Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Iste Nurcu Fetvasi... Hristiyanlar CENNETLİKTİR!

ibrahim571632

New member
Katılım
3 Tem 2007
Mesajlar
705
Tepkime puanı
756
Puanları
0
Konum
Mersin
1/-....... eğer perde–i gayb açılsa o mazlumlar haklarında büyük bir tezahürü rahmet görünüp,
2/-....... Nurcular, Hristiyan ruhaniler ve misyonerler uyanık olmalıdır.”

Sayın Metin mete

1/.......Allaha kullukta o derece yol katedinde sizede o gaybi perdeler açılıversin.Taki hakikatleri çıplak gözle seyredin ve bizde size inşallah Hz.Enver istek yahut Hz.Metin mete diyelim.(Hoş size sorulsa asla böyle bir derdiniz yoktur tek derdiniz ve dersiniz müslümanları yine müslüman bir cemaatin(Nurcuların) şerrinden!!!!! korumak olsa gerek!!!!)

2/.......Uyanık olmaya davet edilen siz değilsiniz zaten dikkat edin lütfen. Üstad daha o zamandan Allahın izniyle öngörmüş siz zihniyetlilerin bu işin içinde bir BİT YENİĞİ arayacağını...
(Korkarız yakında belki bütün bir hırıstiyan yahut yahudi papaz ve hahamların Üstadın (R.a.) Ahiretteki banka hesabına yüzmilyarlar yeşil dolarları eft geçtiğinide iddia edersiniz bize.Öyle size göre Hristiyan ve yahudilerle işbirliği içinde olan bir insan bu ikramları için bunu hakediyordur)

Vesselam
Hamdolsun Rabbimizeki biz Risalei Nuru okumakta ve nasibimiz ölçüsünde ondan istifade etmekteyiz. Bununla beraber Rabbimize itaat ve emir ve yasaklarına riayet hususunda herhangi bir müslüman kardeşimiz kadar da hassas ve titiziz hamdolsun.

Kimse kendi nefsini bir cemaati itham edecek, bir Kur'an tefsirine ve müellifine hakaret edecek kadar firavunlaştırıp, ilahlaştırmasın. Biz bundan Allaha sığınırız sizede tavsiyemiz odur.Hele hele bunu elinizde sürekli okuduğunuz Kur'an-ı Kerimi kullanarak yapmayın çünkü o Kitabı Kerim dahi seni bundan men ediyor..

Önyargısız her akıl sahibi Risalei Nurun Kur'anın muhteşem ziyasından bir ziya, bir ışık, bir nur olduğunu bilir, görür, anlar.Aksini iddia ise ondan nasipsizliktir.Allah istifade nasip etsin.

O kitabta Yahudiler ,Hırıstiyanlar yahut başka zümreler için yahut turancılar, Osmanlıcılık, Türkçülük yahut diğer siyasi akımlarla ilgili mülahazalar varmı-yokmu bilmem, bilmekte istemem çünkü müslümanım ve o konular benim kapsama alanım dışında. Ayrıca Risalei Nur Hırıstiyan yahut yahudilere haklar tanımak onları cennete yerleşik kılmak gayesiyle yazılmadığından gayesini tenkid etmek gibi bir endişemiz olmadı.

Bir Risalei Nur okuru olarak O kitap hakkında mesnetli yada mesnetsiz her iddia edileni araştımak,varsa hata yahut yanlış anlamalara mahal veren ifadeleri didikleyip izah etmek benim işim değil.
Hem onun gibi benzer diğer eserlerin kusursuzluğunu iddia etmek koca bir ahmaklık olur.Zira karşısında Kur'an-ı Azimüşşan gibi Allah kelamı bir kitap duruyorken size kalkıp onun kusursuz bir kitap, müellifininde kusursuz bir mürşid olduğunu ısrarla ilan etmek küfrün ta kendisi olur.Allaha sığınırız.

Ancak Hak rızası için yazılmış, Kur'anın parlak bir tefsiri ve iman hakkatlerinin dellallığını yapıp kör gözlere sunan muazzam bir eseri ağzınıza doladığınız iddialardan uzak ve beri buluyoruz ve iddialarınıza önem vermiyoruz.

Sizede o çok büyüttüğünüz aklınızdaki şüphelerden kurtulmanız dileğiyle dua ediyoruz.

