Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Istanbul'un manevi sultanlari

  • Konbuyu başlatan beyaz_ýþýk
  • Başlangıç tarihi
B

beyaz_ýþýk

Guest
MÜSTEKÎMZÂDE SÜLEYMÂN SÂDEDDÎN EFENDİ-1







Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin talebelerinden, âlim ve velî. İsmi, Süleymân Sâdeddîn'dir. Babası, Muhammed Müstekîm Efendinin oğlu müderris Muhammed Emîn Efendidir. Annesi ise Ümmü Gülsüm Hanımdır. 1719 (H.1131) senesinde İstanbul'da doğdu. Müstekîmzâde nâmıyla anıldı. Ebü'l-Mevâhib künyesi verildi. İstanbûlî, Ma'sûmî, Emînî lakablarını aldı. 1787 (H.1202) senesinde vefât etti. İstanbul Zeyrek'te, Soğukkuyu Pîrî PaşaMedresesi kabristanında, hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin ayağı ucuna defnedildi.



Zamanında yaşayan birçok âlimden ilim tahsil eden Müstakîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi, en sonunda İstanbul'daki büyük velîlerden Mehmed Emin Tokâdî hazretlerini tanımak ve ona talebe olmakla şereflendi.


Müstekimzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi vâsıtasıyla, pekçok kimse Mehmed Emin Tokâdî hazretlerini tanıyıp sohbetine kavuşmuştur.


Mehmed Emin Tokâdî, Ahmed-i Yekdest hazretlerinin, o da Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin halîfesiydi. Müstekîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi böyle büyük bir zât olan Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin sohbetleriyle yetişip kemâle geldi. Nefsini tasfiye ve kalbini tezkiye eyledi.



Müstekîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi hocasının ve yirmi gün sonra da annesinin 1745 (H.1158) senesinde vefâtları üzerine çok üzüldü. Bursa taraflarına bir seyâhatte bulunup, o yerlerdeki velîlerin kabirlerini ziyâret eyledi. Geri dönüp İstanbul'da ilim ve ibâdet yanında, ilmî çalışmalar yaptı. Yazı yazarak maîşetini temin etti. Kendisine her ne kadar müderrislik teklif edildi ise de kabûl buyurmadı. Fakr-u zarûret içinde de olsa, pek kıymetli eserler yazıp, gelenlere bir şeyler anlatmayı tercih etti. Ömrünün sonuna doğru felç oldu. Yine de durup dinlenmeden kitap yazıp talebe yetiştirdi. 1787 (H.1202) senesi Şevvâl ayının yirmi ikisinde Pazar günü vefât eyledi. Akrabâsından Eyyûb SultanCâmii vâiziYahyâzâde Şeyh Mehmed Sâdeddîn Efendinin imâmetinde, Fâtih Câmiinde kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı kılındı.Sonra hocası Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin ZeyrekSoğukkuyu Câmii mezarlığındaki kabrinin ayak ucuna defnedildi. Hayâtında o büyük zâta talebe olmakla şereflenen Süleymân Sâdeddîn Efendi, vefâtında da ona yakın olmakla şereflendi. Hocasının kabir taşındaki ibâreyi o yazmış ve bu yazı mezar taşı üzerine nakşedilmiştir.


Müstekîmzâde Süleymân Sâdeddîn Efendi resmî vazîfe ile meşgûl olmamasının da verdiği rahatlıkla çok kitap yazdı. İmâm-ı Rabânî hazretlerinin Mektûbât'ını Türkçeye tercüme etti. İstanbul kütüphânelerinde Müstekîmzâde'ye âit, büyüklü küçüklü 136 kitap vardır. Yangın ve benzeri sebeplerle, eserlerinin bir kısmının kaybolması da mümkündür. Diğer eserlerinden bâzıları şunlardır:


Şerh-i Dîvân-ı Hazret-i Ali, Devhat-ül-Meşâyıh, Tuhfe-i Hattâtîn, Tercüme-i Fıkh-ı Ekber, Risâle-i Tâc, Risâle-i Ebeveyn, Risâle-i Salât-ül-Vüstâ, Risâle-i Âdâb-i Ulil-Elbâb, Menâkıb-ı Eshâb-ı Bedr, Menâkıb-ı İmâm-ı Âzam, Akîdet-üs-Sûfiyye, Şifâ-üs-Sudûr lin-Nesl-in-Nûr, Tenvîr-ül-Emâne, Mir'ât-üs-Safâ fî Nuhbet-i Esmâ-il-Mustafâ, El-İrâdet-ül-İlliyye fil-İrâdet-il-Cüz'iyyet-il-Külliyye, El-Makâlet-in-Nizâfe, Teşnîf-ül-Ezher bi-Ta'rîf-il-Ahmer, Şerh-i Evrâd-ı İmâm Süheylî, Cihâz-ül-Ma'cûn fî Halâs-üt-Tâ'ûn, Mürşîd-ül-Müteehhilîn Tercümesi, Tercüme-i Risâle-i "Men arafe", Ahid-Nâme, Hilye-i Nebeviyye ve Hulefâ-ı Erba'a, Ma'kûlât-ı Nevriyye, Sürûr-üt-Tâlibîn, El-Ukûd-ül-Lü'lüiyye fî Tarîk-is-Saâdet-il-Mevleviyye, Hakîkat-il-Yakîn ve Zülfet-it-Temkîn, Nüzhet-ül-Evliyâ, Hülâsat-ül-Hediyye, Risâle-i Melâmiyye-i Bayrâmiyye-i Settâriyye, Iddet-ül-Bedûr fî Aded-is-Sinîn veş-Şehûr, Mecellet-ün-Nisâb fin-Neseb vel-Künâ vel-Elkâb, Zeyl-i Dâsıtân-ı Âl-i Osmân, Bâb-ül-Âdâb li-Ülil-Elbâb, Düstûr-i Amel-i Şâhâne, Tarsûs fî Fevâid-il-Bergûs, Kânûn-ül-Edeb Tercümesi, Şerh-i Müntehâbât-ı Fütûhât. Kitaplarından bir kısmı çeşitli zamanlarda yayınlandı. Çok kimsenin istifâdesi temin edildi. Bilhassa yazdığı Terâcim-i Ahvâl (biyografi) kitaplarında, evliyâ ve âlimleri, hattatlar ile diğer büyüklerin hayatlarını anlatarak onların hâtıralarının yâd edilmesine vesîle oldu.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Müstakimzâde Süleymân Efendi, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe olmasını şöyle anlatır:


"...Şeyhülislâm Hâmid Efendi Medresesinin müderrisi,Hâcegân yolunun büyüklerinden ihtiyâr ve mübârek bir zât idi. Bu zât haftada iki gün medresede ders verirdi. Ondan, Akâid-i MollaCelâl'i okuyordum. Böylece derse devâm ediyordum. Birgün ders sırasında, mübârek bir zât dershâneye geldi. Bu zâtı sâdece şahsen tanıyordum. Bu mübârek zât bize ders veren hoca ile ahbablığı olduğundan, bâzan medreseye gelirmiş. O içeri girince, bize ders veren hoca ona hürmet göstererek, dersi kesip, tehir etti, sözü o zâta bıraktı. Gelen zât da sohbete başladı. Sohbet sırasında bana iltifât göstererek, tasavvufî bahislerden ve dînin emirlerine uyma husûsunda öyle şeyler anlattı ki, dinleyenler çok istifâde ettiler. Ben sohbet sırasında gözyaşlarımı tutamayıp ağlamaya başladım. Nihâyet sohbetini bitirip, gitmek üzere kalktı ve hürmetle uğurlandı. Ben bu zâta tutulup, hayrân oldum, kendisinden istifâde için kim olduğunu öğrenmek istedim. "Bu zât, Şeyh Mehmed Emîn Tokâdî'dir. Çok yüksek bir zâttır." dediler. Meğer Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bizim dershânemize gelmeden biraz önce, kendi evinde toplananlara sohbet etmiş ve onlara şöyle demiş: "Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardır. Onu saâdet tuzağına düşürmek niyetindeyiz!" Bu sözü söyleyip bizim medresemize gelerek sohbet ettikten sonra, evindeki cemâat dağılmadan tekrar evine dönmüş. Ben böylece onu tanıyıp iltifâtına mazhar olduktan sonra huzûruna gitmeyi çok arzu ediyordum. Nihâyet 1736 senesinde Rebîül-evvel ayında bir Pazar günü seher vaktinde evine gittim. Kapıyı çalmadan beni karşılayıp, içeri aldı. Çok iltifât gösterip, talebeliğe kabûl etti. Böylece Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe oldum. Bir sene sohbetine gelip gitmek sûretiyle, feyzinden istifâde ederek edeb öğrendim. Bana hâlimi gizlememi emretti. Sonra ikinci seneden îtibâren altı sene müddetle bana ilim öğretti. Buhârîyi Şerîf'i okuttuğu sırada da bana icâzet verdi..."



