Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dinler arası diyalog

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Selamünaleyküm
Bu siteye yeni dahil oldum. İnşaallah hayırlar okur, hayırlar yazarız.
Daha önce müteala edilmiş bir mevzu olabilir ama ben bulamadım. "Dinler arası diyalog" tan kasıt ve amacın ne olduğunu bilenlerin fikirlerini öğrenmek isterim.Selamlar
 

HaKYoLCusU

New member
Katılım
3 Ağu 2007
Mesajlar
14
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Gerçekten birşeyler yazmak isterdim ama söylemlerim çarpıtılıp Allaha şirk koşmakla bile suçlanıyorum o yüzden bir şey söylemeyeceğim.Selamun Aleyküm
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Dinlerarası Diyalog


Bu başlık üzerine konuşan ve yazanlar -ki, AB ile ilişkiler yüzünden son
günlerde konu daha sık ele alınır olmuştur- içinde bilenler ve bilmeyenler,
iyi niyetli olanlar ve olmayanlar var. Bilmeden konuşulur mu demeyin,
Türkiye'de konuşuluyor ve pek de ayıplanmıyor. Bu işin iyi niyetle ne
alakası var diye sorabilirsiniz; şöyle bir alakası var: Bir gurup bir başka
gurup hakkında iyi düşünmüyor, arada rekabet, hatta adavet var; bu yüzden
karşılıklı veya tek taraflı olarak öküzün altında buzağı aranıyor,
yakıştırma ve abartmalar yapılıyor, tahminler ve vehimler birer gerçekmiş
gibi ortaya atılıyor, karşı tarafa mal ediliyor ve bütün bunlardan bir sonuç
alınmak isteniyor: Karşı tarafı yıpratmak, üzerine kuşku bulutlarını çekmek,
mümkün olursa haritadan silmek.


Dünyanın şurasında burasında bu isim altında toplantı yapanları da aynı kaba
koymak mümkün değildir; iyi niyetli ve samimi olanlar yanında istismarcılar,
komplocular, kötü maksatla kullanıcılar da vardır.

Pek azına olsa da, ben de bu çeşit toplantılara katıldım. Bunlardan biri,
bir yıl kadar önce Avustralya'da yapılmıştı; dört müslüman ile çeşitli
oturumlarda sayıları değişen hristiyan din ve ilim adamları vardı. Tebliğler
sunuldu, müzakereler yapıldı, bazı sonuçlar ede edildi. Bunların arasında
İslam'a aykırı olan bir sonuç yoktu; biz dinimizi anlattık, onlar da
dinlerini anlattılar; biz tevhidden asla taviz vermedik, ama onlar teslisten
(Allah hakkında şirke varan "baba-oğul-ruhulkudüs üçlemesinden") hayli taviz
verdiler; "Allah'ı bir bildiklerini, diğerlerinin O'nun sıfatları gibi
olduğunu açıkça söyleyenleri" oldu. Bu arada aslı vahye dayanan dinlerin
mensupları olarak dünyanın, ortak olarak benimsediğimiz problemleri ile
savaşmak, bunları çözmek ve durumu iyileştirmek için ortak gayret sarfetmek
gerektiğinin altı çizildi. Toplantının adı üzerinde de duruldu, "diyalog
dinler arasında değil, dine inananlar arasında olur" denildiği için, "dinler
arası" veya "İslam-Hristiyanlık diyalogu" yerine, "Müslüman-Hristiyan
diyalogu" ismi tercih edildi.

Son yıllarda dinler arası diyalog toplantılarını daha çok belli bir cemaatin
mensupları yürüttüğü için işin geçmişini bilmeyenlere, bu faaliyette kötü
bir niyet bulunduğu zannı verilmeye çalışıldı. Aynı cemaat Abant
toplantılarını da tertip ediyordu ve buraya yalnızca bir dine inananları
veya ilahiyatçıları değil, ülkenin kanaat önderlerini, kamu oyunu etkileyen
ve önde gelen düşünür ve yazarları, bunların dine inananlarını ve
inanmayanlarını -her yıl listeyi değiştirip daha çok ve çeşitli katılımcı
çağırarak- toplantıları sürdürüyordu. Son yılda yurtdışına da taşarak ABD ve
Brüksel'de Abant platformlarının benzerlerini tertiplediler. Bu faaliyetin
de altında çapanoğlu arayanlar oldu, oluyor. Benim bizzat şahit olduğum
gerçek odur ki, tertip heyeti her defasında şunu tekrarladı: "Biz başlattık;
istedik ki, kavga yerine barış, kaos yerine düzen ve huzur, güvensizlik
yerine güven, birbirini anlamamak ve dinlememek yerine anlamak ve dinlemek;
paylaştığımız tek ülke ve tek dünyada bütün insanların zarar gördüğü
olumsuzluklar yerine bazı olumlu gelişmeler.. olsun! Sizler isterseniz biz
size hizmet etmeye devam ederiz; ama başka bir gurup, heyet, sivil toplum
örgütü bu işi üstlenirse memnun ve yardımcı oluruz." Ama bu işe sahip çıkan
bulunamadı, hizmet yine aynı heyetin omzunda kaldı.

"Peki bunların hiç menfaatleri yok mudur?" diye bir soru sorulabilir. Bunu
toplantılarda da soranlar, hatta "Siz de kendinizi meşrulaştırmak ve
bizlerden destek almak için bu toplantıları yapıyorsunuz" diyenler oldu.
Bunu diyenleri de dışlamadılar, bir sonraki yıl tekrar çağırdıkları da oldu.
Ben bu konuda şunu söylemeyi uygun görüyorum: Bir insan veya bir gurup bir
faaliyeti yaparken kendileri ve başkaları için bir takım amaçları ve
beklentileri olur, bu tabiidir; önemli olan meşruiyet ve fayda-zarar
dengesidir. Bu ikisini değerlendirmek de katılımcılara düşer; kimse kimseyi
zorlamıyor.

Farklı inanç, dünya görüşü ve hayat tarzına sahip fertler ve guruplar
arasında yapılan buluşma ve görüşmelerin birden fazla amacı vardır;
bunlardan bazıları da şunlar olabilir: 1. Birbirlerini tanımak, doğru bilgi
sahibi olmak, 2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına
insan kazanmak, 3. Guruplar arasında veya bütün dünyada mevcut ortak
problemlerin bir kısmını çözmek, bütün taraflar için faydalı olacak bazı
eylemlerde işbirliği yapmak...

Yukarıda sıralanan amaçların biri veya birkaçını sağlamak üzere yapılan
diyaloglar (buluşmalar, görüşmeler, tartışmalar, ortak teşebbüsler ve
eylemler) oldukça eski zamanlardan beri yapılmıştır. Müslümanların katıldığı
diyaloglar ise daha Hz. Peygamber zamanında başlamıştır. Sevgili
Peygamberimiz (s.a.) en önemli görevi olan tebliği yapabilmek için zorunlu
olan diyalogu kullanmış, ötekilerle ya bizzat veya mektupları ve ashabı
vasıtasıyla temas kurmuş, onları önce İslam'a, bu olmazsa sulha ve
antlaşmaya, bazı konularda işbirliğine davet etmiş, gerektiği zaman
temsilcilerle tartışmıştır. Burada iki örnekle yetineceğim:

a) Yerim dar olduğu için özetleyeceğim bu olayı daha geniş olarak şu eserden
okuyabilirsiniz: M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 863. paragraf vd.


Babası cömertlik ve asaletle ün salmış olan hristiyan Adiy b. Hâtim, Mekke
fethinden sonra kendi bölgesine yapılacak müslüman akımından korkarak,
kızkardeşini de yanına alamadan Suriye'ye kaçıyor, bölgesi müslümanların
eline geçiyor, kızkardeşi de esir alınarak Medîne'ye getiriliyor. Kadın,
kardeşinin şerefsiz davranışından şikayet ederek Peygamberimizden merhamet
diliyor; o da hem kadını serbest bırakıyor, hem de istediği yere gidebilmesi
için binek ve azık veriyor. Kadın Suriye'de kardeşini buluyor; önce
hırpalıyor, sonra da Medine'ye giderek Hz. Pygamberle görüşmesini tavsiye
diyor ve şöyle diyor: "Muhammed gerçekten Allah'ın Resulü ise onu kim daha
önce kabul ederse daha çok övgüye layık olur. Sıradan bir hükümdar ise, ona
biat etmek ve teslim olmak sana bir noksanlık getirmez, ne isen o
kalırsın..." Adiy bu tavsiyeye uyarak Medine'ye gelir; mescidde, ashabının
arasında, onlardan biri gibi oturur bulduğu Peygamberimiz ona itibar ve
iltifat eder, kendisini evine davet eder; yolda Peygamberimizle görüşmek
isteyen yaşlı bir kadın onun önünü keserek uzun süre konuşur, meşgul eder;
eve gelince Efendimiz tek minderi müsafirine verir ve kendisi toprak zemine
oturur; Adiy'e, "dini yasakladığı halde ganimetin dörtte birini kendisi için
alıp almadığını" sorarak -başkasının bilmesi mümkün olmayan- bu kusurunu
itiraf ettirir. Adiy bütün bu olup bitenler karşısında sarsılır. Onun
sıradan bir hükümdar olmadığı kanaatine varır. Bu sırada Peygamberimiz bir
son adım daha atarak ona şunları söyler: "Bu dine girmene mani olan şey
nedir? Müslümanların yoksul olduğunu zannediyorsan, şunu bil ki, kısa bir
zaman sonra onların arasında sadaka kabul edecek birisi kalmayacaktır. Şayet
onların zayıf olduğunu sanıyorsan, şunu bil ki, yakında Irak'taki
Kadisiyye'den kalkıp haccetmek üzere Mekke'ye gelmek isteyen bir kadının
Allah'tan başka kimseden korkması gerekmeyecek; şayet egemenliğin müslüman
olmayan hükümdarların elinde olduğunu görüyorsan, bil ki, yakında Babil'deki
beyaz sarayların kapıları da onlara açılacaktır..."

Adiy bu diyalog sonunda müslüman olur ve Peygamberimizin haber verdiklerinin
tamamını gerçekleşmiş görecek kadar da yaşar.

Burada ötekiler kelimesini, ister yerli ister yabancı olsun gayr-i müslimler
için kullanıyorum. Peygamber Efendimizin, dini tebliğ etmek veya müşriklerin
baskı ve zulmünden kurtulmak için başka putperest kabilelerle ve ehl-i kitap
denilen yahudi ve hristiyanlarla temaslar, sohbetler, tartışmalar yaptığı,
bunun için hem ticaret hem eğlence yeri olan panayırlara bile gittiği
bilinmektedir.

Önceki yazıda birincisini verdiğim iki örneğin ikincisi, Medine döneminde,
Yemen sınırında yaşayan Necran hristiyanları ile yaptığı diyalogdur. Daha
önce de kendileriyle, bazı askeri harekat ve mektup gönderme şeklinde
temaslar yapılmış olan Necran hristiyanları, 9. hicrî yılda İslam Peygamberi
ile görüşmek üzere Medine'ye geldiler. Altmış kişilik heyet içinde mahkeme
başkanı ve büyük din adamları da bulunuyordu. Öğleden sonra Mescid'de huzura
kabul edildiler. Bir müddet sonra ibadet saatleri geldiği için izin
istediler, Peygamberimiz dışarı çıkarak Mescid'i onlara bıraktı, doğu
tarafına yönelerek ibadetlerini yaptılar.

Bir ara yahudilerin de katıldığı ve tartışmanın yahudilik ile hristiyanlık
üzerine kaydığı da oldu, ama genel olarak İslam ve hristiyanlık üzerinde
duruldu, l-i İmrann sûresinde yer alan ve hristiyanların tanrı inancını
tenkit ederek düzelten birçok âyet de bu tartışmalar sırasında vahyedildi.
Apaçık gerçek karşısında hristiyanlar direnince "mübâhele" adıyla anılan
usulü anlatan âyetler geldi (3/61-64). Buna göre Peygamberimiz karşı tarafa,
"her iki tarafın eşlerini ve çocuklarını yanlarına alarak gelmelerini ve
yalan söyleyenin Allah'ın lanetine uğraması için dua etmelerini" teklif
ediyordu. Heyet düşünmek üzere izin istedi. Kendi aralarında konuştular ve
böyle bir riski göze alamadılar, ama siyasi bağlılığı ifade eden bir
anlaşmaya razı oldular. Bu anlaşma metni de dini hoşgörü bakımından çok
önemli satırlar ihtiva etmektedir:

"...Onların mallarına, canlarına, dini inanç ve uygulamalarına, hazır
bulunanlarına ve bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine... şamil olmak
(hepsini kapsamak) üzere Allah'ın himayesi ve Resulullah Muhammed'in zimmeti
(koruma yükümlülüğü) Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler lehine bir
haktır. Hiçbir piskopos kendi vazife yerinin dışına, hiçbir papaz görevli
olduğu kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında
başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir....".

Bu anlaşmadan önce yine Necranlı hristiyanların lidelerine gönderilen
mektubun hem besmele kısmı (diyalog bakımından), hem de muhtevası çok
önemlidir:

"Muhammed'den Necran papazlarna,
İbrahim, İshak ve Yakub'un Allah'ının adıyla,


Gerçekten de ben sizi yaratıklara tapmaktan Allah'ın kulluk ve ibadetine
davet ediyorum ve sizi, yaratıklarla yapılmış ittifak anlaşmalarının
ötesinde Allah ile ittifak anlaşması yapmaya çağırıyorum. Bu duruma göre
şayet reddedecek olursanız, cizye yükümlülüğü gelir, şayet cizyeyi de
reddedecek olursanız size harp açarım, Vesselam." (Geniş bilgi için bak.
M.Hamidullah, İslam Peygamberi, 1019. paragraf vd.).

Mektup, karşı tarafla ortak olan inanç esaslarını (hak olduklarına iki
tarafın da inandığı peygamberler ile onların ibadet ettiği bir tek Allah'ı)
anarak söze giriyor, böylece sıcak bir ilişki kurmayı ve sözlerin etkisini
arttırmayı amaçlıyor.

Peygamberimizin birçok davet mektubu yalnızca dine davet eder, onlarda cizye
ve savaştan söz edilmez. Necran gibi İslam ülkesinin yakınında bulunan
gayr-i müslimlere gelince, onların müslümanlara zarar vermesinden güvende
olmak zorunluluğu vardır; bunun da yolu, cizye denilen bir vergi alarak
onları İslam ülkesine bağlı hale getirmek ve bu vergiye karşılık onların da
güvenliğini sağlamaktır. Medine'ye hicret edildiğinde, önce gayr-i
müslimleri cizye ile bağımlı hale getirmek yerine eşit şartlarda sözleşmeye
(Medine vesikası) dayalı bir siyasi ve sosyal yapı oluşturma modeli
denenmiş, karşı tarafın ihaneti üzerine bu modelin uygulaması durdurulmuş,
yukarıda zikredilen "ehl-i zimmet" modeline geçilmiştir.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Din tartışması

Vereceğim diyalog örneği, biri dinsiz, diğerleri, aslı vahye dayanan
dinlere ve bunların mezheplerine mensup on kişi arasında, inançlarının
esaslarının temel noktalarını tartışma şeklinde cereyan ediyor. Tartışmayı
Londra'da, 1842 Haziran'ında tertip eden şahıs bir İngiliz, uzun
incelemelerden sonra her biri kendi alanında uzman ve otorite olan on kişiyi
tespit ediyor, bunların bütün masraflarını karşılayarak Londra'ya davet
ediyor, kendisini oturumlara başkan olarak seçiyorlar, günlerce devam eden
tartışmalar sonunda bazı gerçekler ortaya çıkıyor, karanlık noktalar
aydınlanıyor.