Risale-i Nur Kur'an-ı Azimüşşanın muazzam bir tefsiri muazzam bir nurudur.Allahın Nuru üfürmekle söndürülemez.Buna ne metin metenin nede bütün kainatın ciğerleri kafi gelmez.

Selametle..
 
Son düzenleme:

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Yine bilemedin Lemlar değil Emirdağ lahikası

Metin şöyle

Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal cereyanı(kominizm), İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekar ve vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.
Her neyse, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.



İşte Üstad Misyonerlerle kominizme karşı var olan bir ittifaktan bahsediyor.

Ayrıca Hristiyan değil misyoer İsevilerden bahsdiyor. Risale-i Nur literatüründe İsevi tek bir Allah'a, ahiret gününe inanmış, teslis inancını kaldırmış, zulmetmeyen Nasranilerdir.
Bilmeden konuşmak ne acı.

Tüm dinlerin en büyük düşmanı kominizime karşı ortak hareket etmek Kur'anın bir yerinde yasak ise buyrun söyleyin yoksa müfterisiniz.


Peygamberimiz kafir ve müşriklere karşı Yahudi ile ittifak etmiştir. Hatta Hristiyanlar ile ittifak etmiştir.



Bak buradada yanilmisim,cünki Dünyadakileri az cok bilirimde Türkiyedeki Misyonerlerin Teslisi degilde Tevhidi yaydigini bilmiyordum.Her nedense Zaten Türk Vatandaslarindan Hiristiyan olanlar pardon Isevi Misyonerlerin cevirdiklerinin tek SIARIDA Tevhid olsa gerek ne mutlu Tevhidin ana yolundan Iseviligin TEVHIDINE giden yola girenlere ne mutlu bizlere.
.:D
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Üç dinden herhangi bir dine inanmak yeterlidir. Mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz. Muhammed"i kabul ve tasdik etmek ise şart olmayıp bir kemal mertebesidir diyorlar. Ehli kitap ile amentüde ittifak halindeyiz. İddiasında bulunuyorlar.


(Ahmet Şahin, Zaman- 17.4.2000)

Fethullah Gülen, Kur"an-ı kerim, Kitap ehline çağrıda bulunulurken, Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan bir kelimeyi gelin. Nedir o kelime? ALLAHtan başkasına ibadet yapmayalım . ALLAHa kul olan başkasına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin, sizinle bu mevzu üzerinde birleşip bütünleşelim. Kur"an devamla, ALLAHı bırakıp da, bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin diyor. Dikkat edin, bu mesajda, Muhammedün Rasûlüllah yok. diyor.

(Hoşgörü ve Diyalog İklimi. S.241)

... Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir (yenilemelidir). Hatta Kelime-i Tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammad ALLAH ın rasulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden (söyleyen) kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.

Küresel Barışa doğru (Kozadan Kelebeğe 3) Sayfa :131

Fethullah GÜLEN Yukarıdaki sözleriyle ehli kitabın (hırıstiyan ve Yahudilerin) Peygamber efendimizi dışlamakta, kişi ona inanmasa dahi cennete Yahudileri ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan Ayetler ya Hazret-i Muhammed (A.S.M.) döneminde yaşayan yada kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır.

Küresel Barışa doğru (Kozadan Kelebeğe 3) Sayfa :45

Yukarıdaki sözler, hiçbir Müslümanın kabul edebileceği bir şey değildir. Oysa bütün Müslümanlar bilir ki, Kur an ı Kerim in her Ayet-i kıyamete kadar geçerlidir.Hiç bir zaman değişikliğe uğramaz hükmü baki dir. Belirli bir dönem de hükmü geçerlidir , belirli bir dönemde geçerli değildir gibi düşünceler tamamen batıldır, sapıklıktır. Bu düşüncede olan kim olursa olsun kendisi de düşüncesi de merduttur .
Fethullah Gülen in kendi Fıkıh Profesörlerinden Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN ;Fethullah ın Yahudileri ve Hıristiyanları azarlayan ayetlere dönemseldir demesini şu şekilde eleştirmektedir. Yazısını aynen alıyoruz.