Kıymetsiz Yazılar kitabının önsözünde buyuruluyor ki:



Kıymetli okuyucularımıza takdîm etdiğim bu (Kıymetsiz Yazılar) kitâbı, imâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî “rahmetullahi aleyh” ile, mahdûm-i mükerremi, urvet-ül vüskâ Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” hazretlerinin (MEKTÛBÂT) ismindeki fârisî kitâblarının türkçe tercemelerinden intihâb olunan çok kıymetli cümlelerdir. Bu türkçe tercemeler Müstekîmzâde Süleymân Sa’deddîn efendi tarafından yazılmış ve 1277 [m. 1861] senesinde İstanbulda basılmışdır. Her iki kitâb üç cilddir. Bu altı cildden Hüseyin Hilmi Işık efendi "rahmetullahi teâlâ aleyh" tarafından seçilen cümleler elif-ba sırası ile dizilmiş, her cümlenin sonuna alındığı cildin ve mektûbun sıra numaraları yazılmışdır. Bu kitâbın temâmı seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine “rahmetullahi aleyh” okumuş, dikkat ile dinledikden sonra, çok takdîr edip, (Fevkal’âde gayret sarf ederek hâzırladığın bu nâdîde eserin ismi (Kıymetsiz Yazılar) olsun, bunun kıymetine karşılık olabilecek birşey bulunabilir mi) buyurmuşdur. Bu Kıymetsiz Yazılar, 1344 [m. 1936] senesinde Kâsımpâşalı hattat Safî beğ tarafından, islâm harfleri ile yazılarak basdırılmışdır. 1997 senesinde Hakîkat Kitâbevi tarafından latin harflerine çevrilerek tekrar basılmışdır. İmâm-ı Rabbânî 1034, Muhammed Ma’sûm 1079 da Hindistânın Serhend şehrinde ve Müstekîmzâde 1142 [m. 1729] de İstanbulda ve Abdülhakîm efendi 1362 [m. 1943] de Ankarada, Hüseyin Hilmi Işık efendi 1422 [m. 2001] de İstanbulda vefât etmişlerdir. “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Mürşid-i kâmil idi, Abdülhakîm Arvâsî,
hem islâmiyyet, hem tarîkat ilmlerinin deryâsı.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
NALINCI MÎMÎ DEDE (nalIncI baba)





Melâmî yolu büyüklerinden olan Mîmî Dede on altıncı yüzyılda yaşamış, 1592'de vefât etmiştir. Bu velînin türbesi, İstanbul Unkapanı'nda Cibâli'ye giderken, Üsküplü Caddesi üzerinde, Haraççı Kara Mehmed Câmii karşısındadır.



Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşaallah.
- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd’a çıkar, döner Vefa’ya. Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar “Kimdir bu?” Ahali “Aman hocam hiç bulaşma” derler, “ayyaşın meyhur’un biri işte!”
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade ette bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.

ÖFKELİ KOMŞULAR
Bir başkası tafsilata girer. “Biliyor musunuz?” der, “Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine” Hele yaşlının biri çok öfkelidir. “İsterseniz komşulara sorun” der, “Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?” Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam Vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser.
- Nereye?
- Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebamızdır. Defnini tamamlasak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim. Nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasılhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim Ayasofya’dan, Süleymaniye’den. En azından Fatih Camii’nden.
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Haydi yüklenelim.

Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.
Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır “Sultanım” der, “yanlış yapıyoruz galiba”
- Nasıl yani?
- Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri?
- Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

“BİZİM EFENDİ BİR ALEMDİ”
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. “Hakkını helal et evladım” der, “Belli ki çok yorulmuşsun.” Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından. “Biliyor musun oğlum?” diye dertli dertli söylenir, “Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.”
- Niye?
- Ümmet-i Muhammed içmesin diye.
- Hayret.

BAK ŞU İŞE!
Sonra malum kadınların ücretini öder eve getirirdi. “Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım” derdi. “öyleyse şimdi dinleseniz gerek” O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. “Öyle bir imamın arkasında durmalı ki” derdi, “tekbir alırken Kabe’yi görmeli.”
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi.
- İşte bu yüzden Nişanca’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün “Bakasın Efendi!” dedim,
“Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada”.
- Doğru öyle ya?
- “Kimseye zahmetim olmasın!” deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. “İş mezarla bitiyor mu?” dedim. “Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra “Allah büyüktür hatun” dedi, “Hem padişahın işi ne?”

Allahü teâlânın öyle kulları da vardır ki, halk onları bilemez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değildirler. Hulûs-u kalp ile boyun büker ümmet-i Muhammed'e, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşıyla yapılan dua, binlerle topun yapamadığını yapar, kralları yıkar, kaleleri paralar.

İşte Nalıncı Baba o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı, Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
EVRANOS DEDE


İstanbul'un fethi için Anadolu'ya gelen gâzi dervişlerdendir. 1495'te vefât etmiştir. Türbesi Fâtih Karagümrük'te, Hasan Fehmi Paşa Caddesi üzerinde, Hattat Râkım Efendi türbesi yakınındadır.



***

"Bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz:

Gıybet etmemeli, mü'mîne sû-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.

"Âlimler üç kısımdır. Bir kısmı, ilmi ile amel eder, insanlar da onun ilmiyle amel ederler. Diğer bir kısmı, ilmi ile amel eder, fakat insanlar onun ilmiyle amel etmez. Başka bir kısmı da ilmiyle kendisi amel etmediği gibi insanlar da amel etmez."

-Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur.



***

Evliyâya kim bakarsa, ten gözîle serseri,
bî basardır, cânı yokdur, ölüdür, değil diri.

.

Evliyâ cândır, gerekdir can gözîle bakıla,
zîrâ ki, canlı kişiler, câna olur müşteri.




***



Erenlerin sohbeti, ele giresi değil.
Sohbete kavuşanlar, mahrûm kalası değil.

.

Gezmek gerek her yeri, bulmak için, bir eri,
sarraf tanır cevheri, magbûn bilesi değil.


.

Akar suyun başına, kapalı desti konsa,
kırk yıl, orda dursa da, âbı alası değil.
.

Sohbet, kalbi eder pâk, ona imrenir eflâk,
âdemi, ârif eden, tâcı hırkası değil.


.

Önce îmân etmeli, harâmdan, el çekmeli,
rûh gıdâsın bilmeli: Bâdem helvâsı değil!
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
SİVÂSÎ ABDÜLMECÎD EFENDİ HAZRETLERİ-1





Osmanlı âlim ve velîlerindendir. Halvetiyye yolunun Şemsiyye kolu kurucusu Şemseddîn Sivâsî (Kara Şems) hazretlerinin kardeşi Şeyh Muharrem Efendinin oğludur. İsmi Abdülmecîd, künyesi Ebü'l-Hayr, lakabı Mecdüddîn'dir. Şiirlerinde Şeyhî mahlasını kullanmıştır. Sivâsî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 1563 (H.971) senesinde Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu. 1639 (H.1049) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Eyüb Nişancası'ndaki evinin bahçesindedir.


İsmi Abdülmecîd Şirvânî hazretlerinin ismine hürmeten konulmuş olan Abdülmecîd Efendi, küçük yaşından îtibâren babasından ilim öğrendi. Yedi yaşına geldiği zaman Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Amcası Şemseddîn Efendiden (Kara Şems) zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsîl etti. Arabî ilimler, fıkıh, tefsîr ve hadîs ilimlerinde yüksek derece sâhibi oldu. Keşşâf Tefsîri'ni okutması husûsunda amcasından icâzet aldı.


Uzun müddet amcası Şemseddîn Sivâsî'nin sohbetinde kalıp feyz aldı. Tasavvufî hakîkatlere kavuşup yüksek mânevî derecelere ulaştı. Otuz yaşına geldiğinde amcası Şemseddîn Efendi ona; "Doğru yolu göstermek sana geç vâki olur, ama gâyet güzel olur. Sen diğer akranlarını geçip hepsinden yüksek olursun." buyurarak, Merzifon ve çevresi ahâlisine Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazifelendirdi. Sonra Şemseddîn Sivâsî hazretleriyle beraber Eğri seferine gidip, orada vefât eden Pîrîzâde Velî Efendinin yerine, Zile'deki Halvetî Dergâhında vazifelendirildi. Burada insanlara doğru yolu ve güzel ahlâkı anlatmakla ve talebe yetiştirmekle meşgûl oldu.



Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sâhibi olan Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî, güzel ahlâk ile ahlâklanmıştı. Birinci Ahmed Hâna sunduğu manzum şikâyetnâmede memleketin ve milletin içinde bulunduğu hâli anlatmış, muvaffakiyet için kendisine adâlet ve meşveret tavsiye etmişti. İslâm dîninin hep ilerlemeyi emr ettiğini anlatmış, gelişmelere karşı çıkan din adamı kılığına girmiş din düşmanlarıyla tarîkatçi geçinen câhil ve sapık kimselerle ve bid'at ehliyle mücâdele etmişti. İstanbul'da vâz, irşâd ve ilim öğretmekle meşgûl iken 1639 (H.1049) senesinde vefât etti.Eyüp Nişancası'ndaki evinin bahçesine defnedildi. Vefâtından iki yıl sonra gördüğü bir rüyâ üzerine, Mahpeyker Kösem Sultan, kabrinin üzerine bir türbe yaptırdı. Bu türbe bugün müminler tarafından ziyâret edilmekte, vesîle edilerek yapılan duâlar kabûl olunmaktadır.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
1604 senesinde Sivas'daki Şemsiyye Dergâhı şeyhi ve Kara Şems'in dâmâdı Receb Efendi vefât edince, onun vazifesini yürüttü. İlim ve irfândaki şöhretini duyan Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından İstanbul'a dâvet edildi. Üçüncü Mehmed Han, Abdülmecîd Efendiyi İstanbul'a dâvet ederken, kendi el yazılarıyla şu mektubu yazmışlardı:


"Fazîlet ve kerâmet sâhibi Sivaslı Abdülmecîd Efendi! Merhûm amcan Şemseddîn Efendinin, Eğri seferinde maddî ve mânevî çok yardımlarını gördüm. Döndükten sonra İstanbul'da kalmasını istemiştim. Fakat o arzu etmeyince, ihtiyârlığı sebebiyle memleketine gitmesine izin verdim. Şimdi sizin söz, fiil ve diğer özelliklerinizle ona tam olarak benzediğinizi duydum. İstanbul'u teşrifinizi cân-ü gönülden istiyorum. Hatt-ı şerîfim size ulaştığı zaman ihmal etmeyesiniz."


Bu mektup üzerine Abdülmecîd Efendi İstanbul'a geldi. İstanbul'daki ilk vâzını Ayasofya Câmiinde verdi. Bir müddet Ayasofya civârında oturdu. Sonra kendisine talebe olan Reis-ül-küttâb La'lî Efendinin hediye ettiği, Eyüb Nişancası'ndaki bahçe içindeki eve yerleşti. Dâr-üs-seâde ağalarından Mehmed Ağa tarafından, Çarşamba'da yaptırılan Mehmed Ağa Dergâhında, insanlara doğru yolu anlatmakla vazifelendirildi. Şeyhülislâm Sun'ullah Efendi tarafından câmi hâline getirilen Atpazarı'ndaki Hüsam Bey Mescidinde de Cumâ vâizi olarak vazife yapıp, insanlara hak ve hakîkati anlatmaya devâm etti. İstanbul halkının vâz ve nasîhatlerine gösterdiği yüksek alâka üzerine, ŞehzâdeCâmiine vâiz olarak nakledildi. Bir müddet orada insanlara yüce dînimizin emir ve yasaklarını, sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlattıktan sonra, Yavuz Sultan Selim Câmiine Cumâ vâizi olarak görevlendirildi. Sultan Selîm civârında bir mescid ve Sivâsî Dergâhını inşâ ettirip, hizmete devâm etti. Sultan Ahmed Câmii yapılırken, temel atma merâsiminde bulunup, duâ etti ve temele ilk taşı koydu. Sultan Ahmed Câmiinin yapımı tamamlanıp ibâdete açılınca, ilk vâzı Abdülmecîd Efendi verdi. Ölünceye kadar bu câminin vâizliğini yürüttü.


Üçüncü Mehmed, Birinci Ahmed, Birinci Mustafa, Genç Osman ve Dördüncü Murâd Han devirlerinde yaşadı. İnsanlara hep Hakkı tavsiye edip, kötülüklerden sakındırdı. İlmi, irfânı ve olgunluğuyla sultanlar ve diğer devlet erkânı yanında büyük bir nüfûz sâhibi oldu. Pâdişâh ve diğer devlet erkânı, önemli hususlarda sık sık görüşlerine başvururlardı. Karayazıcı ve Uzunbölükbaşı isyanlarının bastırlmasında önemli rolü olmuş, hükümete faydalı tavsiyelerde bulunmuştu.


Sultan Dördüncü Murâd Hâna Bağdât'ın İranlılardan geri alınacağını müjdelemiş, pâdişâh sefere çıkarken de hazret-i Ömer'in kılıcını beline kuşatmıştı.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin birçok kerâmetleri ve halleri görülmüştür. Şeyh Lütfi Efendi Hediyyetü'l-İhvân adlı eserinde bildiriyor ki: Lemezât kitâbı sâhibi Şeyh Hulvî Mahmûd Efendi şöyle nakletti: "Kocamustafapaşa Dergahında irşâdla vazîfeli olan hocam Necmeddîn Hasan Efendi ikinci defâ hacca gittiklerinde vedâ edecekleri zaman bana; "Hulvî Çelebi! Olgun ve olgunlaştırabilen kardeşlerimizden kime kalbin meylederse ondan tasavvuf yolculuğunu tamamla!" deyince, kalbimde Sivâsî Abdülmecîd Efendiye karşı bir meyl ve muhabbet peydâ oldu. Bilâhare Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî'nin huzûruna varıp hâlimi arz ettim. Bana Halvetiyye yolunun usûlüne göre zikir telkîn etti ve hocana teveccüh et buyurdu. Onun bildirdiği şekilde zikirle meşgûl oldum. 1610 senesi Rebîulevvel ayının on beşinci günü tekrar huzûruna vardığımda zikir telkîninde bulunduktan sonra bana; "Bundan sonra bize teveccüh et!" dedi. Ben, kendi kendime, her defâsında hocana teveccüh et diyordu bunda ise "Bize teveccüh et." dedi. Bunun bir hikmeti vardır. diye düşündüm. Aradan bir müddet geçince, hocam Necmeddîn Hasan Efendiyle hacca gidenler döndü. Fakat hocamı onlar arasında göremedim. Sorduğumda, Necmeddîn Hasan Efendinin, Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin; "Bize teveccüh edin." buyurduğu zaman Yemen'de vefât ettiğini öğrendim. Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin huzûruna girip; "Sultanım bu ne büyük kerâmettir." dediğimde; "Hulvî Efendi! Görünen kerâmete îtibâr edilmez. Asıl kerâmet mânevî kerâmet olup İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktır." buyurdu.


Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sâhibi olan Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî, güzel ahlâk ile ahlâklanmıştı. Birinci Ahmed Hâna sunduğu manzum şikâyetnâmede memleketin ve milletin içinde bulunduğu hâli anlatmış, muvaffakiyet için kendisine adâlet ve meşveret tavsiye etmişti. İslâm dîninin hep ilerlemeyi emr ettiğini anlatmış, gelişmelere karşı çıkan din adamı kılığına girmiş din düşmanlarıyla tarîkatçi geçinen câhil ve sapık kimselerle ve bid'at ehliyle mücâdele etmişti. İstanbul'da vâz, irşâd ve ilim öğretmekle meşgûl iken 1639 (H.1049) senesinde vefât etti.Eyüp Nişancası'ndaki evinin bahçesine defnedildi. Vefâtından iki yıl sonra gördüğü bir rüyâ üzerine, Mahpeyker Kösem Sultan, kabrinin üzerine bir türbe yaptırdı. Bu türbe bugün müminler tarafından ziyâret edilmekte, vesîle edilerek yapılan duâlar kabûl olunmaktadır.


Nakledilir ki: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, mânevî hâl âleminde, gelip Abdülmecîd Sivâsî'ye; "Benim Mesnevî kitabıma şerh yazmanızı istiyorum." buyurdu.Abdülmecîd Efendi de özür beyân edip; "Hâşâ benim haddim değildir. Sizin inci gibi sözlerinizi şerh etmek bir yana anlamaktan âcizim. Birçok şerhler yazılmıştır. Bizim şerhimize ne gerek var." deyince, Mevlânâ hazretleri; "Onlar da güzel, fakat söz başka hâl başkadır. Benim Mesnevî'mi şerh etmek sizin gibi hâl sâhibi, kelâm ilminde ve tasavvuf mârifetlerinde yüksek birisine gerekir." buyurdu. Abdülmecîd Sivâsî hâl âleminden beşeriyet âlemine dönünce, emri birkaç gün ihmâl etmişti. Bir gün yine hâl âleminde iken Mevlânâ hazretleri zuhûr edip; "Size Mesnevî'me şerh yazın demedim mi?" buyurdu. Abdülmecîd Sivâsî hazretleri özür beyân etmek istediğinde; "Biz şimdi sizi topuz ile îkâz ederiz." buyurdu. Ertesi sabah pâdişâh tarafından iki asker gelip, Şerh yazılmasına dâir fermanı ve yüz altın sikke getirdiler. Abdülmecîd Sivâsî fermanda; "Benim fazîletli pederim, bu saat Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî'sine şerh yazılmasını emr ediyorum. Biz de emrolunduk." diye yazılı olduğunu gördü. Hemen emre uyup şerh yazmağa başladı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin istediği özellikte, nefis bir şerh yazdı.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
PROF.DR.ORHAN KARMIŞ HOCAEFENDİ









1937 yılında Bursa'da doğdu. 1966'da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1970 yılı Ocak ayından itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilâtında görev aldı. 1981 yılında doçent olduktan sonra, Selçuk Üniversitesi'ne intikal etti. Bu görevde dekan yardımcılığı ve bölüm başkanlığında bulundu. 1988 yılı Ekim ayında önce profesörlüğe, daha sonra da Selçuk Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanlığına tayin edildi. 1993 yılı Nisan ayında emekli oldu. Rahatsızlığına rağmen, TGRT'de Huzûra Doğru programında Kur'ân-ı Kerîm tefsirini çok zor şartlarda, böbrek rahatsızlığı sebebiyle haftada iki kez dialize girerek, 1996 Eylül ayında tamamladı. Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce ve Almanca olmak üzere 5 dil bilen Prof. Dr. Orhan Karmış Hoca, 3 Ekim 2001 tarihinde vefât etti.



