Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Istanbul'un manevi sultanlari

  • Konbuyu başlatan beyaz_ýþýk
  • Başlangıç tarihi
B

beyaz_ýþýk

Guest
Abdullah kaşgarİ VE UBEYDULLAH KAŞGARİ





İstanbul'da yıllarca ilim ve feyz yayan evliyâdan. 1688 yılında Kaşgar'da doğdu. İstanbul'a gelince Eyüb'e yerleşti. Bâlîzâde Abdülbâki Efendinin yaptırdığı dergahta talebe yetiştirip, insanlara doğru yolu göstermeye çalıştı. Buradan, Nakşibendiyye yolunda olan Hacı Murtezâ Efendinin yaptırdığı bugün Kaşgari Dergahı diye bilinen Murtezâ Efendi Tekkesine tâyin edildi. Burada on altı yıl talebe yetiştirdikten sonra 1760'da vefât etti. Dergahın avlusunda yapılan türbeye defnedildi.

Abdullah Kaşgari vefât edince, yerine oğlu Ubeydullah Efendi geçerek on sene müddetle hizmet etti.

***

Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri (Râbıta-i şerîfe) kitâbında buyuruyor ki, (... Büyük bir zâtın kabrinin yanına gelince, önce selâm verilir. Mezârın sağ yanına, ya’nî kıble tarafına, ayak ucuna yakın durur. Tanıdığı gibi, şeklini, sûretini hâtırına getirir. E’ûzü ve besmele ile bir Fâtiha ve onbir İhlâs okur. Sevâbını Resûlullah efendimizin ve bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Eshâb-ı kirâmın ve Evliyâ-i izâmın “aleyhimürrıdvân” rûhlarına ve bu zâtın rûhuna hediyye eder. Sonra oturur. Onun rûhunu, gönlünde bulundurur. Kalbinde birşey hâsıl oluncıya kadar durur. Gelen kimse almasını bilir ise, o zât da vermeğe ehl, olgun bir Velî ise ve şartları gözeterek beklerse, elbette birşey ele geçer. Bu şartlar, o zâtın kendisini tanıdığına, selâmını işitip cevâb verdiğine, rûhunun, kâmil, olgun olduğuna, rûhunun bir zemâna ve yere bağlı olmadığına, nerede hâtırlarsa, orada imiş gibi feyz vereceğine, Allahü teâlâ, feyzini, rûhun gıdâsını, onun rûhu ile gönderdiğine inanmakdır...)
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
İSA GEYLANİ HAZRETLERİ






Ubeydullah Kaşgâri'den sonra İstanbul Eyüp'te bulunan Kaşgârî Dergâhı'nda imam olarak vazifelendirilmiştir. 1770'de şeyhliğe getirilmiş olup yirmi dört yıl vâz ve nasihatleri ile insanlara faydalı olduktan sonra 1794'de doksan yaşında vefât etmiştir.


Kaşgârî Dergâhında bulunan türbesi Sultan Üçüncü Selîm Han tarafından yaptırılmıştır. Vefâtından sonra yerine Abdullah Kaşgârî'nin dâmâdı Çelebi Mehmed geçti.

***

Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri (Râbıta-i şerîfe) kitâbında buyuruyor ki, (...Üzüm istiyen, bağa gidip asmadan koparır. Erik ağacına gitmez. Su istiyen, kaynağa, çeşmeye gider. Ağaca veyâ sobaya gitmez. Buğday istiyen, tarlasını sürer, eker, biçer. Çocuk istiyen, evlenir. İlâc istiyen bir hasta, tabîbe ve eczâhâneye gider. Bakkala, avukata gitmez. Kalbin gıdâsını, rûhun temizliğini istiyen de, Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kalbine, rûhuna başvurur. Allahü teâlâ, bu ni’metlerini, Evliyânın kalbinden göndermekdedir. Herşeyi yaratan, gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Fekat, herşeyi belli bir sebeble göndermek, Onun âdetidir. Onun ni’metine kavuşmak istiyenin, Onun âdetine uyması, sebebi arayıp, bulup, öğrenip, Onun sebebine yapışması lâzımdır. Sebebleri aramak ve öğrenmek istememek, Allahü teâlânın âdetini bozmak olur. Bir kabrden feyz almak için, o zâta karşı, diri imiş gibi, edeb ve saygı göstermek, kabri üzerine basmamak da lâzımdır.)

Alâüddevle Ahmed-i Semnânîden “rahmetullahi teâlâ aleyh” sordular ki, mezârdaki beden rûhsuzdur. İşitmez. Rûh ise, mekânsızdır. Her yerde hâzır olabilir. Evliyânın mezârına gidip, ziyâret etmeğe ne lüzûm var? Nerde olursa olsun, bir Velînin rûhuna teveccüh olunursa, rûhu orada hâzır olmaz mı?

Cevâbında buyurdu ki, kabr başına gitmenin çok fâidesi vardır: Evliyâyı ziyârete giden kimse, yolda hep onu düşünür. Ona teveccühü, her adımda artar. Mezâr başına gelip, toprağını görünce, hep onunla meşgûl olur. Teveccühü çok artar. Teveccühü artdıkca, ondan fâidesi de artar. Evet rûhlar için bir mâni’, perde yokdur. Onlar için, her yer birdir. Fekat, dünyâda iken, yıllarca berâber bulunduğu ve âhıretde sonsuz olarak berâber kalacağı beden, o toprakdadır. Onun için, rûhun bu toprağa uğraması, nazarı ve te’alluku, bağlılığı, başka yerlere olandan dahâ çokdur.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
EBUSSUUD EFENDİ HAZRETLERİ-1





Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. Büyük velî. On üçüncü Osmanlı Şeyhülislâmı olup, tefsîr, fıkıh ve diğer ilimlerde büyük âlim idi. İsmi, Ahmed bin Mustafa'dır. Hoca Çelebi ismiyle de tanınmıştır. 1492 (H.898) senesinde İskilip'te doğdu. 1574 (H.982) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri, Eyyûb Sultan'da kendi yaptırdığı medresenin yanında, Eyyûb Câmii karşısındadır.



Kânûnî Sultan Süleymân Hân kıymetini ve ilimdeki üstünlüğünü anladığı Ebüssü'ûd Efendiyi çok sever ve değer verirdi. Onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu.



Kânûnî Sultan Süleymân Hân 1566 (H.974) senesinde vefât edince, cenâze namazını Ebüssü'ûd Efendi kıldırdı. Kılınan cenâze namazından sonra Kânûnî'nin hayatta iken yaptırdığı Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü'ûd Efendi müdâhale etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli bir şeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Sultan Süleymân Hanın, vefâtından bir gün önce vasiyet edip bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü'ûd Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece Ebüssü'ûd Efendiye verilirken, elden kayıp düştü ve içindekiler döküldü. Kâğıtların her birinde bir fetvâ ve altında şeyhülislâmın imzâsı vardı. Ebüssü'ûd Efendi, yazıların altında kendi imzâsını görünce; "Ey Süleymân! Sen kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?" diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş ve aldığı fetvâya göre hareket etmişti. Delîl olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasiyet etmişti.



Kuruluşundan beri durmadan gelişen Osmanlı Devleti büyüdükçe, geniş arâzileri ve değişik kabîleleri içine almıştı. Bütün bunların idâresinde, her devrin âlimleri pâdişâha yardımcı olmuşlar, aldıkları mühim vazifeler ile hizmet etmişlerdir. Ebüssü'ûd Efendi, bu âlimlerin en başta gelenlerindendi. Zamânında en parlak dönemine ulaşan Osmanlı Devletinin bu başarısına büyük katkıları olmuştur.



Ebüssü'ûd Efendi, dînine bağlı, haramlardan ve şüpheli şeylerden son derece sakınan, Allah korkusu çok olan bir âlimdi. Güler yüzlü, tatlı dilli olup, latîfeden hoşlanırdı. Etrâfında bulunanlara yumuşaklıkla muâmele ederdi. Çok ibâdet eder ve zâhidâne, dünyâya gönül vermeden yaşardı. Gâyet temiz ve sâde giyinirdi. Heybetinden meclisinde kimse konuşmaz, onun konuşması hürmetle dinlenirdi. Devlet işlerini ve hizmetlerini mükemmel bir şekilde yürütmesi yanında, talebe yetiştirmek ve kıymetli eserler hazırlamakla da vakit geçirirdi. Meşgûliyetinin çokluğuna rağmen, talebelerine zamânında ve aksatmadan derslerini verirdi. Zeyrek civârındaki Çırçır'da bulunan konağında oturur, müslümanların işlerine bakardı. Belli zamanlarda Topkapı sarayına giderek pâdişâhı ziyâret ederdi. Bu ziyâretlerine giderken devamlı bugün Ebüssü'ûd Caddesi denilen caddeden gittiği, bu sebeple onun ismine izâfeten bu caddeye Ebüssü'ûd Caddesi denildiği bâzı kaynaklarda kaydedilmiştir.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Osmanlı Devletinde yetişmiş en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Cinlere de fetvâ vermesiyle meşhûrdur. Eyyûb Sultan'da Yazılı Medrese olarak bilinen medresede bulunduğu sırada, bir defâsında cinler kendisinden fetvâ sormak üzere gelmişlerdi. İçlerinden bâzısı suâl sorarken, diğerleri de medresenin duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları sebebiyle, o medreseye "Yazılı Medrese" ismi verilmiştir. Bu yazılar daha sonra üzerlerine badana çekilmek sûretiyle kapatılmıştır.