Kur an ın Ehl-i kitap ile ilgili ayetlerini ikiye ayırmak gerekir:
A) İnanç ile ilgili ayetler. Bunların tarihsel olmaları mümkün ve makul değildir, imanda hak her zaman haktır, batıl ve yanlış olan her zaman batıldır, yanlıştır.
B) Ehli kitap ile ilişkileri düzenleyen ayetler. Bunlara da toptan tarihsel denemez. Savaş, barış, bunların şartları gibi konularda tarihi durum belirleyici olabilir.

Dinlerarası Diyalog Nedir (Prf.Dr.Hayrettin KARAMAN) Sayfa: 83

Yani istiyorsunki DUHA adam cikacak ben Islami satiyorum diyecek (gerci onuda siz Takkiye ile cesitli sekilde tevil edersiniz),ancak zandan kurtulacagiz öylemi?Seni anliyorum biraderim...Bak asagida ikinci yazida O adamlarin bundan önce söyledikleride var;...
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
1994 Yılında yayınlanan Fethullah ın kendi kitabı SONSUZ NUR 1 adlı eserinde; Kafirle Mü min arasında hakiki manada Diyalog olamaz. Demekteydi .
Bu söz 1995 yılından önce söylenmiş bir sözdür. 1995 yılı Fethullah ın % 100 çark etme yılı olduğu için, doğru söylenen bir sözdür. Bizim için ilk ve doğru söylenen söz geçerlidir.

Kafirle mümin arasında diyalog olmaz Diyen birisi şimdi ne değişti de Diyalog un öncülüğünü yapıyor?


Fethullah ın kendi kitabı olan 1994 yılı baskılı SONSUZ NUR 1 adlı eserin 152. Sayfası.
Belge Dosyası ( 5- BELGE ) Sonsuz Nur 1
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Abi yine konuyu kaydırdın. Beni F.Gülen cemaati ilgilendirmiyor. O kısıma onlar cevap versin.

Ben şunu istiyorum:

Bir başlık açmısın. Yeni ASya yazarı Süleyman Kösmene hristiyanları cennete gönderen bir yazı yazmış. FEtva vermiş. Böyle iddia etmişsin.

Ben o yazıyı alıntıladım.

Şimdi istiyorum ki;

O yazıda Yazar hangi kısımda hristiyanları cennete göndermiş.


Kaydirmiyorum Duhacigim adamlar Biz nur talebesiyiz diyorlar bilirsin bir baska yazinda mesreplerimiz ayrida olsa demistin ya,iste sana sizden bir cevap ama korkma öbürüde gelecek biraz sabir...
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Abi, herkez kendine istediği ismi takabilir. Ben hakikatleri Kur'an'dan öğrenirim. Hatayı kendi cemaatimden biri yapsa itiraz ederim ve etmişim.

Benim meselem Risale-i Nur'dur.

Eğer bir problemin varsa bana ordan vur. Çıkar deki burası şu sebepten yanlış. Delil göster, ıspat et.

Benim derdim Kur'an'dır. Eğer Kur'ana aykırı benim cenahım olsa tamire çalışırım. Olmadı tereddütsüz terk ederim.

Şimdi Risale-i Nur adına da olsa kişisel hatalar yapanlarla karşıma çıkma.

Eğer ilmin varsa buyur her türlü sözüne ve itirazına geniş yüreğimle hazırım.

Şimdi sözünün merdi isen tekrar soruyorum:

Süleyman Kösmene Abinin yazdığı yazıda Hristiyanları cennete gönderen bir yazı göster. Bana başkasını söyleme. Çünkü, başlığı o Abinin yazısı için açtın. Ona cevap vermediğin takdirde başka örnek verme hakkın yoktur.


Zaten adamlarda Risalei Nurlarda vardir diyorlar,Bunu ben degil senin mesrebin olanlar diyor?
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Abi yine konuyu kaydırdın. Beni F.Gülen cemaati ilgilendirmiyor. O kısıma onlar cevap versin.

Ben şunu istiyorum:

Bir başlık açmısın. Yeni ASya yazarı Süleyman Kösmene hristiyanları cennete gönderen bir yazı yazmış. FEtva vermiş. Böyle iddia etmişsin.

Ben o yazıyı alıntıladım.

Şimdi istiyorum ki;

O yazıda Yazar hangi kısımda hristiyanları cennete göndermiş.


