Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Istanbul'un manevi sultanlari

  • Konbuyu başlatan beyaz_ýþýk
  • Başlangıç tarihi
B

beyaz_ýþýk

Guest
Eyyüb Sultan hazretleri-1​
space.gif

Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb ensârî, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Eyyûb sultân denilmekle meşhûrdur. Hicretin 11. senesinde müslüman oldu. Akabe biatında bulunarak Resûlullah efendimizin sohbetinde bulunmakla şereflendi. Böylece Eshâb-ı kirâmdan ve Ensâr-ı kirâmdan oldu.
Resûlullah, Medîneye hicret edince, deve Eyyûb Sultan hazretlerinin kapısında çökdü. Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay bu evde müsâfir kaldı. Medîne ehâlîsi hazret-i Hâlidin evine gelip Resûl-i ekremi ziyâret etdi. Bu arada, yehûdî âlimlerinden (Abdüllah bin Selâm) da gelip, dikkatle Resûlullaha bakdı. (Bu yüz, yalancı yüzü değildir) diyerek, hemen müslimân oldu.
Hazret-i Hâlid, Bedr, Uhud, Hendek ve başka gazâlarda Resûlullah efendimizin yanında bulundu ve hayır duâlarına kavuştu. Birçok muharebelerde sancakdârlık hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kendisine Sancakdâr-ı Resûlullah ünvânı verildi. Yüzelli hadîs-i şerîf haber vermişdir.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
İhtiyâr olduğu hâlde hazret-i Mu’âviye zemânında, Süfyân bin Avf-ı Ezdî kumandasındaki ordu ile İstanbulu almağa geldi. Yezîd de bu orduda idi. Çarpışmalar sırasında dizanteri hastalığına yakalandı. Ecelinin yaklaştığını hissedip, Peygamber efendimizin, (Konstantiniyye'de kalenin yanında bir recül-i sâlih defn olunacaktır) hadis-i şerifini rivâyet etti. ve (Şâyet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defn etmeyin. Ordunun gidebileceği en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defn edin) diyerek vasiyet etti. 50 senesinde sur dışında otuzbin mücâhid ile, şehîd oldular. O gün müslümanlar çarpışa çarpışa kaleye (surlara) en yakın varabildikleri yere kadar gittiler. Orada kazdıkları kabre, Resûlullah efendimizin mübârek sahâbîsi, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî'yi "radıyallahü anh" defn ettiler.

Aradan 8 asır geçmiş, hazret-i Hâlid bin Zeyd'in "radıyallahü anh" kabri unutulmuş ve kaybolmuşken, Hâcı Bayrâm-ı Velînin yetişdirdiği Evliyâdan Akşemseddîn hazretleri tarafından kabri keşf edilip, Fâtih Sultân Muhammed hân, türbe ve câmi yapdırdı. Osmânlı pâdişâhları, bu türbeye saygı gösterirdi. Hükümdarlar bu türbe önünde kılınç kuşanırlardı. (Radıyallahü anh).
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
HÜSEYN HİLMİ IŞIK “rahmetullahİ teâlâ aleyh”-1


Babası Saîd efendi, dedesi Lofcanın Tepova köyünden İbrâhîm pehlivândır. İkisi de Eyyüb sultânda medfûndur. Balkan harbinde şehîd olduğu Çatalcadaki tepeye ismi verilen, Bursalı Kâmil efendi ile hemşîresi Âişe hanımın anneleri Fâtıma hanım, İbrâhîm pehlivânın birâderinin kızıdır.



Eczâcı talebesi iken, Abdülhakîm efendinin tavsiyesi ile, Parisde çıkan (Le Matin) gazetesine abone olup, fransızcasını ilerletdi. Müzâkereci iken yine hocasının emri üzerine, Kimyâ yüksek mühendisliğini okumağa başladı. Yüksek matematikçi Von Misesden, mekanik profesörü Pragerden, fizikçi Demberden, teknik kimyâyı Gossdan okudu. Kimyâ profesörü Arndın yanında çalışdı. Takdîrlerini kazandı. Arndın yanında altı ay travay yapıp, (Phenylciyan-nitromethan-methyl esteri) cisminin sentezini yapdı ve formülünü tesbit etdi. Dünyâda ilk olan bu başarılı travayı, fen fakültesi mecmû’asında ve Almanyada çıkan (Zentral Blatt) kimyâ kitâbının [m. 1937] târîh ve [2519] sayısında (H.Hilmi Işık) isminde yazılıdır. Hüseyn Hilmi Işık efendi, 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimyâ yüksek mühendisliği diplomasını aldı. O sene Türkiyede ilk ve tek olarak kimyâ yüksek mühendisi olduğu, günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarısından dolayı, askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankarada, Mamakda zehrli gazlar kimyâgeri yapıldı. Burada onbir sene kalıp, Auver fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalışdı. Onlardan almanca da öğrendi. Harb gazları mütehassısı oldu. 1947 de Bursa askerî lisesinde kimyâ mu’allimi, sonra öğretim müdîri olmuş, burada ve sonra Kuleli ve Erzincan askerî liselerinde uzun seneler kimyâ dersi okutarak, yüzlerce subaya hocalık yapmış, kıdemli albay iken, 1960 ihtilalinde emekli yapılmışdır. Sonra, Vefâ lisesinde ve imâm hatîb okulunda ve Cağaloğlu, Bakırköy san’at enstitülerinde matematik, kimyâ hocalıkları yapıp, çok sayıda îmânlı genç yetişdirmişdir. 1962 senesinde Yeşilköyde Merkez eczâhânesini satın almış, sâhib ve mes’ûl müdîri olarak, uzun seneler halkın sıhhatine hizmet etmişdir. Siyâsete hiç karışmamış, hiçbir partiye bağlanmamışdır. Bölücülüğe, tarîkatçılığa, devlete, kanûnlara karşı gelmeğe, karşı olduğunu eserlerinde açıkça bildirmişdir. Türkiyenin ve bütün dünyânın her yerine gönderdiği muhtelif lisanlardaki kitâblarında, İslâm dîninin doğru olarak anlaşılması, islâm ahkâmının ve ahlâkının yayılması için çalışdı. Bunun için, dîni dünyâ çıkarlarına âlet edenlerin ve mezhebsizlerin iftirâ oklarına hedef oldu.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
1329/1911 senesinde İstanbul'da Eyyübsultan'da dünyaya gelmiştir.

babası ve dedesi, 93 harbinde İstanbul'a muhacir olarak gelmişlerdi.

