Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ehli Sünnet Alimlerinin şia Hakkinda Ki Görüşleri (alinti)

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şia’ya yapılan suçlamaların çoğu Şia’yı iyi tanımamaktan kaynaklanmaktadır.İnşaallah aşağıda ki Ehl-i Sünnet alimleri tarafından Şia hakkında verilen bilgiler Müslümanların vahdeti,birlik ve beraberliği yönünde etkili olur.Allah'ım bize yardım et.Kafirlere karşı bizi çetin birbirimize karşı ise merhametli et. (amin)

1-Şeyh Muhammed Şeltut fetvasında şöyle diyor:

“İmamiyye İsna Aşeriye mezhebi olarak bilinen Caferi mezhebi’ne göre amel ve onu taklit etmek,Ehl-i Sünnet meshepleri gibi şer’an caizdir.Müslümanların bu mezhebi tanıması ve meshepleri birkaç mesheple sınırlı bilme taassubundan kurtulmaları gerekir.
İslamuna,Yafii,59 ve Mecelle-i Risaletu’l İslam,Mısır basımı,Tarih:Rebiulevvel ayının on ikisi,yıl 1387 h.Kahire

2-Doktor Muhammed Fehham (el Ezher şeyhlerinden)şeyh Şeltut’un fetvasına yazdığı takrizde şöyle diyor:

“Ben ona,ahlakına,ilmine,bilgisinin genişliğine;Arap lügatine,Kuran tefsirine ve Usul-u fıkha olan tasallutuna hayran olanlardanım.O,Şia imamiyye mezhebine göre amel etmenin caiz olduğuna dair fetva vermiştir ve benim,onun verdiği bu fetvayısahih esaslara ve inancıma göre verdiğine dair hiç şüphem yoktur.

Yine bu hususla ilgili şöyle demiştir.

“Yüce Allah’tan alimlere,yücelik dolu anlamı fark eden ve iki sağlam delil olan Kuran ve sünneti esas alması itibari ile Şia imamiyye meshebine göre amel etmenin caiz olduğuna dair hiç çekinmeden fetva veren Şeyh Muhammed Şeltut’un attığı bu adımdan ve gerçekleştirdiği bu fetihten hak islami inançlarda kardeşler arası yakınlaştırmayı pekiştirme yönünde yararlanma başarısı vermesini niyaz ederim.
Fî Sebili’l Vahdeti’l İslamiyye s64

3-Abdurrahman Neccar Mısri(Kahiredeki mescitlerin müdürü)şöyle diyor:

“Biz şimdi de aynen şeyh Şeltut’un verdiği vetvayı savunuyoruz.Bizden imamiyye Şiası hakkında sorulduğunda,halkı dört mesheple kısıtlamıyoruz.Çünkü şeyh Şeltut’da,müçtehit bir imam olup onun görüşü hakkın ta kendisidir.İmamları birer müçtehit olan meshepler konusunda niçin başkalarını tekfirle yetinelim ki?
Fî Sebili’l Vahdeti’l İslamiyye s66

4-Muhammed Gazali(büyük el Ezher şeyhi)şöyle diyor:

Bana göre büyük üstad şeyh Muhammed Şeltut,Müslümanların vahdeti yolunda büyük bir adım atmıştır.Bu fetva,İslam ümmeti arasında ki düşmanlığın sonunda onları,bir bayrak altına gelmeden yok edeceğini söyleyen doğu bilimcilerini yalanlamaktadır.Bana göre bu fetva yolun başlangıcı ve atılan ilk adımdır.
Difaun Ani’l Akaide ve’ş Şeria s257

5-Mısırlı Üstat Ahmed bey(Şeltut ve Ebu Zühre’nin üstadı)şöyle diyor:
“İmamiyye Şiası kesinlikle Allah’a ve Resulüne iman getirir.Kuran ve hz.Peygamberin haber verdiklerine inanırlar.İmamiyye Şiası arasından,geçmişte ve zamanınmızda ,büyük fakihler ve her dalda ve ilimde büyük alimler çıkmıştır.Onlar derin düşünce ve geniş bilgilere sahip olmuşlar.Telifleri yüz binlere ulaşıyor ve o teliflerin bir çoğu hakkında bilgim vardır.
Tarihu’t Teşrii’l İslami

6-Şeyh Muhammed Ebu Zühre şöyle diyor:
“Şianın İslam ümmetinden bir fırka olduğunda hiçbir şüphe yoktur…Yine onların Kuran ve Hz Peygamber’e (saa)mensup hadislere istinat ettiği hususularda da şüphe yoktur.Onlar Ehl-i Sünnet komşularına karşı dürüsttürler ve onlardan uzak kaçmazlar.
Tarihu’l Mezahibi’l İslamiyye s39

7-Üstat Muhammed Sertavi(Ürdün’ün fetva ehli büyüklerinden )şöyle diyor:
“Elbette ben geçmiş Salihlerimizin dediğinin aynısını söylüyorum:İmamiyye Şiası bizim din kardeşlerimizdir ve bizim üzerimizde kardeşlik hakları vardır.
Mecelle-i Risaletu’s Sakaleyn,sayı 72,yıl:1413 h.ks252

8-Üstat Abdulfettah Abdulmaksut şöyle diyor:
“Bana göre Şia,doğru İslam yolunda olan kimselerdir,onlar İslam’ın şeffaf aynasıdırlar.Kim doğru İslam’a bakmak isterse Şia’nın inanç ve amellerini araştırsın.Tarih,Şia’nın İslam inançlarını savunma meydanında verdiği büyük hizmetlerin en iyi tanığıdır.
Fi Sebili’l Vahdeti’l İslamiyye

9-Üstat doktor Hamit Hafni Davut(Mısır büyüklerinden)Allame Askeri’nin Abdullah b.Saba isimli kitabına yazdığı takrizde şöyle diyor:
“İslam tarihinin,ömründen on üç asır geçiyor.Bu müddet içinde alimler Şia aleyhine,duygu ve nefsani heveslere karışık bazı hükümler vermişler.Bu yanlış yol,İslam ümmeti arasında büyük ayrılıklara yol açtı ve yine İslam ümmeti bu fırkanın büyüklerinin sahip olduğu geniş bilgilerden mahrum kaldı.

Şia fırkasına nispet edilen yakışıksız şeyler hususunda şunu bilmen yeterli ki:İmam Cafer-i Sadık(as)Şia fıkhının bayraktarıdır.O Ehl-i Sünnet’in imamı Ebu Hanife ve Ebu Abdullah Malik b.Enes’in üstadı idi.Bu konuda Ebu Hanife şöyle diyor:Eğer o iki yıl olmasaydı Nu’man helak olurdu(O iki yıldan kasıt Ebu Hanife’nin imam Cafer-i Sadık yanındaki iki yıllık talebelik dönemi)Malik b.Enes şöyle diyor:Ben fıkıhta Cafer b.Muhammed’den daha üstününü görmedim.
Abdullah b.Saba c1 s13

10-Üstad Ganimi (Kahire üniversitesinde İslam felsefesi üstadı)şöyle diyor:
“Doğulu ve batılı birçok yazar dünden bugüne Şia hakkında muteber olmayan delillere dayanarak bir çoğu yanlış görüşler vermişlerdir.Halakda bu nispetlerin doğruluğu veya yanlışlığı hakkında kendinden hiçbir soru sormadan,bu görüşleri kendi aralarında yaymışlardır.Şia konusunda yazarların yanlış görüşlerinin kaynağı bilgisizliktir.Onlar Şia kaynaklarına bakmaları gerekirken düşmanların kaynaklarıyla yetinmişlerdir.
Mea Ricali’l Fikr Fi’l Kahire s40

11-Üstat Abdurrahman Bitar (el Ezher’in muasır şeyhlerinden)şöyle diyor:
“Her Müslüman yüce Allah’a yakınlaşmaya çalışırken dört meshebe göre amel edildiği gibi İmam Cafer-i Sadık mezhebine görede amel edilebilir.Bu gurubun,Şiaya saldırmanın caiz olduğu konusunda ilerisürdükleri bir takımihtilafların aslı ve esası yoktur.Hanefi ve Hanbeli mezhebi arasında olan doğal farklar dışında Şii ve diğer mezhepler arasında hiçbir fark yoktur….
Ed Destur dergisi,Kahire basımı 3.yıl
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
DÜŞÜNÜN el Ezher şeyhlerinden)şeyh Şeltut bile şia ya göre amel etmek ca
caizdir diyot.EL EZHER Kİ SÜNNİLİĞİN KALESİ.ARTIK BAŞKA SÖZE NE HACET DEMİ
 

313

New member
Katılım
18 Mar 2006
Mesajlar
297
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bre saskin, bizim hosgörümüz de, sinirlarimiz da vardir. Seni gibi asiri gidenler haric, kardes biliriz ve dua ederiz. Sen ikide birde Eshaba dil uzatarak mi kaynasmaya yardimci olacaksin???
 

313

New member
Katılım
18 Mar 2006
Mesajlar
297
Tepkime puanı
0
Puanları
0
caferi_humeyni' Alıntı:
DÜŞÜNÜN el Ezher şeyhlerinden)şeyh Şeltut bile şia ya göre amel etmek ca
caizdir diyot.EL EZHER Kİ SÜNNİLİĞİN KALESİ.ARTIK BAŞKA SÖZE NE HACET DEMİ

"EL EZHER" reformcularin kalesidir, yalan söyleyip kimseyi kandirma!!!
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yuhh.nerden Cikardin Bunu.ben Yalan Soylemiyorum Bre.biz Kimseye Aşiri Gitmiyoruz.peygamberimizin Sunnetine Uyuyoruz.asil Sen Aşiri Gidiyorsun.muviye Ye R.a Diyorsan Ben Sana Daha Nedeyim.allaah Islah Etsin.
 

313

New member
Katılım
18 Mar 2006
Mesajlar
297
Tepkime puanı
0
Puanları
0
caferi_humeyni' Alıntı:
Yuhh.nerden Cikardin Bunu.ben Yalan Soylemiyorum Bre.biz Kimseye Aşiri Gitmiyoruz.peygamberimizin Sunnetine Uyuyoruz.asil Sen Aşiri Gidiyorsun.muviye Ye R.a Diyorsan Ben Sana Daha Nedeyim.allaah Islah Etsin.

Kendini kandirma sen sünnete uysan, avatarinda ki suretleri kaldirirsin önce, saygisizlik yapiyorsun, 12 Imam r.a. basimizin üstüne ama resim dinimizde yok hele hürmet olarak asmak, putperestlik gibidir...
 

usamebinladin

Mesajlari Onaylanacak
Katılım
15 Haz 2006
Mesajlar
221
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Suffiyun' Alıntı:
Bugün senle bu kadar tartıştık ama bu mesajına imzamı atarım :)


Hz.Ali 'nin olsun Hüseyin'in olsun suretlerini taşıyorlar ne kadar yanlış,kim görmüş kim çekmiş fotoğraflarını da siz benzetiyorsunuz,sevmek putlaştırmak değildir arkadaşlar...
katılıyorum...
+rep
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bu Resimler 12 Imam(r.a) Zamaninda Yaşayan Kişiler Tarafindan çizilmiştir.
 