Ebüssü'ûd Efendi, kendisine sorulan suâllere gâyet yerinde ve faydalı cevaplar verirdi. Şeyhülislâmlığı dönemindeki fetvâlarının herbiri, bir kânun maddesi mâhiyetindeydi. Bu fetvâları, Fetâvâ-i Ebüssü'ûd adlı bir kitapta toplanmıştır. Sorulan suâl manzûm ise, cevâbı da kâfiye ve vezin bakımından suâle uygun olarak verilirdi. Sorulan suâl nesir ve secîli ise, cevâbı da öyle olurdu. Suâl Arabca ise cevabı Arabca, Farsça ise Farsça, Türkçe ise Türkçe olurdu. Çoğu gün binden fazla fetvâ verirdi. İki defa işlerin çokluğu sebebiyle, sabah namazından sonra sorulan suâllere cevap vermeye başlayıp, ikindi namazında bitirmiştir. Birinde 1412, diğerinde 1413 fetvâ verdiği tesbit edilmiştir.



Ebüssü'ûd Efendi, Yavuz Sultan Selîm ile Kânûnî Sultan Süleymân Hanın fevkalâde sevgi ve iltifâtını kazandı. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Ebüssü'ûd Efendiye gönderdiği şu mektup, ona karşı beslediği hâlisâne duyguları dile getirmektedir. Mektup özetle şöyledir:


"Halde hâldaşım, sinde sindaşım (yaşta yaşdaşım), âhiret karındaşım, Molla Ebüssü'ûd Efendi hazretlerine, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra, hâl ve hâtırını suâl ederim. Hazret-i Hak, gizli hazînelerinden tam bir kuvvet ve dâimî selâmet müyesser eylesin! Allahü teâlânın ihsânı ile, lütuflarınızdan niyâz olunur ki, mübârek vakitlerde, muhlislerinizi şerefli kalbinizden çıkarmayınız. Bizim için duâ buyurunuz ki, yere batasıca kâfirler hezîmete uğrayıp, bütün İslâm orduları mensûr ve muzaffer olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşalar... Duâlarınızı, yine duâlarınızı bekleyen, Hak teâlânın kulu Süleymân-ı bî riyâ."
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Ebüssü'ûd Efendi, benzeri az yetişen bir âlimdi. Arabcaya ve Arab edebiyâtına vukûfiyetini ve bu husûstaki ihtisâsını zamânın âlimleri ve Arab şâirleri tasdîk etmişlerdir. Arabcayı gâyet güzel yazar ve güzel konuşurdu. Tefsîr ilminde de büyük bir âlim olduğu için, "Müfessirlerin hatîbi" ünvânı verilmiştir. Yine fıkıh ilmindeki yüksek derecesinden dolayı, âlimler arasında "Nu'mân-üs-sânî (İkinci Ebû Hanîfe)" lakabıyla ve "Müftiy-yüs-sekaleyn (cinlerin ve insanların müftîsi)" ve İbn-i Kemâl Paşadan sonra "Muallim-i sânî" lakabıyla tanınmıştır. Bütün ilimlerde mâhir olup, bilhassa tefsîr, fıkıh ve Arabî ilimlerde mütehassıs idi. Asrında İslâm âleminde onun derecesinde bir âlim yetişmemiştir. Zamânında Hanefî mezhebinin reisliği onda idi. İslâm hukûkunda, usûl ve fürû' meselelerinde tam bir selâhiyete sâhipti. Dört mezhebin fıkıh bilgilerine vâkıf idi.


Bütün bu üstün vasıflarıyla devletine ve milletine pekçok hizmetlerde bulunan Ebüssü'ûd Efendi, 25 Ağustos 1574 (H.982) târihinde 84 yaşında iken vefât etti. İslâm âleminde çok tanınmış olduğundan, duyulduğu zaman büyük bir üzüntü ile karşılandı. Cenâze namazını Kadıasker Muhşî Sinan Efendi, Fâtih Câmiinde kıldırdı. Cenâze namazı için o devrin âlimleri, vezîrler, dîvân erkânı ve halk, büyük bir kalabalık hâlinde toplandı. Cenâzesi Eyüp semtinde kendisinin yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. Yine Mekke ve Medîne âlimleri vefât haberini aldıkları zaman büyük bir üzüntü içerisinde Ebüssü'ûd Efendi için gâib cenâze namazı kılmışlardır. Sultan İkinci Selîm Hân, Ebüssü'ûd Efendinin vefâtından dolayı pek ziyâde üzülmüştür. 58 sene müddetle müderrislik, kâdılık ve şeyhülislâmlık vazifeleri ile, millete ve devlete çok hizmeti geçmiş, pâdişâhlar ve halk tarafından çok sevilmiş müstesnâ bir âlim idi. Yetiştirdiği âlimler, yaptığı mühim hizmetler ve yazdığı eserleri ile hem yaşadığı, hem de sonraki asırlarda şükran ve rahmetle yâd edilen ve benzeri az yetişen bir İslâm âlimi idi.


Ebüssü'ûd Efendi; uzun boylu, yanakları çukurca, buğday benizli, ak sakallı, nûrânî yüzlü, vakûr ve heybetli idi. Gösterişten uzak bir şekilde giyinir, yiyip içmede, giyim ve kuşamda Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin yolundan ayrılmazdı. İstanbul ve memleketi olan İskilip'te yaptırmış olduğu pek çok hayrâtı vardır.


İskilip'te, babası Muhyiddîn Mehmed İskilîbî'nin ve annesinin medfun bulunduğu türbenin yanında bir câmi ve bir medrese, o civarda bir de köprü yaptırmıştır. İstanbul Eyyûb'de bir medrese yaptırdı. Yine İstanbul'da Şehremini ve Mâcuncu semtlerinde birer çeşme ve hamam yaptırmıştır. Mâcuncu'da bir konağı ve Sütlüce'de bahçeli bir yalısı vardı. Tefsîrini bu yalıda yazmıştır.


Ebüssü'ûd Efendi Osmanlı sultanlarından İkinci Selîm, Üçüncü Murâd veÜçüncü Mehmed'in zamanlarında yetişen ilim adamlarının çoğunun hocasıdır. Bunlardan bâzıları şu zâtlardır: Mâlûlzâde Seyyîd Mehmed, Abdülkâdir Şeyhî, Hoca Sa'deddîn, Bostanzâde Mehmed Sun'ullah Efendi, Bostanzâde Mustafa, meşhûr şâir Bâki Efendi, Hâce-i sultan Atâullah, Kınalızâde Hasan ve Ali Cemâlî Efendinin oğluFudayl Efendi.
MÜFTÎ OLSA GEREKTİR


Ebüssü'ûd Efendi, şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır: "Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyâmda Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok kalabalık idi. "Bu topluluk nedir?" dedim. "Resûl-i ekrem efendimizin dîvân-ı seâdetleridir, toplantılarıdır" denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de, o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resûlullah efendimizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden onu Arab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı kirâm efendilerimiz ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah'ın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş" buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdürrahmân Câmî olduğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı?" dedi. Peygamber efendimiz; "Ne yolla îtirâz etmiştin?" buyurunca, şöyle dedi: "Sizi methetmek için yazdığım bir kasîdemde; "Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben ise Acemim..." demiştim" dedi. Peygamber efendimiz; "Beis yok, Farsça konuşman da makbûldür" buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî'ye hitâben; "Şu oturan kimseyi bilir misin?" diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; "Bilmem yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, İbn-i Kemâl Paşadır ve hâlen ümmetimin müftîsidir." buyurdu. Sonra da beni göstererek; "Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?" buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; "Hayır Yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, Ebüssü'ûd bin Yavsî'dir. O da ümmetimin müftîsi olsa gerektir." buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.




Ebüssü'ûd Efendinin vermiş olduğu binlerce fetvâdan bir kısmı ise şu şekildedir:

"Bir tavuk boğazlanıp, içi ve gursağı çıkarılmadan, kaynar suda haşlasalar, yolsalar, yemesi helâl olmaz, haramdır. Kesip içi ve gursağı çıkarılıp, içi yıkandıktan sonra haşlanırsa, tüylerine necâset bulaşmamış ise, yemesi helâl olur."
"İmâm, amel-i kesîr oluncaya kadar tegannî ederse, yâhut üç harf ziyâde ederse, namazı fâsid olur. Tegannî, ırlamaktır, sesini hançeresinde terdîd edip, yâni tekrarlayıp türlü sesler çıkarmaktır."
"Bir köyde veya mahallede mescid olmayıp, cemâatle namaz kılmasalar, hükûmet bunlara zorla mescid yaptırmalıdır. Cemâati ihmâl edenleri tâzir etmelidir.