‘İlim öğrenmeye doyamadım’

"Hiçbir zaman pişmanlık duymadım diyemem.. Elbette bazen pişman olduğum şeyler olmuştur... Ama insan en iyiye memurdur derler... Dolayısıyla bu pişmanlıklarım öyle hüsran ifade edici pişmanlıklar değil, daha iyiyi yakalayabilmek içindir. Kaldı ki, bu manada Cenab-ı Hakk “Ahirette hepiniz pişman olacaksınız” buyuruyor...

Çok üzüldüm
Vaktinde, salah ve teslimiyeti konusunda çok ümitli olduğum arkadaş ve yakınlarımın, küçük hesaplar uğruna İslamiyetten ayrılmalarına çok üzülmüşümdür... Yine o üzüntüyle, Cenab-ı Hakk’a aynı duruma beni düşürmemesi için samimiyetle iltica etmişimdir...

Çok sevindim
Kur’an-ı Kerim tefsirine çok zor şartlarda, öyle ki böbrek rahatsızlığım nedeniyle haftada iki kez dialize girerek başlamıştım... Cenab-ı Hakk’ın salih kullarının bereketiyle ve inayet-i Hakk’la 1996 Eylülünde tefsirin hitama ermesine, yani tamamlanmasına çok sevindim... Bu, benim için büyük bir lütuf oldu...

Asla kabul etmem
Sevgili Peygamberimizin çok güzel bir benzetmesi vardır... Bir elime Ay’ı, diğer elime Güneş’i verseniz, bir insanın iman ettiği kadar sevinmem... Aynen onun gibi, bana en kıymetli şeyleri verseler ve bunun karşılığında da maneviyatımdan taviz isteseler asla kabul etmem... Diğer bir deyişle müdahene yapmam... Yani dünya menfaati için dinimden taviz vermem...

Şimdiki aklım olsa
Dini ilimlerde, alabildiğince zengin, bir umman, bir derya olan bu konuya bütün gücümle dalmayı isterdim... Başka bir meslek seçmeyi hiç düşünmedim ve düşünmezdim de... Yine aynı mesleğimi ister, dediğim gibi daha çok ilim öğrenmeye gayret ederdim...

HATIRALAR...

Okumak ne zevkliydi...
Ortaokulda öğrencilik yıllarımdı... 1952’de babamı kaybettim... Bu benim için acılı günlerin başlangıcı oluyordu... Birinci sınıftan ikinci sınıfa geçmiştim ama artık babam benim karnelerimi göremeyecekti... O yaz, Bursa mahalle camiinde genç bir imam hatipten Kur’an-ı Kerim okumak isteğinde bulundum... Bana “Elbette, sen de katılabilirsin dersimize” dedi... Nasıl sevindiğimi anlatamam... sanki babamın üzüntüsünü Kur’an-ı Kerim öğrenerek gidermeye çalışıyordum...
Ve bir hafta içinde Kur’an-ı Kerimi okumaya başladım... Kısa bir süre sonra da, hoca bana ezber vermeye başladı... Kur’an-ı Kerimi öğrenmek meğer ne kolaydı... Okumak ne zevkliydi...
İşin en enteresan yanı, bu gelişmelerden evin haberi yoktu... Benim bu çalışmamı haber alan herkes, eğitimime engel olur düşüncesiyle muhalefet etti ama, biricik annem ve iki ablam bu konuda en büyük destekçim oldular...Ve toplam yedi sekiz ay boyunca Kur’an-ı Kerim tahsil ettim... Bir sene sonra da, Dülgerzade Camii’nde Afyonlu İsmail efendi isminde bir zat-ı muhterem vardı... Kur’an-ı Kerimi gayet iyi biliyordu... Hatta ayakları olmadığı için başkalarının yardımıyla gelip giderdi camiye... O zat-ı muhteremden tashih-i huruf gördüm... Ne oldu?.. Öyle bana muhalefet edenlerin dediği gibi tahsilim hiç de yarıda kalmadı... Aksine hem daha iştahla tahsilime kaldığım yerden devam ettim... Zihnim açılmıştı... Üstelik en verimli çağımda Kur’an-ı Kerimi de öğrenmiş olmuştum.
O gün camiye gidip Kur’an-ı Kerim öğrendiğim yılları, hiç ama hiç unutmam... Hangi gün olursa olsun, Kur’an-ı Kerimi elime alır almaz, o ilk günkü halim gözlerimin önüne gelir...

Saçlarımı ağartan acı...
Yıl 1971... Ankara üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Bölümünde asistanım. Yaz tatilinde Bursa’da bulunuyordum. Hiç unutmuyorum, 1 Ağustos idi. Pazar günüydü... Sabah erkenden kız kardeşimin iki çocuğu sokakta oynuyorlar mıydı, yoksa bir şey için mi çıkmışlardı, orasını bilemiyorum ama, akıllara durgunluk verecek bir kazaya kurban gitmişlerdi.
Biri Ferhan isminde üçbuçuk yaşında, diğeri Rüçhan isminde beş yaşındaki iki yeğenim, hem de evin kapısının önünde, geri geri gelmekte olan bir arabanın altında kalarak ezilmişler ve körpecik yaşlarında hayata veda etmişlerdi...
Onların acısına öyle üzüldüm öyle kahroldum ki, ertesi sabah baktığımda saçlarımın yarısının sanki boyayla boyanmış gibi ağarmış olduğunu gördüm... Saçlarım ağarmıştı üzüntüden... Ertesi gün o iki yavruyu birden Bursa’da Sarıkaya mezarlığında defnettik... O gün bu gündür o iki yavrunun acısı halen yüreğimde bir hançer gibi saplı durmaktadır... Allah kimseye böyle acı vermesin..."



Prof.Dr.Orhan Karmış Hocaefendi'yi vefat yıldönümünde rahmetle anıyoruz...
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
HÜSÂMEDDÎN UŞÂKÎ hazretlerİ-1





Evliyânın büyüklerinden ve Uşâkîlik tarîkatının kurucusu. İsmi Hasan, lakabı Hüsâmeddîn'dir. 1475 (H.880) senesinde Buhârâ'da doğdu. Soyu hazret-i Hüseyin'e ulaşır. Hacı Teberrük isminde bir tüccarın oğludur. Anadolu'ya gelip, Uşak'ta yerleştiği için "Uşâkî" denildi.

Hüsâmeddîn Uşâkî, ilk tahsîlini babasının nezâret ve himâyesinde tamamladı. Babasının vefâtı üzerine ticâretle meşgûl olmaya başladı. Üzüntü içinde uyuduğu bir gece, rüyâsında ona; "Boş yere ticâretin zahmetini çekmek, hakîkat ehli için zarar ve ziyândır. Arzun âhiret ticâreti, yâni Allahü teâlâya kavuşmak olsun. Gâyen sonsuz sermâyeyi elde etmek ise, dünyâ mallarından yüz çevirip, Anadolu'nun güzel şehirlerinden Uşak'ta oturan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretlerine varıp teslim ol. Uzlet köşesine çekilip, dâimâ Rabbin ile bulun!" denildi. İşte bu mânevî işâretten ve almış olduğu emirden sonra kendinde bir başkalık hisseden Hüsâmeddîn Uşâkî hazretleri, bir an önce bu zâta kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşmaya başladı. Babasından mîrâs kalan bütün mallarını, servetini ve kurulu ticâret düzenini kardeşi Mahmûd Çelebi'ye bağışlayıp, kalbinden dünyâ sevgisini uzaklaştırdı. Durmadan içini yakan aşk ateşinin tesiri ile, yaya olarak Buhârâ'dan ayrılıp yola çıktı. Aylarca süren zahmetli ve meşâkkatli yolculuklardan sonra, Erzincan vilâyetine geldi. O sırada Erzincan'da bulunan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretleri ile karşılaşıp ona bağlanarak, sâdık bir talebesi oldu. Sonra hocası ile birlikte Uşak'a giderek oraya yerleşti. Hakîkî rehber olan bu büyük âlime bağlılığının kuvveti sâyesinde kemâle kavuşup, evliyâlığın yüksek derecelerine ulaştı. Seyyid Emîr Semerkandî hazretleri, kısa zamanda evliyâlık makâmına yükselen Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye, aldığı mânevî emir üzerine hilâfetnâme verdi.

