Ebüssü'ûd Efendi, benzeri az yetişen bir âlimdi. Arabcaya ve Arab edebiyâtına vukûfiyetini ve bu husûstaki ihtisâsını zamânın âlimleri ve Arab şâirleri tasdîk etmişlerdir. Arabcayı gâyet güzel yazar ve güzel konuşurdu. Tefsîr ilminde de büyük bir âlim olduğu için, "Müfessirlerin hatîbi" ünvânı verilmiştir. Yine fıkıh ilmindeki yüksek derecesinden dolayı, âlimler arasında "Nu'mân-üs-sânî (İkinci Ebû Hanîfe)" lakabıyla ve "Müftiy-yüs-sekaleyn (cinlerin ve insanların müftîsi)" ve İbn-i Kemâl Paşadan sonra "Muallim-i sânî" lakabıyla tanınmıştır. Bütün ilimlerde mâhir olup, bilhassa tefsîr, fıkıh ve Arabî ilimlerde mütehassıs idi. Asrında İslâm âleminde onun derecesinde bir âlim yetişmemiştir. Zamânında Hanefî mezhebinin reisliği onda idi. İslâm hukûkunda, usûl ve fürû' meselelerinde tam bir selâhiyete sâhipti. Dört mezhebin fıkıh bilgilerine vâkıf idi.
Bütün bu üstün vasıflarıyla devletine ve milletine pekçok hizmetlerde bulunan Ebüssü'ûd Efendi, 25 Ağustos 1574 (H.982) târihinde 84 yaşında iken vefât etti. İslâm âleminde çok tanınmış olduğundan, duyulduğu zaman büyük bir üzüntü ile karşılandı. Cenâze namazını Kadıasker Muhşî Sinan Efendi, Fâtih Câmiinde kıldırdı. Cenâze namazı için o devrin âlimleri, vezîrler, dîvân erkânı ve halk, büyük bir kalabalık hâlinde toplandı. Cenâzesi Eyüp semtinde kendisinin yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. Yine Mekke ve Medîne âlimleri vefât haberini aldıkları zaman büyük bir üzüntü içerisinde Ebüssü'ûd Efendi için gâib cenâze namazı kılmışlardır. Sultan İkinci Selîm Hân, Ebüssü'ûd Efendinin vefâtından dolayı pek ziyâde üzülmüştür. 58 sene müddetle müderrislik, kâdılık ve şeyhülislâmlık vazifeleri ile, millete ve devlete çok hizmeti geçmiş, pâdişâhlar ve halk tarafından çok sevilmiş müstesnâ bir âlim idi. Yetiştirdiği âlimler, yaptığı mühim hizmetler ve yazdığı eserleri ile hem yaşadığı, hem de sonraki asırlarda şükran ve rahmetle yâd edilen ve benzeri az yetişen bir İslâm âlimi idi.
Ebüssü'ûd Efendi; uzun boylu, yanakları çukurca, buğday benizli, ak sakallı, nûrânî yüzlü, vakûr ve heybetli idi. Gösterişten uzak bir şekilde giyinir, yiyip içmede, giyim ve kuşamda Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin yolundan ayrılmazdı. İstanbul ve memleketi olan İskilip'te yaptırmış olduğu pek çok hayrâtı vardır.
İskilip'te, babası Muhyiddîn Mehmed İskilîbî'nin ve annesinin medfun bulunduğu türbenin yanında bir câmi ve bir medrese, o civarda bir de köprü yaptırmıştır. İstanbul Eyyûb'de bir medrese yaptırdı. Yine İstanbul'da Şehremini ve Mâcuncu semtlerinde birer çeşme ve hamam yaptırmıştır. Mâcuncu'da bir konağı ve Sütlüce'de bahçeli bir yalısı vardı. Tefsîrini bu yalıda yazmıştır.
Ebüssü'ûd Efendi Osmanlı sultanlarından İkinci Selîm, Üçüncü Murâd veÜçüncü Mehmed'in zamanlarında yetişen ilim adamlarının çoğunun hocasıdır. Bunlardan bâzıları şu zâtlardır: Mâlûlzâde Seyyîd Mehmed, Abdülkâdir Şeyhî, Hoca Sa'deddîn, Bostanzâde Mehmed Sun'ullah Efendi, Bostanzâde Mustafa, meşhûr şâir Bâki Efendi, Hâce-i sultan Atâullah, Kınalızâde Hasan ve Ali Cemâlî Efendinin oğluFudayl Efendi.