Suâl: Namazda otururken şehâdet parmağı kaldırmak mı kaldırmamak mı daha iyidir?
Cevap: Her ikisi de iyi demişlerdir. Fakat parmağı kaldırmamak daha iyi olduğu meydandadır.

Suâl: Bir dilenci gelip: "Allah aşkına, Peygamber aşkına; Allah'ı seversen, Peygamber'i seversen bana bir akçe ver" dese; o dilenciye: "Allah versin!" tarzında cevap verilse veya hiç bir yardımda bulunulmasa günaha girmiş olunur mu?
Cevap: Sevmek, vermeyi gerektirmez... Vermemesi sevmemesine bağlı değilse, hiçbir hatâ ve günah yoktur.

Suâl: Karacaahmet tekkesine hasta götüren ve orada kurban kesen kimseler: "Hasta oraya varınca şifâ bulur" diye inansalar" dînen onlara ne gerekir?
Cevap: Eğer şifâ verenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler ve Karacaahmed'i de sâlih bir kişi olarak tanırlarsa bir şey gerekmez.

Suâl: Cenâb-ı Hak hazretleri mekan mefhumundan münezzehtir. Böyle olduğu halde "Allah göklerdedir" tarzında mı veya bir başka şekilde mi inanmak gerekir?..
Cevap: "Allahü teâlâ bütün mekanlardan münezzehtir. Gökler, yerler onun idâresindedir. İlmi ve gücüyle onlara hâkimdir" tarzında îtikâd etmek gerekir. Duâ ânında elleri yukarı kaldırmak, üst cihetin, semânın, duânın kıblesi kabul edilmesinden dolayıdır.

Suâl: Bir mescide imâm olmak mı yoksa marangozluk mu daha iyidir?
Cevap: Bir sanatı, namazı hiç terketmeden yürütmek, Allah katında makbul ameldir.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
BEŞİR AĞA HAZRETLERİ






Osmanlı dârüsseâde ağası ve velî. 1652 (H.1063)'de doğdu.

Mekke-i mükerremede bulunan ve evliyânın büyüklerinden olan Ahmed-i Yekdest hazretlerinin derslerine ve sohbetlerine katıldı. Ondan pek çok feyz alıp tasavvufda yükseldi. Duâlarına mazhar oldu.

Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri şöyle anlatmıştır:

"Muhammed Kumul Efendi vefâtından önce, hastalığı sırasında bana; "Şu bir kaç cild kitâbı, dârüsseâde ağası Beşir Ağa'ya götür. Bizim duâ ettiğimizi söyle. Bunlar Medîne-i münevvereye gönderilecek. Bunların konulacağı yeri onlar bilirler. Gönderip bizi duâdan unutmasınlar." şeklinde vasiyette bulundu. Bir kaç gün sonra vefât etti. Vasiyetleri üzerine o kitapları alıp, vâlilerin toplantı günü olan Çarşamba günü huzurlarına vardım. Kalkıp kucaklayarak, yanlarına oturmamı söyledi. Hâl hatır sorduktan sonra, İstanbul'da bulunup, ziyâretlerine fazla gidemediğim için üzüldüğünü söyledi. Merhûm Muhammed Kumul Efendinin selâmını söyleyip kitapları arzettiğimde, büyük bir üzüntü ve ağlama ile kitapların yerine gönderilmesi için emir verdi. Mecliste bulunanlara beni tanıtıp; "Âhiret kardeşimizdir." dedi. Vedâ edip kalktığımda, hizmetçilerine şöyle emretti:

"Bize gelenler dünyevî bir iş için gelirler. Bu zâtı iyi tanıyın. Geldiği zaman misâfir var diye bekletmeyin. Zîrâ bunlar bizi Allah rızâsı için ziyârete gelirler." Koynuma bir kese koydu. Bakınca içinde yüz altın olduğunu gördüm."

Hacı Beşir Ağa, zamânının büyük evliyâsı ve meşhûr âlimi Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ile yakın dost ve âhiret kardeşi idi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ikinci defâ Mekke'ye gidişinde şöyle anlatmıştır:

"Mekke'ye giderken Medîne'ye uğradık. Hocam Ahmed-i Yekdest hazretlerinin vasiyetine uyarak Medîne'de ikâmet eden Şeyh Abdürrahîm Buhârî hazretlerinin yanına gittim. Görüşüp konuştuktan sonra beni Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Kabr-i şerîfini ziyârete götürdü. Ziyâret sırasında koynundan bir kâğıt çıkarıp okuduktan sonra, bana vererek tebrik etti. O sırada yanımızda bulunan bir zât da beni tebrik etti. Bana verdiği bu icâzet sebebiyle kucaklayıp öptü. Ertesi gün tekrar Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfini ziyârete gittim. Bu sırada kendimden geçip, yere çöktüm. Bir süre böyle kaldıktan sonra gözlerimi açtığımda, yanımda duran birini gördüm. Bana selâm verip; "Ağa sizi bekliyor, buyurun!" dedi. "Ağa kimdir?" dedim. "Şeyh-ül-harem, ağa hazretleridir." dedi. Yanına gittiğimde bir gün önceki ziyâretimizde yanıma gelip beni tebrik eden zât olduğunu gördüm. Bana; "Siz ziyâret sırasında kendinizden geçince, bu hizmetçiyi gönderip; "Yanında bekle, eğer düşecek olursa yavaşça tut ve yere oturt." dedim. Hamdolsun düşmediniz." dedi. Onunla oturup sohbet ettikten sonra, bu zâtın hocam Ahmed-i Yekdest hazretlerinin talebelerinden Hacı Beşir Ağa olduğunu öğrendim. Berâberce tekrar Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin kabr-i şerîfini ziyâret ettik. Ziyâretten sonra birbirimizi unutmamak üzere âhiret kardeşi olduk." Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin tanışıp âhiret kardeşi olduğu bu zât, o zaman şeyh-ül-harem vazîfesi ile orada bulunan dârüsseâde ağası Beşir Ağa idi."
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
SÜMBÜL SİNAN EFENDİ HAZRETLERİ - 1





İstanbul’un büyük velîlerinden. İsmi Yûsuf bin Ali’dir. Dedesine Kaya Bey derlerdi. Lakabı Sinânüddîn ve Zeynüddîn’dir. Sünbül Sinân diye şöhret buldu. Zamânının büyüklerinden oldu.



Merzifon’da 1452 (H.856) yılında doğan Sünbül Sinân, bülûğ çağına kadar Isparta’nın Borlu kasabasında ilim tahsîl etti. Oradan İstanbul’a geldi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ve Sultan İkinci Bâyezîd Hân devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden olan Efdalzâde Hamîdüddîn Efendiden ders aldı. Ayrıca Çelebi Halîfe ismi ile şöhret bulan Muhammed Cemâleddîn Efendinin de derslerine katılmak istedi. Sultan İkinci Bâyezîd Hânın da hocası olan Çelebi Halîfe, o sırada Vezîr-i âzam Koca Mustafa Paşa’nın Yedikule’de yaptırdığı dergâhın hocalığını yapıyordu. Sünbül Sinân, Çelebi Halîfe’nin huzûruna gelip talebesi olmak istediğini bildirdi. Çelebi Halîfe kabûl buyurunca, ondan ilim öğrenmeye feyz ve teveccühlerine kavuşarak kemâle gelip olgunlaşmaya başladı.



Sünbül Sinân bir gece rüyâsında, bir kuyu gördü. Kuyunun başı çok kalabalıktı. Herkes su almak için uğraşıyordu. Kuyunun suyu çok derindeydi ve azdı. Bu sebeple suyu çıkarmak zor oluyordu. İnsanlar böyle su almak için uğraşıp dururken, Sünbül Sinân kalabalığın arasına karışarak, kuyunun yanına geldi. Gelir gelmez, kuyunun suları ağzına kadar yükselip çoğaldı. Hem kendisi, hem de etrâfındakiler kolayca sularını doldurdular ve bol suya kavuştular. Sabahleyin rüyâsını, hocası Çelebi Halîfe’ye anlattı. O da; “Ey Sünbül Sinân! Senin gönlünün, ilâhî feyzlerle dolu olduğu görülüyor. Böyle bir kalbe sâhib olduğun hâlde, kendindeki bu feyzleri neden etrâfa saçmıyorsun?” diyerek, Sünbül Sinân’ı kucaklayıp alnından öptü. Sonra da; “Ey Sinân! Senin kalbin, Allahü teâlânın muhabbetiyle doludur.” buyurdu. Bu hâdiseden sonra, Sünbül Sinân vazifesine daha çok ve sıkı sarıldı. Nefsini terbiye etmek için riyâzet ve mücâhedeye girişti. Nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmaya başladı. Çelebi Halîfe onu sık sık odasına çağırır, başbaşa sohbetlerde bulunurdu. Sünbül Sinân’a bol bol teveccüh eder, kalbinde bulunan feyzleri, onun kalbine akıtırdı. Zâhirî ilimlerde de bildiği ne varsa, hepsini Sünbül Sinân’a öğreterek, halîfesi olacak şekilde yetiştirdi. Bu bilgileri pekiştirmesi için Sünbül Sinân’ı Mısır’a gönderdi. Sünbül Sinân, Mısır halkına Ehl-i Sünnet îtikâdını bildirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmek üzere emredilen yere gitti.