Hocası Seyyid Ahmed-i Semerkandî'nin âhirete irtihâlinden sonra, onun yerine geçti ve talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda ismi güneş gibi parladı ve şöhreti çok uzaklara yayıldı. O sırada devrin pâdişâhı, Sultan İkinci Selîm Hân idi. Pâdişâhın iki oğlundan biri olan Şehzâde Murâd, Manisa'da vâli idi. Şehzâde Murâd, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine, kendisinin sultân olup olmayacağını anlamak üzere, bir mektupla hizmetçisiniUşak'a gönderdi. Uşak'a varan haberci, doğruca Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye giderek, huzura kabûl edilmesini ricâ etti. Huzûra kabûl edilen haberci, daha mektubu Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine vermeden ve ziyâreti hakkında bir şey söylemeden, Uşâkî hazretleri ona; "Git! Şehzâdeye söyle! Hemen İstanbul'a hareket etsin. Filan gün saltanat tahtına oturacaktır." dedi. Haberci, hemen Manisa'ya dönerek müjdeyi Şehzâde'ye bildirdi. Şehzâde Murâd, vakit geçirmeden İstanbul'a hareket etti. Balıkesir'e geldiğinde, Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşa'nın gönderdiği elçilerle karşılaştı. Elçiler, Sadrâzamın mektubunu Şehzâde'ye verdiler. Mektubu okuyan Şehzâde, bu mektuptan babası Sultan İkinci Selîm'in vefât ettiğini, Sadrâzamın ölüm haberini halktan sakladığını ve kendisini tahta çıkarmak üzere dâvet ettiğini öğrendi. İstanbul'a giderek, Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin haber verdiği zamanda, Sultan Üçüncü Murâd Hân nâmıyla tahta geçti.

Bu hâdiseden sonra, Sultan Murâd Hânın Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgi ve hürmeti çoğaldı. Onun kâmil bir zât olduğuna güveni bir kat daha ziyâdeleşti ve kendisini İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak'tan ayrılıp, İstanbul'a geldiğinde; Pâdişâh, erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılandı. Aksaray civârında oturması için Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye bir ev tahsis edildi. Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâha yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntı yüzünden Uşak'a dönmeye karar verdi. Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul'da kalması için ricâda bulundu. Uşâkî hazretleri, Sultan Üçüncü Murâd Hânın ricâsını kabûl edip, İstanbul'da kalmağa karar verdi. Pâdişâhın emriyle Kasımpaşa civârında Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin adına bir dergâh inşâ edildi. Burada uzun zaman kalarak, çok talebe yetiştirdi.

Sohbetlerinde çok kimseler kemâle geldi. Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu'nun çeşitli yerlerine, halka doğru yolu göstermeleri için gönderdi.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Hasan Uşâkî İstanbul'a geldiği zaman, evliyânın büyüklerinden Ümmî Sinân hazretleriyle görüştü. Ümmî Sinân ona Halvetîlik tarîkatında hilâfet verdi. Şeyh Ahmed-i Semerkandî ise, ona "Kübreviyye" ve "Nûr-i Bahriyye" yolunun hilâfetini vermişti. Hüsâmeddîn Uşâkî de bu yolları birleştirerek Uşâkîlik tarîkatını kurdu.

Şöyle anlatılır: "İnsanların kalabalığından rahatsız olanHüsâmeddîn Uşâkî, Pâdişâhtan hacca gitmek ve Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için izin istedi. Pâdişâh kendisine izin verdi. Sefere çıkmadan önce, oğlu Mustafa Efendiye hanımının hâmile olduğunu söyleyerek; "Bizim bu fânî âlemi terketmemiz yakındır. O saâdetli oğlumun ismini Abdürrahîm koy ve kendisinin ilim ve terbiyesi ile meşgûl ol." diye vasiyette bulundu.

Hüsâmeddîn Uşâkî, hac farîzasını yerine getirip geri dönerken, Konya'da rahatsızlandı ve 1594 (H.1003) senesinde orada vefât etti.Cenâze namazı Konya'da kılındı. Vasiyeti üzerine İstanbul'a götürülmek üzere yola çıkarıldı. Konya vâlisi, yola çıkmadan önce Hüsâmeddîn Uşâkî'nin cesedinin kokmaması için ilâçlatmak istedi. Fakat oğulları ve talebeleri buna karşı çıkarak, Uşâkî hazretlerinin kokmıyacağını söylediler ve ilâçlatmadılar. Mübârek bedeni, hiç kokmadan İstanbul'a getirildi şimdiki kabrinin bulunduğu yere defnedildi.

Şöyle anlatılır: "Kasımpaşa'da, Uşâkî hazretlerinin dergâhı yakınlarında Ali Efendi isminde bir zât vardı. Ali Efendi misk satıcısı idi. Bir şey tartarken, hak geçmesin diye çok dikkat ederdi. Ali Efendi, hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitmişti.Hacı olduktan sonra,Resûl-i ekremin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne-i münevvereye gitmek istedi. Fakat ayaklarındaki bir hastalıktan dolayı gidemedi. Bu duruma çok üzüldü. Bir gece rüyâsındaPeygamber efendimizi gördü.Peygamber efendimiz ona; "Ağlama! Kasımpaşa'da evlâdım Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin kabrini ziyâret et, onu ziyâret etmek, beni ziyâret gibidir." buyurdu. Sonra İstanbul'a dönen Ali Efendi, hergün işe giderken Uşâkî hazretlerinin kabrini ziyâret etmeği kendisine vazife ve âdet edinmişti. Vefât ederken bunu çocuklarına vasiyet etti."

Bir zelzele yüzünden Hüsâmeddîn Uşâkî'nin türbe ve dergâhı harâb olmuş ve çökmüştü. Kabir, sokak zemininden çok aşağı kaymıştı. Yağmur suları kabre doluyordu. Zamânın Pâdişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Hân bir gece rüyâsında onu gördü. Uşâkî hazretleri sultâna; "Kabrimdeki mahzuru izâle ediniz." dedi. Sultan uyanınca, hemen yakını Hacı Ali Paşayı huzûruna çağırıp, rüyâsını anlattı. SultanAbdülhamîd Hân, dergâhın yerini bilmiyordu. Hacı Ali Paşaya dergâhın ve türbenin yerini bulmasını söyledi. Hacı Ali Paşa, Kasımpaşa'da dergâhın ve türbenin yerini araştırarak, buldu. Dergâhın zelzeleden ve su baskınından sonra yıkık ve dökük bir hâlde olduğunu sultâna bildirdi. Sultânın emri ile, dergâh ve türbe yeniden yaptırılarak şimdiki hâline getirildi.

Hüsâmeddîn Uşâkî, çeşitli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) Evrâd-ı Kebîr, 2) Hizb-üt-Tesbîh, 3) Ahzâb-ı Usbûiye, 4) Şerhu Virdi Settâr.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
ABDÜLEHAD NURİ HAZRETLERİ-1










İstanbul'da yetişen büyük velîlerdendir. İsmi Abdülehad Nûrî bin Muslîhuddîn Mustafa Safâî bin İsmâil bin Ebü'l-Berekât, künyesi Ebü'l-Mekârim'dir. 1594 (H.1003) veya 1604 (H.1013) senesinde Sivas'ta doğdu. Annesi Şemseddîn-i Sivâsî'nin büyük kardeşi Muharrem Efendinin kızı Safâ Hâtundur. Abdülehad Nûrî Efendi ilim tahsîline Sivas'ta başladı. İstanbul'da tamamlayıp zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. 1651 (H.1061) senesi Safer ayının ilk Cumâ günü ikindi vaktine yakın vefât etti. Cenâze namazı Azîzzâde Şeyh Abdülbâkî Efendi tarafından kıldırılıp Eyüp Nişancası'nda, mürşidi Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin türbeleri karşısına defnedildi. Sevenlerinden Yûsuf Ağazâde Mustafa Efendi, kabrinin üzerine bir türbe yaptırdı.



Abdülehad Nûrî Efendi, daha üç yaşında iken annesinin amcası büyük âlim Şemseddîn Sivâsî'nin nazar ve feyzine kavuştu. Şemseddîn Sivâsî hazretleri vefâtına yakın; "Abdülehad'ı bana getirin!" buyurdu. Abdülehad'ı getirip Şemseddîn Sivâsî'nin kucağına verdiler. Şemseddîn hazretleri Abdülehad'ı ilâhî sırlarla dolu göğsüne bastırdı ve tam bir teveccüh ile teveccühte bulundu. Sonra Anne Hâtuna teslim etti. Emirleri üzerine, mahremleri olan hanımlar dışarı çıktılar. Onlardan sonra içeriye, dışarda bekleyen halîfeleri ve talebeleri girdiler. Şemseddîn Sivâsî onlarla birlikte, bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldular. Daha sonra bir duâ okumaya başladılar ve duânın bitiminde rûhunu teslim ettiler. Oradakilerden bâzısı, vefât etti, bâzısı da vefât etmedi diye tereddüd ettiler. En sonunda içlerinden birisi, Şemseddîn Sivâsî'nin yanına varıp, vefatını gördü, mahzûn ve kederli bir şekilde diğerlerine bildirdi.


Abdülehad Nûrî Efendi henüz küçük yaşta babasız kaldı. Dayısı Abdülmecîd Sivâsî yeğenini himâyesine alarak tahsîl ve terbiyesiyle meşgûl oldu.