Hüseyn Hilmî efendi beş yaşında, Eyyüb câmi'i ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh sultân ilk mektebine başladı. Burada iki senede Kur'ân-ı kerîmi hatm eyledi. Yedi yaşında, sultân Reşâd hânın türbesine bitişik Reşâdiyye nümûne mektebinde ilk tahsîlini yaparken, babası ta'tîl aylarında (Hakîm Kutbüddin), (Kalenderhâne) ve (Ebüssü'ûd) din mekteblerine de gönderir; oğlunun iyi yetişmesi için çok gayret ederdi. Hüseyn Hilmî efendi, [1924] senesinde ilk mektebi birincilikle bitirdi. Belediyede kantar memuru olarak çalışan muhterem babası Said efendi, 1929 senesinde vefat etti.



Hüseyn Hilmi efendi, Halıcıoğlu askeri lisesini birincilikle bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi Eczacılık fakültesini bitirdi. Eczâcı talebesi iken, Abdülhakîm efendinin tavsiyesi ile, Parisde çıkan (Le Matin) gazetesine abone olup, fransızcasını ilerletdi. Bu fakülteyi birincilikle bitirdiği için askeri öğrencilerin üzerinde müzakereci tayin edildi.



Hüseyn Hilmi Işık efendi, Çeşidli din ve fen kitâblarının yazarıdır. Türkçe, arabî, fârisî, fransızca, almanca ve ingilizce kitâbları neşr etmişdir. Kitâbları bütün memleketlerde okunmakdadır.



Din bilgilerinde derin âlim ve tesavvuf ma’rifetlerinde kâmil ve mükemmil olan kerâmetler, hârikalar sâhibi seyyid Abdülhakîm efendinin yetişdirdiği salâhiyyetli bir din adamıdır. 1929 dan 1362 [m. 1943] senesine kadar o büyük zâtdan ders almışdır. Seyyid Abdülhakim efendinin büyük teveccühüne kavuşmuştur.



Hüseyn Hilmî Işık efendi, 1362 [m. 1943] senesi sonbehârında Ankara, Hamamönündeki evinde otururken, Fârûk beğin oğlu avukat Nevzâd Işık gelip (Hilmî ağabey! Efendi babam seni istiyor) der. (Şaka mı yapıyorsun? Onlar İstanbulda! Nasıl olur da şimdi gelsin derler?) cevâbını verir. Yemîn edince, birlikde, Fârûk beğin Hâcı Bayramdaki evine gelirler. Polisler Eyübde evini basmışlar. İzmire, sonra Ankaraya getirmişler. Çeşidli mürâce'atdan sonra, yeğeni Fârûk beğin evinde, kontrol altında kalmasına izn verilmiş. Korku ve yorgunlukdan çok zaîf, hâlsiz oturuyordu. (Her gün bana gel!) buyurdu. Hilmî Işık efendi, her akşam, koluna girip, yatak odasına geçirir. Üzerini örtüp, yüksek sesle (Kul-e'ûzü) leri okuyup, üzerine üfler, ayrılırdı. Gündüzleri, ziyârete gelenler, karşısındaki sandalyelere otururlar, az sonra giderlerdi. Hilmî Işık efendiyi her zeman yatağının içine oturtur, hafîfce birşeyler söylerdi.

Bağlumda defn edilirken, oğlu Ahmed Mekkî efendinin emri ile, Hilmî Işık efendi kabre girip, dînî vazifeleri yapdı. Yine Mekki efendi, (Babam, Hilmîyi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni Hilmî okusun!) buyurarak, bu şerefli vazîfe de Hilmî Efendiye nasîb oldu.



O ilm güneşinin üfûlünden sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköyü müftîsi, fazîletli seyyid Ahmed Mekkî efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldu. Büyük bir şefkat ve mehâret ile din ilimlerini ta’lîm buyurup kendisini, 27 Ramezân-ı mubârek 1373 [m. 1953] pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse me’zûn eyledi.



Ömrü boyunca arabî ve farisî tercemeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmışdır. (Hakîkat kitâbevi)nde, 1415 hicrî ve 1995 mîlâdî senesinde, kendi hâzırladığı 62 arabî ve 22 fârisî ve (başta Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye olmak üzere) 14 türkçe ve bunlardan terceme etdirdiği, fransızca, ingilizce, almanca, rusca ve arnavudca ve diğer dillerdeki kitâbların mikdârı yüzden fazladır. Her memlekedden mektûbla istenen kitâbları hergün posta ile göndererek, vehhâbî, râfızî ve teblîg-ı cemâ’at denilen Ehl-i sünnet düşmanlarını rezîl etmişdir.



Hiç kâbiliyyeti, ehliyyeti olmadığını, bütün bu hizmetlerin, seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin tesarrufları ve himmetleri ile ve islâm âlimlerine olan aşırı sevgi ve saygısının bereketi ile olduğunu söylerdi. Hüseyn Hilmî Işık efendi, seyyid Abdülhakîm efendinin sohbetindeki, sözlerindeki lezzeti, başka hiçbir yerde duyamadığını söyler, şimdi en zevkli anlarım, o tatlı günleri hâtırladığım zemanlardır derdi. O zemanları hâtırladıkca, hasretinden, firâk ateşinden burnumun kemikleri sızlıyor der, şu beyti sıksık okurdu:

Zi-hicr-i dositân, hûn şüd derûn-i sîne cân-ı men,
Firâk-ı hem-nişînânan suht, magz-ı istehân-ı men!

Türkçesi:

Sevdiklerimden ayrı kaldığım için, göğsümde, rûhum kan ağlıyor,
Birlikde oturduklarımın ayrılığı, kemiklerimin iliğini yakıyor!

(Çok kitâb okudum. Ehl-i sünnet âlimlerinin yükseklikleri yanında, pek câhil, bir hiç olduğumu anladım. Onları tanıyabilmek, yollarında bulunmak, büyük ni’metdir. Resûlullahın yolu, onların gösterdikleri yoldur. Resûlullahın güzel ahlâkı, onların ahlâkıdır. Dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmak isteyen, o büyüklerin yoluna, ahlâkına sımsıkı sarılsın!) buyururdu.