Toplantıyı tertip eden kişi amacını (özetle) şöyle açıklıyor: Hali vakti
yerinde olanlar çeşitli hayırlara ve kamu yararına açık kurumlara büyük
paralar harcıyor, bununla da insanlara hizmet etmeyi amaçlıyorlar. Bana göre
insanlara yapılacak iyiliklerin başında, sonu çatışmalara ve büyük kayıplara
varan ihtilafların halledilmesi, hepsi bir kökten gelen insanlık âleminin
barış ve dayanışma içinde yaşamalarının yolunun açılması geliyor. İnsanlık
ideoloji, din ve mezhepler şeklinde guruplara ayrılıyor ve birbirlerinden
nefret ediyorlar karşılıklı olarak düşmanca duygulara sahip oluyorlar. Bunun
sebebi ve giderilme yolu nedir? (Girişimcinin bu soruya verdiği cevabı kendi
ifadesinden aynen vereceğim:

"Bu karışıklık, kanâatime göre, her topluluğun, kendilerine yabancı olanlar
hakkında, onların düşünce ve kararlarını güzelce anlamaksızın kendi kendine
bir fikir ve karar edinmiş, bunu kendi taraftarlarının zihnine yerleştirmiş,
buna karşı olan düşünce ve kararlar doğru bile olsa onları bozuk ve eksik
olarak değerlendirmeye azmetmiş olmalarından kaynaklanıyor. Bu yol, bazı
nüfuzlu çıkar sahipleri tarafından destekleniyor ve devam etmesi sağlanıyor.
Bu ise tabiatı gereği akıl sahibi olan insanların ortadan kaldıramayacağı
bir problem değildir; yeter ki, bunların her biri, kendi düşünce, mantık ve
kararlarından ötekileri haberdar etsinler. Bu hasıl olduğunda farklı
insanlar birbirlerine "Arkadaş, senin yanıldığın, yanlış anladığın nokta
şudur, şurasıdır" diyebilecek ve ihtilaf sebebinin düzetilmesine dikkat
çekilebilecektir. Ayrıca bu incelemeler ve düzeltmeler sonunda bir fikir
birliği; yani insanlık birliği (ittihad-ı beşer) hasıl olacak, çeşitli
guruplarıyla insanlık arasındaki ihtilafın çözüme bağlanması yönünde bir
güven doğacaktır."

Tartışmalar yirmi iki celse sürüyor, ortaya çıkan sonuçların duyurulacağı ve
kullanılacağı konusu da son celsede müzakere ediliyor. Gazetelerde
yayımlayalım diyenlere karşı çıkanlar, "kendi kamu oyları nezdinde itibar
kaybından" korkuyorlar. Hindistan'dan katılan sünnî müslüman Şihabuddîn'in
teklifi ise şöyledir:

"Bu dünyanın en büyük işi genel bir barışa ulaşmaktır; çünkü insan en fazla
huzur ve rahata muhtaç, en çok yaşamaya istekli bir yaratıktır. Bunun
meydana gelmesi ise düşünce ve görüşlerde birlik sağlamaya bağlıdır. İslam,
Hristiyan ve diğerleri arasındaki uyuşmazlıkları bir tarafa bırakalım,
doğrudan Hristiyan milletinin her bir mezhebi ve her bir mezhebin her bir
şubesi ve her bir şubenin her bir cemaati arasında o kadar düşünce farkı
vardır ki, bunların tamamının yol, yöntem ve maksadını açıklamaya kalkışsak
bir kütüphane dolusu kitap yazmak gerekir. Bu kadar farklı inanç ve
mezheplere bölünmüş olanları bir noktada toplamak, ancak onların önderlerini
ve yöneticilerini bir müzakere meclisine sevk etmekle mümkün olabilir. Bunu
da ancak yöneticiler yapabilir; şu halde onlardan bunu istememiz gerekir..."


Osmanlıca'ya çevrilerek basılmış nüshası (288) sayfa tutan bu diyalog
metnini (İstanbul, 1333), yakında bugünkü dile çevirerek neşretmeyi
düşünüyorum.

Bu diyalog örneğinden çıkaracağımız sonuçlara gelince:

a) Zamanımızdan bir buçuk asır önce de dinler ve inançlar arası diyalog
toplantılarının yapıldığı görülmektedir.

b) Bu toplantı ve müzakerenin amacı karşılıklı tanıma, birbirini doğru
anlama ve bütün insanlığın barış içinde yaşamalarını sağlayacak ortak
noktalar bulmaya çalışma şeklinde özetlenebilir.

c) Dinler ve kültürler arasındaki çatışma, farklılığı istismar eden ve
çıkarları için kullanan elebaşıların destek ve yönlendirmeleri ile
gerçekleşmekte veya şiddet kazanmaktadır.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Trablus Diyalogu

İslam tarihi boyunca faklı dinlerden din adamları ile İslam alimleri
arasında karşılıklı görüşmeler, tartışmalar, davetler olmuştur. Bu arada
tarafların birbirleri hakkında yazdıkları kitaplar kütüphaneleri dolduracak
kadar çoktur. Bu kitaplarda İslam alimlerinin karşı tarafa iftira ettiğine,
asılsız iddialar ileri sürerek onları karaladığına dair örnek bulmak zordur.
Yahudilerin kutsal saydıkları Hz. Musa ile Hristiyanların kutsal bildikleri
Hz. İsa üzerine İslam alimlerinin toz kondurması da mümkün ve vaki değildir.
Bütün Müslümanlar bu iki zatın peygamber olduklarına inanırlar ve onlara
saygı ve sevgi duyarlar. İslam alimlerinin yaptıkları, eldeki değiştirilmiş
kutsal kitaplardaki çelişkilere dikkat çekmek, Hz. Muhammed'in o kitaplarda
da müjdelenmiş olduğunu açığa çıkarmak ve hahamlar ile kilise babalarının
-kendi dinlerinin de aslında bulunmayan- yanlış inanç ve uygulamalarını
tenkit etmektir. Karşı tarafa gelince bunlar hem Müslümanlara, hem onların
kutsal kitaplarına ve peygamberlerine daima dil uzatmış, iftiralarda
bulunmuş, karalamak için ellerinden geleni yapmışlardır. En insaflıları bile
açık ve seçik bir şekilde "...şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın peygamberi
ve elçisidir" diyememiştir. Deyim yerinde ise "top onların ayağındadır", biz
vazifemizi yaptık, onların peygamber veya (haşa) tanrı bildiklerine, "birer
peygamber olarak" inanıyor ve saygı gösteriyoruz, şimdi sıra onlarda, "onlar
da bizim Peygamberimiz'i ve kitabımızı Allah'ın peygamberi ve kitabı olarak"
kabul etsinler, meselenin (ayrılık gayrılığın ve çatışmanın) en önemli
sebebi ortadan kalksın! Bunu yapmadıkları sürece (yani Peygamberimiz'i
yeterince tanıdıkları halde ona inanmadıkça) dinleri ne olursa olsun onlar,
Müslümanlara göre "kâfirler: yani inkarcılar"dır, Müslümanlara göre
ötekilerdir; bu durumda diyalog da Müslümanlarla ötekiler arasında bir
diyalog olacaktır.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
İslam'da Ehli Kitaba Hoşgörü İle İlgili Hadisler ve İslam Alimlerin yorumları


290_4.jpg

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir zimmiyi (sorumluluk altına alınan kişi) haksız yere öldüren cennetin kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusunu kırk yıllık yoldan duyabilir." (Buhari, Cizye, 5)

"Kim bir muahime zulmeder veya gücünün üstünde bir iş yükler ya da zorla ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım." (Ebu Davud, Harac, 31-33)
Kim bir zimmiye zulmetse veya gücünün üstünde bir mükellefiyet yüklese, ben onun hasmıyım. (Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, Matbaatu's Selefiye, 1397 h. Kahire, s.135)


Onlara; Allah'ın zimmeti altında oldukları için zimmi denmiştir. Bu konuda Peygamberimiz'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kim bir zimmiye eziyet ederse ben onun davacısıyım. Ben kime (bu dünyada) davacı olursam, kıyamet gününde de davacı olurum." (Acluni, Keşfu'l-Hafa' II, 218)
Resulullah (S.A.V.) ordusunu savaşa gönderirken şöyle tembih ederdi: "Allah adına çıkınız. Çünkü siz Allah yolunda savaşıyorsunuz, zulmetmeyiniz. İnsanların organlarını kesmek suretiyle işkence yapmayınız. Çocukları, manastırlarda oturan din adamlarını öldürmeyiniz." (Ebu Davud, Cihad 120)
Hz. Peygamber buyuruyor: "Sakının! Kim, böyle insanlara (yani kendileriyle anlaşma yapılmış olanlara) zalim ve sert olursa, onların haklarını kısarsa veya tahammül edebileceğinden fazlasını yüklerse veya hür iradeleri dışında onlardan bir şey alırsa, hüküm günü onlardan ben davacı olacağım." (Ebu Davut, Cihat; (İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A'la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 71)


Hz. Peygamber'in birtakım gayri müslim gruplarla yaptığı anlaşmalarda da canları ve mallarının güvenlikte olduğu hususu özellikle vurgulanmıştır. (Cüheyne kabilesi ile yapılan anlaşma Hamidullah, Vesaik, no.151)
Hz. Peygamber tarafından Hıristiyanlara sunulan mabet garantisine dair ilk ifadeleri Necranlılarla yaptığı anlaşmada görüyoruz. Anlaşmada Allah'ın himayesi ve peygamberi Muhammed'in zimmetinin Necranlıların mabetlerinin üzerine olduğu belirtilerek ibadethaneler garanti altına alınmıştır. (İbn Sa'd, I, 288, 357-58)


Anlaşmanın Ebu Davud'daki rivayetinde ise kiliselerin yıkılmayacağı ifadesi yer almaktadır. (Ebu Davud, Haraç, 29-30)


Hz. Peygamber (S.A.V.) Beni Haris b. Kab üskufu ile Necran üskuflarına gönderdiği emannamede de mabetler hakkındaki garantiyi tekrarlamıştır. (İbn Sa'd, I, 266)


Hayber Yahudileri bir defasında Hz. Peygamber'e gelip ürünlerinin bazı müslümanlar tarafından izinsiz şekilde alındığını söyleyerek şikayette bulunmuşlardır. Bunun üzerine Hz. Peygamber, müslümanları mescitte toplamış ve onlara kendileriyle muahede yapılanların mallarının haram olduğunu ilan etmiş ve yaptıkları şeyin doğru olmadığını açıklamıştık. (Müsned, IV, 89; Vakıdi, II, 691; Serahsi, Siyer, I, 133, IV, 1530)


Hz. Ömer zamanında fethediler ülkelerin hiçbirinde, tek bir ibadet yerine bile, hiçbir zaman saygısızlık ve tecavüz edilmemiştir. Ebu Yusuf yazıyor: "Bütün ibadet yerleri olduğu gibi bırakıldı. Ne onlar yerle bir edildi, ne de mağluplar eşya ve mallarından yoksun bırakıldı." (Ebu Yusuf, Kitab-ül Haraç; İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A'la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 74)


Hz. Ali: "Her kim ki bizim zımmimizdir, onun kanı bizimki kadar kutsaldır, malları bizim mallarımız kadar tecavüzden masundur" dedi. Başka bir kaynakta, Hz. Ali'nin şöyle dediği naklediliyor: "Zımmi durumunu açıkça kabul edenlerin malları ve hayatları bizimki (yani Müslümanlarınki) gibi kutsaldır." (İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A'la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 76)


Peygamberimiz, İslam davetini engellemeyen ve genel kurallara uyan herkes ile iyi ilişkiler içinde olmuş ve hiçbir zaman diğer din mensublarının dinlerine müdahale etmemiştir. Ehl-i kitabı toplumun birer ferdi olarak kabul etmiş ve onların bazı davetlerine icabet etmiştir.
Resulullah'ın ehl-i kitabın düğün yemeklerine katıldığına, cenazelerini taşıdığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Hatta Necran Hıristiyanları onu ziyaretlerinde Resulullah onlara abasını sermiş ve oturmalarını söylemiştir. İslam, müslüman olmayan toplulukların, dinlerini istedikleri gibi yaşamalarına izin vermiş ve bunu engelleyenleri de cezalandırmıştır...
Ayrıca İslam, ehli kitabın yemeklerinden yemenin caiz olduğunu söylemiş, kestiklerinin helal olduğunu söylemiş ve onların kadınlarıyla müslüman erkeklerin evlenebileceğini söylemiştir. Evlendikten sonra da kadının kendi dinini serbestçe yaşayabileceğini ve ona herhangi bir baskı yapılamayacağını belirtmiştir. (Yrd.Doç.Dr.Yusuf Ziya Keskin, Nebevi Hoşgörü, s.77-78)


Necran, Mekke ile Yemen arasında bir yerdir. Necran Hıristiyanlarının temsilcileri Medine'ye geldiklerinde Hz. Peygamber (S.A.V.) ve ashabı henüz ikindni namazını kılmışlardı. Onlar da ibadet vakitleri geldiği için, mescide girip doğu istikametine yöneldiler ve ibadet etmeye hazırlandılar. Ashab-ı kiram onlara mani olmak istedi. Ancak Resulullah (S.A.V.) onların serbest bırakılmalarını ve ibadetlerini yapmalarına müsaade edilmesini emretti. Onlar da doğuya doğru yönelerek ibadetlerini yaptılar. (İbn Hişam, I, 574; İbn Sa'd, I, 357)
...Müslümanlar gayrimüslimlerden herhangi birisini himaye edebileceği gibi, kendisi de onlardan himaye talebinde bulunabilir. Nitekim Taif dönüşü Hz. Peygamber'in Mut'im b. Adiyy'in, Habeşistan'a ilk hicret esnasında Hz. Ebubekir'in İbn'd-Dağinne'nin, Habeşistan'Dan ilk dönme sırasında ise Osman b. Maz'un'un azgın müşrik Velid b. Muğire'nin himayesine girdikleri bilinmektedir. (İbnu'l Esir, İbn Kesir, Doğu Batı kaynklarında birlikte yaşama, s.83)
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ve onu izleyen Raşid Halifelerin çeşitli hıristiyan, yahudi ve diğer dini gruplarla yaptığı anlaşma metinleri bugün birer vesika olarak korunmaktadır.... Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v.), hıristiyon olan İbn Harris b. Ka'b ve dindaşlarına yazdırdığı anlaşma metninde: "Şarkta ve Grapta yaşayan tüm hıristiyanların dinleri, kiliselerei, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamber'in ve tüm müminlerin himayesindedir. Nasraniyet dini üzere yaşayanlardan hiç kimse kerhen İslam'a icbar edilmeyecektird. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar" maddelerini yazdırdıktan sonra: "Ehl-i Kitap ile ancak en güzel yöntemlerle mücadele edin...(Ankebut, 29/46) ayetini okudu. (İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, (v.218/834), es-Siretü'n-Nebeviyye, Daru't-Turasi'l-Arabiyye, Beyrut, 1396/1971, IV/241-242; Hamidullah, el-Vesaik, s.154-155, No.96-97; Doğu Batı kaynaklarında birlikte yaşama, s.95)

Medine Site Devleti Sözleşmesinin 17. maddesi: "Yahudilerden bize tabi olanlara yardım edilip iyi davranılacaktır. Onlar hiçblir haksızlığa uğramayacak, düşmanlarına yardım edilmeyecektir."
25. madde: *Beni Avf yahudileri müminlerle birlikte tek bir ümmettirler. Onlar kendi dinlerine, müslümanlar da kendi dinlerine göre yaşayacaklardır".
36. madde: "Müslümanlarla yahudiler arasında yardımlaşma, nasihat ve iyilik olacaktır" (İbn Kesir, es-Sire, II/322; Hamidullah, el-Vesaik, s.44-45; Doğu ve Batı kaynaklarında birlikte yaşama, s.285)
Taberi ve Zemahşeri'nin değişik rivayetelrel naklettikleri haberlere göre, Mekke'de demircilik yapan, İncil ve Tevrat'ı çok iyi bilen ve Hz. Peygamber'in kendisiyle görüşüp sohbet ettiği hıristiyan bir adam yaşıyordu. (et-Taberi; Doğu ve batı kaynaklarında birlikte yaşama, s.306)


"Zımmiler diye İslam Devletine sadık kalacağını ve itaat edeceğini söyleyerek burada yaşama niyeti gösteren bütün güyrimüslimlere denir... İslam, bütün bu çeşit vatandaşlara, hayatlarının, bedenlerinin, mallarının, kültür, inanç ve namuslarının korunacağına dair bir garanti verir. Onlara da ssadece memleket kanunları uygulanır ve bütün medeni meselelerde Müslümanlarla eşit haklara sahip kılınır. (İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A'la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 58)


