HÜSEYN HİLMİ IŞIK “rahmetullahİ teâlâ aleyh”-3
SEYYİD ABDÜLHAKÎM-İ ARVÂSÎ HAZRETLERİNİ TANIMASI:
Hüseyin Hilmi Işık efendi, birgün dersden çıkmış öğle nemâzını kılmak için Bâyezîd câmi'ine girmişti. Kıldıktan sonra kitâbcılar tarafında birinin va'z verdiğini gördü. Oturup dinledi. Bir hoca elindeki ince ve ufak bir kitâba bakarak îmânın altı şartını anlatıyordu. Hep bildiği şeylerdi. Fekat kalkıp başka yere otursaydı, dersi beğenmedi ve gitdi sanarak hoca üzülür düşüncesi ile yerinden kalkmadı. Zâten dinliyen de, üç-beş ihtiyârdı. Hoca dersi çabuk bitirdi. Önündeki bir formalık ince kitâbları gösterek, (Bunlar herkese lâzımdır. Satıyorum alınız) dedi. Hocanın çok fakîr olduğu hâlinden anlaşılıyordu. Kitâb alan kimse olmadı. Hilmî efendi, hocaya acıdı. Bir dâne alıp, bir gence hediye ederim düşüncesi ile (kaç kuruş?) dedi. Yirmibeş kuruş deyince, almadı. Hem yirmibeş kuruşu yokdu. Hem de, küçük kitâbın değeri iki kuruş kadardı. Çünki, para kıymetli idi. İmâm ma'âşı onyedi lira, teğmen aylığı altmışbir lira idi. Kitâbın en çok beş kuruşdan fazla olmasını din adamına yakışdıramadı. (Allah rızâsı için parasız verilir. Haydi nafaka için beş kuruş olsun) diye düşünerek, bu hocayı beğenmedi.
Kalkıp karşı tarafa doğru yürüdü. Bâyezîd meydanı tarafındaki parmaklık içi ve dışı çok kalabalıkdı. Bir mübarek hoca efendi, içerde oturmuş kitâbdan anlatıyordu. Güçlükle gidip, arkasına oturup dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl ziyâret edilir?) anlatıyordu. Hiç bilmediği, çok merâk etdiği şeylerdi. Fekat câmi' içinde ikindi nemâzı kılınmağa başlandı. Hoca da kitâbı kapayıp, (Bu kitâb Allah rızâsı için bu küçük efendiye hediyyem olsun) diyerek arkasına uzatdı. Kalkıp nemâza başladı. Hilmî efendi, bu hocayı dinlerken, hep karşıdaki hocayı düşünüyor. Allah adamı, din kitâbını bedâva verir düşüncesini zihninde tekrârlıyordu. Bu hoca ise, kendisini görmemişdi. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden anlamışdı? Kitâbı alınca, câmi'in boş yerine koşup nemâzını kıldı. Kitâbın kapağında (Râbıta-i şerîfe) ve altında (Abdülhakîm) yazılı idi. Yanındakine sorup, kitâbı verenin Abdülhakîm efendi olduğunu, Cum'a günleri, Eyyûb câmi'inde va'z verdiğini öğrendi. Hemen Bâyezîd kulesine yakın (Bekir ağa bölüğü) denilen binâdaki yerine gitdi. Cum'a gününü bekledi. O zeman her yer Cuma günleri ta'tîl olurdu. Büyük câmi'de hocayı aradı. Göremedi. Sordu. O, başka câmi'de imâmdr. Orada kılıp, buraya gelir. Dışarıda bekler dediler. Dayanamadı. Dışarı çıkdı. Onu, bir kitâbcı sergisinin yanında duruyor gördü. Arkasından yaklaşdı. Sevgi ile hep hocaya bakdı. Kitâbcı (Hoca, ayakda dikilme! Şu iskemleye otur!) dedi. İskemlenin üstü kar ile örtülmüşdü. Oraya oturacak iken, Hilmî efendi, şimşek gibi sıçrayıp (durun, oturmayın!) dedi ve mendili ile karları atdı. Kaputunu çıkarıp, katlayıp, üstüne koydu. (Buyurun, oturun!) dedi. Dönüp ona bakdı. Mubârek yüzü heybetli, kara kaşları, kara gözleri, yuvarlak sakalı, çok güzel, pek sevimli idi. (Kaputunu al!) deyip tahtaya oturdu. Hilmî efendi, buna üzüldü ise de, (Kaputu sırtıma ört!) dedi. Bu emrine sevindi. Cemâ'at câmi'den çıkmağa başlayınca kalkdı. Câmi'in yan tarafındaki küçük kısmına girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup rahle üstündeki kitâbından anlatmaya başladı.