Halvetiyye yolunun büyüklerinden Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî'nin halîfesi olan Abdülmecîd Efendi, devrin pâdişâhı Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edilince yeğeni Abdülehad Nûrî'yi de berâberinde İstanbul'a getirdi. Abdülehad Nûrî bir yandan medrese tahsîline devâm ederken bir yandan da dayısından tasavvuf terbiyesi gördü. Kırk erbaîn yâni bin altı yüz gün devamlı yalnız olarak bir yerde îtikâf edip ibâdetle meşgûl oldu. Mânevî derecelere kavuştu. Mürşidi hocası Abdülmecîd Sivâsî'den icâzet, diploma alarak halîfesi oldu.Hocası tarafından insanları doğru yola ulaştırmaya memur edildi. Yirmi yaşlarında kitap yazmaya başladı.


Abdülehad Efendi, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek işâretleri ile Midilli'ye gönderildi. Giderken en kısa zamanda tekrar İstanbul'a döneceğini bildirdi. Abdülehad Efendi Midilli'yi teşrif ettiklerinde, yetmiş gayri müslim, onun vâsıtasıyla İslâmiyeti kabûl etti. Midilli halkı Abdülehad Efendiyi çok sevdi ve hemen hepsi ona talebe oldu. Dayısı ve hocası olan Abdülmecîd Sivâsî bu durumu duyunca; "Âferin Abdülehad'a! Umduğumuzdan fazla tasarruf kuvvetine sâhipmiş." buyurdu. O sırada, donanma komutanlarından hayır sâhibi bir zât olan Bâlî-zâde Hasan Bey, Midilli'ye gelişinde; câmi, dergâh ve pekçok odalar ve yemekhâneden meydana gelen bir külliye yaptırdı. Burayı Abdülehad Efendi ve ondan sonra gelecek talebelerine tahsîs etti.


Zamânın şeyhülislâmı Yahyâ Efendi, Midilli'de Abdülehad Efendinin verdiği vâzları, dersleri ve hizmetleri çok beğenerek, kalbten bir sevgi beslemeye başladı. Bir gün Abdülmecîd Sivâsî'nin ziyâretine giden Yahyâ Efendi ona; "Abdülehad Çelebi'yi dâvet edin de, mehmed Ağa dergâhını ona verelim. İnşâallah o, İstanbul'da vâzları ve halkı doğru yola götürmesi ile, zamânının bir tânesi olacaktır." dedi. Abdülmecîd Sivâsî bu teklifi kabûl etti. Bir mektup yazıp, Abdülehad Efendiyi çağırınca, derhal İstanbul'a geldi. Doğruca dayısı ve hocası Abdülmecîd Sivâsî'nin huzûruna girdi. Dayısı; "Oğul, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi seni ister. Varın ziyâret edin. Murâd-ı şerîfleri nedir? Bir görün." buyurdu. Yahyâ Efendinin huzûruna varınca, Şeyhülislâm; "Abdülehad Çelebi! Sana merhûm Mehmed Ağa dergâhını verdik. Burası şerefli bir dergâhtır." dedi. Abdülehad Efendi, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi'nin bu teklifini kabûl etti ve duâ buyurdu. Oradan ayrılıp, hocası Abdülmecîd Sivâsî'nin yanına gitti ve durumu arz etti. Dayısı da; "Allah mübârek eylesin. Midilli'yi, feth ile gönülleri ihyâ ettin. İnşâallah İstanbul'da da çok kimsenin ebedî saâdetine vesîle olursun. Hiç durma, yerine bir talebeni tâyin edip, vâlideni ve talebelerinden gelmek isteyenleri alıp gel! Dergâhında talebelerini terbiye ile meşgûl ol." dedi. Abdülehad dayısı ve hocası Sivâsî'nin emrine uyup, talebelerinden fıkıh ve tasavvuf yolunu iyi bilen, Alîmî Efendiyi yerine bıraktı. Vâlidesini ve talebelerinden birkaçını alıp, İstanbul'daki Mehmed Ağa dergâhına yerleşti. Burada yirmisekiz sene vâz ve nasîhatla meşgûl oldu. 1635 senesi Rabî'ul-âhir ayından îtibâren; Ayasofya, Fâtih ve Sultan Ahmed câmilerinde vâz vermeye başladı.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Süleymâniye Câmiinde vâz ettiği bir gün, kürsüye bir kâğıt kondu. Vâzdan sonra, bu şekilde konan kâğıtları okurlardı. Kâğıdı okuyunca; "Sizin gavs olduğunuz söyleniyor. Gavs olan, Allahü teâlânın izni ile istediğini yaparmış. Eğer gavs iseniz, beni bu mecliste öldürün bakalım." yazıyordu.


Abdülehad Efendi bu yazıyı okuyunca; "Taassub insanı nelere götürürmüş. Sübhânallah, biz âciz ve fakîr bir kuluz. Halk bizi gavs ve kutb bilir. Hak teâlâ onları tasdik eyleye. Kutb olanlar nefis ehli olanlar gibi, ben bunu yapamaz mıyım diye elinden geleni yapmaya kalkışmaz. Onlara sıkıntı ve cefâ verilse bile onlar affederler. Onun için yüksek mertebelere eriştiler. Fakat evliyâ, kınından çekilmiş bir kılıçtır. Bir kimse kendini kılıca vursa, kabahat kılıcın mıdır, yoksa kendini kılıca vuranın mı?" buyurduklarında, câminin içinde; "Aman, eyvah, eyvah." diye bir çığlık koptu. O kâğıdı yazan kişi o anda vefât etti.


Kudüs ve Kâhire'de kâdılık yapmış olan İsmâilzâde Efendi, Abdülehad Efendinin dergâhına yakın bir yerde oturuyordu. Abdülehad Efendiye gider gelirdi. Yine bir gün dergâha acele ile gelerek; "Efendim! Mâlumunuz, bir oğlumuz kaldı. O da tâûn hastalığına yakalandı. Ölmek üzeredir. Duâ ve himmetlerinizi istemeye geldim." dedi. Abdülehad Efendinin, yapacak bir şeyi olmadığını bildirmesi üzerine, Kâdı İsmâilzâde Efendi; "Sizden murâdım nâil olmadıkça, buradan ayrılmam mümkün değildir." diye ısrar etti. Duâ ve himmet etmeleri için çok yalvardı. Bunun üzerine Abdülehad Efendi; "Bakalım Hak teâlâdan ne işâret buyurulur?" deyip dışarı çıktı. İki rekat namaz kılıp murâkabeye vardı. Bir müddet o hâlde kaldı. Sonra bulunduğu yerden çıkıp; "İsmâil Efendi, oğlun tâûndan kurtuldu. Sıhhate kavuştu. Elbisesini giymiş bir hâlde odasında dolaşmaktadır." diye müjde verdi. Buna çok sevinen İsmâil Efendi, Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunup, Abdülehad Nûrî'ye çok teşekkür etti. Evine vardığında oğlunu, Abdülehad Nûrî Efendinin haber verdiği şekilde, odada elbisesini giymiş ve dolaşır buldu.


Abdülehad Nûrî Efendi'ye; "Sultânım, böyle bir hastanın şifâya kavuşmasına vesîle olmak büyük bir iş, güç ve kuvvettir." denildiğinde şöyle cevap verdi:


Evet öyledir. Fakat Allahü teâlânın dilediği şey elbette olur. Allahü teâlâya, bu hastalığı o çocuktan defetmesi için teveccüh edip yalvardığım zaman, tâûn askerinden ellerinde bir defter ile dört kimse göründü. "Siz Kutbu âzam, gavs-ı âlem ve Allahü teâlânın sevdiği bir kul olduğunuz hâlde, niçin Allahü teâlânın kazâ ve kaderine karşı gelirsiniz. Bizim defterimizde ismi ve resmi ile vefâtı yazılı olan kimsenin yaşamasını niçin istersiniz?" dediklerinde, onlara; "Benim Allahü teâlâya teveccüh etmem, yalvarıp yakarmam da, Allahü teâlânın rızâsı, kazâ ve kaderi ile değil midir?" dedim. O dört şahıs susarak kaybolup gitti.



Abdülehad Efendinin, doğruluğu, sadâkat ve bağlılığı ile bilinen ve kâdılık yapan bir talebesi vardı. Çoluk-çocuğunu bir gemiye bindirerek, kâdı tâyin olduğu yere gidiyordu. Bir ara büyük bir fırtına çıktı. Geminin yelkenleri ve direkleri parçalandı. Gemide bulunanların hayattan ümitlerini kestikleri, ağlayarak Kelime-i şehâdet getirdikleri ve Allahü teâlânın rahmetini diledikleri bir sırada, Allahü teâlânın izni ile Abdülehad Nûrî Efendi onlara göründü. "Niçin feryâd edersiniz? Deniz de bir mahlûk, emredileni yapan bir memurdur." buyurup, denize; "Ey deniz! Allahü teâlânın izni ile sâkin ol!" dediğinde deniz sâkinleşerek durulup gitti. Bunu görenler Allahü teâlâya hamd ü senâda bulundular.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Körükçüzâde Efendi isminde bir âlim, bir gün SüleymâniyeCâmiinde vâz eder, altı gün de umûmi ders verirdi. Abdülehad Nûrî Efendiye ve talebelerine gerek vâzında, gerekse derslerinde dil uzatır, aleyhinde konuşurdu. Abdülehad Efendinin halîfeleri ve talebeleri, o zâtın bu sözlerini duyunca çok üzüldüler, onu hocalarına şikâyet edip, vâzına ve derslerine mâni olmasını istediler. Abdülehad Efendi de onlara; "Birkaç gün tahammül edin. Onun bizi inkârı ve düşmanlığı, bize bağlılığa dönüşecek. Bizim talebelerimiz arasına girecek. Vefâtımızdan sonra otuz sene tasavvuf yolunun doğruluğunu müdâfaa edecek." dedi.