Ünlü müfessir Fahreddin-i Razi, Tefsir-i Kebir'inde:
"Din ve iman müstesna tutulmak kaydıyla, bir Müslümanın bir gayr-i müslimi hafife almasını, ona karşı böbürlenmesini caiz görmemekte ve insanların iman veküfür haricinde diğer övülen sıfatlar itibarıyla müşterek olduğu" ifade etmektedir. (Fahreddin-i Razi, Tefsir-i Kebir, c. 28, s.138)
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Peygamberimiz'in (sas) Ehl-i Kitap'la Diyaloğu İslamî düşüncede insan tarif edilirken 'medeniyyün bittab'' (yaratılışı gereği medenî) denilir. İnsanoğlunun genleri sanki cemiyet halinde yaşamak üzere programlanmıştır. O, oturacağı bir eve kavuşmak veya yiyeceği bir lokmayı elde etmek için onlarca insanla münasebet halinde olmak zorundadır. Şaka için bile olsa, 'Ev olarak mağara, yiyecek olarak ot yeter' diyecek birine, yazlık-kışlık giyeceklerini, kalemini, mürekkebini hatırlatırız.
307_1.jpg

Âdemoğlu, insanca bir hayat yaşamada başka insanlara muhtaçtır, huzuru ve saadeti için de insanlarla iyi anlaşmaya, onlarla uyum içinde olmaya mahkûmdur. Atalarımız, çok yerinde olarak: Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa! demişlerdiir.
İster istemez birbirine muhtaç bulunan, başkalarıyla bir arada yaşamak zorunda olan insanoğlu, bu başkalarıyla anlaşacak ve anlaşmak için de konuşacaktır. İnsan, kendi kendisiyle konuşmaz; konuşma en az iki kişi arasında olur. Yani insanlar monolog yaparak yaşamazlar; onlar, 'İki kişi arasında cereyan eden konuşma' manâsına gelen diyalog yaparlar. Yani diyalog, hayatımızın en temel unsurlarındandır.
Kimlerle Diyalog?
Hayatımız diyalogla geçer; temas ettiğimiz herkesle diyalog yaparız: Ailemiz halkıyla, komşularla, iş muhiti ve alış-veriş yerlerinde karşılaştıklarımızla vs. Bir Arap atasözü, 'Kişi tanımadığının düşmanıdır.' der. Öyleyse dostluğun, samimiyetin kaynağı ve sebebi tanışmaktır. Bunun da yolu, öncelikle konuşmaktan, yani diyalogdan geçer.
Sadece komşular, akrabalar, meslektaşlar değil, aile fertleri bile, aralarında samimi olarak görüşüp konuşmadıkları takdirde birbirlerine yabancılaşırlar.
Zamanımızda, gelişen teknoloji sebebiyle dünya bir köye hattâ bir meclise döndü. Artık değişik renk ve dilde, farklı inanç ve kültürde insanlarla her zaman iç içe olmak durumundayız.
Peki, bizden olmayanlara, bizden kabul etmediklerimize, hattâ düşmanlarımıza nasıl davranacağız?
Onlardan kaçacak mıyız? Küsüp, onlarla konuşmayacak mıyız? Kavga mı edeceğiz? Düşmanlık içinde mi yaşayacağız?
Hele bu bizden olmayan, işverenimizse, işçimizse, meslektaşımızsa, hattâ eşimizse?
Bir tebessüm, bir selâm daha uygun değil midir! Bu ne kaybettirir? Bayramlarda, başka özel günlerde ikramlaşmayalım mı?
Mesafeli olacaksak sebebi ne? Sınırı ne?
Dinlerimiz, kültürlerimiz farklı diye mi?
Acaba dinimiz bu konuda bir yasak mı koymuş? Bu, bir zan mı, bilgi mi?
Devletlerimiz farklı diye mi? Devletin böyle bir yasağı mı var?
Geçmişte ecdadımız, onların ecdadıyla savaştı diye mi?
Öyleyse barışın manâsı ne?
Vs' sorular çoğaltılabilir.
Ehl-i Kitap'la diyalog meselesini bu çeşitten sorulara arayacağımız cevaplarla daha iyi anlayabiliriz.
Dinimiz ve Diyalog
Dinimizin başka din mensuplarıyla karşılaşmayı ve onlarla diyalogu yasakladığını kimse söyleyemez. Her şeyden önce, eğer İslâm hak bir dinse ve kendisini bütün dünyaya götürmesi gereken yeni mesajların sahibi görüyorsa, en ziyade araması gereken şey diyalog olacaktır. Ayrıca, İslâmiyet'te 'Diğer din mensuplarıyla görüşmeyin, konuşmayın; onlara mesafeli durun, hattâ güç kullanın! Gerekirse onları kılıç zoruyla İslâm'a sokun!' diye bir prensip söz konusu değildir. Bilakis Kur'ân-ı Kerim, pek çok âyetlerinde, Hz. Peygamber'e Dinde zorlama yoktur; sen sadece tebliğ edicisin; bir uyarıcı ve müjdeleyicisin.. Sözlerine tesir vermek, insanların kalplere imanı koymak Allah'ın işidir. Sen, muhatapların nasıl davranırlarsa davransınlar, tebliğ işinde hep müsamahalı ol, affet, gördüğün kötü muameleleri onları yapanların cahilliğine ver ve onlar için de selâm dile! şeklinde hitap eder.
İslâm, kelime olarak sulh ile münasebattardır. Hedefi de insanlığı sulhe kavuşturmaktır. Onun ilk muhatapları hep müşrik Araplardı. Hz. Peygamber (s.a.s.), tebliğine başlarken onlara en yakınları için hazırladığı bir yemek ziyafeti vesilesiyle evinde yaptığı davette olsun, arkadan yine dar çerçevede Safa tepesinde yaptığı tebliğde olsun Allah'ı, âhiret hayatını, Âhiret'teki sorumluluğu hatırlatmıştı. Yaptığı tebliğdi; muhatapları müşrikti ve onlara evinde yemek veriyordu. Hz. Hatice'nin servetinin önemli bu kısmı bu tür ziyafetlerde harcanmıştı. Yani o, baştan beri herkesle diyalog halindeydi. Diyalog olmasa tebliğ olmazdı. Ve elbette diyalogun ve onun sürmesinin en önemli şartı, insanların birbirlerini önce ne iseler o olarak ve kendi konumlarından kabuldü.
Ve o, büyük tepki görüyordu. Alaya alınıyor, işkencelere maruz kalıyordu. Ama, kimse ile münasebetini kesmiyordu. Gelmeyene gidiyor, kovulsa, defalarca reddedilse bile herkesle münasebetini devam ettiriyordu.
Peygamber aleyhissalâtu vesselâm sabrediyor ve inananlara da sabır tavsiye ediyordu. İşkence altında ölenler oldu. Mü'minler, gittikçe artan müşrik saldırıları karşısında hayatta kalabilmek için ana yurtlarını, baba evlerini, mal-mülk bütün varlıklarını terk ederek kuru canlarıyla önce Habeşistan'a, daha sonra Medine'ye hicret etmek zorunda kaldılar. Ancak müşrik Mekkeliler, mü'minleri hem Habeşistan'da hem Medine'de takibe devam ettiler.
Hz. Peygamber Efendimiz'in Mekkelilerle yaptığı ilk üç savaşın üçünün de Medine'nin yakın çevresinde cereyan etmesi, Resûlüllah'ın her defasında kendini savunmak mecburiyetinde kaldığının en güzel delilidir. Onun bütün maksadı, insanların manen dirilmesiydi. O, savaşmak zorunda kalırken bile öldürmek için değil, diriltmek için savaşıyordu. Yeri gelince, onun Uhud Savaşı'nda düşürüldüğü çukurda yüzüne batan zırhı çıkarır, kırılan dişini avucuna alır ve kanlar içinde iken, arkadaşlarından bazılarının Mekkeliler için bedduada bulunması isteğine, ellerini kaldırıp, 'Ya Rabbi, kavmimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar!' dediğini anlatırız. Yine yeri gelince, hayatının en acılı iki gününden biri, Uhud'dan daha acılı bir günü olarak zikrettiği Taif ziyareti dönüşü o hazin münacatı karşısında Hz. Cebrail'in gelip, 'Ya Muhammed (s.a.s.)! İstersen Dağlar Meleği'ne emredeyim, şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!' demesine, hiç tereddüt etmeden, 'Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü'min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!' şeklinde mukabele etmesini anlatırız. Bütün bunlar, insanların dirilişi, imanlarının ve âhiretlerinin kurtulması adına onlarla münasebetin, diyalogun devamını, daima insanların hayrını istemenin gereğini anlatan en güzel misaller değil midir?
Hudeybiye Sulhü: Diyaloğun Savaşa Tercihi
İnsanları İslâm'a kazanmada Hz. Peygamber'in takip ettiği metot, savaş ve baskı değil, prensipte her zaman için sulh ve sulh ortamında İslâm'ın yaşanışını göstermek, fiilî örnek ortaya koymak olmuştur. Bunun en güzel örneği Hudeybiye Sulhü'dür.
Resûlüllah (s.a.s.), bu sulhü elde etmek için en yakınlarının ve bu meyanda 'Benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı o, Ömer ibnu'l-Hattâb olurdu.' hadisiyle feraset ve kapasitesi nebevî tasdik ve takdire mazhar olan Hz. Ömer gibi birinin bile anlamakta zorlanarak 'haysiyet kırıcı', 'zillet getirici' taviz olarak değerlendirdiği, hattâ neredeyse bütün arkadaşlarının kabulde zorlandığı davranışlarda bulundu. O gün Hz. Ömer (r.a.) ile Resûlüllah (s.a.s.) arasında geçen konuşma şöyle idi:
- Ey Allah'ın Resûlü! Biz hak üzere, onlar da bâtıl üzere değiller mi?
- Elbette, şüphesiz öyle!
- Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil mi?
- Elbette! Şüphesiz öyle.
- Öyleyse niye dinimizde bu zilleti kabul ediyoruz? Allah bizimle onlar arasında (savaşla belirlenecek) hükmünü vermezden önce geri mi döneceğiz?
- Ey Hattâb'ın oğlu, ben Allah'ın Elçisi'yim ve O'nun emrine muhalif de değilim ve Allah da ebediyen bizi terk etmeyecektir!'
Medine'ye dönmek üzere yola çıkılır. Yolda Fetih Sûresi iner ve Hudeybiye Sulhü'nü bir zafer olarak müjdeler: 'Biz sana apaçık bir zafer ve fetih ihsan ettik!' Hz. Peygamber, sûreyi Hz. Ömer'e baştan sona kadar okur.
Hudeybiye Sulhü'ne karşı çıkıştaki hatasını bilahare anlayarak kefaret için zaman zaman ömür boyu oruç tutup, sadaka verecek olan Hz. Ömer, ayrıca Hz. Ebu Bekr ve diğer pek çok sahâbî ittifakla, Hudeybiye sulhünün 'İslâm'ın en büyük zaferi olduğu'nu ifade edeceklerdir (Vâkidî, 1966, 2: 609-610).
Böylesine itiraz ve hayal kırıklarıyla karşılanan bu sulh öylesine güzel gelişmelere zemin hazırlamıştır ki, onun gerçek bir fetih olduğu ve hattâ 'İslâm'da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmadığı' ittifakla kabul edilecektir (a.g.e., 2: 624).
Vâkidî bu sulhün İslâmî inkişaftaki tesirini şöyle açıklar: 'Harp, insanlar arasına bir perde ve karşılıklı konuşmalara mâni olmuştu. Karşılaşılan her yerde kavga yapılıyordu. Hudeybiye sulhü gerçekleşince savaş bitti ve insanlar birbirlerine güvenmeye başladılar. Birazcık anlayışı olan bir kimseye İslâm anlatılınca artık hemen Müslüman oluyordu. Öyle ki, bu sulh sırasında savaşın ve şirkin devam ettiricileri konumundaki bazı müşrik liderler bile İslâm'a girdiler.' Vâkidî'nin örnek olarak ismen kaydettiği iki kişiden biri Amr ibnu'l-As'tır ve istikbalin Mısır fatihidir. Diğeri, 'Allah'ın çekilmiş kılıncı' unvanını alacak olan Hâlid ibnu Velîd'dir; o da Suriye ve İran'ın fatihi olacaktır (a.g.e., 2: 624).
Evet, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), diyalog imkânı elde etmek için, yani Müslümanlarla müşrikleri bir araya getirme, aralarında konuşma, birbirlerini daha yakından tanıma imkânı sağlamak gayesiyle her ne pahasına olursa olsun sulh istemişti. Elde edilen netice, onun ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
Ehl-i Kitap'la Diyalog
Müşriklere karşı tavrı bu olan Hz. Peygamber'in Yaratıcıya, Hz. Âdem'den başlayıp Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Yakup, Hz. Musa ve Hz. İsa'ya (a.s.) dayanan peygamberler silsilesine ve ölümden sonra yeniden diriltiliş ve hesap, Cennet, Cehennem ve ebedî hayata inanan Ehl-i Kitab'a karşı tavrı elbette daha iyi ve çok daha yumuşak olacaktı. Nitekim de öyle olmuştur.
Ehl-i Kitap Kimdir?
Öncelikle belirtelim ki, 'Ehl-i Kitap', Kur'ânî bir tabirdir. İslâm'a göre, Ehl-i Kitap deyince semavî kaynaklı kitaba inanan din mensupları kastedilir. Bu açıdan ilk akla gelenler Yahudî ve Hıristiyanlardır. Ancak, Hz. Âdem'den Resûl-i Ekrem'e gelinceye kadar 124 bin peygamber geldiğine, bunlardan bir kısmına kitap indirildiğine inanıyoruz. Şu halde, prensipte, kendisine kitap inmiş bütün dinler Ehl-i Kitaptır. Nitekim Mecusilere de Ehl-i Kitap muamelesi yapılacağı Resûlüllah'tan rivayet edilmiştir, ancak kestiklerini yememek, kadınlarıyla evlenmemek şartıyla (Taberî, tarihsiz, 3:29). Bediüzzaman merhum, müfessir seleflerinden bir adım daha ileri giderek, Kur'ân'ın 'Ya Ehle'l-Kitap!' hitabına, -tabirin 'ya ehle'l-mektep şeklinde de anlaşılabileceğini söyleyerek- bugünkü 'aydın' dediğimiz okur-yazar takımının da muhatap olabileceği görüşüne yer verir (Sözler, '25. Söz', RNK l: 183). Biz Müslümanlar için, Resûlüllah öncesi mevcut bütün dinlerin ve hususen mukaddes kitap inancı taşıyanların semavî asıllarının olabileceğini kabul etmekte dinî bir engel yoktur. Nitekim, Alman etnologlarından Wilhelm Schimidt, medeniyet tarihçilerinin insanlığın en ibtidaî medenî safhası kabul ederek, avcı-toplayıcı diye adlandırdıkları dönemde bile çok tanrılı bir inanca değil Tevhid akidesine sahip olduklarını etnolojik verilerden hareketle ispat etmiştir (Kaynak 2004). Kur'ân'da geçen Zülkifl ismiyle Gouthama Boudha'nın kastedilmiş olabileceğine dikkat çeken (Le Saint Coran, Enbiya, 85'in tercümesinde) Muhammed Hamîdullah merhum, Mecusilik, Brahmanizm, Budizm gibi hâlen yer yüzünde mensupları bulunan dinlerin mukaddes kitaplarında Peygamberimizle ilgili olan ifadelerin bir kısmını gösteren bir çalışma yapmıştır (Bu bilgileri, Kütübü Sitte Muhtasarı Tercüme Ve Şerhi isimli çalışmamızda geniş olarak kaydettik,14: 279-83).
Görüldüğü üzere, Ehl-i Kitap tabiriyle, bazısı münakaşa edilebilecek farklı yorumlar olsa da İslamî kaynaklar, öncelikle Yahudi ve Hıristiyanların kastedildiğinde ihtilaf etmezler. Bu tabir Kur'ân'da sıkça geçtiği gibi, ayrıca 'Yahudi' ve 'Nasâra' veya bunlara delalet eden başka tabirler de geçer. Bu üç tabir umumiyetle farklı zaman dilimleri içinde, farklı şartlara -ve bunlara bağlı sorulara- göre geldiği için, bu konuyu kavramada âyetlerden sadece birini esas almak yeterli olmayabilir ve hattâ yanlış neticeye de götürebilir. Bu sebeple, imkân nispetinde konuya giren bütün âyetleri, nüzul sebepleriyle birlikte bilmek gerekir. Nitekim Kur'ân'da, Ehl-i Kitab'ı kınayan, tehdit eden ve hattâ şirke nispet eden âyetler olduğu gibi, takdir eden, öven âyetler de vardır. Yâni Kur'ân-ı Kerim'e göre, Ehl-i Kitab'ın hepsi bir değildir, tıpkı Müslümanların da hepsi bir olmayıp kiminin müttaki, kiminin fâsık, kiminin de daha başka derecelerde olduğu gibi.
Diyalog konusunda bilinmesi gereken bir nokta da şudur: Ehl-i Kitap deyince ister yukarıda belirtildiği üzere, geniş bir yelpazede bakalım, ister mûtad üzere akla hemen geliveren ve Kur'ân'ın zahirine de uygun olan sadece Yahudi ve Hıristiyanları anlayalım, Cenab-ı Hak, yüce Kelâmında Hıristiyanların mü'minlere daha yakın olduğunu belirtir: 'Mü'minlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise 'Biz Nasârayız (Hıristiyanlarız)' diyenler olduğunu görürsün.' (Mâide, 5/82). Gerçekten, bilhassa Resûlullah döneminde bu bir hakikattır. Resûlullah'ın mesajı kendisine ulaşan ilk Hıristiyanların tepkileri nâdir istisnalar dışında oldukça müspet ve edepli olmuştur: Bahira, Varaka ibnu Nevfel, Necaşi, Herakliyus, Mukavkıs, Addâs, Fervetu'bnu Amr el- Cüzâmî, Kapıcı Mürâ, Süheyb-i Rûmî gibi nicelerinin menkıbeleri okununca, kaydettiğimiz âyetin manâsı hadiselerle müşahede edilir. Mezkûr âyetin devamında, Hıristiyanlardaki yakınlığın kaynak ve sebebi de belirtilir: 'Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir.' Bu mânaya mâsadak olan çağdaş Addâs, Süheyb, Mürâ''ların yokluğunu söylemek hem Kur'ân'ın ruhuna ters düşer, hem de fiilî müşahedelerimize.
Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitab'a Yaklaşımı
Mekke'de münferit bazı şahıslar dışında Ehl-i Kitap bir cemaat yoktu. Bu sebeple Ehl-i Kitap'la ciddî mânada bir temas Hicret'ten itibaren Medine'de başlar. İncil ve Tevrat, Hz. Peygamber'e göre, Hz. Âdem'le başlayan peygamberlik zincirinin Kur'ân'dan önceki son halkaları idiler. Binaenaleyh, bu iki Kitap mensuplarının kendisine sahip çıkacaklarını, etrafında yer alıp şirke, batıla, ahlâksızlık ve zulme karşı elbirlik mücadele vereceklerini ümit ediyordu. Medine'ye gelir gelmez, günümüzün tabiriyle bir manâda Anayasa diyebileceğimiz yazılı bir anlaşmanın ikinci maddesini, 'İnananlar müstakil bir ümmettir.' diye tespit ettiği halde, 25. maddede de: 'Beni Avf Yahudileri, mü'minlerle birlikte olarak bir ümmet teşkil ederler.' demek suretiyle onların beraberliğine ne kadar inandığını ortaya koymuştu. Bu ifade, onları inançlarında İslâm'a zorlama manâsına gelmiyor, aksine onları kendi değerleri içersinde olduğu gibi kabullenmeyi ifade ediyordu. Çünkü, aynı maddenin devamında: 'Yahudilerin dinleri kendilerine, Mü'minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları (azatlıları) gerek kendileri dâhildirler. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikap eder veya bir cürüm îka ederse, o sadece kendine ve aile efradına zarar (vermiş) olacaktır.' deniyordu. Bunu takip eden 26, 27, 28, 29, 30 ve 31'inci maddelerde teker teker adları zikredilerek diğer altı Yahudi kabilesinin de Beni Avf Yahudileri gibi oldukları belirtilir.
Yani Yahudiler, bu anlaşmada, Mü'minlerle birlikte yaşayan, birbirleriyle yardımlaşan, biri diğerinin düşmanına yardım etmeyen vatandaşlar konumunda idiler.
Bazı Jestler