Ehl-i kitabın, geçmişte her ne kadar Allah’ın sıfatlarını yanlış tanımış ve yanlış inanmış olsalar da; günümüzde eski batıl inançlarından her geçen gün biraz daha uzaklaşarak “Tevhid İnancına” yaklaştıkları ve hatta çok yerlerde “Tevhid İnancına” ulaştıklarını şükranla görmek mümkün. Geçmişin kini, husûmeti ve adaveti de günümüzde bulunmadığına ve yerini dinsizlere karşı “ehl-i Kitap” olmanın verdiği dinî bir duygu ile ittifak ve yakınlaşmaya bıraktığına göre; bu aşamada Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra) ifade buyurduğu gibi eğer Müslümanlar İslâm ahlâkını kemâliyle yaşarlar ve fiilleriyle gösterirlerse, bu dinlerin tâbilerinin cemaatlerle İslâmiyete girmeye 4 taraftar olabileceklerini nazara aldığımızda, günümüz ehl-i kitabının iman noktasında bir hayli müsbet mesafe aldığı söylenebilir.



Sence Tevhidi görüyormuyuz?Nerede acaba Isanin Allahin oglu olmadigini söyleyen bir Hiristiyan veya Üzeyirinn Allahin oglu olmadigini söyleyen Yahudi?Bunu söylemek dahi Basta yazdigimizi tastik etmiyormu?


Ancak Bedîüzzaman’ın (ra) ifâdesiyle “adem-i kabul başkadır; kabul-ü adem başkadır.” Bilmeyenlerin ve kasıtsız bulunanların durumu bunlarla bir değildir. “...işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler; o noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız ‘Lâ ilâhe illallah’ biliyorlar; bunlar ehl-i necat o-la-bi-lir-ler.”

Bunlarin isitmedigini iddia etmek sence cok dogru bir kavrammi?Bir Yahudinin duymadigini söylemek ne kadar dogru?Megerki Afrikanin sig ormanlarinda bihaber yasayan yari Vahsi(Yokluk ve teknoloji bakimindan) insanlar disinda?
Düsüne bilirmisinki bir Hiristiyanin duymamasi?Tabiki benim kendi inancima göre LaIlahe Ilallah diyen biri kim olursa olsun Kurtulusa ermistir,ama velakin görünen durum budurki hem duymus hem isitmislerdir.hele hele;"veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler"demek Ibrahim babamiza yapilan bir zulüm olmazmi?Kaldiki Kuranda tam 55 ayette direk akla davet varken üstelik 200 ayette dolayli akla davet varken insanin Fitratinida buna katarsak?Hatta;

“Hani Rabbin Ademoğullarından; onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.”

(Araf; 7/172).

Ayetin son kisminada dikkat edersen soruna cevabi bulmus olursun Duha...
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Bu yaziyida ekleyelimde tam anlamina kavussun Insallah...

YEŞEYA'NIN ÇIĞLIĞI

Yeşaya’nın Çığlığı

Aşağıdaki metni nereden aldığımı sormayın, kaynak vermeyeceğim.

Şu kadarını söyleyeyim ki bundan 2700 küsur yıl önce yaşamış Yeşeya adlı bir Ademin vicdanından taşan “Gâlu belâ” seslerinden bir ses…

Hani “Elestü birabbikum” (Rabbiniz değil miyim?) diye sorulup “Gâlu belâ” (Dediler: Evet) cevabının alındığı o diyalogtaki ses… Allah’ın her Ademoğlunun ruh dünyası (iç alemi/vicdanı) ile konuşmasını temsilî olarak anlattığı ve böylece her insanda bu potansiyelin varolduğunun hatırlatıldığı vicdanın ve merhametin o evrensel sesi…

Kimin söylediğinin, nerede geçtiğinin ne önemi var?

