vahid) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/ modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, “Kur’an’a aykırı hadis olamayacağı” söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun Kur’an’a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur’an’a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in Sünneti’nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet’in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur’an’a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4. Kur’an: Kur’an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet’in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. “Fikir hürriyeti”, “Allah’ ın Kitabı’na aracısız olarak baş vurmak”, “Kur’an’ın, kendisini “açık/anlaşılır” bir kitap olarak nitelendirmesi”... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur’an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma “özgürlüğüne” kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
Oysa Kur’an’ın doğru anlaşılması ve tefsirin öncelikle ilmiliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metod olmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.
Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur’ an’dan istediği hükmü çıkarmakta ve “ben böyle anlıyorum” diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil’in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar’ın da “hak din” ve “tevhid dini” üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur’an’da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslami olmayan pek çok anlayış, güya Kur’ an merkeze alınarak vaaz edildi. Kur’an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!
1. Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.(4) Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkama ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.(5) Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajın özü/ ruhu kaynaklanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere ve metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.
Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Maliki mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan “maslahat” unsurundan ve özellikle Endülüs’lü Maliki fakihi eş-Şatıbi’nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.
Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan “Kur’ an’ın ruhu” söylemi ve maslahat prensibinin -belirleyicilik alanı Maliki mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde(6)- devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2. İcma: Sahabe’nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi Fer’i bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma’nın vukuunun mümkün olmadığı: hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmanın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şafi’nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle(7) güçlendirilmeye çalışılmıştır.
Oysa İcma, fer’i bir hüküm hakkındaki bir naasa dayanıyorsa, o naasın bildirdiği hükmü zanni olmaktan çıkarıp kat’i kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar’ın konsensüsü olması bakımından İlahi İrade’nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.
Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen “ümmet” kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, tüm insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.(8)
Bizzat Allah Teala’nın Kitabı’nda ve Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)in Sünneti’nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman/ küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri “insanlık din, tüm insanların kardeşliği” sloganları, İslami kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3. Sünnet: Mezhep İmamları’nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet’e dayanıyor olması ve Sünnet’in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arzettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet’i ve hadislari de “sorgulamaya” itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından “uydurma” olarak kabul edildi.
Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur’an’ın ilahi garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak “bilsel” davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından “uydurma” olarak damgalandı. Böylece Sünnet’ in büyük bir kısmından kurtulma imkanı doğmuş oluyordu.
Burada, alimlerin (buradaki “alimler”den kastımız, özellik Fıkıh ve Usûli Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri “ahad hadis” (veya “haberi vahid) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/ modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, “Kur’an’a aykırı hadis olamayacağı” söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun Kur’an’a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur’an’a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in Sünneti’nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet’in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur’an’a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4. Kur’an: Kur’an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet’in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. “Fikir hürriyeti”, “Allah’ ın Kitabı’na aracısız olarak baş vurmak”, “Kur’an’ın, kendisini “açık/anlaşılır” bir kitap olarak nitelendirmesi”... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur’an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma “özgürlüğüne” kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
Oysa Kur’an’ın doğru anlaşılması ve tefsirin öncelikle ilmiliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metod olmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.
Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur’ an’dan istediği hükmü çıkarmakta ve “ben böyle anlıyorum” diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil’in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar’ın da “hak din” ve “tevhid dini” üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur’an’da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber(Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)’in de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslami olmayan pek çok anlayış, güya Kur’ an merkeze alınarak vaaz edildi. Kur’an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!