313

New member
Katılım
18 Mar 2006
Mesajlar
297
Tepkime puanı
0
Puanları
0
caferi_humeyni' Alıntı:
Bu Resimler 12 Imam(r.a) Zamaninda Yaşayan Kişiler Tarafindan çizilmiştir.

Kim cizdiyse cizdi, sence öyle büyük zatlar r.a., resmedilmeyi ister miydi?
 

sunnetehli

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
33
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ezher Şeyhi Dediğin Dümbük Mezhepsizdir Ehli Sünnet değildir Sözü Senet değildir.
 

erbatan

New member
Katılım
4 Nis 2006
Mesajlar
397
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şia’nın Tarihine Dair 6 Soru November 20, 2005
Posted by Emre Şahin in : Devrik Yazılar , trackback
Şiilerin Hz. Peygamber’in ölümünden sonraki olaylar ile ilgili tarihlerini okudum Wikipedia’nın sair maddelerinden. Aklıma aşağıdaki sorular geldi:

Hz. Ali, eğer Hz. Ebubekir’e biat etmeyenlerin -en azından bir kısmının- kendi tarafında olduğunu düşünüyorduysa, neden onların başına geçmek veya sonradan kendi biat ettiği halde onları ikna etmek yolunu seçmedi?
Hz. Ömer’in başından beri tüm istediği Hz. Ali’nin elinden hilafeti almak idiyse, neden onu da Hz. Osman’ı halife seçen 6 kişilik komisyona dahil etti?
Sakife toplantısı Evs ve Hazrec’in düzenlediği ve Hz. Ömer’le, Hz. Ebubekir’in sonradan katıldığı bir toplantı iken, neden sonucundan bu ikisi sorumlu tutuldu?
Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah madem başlarda “Şii” idiler de, neden Hz. Ali’nin hilafeti sırasında Muaviye b. Ebu Süfyan’la beraber hareket ettiler?
Hz. Peygamber’in Veda Haccı’ndan dönerken Gadir Hum’da “Benim mevlası olduğumun, Ali de mevlasıdır” hadisini yüzbinin üzerinde müslüman duydu ve bunu Şiilerin anladığı tarzda anladı da, neden üzerinden fazla zaman geçmeden ölen Hz. Peygamber’in ardından insanlar bir “halife” arama telaşına kapıldılar? Ümmet bu kadar mı ihanet içindeydi?
Hz. Peygamber’in ölümünden önce Üsame b. Zeyd komutasında bir seferi düşünecek hali vardı da, yazılı vasiyet isteğini tekrar edecek zamanı ve hali olmadı mı?

bu sorular alıntıdır...benimle uzaktan yakından alakası yok.sadece bu yazıyı buraya taşıdım...
 

erbatan

New member
Katılım
4 Nis 2006
Mesajlar
397
Tepkime puanı
0
Puanları
0
erbatan' Alıntı:
Şia’nın Tarihine Dair 6 Soru November 20, 2005
Posted by Emre Şahin in : Devrik Yazılar , trackback
Şiilerin Hz. Peygamber’in ölümünden sonraki olaylar ile ilgili tarihlerini okudum Wikipedia’nın sair maddelerinden. Aklıma aşağıdaki sorular geldi:

Hz. Ali, eğer Hz. Ebubekir’e biat etmeyenlerin -en azından bir kısmının- kendi tarafında olduğunu düşünüyorduysa, neden onların başına geçmek veya sonradan kendi biat ettiği halde onları ikna etmek yolunu seçmedi?
Hz. Ömer’in başından beri tüm istediği Hz. Ali’nin elinden hilafeti almak idiyse, neden onu da Hz. Osman’ı halife seçen 6 kişilik komisyona dahil etti?
Sakife toplantısı Evs ve Hazrec’in düzenlediği ve Hz. Ömer’le, Hz. Ebubekir’in sonradan katıldığı bir toplantı iken, neden sonucundan bu ikisi sorumlu tutuldu?
Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah madem başlarda “Şii” idiler de, neden Hz. Ali’nin hilafeti sırasında Muaviye b. Ebu Süfyan’la beraber hareket ettiler?
Hz. Peygamber’in Veda Haccı’ndan dönerken Gadir Hum’da “Benim mevlası olduğumun, Ali de mevlasıdır” hadisini yüzbinin üzerinde müslüman duydu ve bunu Şiilerin anladığı tarzda anladı da, neden üzerinden fazla zaman geçmeden ölen Hz. Peygamber’in ardından insanlar bir “halife” arama telaşına kapıldılar? Ümmet bu kadar mı ihanet içindeydi?
Hz. Peygamber’in ölümünden önce Üsame b. Zeyd komutasında bir seferi düşünecek hali vardı da, yazılı vasiyet isteğini tekrar edecek zamanı ve hali olmadı mı?

bu sorular alıntıdır...benimle uzaktan yakından alakası yok.sadece bu yazıyı buraya taşıdım...
Şia'nın Hz. Alinin ilk halife olması gerektiği iddiasına getirdikleri deliller nelerdir, bu iddialara nasıl cevap verilebilir?

Bu iddialara çeşitli başlıklar altında cevap vermek mümkündür.

1-"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Şayet yapmazsan O'nun risaletini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır."(1)

Ayetin ifadesinde Hz. Alinin hilafetiyle ilgili hiç bir şey yoktur. Şevkaninin de belirttiği gibi, ayet umum ifade etmektedir.(2) Yani, "rabbinden sana ne indirilmişse, hepsini tebliğ et" demektir. Nitekim Hz. Aişe, "her kim 'Muhammed kendisine indirilenlerden bir şey gizledi' derse, yalan söylemiş olur" demiş ve üstteki ayeti okumuştur.(3)

Durum böyle iken, şia bazı zayıf ve uydurma rivayetlere dayanarak, (4) mezkur ayetin Hz. Alinin hilafetini bildirdiğini söyler. Halbuki bu iddialarıyla Hz. Peygamberi görevini tam yapmamakla itham etmektedirler. Zira ayet eğer onların anladığı gibiyse, Hz. Peygamber bunu tebliğ etmeden gitmiş demektir.

2-Hz. Peygamber bir sefere (Süyutinin rivayetinde Tebük seferine) giderken yerine Hz. Aliyi bırakır. Hz. Ali, "Beni kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" deyince Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Benimle Hz. Musa ve Harun misali olmak istemez misin? Ancak şu var ki, benden sonra peygamber yoktur."(5)

Hz. Peygamberin cevabında Hz. Musanın Tura gidiş olayına işaret vardır. Hz. Musa, yerine kardeşi Harunu bırakarak Tura gitmiştir. Hz. Harun da kardeşi Musa gibi bir peygamberdir.

Üstteki rivayetten Hz. Alinin faziletine istidlalde bulunmak son derece makuldür ve buna kimsenin bir itirazı da yoktur. Fakat bu rivayetten "ilk halife Hz. Ali olmalıydı" neticesine varmak zoraki bir yorumdur. Zira Hz. Peygamber sefere giderken Hz. Aliden başkalarını da yerine bırakmıştır. Abdullah b. Ümmi Mektum bunlardan biridir.(6)

3-"Bera b. Azib anlatıyor: "Bir seferde Ğadir-i Hum'da konakladık. Namaza nida olundu... Namazdan sonra Hz. Peygamber Hz. Alinin elini tuttu. "Ben kimin efendisiysem Ali de onun efendisidir. Allahım, ona dost olana dost, düşman olana düşman ol" dedi."(7)

Bu rivayet sahih olarak kabul edilse bile, buradan Hz. Alinin ilk halife olması lüzumunu anlamak mümkün değildir.(8) Çünkü Hz. Ali gerçekten müslümanlar içinde en seçkin kimselerden biridir. Cesaretiyle, Allahın aslanı ünvanını taşır. Şah-ı velayet makamına sahiptir. Bunlar gibi seçkin özellikleri sebebiyle tarih boyunca bütün müslümanların efendisi olmuştur. Alusinin dediği gibi, şayet Hz. Peygamber yerine halife olarak Hz. Aliyi bırakmak istese, "Ey insanlar! Bu, benden sonra idareciniz, emirinizdir. Dinleyin itaat edin" derdi.(9) Böyle bir emir ise, mutlaka yerine getirilirdi. "Anam babam sana feda olsun" diyen sahabelerin, böyle ciddi bir konuda Paygamberin sözünü dinlememeleri elbette düşünülemez. Nitekim, "Benden sonra size Ömeri tavsiye ederim" diyen Hz. Ebubekirin isteği yerine getirilmiş, Müslümanlar Hz. Ömere biat etmişlerdir.(10)

4-Şianın haklılıklarına delil olarak ileri sürdükleri rivayetlerden biri de şudur: "Hz. Peygamber, vefatı öncesi hastalığı ilerlediğinde, "Bana kalem kağıt getirin, size benden sonra sapmamanız için vasiyet yazdırayım" der. Hz. Ömer, "Peygamberin rahatsızlığı şiddetlendi. Allahın Kitabı bize kafidir" deyince ileri geri konuşmalar olur. Hz. Peygamber, "Kalkın yanımdan, der. Benim yanımda niza (çekişmek) yakışmaz."(11)

Şianın iddiasına göre Hz. Peygamber, yerine Hz. Alinin geçmesini yazdırmak istemiş, Hz. Ömer ise buna engel olmuştur.(12) Halbuki, mezkur rivayette asla buna bir delalet yoktur. Rivayeti o tarzda değerlendirmek sadece bir zorlamadır.

5-"De ki: Yaptığım tebliğe karşı ben sizden yakınlık sevgisi dışında bir ücret istemiyorum." (13)

Bir rivayette, ayet nazil olunca Hz. Peygambere "Ya Rasulallah, sevmemiz vacip olan yakınların kimlerdir?" diye sorulmuş, Hz. Peygamber, "Ali, Fatıma ve oğulları" cevabını vermiş.( 14 )

Bu ayet şia tarafından Al-i Beyt sevgisine bir delil olarak zikredilir. Bunu işari bir mana olarak kabul etmek mümkün olmakla beraber, ayetin sarih manasında buna bir delalet yoktur.

İbn-i Abbasa bu ayetten sorulur. Daha cevap vermeden, orada bulunanlardan Said b. Cübeyr, "Al-i Muhammed" deyince, İbn-i Abbas "Acele ettin, der. Çünkü Kureyşin hiçbir ailesi yoktur ki Hz. Peygamberin onlara akrabalık bağı olmasın. Ayetin manası "hiç olmazsa yakınlık hakkını gözetin" demektir."(15)

İbnu Kesir, ayetin yorumunda şu manaya dikkat çeker: "Bana yardım etmiyorsanız, hiç olmazsa aramızda olan akrabalık sebebiyle eziyet etmeyin."(16)

Kendisinin şu yorumu da gerçekten zikre şayan bir incelik arzeder: "Ayetten muradın "Hz. Ali, Fatıma ve oğullarıdır" şeklindeki rivayet senet olarak zayıftır. Ayrıca, sure Mekki surelerdendir. Mekede ise Hz. Fatımanın çocukları yoktu. Hz. Ali ile evlilikleri hicretin ikinci yılında Bedir Savaşı sonrası olmuştur. Ancak bu rivayeti kabul etmemek, Al-i Muhammede sevgi beslememek anlamında değildir. Çünkü onlar temiz bir zürriyetten, fahr, hasep ve nesep noktasında yeryüzündeki en şerefli evden gelmişlerdir."(17)

Fahreddin Razi, "Ehl-i Beytim Nuhun gemisine benzer; binen kurtulur" ve "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız hidayete erersiniz"(18) rivayetlerini nazara verip şu yorumu yapar: "Şimdi biz mükellefiyet denizindeyiz. Şüphe ve şehvet dalgaları bize çarpmaktadır. Denizde yol alan iki şeye muhtaçtır:
1-Sağlam bir gemi.
2-Işık saçan yıldızlar.