Hüseyn Hilmî efendi, en önde karşısına oturmuş dikkatle dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk etdiği din ve dünyâ bilgilerini zevk ile dinledi. Defîne bulmuş fakîr gbi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini seyyid Abdülhakîm efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyr etmeğe, söylediği, herbiri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeğe dalmış, kendinden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebini, herşeyi unutmuşdu. Kalbinde, tatlı tatlı birşeyler dolaşıyor, sanki, tatlı birşeyle yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri Hüseyn Hilmî efendiyi mest etmiş, (Fenâ) denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen ni'met, sanki bir oturuşda hâsıl olmuşdu. Ne yazık ki, bir sâ'at geçmiş, ders bitmişdi. Bu bir sâ'at, Hüseyn Hilmî efendiye bir an gibi olmuş, tatlı rü'yâdan uyanır gibi, elindeki not defterini cebine koyarak, dışarı çıkmak için kapıda sıraya girmişdi. Ayakkabılarının iplerini bağlarken, birisi eğilip, kulağına (Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasnıdadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!) dedi. Bu çok tatlı, te'sîrli sözü söyliyen kimse, seyyid Abdülhakîm efendi idi.
.................
1359 [m. 1940] senesinde, Hilmî Işık efendi, (Efendim! Evlenmek niyyetindeyim. Ne buyurursunuz?) demiş. (Kimi alacaksın?) buyurmuşlar. (Siz kimi tensîb ederseniz, onu) demiş. (Bu sözün kesin midir?) demişler. (Evet) deyince, (Sana, Ziyâ beğin kerîmesi uygundur) demişler. Hilmî Işık efendi, Ankaraya dönmeden önce, merakdan kurtulmasını isteyince, ertesi gün Ziyâ beği çağırtıp, uzun konuşdukdan sonra, söz alınır. Bir hafta sonra, İstanbula gelerek, mubârek elleri ile nişan yüzüğü takılır. Belediyye kaydından sonra, kendileri, Hanefî ve Şâfi'î mezheblerine göre islâm nikâhı yapar. İki ay sonra düğün olur. Yemekde Hilmî Işık efendiyi yanına oturtur. Yatsıdan sonra kendisi düâ eder. Bir hafta sonra, zevcesi ile yanlarına gitdiklerinde, zevcesine teveccüh buyurarak, (Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin) demişdir.
Hüseyn Hilmî Işık efendi, her fırsatda İstanbula gider. Bu ziyâretleri güçleşince mektûb yazarak gönlünü ferahlatırdı. Abdülhakîm efendi, mubârek el yazısı ile verdiği cevâbların birinde, (Azîz Hilmî! Mektûbunuzun delâlet etdiği âfiyetinize şükrânlarda bulundum. Sedâd'a avâmil okutman pek hoşuma gitdi. Demek ki şehrlerden uzak kalmanızın takdîri boş değildir. Her ikiniz de müstefîd olursunuz... Size ve vâlide ve kardeşlerinize selâmlar ve düâlar ederim. Ara-sıra mektûb yazınız. Ahvâlinizi mufassakın yazınız! Teftîşden sonraki ahvâlinizi serî'an bildiriniz!) yazılıdır.
Başka bir mektûbda (Pekçok sevilen Hilmî ve Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmilin tercemesini güzel yapmış. Demek ki, anlamış. Hilmî istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmilin bir şerhi, bir de mu'rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahv i'tibârîle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça, kıymetden düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız, böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve düâlar ederiz.)
Başka bir mektûbda (Aleyküm selâm! Esnâ-i tilâvet-i Kur'ânda selâm sünnet değildir. Fekat selâm eden olur ise, reddi vâcibdir. Tilâvet esnâsında tilâveti keser. Selâm red eder. Sonra okumağa başlar. Zîrâ tilâvet sünnetdir. Redd-i selâm vâcibdir. Vâcib, sünnet için terk ve te'hîr olunmaz. Evvelce gördüğün ve anladığın gibi oku! Zîrâ, bu hakdan murâd, hurmet demekdir. (Bi-hakk-ı Muhammed "sallallahü aleyhi ve sellem") demek, bi-hurmet-i Muhammed demekdir. (Mevkûfât) sâhibi zan etmiş ki, hak kelimesi, bir hakk-ı şer'î veyâ hakk-ı aklîdir. Öyle murâd olunur ise, öyle olur. Minelkadîm bu düâ böyle okuna gelmişdir. Evet, Allahü teâlâya hiçbir sûretle, hiçbirşey, ne şer'an ve ne de aklen vâcib değildir. Burada hakdan murâd, bu murâd değildir. Belki mütercim yanlış anlamışdır. Azîzim! Senin hâlin gibi, herkes bu derdle derdli, bu hastalık ile hastadır. Böyle olmaz ise, başka sûretle râhatsızlık olur. Âdetullah böyle cârî olmuşdur. Arabî beyt:
(Küllü men telka-hu yeşkü dehrehu.
Yâleyte şa'rî hâzihid-dünyâ limen?)
(Ya'nî her kime rast gelirsen, hâlinden, zemanından şikâyet ediyor.
Âh bilseydim, bu dünyâ kimin malıdır. İyisi yine sensin!)
Başka bir mektubda (Hilmî, mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatınıza şükr etdim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarıyan ve dîn-i islâmda misli te'lîf edilmiş olmıyan (Mektûbât) kitâbını okuyup ba'zısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!...)
İstanbuldan Mamak köyüne gönderilmiş olan bu mektublar, mubârek el yazısı ile, (Yâdigar mektûblar) dosyasında saklanmakdadır.