Resûlüllah (s.a.s.), Medine'ye hicretinin ilk aylarında Yahudilerden destek görme ümidini taşıyordu ve bunu devam ettirmek istemişti. Kazanma ümidiyle, onları memnun etmeye yönelik bir kısım jestlerde de bulunmuştur. Medine'de namaz kılarken 17-18 ay kadar Kudüs'te Beytü'l-Makdis'i kıble edinme, âdaba müteallik bazı hususlarda Ehl-i Kitap olmaları hasebiyle Yahudilere uyma, 'Ben, kardeşim Musa'nın sünnetine uymaya daha lâyıkım.' diyerek Aşure Orucu'nu tutma (Buhari, 'Savm', 69, Müslim, 'Sıyâm', 127, Bak. Kütübü Sitte Tercüme ve Şerhi 9: 460-65), bilhassa Yahudilerle ilgili meselelerde Kur'ân yerine Tevrat'ın hakemliğine başvurma, Yahudilere hoşlanacakları tabirlerle hitap etme ve onlara hitap ederken Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini hatırlatma (Vesâik, s.92-93, 15. vesika), bunlardan bazılarıdır.
Yahudilere Tam Bir Din Hürriyeti Tanınması
Anayasa maddelerinde yer alan bu husus, Kur'ân âyetleriyle devam edecektir. Sözgelimi, Beni Kaynuka Yahudilerinin Medine'den ayrılmaları sırasında Yahudi aileleri içinde Yahudilik terbiyesi ile yetiştirilerek Yahudileştirilen Arap çocukları ihtilaf konusu olmuştu. La ikrâhe fi'd-din yani 'Dinde zorlama yoktur' âyeti ile (Bakara, 2/256) geçmişte yahudileşmiş olanların dinlerini terke zorlanması yasaklanmıştır. Keza, Müslüman olan Himyer meliklerinin, yörelerindeki Yahudi ve Hıristiyanlardan bir kısmının Müslüman olduğunu bildirmesi üzerine, Resûlullah derhal mektup yazarak: '' Eski dinlerinde kalmak isteyen Yahudi ve Hıristiyanların istekleri reddedilmesin, onlardan cizye almanız yeterlidir' Kim Resûlullah'a bu vecibesini yerine getirirse o, artık Allah ve Resûlullah'ın zimmetindedir (mal-can-ırz garantisi altındadır).' (Vesâik, s. 220, 109. vesika). diyerek bu meseledeki İslâmî prensibi hatırlatmıştır.
Resûlüllah aleyhissalatu vesselam, taşra vilayetlerine gönderdiği bir mektupla bütün valilere yaptığı tamimde, diğer bir kısım talimat meyanında şunu da ilâve etmiştir: ''İslâm'a girenler bize terettüp eden hak ve vazifelere tabi olurlar, eski dinlerinde sâbit kalanlara baskı yapılmaz, onlardan maddî imkanlarına göre cizye al (Alınacak cizye) bir dinar ve daha fazla veya bu değerde bir şey olmalıdır, kim bu borcunu öderse o zimmetimiz (garantimiz) altındadır'' (Vesâik, s.199, 104 /elif. vesika).
Keza, Aleyhissalatu vesselâm Yemen valisi Muaz ibnu Cebel'e yazdığı mektupta da bu meseleye teması ihmal etmez: '' Kim dininde sâbit kalır ve cizyesini öderse, o diniyle baş başa bırakılır. Artık o, Allah'ın Resûlü'nün ve Mü'minlerin zimmetindedir. Ne öldürülür, ne esir edilir, yapabileceği mükellefiyete (vergiye) tâbi kılınır. Dinini terk etmesi için eziyet edilmez. Onların gözetleyicisi Allah'tır (Allah'ın işini siz yapmaya kalkmayın)'' (Vesâik, s.213, 106/dal. vesika).
Keza Hayber Yahudilerinden Safiye radıyallahu anhâ ile evleneceği zaman, onu Müslüman olmaya zorlamaz, şöyle diyerek davet eder: 'Şayet eski dininde kalmak istersen seni İslâm'a zorlamayız. Allah ve Resûlünü tercih edersen, seni zevcem olarak seçeceğim.' Safiye vâlidemiz, Tevrat menşeli bilgisi ve evlenmezden bir müddet önce gördüğü bir rüyanın da tesiriyle şu cevabı verir: 'Ben, Allah ve Resûlünü tercih ediyorum.' (Vâkidî, 2: 707).
Hanımları arasında herhangi bir tefrike yer vermeyen Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Safiyye'nin, kendisine diğer hanımları tarafından: 'Yahudi kızı!' diye rahatsız edildiği şikâyetini ulaştırınca: 'Sen de onlara: 'Amcam Hârun, babam Musa!' deseydin ya!' buyurur. Ve Safiyye'ye söz konusu sözü söyleyen hanımıyla iki buçuk aya yakın bir müddet konuşmaz.
Keza Kureyza Yahudilerinden olan Reyhâne'nin hikâyesi de dikkat çekicidir. Aleyhissalâtu vesselâm bu hanımı cariye olarak değil, zevce olarak hâne-i saadete dahil etmek ister ve bu maksatla 'örtünme'yi teklif eder. Ancak Reyhâne: 'Ey Allah'ın Resûlü! Beni cariye olarak tut; bu senin için de benim için de daha muvafık.' der. Resûlüllah (s.a.s.), Müslüman olmasını teklif eder. Reyhâne bunu da kabul etmeyip, Yahudilikte kalmakta ısrar edince Aleyhissalâtü vesselâm onu zorlamaz. Fakat Reyhâne bir müddet sonra kendi kararı ile Müslüman olur (İbnu Hişâm 3-4: 245; Üsdü'l-Gâbe, 7: 120).
Bu örnekler çoğaltılabilir.
Yahudilerle Beşeri Münasebetler
Daha Medine'ye gelir gelmez yapılan beraber yaşama anlaşmasının 25. maddesinde 'Beni Avf Yahudileri, mü'minlerle birlikte olarak bir ümmet (câmia) teşkil ederler.' denmesi, Yahudilere nasıl bir nazarla bakıldığını yeterince ifade eder. Rivayetler hem Resûlüllah'ın ve hem de diğer bir kısım Müslümanların Yahudilerle ziyaret, alışveriş, borçlanma, selâmlaşma gibi her çeşit beşerî münasebetleri sürdürdüklerini gösterir: Hz. Ali'nin ücret mukabilinde bir Yahudi'ye kuyudan su çekme hizmeti sunduğu (Tirmizi, 'Kıyamet,' 35), bir kısım Sahabîlerin ve hattâ Resûlullah'ın Yahudilere borçlanmaları bile vâkidir. Resûlullah'ın vefat ettiği zaman zırhının, borcuna mukabil bir Yahudi'de rehin olduğu bilinmektedir (Buhari, 'Rehin,' 2, 5; Müslim, 'Müsakât,' 124). Resûlüllah (s.a.s.), zaman zaman Yahudilerin toplanıp meselelerini görüştükleri, Tevrat okudukları Beytu'l-Midras denen eve uğrayıp Yahudilerle konuştuğu bilinmektedir (Ebu Davud, 'Hudûd', 26).
Bir Yahudi çocuğunun Resûlullah'la hususî dostluğu bile söz konusuydu. Zira Aleyhissalatu vesselâm'a sıkça uğrayıp bazı hizmetlerini gören bu çocuğun hastalandığını işiten Allah Resûlü, çocuğa 'geçmiş olsun' ziyaretinde bulunur Ebu Davud, 'Cenâiz', 5, [3095. h]. Beni Kureyza'dan olan Reyhâne'ye, Hayber Yahudilerinden olan Safiyye'ye Hâne-i Saadet'te birine cariye, diğerine zevce olarak yer verilmesini, daha başka maksatların yanı sıra, Anayasa'nın Yahudiler hakkında öngördüğü 'Mü'minlerle bir ümmet olma' hedefini gerçekleştirmeye yönelik fiilî tedbirler olarak da değerlendirebiliriz.
İslâm, komşuluk münasebetlerine çok fazla önem verir. Kapısı yakın olan komşunun uzak olana karşı tekaddüm hakkı vardır. Komşu Yahudi (gayr-ı Müslim) de olsa tekaddüm hakkını korur, ciddi bir hak olan şuf'a hakkında olduğu gibi (Abdurrezzak, 8: 84).
Hz. Peygamber ve Necranlılar
Hz. Peygamber'in Necranlılarla olan münasebeti, diyalog deyince öncelikle kastedilen ikili görüşmenin en güzel örneğini teşkil eder. Çünkü Necranlılar, Resûlullah'ın kendilerine yazdığı bir mektup üzerine, aralarında Ebu'l- Hâris diye bilinen meşhur bir alimin de yer aldığı 17'si eşraf olmak üzere 60 kişilik oldukça kalabalık bir heyet halinde gelerek (İbnu Hişâm, 1-2: 575) birkaç gün Aleyhissalâtu vesselâm'a misafir olmuşlardır. On yedi kişilik eşraf takımından üç kişinin ehassu'l- havas 'en büyükler' durumunda daha üst, hiyerarşik bir gurup teşkil ettikleri anlaşılmaktadır: İbnu Sa'd, 14 kişilik eşraf grubunun isimlerini teker teker verir (İbnu Sa'd, 1: 357).
Görüşmeler
Necranlıların Medine'deki müsaferetleri süresince kendileriyle 'İslâm dini' hakkında, hususen de 'İslâm nazarında Hz. İsa ve Hz. Meryem'in yerleri' olmak üzere birçok mesele üzerine bilgi alış-verişi ve münakaşa ve müzakereler yapılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Necranlıları İslâm'a davet eder, onlar kabul etmezler. Hz. Peygamber bu hususta ısrar etmez. Necranlılar, Kitaplarında mevcut bazı bilgiler sebebiyle davete icabet etmeyi kendi aralarında münakaşa ederler. Aralarında yer alan âlim kişi Ebu'l-Hâris, Hz. Muhammed'in 'Beklenen, hak peygamber' olduğunu itiraf etmesine rağmen, 'Kavmimizin bize yaptıkları İslâm'a girmeme mani oluyor. Bize şeref, mal-mülk verdiler, ikramlarda bulundular ve bizim bu zâta muhalefet etmemizi istediler. Eğer Müslüman olursak, bütün bu verdiklerini geri alacaklardır' diyerek Müslüman olmaktansa bir anlaşma yapmaları gereğinde heyeti ikna eder (İbnu Hişâm, 1-2: 573). Ancak diğer iki büyük es-Seyyid ve el-Âkıb bilahare Müslüman oldular.
Bu müzakereler esnasında Kur'ân'daki mübâhele âyeti (Âl-i İmrân, 3/61) bu vesile ile onlarla ilgili olarak inmiş, en sonunda her iki tarafın da mutâbık kaldığı yazılı bir anlaşma yapılmış ve Peygamber Efendimiz'in elinden insanlığın farklı dinler ve milletler koalisyonu şeklinde sulh içinde yaşama şartlarını gösteren bir vesika ortaya çıkmıştır. Biz insanlığın geldiği bugünkü safhada -ki insan hakları, din ve vicdan hürriyeti üzerinde çokça durulduğu günümüzde bile- bile, başka din ve inanç mensuplarına tanınan hak ve uygulamalarında henüz buna yetişemediği kanaatindeyiz. İbretle okunmaya değer:
Necranlılarla Yapılan Yazılı Anlaşmanın Metni
Bismillahirrahmanirrahim,
Bu, Allah Resûlü Nebî Muhammed'in (Sallâllahu aleyhi vesellem) üzerinde yetkili kılındığı Necran halkı ile bütün meyve mahsulleri, bütün altın ve gümüş ve bütün kölelerle ilgili olarak yazdığı ahiddir. Kendisi bütün bunları, her biri bir okiyye (2136 gramlık gümüş değerinde) 2000 elbiseye mukabil onlara terk etmiştir. Bunun 1000'i her yıl Recep ayında, diğer 1000'i ise her yılın Safer ayında teslim edilecektir. Her bir elbise bir okiyye gümüş değerinde olacaktır. Şu şartla ki, vergiyi aşan veya gümüş miktarından eksik olan kısım hesapta nazar-ı itibara alınacaktır. Zırh, at veya malzemeden yaptıkları ödemeler hesaplanacaktır. Gönderdiğim elçilerin 20 güne kadarki ağırlanma ve yiyecek masrafları Necranlılar üzerinedir. Elçilerim bir aydan fazla tutulamazlar. Yemen'de bir cürüm işlenir, savaş çıkarsa 30 zırh, 30 at, 30 deveyi âriyeten vereceklerdir. Elçilerimin âriyet olarak alacakları zırh, at, deve veya mallarda zayiat meydana gelirse, elçilerim onları tazmin ve zararı mutlaka telafi edeceklerdir.
Mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun mülkiyetleri altındaki her şeye şâmil olmak üzere, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmeti Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler üzerine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi papazlık vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir. Almış oldukları ödünçlerde hiçbir faiz söz konusu olmayacaktır.
Bu itaat ediş ve tâbi oluşlarından önce cahiliye zamanındaki kan davaları kaldırılmıştır. Onlar ne toplanıp bir araya getirilecekler ve ne de kendileri öşür vergisine tabi tutulacaklardır. Onların toprakları üzerine hiçbir askerî birlik ayak basmayacaktır. Onlardan herhangi biri alacağını talep ettiğinde onlar arasında bir eşitlik kurulacaktır. Onlar ne zulm edecekler ne de kendileri zulme uğrayacaklardır. Şayet onlar arsından herhangi biri istikbalde faizli muamelelere girecek olursa benim himayemin dışında tutulacaktır: Onlar arasında hiç kimse bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan mes'ul tutulmayacaktır.
Bu duruma göre, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmeti, Allah'ın bütün kuvvet ve kudretini gösterdiği güne kadar olmak üzere ve Necranlılar da hiçbir hata ve haksızlık işlemeksizin üzerlerine düşen vazifelerini layıkıyla yerine getirmeleri ve hiçbir zulümde bulunmaksızın iyi hal ve tutum göstermeleri şartıyla, bu yazıda gösterilen hususlar üzerinde bulunacaktır.
Şâhitler: Ebu Süfyân ibnu Harb, Gaylân ibnu Amr, Mâlik ibnu Avf Ensârî, Akra ibnu Hâbis el- Hanzelî ve el-Muğîre ibnu Şu'be. Bu yazıyı yazan kimse: Abdullah ibnu Ebî Bekr'dir (Vesâik, s.175-76, 94. Vesika, İbnu Sa'd, 1: 287-288).
Fransız şarkiyatçı Louis Massignon, Resûlullah'ın Necranlılarla yaptığı anlaşmanın âdilane olduğunu, Lammens'e atfen şöyle ifade eder: 'Lammens'e göre, Hicret'in onuncu yılında yapılan antlaşma, biri zanaatkâr (Necran), diğeri askerî olan (Medîne) iki güç arasında hakkaniyet çerçevesinde müzakere edildi'' (Opera Minora, Dar al-Maarif, Lübnan 1963, 1: 558). Tekrar etmenin yeridir: Resûlüllah, gayr-ı Müslimlere siyasî birlik teklifini yaparken, bugünün zorba güçlülerinin tarzında ezici, dayatmacı, sömürücü olmamış, kendinden sonra geleceklere de böyle bir tavsiyede bulunmamıştır.
Mescid-i Nebevî'de Necranlı Hıristiyanlar
Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitab'a davranışı ve onlarla münasebetleri çerçevesinde burada kaydı gereken mühim bir hâdise de, Mescid-i Nebevî'nin içinde Hıristiyanlara haftalık ayinlerini yapmalarına verilen izindir. Bu vakayı anlatan râvi 'Necran heyeti gibisini hiç görmedim' diyerek, günümüz için de oldukça ibretli olan vak'ayı anlatır: Heyet ibadet vakitleri gelince Mescid-i Nebevî'nin içinde ibadetlerini yapmak isterler. Ashaptan bazıları bunu garipsemiş, belki de bir tepki göstermiş olacaklar ki, Aleyhissalâtü vesselâm 'Onları serbest bırakın!' müdahalesinde bulunmuşlardır. Necranlılar doğuya yönelerek ibadet yaparlar (İbnu Hişâm, 1-2: 574, İbnu Sa'd 1:357). Serahsî, Hanefi mezhebindeki, mescide gayr-i Müslimlerin girme ruhsatını açıklarken başka örnekler verir, fakat bu hâdiseye temas etmez (Kitabu's-Siyerü'l-Kebir, 1989, 1: 90-91).
Hemen hatırlatmak isteriz: Hz. Ömer zamanında hicretin 14. yılında fethedilen Humus şehrinde, yerli halkın rızasıyla Yuhanna Kilisesi'nin dörtte biri cami olarak kullanılır (el-Belâzurî, 1958, s: 187). Aynı kapıdan girip çıkan Hıristiyan ve Müslüman âbidler birbirinden rahatsız olmazlar. Keza daha sonraki asırlarda Endülüs'te de San Vicent kilisesinin yarısı, yapılan anlaşma gereği, Müslümanlar tarafından cami olarak kullanılır (Mehmed Özdemir, 1994, s: 68).
Bu uygulamaların yanında, İstanbul'da bazı semtlerde Kilise, Havra ve Câminin yan yana inşa edilmiş olma örneği, İslâm'ın hoşgörüsünü ifade etmede sönük kalır.
Netice
Gittikçe küçülüp köy haline gelen ve bu sebeple de her çeşit din ve kültüre mensup insanlarla iç içe yaşamak zorunda kaldığı bir safhaya giren insanlığın sulh ve huzur içinde yaşayabilmesi için, aralarında sevgi, saygı, adalet gibi bir kısım insanî değerleri güncelleştirmesi yani hayata geçirmesi gerekmektedir. Sevgi ve muhabbetin yolu tanışma ve muarefeden geçeceğine göre, bunun gerçekleşmesi için inanç ve ideolojileri ne olursa olsun insanların, her şeyden önce birbirlerini oldukları şekliyle, farklılıklarıyla kabul edip bir araya gelip konuşmaları; birbirlerini araya giren ikinci el kaynaklardan değil, bizzat kendilerinden dinleyerek, kendilerini birbirlerine sulh ortamı içerisinde, insanî ölçüler içinde anlatarak tanıtmaları ve tanımaları gerekmektedir.
Bunu yaparken Muhammedî bir metotla hareket edip, anlaşamayacağımız apaçık belli olan ihtilaflı, farklı noktalardan değil, birleştiğimiz, anlaştığımız ittifaklı, menfaatli noktalardan başlamalıyız. Geçmişin kavgası kader olmuştur deyip eski devrin şartlarındaki olumsuzluklara da çok fazla takılıp geleceğimizi karartma yerine affı, müsamahayı, hoşgörüyü esas almalıyız.
Şurası muhakkak ki, gaflet ve saflık, telafisi zor hayal kırıklığı da getirebilir. İstenmeyen menfilikler, bilhassa günümüzde içe kapanmakla önlenemez. Bunun yerine, kendimizi iyi tanımlayıp örnek hale gelmemiz ve inisiyatif sahibi bir aksiyon çizgisine sahip olmamız elzemdir.
Kaynaklar
el-Belâzurî, Ebu'l-Abbâs Ahmed İbnu Yahya (v. 279/892), Fütûhu'l-Büldân, Beyrut, 1958.
Hamidullah, Muhammed, Le Saint Coran.
İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahabe.
İbn Haceri'l-Askalânî, Fethu'l-Bârî fî Şerhi Sahihi'l-Buharî.
İbnu Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, 1-2.
İbnu Kesir, Tefsir-u Kur'âni'l Azim.
Kaynak, İbrahim, Wilhelm Schimidt'in Din Teorilerine Yaklaşımı ve Din Anlayışı (Neşredilmemiş doktora tezi. Selçuk Üniversitesi, 2004.
''Wilhelm Schimidt'te Avcı-Toplayıcıların Tek Tanrıcılığı', Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, yıl 2004, sayı 11.
Massignon, Louis, Opera Minora, Dar al-Maarif, Lübnan 1963.
Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, '25. Söz', RNK.
Özdemir, Mehmed, Endülüs Müslümanları-1, Ankara, 1994.
Serahsî, Kitabu's-Siyerü'l-Kebir, (Le Grand Livre de La Conduite de L'Etat), Türkiye Diyanet vakfı neşri, Doğuş, Ankara 1989.
Taberi, Ebu Ca'fer Muhammed İbnu Cerîr (v.310), Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk, Tahkik: Muhammed Ebu'l-Fazl İbrahim, Dâru Süveydân, Beyrut, Tarihsiz.
Vâkidî, Muhammed ibnu Ömer (v. 207 hicrî), Kitâbu'l-Meğâzî, Tahkik: Marsden Jones, Oxford, Londra, 1966.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Diyaloğu emreden Ayetler (1): Âl-i İmran,64