Mısır hükümdârı Kaçmaz Sultan, Sünbül Sinân hazretlerine büyük hürmet gösterdi. Kendi yaptırdığı câmide, halkı irşâd etme, hak ve hakikati anlatma vazifesi verdi. Mısır ulemâsı ve evliyâsı, Sünbül Sinân’ın yaptığı sohbetlerden, onun büyük bir âlim ve velî olduğunu anladılar. İlmine hayran kaldılar. Kur’ân-ı kerîme, sünnet-i seniyyeye olan bağlılığını, âlimlerin ictihâdlarına uymaktaki gayretini pek beğendiler. Bu sebeple ona saygı ve hürmette kusûr etmemeye âzamî gayret gösterdiler.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Sünbül Sinân, Mısır’da insanlara üç yıl kadar dînin emir ve yasaklarını öğretti. Hasta kalblere, irfân pınarlarından şifâlar sundu. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği feyz ve bereketlerden, onları da hissedâr etti. Başta hükümdâr olmak üzere, bütün Mısırlılar onu çok sevdiler. Bu sırada İstanbul'da bulunan hocası Çelebi Halîfe’den bir mektub aldı. Mektubunda, bu sene hacca gitmek üzere yola çıktığını, Şam’dan Mekke-i mükerremeye giden yol güzergâhını tâkib edeceğini yazıyordu. Bu hac yolculuğuna, Sünbül Sinân’ın da iştirâk etmesini arzu ediyordu. O sene İstanbul'da büyük bir zelzele olmuştu. Zelzeleyi tâkiben de tâûn, vebâ hastalığı baş göstermişti. Bu hastalıktan yüzlerce İstanbullu ölmüştü. Bu derdin bir çâresi olarak, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hân, Çelebi Halîfe’nin Mekke-i mükerremeye gidip, bu derdin üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini ricâ etti. Çelebi Halîfe de hazırlıklarını yapıp, hacca gitmek üzere yola çıktı. Üsküdâr’ı geçtiğinde, Allahü teâlânın izniyle vebâ salgını âniden durdu, eseri bile kalmadı. Buna Pâdişâh çok memnûn oldu ve Çelebi Halîfe’ye; “Gitmenize lüzûm kalmamıştır. İsterseniz geri dönebilirsiniz.” buyurdu. Çelebi Halîfe de; “Sultânım! Mâdem ki, bu hayırlı yolculuğa niyet ettik, bu hac vazifemizi yapıp, Devlet-i Âliyye-i Osmâniye’nin selâmeti için duâ ve niyazda bulunalım. Allahü teâlânın, siz sultânımıza hayırlı uzun ömürler ihsân etmesi için yalvaralım.” dedi. Sultânın müsâadesiyle yola çıktı.


Sünbül Sinân, mektubu alır almaz; “Allahü teâlânın bütün işleri hikmetlidir. Kimbilir bu yolculukta ne hikmetler gizlidir.” diyerek, hazırlıklarını yapıp Mısırlılarla helâllaştı. O sene hacca gideceklerle yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Mekke-i mükerremeye vardılar. Sünbül Sinân hac vazifesini yaparken, İstanbul’dan gelen hacılarla görüştü. Onlar, Şam’dan dokuz konak mesâfede Tebük veya Hasâ korusunun olduğu yere geldiklerinde, Çelebi Halîfe’nin vefât ettiğini söylediler. Bir de vasiyeti olduğunu ve; “Bu vasiyeti Sünbül Sinân’a veriniz” diye emrettiğini bildirdiler. Sünbül Sinân hazretleri, hocası Çelebi Halîfe Muhammed Cemâleddîn Efendinin vefâtına çok üzüldü. Kur’ân-ı kerîm hatmi ve Hatm-i tehlîl (yetmiş bin defâ Kelime-i tevhîd) okuyarak hocasının rûh-i şerîflerine gönderdi. Sünbül Sinân, hocasının vasiyetinde şöyle buyurduğunu gördü: 1- Kendisinin Kâbe-i muazzamaya gidecek hacıların yolu üzerine defnedilmesini, 2- Sünbül Sinân’ın İstanbul’a gidip, Kocamustafapaşa’daki dergâhında talebelere ders vermeye başlamasını, 3- Sünbül Sinân’ın, kızı Safiye Hâtun ile evlenmesini istiyordu. Sünbül Sinân Hac vazifesini tamamladıktan sonra, bu vasiyeti yerine getirmek üzere İstanbul’a hareket etti.


Daha önce giden hacılar tarafından, Çelebi Halîfe’nin vefât ettiği ve Sünbül Sinân Efendiyi yerine halîfe bıraktığı haberi İstanbul’a gitmişti. İstanbullular, Sünbül Sinân’ı büyük bir kalabalık hâlinde karşıladılar. Kocamustafapaşa’daki dergâhta bulunan talebeler de, yeni hocaları Sünbül Sinân hazretlerine büyük bir hürmetle bağlandılar. Sünbül Sinân, burada, talebelerini yetiştirmek için elinden gelen bütün gayretini gösterdi. Onların, nefslerini terbiye etmek ve tasavvufta üstün derecelere vâsıl olmaları için çok çalıştı. Bu şekilde binlerce talebe yetiştirdi. Talebeyi yetiştirmekte çok dikkat ve îtinâ gösterirdi. Huzûruna gelip de istiyeni boş göndermezdi. Talebelerinin içinde Merkez Efendiyi çok severdi. Onu, teveccühleri ile yetiştirip, olgunlaştırdı. Ona kızını vererek, kendisine dâmâd eyledi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, otuz yedi yıl İstanbullulara duyurdu. Pâdişâhlar dahi Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gelir, onun feyz ve bereketlerinden istifâdeye çalışırlardı. Sünbül Sinân, Cumâ günü ve kıymetli gecelerde, İstanbul’un büyük câmilerinde vâz ve nasîhatlerde bulunurdu.



Şeyh Yâkûb anlattı: “Sünbül Efendi, talebelerin mücâhededeki yâni nefsin istemediklerini yapmadaki tenbelliğini görünce; “Biz on sekiz yıl sırtımızı yere koymadık ve bir yere de dayamadık. Tehiyyata oturduğumuz gibi oturarak uyurduk.” buyurdu.


Habîb Kâsımoğlu Ali; “Şeyh Sünbül Efendi, zamânımızın Cüneyd’idir. Onun zamânına erişmemiz, bizim için büyük bir nîmettir” derdi.


Osmanlı İmparatorluğunun en büyük şeyhülislâmlarından Ahmed ibni Kemâlpaşa, Sünbül Sinân’a büyük bir hürmet gösterir, geldiği zaman, kendisini en üst tarafa oturturdu.



Sünbül Sinân’ın vefâtından sonra, talebeleri okutmak üzere dâmâdı Merkez Efendi yerine geçti.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
merkez efendİ hazretlerİ-1









Osmanlılar zamânında İstanbul'da yetişen büyük velîlerden. İsmi Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhûr oldu.Denizli'nin Sarhanlı köyünde, 1463 (H.868) senesinde doğdu. 1551 (H.959) senesinde İstanbul'da vefât etti.



Mûsâ Efendi, küçük yaşlarda ilim öğrenmeğe başladı. Kuvvetli bir zekâsı ve ilim öğrenmeye aşırı bir hevesi vardı. Önce kendi memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul'daki medreselerde tahsîl yaparak; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî Tefsîri'nin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîline devâm ettiği sıralarda tekkelere gidip, oralardaki âlimlerin sohbetlerine katılırdı. Onların feyz ve bereketlerine kavuştukça, rûhunda bir rahatlama, nefsinde bir ezilme olduğunu görerek sevinirdi. Otuz yaşına geldiğinde, medrese tahsîlini bitirdi. Çevresinde sayılan bir âlim oldu. İlimdeki yüksekliğini, zamânının âlimleri tasdîk ettiler. Nitekim, Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi'nin hürmet ve muhabbetini kazandı.



Mûsâ Efendi, Koca Mustafa Paşa'daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin şöhretini işitti. Fakat bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyâsında Sünbül Efendinin, kendi evine geldiğini gördü. SünbülEfendiyi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşyâ dayadılar ve üzerine de oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve arkasındakiler yere yuvarlandı. Bu sırada uyanan Mûsâ Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verdi. SabahleyinSünbül Sinân'ın câmiine gidip vâz ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturdu. Sünbül Sinân, vâz esnâsında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsîre başladı.Tefsîrden sonra; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ Mûsâ Efendi de anladı." buyurdu.Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrâr; "Ey cemâat! Bu tefsîrimi siz anlamadınız, Mûsâ Efendi de anlamadı." buyurdu. Mûsâ Efendi, hakîkaten bu anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Mûsâ Efendinin kürsî arkasında olduğunu, zâhiren görmediği hâlde anlamıştı.


Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca, Mûsâ Efendi huzûruna varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: "Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Meğer sen de hanımın da çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!" buyurunca, Mûsâ Efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affının kabûlü ve talebeliğe alınması için istekte bulundu. Sünbül Efendi, onu kabûl ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; "Artık Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında mârifet sâhibi olmak zamânıdır." buyurdu.