Hüseyn Hilmî Işık efendi, her sohbetinde İslâm âlimlerinin kitâblarından okur, İmâm-ı Rabbânînin ve Abdülhakîm-i Arvâsînin sözlerinden söyler, gözleri yaşarırdı. (Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest) derdi. Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür demekdir. Abdülhakîm efendinin (Kötülük yapmak için yaratılmış olanın zarar yapdığını görünce niçin şaşıyorsun? Ondan iyilik mi bekliyorun? Ben de senin bu şaşmana şaşıyorum. O, şerr-i mahzdır. Onun kötülük yapması, şaşılacak şey değildir. Onun bir iyilik yapdığını görürsen, o zeman şaş! Nasıl oldu da iyilik yapabildi de!) ve İslâm âlimleri anılınca, (insan onlar idi. Onların yanında biz hiç kalırız. Hâzır olsak, hesâba katılmayız. Gâib olsak, aranmayız) ve (Ben zâyi' oldum!) ve (Yabancı dil bilseydim, çok fâideli olurdum) ve (İslâmın en büyük düşmanı ingilizdir. Bütün ordusu ile, donanması ile, müstemlekelerden topladığı sayısız altınları ile, hâsılı bütün imperatorluk kuvvetleri ile, islâmiyeti yıkmağa çalışmakdadır.) ve (Hassâs, nâzik rûhlu kimse, fabrikadan yeni çıkmış olup, ambalajından kendisinin ayırdığı bir çocuk oturağı içine yemek koyup yiyemez. Onun benzerlerine necâset konulduğunu hâtırlayarak tiksinir. Küfr alâmeti olan şeyleri kullanmak da böyledir. Îmânı kuvvetli, dînine hassâs olan, nasıl övülürse övülsün, onları kullanamaz) ve (İmâm-ı Rabbânînin Mektûbâtını herkes anlıyamaz. (Mektûbât), ne Hâfız-ı Şîrâzînin yazılarına, ne de (Hamse) ye benzer. Biz onu anlamak için değil, bereketlenmek için okuyoruz) ve (Nemâz kılmak, Allahü teâlâya teveccüh etmek demekdir. Dünyâda şer'i şerîfe muvâfık nemâz kılanlara hakâyık münkeşif olur. İlm-i ledünnî ihsân olunur. Bu ilmin yetmişiki derecesi vardır. En aşağısı, yaprakların sayısını bilmek ve Sa'îd ile Şakî olanı ayırmakdır. Bunlar kabrde nemâz kılarlar. O nemâz, kıyâm ve rükû' değildir. Allahü teâlâya teveccüh etmekdir) sözlerini sık sık tekrar ederdi.


26 Ekim 2001 (9 Şa'bân 1422) tarihinde, tedavi gördüğü Türkiye Gazetesi Hastanesi'nde irtihal eylemiş ve Eyüp Sultan'da Kaşgari dergahındaki aile kabristanında defnedilmiştir. Kıymetli insan Abdülhakîm Işık, 25 Mart 2001 (29 Zilhicce 1421)'de vefat etmiş olup, kabri babasının yanındadır.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
HÜSEYN HİLMİ IŞIK “rahmetullahİ teâlâ aleyh”-3



SEYYİD ABDÜLHAKÎM-İ ARVÂSÎ HAZRETLERİNİ TANIMASI:



Hüseyin Hilmi Işık efendi, birgün dersden çıkmış öğle nemâzını kılmak için Bâyezîd câmi'ine girmişti. Kıldıktan sonra kitâbcılar tarafında birinin va'z verdiğini gördü. Oturup dinledi. Bir hoca elindeki ince ve ufak bir kitâba bakarak îmânın altı şartını anlatıyordu. Hep bildiği şeylerdi. Fekat kalkıp başka yere otursaydı, dersi beğenmedi ve gitdi sanarak hoca üzülür düşüncesi ile yerinden kalkmadı. Zâten dinliyen de, üç-beş ihtiyârdı. Hoca dersi çabuk bitirdi. Önündeki bir formalık ince kitâbları gösterek, (Bunlar herkese lâzımdır. Satıyorum alınız) dedi. Hocanın çok fakîr olduğu hâlinden anlaşılıyordu. Kitâb alan kimse olmadı. Hilmî efendi, hocaya acıdı. Bir dâne alıp, bir gence hediye ederim düşüncesi ile (kaç kuruş?) dedi. Yirmibeş kuruş deyince, almadı. Hem yirmibeş kuruşu yokdu. Hem de, küçük kitâbın değeri iki kuruş kadardı. Çünki, para kıymetli idi. İmâm ma'âşı onyedi lira, teğmen aylığı altmışbir lira idi. Kitâbın en çok beş kuruşdan fazla olmasını din adamına yakışdıramadı. (Allah rızâsı için parasız verilir. Haydi nafaka için beş kuruş olsun) diye düşünerek, bu hocayı beğenmedi.



Kalkıp karşı tarafa doğru yürüdü. Bâyezîd meydanı tarafındaki parmaklık içi ve dışı çok kalabalıkdı. Bir mübarek hoca efendi, içerde oturmuş kitâbdan anlatıyordu. Güçlükle gidip, arkasına oturup dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl ziyâret edilir?) anlatıyordu. Hiç bilmediği, çok merâk etdiği şeylerdi. Fekat câmi' içinde ikindi nemâzı kılınmağa başlandı. Hoca da kitâbı kapayıp, (Bu kitâb Allah rızâsı için bu küçük efendiye hediyyem olsun) diyerek arkasına uzatdı. Kalkıp nemâza başladı. Hilmî efendi, bu hocayı dinlerken, hep karşıdaki hocayı düşünüyor. Allah adamı, din kitâbını bedâva verir düşüncesini zihninde tekrârlıyordu. Bu hoca ise, kendisini görmemişdi. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden anlamışdı? Kitâbı alınca, câmi'in boş yerine koşup nemâzını kıldı. Kitâbın kapağında (Râbıta-i şerîfe) ve altında (Abdülhakîm) yazılı idi. Yanındakine sorup, kitâbı verenin Abdülhakîm efendi olduğunu, Cum'a günleri, Eyyûb câmi'inde va'z verdiğini öğrendi. Hemen Bâyezîd kulesine yakın (Bekir ağa bölüğü) denilen binâdaki yerine gitdi. Cum'a gününü bekledi. O zeman her yer Cuma günleri ta'tîl olurdu. Büyük câmi'de hocayı aradı. Göremedi. Sordu. O, başka câmi'de imâmdr. Orada kılıp, buraya gelir. Dışarıda bekler dediler. Dayanamadı. Dışarı çıkdı. Onu, bir kitâbcı sergisinin yanında duruyor gördü. Arkasından yaklaşdı. Sevgi ile hep hocaya bakdı. Kitâbcı (Hoca, ayakda dikilme! Şu iskemleye otur!) dedi. İskemlenin üstü kar ile örtülmüşdü. Oraya oturacak iken, Hilmî efendi, şimşek gibi sıçrayıp (durun, oturmayın!) dedi ve mendili ile karları atdı. Kaputunu çıkarıp, katlayıp, üstüne koydu. (Buyurun, oturun!) dedi. Dönüp ona bakdı. Mubârek yüzü heybetli, kara kaşları, kara gözleri, yuvarlak sakalı, çok güzel, pek sevimli idi. (Kaputunu al!) deyip tahtaya oturdu. Hilmî efendi, buna üzüldü ise de, (Kaputu sırtıma ört!) dedi. Bu emrine sevindi. Cemâ'at câmi'den çıkmağa başlayınca kalkdı. Câmi'in yan tarafındaki küçük kısmına girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup rahle üstündeki kitâbından anlatmaya başladı.