Ramazanda tam da zamanı; ruh alemimizi dinleyelim az. İçsel dünyamıza; ruhumuzun derinliklerine yolculuğa çıkalım. Kanımca ruhlar alemi her insanın kendi içsel dünyasıdır. İçe doğru derin yolculuklar bizi ruhumuzla yani kendimizle tanıştırır. Çünkü Kur’an’da Yunan felsefesinde olduğu gibi ruh-beden ikiliği göremezsiniz. Ruh bedene girip çıkan bir şey değil. Senin ruhun seninle birlikte doğar ve seninle birlikte ölür. Ruhlar alemi de kendi iç dünyalarımız; bizden ayrı bir şey değil…

Tenhalarda kendimizi dinleyelim, iç alemimizle diyaloğa girelim, aldırış etmesek ve cevap vermesek de, orada, şahdamarımızdan daha yakın gelen yazılmamış sesler duyacağız. İşte o her gün, her saat beşere/insana sesleniştir. Kiminde vicdan azabı olur, kiminde tövbe, kiminde yakarış, kiminde de haykırış…

Yeşeya’nın metnini okurken bunları gördüm. Sürekli olarak “Aynı kandilin ışığı... Bunları bir yerden tanıyorum.” demeden kendimi alamadım.

Bakalım size de tanıdık gelecek mi?

İşte “Ey gökler dinleyin, ey yeryüzü kulak ver!” diye başlayan bölümden altını kırmızı kalemle çizdiğim yerler;

***



“Kurbanlarınızın sayısı çokmuş, “Bana ne” diyor Rabb; Yakmalık koç sunularına, besili hayvanların yağına doydum. Boğa, kuzu, teke kanı değil istediğim.

Huzuruma geldiğinizde avlularımı çiğnemenizi mi istedim sizden?

Anlamsız sunular getirmeyin artık.

Buhurdan iğreniyorum. Kötülük dolu törenlere, Yeni Ay, Şabat Günü kutlamalarına ve düzenlediğiniz toplantılara dayanamıyorum.

Yeni Ay törenlerinizden, bayramlarınızdan nefret ediyorum.

Bunlar bana yük oldu.

Ellerinizi açıp bana yakardığınızda gözlerimi sizden kaçıracağım. Ne kadar dua ederseniz edin dinlemeyeceğim.

Elleriniz kan dolu.

Yıkanıp temizlenin.

Kötülük yaptığınızı gözüm görmesin.

Kötülük etmekten vazgeçin.

İyilik etmeyi öğrenin.

Adaleti gözetin.

Zorbayı yola getirin.

Öksüzün hakkını verin…

Dul kadını savunun…




Sadık kent nasıl da fahişe oldu!

Adaletle doluydu, doğruluğun barınağıydı, şimdi ise katillerle dolu.

Şarabına (sütüne) su katıldı.

Yöneticileri asilerle hırsızların işbirlikçisi; hepsi rüşveti seviyor, hediye peşine düşmüş.

Öksüzün hakkını vermiyor, dul kadının davasını gütmüyorlar…




Evlerine ev, tarlalarına tarla katanların vay haline!

Sabah erkenden kalkıp içki peşinde koşanların, gece geç vakte kadar şarap içip kızışanların vay haline!

Kötüye iyi, iyiye kötü diyenlerin, karanlığı ışık, ışığı karanlık yerine koyanların, acıya tatlı, tatlıya acı diyenlerin vay haline!

Kendilerini bilge görenlerin , akıllı sananların vay haline!

Şarap içmekte sınır tanımayanların, içkileri karıştırıp içmekten çekinmeyenlerin, rüşvet uğruna kötüyü haklı çıkaranların, haklının hakkını elinden alanların vay haline!

Alev alev yanan ateş samanı nasıl yiyip bitirirse, kuru ot alevin içinde nasıl birden tutuşup yok olursa, onlar da kökten çürüyüp gidecek, çiçekleri toz gibi havaya savrulacak!



Diyorlar ki oruç tuttuğumuzu niye görmüyor, isteklerimizi denetlediğimizi neden fark etmiyorsun?

Bakın, oruç tuttuğunuz gün keyfinize bakıyor, işçilerinizi eziyorsunuz. Orucunuz kavgayla, çekişmeyle, şiddetli yumruklaşmayla bitiyor.

Bugünkü gibi oruç tutmakla sesinizi yükseklere duyuramazsınız.

İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz?

İnsanın isteklerini denetlediği gün böyle mi olmalı?

Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı?

Siz buna mı oruç, Rabb’i hoşnut eden gün diyorsunuz?

Benim istediğim oruç; Haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları salıvermek, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak, her türlü boyunduruğu kırmak değil mi?

Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi?