Bundan sonra Mûsâ Efendi hergün Sünbül Sinân'ın dergâhına gelip, ondan ders almağa ve hizmete başladı. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Mûsâ Efendiye; "Âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?" diye sordu. Mûsâ Efendi; "Bu mümkün değil! Ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizâm içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez." dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; "Âferin Mûsâ Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun." dedi. Böylece Mûsâ Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur oldu.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Sünbül Efendinin sohbetleri ile pişerek, teveccühleri bereketiyle mânevî dereceleri katetti. Pek zekî olan Merkez Efendi, hocasının terbiyesi altında riyâzet ve mücâhedeler yaparak, yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle, kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelerin sâhibi oldu. Hocasının kendisine icâzet, diploma verdiği sıralarda, Aksaray'da Kovacı Dede dergâhına hoca tâyin edildi. Kısa sürede, dergâh talebelerle dolup taştı. Merkez Efendinin nâmı her tarafa yayıldı. Merkez Efendi, hocası Sünbül Sinân'ın kızı Rahime Hâtun ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; "Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz." dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendinin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası Merkez Efendiye; "Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihânı kazandın." buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahime Hâtun'u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendiye nikâh etti ve evlendirdi.



Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları hem zâhirî ilimlerde, hem de tasavvufta yükseltmek için, bâtın, kalb ilimlerini öğretirdi. Onların nefslerini terbiye için riyâzet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki: "Benim için hayr duâ ediniz. Siz günâhsız, mâsumsunuz. Sizin duâlarınızı Cenâb-ı Hak da kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette yüzü ak olsun." Çocuklar duâ edince de; "Yâ Rabbî! Bu mâsumların duâlarını red eyleme." diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametliydi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.


Merkez Efendi, bülûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; "Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nâfile olmuş olur." buyururdu.


Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışır görse, yanına varır ve; "Îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında mâlûmâtın var mı?" der, bilmiyorsa anlatır. "Mü'min ile kâfiri ayıran fark, namazdır" hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet edilmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklenmesini, aç bırakılmamalarını da tenbih ederdi. İşe başlarken; "Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum." diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevap verileceğini ve günahlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün herbir tânesinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasîhatler ederdi.



Merkez Efendinin ömrü, hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymakla, hayr ve hasenât yapmakta halka ön ayak olmakla, fakir ve zayıfları himâye etmekle geçti. 1551 (H.959) senesi Rebî'ul-âhir ayının on yedisine rastlıyan Perşembe günü, talebelerine son vasiyetini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Cenâzesini Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi yıkadı. Cumâ günü Fâtih Câmiinde, misli görülmemiş bir kalabalık toplandı. Ebüssü'ûd Efendi cenâze namazını kıldırdı. "Dünyâda bu kimseyi riyâsız olarak görmüştük." dedi. Sonra, kabrine götürülmek üzere omuzlarda taşınmağa başlandı. Herkes, bu âlim ve velîye hizmet edip, âhirette şefâatine kavuşmak aşkıyle tabutu taşımak için birbirleriyle yarışıyordu. Öyle ki, bâzan kalabalıktan sıkışan, güç durumlara düşenler bile oluyordu. Kalabalığın çok olması sebebiyle, uzun bir sürede, Topkapı surlarının dışında Kânûnî Sultan Süleymân Hânın vâlidesi nâmına yaptırdığı tekkedeki kabrine Ebüssü'ûd Efendinin bizzat kendi eliyle defnedildi.


Merkez Efendinden sonra, yerine oğlu ve halîfesi Ahmed Efendi talebe yetiştirmeye devâm etti.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
EBÜ'L-VEFÂ HAZRETLERİ-1





İstanbul'daki meşhûr velîlerdendir. İsmi Mustafa bin Ahmed, lakabı Muslihuddîn'dir. Şeyh Vefâ, Ebü'l-Vefâ, İbn-ül-Vefâ da denir. Konya'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H.896) târihinde İstanbul'da vefât etti. İsmi verilen Vefâ semtinde kendi adıyla anılan câminin sol tarafına defnedildi. Sonradan kabr-i şerîfi üzerine yeşil kubbeli bir türbe yapıldı.



Vefâ Konevî hazretleri, ilk tahsîlini yaptıktan sonra, Edirne'de Debbaglar Câmii imâmı Şeyh Muslihuddîn'e talebe oldu. Bir müddet bu hocasından ilim öğrenip feyz aldı. Sonra hocasının tavsiyesi üzerine evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf-i Kudsî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Hem din, hem de fen ilimlerinde mütehassıs olarak yetişti. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yetişip yükseldi.


Şeyh Vefâ hazretleri, bir ara hacca gitmişti.Hacdan deniz yolu ile dönerken, yolda hıristiyan korsanları tarafından gemisi yağma edilip, kendisi de esir edildi. Rodos Adasına götürülüp hapsedildi.Zamânının gözüpek kahramanlarından Kahramanoğlu İbrâhim Bey tarafından, esir alanlara para verilmek sûretiyle esâretten kurtarıldı.Hürriyetine kavuştu.İstanbul'a dönüşlerinde, şimdi kendi ismi ile anılan "Vefâ" semtine yerleşti. Vefâtına kadar burada yaşadı. İnsanlara doğru yolu göstermek, dînimizin emir ve yasaklarını bildirmek ile meşgûl oldu.


Sözleri gâyet beliğ ve açık olup, dinleyenlerin kolaylıkla anlayabileceği şekildeydi. Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlı olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Bu hususta titiz ve celâlli idi. Dünyâya düşkün olanlara iltifât etmez, dervişlerle, dünyâya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamânının meşhûr kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerdi.


Bir defâsında, Fâtih Sultan Mehmed Han kapısına kadar geldiği hâlde onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ gözlerinden iki damla gözyaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar; "Efendim neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü." dediler. Ebü'l-Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözyaşını eliyle silerek; "Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebeb olacak. Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteyecek. Şimdi anladınız mı Sultânı niçin kabûl etmediğimi?" buyurdu.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
EBÜ'L-VEFÂ HAZRETLERİ-2






Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî, Ebü'l-Vefâ hazretlerini çok sever ve üstün tutardı. Kızını evlendirirken, nikâhı teberrüken Vefâ hazretlerinin yapmasını ve onun huzûrunda olmasını istedi. Vefâ hazretlerine kırk bin akçe göndererek durumu arzetmişti. Fakat Vefâ hazretleri bu hediyeyi kabûl etmedi ve; "Muhyiddîn Konevî Efendi vardır. Fakirdir, bu parayı ona verirsiniz. Bereketli bir zâttır. Onu getiriniz, bu işi o yapsın." buyurdu. Bunun üzerine o zâtı getirip, nikâhı kıydırdılar.


Bir bahar günü, Vefâ hazretlerine; mevsim güzel, hava çok hoş. Allah'ın rahmet eserlerini görmeniz için dışarı çıkmanızı istirhâm ederiz dediklerinde; "Bugün müsâade edin. Akşam, her zaman yediğimden bir lokma daha fazla yiyeyim de, dışarı çıkacak kuvvetim olsun." buyurdu.



Kendisine, şehrimize, şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran ve şu kadar ağır yük taşıyan birisi geldi dediklerinde; "Abdest ibriğini taşımak, ondan zordur." buyurdu. Bu ne doğru ve ne güzel bir cevaptır. Çünkü, ağır taşı kaldırma ve ağır yük taşımada nefsin hazzı vardır. Bunun için nefse kolay gelir. Abdest ibriğini taşımakta ise, nefse muhâlefet vardır. Bunun için nefse daha zor ve daha ağır gelir.



Ebü'l-Vefâ hazretleri astronomi ve astroloji ilimlerine vâkıftı. Çok talebe yetiştirdi. Güzel halleriyle meşhûr oldu.


Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî, Ebü'l-Vefâ hazretlerini çok severdi. İlminin, yaşayışının hayrânı idi. Bu sebepten vefât ettiği zaman cenâze namazında bulundu. Hattâ o esnâda, kefenini açıp, yüzüne bakarak, eskiden beri olan hasret ateşini bir parça gidermek istedi. Kefenini açıp baktıklarında,Ebü'l-Vefâ hazretleri yüzünü sağ eliyle kapatmıştı."


Ebü'l-Vefâ hazretlerinin türbesinin duâ edilen penceresinde şu beyitler yazılıdır:


Muktedây'ı ehl-i mânâ, Muslihuddîn Ebü'l-Vefâ
Uyûn-ı uşşâka hâk-i merkadidir Tûtiyâ


Mânâsı:


(Muslihuddîn Ebü'l-Vefâ, mânâ ehlinin, evliyânın uyduğu kimsedir.
Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine sürmedir.)


Ebü'l-Vefâ hazretleri adına Konya'da bir câmi, İstanbul'da ise câmi, medrese, hamam, dergâh, halvethâne ve türbe inşâ edilmiştir.


Şeyh Vefâ hazretlerinin bir şiiri şöyledir:


Evvel tevhîdi zikret,
Sonra cürmünü fikret.
Var yoluna doğru git.
Derviş olayım dersen.