"De ki: Ey Ehl-i Kitap, Sizinle Bizim Aramızda Aynı Olan Bir Kelimeye Gelin: Allah'tan Başkasına İbadet Etmeyelim ve O'na Hiçbir Şeyi Ortak Koşmayalım; Allah'ı Bırakıp da, Kimimiz Kimimizi Rabler de Edinmesin.. Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse, işte o zaman: “Şahit olun ki biz müslümanlarız!” deyiniz.”(Âl-i İmran, 3/64)

İslamî tebliğde, bilhassa Ehl-i Kitab'a karşı yumuşak olmak Kur'ân'ın emridir. Değil sadece Ehl-i Kitap, Cenab-ı Allah, Hz. Musa'ya, fir'avn'a giderken dahi "Ona yumuşak söz söyle; olur ki, öğüt alır, kendine gelir ve Allah'tan korkar" (Tâhâ/44) diye mülâyemeti emreder. Galiz sözlerin, insanları kınamanın ve onlara karşı kaba davranmanın İslamî tebliğde hiç mi hiç yeri yoktur.

Bahis mevzuu ayet bize böyle yumuşak söz söyleme ve sevdirici, çekici tebliğin mücessem bir örneğini vermektedir. İslam'ı bütün bir kale ve hududullah ile çevrilmiş geniş bir kasr-ı muallâ olarak düşünecek olursak, bu sarayın müteaddit giriş kapıları olduğu gibi, bu kapılara ulaştıran ve içeri girmeyi sağlayan mahlukatın nefesleri adedince yolların var olduğunu da unutmamak icab eder. İslam, kendine has üslubuyla insanları bu yollardan herhangi birinde ve yine yolun herhangi bir noktasında kucaklar ve usûlüne göre onu kapılarından birinden içeriye çeker. İşte böyle bir husus ve tedriciliğin anlaşılamamış olması ya da tam idrak edilememesi, dün olduğu gibi, bugün de bazılarını belli yanlışlıklara sürüklemektedir.