Hüseyn Hilmî efendi, en önde karşısına oturmuş dikkatle dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk etdiği din ve dünyâ bilgilerini zevk ile dinledi. Defîne bulmuş fakîr gbi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini seyyid Abdülhakîm efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyr etmeğe, söylediği, herbiri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeğe dalmış, kendinden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebini, herşeyi unutmuşdu. Kalbinde, tatlı tatlı birşeyler dolaşıyor, sanki, tatlı birşeyle yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri Hüseyn Hilmî efendiyi mest etmiş, (Fenâ) denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen ni'met, sanki bir oturuşda hâsıl olmuşdu. Ne yazık ki, bir sâ'at geçmiş, ders bitmişdi. Bu bir sâ'at, Hüseyn Hilmî efendiye bir an gibi olmuş, tatlı rü'yâdan uyanır gibi, elindeki not defterini cebine koyarak, dışarı çıkmak için kapıda sıraya girmişdi. Ayakkabılarının iplerini bağlarken, birisi eğilip, kulağına (Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasnıdadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!) dedi. Bu çok tatlı, te'sîrli sözü söyliyen kimse, seyyid Abdülhakîm efendi idi.

.................

1359 [m. 1940] senesinde, Hilmî Işık efendi, (Efendim! Evlenmek niyyetindeyim. Ne buyurursunuz?) demiş. (Kimi alacaksın?) buyurmuşlar. (Siz kimi tensîb ederseniz, onu) demiş. (Bu sözün kesin midir?) demişler. (Evet) deyince, (Sana, Ziyâ beğin kerîmesi uygundur) demişler. Hilmî Işık efendi, Ankaraya dönmeden önce, merakdan kurtulmasını isteyince, ertesi gün Ziyâ beği çağırtıp, uzun konuşdukdan sonra, söz alınır. Bir hafta sonra, İstanbula gelerek, mubârek elleri ile nişan yüzüğü takılır. Belediyye kaydından sonra, kendileri, Hanefî ve Şâfi'î mezheblerine göre islâm nikâhı yapar. İki ay sonra düğün olur. Yemekde Hilmî Işık efendiyi yanına oturtur. Yatsıdan sonra kendisi düâ eder. Bir hafta sonra, zevcesi ile yanlarına gitdiklerinde, zevcesine teveccüh buyurarak, (Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin) demişdir.



Hüseyn Hilmî Işık efendi, her fırsatda İstanbula gider. Bu ziyâretleri güçleşince mektûb yazarak gönlünü ferahlatırdı. Abdülhakîm efendi, mubârek el yazısı ile verdiği cevâbların birinde, (Azîz Hilmî! Mektûbunuzun delâlet etdiği âfiyetinize şükrânlarda bulundum. Sedâd'a avâmil okutman pek hoşuma gitdi. Demek ki şehrlerden uzak kalmanızın takdîri boş değildir. Her ikiniz de müstefîd olursunuz... Size ve vâlide ve kardeşlerinize selâmlar ve düâlar ederim. Ara-sıra mektûb yazınız. Ahvâlinizi mufassakın yazınız! Teftîşden sonraki ahvâlinizi serî'an bildiriniz!) yazılıdır.

Başka bir mektûbda (Pekçok sevilen Hilmî ve Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmilin tercemesini güzel yapmış. Demek ki, anlamış. Hilmî istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmilin bir şerhi, bir de mu'rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahv i'tibârîle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça, kıymetden düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız, böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve düâlar ederiz.)

Başka bir mektûbda (Aleyküm selâm! Esnâ-i tilâvet-i Kur'ânda selâm sünnet değildir. Fekat selâm eden olur ise, reddi vâcibdir. Tilâvet esnâsında tilâveti keser. Selâm red eder. Sonra okumağa başlar. Zîrâ tilâvet sünnetdir. Redd-i selâm vâcibdir. Vâcib, sünnet için terk ve te'hîr olunmaz. Evvelce gördüğün ve anladığın gibi oku! Zîrâ, bu hakdan murâd, hurmet demekdir. (Bi-hakk-ı Muhammed "sallallahü aleyhi ve sellem") demek, bi-hurmet-i Muhammed demekdir. (Mevkûfât) sâhibi zan etmiş ki, hak kelimesi, bir hakk-ı şer'î veyâ hakk-ı aklîdir. Öyle murâd olunur ise, öyle olur. Minelkadîm bu düâ böyle okuna gelmişdir. Evet, Allahü teâlâya hiçbir sûretle, hiçbirşey, ne şer'an ve ne de aklen vâcib değildir. Burada hakdan murâd, bu murâd değildir. Belki mütercim yanlış anlamışdır. Azîzim! Senin hâlin gibi, herkes bu derdle derdli, bu hastalık ile hastadır. Böyle olmaz ise, başka sûretle râhatsızlık olur. Âdetullah böyle cârî olmuşdur. Arabî beyt:

(Küllü men telka-hu yeşkü dehrehu.
Yâleyte şa'rî hâzihid-dünyâ limen?)

(Ya'nî her kime rast gelirsen, hâlinden, zemanından şikâyet ediyor.
Âh bilseydim, bu dünyâ kimin malıdır. İyisi yine sensin!)

Başka bir mektubda (Hilmî, mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatınıza şükr etdim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarıyan ve dîn-i islâmda misli te'lîf edilmiş olmıyan (Mektûbât) kitâbını okuyup ba'zısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!...)

İstanbuldan Mamak köyüne gönderilmiş olan bu mektublar, mubârek el yazısı ile, (Yâdigar mektûblar) dosyasında saklanmakdadır.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
MURÂD-I MÜNZAVÎ HAZRETLERİ-1









İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biridir. 1644 (H.1054) senesinde Buhârâ'da doğdu. Seyyid olup, 1719 (H.1132) senesinde İstanbul'da vefât etti.