Bir zât-ı kâmil ara,
Gezme tozma âvâra.
Tamam sıra bu sıra,
Derviş olayım dersen.


Gaflet ile çalışma,
Çok gezmeye alışma.
Kem sözlere karışma,
Derviş olayım dersen.


Rüyâna yalan katma,
Elden söz alıp satma.
Cellad önüne yatma.
Derviş olayım dersen.


Her sözde inâd etme,
Her mezbelede bitme.
Sapa yollardan gitme,
Derviş olayım dersen.


Dostunda kusur görme,
Ak yüze kara sürme.
Başına çorap örme,
Derviş olayım dersen.


Hayrın bir ise binle,
Vakt-i seherde inle.
Pend-i Vefâ'yı dinle,
Derviş olayım dersen.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
AHMED İBNİ KEMÂL hazretlerİ-1





Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından. Büyük devlet ve ilim adamı. Asıl ismi Ahmed Şemseddîn'dir. Dedesi Kemâl Paşaya nisbetle "İbn-i Kemâl" veya "Kemâl Paşazâde" diye tanınmıştır.



İlim adamlarına fevkalâde hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han, İbn-i Kemâl'in bilgi ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca kendisini Edirne'de Taşlık Medresesine tâyin etti. Ayrıca İdris-i Bitlisî'nin Farsça yazdığı Heşt Behişt adlı Osmanlı târihine benzer Türkçe bir Osmanlı Târihi yazmasını istedi ve bu iş için kendisine otuz bin akçe ihsân eyledi.


İbn-i Kemâl 1511 yılında günlük kırk akçe ile Üsküp'teki İshak Paşa Medresesine nakl edildi. Bir yıl kadar sonra Edirne'deki Halebiye Medresesine tâyin edildi. Bu sırada Osmanlı Devleti içerisinde şehzâdeler kavgası kızışmıştı. Doğuda Şâh İsmâil, Osmanlı Devletinin bütünlüğünü tehdîd ediyordu. Ahmed ibni Kemâl hazretleri bu nâzik devrede devlet idâresi ve siyâset hakkında görüşlerini ortaya koyarak devlet adamlarının dikkatini çekti. Onun bu görüşleri şöyle özetlenebilir:


1. Saltanat ve mevkı Allahü teâlânın takdiri ile olur. Allah vergisidir.


2. Ordunun görevi memleketi korumak ve gerekirse ölümlerin en güzeli ve en şereflisi olan gazâda ölmektir.



(Nitekim şiirinde de;


"Ölümden kurtuluş yoktur cihânda
O derdi çekmez olmaz ins-ü canda


Kişinin ömri çünkim âhir ola
Yeg olur kim gazâ yolunda öle"


demek sûretiyle Allahü teâlânın dînini yaymak için çarpışırken ölmenin ehemmiyetini çok güzel anlatmaktadır.)


3. İdâreci güzel silâh kullanacak ve tedbir sâhibi olacaktır.


4. Düşmanı hor ve küçük görmemeli ve plânlı olmalıdır.


5. Siyâset yâni idâre çok mukaddes bir vazîfedir. Herkes bunu yapamaz. Bâzı kâbiliyetler doğuştan veya irsî olarak verilmiştir.


6. Bir memlekette bir idâreci bulunmalı o da âdil, ihsânı bol, affedici, büyüğüne hürmetli ve saygılı olmalıdır.


7. İdâreci, adamı elde etmeyi bilmeli, tehlikeleri işâret edip, onları ne yolla avlarsa avlayabilmelidir.


8. İdâreci kiminle harb ve kiminle sulh yapacağını iyi bilmelidir.


Ahmed ibni Kemâl, İslâm dînini yaymak, düşmanın vatana el uzatmasına mâni olmak ve adâleti ayakta tutabilmek için devlet başkanının bu hasletlere sahib olmasını şart koşmaktadır. Ayrıca o dâimâ devlet politikasını, devlet-millet bütünlüğünü önde tutmakta ve bunu kimde görüyorsa onu desteklemektedir. Nitekim o, Bâyezîd Hanın oğlu Selîm lehine tahttan ferâgatı üzerine diğer kardeşlere karşılık Selîm'i destekledi.



Bu sırada Yavuz, Şah İsmâil'den sonra onların destekçisi olan Mısır Memlûklularına yöneldi. Sefere çıkarken çok sevdiği İbn-i Kemâl hazretlerini de yanına aldı. 1516'dan 1519'a kadar üç yıl süren seferde onu yanından hiç ayırmadı.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Mısır dönüşü yolculuk sırasında bir ara İbn-i Kemâl hazretlerinin atının ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Hanın kaftanını kirletmişti. Pâdişâhın kaftanına çamur sıçrayınca, İbn-i Kemâl mahcûb olup, atını geriye çekerek ne yapacağını şaşırdı. Ancak Yavuz Sultan Selîm Han ona dönerek:


"Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür, şereftir. Vasiyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün." dedi. Bu vasiyet, vefâtından sonra yerine getirildi. Bu hâdiseyi hatırlatan o kaftan, şimdi de Yavuz Sultan Selîm Hanın kabri üzerinde, bir câmekân içinde, târihî bir hâtıra olarak durmaktadır.


Şam'a geldikleri sırada Yavuz Sultan Selîm'e, büyük evliyâ Muhyiddîn Arabî'ye bir türbe yaptırılması için fetvâ verdi. Pâdişâh bu fetvâ üzerine Muhyiddîn Arabî hazretleri adına bir câmi, türbe ve imâret yaptırdı.



Dostu ve pâdişâhı Sultan Selîm Hanın vefâtı, devrin yıkılmaz ve eşsiz ilim adamı İbn-i Kemâl hazretlerini çok üzdü.


Yavuz Sultan Selîm'in vefâtından sonra İbn-i Kemâl hazretleri bir müddet daha medresede talebe yetiştirmeye devâm etti. 1526'da Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendinin vefâtı üzerine Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından bu göreve getirildi. Şeyhülislâmlık makâmına gelince işleri daha çok ağırlaştı. İlmi ile o kadar büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamânındaki birçok âlim bâzı meselelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri tashîh ve kontrol maksadıyla ona gönderirlerdi. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olan Kemâlpaşazâde, iki dünyâ faydalarını bilen ve bildiren, pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için "Müfti-yüs-sekaleyn" (İnsan ve cinlerin müftüsü) adı ile meşhûr oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâirdi. Tasavvufta da ileri derece sâhibiydi. Büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştı. Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu sürede, dâhili ve hârici, din ve mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı kitaplarıyla mücadele etti. İbn-i Kemâl hazretleri Yavuz Sultan Selîm'i olduğu gibi Kânûnî SultanSüleymân'ı da Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîlere karşı mücadeleye teşvik etti. Pâdişâhın Şâh Tahmasb'a gönderdiği mektupları, bizzât kaleme alan o idi.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
AHMED İBNİ KEMÂL hazretlerİ-3







İbn-i Kemâl hazretleri durmadan geceli gündüzlü devlet-i ebed müddet için çalıştı. Din için, devlet için, halk için gayret etti. Eşsiz ve sayısız ilmî eserler verdi. Nihâyet 16 Nisan 1534 (H.2 Şevval 940)'te kendi deyimi ile son sefer olan âhiret yolculuğuna çıktı.


Cenâzesi Fâtih Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp Edirnekapı dışındaki Mehmed Çelebi zâviyesine defnedildi. Mezarına "Hazâ makam-ı Ahmed=İşte bu Ahmed'in makâmıdır!" yazıldığı gibi, kefenine de "Hiye âhirü'l-libâs= İşte bu son elbisedir" ibaresi yazıldı.


Vefât edeceği sırada söylediği; "Yâ Ehad, neccinâ mimma nehâf=Ey bir olan Allah'ım! Bizi korktuğumuzdan kurtar!" sözlerinin ebced hesabına göre ölüm târihini gösterdiği sonradan anlaşılmıştır.


Ahmed İbn-i Kemal hazretlerinin herkese öğüt ve nasîhat niteliğinde darb-ı mesel hâlini almış kıt'a ve beyitleri vardır.

"Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Arş'a çıksan, âkıbet yer yer seni.



Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu,
Kendi düştü kuyuya yüzü koyu."



"Hemişe çok yanılır söyleyen çok
Ki söyler bulduğun dilde kemik yok."



"Kıl iyilik suya at, bile balık
Balık bilmezse bilir anı Halık."



"Ululuk kişiye Hak'tan atadur,
Küçük görmek uluları hatâdur."



"Sakla kurt enciğin derin oysun,
Besle kargayı gözlerin oysun."



"Kişinün kadri eldeyken bilinmez,
Yerinde gevhere rağbet kılınmaz."



"Kuru yaş ile âdem baş olmaz,
Kişiden iş sorulur yaş sorulmaz."

bunlardan bazılarıdır.