İşte bu ayet, Ehl-i Kitab'ı, sözü edilen yollardan veya noktalardan birinde yakalıyor; onlara güler bir yüz ve tatlı bir dille yaklaşıp, "gelin" diyor. Bu "gelin" deyişte, "sizi çağırdığım, davet ettiğim şeyler, sizin bilmediğiniz şeyler değil; tam tersine, bildiğiniz, ünsiyet ettiğiniz ve bizden çok önce karşılaşıp da, şimdi unutmuş olabileceğiniz veya yanlış hatırladığınız şeyler türündendir." diyor ki, bu da Kur'ân'ın, Ehl-i Kitab'la aramıza bir köprü kurarak onları gayet yumuşak bir şekilde, sıcak baktıkları bir noktadan yakalamasıdır. Bu husus, İslam'ın tebliğinde ve muhataplara yaklaşmada çok önemlidir.. ve siz isterseniz buna, şimdilerin moda tabiriyle "diyalog"diyebilirsiniz. Evet, Kur'ân'ın Ehl-i Kitab'ı çağırdığı o me'luf nokta tek bir kelime ile hülasa edilecek kadar kısadır; zira Kur'ân onlardan sadece ve sadece bir tek şey istemektedir ki, o da şu görülen köprüden geçilip, şu kapıya ulaşılmasıdır; her şey bir yana sadece "sevâün" kelimesinde bile bu inceliği, bu yumuşaklığı ve arada kurulmaya çalışılan köprüyü görmek mümkündür. Nedir bu köprünün hususiyetleri?
İşte Kur'ân, bu noktada müsbeti tariften ziyade, menfiyi nazara vererek konuya şöyle giriyor. Bir kere Ehl-i kitap, önceleri kendi çerçevesiyle Allah'ı tanıyordu. Ne var ki böyle bir tanımanın üzerinden asırlar geçmiş ve dolayısıyla onların o marifetleri küllenmiş ve tazeliği de kalmamıştı. Öyleyse, yapılması gereken bir "tahliye", yani "arıtma" ameliyesi idi. Bu yapıldığında, gerçekler ayan beyan ortaya çıkacaktı. Esasen, "lâ ilâhe illallah" cümlesinde de bu tahliyeyi görmek mümkündür. Yani İslam, her işe bir tahliye ile başlar; zihni yanlış kabullerden, saplantılardan; nazarları da şaşılıktan kurtarma, "illallah"tan, yani müsbeti tariften önce gelen bir ameliye-i fikriye, bir ameliye-i nazariye, belki de bir ameliyat-ı tecdidiyyedir. Bu sebepledir ki, ayette de, "şunları şunları yapalım" değil de, "şunu yapmayalım" ifadesi kullanılmıştır.
Evet, bir kısım Ehl-i Kitap, zamanla Allah'a şirk koşar hale gelmiş; O'na vesenîler gibi oğullar, kızlar isnad etmeğe başlamış, üç bir, bir üç gibi anlaşılmaz yanlışlara girmiş ve bazı hahamlarına, papazlarına, Allah'a ait olan tevbenin kabulü ve teşrî yetkisi gibi, ibadette Allah'a şirk koşma mânâsına gelen fonksiyonlar atfeder olmuşlardır. Ayette bazı "hahamların ve papazların rab edinilmesi" tabiri daha çok gündelik hayatı alakadar eden hususlarda ve teşriî konularda merci kabul edilmeyeceğiyle alakalıdır. Dolayısıyla da Kur'ân, kalblerin ve zihinlerin şirkten tahliyesine oradan başlamamakta ve önce Cenab-ı Hakk'ın uluhiyetine karşı şirk koşulmamasını, ibadetin O'na tahsisini nazara vermektedir. Namaz, oruç, hac, zekat Allah için olmalı; kurban O'nun için kesilmelidir. Burada Ehl-i Kitap, rahatlıkla "biz zaten bunları Allah için yapıyoruz" diyebilir. Öyleyse, bu merhaleden sonra, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmama merhalesi gelmektedir. Yani, Allah'la beraber başka yaratıcı kabul etmeme; "sebepler, tabiat veya bir takım başka güçler" dememe; yaratmayı, ölümü, yaşatmayı, rızıklandırmayı, kainatın idaresini tamamen O'na verme; O'nu doğmadan-doğurmadan, üremekten ve başkalarına muhtaç olma gibi noksanlıklardan beri görme.. evet imanın üzerindeki bu kara örtü kaldırılınca, geriye sadece günlük hayatın, içtimai, iktisadi sahalarının da tevhide göre düzenlenmesi kalmaktadır ki, Allah'a iman ve ibadet yani her mânâda tevhid tamamlanabilsin. İşte, İslam'ın tebliğinde nasıl bir tedricilik varsa, zihinleri ve kalbleri, sonra da günlük hayatı tevhide raptetmede öyle bir tedricilik sözkonusudur. Zaten, Hz. Üstad'ın ifade ettiği ve üzerinde hassasiyetle durduğu üzere, İslam, bir bakıma imanın tahsîl, tarsîn ve tahkîminden ibarettir. Evet, neticede her şey, imânâ ve tevhid'e dayanmakta ve bir bakıma iman ve tevhid, merkezi, hakikatı oluşturduğu gibi, muhitle alakalı meseleleri de tayin etmektedir.
Hülasa olarak diyebiliriz ki burada, birbirinden farklı ruhların, ayrı ayrı vicdanların, değişik telakkilerle meydana gelmiş değişik kültür ve değişik medeniyetlerin, birbirinden farklı zamanlarda gelmiş farklı kitapların ve o kitapların yoğurup şekillendirdiği ümmetlerin, her gönlün "evet" diyebileceği bir çizgide -siz isterseniz buna "sulh çizgisi" diyebilirsiniz- birleştirilebileceği, birleştirilirken de her meselenin, rahmetin enginliği açısından ele alındığını ve her merhalede yaklaşımların evrensellik buudunun korunduğu apaçık ortaya konmuştur ki; her düşünce ve her vicdan ancak böyle bir hak hakemliği ile hallolabilir. Ruhlar, şahısların heva ve heveslerinin baskısından kurtularak Ma'bud-u Mutlak'a hakiki kulluğa erer ve dünya sahte ilahlara kulluktan kurtulur. (1)
Merhum Elmalı Hamdi Yazır , bahse konu Ayetin Tefsirinde , Davetin Ehl-i Kitabıda aşarak muhtelif milletlerin ve farklı dinleride kapsadığını belirtmiş , davetin tüm insanlığa şümul olduğunu belirtmiştir. (2)
Diyalog içinde bulunduğumuz insanlarla, “fasl-ı müşterek”leri artırmak ve onlar üzerinde konuşmak gerekir. Hatta konuştuğunuz, görüştüğünüz bu insanlar, Yahudi ve Hristiyanlar bile olsa, yine bu düşünce ile hareket edilmeli ve muvakkaten bizi birbirimizden ayıracak hususlar bahis mevzuu edilmemelidir. Mesela, siz onlarla Allah, ahiret konularında anlaşamadı iseniz, onlara Efendimiz’i anlatmanın bir mânâsı yoktur. Efendimiz bizim canımızdır.. O’nsuz bir hayat yerin dibine batsın! Ne var ki, O’nu anlatmada zamanlamanın çok iyi yapılması lazımdır. Bakın Kur’ân-ı Kerim kitap ehline çağrıda bulunurken diyor ki: “Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan kelimeye gelin.” Nedir o kelime? “Allah’tan başkasına ibadet yapmayalım” (Al-i İmran/64). Zira gerçek hürriyet başkalarına kulluk yapmaktan kurtulmakla gerçekleşir. Allah’a kul olan başkalarına kul olmaktan kurtulur. İşte gelin bu mevzu üzerinde birleşelim, bütünleşelim. Ve yine “Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin” diyor Kur’ân (Al-i İmran/64). Dikkat edin! Bu mesajda “Muhammedün Rasulullah” yok. (3)
(Âl–i İmran, 3/64) fermân–ı sübhânisiyle –müşrikler anlamasa da– Hıristiyan ve Yahudilerin ve onların içinde de ilim ehlinin dikkatleri çekilerek şöyle bir çağrıda bulunulmaktadır: Ey Hıristiyanlar, Yahudiler ve hususiyle de ilim ehli olanlar! Geliniz, aramızda müşterek olan bir kelime üzerinde –Allah’a imanda ve tevhidde– anlaşalım. Zira her şeyin O’na muhtaç bulunduğu Allah hakkında anlaşmak sizin de bizim de en önemli ve hayâtî meselemizdir. Gelin, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım.” Evet, Allah’tan başkasına kul olmayalım. Zatında eşi ve ortağı olmayan Allah’a biz de eş ve ortak koşmayalım. Zira kâinatı kabza–i tasarrufunda tutup çeviren sadece O’dur. Bütün sistemler ve bütün kevn ü mekanlar, O’nun azamet ve uluhiyeti karşısında bir zerre mesabesindedir. Dolayısıyla kâinat da, biz de Cenab–ı Hakk’a muhtaç ve medyun olduğumuz, O’nun da eşi ve ortağı olmadığı halde, hayallerimizde O’na eş ve ortak koşmak suretiyle kendi kendimize yazık etmeyelim.
Yani doğru yoldan inhiraf ederek, “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rab edinmesin.” Zira, bir kere de Allah’tan başkasına tapmaya başlayınca, daha doğrusu Allah’ı bırakıp başka vadilerde kurtuluş aramaya durunca bir daha da belimizi doğrultamayız. Öyle ise gelin bütün benliğimizle Allah’a yönelelim ve “Velâ yettehize ba’dunâ ba’den erbâben min dûnillah; Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabb edinmesin” buyrulmuştur. Bunca tembih ve tenvire rağmen hiçbir şey yokmuş gibi, “Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse, işte o zaman: “Şahit olun ki biz müslümanlarız!” deyiniz.” İkaz, tembih, tenvir ve aklı işhaddan sonra da, vazifenizi ifa ile alakalı onların vicdanlarını şahit gösterip bir adım geri durun.
Cenab–ı Hak, bu ayette bütün ehl–i kitaba çağrıda bulunduğu gibi, kıyamete kadar gelecek bütün ilim ehlini, kitap mücadelesi verenleri ve kitap çevresinde müesseseleşenleri de muhatap olarak almakta ve onlara adeta şöyle seslenmektedir: Ey ilim erbabı! Gelin, aramızda müşterek olan, bizim kalben ulaştığımız ve vicdanlarımızın kabullenip tasdik ettiği “Allah’tan başka mabud–u mutlakın olmadığı” hakikatinde birleşelim. Aslında hangi ilim dalıyla iştigal edersek edelim, neticede bu ilimlerin, vâhid–i hakiki ve vâcibu’l–vücûd olan Allah’a dayanmayınca, muallakta olduğunu duyacağımız kaçınılmazdır. Oysaki mümin gönüller, Kur’an’ın talim ve terbiyesiyle rûhen, vicdanen ve kalben ilimlere konu teşkil eden şeyleri daha farklı duymakta ve hissetmektedirler. Bu noktadaki problemler aşıldığı takdirde, ruh, fikir ve ilimlere ait tıkanıklık sayılan hususlar da kendi kendine vuzûha kavuşacaktır. Evet ilmin inhiraflardan kurtulabilmesi işte böyle bir tevhid anlayışında Kur’an’la anlaşmaya bağlıdır. (4)
Buna göre Müslüman, onları “kendi konumlarında kabul” edecek, ortak noktada buluşmaya çağıracaktır ki ortak nokta Allah’ın varlık ve birliğini kabul, indirilmiş olan kitaplara iman ve O’ndan başkasına ibadeti reddir. (5)
Monoteist, yani Tek İlâh’a inanmayı temel özellikleri kabul eden Tevrat ve İncil mensuplarının bu daveti red etmemeleri gerekir. “Allah’ın birliği akidesi; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın değişmez ve kesin akidesidir.” (D. Mason, Le Coran et la revelation judeochretienne, Paris, 1958, 1, 32). Tevrat’ın açıkça bildirdiği üzere: “Tanrı Yahve’dir ve O’ndan başka tanrı yoktur” (“Tekvin”, 4: 35, 39). “Dinle İsrail! Tanrımız Yahve’dir ve O tektir” (“Tensiye”, 6, 4). Tevrat ve İncil uzmanlarından G. Lagrange şöyle der: “Eski ve Yeni Ahid’in bütün sayfaları tevhid inancını dile getirir.” (De Deo Uno, s.240’dan D. Mason, a.g.e., 1, 31). Hıristiyanların kredosu (amentüsü): “Ben, bir tek Tanrı’ya inanırım” diye başlar. 1215 yılındaki Latran Konsili bu akide hakkında şu açıklamayı getirir: “Biz kesin olarak inanırız ki, gerçek Tanrı bir tektir, her şeyin esasıdır.” (6)
Yani, "Bizim kabul ettiğimiz ve sizin de kendi kitaplarınızın öğretileri ile desteklendiği ve tasdik edildiği için, 'yanlış' diye reddedemediğiniz inancımızda bize katılın." (7)
Kur’anın “Ey Ehl-i Kitab” davetine , günümüz Ehl-i Kitabının diğer Asırlara göre daha çok muhtaç olduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, Ehl-i Kitab ile aynı zamanda Ehl-i Mektebinde (İlim Sahiblerinin ) kast edildiğini ifade etmektedir.(8)
Ali İmran ,64. ayet-i kerimenin değerlendirmesi:
A-) Ehl-i Kitab’a (Hıristiyan ,Yahudi ve diğer Kitab indirilmiş dinlere ) ve İlim erbabına (Bilim Adamlarına) yumuşak bir şekilde, kırıcı olmadan ve Diyalog kurarak bir Davet esastır !
B-) Kurulacak Diyalogta esas amaç ; bir üstünlük kurmadan ,aslında bütün semavi dinlerin kabullendikleri fakat üzerinden geçen Asırlar sonucu unutulan veya yanlış hatırlanan ; Bir olan Allah’a imanın perçinlenmesi ve yine Bir olan Allah’tan başkasına kulluk edilmemesidir ! Burda cay-ı dikkat olan bir husus şudur : Tevbe Suresi 30.Ayet-i Kerimede , Kur'an-ı Kerim Ehl-i Kitabı Allah'a oğulluk isnadında bulunduklarından dolayı kınarken , burda ise , Ehl-i Kitab ile biz Müslümanların aramızda aslen ortak olan bir Kelimeden bahsedilmesi , Kur'anın çok ince latif bir yakklaşımı olarak karşımızda durmaktadır ! Halbuki Allah'a oğul isnadında bulunanlarla bizim ne ortaklığımız olabilirki ? Demek , oğul isnadında bulunmalarına rağmen , Allah inançlarının olması , onlar ile aramızdaki ortak olan inanç esasımızdır ! Lakin , Ayetin devamında hemen , Bir olan Allah'a davetin gelmesi , kurulması emredilen Diyaloğun stratejisini ortaya koymaktadır !
C-) Bu konuda ikna ve uzlaşma sağlanamadığı takdirde , Efendimiz (SAV) ‘me iman etmelerini istemenin veya beklemenin bir anlamı yoktur ! Çünkü , tevhid İnancına gelmeyen Ehl-i Kitab Efendimiz (SAV) 'ide kabul etmiyeceklerdir !
D-) Tevhid inancını kabul etmediklerini gördüğünüzde , onları olduğu konumda kabul edinki ,onlarda sizi olduğunuz konumda kabul etmiş olsunlar ! Umulur ki , onlar Tevhid inancını kabul etmeselerde , yakın çevreleri veya gelecek nesilleri bu kabule uyacaklardır !

E-) Çünkü Kalbler ve Hidayet Allah’ın elindedir !

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) M.Fethullah Gülen , Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar (Âl-i İmran Suresi ,64.Ayet-i Kerime )
(2) Hak Dini Kur’ân Dili, 3, 387-388, Al-i İmran, 64 tefsirinde
(3) M.Fethullah Gülen , Prizma (Perspektif)
(4) Akademi, 25.04.2003
(5) Ahmet Kurucan, Zaman, 22.02.2004
(6) Prof.Dr. Suat Yıldırım , Yeni Ümit Dergisi , 68.Sayı ( Nisan-mayıs-Haziran , 2005)
(7) Mevdudi , Tefhimul Kur’an , Ali İmran , 64 Tefsiri
(8) Bediüzzaman Said Nursi , Sözler, Sayfa 371
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Diyaloğu emreden Ayetler (2): Ankebut,46


“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.' (Ankebut,46)


Kur’ân, bu ayetiyle de bize, üslûpta takınacağımız tavrı ve sergilememiz gereken edebi gösteriyor. Ehl-i Kitabın zâlim olmayan kesimiyle münasebetlerimizde, şiddetli davranma ve onların iflahını kesme düşüncesinin İslâmî bir düşünce ve davranış biçimi olmadığını dile getiriyor. Evet , böyle bir düşünce ve davranış İslâmî olmaktan öte, İslâmî kaide ve prensiplere aykırı bir çarpıklık demektir


Elmalı Hamdi Yazır , Ayetin tefsirinde : “Yahudiler ve Hıristiyanlarla ancak en güzel yoldan mücadele suretiyle; Mesela kabalığa incelikle, sertliğe yumuşaklıkla, öfkeye hazm ile, gevezeliğe nasihat ile, şiddete vakar ile karşılık vererek hak ve gerçek delilleri açıklamak ve izah etmek gibi. Ancak içlerinde zulmedenler başka.” demektedir.

Mevdudi Tefsirini incelediğimizde : "Tartışma, karşıdaki kişinin fikirlerinin düzeltilebilmesi için medenî ve saygılı bir dilde ölçülü bir şekilde yapılmalıdır. Tebliğ eden kişinin asıl amacı, muhatabının kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek olmalıdır. O, tek gayesi karşısındakini yenmek olan pehlivan gibi davranmamalıdır. Daha çok, kendi yaptığı bir hatayla hastasının daha kötüye gitmemesi için çok dikkatli davranan ve onu mümkün olduğunca az sorun çıkararak iyileştirmeye çalışan bir doktor gibi olmalıdır. Bu talimat burada özellikle Kitab Ehli ile tartışmalar için verilmiştir, fakat bu dini tebliğ etme konusunda verilmiş genel bir talimattır ve Kur'an'ın birçok yerinde buna değinilmiştir. Mesela: "Ey Peygamber! Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl: 125) "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet: 34) "Ey peygamber! kötülüğü en güzel olanla sav. Biz onların nitelediklerini en iyi bileniz." (Müminun: 96) "Ey Peygamber, af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerle lüzumsuz tartışmalardan sakın. Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın." (A'raf: 199-200)….. Allah burada müslümanlara, Kitab Ehli ile tartışacaklarında ilk önce meselenin olumlu yönlerini ele almalarını emretmektedir.”

İbn-i Kesir , Taberi Tefsirlerinde :Ne kadar müsamahakâr olursa olsun, hiçbir insan zulme tahammül edemez ve etmemelidir. Bu itibarla Kur’ân zalim olmayanlarla en güzel bir tarzda görüşmeyi tavsiye buyurmaktadır. Böylece en makul ve nazik bir söylem ile: “Sizin kitabınız da hak kitap, aynı İlah'a ibadet ediyoruz. O'na itaat esasında birleştiğimize göre, dinin aslında beraberiz. Bu çerçevede, bir arada yaşayabilir ve konuşabiliriz” mesajı verilir. “Bu ifade Müslümanların onlarla iyi geçinmelerinin ilkesel gerekçesini ortaya koymaktadır. Zira -putperest Arap'ların aksine- Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında bir inanç yakınlığı bulunmakta, yani Müslümanlar onların Kitaplarının hak kitap olduğunu kabul ettikleri gibi temelde ulûhiyyet konusunda da onlarla aynı inancı paylaşmaktadırlar. Ehl-i Kitap'taki tevhid ilkesine aykırı inançlar, onların dinlerinin aslında bulunmayıp sonradan ortaya çıkmış bir sapmadır. Sonuç olarak Müslümanların temel inanç konularında kendileriyle aynı çizgide gördükleri Ehl-i Kitab’ı düşman bilmeleri anlamsızdır. Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında daha sonra baş gösteren çatışmalar, Müslümanlardan kaynaklanmış değildir. Nitekim tarihî bilgiler de bunu doğrulamaktadır. Bu açıklama-lar dikkate alındığında, haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i Kitap'la iyi geçinmeyi emreden bu âyetin, sava-şa izin veren daha sonraki âyetlerle nesh edildiğini ileri süren görüşün de isabetli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira bu âyetin “İçlerinden haksızlığa sapanlar dışında” şeklindeki istisna bölümü, zaten gerektiğinde savaşmaya kadar varacak olan sertliğe sertlikle mukabele yolunu açık tutmaktadır. Nitekim müfessirler de bu yönde yorumlar aktarmışlardır (bk. Taberi, XXI, 2; İbn Kesir, VI,292; nakl: DİB, Kur’ân Yolu, Ankebut, 29/46 tefsiri, IV, 258).
Tefsirul Munir’de (Vehbe Zuheyli) : “Yahudi ve Hristiyanlarla güzel bir metodla, yumuşak ve ılımlı bir üslûpla tartışın. Ancak kendi nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden, hak yoldan sapan, apaçık hüccetleri görmezden gelen, inatçılık yapan ve büyüklük taslayan kimseler müstesna. “ demektedir.
Fahreddin Razi’de Miftahul Gayb Tefsirinde : : (Peygamberine) ehl-i kitabı irşâd etmenin yolunu da beyân buyurarak, "Ehl-i kitab ile, en güzel olandan başka bir şekilde mücâdele etmeyin..." buyurdu. Bazı müfessirler, bundan muradın, "Zalim olanlar ve savaş açanlar müstesna, imân etmeseler bile, ehl-i kitab ile, kılıçta mücâdele etmeyin" manası olduğunu söylemişlerdir ki bu, "Onlar, küfürlerine ilâveten, zâlim olmadıkları müddetçe" demektir….onlarla önce, en güzel şekil ve usulde mücâdele olunur; Fikirleri hafife alınmaz, ataları sapık olarak nitelenmez…