İşte, böyle bir gemiye binen ve yıldızlara bakarak yol alanların kurtulma ümidi fazla olur. Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyte muhabbet gemisine binmiş, sahabe yıldızlarına bakarak yol almaktadır." (19)

Ehl-i Sünnetin Ehl-i Beyti sevmeme diye bir problemi yoktur. Her namazın teşehhüdünde onlara dua ederiz ve onları ciddi severiz.(20) Ehl-i Sünnet arasında "Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma..." gibi isimler son derece yaygındır.

Kaynaklar:
1- Maide, 67
2- Şevkani, Muhammed, Fethu'l- Kadir, Daru İhyai't- Türasi'l- Arabi, Beyrut, ts. II, 59. Ayrıca bkz. Kurtubi, VI, 157
3- Buhari, Tefsir, 5/7; Şevkani, II, 59
4- Bkz. Şevkani, II, 59-60
5- Tirmizi, Menakıb, 20; Süyuti, Celaleddin, Tarihu'l Hulefa, Daru'l- Kütübi'l- İlmiyye, Beyrut, 1988, s. 133
6- Bkz. Hamidullah, Muhammed, İslamın Hukuk İlmine Yardımları, İst. 1962, s. 142-143
7-İbnu Hanbel, IV, 281; Süyuti, Tarihu'l- Hulefa, s. 134; Alûsî, VI, 192-193
8-Bkz. Onat, Hasan, Emeviler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, TDV. Yay. Ankara, 1993, s. 24
9-Alûsî, Ebu'l-Fadl, Ruhu'l-Meani, Daru İhyai't-Türasi'l-Arabi, Beyrut, 1985, VI, 195
10-Süyuti, Tarihu'l - Hulefa, s. 62-64
11-Buhari, Merda, 17; Müslim, Vesaya, 22; İbnu Hanbel, I, 325
12-Naim, Ahmet, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Diyanet Yay. Ankara, 1982, I, 108. Ahmet Naim, ilgili rivayetleri burada ve devamında çok güzel bir şekilde tahlil etmektedir. Geniş bilgi için oraya bakılabilir.
13-Şura, 23
14-Beydavî, Kadı, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 362
15-Kurtubi, XVI, 15-16; İbnu Kesir, VII, 187; Süyuti, Dürrü'l- Mensur, Daru'l - Mektebi'l- İlmiyye, Beyrut, 1990, V, 699
16-İbnu Kesir, VII, 187
17-Age. VII, 189
18-Aclûnî, I, 132
19-Razî, XXVII, 167
20-Razî, XXVII, 166
 

erbatan

New member
Katılım
4 Nis 2006
Mesajlar
397
Tepkime puanı
0
Puanları
0
islam ansiklopedisi 'Şia '

Hz. Osmanın şehit edilmesinden sonra İslam aleminde büyük çalkantılar yaşanır. Şam valisi Hz. Muaviye, Hz. Osmanın katilleri bulunana kadar Hz. Aliye biat etmeyeceğini söyler. Gelişen olaylar zinciri sonucunda, müslümanlar arasında Cemel ve Sıffin savaşları olur. Bu savaşlarda binlerce müslüman hayatını kaybeder.

İşte bu çalkantılar, fitneler içinde Hz. Ali yanında yer alanlara, "taraftar" anlamında "şii" denilmiştir. Bu ilk şiilerin (şiay-ı ula) Hz. Ebubekir ve Hz. Ömeri reddetme gibi bir durumları yoktur. Fakat daha sonra şiilik yeni bir boyut kazanarak, ehl-i sünnet ve cemaatten ayrı müstakil bir fırka, hatta fırkalar görünümünü kazanmıştır. Bu fırkalardan bir kısmı Hz. Alinin nübüvvetine, hatta ilahlığına kadar işi götürmüşlerdir. Bunlara ğulat-ı şia denir.

İmamiye şiası "imamet nassla olur" görüşünü kabul eder. Onlara göre, Hz. Alinin ilk halife olması gerekirdi. Fakat bu hak kendisinden gasbedilmiştir. Günümüz şiileri ekseriya bu grupta yer alır.

Zeydiye, şii fırkalarının en mutedilidir. Bunlar Hz. Alinin ilk halife olması gerektiğini söylemekle beraber, diğer üç halifenin hilafetini reddetmezler. "Efdal varken mefdulün imameti caizdir" derler. Ehl-i sünnete en yakın şii fırkası olan Zeydiye, günümüzde Yemende devam etmektedir. (1)

Şiaya göre "imamet halka havale edilecek küçük bir maslahat meselesi olmayıp, bir usül meselesidir, dinin bir rüknüdür. Peygamberin böyle bir meseleden gaflet etmesi veya bunu ümmete havale etmesi caiz değildir. Dolayısıyla Hz. Peygamberden sonra yerine geçecek halife muayyendir ve bu nassla sabittir." (2)

İslam alimlerinin ekserisi ise, bu konuda nass olmadığını söylerler. Bazıları, Hz. Ebubekir hakkında hafi veya celi (gizli veya aşikar) nass olduğunu kabul eder ve Hz. Peygamberin vefatı öncesi namazda Hz. Ebubekiri imam yapmasını buna bir alamet olarak görürler. Şüphesiz bu büyük meselede açık bir nass olsa meşhur olurdu ve Hz. Peygamberin yakınında bulunan sahabelerce bilinirdi. O zaman bu meselede bir tereddütleri kalmaz, ihtilafa düşmezlerdi. (3)

Hz. Alinin ilk halife olması gerektiğini iddia eden şia, bazı nassları buna delil olarak kullanırlar. Mesela,
1-"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Şayet yapmazsan Onun risaletini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır." (4)

Ayetin ifadesinde Hz. Alinin hilafetiyle ilgili hiç bir şey yoktur. Şevkaninin de belirttiği gibi, ayet umum ifade etmektedir. (5) Yani, "rabbinden sana ne indirilmişse, hepsini tebliğ et" demektir. Nitekim Hz. Aişe, "her kim Muhammed kendisine indirilenlerden bir şey gizledi derse, yalan söylemiş olur" demiş ve üstteki ayeti okumuştur. (6)

Durum böyle iken, şia bazı zayıf ve uydurma rivayetlere dayanarak, (7) mezkur ayetin Hz. Alinin hilafetini bildirdiğini söyler. Halbuki bu iddialarıyla Hz. Peygamberi görevini tam yapmamakla itham etmektedirler. Zira ayet eğer onların anladığı gibiyse, Hz. Peygamber bunu tebliğ etmeden gitmiş demektir.

2-Hz. Peygamber bir sefere (Süyutinin rivayetinde Tebük seferine) giderken yerine Hz. Aliyi bırakır. Hz. Ali, "beni kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" deyince Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Benimle Hz. Musa ve Harun misali olmak istemez misin? Ancak şu var ki, benden sonra peygamber yoktur." (8)

Hz. Peygamberin cevabında Hz. Musanın Tura gidiş olayına işaret vardır. Hz. Musa, yerine kardeşi Harunu bırakarak Tura gitmiştir. Hz. Harun da kardeşi Musa gibi bir peygamberdir.

Üstteki rivayetten Hz. Alinin faziletine istidlalde bulunmak son derece makuldür ve buna kimsenin bir itirazı da yoktur. Fakat bu rivayetten "ilk halife Hz. Ali olmalıydı" neticesine varmak tekellüflü bir tevildir. Zira Hz. Peygamber sefere giderken Hz. Aliden başkalarını da yerine bırakmıştır. Âmâ Abdullah b. Ümmi Mektum bunlardan biridir. (8)

3-"Bera b. Azib anlatıyor: "bir seferde ⁄adir-i Humda konakladık. Namaza nida olundu... Namazdan sonra Hz. Peygamber Hz. Alinin elini tuttu. "Ben kimin efendisiysem Ali de onun efendisidir. Allahım, ona dost olana dost, düşman olana düşman ol" dedi." (9)

Bu rivayet sahih olarak kabul edilse bile, buradan Hz. Alinin ilk halife olması lüzumunu anlamak mümkün değildir. (10) Çünkü Hz. Ali gerçekten müslümanlar içinde en seçkin kimselerden biridir. Cesaretiyle, Allahın Arslanı ünvanını taşır. Şah-ı velayet makamına sahiptir. Bunlar gibi seçkin özellikleri sebebiyle tarih boyunca bütün müslümanların efendisi olmuştur. Alusinin dediği gibi, şayet Hz. Peygamber yerine halife olarak Hz. Aliyi bırakmak istese, "ey insanlar! Bu, benden sonra idareciniz, emirinizdir. Dinleyin itaat edin" derdi. (11) Böyle bir emir ise, havada kalmaz, mutlaka yerine getirilirdi. "Anam babam sana feda olsun" diyen sahabilerin, böyle ciddi bir konuda Paygamberin sözünü dinlememeleri elbette düşünülemez. Nitekim, "benden sonra size Ömeri tavsiye ederim" diyen Hz. Ebubekirin isteği yerine getirilmiş, müslümanlar Hz. Ömere biat etmişlerdir. (12)

4-Şianın temessük ettiği rivayetlerden biri de şudur: "Hz. Peygamber, vefatı öncesi hastalığı ilerlediğinde "bana kalem kağıt getirin, size benden sonra sapmamanız için vasiyet yazdırayım" der. Hz. Ömer, "peygamberin rahatsızlığı şiddetlendi. Allahın Kitabı bize kafidir" deyince ileri geri konuşmalar olur. Hz. Peygamber, "kalkın yanımdan, der. Benim yanımda niza (çekişmek) yakışmaz." (13)

Şianın iddiasına göre Hz. Peygamber yerine Hz. Alinin geçmesini yazdırmak istemiş, Hz. Ömer ise buna engel olmuştur. (14) Halbuki, mezkur rivayette asla buna bir delalet yoktur. Rivayeti o tarzda değerlendirmek, tekellüftür, zorlamadır.

5-"De ki: Yaptığım tebliğe karşı ben sizden yakınlık sevgisi dışında bir ücret istemiyorum." (15)

Bir rivayette, ayet nazil olunca Hz. Peygambere "ya Rasulallah, sevmemiz vacip olan yakınların kimlerdir?" diye sorulmuş, Hz. Peygamber, "Ali, Fatıma ve oğulları" cevabını vermiş. (16)

Bu ayet şia tarafından Al-i Beyt sevgisine bir delil olarak zikredilir. Bunu işari bir mana olarak kabul etmek mümkün olmakla beraber, ayetin sarih manasında buna bir delalet yoktur.