Duyup savt-i ilâhîden sehergâh
Sadâ-yı âyet-i tûlû ilâllah

Uyup bilmezleriyle nefs-i şâma
Hatâlar itmişüz estagfirullah

dörtlüğü ise tövbe husûsunda söylenmiştir.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
NÛREDDÎN CERRÂHÎ hazretlerİ-1







Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed olup, babasınınki Abdullah'tır. 1671 (H.1082) senesi Rebîülevvel ayının on ikinci gecesi, Cerrah Mehmed Paşa Câmiinin karşısındaki Yağcızâde konağında doğdu. Babası, Sultan Dördüncü Mehmed Hanın Mîrâhûr ağalığından emekliye ayrılmıştı. Nûreddîn Cerrâhî'nin soyu, Ebû Ubeyde bin Cerrâh'a radıyallahü anh ulaştığı için, Cerrâhî denilmiştir. Cerrahpaşalı olduğu için böyle denildiği de söylenmiştir. Çoğunluk birinci rivâyette ittifak etmişlerdir. Nûreddîn Cerrâhî, daha küçük yaştaKur'ân-ı kerîmi, Cerrahpaşa mektebinde öğrendi. Kur'ân-ı kerîm hocası Yûsuf Efendidir. Tahsîlini tamamlayan Nûreddîn Cerrâhî, zâhirî ilimleri öğrenmek için medreseye gitti. Medrese tahsîlini tamamladıktan sonra, çok genç yaşta Mısır kâdılığına tâyin edildi.



Kapı kethüdâlarından Bekir Efendinin 1703 (H.1115)'de vefât etmesi üzerine, Karagümrük civârında bulunan konağı boş kaldı. Dârüsseâde ağası Beşir Ağa, bu konağı alacağı sırada rüyâsında Nûreddîn Efendiyi gördü.Konağı satın almamasını söyledi. Aynı gece Sultan Ahmed Hana da rüyâsında Nûreddîn Efendinin ihtiyâcını gidermesi emredildi.Pâdişâh ertesi gün, boş kalan konağı satın alsınlar diye, Yahyâ Efendiyle Nûreddîn Cerrâhî'ye üç yüz altın gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bu altınları kabûl etmedi. Bir dergâh yaptırsalar, daha makbûle geçeceğini söyledi. Yahyâ Efendi, huzûrundan ayrılırken, Nûreddîn Cerrâhî'nin ellerini öpeceği sırada, Nûreddîn Efendinin Ali Efendiye talebe olması sırasında meydana gelen mânevî hâlin aynısı, Yahyâ Efendide de meydana geldi. Bu sırada Yahyâ Efendi, Nûreddîn Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti.Yahyâ Efendi, getirdiği paraları başka birisi vâsıtasıylaSultana gönderdi. Bunun üzerine Sultan o konağı aldırarak, orayı dergâh hâline getirdi ve Nûreddîn Efendiye tahsis etti. Nûreddîn Cerrâhî, burada ibâdet yapmak ve insanlara doğru yolu göstermek için çalıştı.



Nûreddîn Cerrâhî bir gün annesine; "Anneciğim! Bana izin ver de hacca gideyim. Dînin bana farz kıldığı vazîfemi yapayım." dedi. Annesi bu isteğini uygun buldu. Nûreddîn Cerrâhî hazırlıklara başlayıp, gerekli parayı tedârik ettikten sonra, annesi ve sevenlerine vedâ etti. Onu hacca götürecek kervanın yanına giderken, yolda iki gözü iki çeşme ağlayan bir adam gördü. Adam âdetâ kendisinden geçmiş, hem ağlıyor, hem Allahü teâlâya şöyle duâ ediyordu: "Yâ Rabbî! Ölümden evvel lütfet, bana borçlarımı ödemek nasîb eyle. Beni borçlu yatırma yâ Rabbî!" Nûreddîn Cerrâhî merak edip, adamın koluna girerek; "Kardeşim ne kadar borcun var?" diye sordu. Borçlu adam kendine suâl soran bu nûr yüzlü gence ümitle bakarak, mikdârını söyledi. Adamcağızın borcu, Nûreddîn Cerrâhî'nin cebindeki para kadardı. Nûreddîn Cerrâhî cebindeki para kesesini çıkarıp adama vererek; "Bu sanaAllahü teâlânın bir ihsânıdır." dedi ve oradan hızla uzaklaştı. Bir süre sonra; "Ben nereye gidiyorum? Artık param da yok." diye düşündü. Ayakları onu Edirnekapı Sakızağacı kabristanlığındaki namazgâha götürdü. Allahü teâlânın izni ile kilometrelerce uzaklıktaki Kâbe'ye giderek hac törenine katıldı. Arife günü, binlerce hacıyla birlikte; "Lebbeyk, lebbeyk!" derken, semâya uzattığı elleri, kavurucu güneş altında yanıp kavruldu. Hac töreni bitince, Nûreddîn Cerrâhî, Sakızağacı'ndan evine döndü. Annesi bu duruma hayret etti. Fakat bir şey söylemedi. Kervanlar dönünce, İstanbul'da bir kaynaşma başladı. Yükünü eve bırakan doğru Nûreddîn Cerrâhî'nin dergâhına gelerek; "Tebrik ederiz, tebrik ederiz. Arafat'ta "Lebbeyk, lebbeyk!" çağırırken ne güzel, ne mübârektin! Hepimiz seni seyrederek nûrlandık. Çoğumuz rüyâmızda senin hürmetine haccımızın kabûl olduğunu gördük." dediler.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Nûreddîn Cerrâhî hazretleri buyurdu ki:


"Hakk'ı seven kişi dâimâ Hakk'ı söyler, sonunda âriflerden olup, Hakk'ın lütuf ve ihsânına kavuşur."


"Aba giyinmiş birini görünce küçültücü bir nazarla bakma. Kibirle arkadaşlık eden sonunda kahredilmişler safında yer alır."


"Sen dünyâya gönül verme, aşk denizine dalarak lezzete kavuş. Hakk'ı tanımayanın, O'ndan uzak olacağını bil."


Nûreddîn Cerrâhî 1720 (H. 1133) senesi Eylül ayında İstanbul'da vefât etti.Cenâze namazı, Fâtih Câmiinde öğle namazından sonra kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Karagümrük'teki dergâhının içine annesi Emine Hâtunun ayak ucuna defnedildi.


Nûreddîn Cerrâhî'nin yedi halifesi vardı. Bunlar: Şeyh Süleymân Velî, Şeyh Muhammed Hüsâmeddîn, Sertarikzâde Muhammed Emin, Moralı Yahyâ Efendi, Muhammed Ziyâuddîn Çelebi, Serşeyh-i Tekfur Dağı, Seyyid Yûnus Efendi.


Nûreddîn Cerrâhî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Mürşid-i Dervişân Risâlesi, 2) Nutk-ı Şerîf, 3) Nasîhat-ı Âli. Ayrıca çok güzel ilâhîleri vardır.


Nûreddîn Cerrâhî'nin bir ilâhisi:

Dil beytini pâk eden,
Dervişi ankâ eden,
Âlem-i İlâhîye giden,
Mevlâ zikridir, zikri.


Zikreden hâlet olan,
Âşinâ-yı rûh olan,
Ukbâda devlet bulan,
Mevlâ zikridir, zikri.


Terk ehline karışan,
Hem zevkine erişen,
Bahr-i ledünle görüşen,
Mevlâ zikridir, zikri.


Erenlerin yolunu,
Sürerler hep demîni,
Dervişlerin mu'îni,
Mevlâ zikridir, zikri.


Nûreddîn'i diri kılan,
Tevhîd ile çerâğı yanan,
Bi-hamdillâh tevfik olan,
Mevlâ zikridir, zikri.

EDEB


Bir talebesine yazdığı mektup şöyledir:


“Ey evlâdım! Bu söyleyeceğim edebler, Allahü teâlâyı sevmek ve O'na yaklaşmak isteyen herkese lâzımdır.


Evlâdım! Allahü teâlâyı sevmek ve O’na yakın olmak isteyen herkese lâzım olan edebler şunlardır: Az konuşmalı, az uyumalı, insanlarla lüzumu kadar görüşmeli, elemlere, musîbetlere, acılara, açlığa, insanların sıkıntılarına sabretmeli ve kendisine zulmedeni affetmeli ve ondan intikam, öç almaya kalkmamalı, kendi için sevdiğini herkes için sevmeli ve istemeli, malıyla cömertlik yapmalı, insanlardan bir şey istememeli ve beklememeli, sâdece Allahü teâlâdan beklemeli, her ihtiyâcını Allahü teâlâya ısmarlamalı. Yaptığı amellere ve kabûl olduğuna güvenmemeli bilakis “Amellerim ayıplı ve kusurludur.” demeli; şahsı ile, ibâdetleri ile, ameli ile sevinmemeli, övünmemelidir. Aksine Allahü teâlâya ve Resûlüne ve O’nun şerîatına uymakla sevinmelidir.”
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
YÛSÜF ZİYÂ AKIŞIK (ZİYÂ BEY) “rahmetullahİ aleyh”







Bosna-Foçalıdır. [h.1303] de doğdu, h.1378 [m. 1958] de Fâtihde vefât etdi. Mübârek kabri, Eyyûb Sultânda Kaşgârî mescidinin yanındaki kabristandadır.