.
Çok geçmeden bir gün, Abdülehad Efendi talebeleri ile berâber sohbet ederken; "İşte dostunuz Körükçüzâde Efendi geliyor." dedi. Herkes hayretle onun gelişini bekledi. Ansızın huzûra girdi. Abdülehad Efendinin ellerine kapandı. Hıçkırarak ağladı. Abdülehad Efendi; "Gördüğünüz rüyâdan haberimiz var. Murâdınız ne ise onu söyleyin." dedi. Körükçüzâde Efendi; "Saâdetli Sultânım! Bu köleniz kırk seneden beri, medresede müderrislik yapmaktayım. Bütün vakitlerim ders okutmak, vâz vermek, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesi ile amel etmekle geçtiği hâlde, niçin rüyâmda Resûlullah efendimizin mübârek cemâlini göremediğimi, yüksek ve bereketli sohbetleri ile şereflenemediğimi, niçin mahrûm olduğumu düşünerek uykuya daldım. Gördüğüm rüyâ ile bu derdime derman ve merhemin sizin olduğunuzu anladım. Aman ne olur, benim bu derdime derman olun." diye ağlayıp inledi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi, onun kulağına bir şeyler söyledi. Körükçüzâde Efendi kalkıp gitti. O gün öğleden sonra tekrar gelip ağlayarak; "Bu ne büyüklüktür ki, kırk yıldır ilim ve amel ile, nefsi ıslâh ve takvâ ile müşerref olamadım. Fakat sizin bir himmet ve işâretiniz ile, o Sultân-ı enbiyânın mübârek cemâlini görmekle şereflendim." deyip Abdülehad Efendi'ye talebe oldu. Şiir:

.
Mürşid-i kâmil, mürîdi, evvel ehl-i hâl ider,
Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider,
.

Nice yıllar sa'y ile eremediği menzillere,
Bir nefesle mürşid-i kâmil onu îsâl ider.

.

Abdülehad Nûrî Efendi, bir vâz esnâsında, vefâtının yaklaştığına işâret etti. 1650 senesinde bütün derslerine son vererek vâz verme işini de talebelerine bıraktı. Kendisini tamâmen ibâdet ve tâata verdi. Aynı senenin Muharrem ayının sonunda biraz rahatsız oldu. Hastalıkları artınca, Sultan Dördüncü Mehmed Han, Vâlide Sultan, vezîr-i âzam, şeyhülislâm ve diğer sevenleri tarafından gönderilen tabibler bir olup, ilaç vermek istediler, fakat kabûl etmedi. Zamânın LokmanHekîmi diye meşhûr olan Fergânîzâde Süleymân Ağa; "Sultânım, ilâcı bıraktık. Bâri mübârek, başınıza sarığınızı giyin. İnşâallah ilâca muhtaç olmazsınız." deyince,Abdülehad Efendi; "Süleymân Ağa! Siz bizim ahvâlimize vâkıfsınız. Biz dâvet olunduk. Bizi bekliyorlar. Biz âlemlerin Rabbinin huzûrunu tercih ettik." dedi. Hastalığının yedinci günü ikindi vakti vefât etti. Gaslini, dergâhının câmi imâmı TatarAli Efendi yaptı. AliEfendi ne tarafa çevirmek istediyse Abdülehad Efendinin bedeni kendiliğinden o tarafa döndü.

.
Abdülehad Nûrî Efendinin dünyâya hiç rağbet etmediğine dâir bir kasidesindeki beytler şöyledir:

.
Fakr ile fahra (övünmeye) vâris olduk
Zenginliğin son derecesine mâlikiz biz
.

Fâniyi (gelip geçeni) bekâya verdik elhak
Bâkî'de bekâya mâlikiz biz.

.
Abdülehad Efendi buyurdu ki:

.
"Talebeyi celâl ve kahr ile terbiye, talebenin kemâline sebeptir. Fakat her talebenin buna tahammülü olmadığından, nasîbsiz kalmasınlar diye lütf ve cemâl ile terbiye ederiz. Çoğunlukla talebe, istidat ve kâbiliyetine göre terbiye olunur."

.
"Kelime-i tevhîdle Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah diyerek kudret miktarınca meşgûl olmak lâzımdır."
.

"İki kalbin yok ki, biri ile Allahü teâlâya, diğeri ile Allahü teâlâdan başkalarına yönelesin."

.
"İlimde mâhir, dînî meselelere gereği gibi vâkıf olmayan, fakat âlim sıfatını taşıyan câhil; Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdı ile diğer dalâlet ve bozuk îtikâdları birbirinden ayırmaya gücü yetmeyen, ihtilaflı meselelerin sâdece bir tarafını bilip, diğer tarafından haberi olmayan ve yanlış düşüncesinde direten, ilmi ile amel etmiyen münâfık sıfatlı kimseler, âhireti taleb edenleri bid'at ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine uyan, yaratıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren mürşid-i kâmillere uyup, nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır."
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
OFLU MUHAMMED EMİN EFENDİ HAZRETLERİ-1





Osmanlının son devrinde yetişmiş âlim ve velîlerdendir. Fâtih Câmii vâizlerindendir. Necât-ül-Mü'minîn (Müminlerin Kurtuluşu) adlı meşhur ilmihal kitabının yazarı olup başka eserleri de vardır. 1901 yılında vefât etmiş olup kabri İstanbul Fâtih Câmiinin kıble tarafındaki bahçede, Fâtih Sultan Mehmed Han türbesinin karşısındadır.

.

Aşağıdaki yazı Oflu Muhammed Emin Efendi'nin (rahmetullahi aleyh), Hanefi mezhebine göre yazılmış olan Necat-ül mü'minîn kitabının doksanıncı sayfasından alınmıştır:

.

"Cümlenin mâlumudur ki, farz namazları terk ve vaktinden çıkarmak büyük isyan ve kazaya kalmış namazları kılmak farzdır. Kılmaması ve tehiri büyük isyan ve nafile amelleri terk etmek isyan değildir. Ve bu beyan ittifaklıdır. (Yani bütün âlimlerin kavli böyledir.)

.

Hususiyle üzerinde farz kazası olup da kaza etmeden (kılmadan) nafile namaz kılsa, kabul olmayıp, sevabı olmaz.

.

Resûlümüzün kavl-i şerifi Mecma'ul Fetâvâ'dan mâlum olmuştur. Kenarı okuyalar.

.

[Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü anh” bildiriyor: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Üzerinde farz borcu olan kimse, kazâsını kılmadan nâfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazâsını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nâfile nemâzlarını kabûl etmez). Abdülkâdir-i Geylânînin yazdığı bu hadîs-i şerîfi şerh eden Hanefî mezhebi âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevî buyuruyor ki, (Bu haber, farz borcu olanların, sünnetlerinin ve nâfilelerinin kabûl olmıyacağını göstermekdedir.)]

.

Zeyd (bir kimse) beş vakit namazı eda ederken, evkât-ı hamsenin (beş vaktin) sünnetlerini kazaya kalan namazlarına tayin edip kılsa, kazaya kalmış namazı eda etmiş olur mu? El cevâb; olur. Bu suretle Zeyd, beş vaktin sünnetlerini ve kaza namazlarını eda etmiş olur mu? El cevâb; olur. Bu sûret-i mezburede (adı geçen) kaza ve sünnet namazları sevabına nâil olur mu? El cevâb; olur. Muzmeratın fetvası budur. Zeyd, üzerinde farz kazası olup da, kazasını kılmadan sünnetleri kılarsa azaba müstehak olur mu? El cevâb; olur. Bu suretle sünnetleri terk ile azaba müstehak olur mu? El cevâb; olmaz."
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Oflu Muhammed Emîn efendi (Necât-ül-mü’minîn) kitâbının son sahîfesinde, (Sabâhdan başka nemâzların sünnetlerini kılarken, hem evvel kazâya kalmış olan nemâzın kazâsına, hem de vaktin sünnetine birlikde niyyet edilir. Böylece hem kazâ borcu ödenilmiş, hem de sünnet sevâbına kavuşulmuş olur) buyuruyor.



Beş vakt farz nemâzlarını özrsüz terk edenler, nemâz borcu ile can vermemek, Cehennem azâbından kurtulmak için, hiç olmazsa, beş vakt nemâzdan dördünün sünnetlerini kılarken, kazâ kılmağa niyyet etmelidir. Sabâh nemâzının sünneti kuvvetli olduğundan, buna vâcib diyen âlimler de olduğu için, sabâh nemâzının sünnetini, sünnet niyyet ederek kılmalıdır.