MÜFTÎ OLSA GEREKTİR
Ebüssü'ûd Efendi, şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır: "Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyâmda Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok kalabalık idi. "Bu topluluk nedir?" dedim. "Resûl-i ekrem efendimizin dîvân-ı seâdetleridir, toplantılarıdır" denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de, o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resûlullah efendimizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden onu Arab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı kirâm efendilerimiz ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah'ın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş" buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdürrahmân Câmî olduğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı?" dedi. Peygamber efendimiz; "Ne yolla îtirâz etmiştin?" buyurunca, şöyle dedi: "Sizi methetmek için yazdığım bir kasîdemde; "Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben ise Acemim..." demiştim" dedi. Peygamber efendimiz; "Beis yok, Farsça konuşman da makbûldür" buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî'ye hitâben; "Şu oturan kimseyi bilir misin?" diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; "Bilmem yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, İbn-i Kemâl Paşadır ve hâlen ümmetimin müftîsidir." buyurdu. Sonra da beni göstererek; "Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?" buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; "Hayır Yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, Ebüssü'ûd bin Yavsî'dir. O da ümmetimin müftîsi olsa gerektir." buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.
Ebüssü'ûd Efendinin vermiş olduğu binlerce fetvâdan bir kısmı ise şu şekildedir:
"Bir tavuk boğazlanıp, içi ve gursağı çıkarılmadan, kaynar suda haşlasalar, yolsalar, yemesi helâl olmaz, haramdır. Kesip içi ve gursağı çıkarılıp, içi yıkandıktan sonra haşlanırsa, tüylerine necâset bulaşmamış ise, yemesi helâl olur."
"İmâm, amel-i kesîr oluncaya kadar tegannî ederse, yâhut üç harf ziyâde ederse, namazı fâsid olur. Tegannî, ırlamaktır, sesini hançeresinde terdîd edip, yâni tekrarlayıp türlü sesler çıkarmaktır."
"Bir köyde veya mahallede mescid olmayıp, cemâatle namaz kılmasalar, hükûmet bunlara zorla mescid yaptırmalıdır. Cemâati ihmâl edenleri tâzir etmelidir.
Suâl: Namazda otururken şehâdet parmağı kaldırmak mı kaldırmamak mı daha iyidir?
Cevap: Her ikisi de iyi demişlerdir. Fakat parmağı kaldırmamak daha iyi olduğu meydandadır.
Suâl: Bir dilenci gelip: "Allah aşkına, Peygamber aşkına; Allah'ı seversen, Peygamber'i seversen bana bir akçe ver" dese; o dilenciye: "Allah versin!" tarzında cevap verilse veya hiç bir yardımda bulunulmasa günaha girmiş olunur mu?
Cevap: Sevmek, vermeyi gerektirmez... Vermemesi sevmemesine bağlı değilse, hiçbir hatâ ve günah yoktur.
Suâl: Karacaahmet tekkesine hasta götüren ve orada kurban kesen kimseler: "Hasta oraya varınca şifâ bulur" diye inansalar" dînen onlara ne gerekir?
Cevap: Eğer şifâ verenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler ve Karacaahmed'i de sâlih bir kişi olarak tanırlarsa bir şey gerekmez.
Suâl: Cenâb-ı Hak hazretleri mekan mefhumundan münezzehtir. Böyle olduğu halde "Allah göklerdedir" tarzında mı veya bir başka şekilde mi inanmak gerekir?..
Cevap: "Allahü teâlâ bütün mekanlardan münezzehtir. Gökler, yerler onun idâresindedir. İlmi ve gücüyle onlara hâkimdir" tarzında îtikâd etmek gerekir. Duâ ânında elleri yukarı kaldırmak, üst cihetin, semânın, duânın kıblesi kabul edilmesinden dolayıdır.
Suâl: Bir mescide imâm olmak mı yoksa marangozluk mu daha iyidir?
Cevap: Bir sanatı, namazı hiç terketmeden yürütmek, Allah katında makbul ameldir.