İbn-i Abbasa bu ayetten sorulur. Daha cevap vermeden, orada bulunanlardan Said b. Cübeyr, "Al-i Muhammed" deyince, İbn-i Abbas "acele ettin, der. Çünkü Kureyşin hiçbir ailesi yoktur ki Hz. Peygamberin onlara akrabalık bağı olmasın. Ayetin manası "hiç olmazsa yakınlık hakkını gözetin" demektir." (17)

İbnu Kesir, ayetin yorumunda şu manaya dikkat çeker: "Bana yardım etmiyorsanız, hiç olmazsa aramızda olan akrabalık sebebiyle eziyet etmeyin." (18)

Kendisinin şu yorumu da gerçekten zikre şayan bir incelik arz eder: "Ayetten muradın "Hz. Ali, Fatıma ve oğullarıdır" şeklindeki rivayet senet olarak zayıftır. Ayrıca, sure Mekki surelerdendir. Mekkede ise Hz. Fatımanın çocukları yoktu. Hz. Ali ile evlilikleri hicretin ikinci yılında Bedir Savaşı sonrası olmuştur. Ancak bu rivayeti kabul etmemek, Al-i Muhammede sevgi beslememek anlamında değildir. Çünkü onlar temiz bir zürriyetten, fahr, hasep ve nesep noktasında yeryüzündeki en şerefli evden gelmişlerdir." (19)

Fahreddin Razi, "Ehl-i Beytim Nuhun gemisine benzer. Binen kurtulur" ve "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız hidayete erersiniz" (20) rivayetlerini nazara verip şu yorumu yapar:
"Şimdi biz mükellefiyet denizindeyiz. Şüphe ve şehvet dalgaları bize çarpmaktadır. Denizde yol alan iki şeye muhtaçtır:
1-Sağlam bir gemi.
2-Işık saçan yıldızlar.

İşte, böyle bir gemiye binen ve yıldızlara bakarak yol alanların kurtulma ümidi fazla olur. Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyte muhabbet gemisine binmiş, sahabe yıldızlarına bakarak yol almaktadır." (21)

Ehl-i Sünnetin Ehl-i Beyti sevmeme diye bir problemi yoktur. Her namazın teşehhüdünde onlara dua ederiz ve onları ciddi severiz. (22) Ehl-i Sünnet arasında "Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma..." gibi isimler son derece yaygındır.

İmam-ı Şafii bir beytinde şöyle der: "Al-i Muhammedi sevmek şayet rafizilikse, bütün ins ve cin şahit olsun ki, ben rafiziyim." (23)

Fakat Alusinin de dikkat çektiği gibi, insanların çoğu Ehl-i Beyt konusunda ya ifrat veya tefrittedir. Ortası ise, sırat-ı müstakimdir. (24)

Ehl- i Beyt Hz. Peygamberin aile efradıyla ilgili kullanılan bir ifade olup, hane halkı manası taşır. Bu kelime Kuranda iki ayette geçer: Bunlardan birisi Hz. İbrahimin hane halkıyla ilgilidir. (25) İkincisi ise, Hz. Peygamberin hanımlarına hitap eden ayetlerin devamında gelir ve şöyle der:
"Evlerinizde oturun ve evvelki cahiliyye tarzında açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekatı verin. Allaha ve Rasulüne itaat edin.

Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (26)

Hamdi Yazır, ayetin açıklamasında şianın ifrat bir durumuna şöyle dikkat çeker:

"Şia, ayetin mevzuunu teşkil eden ezvac- ı tahiratı (Hz. Peygamberin hanımlarını) dahi hesaba almayarak, Ehl-i Beytin Hz. Peygamberin kendisiyle, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatımadan ibaret olduğunda israr etmek istemişler ve bu yüzden İslam tarihinde çok büyük gürültüler çıkarmışlardır. "Selman Bendendir, ehl-i beytimdendir"(27) hadisiyle özel intisapla Selman-ı Farisi bile Ehl-i Beytten sayıldığı halde, Peygamberle beraber beytutet eden hanımlarının Ehl-i Beytten hariç sayılması ne garip bir taassuptur." (28)

Hz. Peygamber, Ehl-i Beytiyle ilgili bir sözünde şöyle der: "Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız: Allahın Kitabı ve Ehl-i Beytim." (29)

Said Nursi, risalet vazifesi noktasında Ehl-i Beytten muradın Hz. Peygamberin sünnet-i seniyyesi olduğunu söyler. "Çünkü sünnet-i seniyyeye ittibaı terkeden hakiki Al- Beytten olmadığı gibi, Al- Beyte hakiki dost da olamaz." (30)

Hz. Peygamberin, kızı Fatımaya "ey Fatıma! Amelinle kendini ateşten kurtar. Yoksa ben de seni ateşten kurtaramam" şeklindeki hatırlatması unutulmamalıdır. (31) Nitekim, Hz. Nuh ve Hz. Lutun hanımları iman etmedikleri için kurtulamamışlardır. (32) Keza, Nuhun oğullarından biri iman etmeyince, Tufanda boğulanlardan olmuştur. Cenab-ı Hak, Hz. Nuha "o senin ehlinden değildir" der. (33) Şüphesiz bu, nesep itibariyle değil, inanç yönündendir. Peygamber hanımı ve oğlu olmak kurtulmak için yeterli değilse, sadece Al-i Beytten olmakla insanların kurtulacağı elbette iddia edilemez.

Kaynaklar: 1-Bkz. Eşari, Ebul- Hasen, Makalatul- İslamiyyin, Mektebetul- Asriyye, Beyrut, 1990, I, 65-66, 88-89 ve 131; Abdülhamid, İrfan, İslamda İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, Ter. M. Saim Yeprem, Marifet Yay. İst. 1981, s. 16-57; Kılavuz, Saim, İslam Akaidi ve Kelama Giriş, Ensar Neş. İst. 1993, s. 308-311
2-Şehristani, Muhammed b. Abdulkerim, El-Milel ven- Nihal, Tashih ve Talik: Ahmed Fehmi Muhammed, Darul- Kütübil- İlmiyye, Beyrut, 1992, s. 144-145
3-Taftezani, Saduddin, Şerhul-Makasıd, Alemül-Kütüb, Beyrut, 1989, V, 258-259
4-Maide, 67
5-Şevkani, Muhammed, Fethul- Kadir, Daru İhyait- Türasil- Arabi, Beyrut, ts. II, 59. Ayrıca bkz. Kurtubi, VI, 157
6-Buhari, Tefsir, 5/7; Şevkani, II, 59
7-Bkz. Şevkani, II, 59-60
8-Tirmizi, Menakıb, 20; Süyuti, Celaleddin, Tarihul Hulefa, Darul- Kütübil- İlmiyye, Beyrut, 1988, s. 133
9-Bkz. Hamidullah, Muhammed, İslamın Hukuk İlmine Yardımları, İst. 1962, s. 142-143
10-İbnu Hanbel, IV, 281; Süyuti, Tarihul- Hulefa, s. 134; Alûsî, VI, 192-193
11-Bkz. Onat, Hasan, Emeviler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, TDV. Yay. Ankara, 1993, s. 24
12-Alûsî, Ebul-Fadl, Ruhul-Meani, Daru İhyait-Türasil-Arabi, Beyrut, 1985, VI, 195
13-Süyuti, Tarihul - Hulefa, s. 62-64
14-Buhari, Merda, 17; Müslim, Vesaya, 22; İbnu Hanbel, I, 325
15-Naim, Ahmet, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Diyanet Yay. Ankara, 1982, I, 108. Ahmet Naim, ilgili rivayetleri burada ve devamında çok güzel bir şekilde tahlil etmektedir. Geniş bilgi için oraya bakılabilir.
16-Şura, 23
17-Beydâvî, Kadı, Envarut-Tenzil ve Esrarut-Tevil, Darul-Kütübil-İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 362
18-Kurtubi, XVI, 15-16; İbnu Kesir, VII, 187; Süyuti, Dürrül- Mensur, Darul - Mektebil- İlmiyye, Beyrut, 1990, V, 699
19-İbnu Kesir, VII, 187
20-Age. VII, 189
21-Aclûnî, I, 132
22-Râzî, XXVII, 167
23-Râzî, XXVII, 166
24-Alûsî, XXV, 32
25- Hud, 73
26- Ahzab, 33
27- İbnu Hişam, Siretun-Nebeviyye, Daru İhyait-Türasil-Arabi, Beyrut, 1971, III, 224; Hakim, Ebu Abdullah ( Nisaburi) Müstedrek, Matbaatul-İslamiye, Beyrut, II, 416
28- Yazır, Hamdi, Hak Dini Kuran Dili, VI, 3892
29- Tirmizi, Menakıb, 31; İbnu Hanbel, III, 14, 17
30- Nursi, Lemalar, Sözler Yay. İst. 1990, s. 22
31- Müslim, İman, 348
32- Tahrim, 10
33- Hud, 45-46
 

erbatan

New member
Katılım
4 Nis 2006
Mesajlar
397
Tepkime puanı
0
Puanları
0
islam ansiklopedisi 'EHL-İ BEYT'

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ev halkı. Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir. İslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda ehl-i beyt; Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ailesi, Ca'fer, Âkil, Abbâs ve aileleridir. Şia'ya göre ise; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'dir (Sahih-i Müslim, II . 751-752; .IV, 1873).

Rasûlullah (s.a.s.) ile ehl-i beyt'e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 323).

Ehl-i beyt terimi Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzâb sûresindeki şu âyette açıklanmıştır: "Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin;Allah'a ve Peygamber'e itâat edin. Ey Peygamber'in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister" (el-Ahzâb, 33/33). Rasûlullah (s.a.s)'in eşlerinin, diğer bir deyimle mü'minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır. Ayette, "Ey ev halkı" ifadesiyle onlar kastedilmektedir. Çünkü âyetin başında "Ey Peygamber'in hanımları" hitâbı vardır (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân terc. İstanbul 1983, IV, 370). Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır. İbn Abbâs, Urve b. Zübeyr ve İkrime bu âyetteki ehlü'l-beyt lâfzından Hz. Peygâmber (s.â.s)'in hânımlarının kastedildiğini söylemişlerdir.

Hz. Ali ve ailesi de ehl-i beyt'tendir.

Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre: Hz. Peygamber (s.a.s), altı ay boyunca Fâtıma'nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, "Ey ehl-i beyt namaz, namaz..." demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü âyetini okumuştur. Ebû Ammâr'ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur:

''...Rasûlullah (s.a.s.), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi. Her birinin elini kendi eli içine almıştı. İçeri girdi ve Hz. Ali ile Fâtıma'yı önüne oturttu; Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: 'Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister... ' Sonra devamla, 'Allah'ım, bunlar benim ehl-i beytimdir. Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır' diye dua etti." Bu hadis, çeşitli muhaddisler (Ahmed b. Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim...) tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir. Hâdislerde, Rasûlullah (s.a.s.)'in eşleri Ümmü Seleme veya Hz. Âişe'nin, Hz. Peygâmber'e kendilerinin de ehl-i beyt'ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah'ın ona: ''Sen benim için seçilmişsin" buyurduğu nakledilmiştir. Zeyd ibn Erkam, "Rasûlullah (s.a.s.)'in hanımları da ev halkındandır. Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleridir" demiştir. Mevdûdî, Rasûlullah'ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt'ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel, İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz. Âişe, Hz. Enes, Hz. Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur'ân'ın Hz. Peygamber'in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz. Peygamber'in buna ilâveten Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i de dahil ettiğini vurgulamaktadır (Mevdûdi, a.g.e. aynı yer).

Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır. Hatta siâ'nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır. Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler. Sekâleyn hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır (Cemal Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983, 468). Gâdir-i Hum'da Hz. Peygâmber'in ''Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız..." buyurduğu rivâyet edilmiştir. Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm'da söylendiğini yazmaktadır (Ayr. bk. Müslim, Fadâilü's-Sahâbe, 36; Ebd Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâsik, 84; Hâkim, Müstedrek, III, 109; Ahmed b. Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 414).

Hadîsin Müslim'deki Zeyd b. Erkam (ö.68/687) rivâyeti şöyledir. "Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah'a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra, 'Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah'ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah'ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız' buyurdu. Böylece Allah'ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: 'Diğeri de ehl-i beyt'imdir. Ben, ehl-i beyt'im hakkında sizlere Allah'ı hatırlatıyorum' (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere tekrarlâmıştır). (Müslim, Fedâilü's-Sâhâbe, 36; Ayrıca bk. Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc. M. Sofuoğlu İstanbul 1970, VII, 311-314). Zeyd b. Erkâm, ayrıca Hz. Peygamber'in eşlerinin de ehl-i beyt'ten olduğunu, asıl ehl-i beyt'ten kasdın Peygamber'den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca'fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir: "Zekât, Muhammed 'e de Muhammed 'in akrabalarına da gerekmez; o insanların kiridir'' (Müslim, Zekât, 167; Ahmed b. Hanbel, V, 166). "Biz ehl-i beyt 'iz bize zekât helâl değildir" (Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161). Ebû Hureyre'nin Buhârî'deki rivâyetinde de, "Hasan b. Ali-çocukken- zekât hurmalarından bir hurma aldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) atması için 'kaka kaka' dedi. Sonra 'Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz ' buyurdu" ifadesi vardır (Buhâri, Zekât, 57, 60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b. Hanbel, I, 200).

Müctehidlerin Hz. Peygamber'in yakınları ile onlara haram olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır. Ebû Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları'dır demektedir. Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yakınlarının yabancılardan zekât almalarının haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu savunmuşlardır. Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan ve Hz. Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini belirtmektedir. İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay alamayan ehl-i beyt'in darda kalmamaları için zekât almalarının câiz olduğunu söylemiştir. Yûsuf el-Kardâvî buna işaret ederek Âlu Muhammed'in, Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemdeki yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik'in de böyle anladıklarını belirtmektedir. Yine o, Alu Muhammed'in zekât alamazken nâfile sadaka alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha fazla olan nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın tutarlı olmadığını söylemektedir. Hz. Peygamber'in yakınlarına zekât yasağı koyarken, yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir. Bu yasağın kıyâmete kadar devam etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır. Üstelik ganimet ve fey gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek olduğunu savunmaktadır (Kardâvî, Fıkhü's-Zekât, Beyrut 1969, II, 732-733).

Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz. Peygamber'in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm'da önemli bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına, "Allah bana; 'Ey Peygamber, Sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O 'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez' (el-Maide, 5/67) âyetini indirdi" buyurarak, Cebrâil'in şu emri getirdiğini söylemiştir: "Ali b. Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhâlefet eden mel'un, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itâat ediniz. Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam edecektir." Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir: "Mâide sûresinin 67. âyeti Hz,. Ali hakkında nâzil olmuştur'' (Mecmau'l-Beyân, III, 223; Dairetü'l-Maarifü'l-İslâmiyye eş-Şiâ, 37; Vahidi, Esbâbu'n-Nüzûl, 115). Bu ibareler, Şiî kaynaklarda bu şekliyle kaydedilmektedir.

Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah'ın tebliğ etmesi istenen şey Hz. Ali'nin hilâfetidir. Hasan el-Basrî'nin (ö.110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz. Ali'nin velâyeti konusunda Hz. Peygamber'e delil olmasını istemiş, o da 'amcasının oğlunu korudu' diye düşünmesinler niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir... Hz. Peygamber daha sonra "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır" buyurmuştur. İbn Teymiyye bu hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından arzuları ve görüşleri doğrultusunda değiştirildiğini kaydetmektedir (bk. İbn Teymiyye, Minhacü's-Sünne, Gâdir-i Hum). Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet'ten otuz dokuz, Şiâ'dan sekseniki rivâyet yoluyla gelmiştir. Bu kadar çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bunu birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır. Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt'in mâsum olduğunu ve Kur'ân'dan ayrılmazlığı anlamını çıkarmış; bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak gerektiğini, çünkü Hz. Peygamber'in "iki emanet"ten kasdının bu olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i beyt, kıyâmete kadar Kur'ân'ın yanındadır (Muhammed Takiy el-Hakim, Usûlü'l-Fıkhi'l-Mukârin, 167). Sünni alimler ise hadisin lâfzını, "Allah'ın Kitabı ve Râsûlullâh'ın sünneti" şeklinde açıklamaktadırlar (Bk. İbn Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mace, Menasik, 84; Ahmed b. Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader, 3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, V, 214, İbnü'l-Esir, Üsdü'l-dâbe, 111, 307).

Ehl-i beyt'in Kerbelâ* katliamından sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur. Ali Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır (ö.114) Hz. Peygamber'den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır'ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö.148) ehl-i beyt'in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd'in, Hz. Ali'nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye'nin, İbrahim'in, Abdullah b. el-Hasem'in şahâdetlerini görmüştür. Onun zamanında başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt olduklarını öne süren "Dâî" * ler ortaya çıkmış; bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer'i tanrılaştırarak İslâm'dan sapmışlardır.

İslâm tarihinde ehl-i beyt'in Hz. Ali'den sonra tarihte çeşitli aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı bilinen bir husustur. İlmin kapısı olan Hz. Ali'ye ashâb arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını savunanlar vardı; ancak onlar mezhep oluşturmamışlardı. Ebû Zerr, Mikdât b. el-Esved, Câbir b. Abdullah, Ubey b. Kâb, Ebû'l-Tufeyl, Abbas ve çocukları, Ammâr b. Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar arasındadır. Daha sonrâları Hz. Osman zamanında fitneler başlamış, aşın tarafçılık eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt'e büyük bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı nefretini doğurmuştur. Irak'ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur.

Hz. Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer'den yayılmıştır. Hz. Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz. Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: "Ey Irak halkı bizim için Allah'tan korkun. Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz. Biz ev halkıyız. Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, "Ey ehlü'l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister" diye bahsetmiştir."

Şiâ'ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt'den gelen on iki İmam şunlardır: Hz. Ali, Hz. Hasan Hz. Hüseyin, Ali Zeyne'l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi. Ehl-i beyt'in Hz. Ali'den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir.

Hz. Hasan'ın soyundan: Muhammed en-Nefsü'z-Zekiye (145/763), İbrahim, Hüseyin b. Ali (169/785), Muhammed b. Tabat (199/814), Muhammed b. Süleyman (814), Zeyd b. Musa el-Kâzım ve Ali b. Muhammed, İbrahim b. Musa, el-Hasan b. Zeyd (250/864), el-Hüseyin, İsmail b. Yûsuf, Muhammed b. Zeyd, Ahmed b. Muhammed, Hasan b. Ali gibi kimseler gelip ehl-i beyt'in liderliğini yapmış Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir.

Hz. Hüseyin'in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b. Musa el-Kazım, Muhammed b. Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b. Kasım, el-Hasan el-Karkî, Muhsin b. Câfer (404) (Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb) Hz. Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar. Hz. Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz. Hasan soyundan gelenlere Şerif denilmektedir .

Hz. Peygamber'in ehl-i beyt'inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte Nakîbü'l-Eşrâf denilmiştir. Nakîbü'l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta'zimde bulunulmuştur (Ayrıca bk: Ehl-i Sünnet).
 

erbatan

New member
Katılım
4 Nis 2006
Mesajlar
397
Tepkime puanı
0
Puanları
0
islam ansiklopedisi 'ŞÎA '

Hz. Peygamber'in vefatından sonra İmametin Hz. Ali ve evlatlarına ait bir hak olup nass ve tayinle gerçekleşeceğini iddia eden birbirlerinden farklı mezheplerin müşterek adı.

Şîa kelimesi Arapcada şe-ye-a kökünden fırka, bölük, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan ve yardımcı olan manalarına gelen bir kelimedir. Kur'ân-ı Kerîm'de değişik yerlerde geçen bu kelime (bk. el-En'am, 6/65, 159; el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm, 30/32; Sebe, 34/54; el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83) Arapçada daha çok taraftar anlamında kullanılmıştır. Genel olarak halife Osman b. Affan'ın öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b. Ebi Talib tarafını tutan, onunla birlikte düşmanlarına karşı savaşan ve mücadele edenlere Ali b. Ebi Talib'in taraftarları (Şatu Ali b. Ebi Talib) denildiği görülmektedir (eş-Şehristan, el-Milel ve'nNihal, I, 146). Şîa kelimesinin bu manada kullanılışı genel olarak Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da şehid edilişinden sonraya kadar devam etmiştir. Kerbelâ hadisesinden bir süre sonra Şîa kelimesi bir terim olarak Emevilere karşı Hz. Hüseyin'in intikamını almak, Hz. Ali ve soyunun haklarını aramak, onun nesline yardım etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanları ifâde etmeye başlamıştır.

Şîa'nın ne zaman doğduğu konusu oldukça ihtilaflıdır. Şii kaynaklar, Hz. Peygamber zamanında, Ali b. Ebî Talib'i diğer sahabelerden üstün gören ve onu halifeliğe en layık sahabi olarak kabul eden Ebu Zer el-Gıfarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b. el-Esved gibi ashabın ilk şiîler olduğunu, bu bakımdan Şîa'nın Hz. Peygamber devrinde doğduğunu belirtmektedir (bk. En-Nevbaht, Firaku'ş-şîa, Necef 1368, 39-40). Fakat Hz. Ali'yi üstün ve faziletli gören bu grup ile daha sonra mezhep olarak teşekkül etmiş olan Şîa'nın Hz. Peygamberin vefatını takiben, Hz. Ali'nin meşru halife olduğu iddiasıyla doğan tamamen bir siyasi hareket olarak çıktığı iddiası (bk. Bernard Lewis, the Origins of İsmailism, Cambridge 1940, 23 ve Ahmed Emin, Fecrul-İslâm, Kahire 1964, 266 vd.) yanında Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra (bk. J. Wellhausen, el-Havâric ve'ş-Şa, Kahire 1968, 146) veya Hz. Ali'nin halifeliği esnasında özellikle Camel ve Sıffın savaşlarını takiben (bk. İbnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954, 175) yahut Hz. Ali'nin öldürülmesi ve cemaatin Muaviye b. Ebi Süfyan'a beyat etmesi ile doğduğu (bk. Taha Hüseyin, el-Fitnetu'l-Kübra, II, Kahire 1966, 175) ileri sürülür. Bütün bu olaylar Şîa'nın ortaya çıkış zamanını kesin olarak belirtmeseler de olayların hepsinin Şîa'nın gelişmesinde müessir olduğu görülmektedir.