Âriflerden Mustafa Bekrî şöyle anlatır: "Murâd-ı Münzâvî ile birkaç kere görüştüm. Onun simâsında, yüzünde Allah adamlarının alâmetlerini gördüm. Sâlihleri görmek büyük saâdettir. Murâd-ı Münzâvî, Muhammed Ma'sûm'un bir talebesidir. Şeyh Abdülkerîm Kattân bana, Murâd-ı Münzâvî'nin Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine olan bağlılığından çok bahseder, onunla görüşmeye teşvik ederdi. Hattâ Murâd-ı Münzâvî'yi bir gece rüyâmda üç defâ gördüm."


Mustafa Bekrî şöyle der: "Sohbetinde bulunduğum evliyâdan birisi de hocam Molla Abdürrahîm Hindî'dir. Molla Abdürrahîm, Murâd-ı Münzâvî'ye çok hürmet ederdi.Ona çok bağlıydı. Hattâ, onun ilim ve ameldeki makâmına hayrandı. Molla Abdürrahîm yüksek hâller, dereceler sâhibiydi. Bu sebeble, Murâd-ı Münzâvî'nin derecesini herkesten daha iyi biliyordu. Çünkü o, gözünden mânevî perdelerin kaldırıldığı bir zâttı.



Murâd-ı Münzâvî'nin kabrini ziyâret edenler, orada rûhânî bir zevk ve lezzet duyarlar. Celvetî büyüklerinden İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, Ahidnâme'sinde; "İlâhî aşk sâhiplerine, Murâd-ı Münzâvî'nin kabrini ziyâret etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır." buyurmuştur.



Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki:


Vakti ganîmet bilmek lâzımdır. Vaktin kıymetini bilmemenin âfetlerinden biri nefse hoşgelen isteklerdir. Bütün ayıplar ve kabahatler hevâda toplanır. Fısk, şirk ve küfür gibi. Vaktin kıymetini bilmemenin âfetlerinden biri de lehv ve la'b yâni boş faydasız iştir. Lehv ve la'b öyle bir şeydir ki, kişiyi maksadından alıkor. Kişi lehv ve la'b olan işlerle meşgûl olarak asıl maksadından geri kalır. O halde asıl maksadın dışında kalan her iş lehv ve la'bdır. Biri de abes, lüzumsuz işdir. Abes, insanı maksadından alıkoymaz fakat faydası yoktur. Abesle meşgûl olmak, kişiyi lehv ve la'ba sürükler.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Murâd-ı Münzâvî'nin babası, Semerkand beldesinin Nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makâmın idârecisi) idi. Henüz üç yaşında iken ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı. Tahsîl yaşına gelince; ilim, fazîlet ve kemâl elde etmeye başladı. Keşmîr'e gitti. İlim tahsîline devâm edip, din ve fen bilgilerinde olgunlaştı. Sevenlerinin yardımı ile Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Sonra Hindistan'a gitti. Aklî ve naklî ilimleri, maddî ve mânevî kemâlâtı kendisinde toplayan, yüz kırk bin talebesini vilâyet, velîlik makâmına kavuşturan ve Silsile-i aliyye büyüklerinden olan Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Bir müddet onun yanında kaldı. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi. İcâzet, diploma aldı. Mürşid-i kâmil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zât olarak tekrar Hicaz'a geldi. Hicaz'da üç sene kaldı.Sonra Bağdât'a gitti. Burada büyük zâtları ziyâret etti. Sonra İsfehân'dan Buhârâ'ya gitti. Belh ve Semerkand'daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdât'a gitti. Oradan üçüncü defâ hacca gitti. Sonra Mısır ve Kâhire'ye buradan da Şam'a geçti. Şam çok hoşlarına gittiği için, uzun müddet burada ikâmet etti ve evlendi. Şam'da pek çok kimse ziyâretine gelip kendisinden ilim ve edeb öğrendiler. Şam halkı kendisini çok sever ve çok hürmet ederlerdi. Şöhreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa Hân ona Şam'da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhûrdur. Murâd-ı Münzâvî'nin bereketiyle zâlimler ıslah olup, Şam halkı pek çok zulümden korundu. Her türlü günah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyâçları için vakıflar kurdu. 1681 (H. 1092) senesinde otuz sekiz yaşında iken İstanbul'u teşrif etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabri civârında ikâmet etti. Bu arada dördüncü defâ hacca gitti. Hac dönüşü Şam'a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci defâ Hicaz'a gitti. Bir sene kadar Mekke-i mükerremede kaldı. Tâliblere ilim ve edeb öğretti. 1708 (H. 1120) senesinde ikinci defâ İstanbul'u şereflendirdi. Bu defâ Yavuz Selim'de, Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa'ya gitti. Bir müddet Bursa'da ikâmetten sonra, tekrar İstanbul'a döndü. Eyyûb'de, Reîs-ül-etibbâ Nûh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd Dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretti. Kerâmetleri her tarafa yayıldı. 1719 (H. 1132) senesi Rebîü'l-âhir ayının on ikisinde Salı gecesi İstanbul'da vefât etti. Cenâze namazı Eyüp Sultan Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışında, Munzavî Câmii karşısındaki medresenin dershânesine defnedildi. Bu medrese, Birinci Sultan Mahmûd Hanın devri şeyhülislâmlarından Ahmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. Huzûruna gelenler ne kadar münkir, inat ve inkarda olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki:



"Muhabbet kesbî değil (çalışmakla kazanılmaz) vehbîdir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar."


"Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tâlibe üç şey lâzımdır; taleb, çalışmak, ilim."


"Kul ile Rabbi arasında olan muâmele, henüz sütten yeni kesilmiş mâsum bir çocuk ile annesi arasında olan muâmele gibi olmalıdır. Mâsum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur."


"Allahü teâlâ insanın yüreğine rûh âleminden bir gönül yâni kalb yerleştirmiştir. Bu gönülün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi husûsiyetleri vardır. Meselâ bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O'nu sevmek, rızâsına kavuşmayı arzu etmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yolu olan Resûlullah'a her bakımdan tâbi olmak, O'ndan başka her şeyden alâkayı kesmek, bu geçici dünyâda kalb huzûru içinde vakti Allahü teâlâya ibâdetle geçirmek ve Allahü teâlânın rızâsına muvâfık şekilde konuşmak lâyıktır.


Böyle bir gönüle sâhip olmayan bir kimse, insan sûretinde bir mahlûktur. Böyle bir seâdetten mahrûm olan kimse, kat'î olarak hastadır. Bunun ilâcı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve magfiret etmesi için Allahü teâlâya yalvarmak, kabûlünü, tevfîkini ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü teâlânın ve kulların haklarını ödemek, hak sâhiplerini râzı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne sâhip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat'î karar vermeli, sünnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azîmetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid'at ve ruhsatlardan sakınmalı, her işinde ve her hâlinde Resûl-i ekreme ve O'nun Eshâb-ı kirâmına tâbi olmalıdır."