Yûsüf Ziyâ Bey, Vefâda Karamürsel kumaş fabrikası müdürü idi. Yüzlerce müslimân fakîrin sığınağı idi. Seyyid Abdülhakîm efendinin sohbeti ve hizmeti ile şereflenmiş, teveccüh ve feyzlerine mazhar olmuş, derece-i kemâle vâsıl olmuşdur. Halk içinde, Hak ile idi.

Seyyid Abdülhakîm efendi, h.1348 de Ziyâ Beye hediyye etdiği (Mektûbât) kitâbı iç kapağına (Bu kitâb, Yûsüf Ziyâ ibni Ahmede, din kardeşi hattâ babası yerindeki Abdülhakîm vâsıtası ile, Allahü teâlâ tarafından ihsân edilmişdir) yazmışdır.

Hüseyn Hilmi Işık efendi "rahmetullahi teâlâ aleyh", Ziyâ Beyin dâmâdıdır.

Abdülhakîm efendi, Ziyâ Beyi çok severdi. Hatta bir gün ellerini kaldırıp, (Yâ Rabbi Ziyâ kulunun bana yapdıklarına karşılıkda bulunamıyorum. Onun mükâfâtını sen sonsuz rahmet hazinelerinden ver. Onu sana havale etdim) diye düâ etmişlerdir.

Ziya Bey anlatır: (Rü’yâda, Abdülhakîm efendinin elinin ayasını öpmüşdüm. Ertesi gün, Eyyûb sultândaki evine giderek, rü’yâmı anlatmak istedim. Gitdim. Her zemân olduğu gibi, elini öpmek için eğildiğimde, mubârek elini, ayası yukarı doğru olarak uzatdı ve (Akşam rü’yâda öpdüğün gibi öp) dedi ve iltifât buyurarak çok şey anlatdı.)

Ziya Bey "rahmetullahi aleyh", kendilerine, (Efendim, bize öyle bir ibâdet söyleyin ki, onu yaparak kolayca Cennete girelim) diyen sevdiği bir gence (Kardeşim; siz Cennete girmek için ne ibadetinden bahsediyorsunuz? Melekler mahşer yerinde dolaşırlar. Îmân ile ölenleri aranlar. Îmân ile ölen birini bulunca, "bu pehlivandır" diye Cennete götürürler. Siz îmânınızı kurtarmaya bakın...) buyurdular.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
ZENBİLLİ ALİ EFENDİ





Osmanlı âlim ve velîlerinin meşhûrlarındandır. Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi Ali olup, babasınınki Ahmed’dir. Lakabı, Alâeddîn el-Hanefî er-Rûmî’dir. Aslen Aksaraylıdır. O zaman Aksaray, Karaman eyâletine bağlı olduğu için, kendisine Karamânî nisbeti de verilmişir. Ayrıca evliyânın ve âlimlerin meşhûrlarından olan Cemâleddîn Aksarâyî’nin torunudur. Dedesine nisbetle “Cemâlî” denilmiş ve Ali Cemâlî ismiyle tanınmıştır. Evinin penceresinden bir zenbil sarkıtır, suâl soranlar, suâllerini bir kağıda yazıp zenbile koyardı. O da çekip suâllerin cevâbını yazar, zenbili tekrar sarkıtırdı. Bu sebeble “Zenbilli Ali Efendi” ismiyle meşhûr oldu. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1526 (H. 932) senesinde İstanbul’da vefât etti. Türbesi Zeyrek yokuşundadır.

Fâtih Sultan Mehmed Hân devrinde, Edirne’de Taşlık Ali Bey Medresesine müderris tâyin edildi. Fakir olduğu öğrenilince, pâdişâh tarafından kendisine, bir mikdâr kıymetli elbise ile beş bin akçe ihsân olundu. 1477 (H.882) de, Edirne’de Beylerbeyi Medresesine, sonra Sirâciyye Medresesine geçti. Bu sırada kendisini çekemeyenlerin tutumları karşısında, müderrislikten istifâ edip, bir rivâyete göre Şeyh Muslihuddîn Ebü’l-Vefâ’ya, diğer bir rivâyete göre de, Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Mes’ûdî Edirnevî’ye talebe olup tasavvufta kemâle geldi.

Fâtih Sultan Mehmed Hânın vefâtından sonra, İkinci Bâyezîd Hân tarafından, Bursa Kaplıca Medresesine müderris tâyin edildi. İznik’de Orhan Gâzi, Bursa’da Murâd Gâzi medreselerinde de müderrislik yaptı. Daha sonra, İkinci Bâyezîd Medresesi müderrisliği ile Amasya müftîliği vazifelerinde bulundu.

Zühdü, takvâsı, istikâmeti ve doğruluğu ile meşhûr olan Zenbilli Ali Efendi, dîne uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle karşı çıkardı. Yavuz Sultan Selîm Hânın, şiddetli hareketlerini bile teskine muvaffak oldu.

Zenbilli Ali Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde de vazifesinde kalıp Rodos Seferine katıldı. Rodos’un fethinden sonra orada imâmlık ve hatîplik yapıp, İslâm müesseseleri kurdu.

Zenbilli Ali Efendi; İkinci Bâyezîd Hân, Yavuz Sultan Selim Hân ve Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde olmak üzere 24 sene şeyhülislâmlık yaptı. Ömrünü, ilme, talebe yetiştirmeye ve İslâma hizmete harcamış, kıymetli hizmetler yapmıştır. Üstün hâlleri, ahlâkı, başarılı hizmetleriyle meşhûr olup, tasavvufta da kemâle ermiştir. Kendisine “Mevlânâ Sûfî Ali Cemâlî” de denilmiştir.

Şakâyık müellifi şöyle kaydetmiştir: “Zenbilli Ali Efendi ölüm döşeğinde iken, babamla birlikte ziyâretine gittik. Babamla gizli bir şeyler konuştular ve babam ağlamaya başladı. Ziyâretinden ayrıldıktan sonra babama, ağlamasının sebebini sordum. Vefât edeceğini, Mûsâ aleyhisselâmın rûhâniyetinin sabahleyin gelip, kendisini âhirete dâvet ettiğini söyledi.” dedi. Babam böyle deyince, ben de dayanamayıp gayri ihtiyâri ağladım.”

Zenbilli Ali Efendinin El-Muhtârât adlı eseri, bir fıkıh kitabı olup, çok kıymetlidir. Bundan başka; Muhtasar-ul-Hidâye, Âdâb-ül-Evsiyâ ve Risâle fî Hakk-ıd-Deverân adlı eserleri vardır.

KARINCA VE SÜLEYMÂN

Kânûnî Sultan Süleymân Hân, meyva ağaçlarını karıncaların sarması üzerine, karıncaları kırmak için meseleyi Zenbilli Ali Efendiye güzel bir beyitle sorar ve şöyle der:

“Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca
Zarar var mı karıncayı kırınca.”

Zenbilli Ali Efendi zarîf bir ifâde ile sorulan bu suâlin altına şu beyti yazarak cevap vermiştir:

“Yarın divânına Hakk’ın varınca
Süleymân’dan alır hakkın karınca.”
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
MEHMED DÂRENDE "rahmetullahi aleyh"





Ömrünü Din-i İslama hizmetle geçirdi. Bütün düşüncesi hizmet idi. Kalbinde İslama hizmet düşüncesinden başka bir şey yok idi. Emr-i ma’ruf yapması ve İslamiyeti yayma gayreti akılla anlaşılamayacak derecede idi. Emr-i ma’ruf için istirahatini terk etti. Gecesi, gündüzü ve her anı hizmet etmeyi düşünmekle ve Allahü teâlânın dinini tebliğ etmekle geçti. Zaten başka hiçbir düşüncesi yok idi. Ömrünü Din-i İslama hizmet için, vakf etmişti.

Adapazarında yol kenarında bulunan kalabalık bir kahvehane görünce, buraya girdi. Bu kahvede bulunanlara yarım saat Emr-i ma’ruf yaptı. Ehli sünnet alimlerinin eserlerinin üstünlüğünü ve kıymetini anlatdı. Kahvehanede bulunanların hepsi onun anlatdıklarına hayran oldular. İçlerinde Se’âdet-i Ebediye kitabı da bulunan takım halindeki kitapları kapışarak aldılar. Sonra abdestli olarak diğer bir kahvehaneye girmek için yolun bir kıyısından diğer bir kıyısına geçerken, otomobilin kendisine çarpması neticesinde şehid oldu. Şimdi sevdiklerine kavuşdu.

Sevenleri ardından dediler ki: "Ey Mehmed Darende! Aramızdan ayrılmakla bizleri mahzun etdin. Kevser şarabına, Cennet ni’metlerine ve Hurilere kavuşdun. Bu ni’metler sana afiyet olsun. İnşaallah âhirette bizlere de şefaatçi olursun.

Ey Darende! Bu mübarek hizmetini senin bıraktığın yerden bizler devam ettireceğiz. Bu hususda müsterih ol kardeşim!"

Buyurdu ki:

"Dünyada istirahat olmaz. Kabirde istirahat edilecek zaman çok olacaktır. Kabirde istirahat edebilmek için dünyadaki istirahati terk etmek lazımdır."

Kabri, Eyüb Sultan'da Kaşgârî Mescidi yanındaki kabristandadır.
 
Üst Alt