Şîa diger fırkalar gibi, İslâm'da ana bünye diyebileceğimiz cemaatten ayrılarak, yine İslâm içinde ortaya çıkan bir zümreleşme hareketidir. Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber tarafından takdir edilen, yiğitlik, kahramanlık, ilim ve takva gibi şahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir. Onun bu özelliklerinden dolayı bazı sahabîler tarafından beğenilip takdir edilmesi ve üstün görülmesi manevi bir bağlılık ve samimi bir dostluk ifade etmektedir.

Hz. Peygamber'in ashabından bazılarını takdir eden ifâdeler kullanması ve onlara iltifatı düşünüldüğünde sadece Hz. Ali'nin özelliklerini takdir etmediği de görülür. Bütün bunlar dikkate alındığı takdirde Hz. Ali devri de dahil Hulefâyı Raşidin devrinde, dostluk ve sevgi izharı ötesinde bir mezhebî gruplaşma olmadığı anlaşılır. Bu açıdan Şîa'nın Hz. Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir.

Şîa en erken, Hz. Hüseyin'in şehâdetinden sonra siyasî bir eğilim olarak kamuoyu oluşturmaya başlamıştır. Özellikle 65/684 yıllarında ortaya çıkan ve Hz. Hüseyin'in intikamını almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardımsız bıraktıkları için ızdırap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluşturduğu Tevvâbin hareketi, Şîa'nın bir terim haline gelişinin ve İslâm içinde bir kitleleşme hareketinin başlamasının ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir. Tevvâbin hareketinin Emeviler karşısında başarı kazanamaması sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamını almak için ortaya çıkan Hz. Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den doğan oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunan, İslâm tarihinde Mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüşlerle esaslı yankılar uyandıran Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakaf (67/687) gibi kimseler de Hz. Ali'nin neslinin adını kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya çalışmışlardır. Keysaniyye veya Muhtariyye ismi ile ortaya çıkan ve Muhammed b. el-Hanefiye'nin imametinini savunan bu fırka günümüze ulaşmamıştır.

Şia'nın bütün fırkalarında ilk ve ihtilafsız İmam Hz. Ali'dir. Onun ölümünden sonra imamet görevi oğulları Hasan ve Hüseyin'e intikal etti. Hüseyin b. Ali'nin ölümünden sonra imamet oğlu Ali b. Hüseyin Zeynü'lAbidin'e geçti. Emevilere karşı Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunanlar da, onun ölümünden sonra Ali b. Hüseyin'e bağlandılar.

Böylece imamet hemen tamamiyle Hz. Ali'nin, Hz. Hüseyin'den gelen evlâtlarına intikal etmiş oldu.

Kerbelâ'da katliamdan kurtulan Ali b. Hüseyin, Medine'ye intikal ettikten sonra siyasetten tamamen uzaklaşarak ölümüne kadar (95/713) ilimle meşgul oldu ve çevresindeki insanları yetiştirmeye gayret etti. Daha sonra imâmeti devam ettiren büyük oğlu Muhammed el-Bâkır ölümüne kadar (114/733) babasının prensiplerini izleyerek ilmî konularla meşgul oldu ve çevresindeki mensuplarını korumak için siyasetten uzak kalmaya çaba sarfetti. Altıncı İmam Ca'fer es-Sâdık gerçekten alim ve faziletli bir kişidir (bk. Mustafa Öz, "Ca'fer es-Sadık", TDV İslâm Ansiklopedisi, VII, I, 3). Devrinde birçok kimse kendisinden istifâde etmiştir. Bu imamın devrinde, İslâm tarihinde, Hz. Hüseyin'in şehadetinden sonra Emevilere karşı, Ehl-i Beyt adına ilk defa ayaklanan Zeyd b. Zeynü'l-Abidin'dir. Ali b. Hüseyin Zeynü'l-Abidin'in küçük oğlu, Muhammed el-Bâkır'ın kardeşi ve Ca'fer es-Sadık'ın amcası ve akranı olan Zeyd, Emevi halifelerinden Hişam b. Abdulmelik'e karşı Kûfe'de isyan etti. Kendisine bey'at eden onbeşbin kişi ile Hişam'ın Kûfe-Basra (Irakeyn) valisi Yusuf b. Ömer es-Sakafi ile giriştiği savaşta (122/740) başarısızlığa uğradı ve öldürüldü. Zeyd'den sonra fikirlerini sürdüren oğlu Yahya (ö. 125/743) ile Zeydîyye fırkası ortaya çıkmıştır.

Zeyd b. Zeynelâbidin'in ölümünden sonra Carudiyye, Süleymaniyye, Batriyye gibi çeşitli fırkalara ayrılan Zeydîyye mensupları uzun süre dağınık halde kalmışlardır. Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin zayıflamasından faydalanarak Yemen ve Taberistan'da ayaklanarak muhtelif devletler kurmuşlardır. Hazar denizinin güneyinde Taberistan'da kurulan zeydî devleti 305 (917) yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Yemen Zeydîliği ise günümüze kadar varlığını muhafaza edebilmiştir. VI/XII. yüzyıldan itibâren sınırlarını Tihâme'ye kadar genişleten Zeydler daha sonra Osmanlı hakimiyetine girmişlerdir. Günümüzde Yemen'in resmî mezhebi Zeydîyedir. İmâmet konusunda daha mutedil bir yol izleyen bu fırka mensupları büyük günah işleyenler hakkında daha çok Haricilik ve Mutezile'nin tesiri altında bulundukları için bu tip kimselerin tam anlamıyla tevbe etmedikçe Cehennemde ebedi kalacakları görüşündedirler. Fıkıh konusunda genel olarak, Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanefiliğe yakın bir yol izlerler. İsnaaşeriyye'den * farklı olarak mut'a nikahını meşru olarak kabul etmezler (Konu ile ilgili geniş bilgi için bk. Zeydîyye Mad).

Ca'fer es-Sadık'ın imamet devresinde önceleri oğlu İsmail'in kendisine halef olacağını kesin olarak belirtmişken daha sonra bazı sebeplerle onu halifelikten çekti. İsmail babasının sağlığında vefat etti. 148 (765) yılında, Ca'fer es-Sadık'ın ölümü üzerine, İsmail'in taraftarları onun adına oğlu Muhammed b. İsmail'e bey'at ettiler. Böylece Şîa bünyesinde İsmailiyye adı ile anılan yeni bir fırka ortaya çıkmış oldu.

Aşırı bir Şiî mezhebi olan İsmailiyye kuruluşundan itibaren bir buçuk asır süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafından idâre edildi. Basra, Kûfe, İran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Ali b. el-Fadl ve İbn Havşeb, Yemen'de Ebu Said el-Cennâbî ve oğlu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah eş-Şiî ise Kuzey Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular. III/IX. asrın sonuna doğru Suriye'nin Selemiyye şehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden İsmaili imamı Ubeydullah 297 (909) yılında Fatimîler Devletini kurmayı başardı. Kısa zamanda Mısır'ı ele geçiren Fatımler, burada kurdukları müesseselerle yaklaşık üç asır süreyle mezheplerini yaymaya çalıştılar. Fatımî halifelerinden el-Mustansır'ın 487 (1094) yılında ölümü ile birlikte İsmailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola ayrıldı. Doğu ve Batı İsmailiyyesi diyebileceğimiz bu iki koldan birincisi İran'da Hasan Sabbah'ın şahsında büyük bir himayeci bulmuş, özellikle Kazvin yakınında başta Alamut kalesi olmak üzere diğer kalelerde yerleşen Nizarî fedaileri İslâm hükümdar ve devletleri için daima bir korku unsuru olmuşlardır. İsmailiyye'nin bu kolu 1254 yılında Hülagu tarafından, Suriye Nizârleri ise 1273 yılında Sultan Baybars tarafından ortadan kaldırılmıştır. İsmailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kısa bir müddet Mısır'da hâkimiyetini sürdürmüş, daha sonra birbirinden farklı kollara ayrılarak Yemen'e intikal etmiştir. Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler olmak üzere iki kısma bölünmüşlerdir. Müsta'lî İsmailleri Hindistan'da Bohra adıyla anılmaktadırlar.

Hülagu'dan sonra daha çok İran Azerbaycan'ında kalan Nizarî İsmailîler, tasavvufi bir görünüm altında varlıklarını sürdürmüşlerdir. 1718 yılında öldürülen 45. Nizarî imamı Halilullah Şah'tan sonra İran Kaçar sarayında Ağa Han ünvanı ile damat olan 46. İsmailî imamı Hasan Ali Şah'tan itibaren Nizârî imamları Ağa Han ünvanı ile anılmışlardır. Ali Şah ve Sultan Muhammed Şah'dan sonra günümüzdeki Nizârî İsmailîyyenin 49. imamı olan Kerim Ağa Han bu görüşü sürdürmektedir.

Tarih boyunca Batıniyye, Sebiyye, Talimiyye, Melâhide vb. isimlerle anılan İsmâilîyye'nin Behvalar hariç günümüzde ilmî çalışmaları, bir tefsir ve fıkıh sistemleri mevcut değildir. Daha çok ticâretle uğraşan İsmailiyye mensuplarına göre dinin en önemli özelliği imâmettir. İbadetler konusunda diğer Şîa fırkalarından oldukça farklı özellik gösterirler (Geniş bilgi için bk. İsmilyye mad.).

Ca'fer es-Sadık'tan sonra taraftarlarının ekseriyeti oğlu Musa el-Kâzım'a tabi oldular. Harun er-Reşid zamanında isyan edebileceği endişesiyle Medine'den Bağdad'a celbedilen Musa el-Kâzım uzun süre hapis hayatı yaşamıştır. Kendisinin 183 (799) yılında ölümü üzerine imam olan Ali er-Rıza, Abbasi halifelerinden el-Me'mun tarafından Irak'a getirilerek veliahd tayin edilmiş daha sonra 203 (818) yılında zehirlenmek suretiyle öldürülmüştür. Bundan sonraki imamlar sırasıyla Muhammed et-Takî (ö. 220/835), Ali en-Nakî (ö. 254/868), Hasan el-Askerî (ö. 260/873) ve Muhammed el-Mehdi'dir. el-Mehdiyyü'l-Muntazar, Hüccet, Sahibuzzaman lakaplarıyla anılan Sâmarra'da bir mahzende kaybolduğuna, yeniden dünyaya gelip dünyayı ıslâh edeceğine inanılan bu imamla, imamların sayısı onikiye ulaştığı için Şîa'nın bu fırkası İsnaaşeriyye (onikiciler) diye anılır. Ayrıca imameti dinin en önemli rüknü saymaları hasebiyle İmamiyye, güya İmam Ca'fer es-Sadık'ın fıkhını uyguladıklarını iddia etmeleri sebebiyle de Caferiyye diye bilinirler.