Razi Tefsirinin devamında ifade edilen “Onlardan zâlim olanlar, yani Allah'ın, çocuğu olduğunu veya Allah'ın üç ilah'ın üçüncüsü olduğunu söylemek suretiyle, müşrik olanlar müstesna” ve yine benzer bir yaklaşımı sergileyen Elmalı Hamdi Yazır’ın Tefsirinin devamında geçen : “Yeterli olan delili kabul etmeyip, haksızlıkla inada, aşırılığa sapan, mesela hâşâ Allah'ın oğlu var demekle veya "Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır)" (Mâide, 5/64) gibi laflar söylemekte ısrar ile kibirlilik taslayan zalimler müstesna, zira o zaman hallerine uygun şekilde müdafaa yapmak vacip olur.”

yaklaşımlarından , her teslis inancına haiz insanı zalim addedip , sanki bu kesimin Ayette geçen “en güzel yoldan mücadeleyi” hak etmediği anlaşılmamalıdır. Çünkü ; Ayet , Ehl-i Kitabı kast etmesi hasebi ile başta tüm Hıristiyan ve Yahudileri kapsamaktadır. Saniyen , Teslis İnancına haiz nice Hıristiyanlar var ki , bunu inançlarının gereği olarak görmekte , yoksa Elmalı Tefsirinin devamında ifade edildiği üzere bir kibir mevzuu yapmamaktadır. Dolaysıyla diyebilirizki ; Elmalı Hamdi bu ifadesi ile Teslis inancını bir zulüm aracı yapıp , bu fikri zorla empoze eden Hırsitiyanları Zulmedenler kategorisinde değerlendirirken , Tevhid arayışında olan ve Tevhid’i öğrenmeye muhtaç Hıristiyanlar ile, Teslis inancındaki mantıki çelişkilerine çözüm bulamayıp Tevhid’e yaklaşan Hıristiyanlar “Zulmeden”ler katogorisine müdahil elbette değillerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki ;Kur’an’ı kerimö bu Ayet-i Kerimesi ile de Ehl-i Kitaba öncelikle yumuşak, musamahalı , sevdirerek iyi güzel bir uslub ile yaklaşım sergilenmesini emretmekte ve bizlere bu konuda tevilsiz bir Rehberlik göstermektedir.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Diyaloğu emreden Ayetler (4): Teğabun,14
manzara-resmi7.jpg


“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.” (Teğabün,64/14)






Ayet-i Kerimede görüleceği üzere , düşman olan eşler ,çocuklar veya her ikisi içinde , onların İslam’a kazandırılmaları için affetmeyi , kusurlarını yüzlerine vurmamayı öğütlemektedir.
Elmalı Hamdi Yazır bu Ayet-i Kerimenin tefsirinde Tirmizi, Hakim, İbn-ü Cerir ve daha başkalarından İbnü Abbas'tan şöyle rivayet ettklerini bildiriyor: 'Bu âyeti bazı Mekkeliler hakkında nazil olmuştur ki, onlar müslüman olmuşlar ve Medine'ye Peygamber (s.a.v) 'in yanına gitmek istemişlerdi. Hanımları ve çocukları da onları bırakmaya razı olmadılar. Sonra kalkıp Resulullah'a geldiklerinde insanların dinî bilgileri kavramış olduklarını görünce zevcelerine ve çocuklarına ceza vermeyi düşündüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Elmalı özetle şöyle devam ediyor: “Ezvacınızdan, yani eşlerinizden ve çocuklarınızdan size bir düşman vardır. Kadın ve çocuklardan oluşan ailelerinizin tamamı değilse de içlerinden bazıları; yani bazı kadın, bazı çocuk veya bazı kadınla çocuklardan teşekkül eden bir takımı, size bilerek veya bilmeyerek bir nevi düşmandır. Bununla beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı, her kusurlarına aldırmamalıdır. Ve eğer affederseniz yani affetmek hakkınız olup tarafınızdan affı mümkün olan suçlarını bağışlarsanız -ki bunlar, size karşı yapılan ve başkalarını ilgilendirmeyen dünya işleriyle alakalı yahut da dinî konularda olup da tevbe ettikleri suçlardır affeder yüzlerine vurmaz, başlarına kakmaz ve ayıblarını, eksikliklerini örter, müsamaha gösterirseniz, şüphesiz Allah da gafurdur rahîmdir. O da sizin günahlarınızı rahmetiyle bağışlar.” (1)
Evet, kötülüğün kökünü en keskin kılıçlardan daha güzel kesecek olan şey ihsanla muamelede bulunmak; Allah’ı görüyormuşçasına ya da en azından O’nun tarafından görülüyor olma şuuruyla kötülüklere bile iyilikle karşılık vermektir. Mesela; bir insan size, “falanın oğlu” dese ve babanızı inkar ederek hakarette bulunsa; size düşen vazife, onun babasını en güzel yanıyla zikrederek, “Sen şerefli bir babanın oğlusun, namuslu ve çok iffetli bir annenin çocuğusun. Seni de onlar gibi şerefli ve iffetli olarak biliyordum; nasıl oldu da ağzından böyle yakışıksız bir söz çıktı, anlayamadım” demekten öte mukabelede bulunmamaktır. Zannediyorum, sizin bu tavrınız muhatabınızı kendi saygısızlığının altında bırakacak ve meselenin büyümesine mani olacaktır. Bazen hasma karşı tebessüm etmek onu ve ondan gelebilecek zararı defetmeye kâfîdir.(2)
Hazreti Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, hasmı mağlûp etmenin en kısa ve emin yolu, fenalığına karşı iyilikle mukabele etmektir. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edilse, aradaki husumet artar. Hasımlardan biri zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti devam eder. Fakat, eğer iyilikle mukabele edilirse, karşıdaki de pişman olur, belki dost halini alır. Öyleyse, mü’minler “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan, 25/72) ve “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Tegabün, 64/14) gibi Kur’an’ın kudsî düsturlarına kulak vermeli ve bu emirleri tatbik etmelidirler. (3)
"Ey inananlar! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazıları size düşmandır. Onlardan sakının. Ama affeder, hoşgörür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da Gafûr ve Rahîm'dir (O da sizi bağışlar)". (Teğabun, 64/14) Ayetini özetlemek gerekirse ; mal ve evlat bir yönüyle potansiyel düşman, diğer yönüyle dosttur. Bunlar Allah yolunda değerlendirilebilirse, insan onlar vasıtasıyla hem dünyasını hem de âhiretini mamur edebilir. (4)
Kafir akrabalara karşı bile , affedici olma ve onlarla Diyaloğu kesmeme şiarını emreden Ayetin yüklediği mana , insanları kazanma ve iman ilke müşerref olmalarına vesile olabilmektir.


[FONT=times new roman,times](1) Elmalı Hamdi Yazır , Teğabun(64/14) Tefsiri
[/FONT]
[FONT=times new roman,times](2) M.Fethullah Gülen , herkul.org, 27.06.2005
(3) Mektubat , Sayfa 256
(4) [/FONT]
[FONT=times new roman,times]Fethullah Gülen, Akademi, 30.09.2002
[/FONT]
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Acaba "Dinler arası Diyalog" Kur'an ve sünnete ters mi?

Dialog, iki insanın, grubun, zümrenin, milletin, devletin veya herhangi bir topluluğun birbirleri ile tanışmasına; sözlü, yazılı, fikri, ticari vb şekillerde alış-verişde bulunmaları demektir. “Dinlerarası Diyalog” ile sağlanmak istenen husus, 3 dinin (İslam, Hrsitiyanlık ve Yahudiliğin) birbirlerini yakından tanıma, dinleme, fikir teatisinde bulunmasıdır. Yoksa tüm dinlerin birleştirilmesi değildir.


A) TANITIM

Bugün Hristiyan aleminin başlatmış olduğu dinlerarası dialoğun amacı bellidir. Onların amacı Hristiyanlığın yayılması ve herkes tarafından bu hali ile benimsenmesidir. Hocaefendinin dahil olup Papa’yı ziyareti sonrası diyalog süreci Allah'ın lutfu ile değişmeye başlamış ve süreç İslam'ın lehine gelişmektedir.

Hocaefendi'den önce, Üstad Bediüzzaman Hazretleri Papa 6.Paul tarafından başlatılan bu "Dinlerarası Diyalog" ile temasa geçmiş ve 1940-50'li yıllarda Papa 7.Pie ‘ye mektub yazmıştır. Papa, Üstad Hazretlerine cevap göndermiştir. Üstad Hazretleri, Vatikan'a Risale-i Nur Külliyatını (Zülfikar adlı eserini) hediye etmiş ve bu hususta Vatikandan 22 Şubat 1951 yılında da bir teşekkür mektubu almıştır. Yine aynı dönemde Üstad Hazretleri, ikamet ettiği Fener semtindeki Rum Feneri Patrik Atenagoras ile görüşmelerde yapıyordu.

Bu süreci devam ettiren Hocaefendi‘ye, 23.01.1998 tarihinde Papa 2.Jean Paul tarafından şu mesaj, Vatikanın Ankara Büyükelçisi Pierre Luici Celata tarafından iletilmiştir:

'Bir ailenin fertlerinin birbirleriyle konuşmamaları, birbirine bakmaktan, birbirini ziyaret etmekten kaçınmaları ne kadar hazindir. Ayni beşeri aileye mensup olan Müslümanlar ile Hıristiyanların birbirini tanımamaları, birbirine selam vermemeleri veya daha kötüsü, birbiriyle kavga etmeleri, ne kadar acı vericidir. Buna karşın, herkesle barış içinde yasamak, birbirimizi ziyaret etmek, sevinç ve dertlerimizi, kaygı ve umutlarımızı paylaşmak ne kadar güzeldir. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki diyalogda bugün ve gelecek için bir ümit işareti görmemek mümkün mudur? Dünyamızın facialarını bilmemezlikten gelemeyiz; ülkeler arasındaki savaşları, her sekliyle terörizmi, zengin fakir arasındaki uçurumu, açlık, işsizlik, uyuşturucu, kürtaj vs. felaketlerini, bu liste daha da uzayabilir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar insanlara daha çok ümit vermek için birlikte çalışabiliriz.'

Bu Mesaj üzerine Hocaefendi Papa'ya 09.02.1998 tarihinde cevap mektubu göndermiştir. Bu cevap mektubunda ana hatlarıyla şu şekildedir; İslamiyetin yanlış anlaşılan bir din olduğunu, ve bu konuda suçlu tarafın Müslümanlar olduğunu, bu yanlış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlamak için "Dinlearası Diyalog" çalışmalarına katkı sağlıyabileceklerinden bahsetmiştir. (bakınız Zaman Gazetesi 09.02.1998)

Bu süreçten sonra Türkiye’deki Papaz ve hahamlara İslam dininin bir vecibesi olan Oruçun, Ramazan ayında tanıtılması gayesi ile İftar yemekleri verildi; hatta bazı papazların saygı gereği olsa gerek Ramazan ayında oruç tuttuklarını beyan etmeleri, hergün cevşen ve yasin okudukları beyan etmiş olmaları (Men.Marovitch - VatikanınTürkiye temsilcisi) , İslam camiası adına, İslam'ın sevdirilmiş olduğu izlenimini vermiştir.

Yani bu diyalog süreci başlatılmasa idi, acaba bir takım kardinal ve papazların günlük vird babında İslamın Allah'ının isimlerini hergün okunması nasıl vesile olunacaktı acaba?

Üstad hazretlerinin, 1940 lı yıllarda Müslümanları, ateistlerin saldırısına karşı birlikte mücadele etmek için samimi (dindar) Hristiyan ruhanilerle ittifak kurmaya teşvik ediyordu. Yani biz bugün diyalog Ku'ran'a uygun mu diye tartışırken, Bediüzzaman Hazretleri Sahih Hadis-i Şerif'iere dayanarak, Ahirzaman’a has bir uygulama olan İsevi Ruhani Liderleri ile 'ittifaktan' bahsediyor:


1-) 'Ahirzamanda isevilerin hakiki dindarları ehl-i Kuran ile ittifak edip müşterek düşmanları olan zındıkaya (inkarı uluhiyete) karşı dayanacaklarıdır.'
(Lemalar)

2-) 'Hz.İsa (AS) gelecek, şeriat-ı Muhammediye ile amel edecek.....ümmetimden olacaktır. - (Buhari, Müslim, İbn-i Mace)

ve bunu Risale-i Nurlarda 6 yerde zikretmektedir.

1-) 20.Lema - (İhlas hakkında) - 2.Sebebin Haşiyesi:“Sahih bir hadis ile sabittir ki: ahirzamanda İsevilerin hakiki dindarları ehl-i Kuran ile ittifak, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi...... “ (Lemalar)

2-) Kastamonu Lahikası - (27.Mektub) : '...... Biz değil onlar gibi (Hasan Avni) ehl-i diyanet ve tarikate mensub müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan hatta fırak-ı dalleden bile olsa onlarla uğraşmamak, ve Allah'ı tanıyan ve ahireti tasdik eden Hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi...'

3-) Emirdağ Lahikası -1 (27.Mektub) : ' Bu endişeyi teselliye medar, alem-i İslamın tam intibahıyla(uyanmasıyla) ve yeni dünyanın, Hrıstiyanlığın hakiki dinini dustüru hareket ittihaz etmesiyle ve alem-i İslam ile ittifak etmesi ve İncil, Kurana ittihad edip tabi olması....'

4-) Emirdağ Lahikası -1 (27.mektub) - Bir derce mahremdir -:' Çünkü herhalde şimal cereyanı, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.'

5-) Emirdağ Lahikası -1 (27.mektub) :' Risale-i Nurun İhlas Lemalarında denildiği gibi, şimdi ehl-i iman, değil Müslümn kardeşleriyle, belki Hristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir.'

6-) Sikke-i Tasdik-i Gaybiyye:' O Zatın üçüncü vazifesi, hilafet-i İslamiyyeyi, ittihadı İslama bina ederek, İsevi ruhanileri ile ittifak edip din-i İslama hizmet etmektir.'

Yine Üstad Hazretleri Mektubat adlı eserinin 54. sayfasında: 'Bu hareketin (ateizmin) çok kuvvetli göründüğü o zamanda hakikî Hıristiyanlık ortaya çıkacak, yani semadan ilâhî rahmet inecek; hali hazırdaki Hıristiyanlık dini böyle bir hakikat karşısında arınacak, batıl itikatlardan ve tahriflerden uzaklaşarak, İslâm'a doğru manevî bir inkılâb geçirecek...' demektedir.

Ve yine Mektubat adlı eserinin 3.Sayfasında,: Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal'ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.”

Yani, Hristiyanlar ile Müslümanların birlikte ateisme karşı mücadelede hareket edeceklerine işaret ediyor.

1953 senesinde Istanbul'un 500. fetih yıldönümünde Patrik Athenagoras ile görüşen Bediüzzaman ona şöyle der:
'Hıristiyanlığın dini hakikîsini kabul etmek, Hazreti Muhammed'i peygamber ve Kur'anı Kerîmi de Kitabullah kabul etmek şartıyla ehl-i necât olacaksınız (kurtuluşa ereceksiniz).' Athenagoras ise cevaben: 'Ben kabul ediyorum! ' deyince, Bediüzzaman: 'Pekâlâ, siz bunu dünyanın diğer mânevî reislerine de söylüyor musunuz? ' diye sormuş. Patrik: 'Söylüyorum; fakat onlar kabul etmiyorlar.' diye cevap vermiştir.(Necmeddin Şahiner, 'Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî', Nesil Basım Yayın, s.405.)

Buradan anlaşılıyorki, 1960 yılında vefat eden Asrımızın Müceddidi Üstad Bediüzzaman Hazretleri, ileride bırakın bir diyaloğun oluşmasından, Hristiyan-Müslüman ittifakından ve ateizme karşı birlikte mücadele edileceğinden hiçbir tefsire gerek kalmaksızın bahsetmektedir.