Dört mezhebin fıkh bilgilerinde ve tesavvufun derin ma'rifetlerinde mütehassıs olan seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Tenbellikle nemâz kılmıyanlar, senelerce kazâ borcu olanlar, nemâza başladıkları zemân, sünnetleri kılarken, o vaktin ilk kazâya kalmış kazâ nemâzı için niyyet ederek kılmalıdır. Bunların, sünnetleri kazâ nemâzı için niyyet ederek kılması, dört mezhebde de lâzımdır. Hanefî mezhebinde, nemâzı özrsüz kazâya bırakmak ekber-i kebâirdir. Bu çok büyük günâh, her nemâz kılacak kadar boş zemân geçince, bir misli artmakdadır. Çünki, nemâzı boş zemânlarda hemen kazâ etmek de farzdır. Hesâba, sayıya sığmıyan bu müdhiş günâhdan ve azâbından kurtulmak için, sabâh nemâzından başka dört vakt nemâzın sünnetlerini ve Cum’a nemâzlarının ilk, son ve vakt sünnetlerini kılarken, kılınmamış farz nemâzını ve yatsının son sünnetini kılarken vitr nemâzını kazâ etmeğe niyyet ederek kılmalıdır. Böyle olduğunu isbât eden delîller, Hanefî âlimlerinin kitâblarında pek çokdur.


Sünnetleri kazâ niyyetiyle kılmak için, öğle nemâzının ilk dört rek’at sünnetini kılarken, ilk kazâya kalmış öğlenin farzını niyyet ederek, kazâ kılmalıdır. Öğlenin son sünnetini kılarken, ilk kazâya kalmış sabâhın farzını niyyet ederek, kazâ kılmalıdır. İkindinin sünnetini kılarken, ikindi farzını niyyet ederek, kazâ kılmalıdır. Akşamın sünnetini kılarken, üç rek’at akşam farzını niyyet ederek, kazâ kılmalıdır. Yatsının ilk sünnetini kılarken, yatsı farzını ve son sünnetini kılarken de, ilk kazâya kalmış vitri niyyet ederek üç rek’at olarak, kazâ etmelidir. Böylece her gün bir günlük kazâ ödenir. Terâvîh nemâzlarını kılarken de, kazâ niyyet ederek, kazâ kılmalıdır.)
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
HARPUTLU İSHAK EFENDİ HAZRETLERİ-1







Anadolu'da yetişen büyük âlim ve velîlerdendir. Harput'un Percenç köyünde 1803 (H.1218) senesinde doğdu. Babasının ismi Abdullah Efendidir. İlk tahsîlini Harput'ta yaptıktan sonra, ilim öğrenmek için İstanbul'a gitti. FâtihCâmii etrâfındaki Sahn-ı Semân Medreselerinde ders gördü. İstanbul'da uzun bir tahsîl hayâtından sonra icâzet, diploma aldı ve Harput'a döndü. Harput Meydan Câmii Medresesinde ders verdi ve çok sayıda talebe yetiştirdi. Talebeleri üzerine çok titreyen Harputlu İshak Efendi; "Talebe, solmayan güle ve konuşan bülbüle benzer." buyururdu.


Harputlu İshak Efendi, Harput'ta iki sene kaldıktan sonraİstanbul'a giderek ilim öğrendiği medresede ders vermeye başladı. Sohbetlerinin tatlılığı ve ilminin yüksekliği ile kısa zamanda meşhur oldu. Zamânın sultânı Abdülazîz Han tarafından saraya dâvet edildi. Sultan ona huzur hocalığını verdi. Sultan Abdülhamîd Han zamânında İstanbul pâyeliği rütbesi verildi ve Evkaf Nezâretinde büyük bir komisyona üye oldu. 1855'te ise Dârülmaârif hocalığına getirildi.


Hıristiyanların; "İslâmiyet kılıç zoruyla yayıldı ve kabûl ettirildi." iddiâlarını değişik delillerle çürüten Harputlu İshak Efendi; "Saldırmakla, öldürmekle bu yüce din yayılmadı. Bu devletleri ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet; îmân, adâlet, doğruluk ve fedâkarlık kudretiydi. Ruslar, yüz yıldan beri istilâ ettikleri Kazan, Özbekistan, Kırım, Dağıstan ve Türkistan'da bulunan müslümanların küçük çocuklarından, en ihtiyarına kadar her ferd için senede birer altın almışlardır. Ayrıca askerlik yapmak, mekteplerde Türkçe konuşturmayıp, zorla Rusça öğretmek gibi çeşitli işkence ve zorlamalara rağmen bu kadar senedir Rusya'daki müslümanlardan kaç kişi hıristiyan olmuştur." buyurdu.


Yine protestanların; "Oruç tutmak gibi ağır bir yükü, insanlara yüklemek yerine, insanın yalnız bozuk, kötü niyetlerden ve bâtıl düşüncelerden kendini uzaklaştırmasını herkese tavsiye ederiz." sözlerine ise; "Allah tarafından gönderilen hak dînin ahkâmını insanlar değiştiremezler. Oruç, yalnız aç ve susuz kalmaktan ibâret değildir. Orucun bâtınî birçok hikmet ve faydaları vardır. İlâhî esaslar üzerine binâ edilmiş olan bir farzı papazların ve hiçbir kimsenin tahrif etmeye, değiştirmeye selâhiyeti yoktur. Oruç zâhirî ve lüzumsuz amel değildir."
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Harputlu İshak Efendi buyurdu ki: "Akıl sâhibi olan herkesin açıkça gördüğü gibi, kâinâta ibret nazarıyla bakıldığında, bütün işlerin ve hallerin, bir düzen içinde değişmeyen kânunlara bağlı olduğu görülür. O kânunları koyan ve aynı şekilde hıfz eden bir yaratıcının, yâni vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlânın lâzım olduğu, aklı selîm sâhibi kimseler tarafından hemen anlaşılır. İşte cenâb-ı Hak, bu her şeyin ilk başlangıcı ve keyfiyeti, nasıl olduğu akıl ile anlaşılmayan ezelî ve ebedî olan mutlak yaratıcısıdır. O, bütün kemâlâtı ve üstünlükleri kendisinde toplamıştır."

.
Harputlu İshak Efendi, hastalanıp yatağa düşünce, talebeleri ve ziyâretine gelenler çok üzüldüler. Onlara; "Neden üzülüyorsunuz dostlarım? Gören de sizi hiçbir şey bilmez sanır. Ölüm mümine hediyedir. Ölüm Hakk'a kavuşmaktır. Ölüm, fânî âlemden göç etmektir. Ölüm yok olmak değildir. Bırakınız üzülmeyi ve ağlamayı. Ben seviniyorum, çünkü asıl vatanıma gidiyorum." buyurdu. 1891 (H.1309) senesinde İstanbul'da vefât etti. Fâtih Câmiinin kıble tarafındaki bahçeye defnedildi.

.
Harputlu İshak Efendi birçok eser yazmıştır. Bunlardan Diyâ-ül-Kulûb; İhlâs A.Ş. tarafından Cevâb Veremedi ismiyle Türkçeye çevrilip bastırılmıştır.

.

Aşağıdaki şiir bu kitabın türkçe tercemesinden alınmıştır:

.

Ey, insan adını taşıyan varlık,
kendine gel, uyan gafletden artık!
.

Se’âdet yolunu görmezsen nâdân,
Niye vermiş sana bu aklı Yezdân?
.

Niçin geldin fânî cihâna, böyle!
Yalnız yimek içmek mi, söyle?
.

Bilirsin, bir rûh da vardır insanda,
Psikoloji olayları meydânda.
.

Muhakkak, dünyâya gelen ölüyor.
O zemân rûhlar aceb n’oluyor?
.

İleriyi görmek, elbet insanlık.
Bunu sağlar sanma hıristiyanlık.
.

İslâmı kötüler onlar dâimâ.
İncîlde böyle mi söyledi Îsâ?
.

İslâmı bilmiyorum dersin,
Nasıl münevverlik iddiâ edersin?
.

Gençlik geçdi, sanki tatlı bir rü’yâ.
Bütün ömür de, bir sâatdır güyâ.
.

İslâmı tahkîr ediyorsun bugün.
Anlamadan verilir mi hiç hüküm?
.

Din dersine lüzûm yokmuş lisede,
Böyle mi söyleniyor kilisede?
.

Biraz müslimânlığı da et merak.
Din büyüklerinin sözüne bir bak.
.

Okusan anlarsın, sen de, o zemân,
Ne diyor Muhammed aleyhisselâm.
.

Diyor ki, HER ŞEYİ YARATAN BİRDİR.
ÎSÂ da, ANASI da, âciz kuldur.
.

Kur’ân-ı kerîm, kelâm-ı Rahmandır.
Âyetleri, âlemlere ihsândır.
.

İlm, fen, cümle fezâil kaynağı.
Ona uy, dilersen felâh bulmağı.
.

Hergün okuyorsun, gazete, kitâb.
Bunları kim yazmış, iyice bir bak!
.

Çoğunu dinsizler düzmüş gizlice.
İslâma iftirâ saçıyor, nice.
.

Kur’âna, mantıkla çatamıyanlar,
Alçakça yalanlar uyduruyorlar.
.

Doğru din kitâbı okuyan insan,
Hakîkati anlar, olur, müslimân!
 
Üst Alt