Barınaksız yoksulları evinize alır, çıplak gördüğünüzü giydirir, yakınlarınızı gözetirseniz ışığınız tan yeri gibi ağıracak, çabucak şifa bulacaksınız…

Doğruluğunuz önünüzden gidecek, Rabb’in yüceliği artçınız olacak, o zaman yardım çağrılarınızı Rabb cevaplayacak, feryat ettiğinizde “İşte buradayım” diyecek!

Eğer boyunduruğa, başkalarını suçlamaya, kötü konuşmalara son verirseniz, açlar uğruna kendinizi feda eder, yoksulların ihtiyaçlarını karşılarsanız ışığınız karanlıkta parlayacak, karanlığınız öğlen gibi olacak!

Rabb her zaman size yol gösterecek, kurak topraklarda sizi doyurup güçlendirecek. İyi sulanmış bahçe gibi, tükenmez su kaynağı gibi olacaksınız.

O zaman Rabb’den zevk alacaksanız!

Halkınız eski yıkıntıları onaracak, geçmiş kuşakların temelleri üzerine yeni yapılar dikeceksiniz. “Duvardaki gedikleri onaran, sokakları oturulacak hale getiren” denecek sizlere…

...

Adalet püskürtüldü, doğruluk bizden uzak duruyor.

Çünkü gerçek kent meydanında sendeleyip düştü.

Dürüstlük aramıza giremez oldu.

Hiçbir yerde gerçek yok.

Kötülükten çekinen soyuluyor!”

***

İyi de diyeceksiniz, bugün bu sözlerin muhatabı kim?

Ben, sen, o… Biz, siz, onlar; hepimiz!

Kimse arkasına bakmasın bence.

Günümüzü öyle bir anlatıyor ki ancak bu kadar olur.

Demek aklın yolu bir ve vicdanın dilini tercümeye gerek yok!

Özellikle kurban ve oruç ile ilgili söyledikleri dikkatinizi çekmiştir. Ne kadar da özü hatırlatan, dinin esas mesajını haykıran sözler değil mi? En azından şu günlerde Ramazan meddah ve kıssacılarından fenalık gelmeye başlayanlara iyi gelir diye düşündüm (!).

Demek ki, onun zamanında da ortalığı kıssacılar, törenler, buhurlar, tılsımlar, sırlar, kandiller, mevlitler, ritüeller, kuzular, danalar, tekeler, keseler, altınlar, akçeli işler kaplamış ki Yeşaya’nın “Yaşayan Tanrısı” adeta çığlık atıyor: “Buhurdan iğreniyorum. Kötülük dolu törenlere, kutlamalara, toplantılara dayanamıyorum. Törenlerinizden, bayramlarınızdan nefret ediyorum. Besili hayvanların yağına doydum. Boğa, kuzu, teke kanı istemiyorum artık! Ev üstüne ev, tarla üstüne tarla alanların vay haline! Yiyeceğini açla paylaşmayanın vah haline! Zincire vurulanları salıverin, ezilenleri özgürlüğe kavuşturun, her türlü boyunduruğu kırın, öksüze, yoksula, çıplağa, dul kadına sahip çıkın; budur istediğim!”

İncir ağacının altında, Zeytin Dağı’nın eteğinde, Tur dağının yamacında ve Beledi’l-Emin’in sokaklarında yükselen “o seslere” ne kadar da benziyor!

“Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının suçu neydi?” diye haykıran, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen, “Yemek kabını sünnettir diye iyice sıyırmaya çalışacağına, içindekini başkasıyla bölüş, asıl o zaman sevap işlemiş olursun ey yüreksiz Ferisi!” diye çıkışan “o seslere” nasıl da benziyor, değil mi?

Sanki “aynı kandilin ışığıyız” diye bağırıyorlar…

Ve selâmun ale’l-mürselin…


Recep İhsan ELİAÇIK
 

HAKKAYOLCU

New member
Katılım
8 Haz 2010
Mesajlar
4
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
37
Bunu sorgulamanın yeri burası değildir ve çok merak ediyorsanız mesajlarını takip edebilirsiniz...

Neden bu konu ilgimi çekti belki? O yüzden burada sorgulama gereği duydum. Ayrıca mesajlarınıda takip etmişimdir ama birde başkasından duymak istemişimdir olamaz mı?
 

HAKKAYOLCU

New member
Katılım
8 Haz 2010
Mesajlar
4
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
37
Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azi-müşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufat-ı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı mes'eleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mes'uliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.

Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder” (Bakara Sûresi, âyet: 286.) buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes'ul olmaz.
- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kullan için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allahü Teâlâ mutlak- adaletiyle kullarının mes'uliyetlerini bedenî ve malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kullannın akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kıuhır akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir islâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlanndaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan;

Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul değildir.

Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:

"Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretleri'ne imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, ma'rifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz.

Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri'nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir.

Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gib şer'i ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahü Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl ve nazar ma'rifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allahü Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz" (İsrâ Sûresi, 15) nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki:

Allah Teâlâ'ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan ma'rifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh ma'rifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır:

Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve na-zarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennettir.

İkincisi, Cenâb-ı Allah'a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır. "

Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:
"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes'ul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.

Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz", âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir...

Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez.

Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."

Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

"Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz." (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 385)
Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:

"Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mes'ul olmazlar. Çünkü, mes'uliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mes'uliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdlan, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler."

Burada bir sual akla gelebilir: Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?

Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hıristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

"İnancıma göre, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

a. Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar.

b. Hz. Peygamber'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.

c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır.

Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur" şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."(İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.)

Bugün gerek Hıristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde İmam-ı Gazali Hazretleri'nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hıristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.
Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hıristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:

"Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım...

Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. " (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 103.)

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî'nin Mezâhib-i Erbaa adlı eseriyle, Aliyyü'l-Karî'nin Şerhu'l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi'1-Ekber adlı eserlerine bakabilirler.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir.

İslâmiyet, Resulüllah'ın (S.A.V.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim'in babası Nemrud'un putçusuydu ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (A.S.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.

Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
HAKKAYOLCU nun 36. permalinkte ki yazısı için teşekkür ediyorum.

Mevzuu özetler isek;

Hem İmam-ı Maturidii hem İmam-ı Eşari Ehli Sünnet itikatındadır.

Türkiye de itikatta İmam-ı Eşari'ye uyan mevcut yüzde beşdir ve bu itikada göre insan aklı ile Hakk'ı bulmaya mesul değilidir, ancak yüzde doksana yakın mevcudun itikadı olan Maturidi görüşüne göre insan aklı ile Hakk'ı bulmaya mesuldür.

Bu bağlamda itikatta İmam-ı Eşarinin görüşüne inananlara göre dünyanın ücra bir köşesinde bi haber kalmış veya esaret altında dünyadan bi haber bir kişinin İslamı bilmemesi mazerettir. Akıbetini Allah bilir. Bu görüşe saygı duymakla beraber İmam-ı Azam Ebu Hanife mezhebinde ve dolayısı ile İmam-ı Maturidi itikadında olanları bağlamayan bir görüştür. Her halukarda da, bu bahsedilen mazeret sahipleri bu gün artık ne Amerika ne Asya ne Avrupa ne de Vatikanda ki kafirlerlerdir.

Konu hakkında yaşanan sıkıntı, Bediüzzaman'ın bu ilmi karineler ile yaptığı mülahazaları, bazı kesimlerin "diyalog" adı altında günümüz Avrupa ve Amerikalı kafirlerine teşbih gayretleridir. Bediüzzaman'ın böyle bir gayesi ve teşbih davası olmamıştır. Ancak, toplumda Bediüzzaman'ı üstad/kaynak kabul eden her kesime "Nurcu" denmiş ve bu kesimlerin ürettiği her ifade Bediüzzaman'ın üstüne kalmıştır. Oysa yapılan detaylı incelemelerde ortaya çıkan sonuçlar, bu gün toplumda sıkça duyulan ve Ehli Sünnet tarafından reddedilen bu ifadelerin Bediüzzaman'a ait olmayıp, O'nun sırtından geçinenlerce, O'nun ifadelerini tevil yolu ile ortaya atılan iddialar olduğu ispatlanmıştır.

Mesele böyle olunca, karşı görüşlü ve konuyu speküle eden çok sayıda insan/görüş türemiştir. Bunların içinde haksız ve insafsızca Bediüzzaman'a isnatlar da olmuştur. Esasen, Maturidi ve Eşari görüşlerinin farklılıklarından kaynaklanan ayrılıkların münazaralarda göz önünde buluındurulması, yüzde doksana yakın Maturidi görüşünde olan bir topluma da Bediüzzaman gibi Eşari görüşünde olan bir alimin bu tür
ifadeleri/içtihatları ısrar edilmemeli, inançlar zorlanmamalı/şaşırtılmamalıdır.