İmamiyye bir fırka olarak 260 (873) yılından sonra teessüs etmiştir. Bu bakımdan Zeydiyye ve İsmiliyye'den daha geç oluşmuş bir fırkadır. 12. imamın 260 (873) - 328 (940) yılına kadar süren gaybet devresinde Ebu Amr Osman b. Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b. Ruh ve Ali b. Muhammed gibi sefirler aracılığıyla imamla irtibat kurulduğu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir. 238 (940) yılında son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat kesildiği için günümüze kadar olan devre büyük gaybet devresi olarak adlandırılmaktadır.
 

erbatan

New member
Katılım
4 Nis 2006
Mesajlar
397
Tepkime puanı
0
Puanları
0
dewamı


İmamiyye Şîası gaybet-i kübra yani büyük gaybetin başlamasından itibaren İran'ın resmi mezhebi olduğu 10 (16) asra kadar İslâm dünyasında güçlü bir varlık göstermemiştir. Ancak Safevilerin kurulmasıyla İmamiyye 907 (1501) 1149 (1736-37) yılları arasında kendisini himaye eden bir devlete sahip olmuştur. Şah İsmail devrinden itibaren İran'da camilerde ilk üç halifeye lânet edilmesi kararlaştırılmış, ezana ilaveler yapılmıştır. Safevilerin Şiîlik üzerine kurulu siyaseti ile Sünnilik üzerine kurulu Osmanlı siyaseti arasındaki farklılık sebebiyle Osmanlılarla İran ordusu arasında 1514 yılında cereyan eden Çaldıran savaşında İran ordusunun mağlup olması sonucunda Osmanlı-İran münasebetleri normal mecrasında yürümemiştir. 12/18. yüzyıldan 14/20. yüzyıla kadar sağlanan bir devlet desteği olmadan kendi seyri içinde gelişme kaydeden İmamiyye şîasının temsilcileri olan ulema 1905-6 yıllarındaki anayasa faaliyetlerinde önemli rol oynamışlardır. Kaçar hanedanının 1925 yılında yıkılışından sonra İran'da idareyi ele geçiren Pehleviler devrinde ulema kısmî nüfuz kaybına uğramıştır. Uzun bir hazırlık döneminden sonra Şîa Ayetullah Humeynî'nin çabalarıyla 1979 yılından itibaren İran'da hakim kılınmış ve Şia mezhebin prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul edilmiş bulunmaktadır. Tevhid, nübüvvet, imamet, adl ve mead esaslarını usuluddin olarak kabul eden bu fırka Zeydiyye'den sonraki mutedil bir şii firkası olarak kabul edilir. Bununla beraber İran'ın Şia anlayışına göre yürütüldüğü ve ehl-i sünnete uymadığı bilinmelidir.

Kitap, sünnet, icma ve aklı, şer'i deliller olarak kabul ettiğini söyledikleri halde bazı Ayetleri tevil etmekte ve ehl-i sünnetin kabul ettiği bazı hadisleri de reddetmektedirler. Günümüzde İran, Irak ve Pakistan'da bulunan bu mezhebin mensupları Şîa'nın büyük ekseriyetini teşkil etmektedirler (bk. Ca'feriyye mad).

Bu üç fırkanın ötesinde kendilerini şiî sayan ve fakat mutedil Şîa'nın kendileri ile ilgileri bulunmadığını belirttikleri gulat, galiye yahut aşırı şiî fırkalar vardır. İslâm mezhepler tarihi ile ilgili eserlerde belirtilen Sebeiyye, Beyâniyye, Muğiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi fırkalar Hz. Ali'yi ilâh yahut Allah'ın ona hulûl ettiğini iddia ettikleri için mutedil Şîa tarafından İslâm ve Şîa dışı aşırı cereyan olarak değerlendirilmektedir.

Şîa fırkaları arasında müşterek nokta İmamet esasıdır. Düşüncelerine göre Cenab-ı Hak Hz. Peygamber'i İslâm dinini yaymak için göndermiş, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah'ın dinin neşretmiştir. Hz. Peygamber'in inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfında gerçekleştirdiği ıslah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkması Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Bu sebeple Hz. Peygamber'in faaliyetlerinin boşa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle eş değer olan bir imamet müessesesi gereklidir. İslâm dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduğuna göre bütün zamanlar boyunca, Hz. Peygamber adına dinî konulara çözüm getirecek ve İslâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardır. Bu imamın Hz. Peygamber'in neslinden olması gereklidir. İmamların ilki Ali b. Ebi Talib'dir. O, sadece Hz. Peygamber'in yakını ve damadı olduğu için değil Allah'ın emrinin gereği olarak imam tayin edilmiştir. Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz. Fâtıma'dan olan neslinden devam edecektir. Hz. Peygamber'e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler. İmamların tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasına ve menfaatine tutkun olan insanlar tarafından değil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafından gerçekleştirilir. İmamlar Hz. Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir. Aksi halde onların sözlerine itimad edilemez.

Şîa'nın imamet konusunda böyle düşüncesine rağmen aralarında en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet olduğu söylenebilir. Hemen her imamın ölümünden sonra o imâmın oğulları arasında cereyan eden mücâdelelerde İmam olan kişinin güçlü ve itibarlı olması sebebiyle mi yoksa Allah'ın onu İmam tayin ettiğinden dolayı mı İmam olduğu konusu daima tartışılabilir. Yukarıda İmamet konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan İmamiyye yahut İsnaaşeriyye tarafından benimsenen hususlardır.

İmamet konusunda en mutedil davranan Şiî mezhebi Zeydiyye'dir. Onlar yukarıda belirtildiği gibi, imamın Hz. Peygamber'in kızı Fatıma neslinden gelmesini kabul etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini benimsememektedirler. İmamın vasfen tayin edilmesi gereği üzerinde duran bu fırkaya göre, Hz. Fatıma neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi olması gereken imam, kendini izhar edip imamlığını ilan etmelidir. Takıyye veya mestur imam düşüncesi Zeydiyye'de mevcut değildir.

İsmail b. Ca'fer es-Sâdık'ı imam tanımakla İsmailiyye, nasların bâtınî manası bulunduğunu iddia ettikleri için Batıniyye ve bilginin akıl ve duyularla değil ancak masum imamın öğretmesiyle elde edileceğini iddia ettikleri için Ta'limiyye adını alan bu fırka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtımîler devrinde farklı özellikler göstermiştir. İmamı bilme ve ona bağlanma dinin aslı olduğu, dünya ve ahiret saadetine ancak bu şekilde ulaşılacağı, genel olarak İsmailiyye'nin prensipleri arasında bulunmaktadır. Bu fırka günümüzde imamet konusundaki aşırı düşüncelerini sürdürmektedir. İmametin dışında takıyye, bedâ, rec'at gibi talî esaslar Şîa fırkalarının ekseriyeti tarafından benimsenmektedir.

Günümüzde İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde Şîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasına rağmen %7 - %9 arasında tahmin edilmektedir.

Mustafa ÖZ
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
sünnetehli sen nasıl ezher şeyhine dümbük dersin.terbiyesiz.LÜTFEN EDEPLİ OL.ÇEKEMİYORSUN BİLİYORUM ŞİA YI HAK SAYMASINI.AMA LÜTFEN EDEPLİ PL.BİRGÜN SİZDE KABUL EDECEKSINIZ HAK MEZHEP OLDUĞUNU MERAK ETME.ESKİDEN EZHER ŞEYHİNİN CAFERİLİĞİ HAK KABUL ETMESİ RÜYA GİBİ BİRŞEYDİ.ÇÜNKÜ EZHER SÜNNİLİĞİN KALESİYIDI ESKİDEN.ALLAH SUKURLER OLSUIN DUALARIMIZ SAYESINDE ODA OLDU.
 

erbatan

New member
Katılım
4 Nis 2006
Mesajlar
397
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İSMAİLİYYE

Şianın müfrit ve bâtinî bir kolu. İmamiyyenin Hz. Ali neslinden altına imamı Cafer a-Sadık (148/765)'ın ölümünden sonra büyük oğlu İsmail'in adına ortaya çıkan bir fırka. İsmailliye şiası yedinci imam olarak Cafer es-Sâdık'ın büyük oğlu İsmail'in olduğu görüşündedirler. İmâmîyye'ye göre kesin olarak açıklığa kavuşturulamamış bazı sebepler nedeniyle İsmail'de bulunan görev küçük kardeşi Musa'ya intikal etmiştir. Bu haksızlığın İsmail taraftarlarınca ve özellikle İsmail'in arkadaşı Ebu'l-Hattab (138/755) tarafından "İsmailiyye" adı altında bir fırka teşekkül ettirilmiştir. Zamanla kuvvet kazanan İsmailiyye fırkası prensip ve görüşleriyle, ihtilâlci teşkilat temellerini yine Ebu'l-Hattab'ın oluşturduğu görülür. Bu fırka taraftarları İsmail'in ölümüyle oğlu Muhammed ve Ebu'l-Hattab'dan sonra Meymun el-Kaddâh ve yerine oğlu Abdullah (261/784)'ın geçmesiyle kısa sürede yayılma imkânı buldu. Bunlar aynı zamanda İslâm öncesi eski Ortadoğu, İran ve Hind dinleri ile yeni Eflâtuncu felsefeden derledikleri inanışları ile Bâtınî inanışı denilen bir akîdenin mimarları olmuşlardır.

Irak'ta ortaya çıkışından sonra iki buçuk asır gibi uzun bir süre gizli olarak yürütülen fırka faaliyetleri, bu zaman zarfında dâî (tebliğci) ler aracılığıyla Kûfe, Basra, İran, Yemen, Bahreyn, Kuzey Afrika gibi yerlerde kuruları teşkilat merkezleri aracılığıyla yayılma imkanı buldu. Hatta belli bir müddet Bahreyn'de iktidarı ele geçiren dâiler, Karmatiler* adıyla fazla yasamayan bir devlet kurmayı başarmışlardır. Bir ara Suriye ve Mezopotamya civarlarında çıkardıkları isyanlardan istedikleri sonucu alamadılar (289-294/901-906). Dâîler tarafından bu tür faaliyetler arasında nüfuz kazanmak amacıyla ortaya attıkları "dünyanın kurtuluşu ve sulhu için Mehdinin geleceği" görüşü özellikle iktisaden zayıf ve baskı altında bulunan, Abbâsî yönetiminden hoşnut olmayanlarca benimsenmiştir. Bu zaman zarfında İsmâilîlik mevcut iktidara karşı sosyal ve dini bir güç olarak ortaya çıktı. Özellikle Yemen'den Kuzey Afrika'ya gönderilen tebliğciler (dâi) kendi görüş ve düşüncelerini orada öylesine basarıyla anlattılar ki, "gizli imam" saklandığı yerden çıkarak halkın beklentisini geciktirmedi. Kendine "Mehdi" ünvanı vererek halife ilan eden "Mehdi" sayesinde İsmailîler 297/909 yılında Kuzey Afrika'da Fatumî devletini kurdular. Mehdinin halîfeliği hilâfetinin de başlangıcı olmuştur. Devletin Kuzey Afrika'daki kuruluş döneminden sonra doğuya doğru genişleme siyaseti güderek 363/973 yılında Kahire'ye sahip olan dördüncü Fâtımî halifesi el-Muiz yeryüzünün tek halifesi olduğunu iddia etme yoluna gitmiştir.