KALB HUZÛRU


Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki: "Îtikâdda ehl-i hak, yâni Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere bulunup, bilinmesi zarûri olan fıkıh bilgilerini öğrenerek onlara uygun amel etmelidir.


Kalbinde Allahü teâlânın rızâsından başka bir şey bulunmaması için, doğruluk ve ihlâsta kemâl sâhibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde dâimâ Allahü teâlâyı anmalı, bunda aslâ gevşeklik göstermemelidir. Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmalıdır. Allahü teâlâdan başkası hatıra geldikçe istigfâr okumalı, mâsivâdan kurtarması için Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb huzûruna kavuşmaya çalışmalı, zorlama ile de olsa mâsivâyı (Allah'tan başka her şeyi) unutmaya gayret etmelidir. Zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı, böylece gönülde Allahü teâlânın rızâsından başkası kalmamalı, mâsivâyı tamâmen unutmalı, nefsi de benlik dâvâsından kurtarıp, kalb huzûru ve rahatlığı ile kulluğa dâir bütün vazifeleri yapmalıdır. Böylece Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile fânî-fillah ve bâkî-billah olunur ve Allahü teâlânın pekçok feyz ve mârifetlerine kavuşulur.


Bu mertebeye erişebilmek için, nefy ve isbâtı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yâni "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah"ı çok söylemelidir... Mânâsı; hak olan mâbûd yalnız Allahü teâlânın zât-ı pâkidir. O'nun rızâsından başka hakîkî bir maksûd yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın resûlüdür. O'na tâbi olmak vâcibdir. İşte bu Kelime-i tayyibe ile bahsedilen seâdete kavuşulur."



Edirnekapı dışında, Münzevî câmi’i karşısında, birinci sultân Mahmûd hân şeyh-ül-islâmlarından Ahmed Ebül-hayr efendinin kabri yanındaki türbesini ziyâret edenler, mubârek rûhundan feyz almaktadırlar.



Âdâb-ı tarîkatin-nakşibendiyye risâlesi meşhûrdur. El-müfredât-ül-Kur’âniyye tefsîri çok kıymetlidir. Murâd-ı Münzâvî'nin diğer eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) El-Müfredât-il- Kur'âniyye Tefsîri (Çok kıymetli olup, tefsîrler; Arabî, Fârisî ve Türkçe bir aradadır.)

2) Silsilet-üz-Zeheb fis-Sülûki vel-Edeb

3) Risâle fit-Tasavvuf

4) Mektûbât ve Melfûzat (Yazma nüshaları İstanbul kütüphânelerinde vardır.)
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
MEHMED EMİN TOKÂDÎ HAZRETLERİ-1







İstanbul evliyâsının büyüklerinden. 1664 (H.1075) târihinde Tokat'ta doğdu. 1745 (H.1158) târihinde İstanbul'da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Unkapanı'na inen cadde ile Zeyrek Yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesîle ederek, kabri başında yapılan duâ müstecâbdır, makbûldür. Tanıyıp sevenler kabrini ziyâret ederek feyz almakta, murâdlarına kavuşmaktadırlar.

Mehmed Emîn Efendinin alnı açık ve nûrlu, kaşları yay gibi ve araları açık, gözleri iri, parlak ve elâ idi. Burnu düzgün ve doğru, yanakları ne etli ne de zayıftı. Bıyıkları ile kaşları aynıydı. Sakalı yuvarlak ve beyazdı. Uzuvları düzgün, yürüyüşü Resûlullah efendimizin sünnetine uygundu. Konuşması tatlı ve tesirli, sesi gür olup, Dâvûdî idi. Şefkati çok, yetişmiş ve yetiştiren büyük bir mürşid-i kâmildi. Son derece mütevâzi davranır ve hâllerini dâimâ gizlerdi. Talebeleri ile yakından ilgilenir, müşkillerini çözüp, tesellî ve ferahlık verirdi. Meclisinde herkesin anlayışına göre konuşur, her ilmin, her fennin hakîkat ve inceliklerinden de bahsederdi. Kıymetli tefsir kitaplarından söz açınca, kitaba bakmadan ibâreyi aynen okurdu. Buhârî ve Müslim kitaplarındaki hadîs-i şerîfleri de böylece ezberden okurdu.

Hattat Muhammed Râsim Efendi anlatır; "Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır." dedi. Cehennem'e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem'den kurtuluyordu. Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi.Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed'dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; "Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.

Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur." buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum."
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
SÖZ GERİ DÖNMEZ

Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin İstanbul'da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretip saâdete ermeleri için rehberlik yaptığı sıralarda İstanbul'da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil olduğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca, Unkapanı'nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınlarından biri; "İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!" diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldırıp; "Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin." diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; "Kör ol!" dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerinden bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; "Sen hocamıza karşı edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu bilesin." dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapanıp; "Aman efendim kusurumu affedin." diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; "Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir." buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; "Hoş! Şimdi hiç olmazsa bâri bir nebzecik." dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay devamlı göz ağrısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; "Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı olayım." der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.

ASIL MAKSAD

Mehmed Emîn Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurdu:

"Bu âleme niçin gelindiğini, asıl maksadın Allahü teâlâya kulluk olduğunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahı isteyip, dünyâ ve âhiret seâdetine mazhar olmalıdır.

Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, İksir-i âzam (her derde devâ) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.

Bir nefesde iki nîmet vardır. Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, şükür şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez."
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
ABDÜLFETTAH-İ AKRÎ BAĞDÂDÎ HAZRETLERİ



İstanbul'un en yüksek üç evliyâsından biri. İsmi Abdülfettâh-ı Bağdâdî el-Akrî'dir. 1778 (H.1192) senesinde doğdu. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen âlim ve evliyânın en meşhurlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde yetişip olgunlaştı. Onun emriyle İstanbul'a gelip senelerce insanlara hak yolu öğretmek vazîfesiyle meşgul oldu. 1865 (H.1281) senesi Muharrem ayının dokuzuncu Cumâ günü vefât etti. Kabr-i şerîfi Üsküdar'da Eski Vâlide Câmiinden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile SelimiyeBağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki Şeyhül islâm Ârif Hikmet Beyin kabristanındadır.

Abdülfettâh Efendi, küçük yaşta Bağdâd'ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrendi. Çok zeki olup kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Gayret ve devamlı çalışması ile de arkadaşlarının ve hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs bir âlim oldu.

Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh Efendi tasavvuf adı verilen Resûlullah efendimizin mübarek kalbinden çıkıp evliyânın kalplerine gelen bilgilere de sâhib olmak istedi. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine talebe oldu. Bundan sonra hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı.

Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalplere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; "Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım." diye üzülürdü.

Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuz dokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1865 (H.1281) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasiyetini bildirdi. Muharrem'in on dokuzunda Cumâ günü talebelerinin başında okudukları Kur'ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.

Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile Eyüp'te medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) hâriç, İstanbul'un en yüksek üç velîsinden birinin Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri olduğunu bildirdiler. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek'teki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Baba Haydar Semerkandî-1









Anadolu evliyâsından Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında kaynak eserlerde mâlûmât bulunmamaktadır.
Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand'da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul'a geldi.
İstanbul'da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi.
Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: "Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi. Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.
1550 (H. 957) senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:
"Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı." demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:
"Baba Haydar'ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun." diye emir verdi.
Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!
Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:
"Efendimiz, Eyüp'teki BabaHaydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb'e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; "Eyüp'te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp'te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar'ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:
"Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar'ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:
"Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp'ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb'e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb'e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:
"Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca câmide Baba Haydar'ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:
"Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:
"Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar'ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:
"Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:
"Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar'ın yanına giderek:
"Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır." dedi.
Baba Haydar, Sultana; "Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
EMİR AHMED BUHARİ HAZRETLERİ








İstanbul'un büyük velîlerinden. Buhârâlı olup Peygamber efendimizin torunlarındandır. Tasavvuf yolunda yükseldi. İstanbul Fâtih'de yıllarca talebe yetiştirdi. 1516 (H.922) senesinde vefât etti.



Küçük yaşta Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu. Onun hasta kalplere şifâ veren sözleriyle yetişti. Hizmetiyle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu çok severdi. Nerede görse ayağa kalkar, tâzim ve ikramda bulunurdu. Seyyid Ahmed, hocasının bu iltifâtlarına çok mahcub olurdu. Bir gün hocasına; "Muhterem efendim! Bu fakir için gösterdiğiniz hürmet bizi çok üzmektedir." deyince, Ubeydullah-ı Ahrâr ona; "Size nasıl tâzim, hürmet etmeyelim ki? Sizi gördüğümüz zaman iki büyüğün azametini müşâhede etmekteyiz. Biri; sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın neslindensiniz. Diğeri de; Hâce Mahmûd İncirfagnevî ceddinizdir." buyurdu. Seyyid Ahmed-i Buhârî, daha sonra hocasının işâretleri üzerine yine hocasının halîfelerinden Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile berâber Anadolu'ya geldi. Yolda Molla Câmî ile görüşüp sohbet ettiler.



Her taraftan talebeler huzûruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle, talebelerin dünyâya meyilleri azalıyor, hidâyete kavuşarak, âhirete yöneliyorlardı. Talebeleri çoğalınca, Fâtih Câmiinin batısında bir yere mescid ve talebelerin kalacağı bir ev yaptırdı. Orada ders vermeye başladı. Talebesi daha da çoğalınca, Balat'a yakın bir yerde, Galata'ya karşı birçok odalar yaptırdı. Talebeler, orada ikâmet ederek derslerine devâm ettiler.


Talebeleri, huzûrunda çok edepli otururlardı. Dâimâ gösterişten uzak durur, kalben Allahü teâlâyı zikrederlerdi. Seyyid hazretleri, sohbetlerinde hiç dünyâ kelâmı konuşmazdı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, Resûlullah efendimizin mübârek sözlerinden, âlimlerin hallerinden başka şey anlatmazdı. İnsanların kalbinden geçenleri, evliyâlık nûru ile keşfederdi. Çok kimse arzusunu söylemeden cevaplarını alır, tatmin olur giderlerdi.


Seyyid Emîr Buhârî hazretleri, talebelerine, yollarının esaslarını şöyle bildirdi: "1) Ruhsatlardan sakınarak, nefse zor gelenleri yapmak, 2) Dinde Peygamber efendimiz ve dört büyük halîfe devrinde olmadığı halde sonradan çıkarılmış âdet ve uygulamaları, bid'atleri terketmek, 3) Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak, 4) Gösterişten uzak olmak, 5) İnsanlarla ihtiyacı kadar görüşmek, 6) Az konuşmak, az yemek, az uyumak, 7) Geceleri ibâdet etmek, 8) Gündüzleri oruç tutmak."



İYİLEŞEN HASTA
Seyyid Ahmed-i Buhârî'nin dâmâdı Mahmûd Çelebi anlattı: "Oğlum Necmi Çelebi, şiddetli hastalığa yakalandı. Öyle ki, şehrin doktorları ilaç bulmaktan âciz kaldılar. Artık iyi olacağından ümidi kesmiştik. Yakınlarımızdan biri, Ahmed-i Buhârî hazretlerine duâ etmeleri için haber vermiş. Hemen gelip, hastanın yanına oturdular. Hastanın nabzı çok hafif atıyor, ölü gibi yatıyordu. Gözleri de kapalıydı. Seyyid Ahmed-i Buhârî, hastaya teveccüh etmeye, Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Sonra duâ etti. O anda hasta, gözlerini açtı. Emîr Buhârî'yi görünce, hemen doğrulup ellerini öptü. O da hastaya bir tesbîh verip, istigfâr ve tövbe etmesi için emir buyurdu. Hasta bir-iki günden sonra tam olarak sıhhatine kavuştu."



(Not: Kabre ziyaret için girilememekte ve resim çekilmesine dahi izin verilmemektedir.)
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri-1



Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. 1541 (H.948) yılında Şereflikoçhisar'da doğdu. Bursa'da Muhammed Üftâde hazretlerinden feyz aldı. 1598 (H.1007) de Üsküdar'da câmi ve dergâh yaptırdı. 1628 (H.1038)'de vefât etti. Kabri, İstanbul Üsküdar'da kendi dergâhı yanındaki türbesindedir.



Bir gün Üftâde hazretleri talebeleri ile kırlarda sohbet etmişlerdi. Bir ara talebeler etrafa dağılarak herbiri birer demet çiçek topladılar. Hüdâyî Efendi ise elinde kurumuş ve sapı kırılmış bir çiçek olduğu hâlde döndü. Herkes hediyelerini şeyhleri Üftâde hazretlerine takdim etmiş o da kabûl ederek memnuniyetini belirtmiş ve duâlar etmişti.Hüdâyî de hediyesini verince, Üftâde hazretleri:


"Oğlum, arkadaşlarınız demet demet çiçek getirdiler. Siz bize bir tek solmuş çiçeği mi lâyık gördünüz?" buyurdu. Hazret-i Hüdâyî de; "Efendimize ne getirsem azdır. Fakat koparmak için el uzattığım her çiçek Allahü teâlâyı tesbih ediyordu. Bu tesbihi işiterek el çekip hiç birini koparamadım. Ancak kurumuş ve sapının kırılmış olmasından dolayı bu çiçeği tesbihten kesilmiş gördüm. Bu sebeple bunu getirebildim." Azîz Mahmûd Hüdâyî bu cevâbıyla şeyhinin bir kat daha muhabbet ve teveccühünü kazandı. Çünkü Üftâde hazretleri Hüdâyî'ye her zaman; "Evlâdım her zerrede Hakk'ı göreceksin, her zerreye Hak muâmelesi yapacaksın, başka yolu yok, bu böyledir." derdi. Sevinci, talebesinin bu mertebeye ulaşmasından geliyordu.



Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri bir gün Ahmed Hanı ziyârete gitmişti. Pâdişâh; "Efendim! Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, kıyâmet günü talebelerine ve pekçok günahkâr mümine şefâat edeceği hakkında rivâyetler var. Bu rivâyetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz? diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâyî hemen cevap vermedi. Bir müddet murâkabe hâlinde kaldıktan sonra; "Bu söz doğrudur." buyurdu. Sonra Padişâh; "Efendim! Acabâ zât-ı âlinizin bizlere bir vâdiniz ve müjdeniz yok mudur?" diye sorunca, Mahmûd Hüdâyî ellerini kaldırarak: "Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip rûhumuza fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar. Ömürlerinin sonlarında fakîrlik görmesinler. Îmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler." diye duâ eyledi. (Âlimler ve evliyâ bu duânın kabûl olduğunu, bu yola mensup kimselerin hiç denizde boğulmadıklarını ve pekçok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
BİLMİYORUM DEMEK İLMİN YARISIDIR


"Ey oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman az konuş. Sana sorulmayan şeye cevap verme. Bir şey sorulursa cevâbını bilmiyorsan, bilmiyorum de. Bilmediğine, bilmem demek ilmin yarısıdır. Eğer cevâbını biliyorsan, kısa cevap ver. Sözü uzatma. Mecliste bulunanlara imtihân için bir şey sorma. Onlarla münâzara ve münâkaşa etme. Kendini beğenerek en başa, yukarıya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardır. Arkadaşlarına cömertlik et ve iyi muâmelede bulun. Dünyâ sevgisini gönülden çıkar. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak yolunda senin önüne ve yoluna bir şey engel olursa onu terk eyle.


Ey oğul! Dünyâ ve dünyâ nîmeti hayaldir. Gök kubbesi altında hiçbir şey aynı hal üzere kalmaz, hep değişir. Onun için dünyâ malına, makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme. Biz bu dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. Sıkıntın varsa üzülme. Bir an sonra ne olacağımız belli değil."



SULTANLAR RİKÂBINDA YÜRÜSÜN!


Bir gün Sultan Ahmed Han, mürşîdini ziyâret için Üsküdar'a gelmişti. Çarşıdan geçerken, Hüdâyî hazretlerinin alış-veriş ettiğini gördü. Genç Hünkâr bu esnâda attaydı. Derhal atından indi, hocasının elini öptü ve atına binmesi için ricâ etti. Bir müddetHüdâyî hazretleri at sırtında önde ve Pâdişâh da yaya olarak ardınca yürüdüler. Kısa bir süre sonra Mahmûd Hüdâyî dünyâyı titreten koca bir pâdişâhın, arkasında yaya yürümesine râzı olmadı ve; "Sultanım! Sırf hocam Muhammed Üftâde hazretlerinin duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o; "Pâdişâhlar rikâbında yürüsün." diye duâ etmişti." buyurarak atından indi. Ata tekrar Sultan Ahmed Hanı bindirdi.


Sultan Ahmed Hanın bu hâdiseden sonra aşağıdaki beytleri söylediği belirtilir:


"Varımı ben Hakka verdim, gayrı vârım kalmadı.
Cümlesinden el çekip pes dü cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.


Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,
Sâfiyim, buldum safâyı dü cihânım kalmadı.
Ahmedî der, "Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur",
Hamdülillah aşk-ı Haktan gayri vârım kalmadı."
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
YAHYA EFENDİ HAZRETLERİ-1



İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti Beşiktâşî’dir. Aslen Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî, Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan câminin yanında olup, ziyâret mahallidir.

Yahyâ Efendi hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Kânûnî Sultan Süleymân Han sık sık kendisini ziyâret eder nasîhatlerini ister, duâsını alırdı.

Bir gün Yahyâ Efendi hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! Size bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor. Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor? Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana arzedin, haber verin, sorun?” dedi.

Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. Ders yapmadan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine bu mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında, Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı. Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini bildirdi. Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı. Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.

O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram olmuş demektir.” dedi.

Hayretler içinde kalan Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu söylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; “O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur din gayreti, bu mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip ağlatana Allahü teâlânın rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi? Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.” dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona; “Ağabey! Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; “Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
YAHYA EFENDİ HAZRETLERİ-2



OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK?
Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.
 
B

beyaz_ýþýk

Guest
murtezâ efendİ hazretlerİ






İstanbul'da yaşamış Nakşi büyüklerinden. Küçük yaşta gördüğü kuvvetli tahsilden sonra devlet kademelerinde görev yaptı. 1733'de Tophâne Nâzırı, 1734'de Tersâne Emîni oldu. Mekke-i mükerremede bulunduğu sırada Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerine bağlanıp yüksek derecelere kavuştu. 1747'de vefât etmesi üzerine, Eyüp sırtlarında yaptırdığı Kaşgârî, Murtazâ Efendi Dergâhı'na denize bakan duvar içine defnedildi.
***
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri (Râbıta-i şerîfe) kitâbının [1324] hicrî yılında yapılan ikinci baskısının yirminci sahîfesinde diyor ki, (Büyük bir zâtın kabrini ziyâret eden kimse, ona râbıta ederse, ya’nî dünyâ işlerini hiç düşünmeyip, kalbine hiçbirşey getirmeyip, o zâtın rûhunu, his organları ile anlaşılamıyan bir nûr farz ederek, bunu kalbinde bulundurursa, o rûhdan, kendi kalbine birşeyler akmağa başlar. O zâtın feyzlerinden bir feyz ve hâllerinden bir hâl, kendinde hâsıl oluncıya kadar, bu nûru kalbinde saklamalıdır. Çünki, Evliyânın rûhları, feyzlerin kaynağıdır. Kaynağı kalbine koyan, bunun feyzine, ni’metine, bilinmeyen ihsânlarına elbette kavuşur. Rûhu kuvvetlenir, olgunlaşır...)
 
Üst Alt