Muhakkak ki en doğruyu Allah (cc) bilmekte ve ahirette de bizlere bildirmekte ahdindedir.
 

furkan

New member
Katılım
29 Haz 2010
Mesajlar
7
Tepkime puanı
16
Puanları
0
Yaş
44
Rabbiminizin selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Gördük, işittik ve bildik ki imanın şartı 6 dır ve ( detaylara girmeden ) yine gördük, işittik ve iman ettik ki Hz. Muhammed ( S.A.V ) Allah C.C hazretlerinin son peygamberi, kulu ve elçisidir.

Konu başlığında bulunan yazıyı her kim tasvip ediyorsa bilsinki aynı anda 2 din ve aynı anda 2 peygamerbere iman mümkün değildir ( yapan var ).İslamı seçmenin kuralları bellidir ve son din olan islamı seçen bireyin buna göre davranması gerekir. Konunun fetret devrine uzanması olayın özünü biraz kaçırıyoruz hissi uyandırdı bende. Fetret devri içerisinde bulunduğu düşünülen bir kişi zaten kendisine tebliğ yapılamadığı için mesul değildir. Ancak bir kimse " Ehli kitap cennete gider " diyebiliyorsa hem imanın şartlarını hemde islamın şartlarını bilmiyor veya kafasına göre yorumluyor demektir.

Ki öyle de oluyor. Çünkü bu düşüncenin sahipleri imanın şartını 2 ye indirmekte sakınca görmüyorlar.

Benim üzüldüğüm nokta bu adımdan sonra yapılan işlerdir. Müslüman bir bayanın müslüman olmayan biriyle evlendirilmesi, hristiyan bir profesörün bazı davranışlarının örnek olarak gösterilmesi, papanın elinin öpülmesi gibi. Bunlar medyaya yansıyıp insanlar tarafından takip ediliyor ve benimseniyorsa esas meselede budur sevgili kardeşlerim.

Cenabı Allah hepimizin yardımcısı olsun.
 

garibdildar

New member
Katılım
10 Tem 2010
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
http://www.islamforum.net/sectiginiz-makaleler/23640-iste-nurcu-fetvasi-hristiyanlar-

http://www.islamforum.net/sectiginiz-makaleler/23640-iste-nurcu-fetvasi-hristiyanlar-

selamun aleykum
sirf bu konuya yanit yazmak icin forumunuza uye oldum

allahin rahmeti uzerinize olsun
oncelikle bu forumda boyle bir konuyu yakistiramadim
hem forumumuzun logosu mevlana olucak hemde "ben mevlana zamaninda gelseydim mesneviyi yazardim oda bu devirde gelseydi risaleyi yazardi" diyen Hz Ustadin aleyhinde konu olsun

diyecekki birileri savunun sizde vs vs
bir konuyu savunma yada aciklama yapmak icin o konun iftira olmamasi lazim
yanlis anlasilmasi yada farkli yorumlanmasi lazim
bediuzzaman hazretlerinin boyle bir ifadesi olmus olsaydi aciklama yapardik derdikki siz yanlsi anladiniz fiolan o soyle demks ited
halbuki kaynak olarak verilen yer kastamonu lahikasinda oyle bir ifade gecmemektedir
bu konuya yanit verip savunmak konuyu dogruymsu gibi ciddiye almak demktir

islam cemaatinbi bolnme niteliginde olan bu konuyu lutfen kaldiriniz
allah rizasiz icin bu tarz oiyunlara alet olmayiniz
Rabbim razi olsun
 

osmanlý

New member
Katılım
8 Haz 2010
Mesajlar
2
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
29
Açıkçası böyle bir sitenin bu tür yazılar yazıp desteklemesi beni son derece üzdü.
Sayın yöneticler bu tür meseleler insanı küfre bile götürebilir.6 YIL dır risale okuyorum.Söz konusu kişi hakkında ne yazıkki yanlış bilgiler bulunmaktadır.Bu kin bu nefret neden devam ediyor kardeşler?
Unutmayalımki Allah her şeyin hesabını soracaktır.
Konuyu silmeniz temennisiyle Allah' emanet olun.
 
Üst Alt