Fâtımî hilâfeti en parlak döneminde Mısır, Suriye, Hicaz, Yemen, Kuzey Afrika ve Sicilya gibi toprakları elinde tutuyordu. İsmailiyye fırkası fikrî merkez olarak meşhur el-Ezher Medresesi ve Camiini kullanıyor ve burada yetişen dâîler İslâm dünyasının dört bir yanına tebliğci olarak gönderiliyordu. Söz konusu medresede öğrenim görmüş Fatımî müelliflerinden bazıları şunlardır: Kadı Numan (363/974); Hamidü'd-Din el-Kirmânî 408/1017-1018); el-Şirazî (470/1077) vs..

Mısır Fâtımîlerinin hızla yayılması Selâhaddin Eyyübî'nin 567/1171 tarihinde yaptığı Mısır seferinde onları yenmesiyle yavaşlamıştır. Özellikle İsmailiyye fırkasının el-Mustansır'ın (424-487/1036-1094) uzun halîfeliği döneminden sonra Nizarî ve Musta'lî diye iki kola ayrılmasıyla daha da güç kaybettiği görülür.

İsmaililer arasındaki bu çekişmeler ordu kumandanlarını Mısır Fâtımî devletinde İsmailiyye aleyhtarlığına götürmüş ve kısa zamanda halîfelik askerî sınıfın elinde bir oyuncak halini almıştır. el-Mu'iz zamanında ise tamamen askerî bir hüviyete bürünmüş ve dini hüviyetini kaybetmiş yerel bir Mısır hanedanlığı biçimine dönüşmüştür. Bu tür bir değişiklik fırka taraftarları arasında hoşnutsuzluğa yol açmış ve bunun sonucunda yönetime karşı isyanlar görülmeye başlamıştır. Bu isyanların en büyüğü Ömer Hayyam'ın Nişabur'dan öğrencilik arkadaşı olan aslen İranlı Hasan Sabbah tarafından gerçekleştirilmiştir.

el-Mustansır'ın ölümüyle Nizâr'a bey'at eden Hasan Sabbah ihtilalci fikirleriyle islâm dünyasında Bâtıniye akîdesinin yayıcısı olmuştur. Diğer taraftan Nizar'a bey'at etmeyenler ise Yemen'de azınlık olarak kalmışlar ve Nizarîlerin aksine Müsta'liliği sessiz bir şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Bugün dahi Hindistan'da Bohora (Bohra) adıyla tanınmaktadırlar. Musta'lilerde kendi aralarında Dâvûdî ve Süleymânî olarak bölünmüşlerdir. Davûdîlerin merkezi Hindistan, Süleymanîlerin ise Yemen'dir.

Bohra (Musta'li) lar Bombay, Baroda ve Haydarabat'da teşkilatlanmış 1931'de nüfus olarak ikiyüz onüçbin civarında olduğu tesbit edilmiştir. Hindistan'da yaşayan Barodalar kendi içlerinde yaşamayı tercih ederek Hindlilerle ilişkileri çok sınırlıdır. Bu durumda onların güçlerini yitirmelerini engellemekte ve daima bölünmemiş bir güç olma özelliğini korumalarını sağlamaktadır.

Diğer yandan Yemen'de bulunan Süleymanî Musta'lilerin ise 1930 yılında 25-30 bin civarında bir nüfusa sahip oldukları görülmektedir.

Hasan Sabbah Nizarî İsmâîlîlerin başına geçerek 483/1090 yılında Selçuklu hükümdarı Melikşah'a karşı ayaklanmış, Kazvin'de Alamut kalesini ele geçirerek Bâtinî İsmailiye devletini kurmuştur. Kaynaklara göre Hasan Sabbah Selçuklular arasında Şiilik propagandası yapmaya başlamış ve halkı kendi etrafında toplamaya çalışmıştır. Kendine bağlı bulunan adamlarını uyuşturucu vererek fedâiler yetiştirme yoluna gitmiş ve bunlara Haşhaşîler de denmiştir. Melikşah'ın ciddi bir tehlike olarak gördüğü bu durum karşısında Alamut kalesini kuşatan Kızılsarı! adlı komutan Hasan Sabbah'ı ele geçiremeden Melikşah'ın ölümünden sonra geri dönmüştü. Bu durum İsmailiyye devletinin 654/1256 yılında Moğollar tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar bir devlet olarak varlığını sürdürmesini sağlamıştır.

İsmâîliyye devletini kurarak merkezî bir güce sahip olan bu fırka taraftarları XII. yüzyılda faaliyetlerini Suriye üzerinde yoğunlaştırarak 1070-1079 yıllarında ele geçirdikleri bu topraklar üzerinde açtıkları medreselerle İsmaililiğin yayıcısı olmaya devam etmişlerdir. Hasan Sabbah'ın etrafa saldığı korku Komutanı Hülâgü'nun Alamut kalesini zaptıyla (1256) ve son Alamut hakimi Rukneddin Hürşah'ın teslimiyle nispeten hafiflemiş ancak fırka olarak İran, Suriye ve Orta Asya'da varlıklarını koruyabilmişlerdir. XIV. asırda Nizari imamlar arasında görülen bölünme Suriye ve İran İsmailileri ile aralarındaki ilişkiyi koparmıştır. 1233/1840'da l. Ağahan Hasan Ali Şah'la Hindistan'da yeni bir devreye giren Nizari İsmaililiği lll. Ağahan olan Sultan Muhammed Şah Ali zamanında (1202-1374/1885-1957) büyük gelişme gösterdi.

Bugün IV. Ağahan olan Kerim Şah Ali'nin idaresinde (1374/1957 imamete gelişi) Nizarî İsmâîlîleri yalnız Hindistan'da değil, Avrupa, Asya, Afrika'da 22 ülkede 20 milyon civarındadırlar. Bunlar Suriye, İran ve Afganistan'da çiftçilik; Hindistan, Pakistan ve Doğu Afrika'da ticaret ve sanayii ile uğraşmaktadırlar (bk. Bernard Lewis, İsmaililer, İA, Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, Ankara 1986, s. 130 vd.; Fazlu'r Rahman, İslâm, çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Ankara 1981, s. 220 vd.; İrfan Abdülhamid, İslâm'da itikadî Mezhepler ve Akaid Esasları, çev. M. Saim Yeprem, İstanbul 1981, s. 46 vd.; Suphi es-Sâlih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, çev. İbrahim Sarmış, İstanbul 1981, s. 80 vd.).

Fıkhın ibadet ve muamelelere ait hükümlerinde İsnâ aşeriyye'den pek farklılık göstermeyen İsmaililer, Hacca giderken, Kerbelâyı ziyaret ederler. İsmaililer, bâtini inançlara sahiptirler. Fakat, Batıniliği İsmailiyyenin bir kolu olarak kabul etmek yanlıştır. İsmaililerden Karmat yani, Hamdan b. Karmat b. Eş'as'a tâbi olanlara Karâmıta (Karmatîler) adı verilir. Bunlar hakikatı yalnız imamın bildiğini ve ancak onun bildirmesi (ta'lim) ile gerçeğe ulaşılabileceğini söyledikleri için Ta'limiye adıyla da anılmışlardır. Aynı şekilde, te'vili kabul ettikleri için Müevvile de denmiştir.

İsmailiyye mezhebinin beş esas kaidesi vardır:

a- İmamlık: Sadece İsmail ve onun çocuklarına geçer, başka birisi bu makama sahip olamaz.

b- İmam, yeryüzünde Allah'ın halîfesidir. Bu halife Allah'ın nurunu özünde toplamıştır. Bu sebeble Allah'ın imamda zuhûr ettiğine inanmak din ve imana ait bir değer taşır.

c- İmamlık makamında bulunan kişinin her sözü ilâhî bir emir niteliğine sahiptir.

d- İmamların yaptığı her şey haktır. Onlar yanılmazlar, suç işlemezler, bu bakımdan, masumdurlar.

e- Din ve iman bu mezhebe inanmakla mümkün olur. Dine bağlanmak imam'a tâbi olmayı kesinlikle gerekli kılar.

İsmailiyye mezhebine göre imamlık gizlidir. Onun için gerçek imamın kim olduğunu bilmek kolay değildir. Gizli kalan imamlık, Hz. Muhammed'in peygamber oluşundan sonra ortaya çıktı. İnsanlık tarihi boyunca gizli kalan, insanlara görünmeyen Hz. Muhammed'in peygamberliğiyle ortaya çıkan gerçek imam Hz. Ali'dir. İmamlık Hz. Ali'den sonra onun nesline geçti. Cafer-i Sadık'ın büyük oğlu saklandı, gözlere görünmez oldu. İmamlar ondan sonra yeniden ortaya çıktı ve göründü (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, İstanbul 1339, I, 161).

İsmailîlerde "yedi imam" inancı değişmez bir akidedir. Bu da onlara göre yedi sayısının mübarek oluşundan kaynaklanır. Yedi gezegen, yedi kat sema, birer mübarek oluş belirtisidir. Bütün sırları yedinci imam bilir ve bu sırlara bâtini mana adı verilir.

İsmailiyye mezhebinin sonraki dönemlerde en çok dikkat çeken temsilcisi, efsanevî bir şahsiyete sahip olan Hasan Sabbah'tır.

Naci YENGİN

Necip TAYLAN
 

erbatan

New member
Katılım
4 Nis 2006
Mesajlar
397
Tepkime puanı
0
Puanları
0
caferi_humeyni' Alıntı:
sünnetehli sen nasıl ezher şeyhine dümbük dersin.terbiyesiz.LÜTFEN EDEPLİ OL.ÇEKEMİYORSUN BİLİYORUM ŞİA YI HAK SAYMASINI.AMA LÜTFEN EDEPLİ PL.BİRGÜN SİZDE KABUL EDECEKSINIZ HAK MEZHEP OLDUĞUNU MERAK ETME.ESKİDEN EZHER ŞEYHİNİN CAFERİLİĞİ HAK KABUL ETMESİ RÜYA GİBİ BİRŞEYDİ.ÇÜNKÜ EZHER SÜNNİLİĞİN KALESİYIDI ESKİDEN.ALLAH SUKURLER OLSUIN DUALARIMIZ SAYESINDE ODA OLDU.
Edit by Aysegul
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ya Ezher şia Yi Hak Kabul Etti Diye Hemen Dümbük Oldu Demi.el-insaf Ya.bu Kadar Da Düşmanlik Olmaz.ayip Ya.unutma Ki Ezher Butun Dunyanin Sayginliğini Kazanmiş Bir Kurum.allah Islah Etsin Seni
 
Üst Alt