B) DURUM DEĞERLENDİRMESİ:

1-) Bu Dialog çalışmaları ile, ne Hristiyanlık nede Musevilik HAK DİN olarak kabullenilmiyor. Diyalog, Kur'an-ı Kerim'in Ali İmran 104, 110 - Bakara 143 - Saff 10,11 – vb. ayetlerinde bahse konu olan İRŞAD ve TEBLİĞ aracı olarak kullanılmaktadır.

2-) Hristiyanlıktaki teslis inancı tasdik edilmiyor. Tam tersine, şu an az da olsa yaygınlaşmasını istediğimiz Hz.İsanın Allah’ın oğlu değil, Allah’ın ululazm bir peygamberi olduğu fikri benimsetilmeye çalışılıyor. Bu vesile ile Efendimiz (SAV) in peygamberliğe kabulu daha kolay olacaktır.

3-) Üstadın bahsettiği Hristiyanlar ile ittifakın MAKUL ve uygun Zemini inşallah hazırlanmaktadır.

4-) Medeniyetler arası çatışma tezinin aksine, Müslümanların ve Peygamber Efendimizin (SAV) terörist değil, şefkat ve merhamet Peygamberi(SAV) olarak tanıtılmaya çalışılmakta ve başarılı adımlar atılmıştır.

5-) De ki: 'Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. (Ali İmran Suresi, 64) ayetinin daveti yapılıyor!

C) Dialoğu Kuran’a yakıştırmayanlara soruyoruz:

Bu konuda bazı Hasedleri imanlarının önünde olan kardeşlerimiz aceleci tenkit etmekteler ve en hafif tabir ile içtihat hatası yapmaktalar.

1-) Kur'an-ı Kerim, hristiyan papazlara, kardinallere veya hahamlara İslamı tebliğ etmeyin mi diyor?

2-) Peygamber Efendimiz(SAV) , bir Yahudi alimi olan Abdullah ibn-i Selem ile diyalog kurup, onunla tanışmasa ve görüşmese idi, acaba Sahabe olma şerefine erişebilirmiydi?

3-) Habeşistan'a hicrete gönderdiği sahabesini, oranın Meliki ve dini lideri olan Hristiyan Necaşi ile diyalog kurup ondan kendi ashabının sığınmasına ve bu vesile ile İslamı TEBLİĞ etmeseydi, Necaşi mümin olarak vefat edebilirmiydi? Ve Efendimiz (SAV) onun gıyabında cenaze namazını kılar mıydı?

4-) 2004 yılı Mevlüt Kandili kutlamaları AB nin Merkezi olan Brükselin en büyük Kilisesinde İsevi ruhanilerce (papaz ve kardinaller dahilinde) Peygamber Efendimizin (SAV) doğum günü kutlanmış ve bunu "Dinleraarası Diyalog" çatısı altında yapıldı. Bu tarihte bir ilk idi, peygamberliğini kabul etmedikleri Peygamberimiz (SAV) ruhaniyeti karşısında onun doğum gününü kutlanması. Bugün hürmet eden, yarın sizce iman etmez mi? Bundan daha iyi tebliğ mi olur?

5-) Diyalog süreci ile Türkiye’deki Papaz ve hahamlara İslam dininin bir vecibesi olan orucu tanıtma gayesi ile iftar yemekleri verildi, hatta bazı papazların saygı gereği olsa gerek Ramazan ayında oruç tuttuklarını beyan etmeleri, hergün cevşen ve yasin okudukları beyan etmiş olmaları (Kardinal Men.Marovitch - Vatikanın Türkiye temsilcisi) , İslam camiası adına sevindirici değil midir?
(Bakınız:http://www.nurpenceresi.com/moduller.php? modul=dosyaizlet&op=1&id=239)

6-) Öne sürülen Maide suresi 51. ayet: “ yahudi ve hristiyanları dost edinmeyiniz...........“ mealindeki ayet-i kerimenin diyaloğu redettiği anlamı ile ne alakası var? Bakın bu ayetin Tefsiri için Elmalı Hamdi Yazır nediyor: 'Bu ayet, Yahudi ve Hristiyanlarla dost olmayınız” demiyor, “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyiniz diyor. Şu halde Yahudi ve Hristiyanlara iyilik etmekten, dost olmaktan, onlara amir olmaktan men edilmiş değiliz, onları dost edinmekten ve yardakçılık yapmaktan men edilmekteyiz'

Ayrıca,Kuran müşriklerden kız almayı yasaklarken, Ehl-i Kitab'tan (Hristiyan ve Yahudiden) kız alınmasına ruhsat vermiştir. Yani müslüman bir erkek, ehl-i kitab bir kızla evlenebilmekte ve buna cevaz vardır. Sizin iddianızı baz alacak olursak, “İslamiyet Yahudi ve Hritiyanlarla dost olmayın ama kızlarını alabilirsiniz “ tarzında bir anlam çıkar ki bu da haşa Kur'an'ın değil, sizlerin çelişkisidir.

Nerede bu ayetin kast ettiği hakikat nerede dyialog yapmayınız yaklaşımı?

7-) Siyer kitablarında Efendimiz (SAV) in Ebu Cehil (Ümmetimin deccalı dediği) kişiyi, tebliğ maksatlı 100 defayı aşkın ziyaret ettiği naklediliyor. Yani sizin mantığınıza göre Efendimiz (SAV) Ebu Cehil’i dost mu edinmiş oldu ki 100 defa ayağına gidip ziyaret etmiştir?

:cool: Efendimiz (SAV) vefat ettiğinde, bir yahudiden aldığı borçuna karşılık (ki bu borç yine İslam adına kullanılmış bir borçtur) rehin olarak Kalkanını vermiş, ve vefat ettiğinde Sahabe Efendilerimiz bu borcu ödeyip kalkanı geri almışlardır. Yani Efendimiz (SAV) bir yahudiden aldığı borca karşılık yahudileri dost mu edinmiştir?

9-) Fatih Sultan Mehmet İstanbul fethinden sonra açılmalarına yardım ettiği kiliselerden dolayı onu Hristiyan dostu mu ilan edeceksiniz?

10-) Dialog çalışmalaı süreci içersinde, Biz İslami taraftan hiç: Hristiyanlık Hak Dindir, yahudilik Hak dindir diye bir ifade duydunuzmu? Biz diyoruzki, herkesi konumunda kabul edelim! Dileyen dilediği inanca sahib olsun. Ayrıca, şu an dünyada bir terörsit bir dinmiş gibi algılanan İslamın doğru yüzünü hrsitiyan ve yahudi ruhanilerine gösterelim! Bunda sizi rahatsız eden ne tür bir sakınca var?

11-) Fethullah Gülen Hocafendinin 'Lailahe İllalahé diyen kurtulur diye bir sözü yoktur. Bakın nediyor: 'Lailahe İllallah diyenlere RAHMET ile bakılmalıdır. Çünkü Allahın tek olduğunu kabul edenler, Hz.İsanın peygamber olduğunu kabul etmiş olmaktadırlar. Dolaysıyla, Peygamber Efendimiz(SAV) i kabullenmeleri daha kolay olacaktır.' Bu Tebliğ metodunda yanlış olan nedir?

12-) Adı Çay partisi olur, Altın günü olur veya Dialog olur, eğer niyet Allah ve Resulunu tebliğ ise, neden Kuran ve Sünnet ile çelişsinki?

13-) Şamın Valisi Ebu Ubeyde bin Cerrah, Şamı terk etmek zorunda kalıdığı Bizans istilasına karşın, kendi raiyetindeki papazları çağırmış, onlardan geçici bir süre Şamı terk etmek zorunda kalacakları için, onlardan aldığı vergiyi iade etmiş, ve papazlar üzülerek kiliselerine dönmüş tekrar Müslümanların raiyetine girmek için kendi halkları ile beraber dua etmişlerdir. Yani,gerek Efendimiz (SAV) gereksede Sahabe Efendilerimiz (R.A) her dönemde özellikle Ehl-i Kitab ‘a İrşad ve Tebliğ yapmış ve örnek olmuşlardır.


D) İtirazlara Cevaplar:


1-) İddia: “Dinler arası diyalog yerine, 'dinlere tebliğ', 'dinlere davet' sözleri kullanılsa ve bu sözlerin de içerikleri doldurulsa, amaç hâsıl olur. Fakat ne yazık, görünen o ki, dinler arası diyalog faaliyetlerinde Hıristiyan ve Yahudî din âlimlerinin ve dinlerinin reklam ve tanıtımları yapılarak, Islâm topraklarında onlara meşrutiyet sağlanmakta ve misyonerlik faliyetleri artmaktadır.”

Hocaefendinin papaya yazdığı mektubtada açıkça belirttiği üzere, islamiyetin yanlış anlaşılan bir din olmaktan çıkartılması gayesi ile bu Dialog çalışmalarına katılmayı öngörmektedir. Dolaysıyla bunun adı Tebliğ dir. Neyin tebliği? Yanlış tanıtılan, terörist tanıtılan, fakir olmaya mahkum tanıtılan Müslümanlık, doğru tanıtılacaktır.

Kullanılan sözler içi doldurulmadıktan sonra ne önemi vardır ki? Ben Dinler arası dialog adı altında dinime davet edemezmiyim? Buna engel olan nedir? Şekli sözcükler mi Allah’a tebliğ yapıp yapmamıza karar vermektedir. Sanki bu dialog çalışmaları neticesinde Türkiye'de misyonerlik faaliyetleri başlamış veya artmıştır. Türkiye zaten misyonerlik faaliyetleri kıskacında olduğu 200 yıldır bilinmekte idi. Bunun Dialog grubuyla bir alakası yoktur. Dikkatle takip ederseniz yapılan ortak Konferanslarda hep İslam ön plana çıkmaktadır. Diğer dinler değil. (bakınız. Abant toplantıları)

“Milletimin imanını selamette görürsem, cehennemler de yanmaya razıyım, çünkü ben cehennemde yanarken, gönlüm gül gülistan olur” dizeleriyle Ülkemizin birincil hastalığı olan İman eksikliğini gidermeye çalışmış olan Bediüzzaman Hazretleri, yine bu imansızlık hastalığına reçete olarak sunduğu Risale-Nurlarda, bu hususu 80 sene önce dile getirmiştir. Türkiye’de ve dünya’da imansızlık hastalığına karşın açılan onbinlerce ışık evleri, binlerce yurtlar ve dil kursları, yüzlerce Türk Kolejleri HAHAM ve PAPAZ mı yetiştiriyor Allah aşkına? Zaten bu Ateist ve misyonerlik faaliyetlerine bir siper mahiyetinde açılan bu müesselere ne yapıyor zannediyorsunuz?


2-) İddia: Bir Ayeti Kerime:'İnsanların mü'minlere karşı düşmanlıkta, en şiddetlisi olarak Yahudîleri ve müşrikleri bulacaksın ve insanların sempatice en yakını olarak da biz nasraniyiz (Hıristiyanız) diyenleri bulacaksın.' (Mâide, 82)

Yine Elmalı Hamdi Yazar ın bu ayetin tefsirine göre, islamiyete en yatkın olanları Hristiyanlar olarak görmektedir. Allahu alem, Üstad hazretlerinin Hristiyan-İslam ittifakı ile Ahirzamanda Hz.Mesihin nuzülü arasındaki hikmet buradan kaynaklanıyor.


3-) İddia: “Hristiyanlar ile Dialog adı altında onlara karşı özenti oluşturuluyor. “

Acaba? Yoksa, hristiyanlarınmı biz Müslümanlara bir özentisi oluşturuluyor? Bunu iyi takip etmek lazım! Efendimiz(SAV) yaşantıları itibariyle tabiki hristiyan ve yahudilere muhalefet etmiştir. Zaten kimse Hristiyanları ve gelenklerini örnek alın demiyor ki? Yılbaşı kutlamalarınıda mı bu dialog çalışmaları başlattı diyeceksiniz...?

4-) İddia: ”Toplumun önünde yürüyen insanlar, yaptıkları işler eleştirilince, bu eleştiriler nefislerine ağır geldiği için bazen inandıkları doğruları bile reddetme noktasına gelebiliyorlar. '

Kuran ve Sünnet'e uygun olmayan her eleştiriye açığız ve hepimizde açık olmalıdır.Biz sırtımızdaki akrebi görüp bizi uyaran kardeşlerimize herzaman şükran duyar teşekkür ederiz.Zaten yaptığını tenkitleri Allah rızası için yaptığınıza inandığımız için İÇTİHAT HATASI yapıyorsunuz diyorum. Yani yine inşallah sevap kazanıyorsunuz. Ama ifrata kaçıp bir mümini Küfür ile itham etmek, Hadisi Şerifin tehditli ikazıyla kendisi Kafir olur,hafizanallah.

5-) İddia: “Ahmet Şahin Hoca, ehl-i Kitab ile Amentude ittifakımız var, diyerek, Kuran ile çelişti! ”

Bakın İmanın 6 şartına bakalım: Allah'a, peygamberlere, meleklere, kitablara, ahiret gününe ve kadere iman.

Biz Hristiyanların hem peygamberine (Hz.İsaya) hem Kitabına (Aslına uygun olan İncile) , aynı şekilde musevilerin hem peygamberi(Hz.Musa) hemde kitabına (Aslına uygun olan Tevrata) inanıyoruz. Hernekadar sıfatları ve isimleri dinimize uymasada, her iki dindede Allah inancı var, melek inancı var, cennet-cehennem inancı var - kader inancı var. Tabiki tesliste ittifakımız yok! Tabiki Allahın oğlunda ittifakımız yok! Ama bakın Kuran nediyor: De ki: 'Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. (Ali İmran Suresi, 64)

6-) İddia: “Müslüman Meryem'i İbrahim(a.s) anma gününde Bir papaza nikahlayanlar arasında Fethullah gülen yok muydu? .Bu mu dinler arası diyalog? ”

Bir kere, bahsettiğiniz konuda evlenen erkek bir papaz değil. Kendisi evleneceği yıl Kelimeyi tevhit getirmiş, ramazan ayında oruç tutmuş ve aynı ramazan ayında 5 vakit namazını kılmış bir kişi. Haberin devamında bu bilgiler var. Dolaysıyla bu kişinin papazlıkla ne alakası var? Kaldıki, bu nikahı kıyan bir papaz ile bir cami imamı idi. Yani Fethullah Gülen Hocaefendi zaten o yıl Türkiyede yok idi. Bu iki çift, Hz.İbrahim (AS) beldesi olan Urfa’da, böyle bir İbrahimi Dinler Konferansı olacağını duyunca, kendi kararları ile hem papaz hemde imamın huzurunda nikah kıymışlar.

7-) İddia: “Yahudiler islam aleminin en büyük düşmaınıdır.Nitekim kinleri uğruna islamın nurunu söndürmek için çıkarmadıkları fesat kalmamıştır bu güne dek.”

Hem yobaz hristiyanlar hemde yahudiler bize düşmandır. Hocaefendi bunlardan hangisini övdü Allah aşkına? Yani, ne yahudi nede hristiyan ile tebliğ dışında biz biraraya gelmeyiz. Niyet tebliğdir. Aynı Efendimzi (SAV) in yaptığı gibi. Bir yahudi Alimi olan Abdullah ibni Selem acaba Efendimzi (SAV) dialog çalkışması ile yaklaşmasa idi, Sahabe olma şerefine kavuşabilirmiydi?

:cool: İddia: “Sonrası efenim Fethullah hoca 'Vatikanda ölmeyi istedim'.Bu yorumu her tarafa çekilebilir.Nitekim ben bir anlama veremedim.Umarım siz bir anlam verirsiniz.”

Hocaefendinin böyle sarf etmiş olduğu bir cümle yok.! İftira!

9-) İddia: “ Fethullah Hoca ile birlikte Papayı ziyaretinde yanında olan Aladdin Kaya ‘nın, Papanın elini öptüğü nederece bir müslümana yakışır? ”

Aynı, şekilde buda yanlış bir iddiadır. Bazı Cd lerde Fotomontaj olarak bu tür sahneler yapılmıştır. Ancak, kesinlikle alakası yoktur!


SONUÇ:

Adı ister dinlerarası diyalog olsun, ister çay partisi -muhabbet günü olsun, isterse adı altın günü olsun, eğer niyetim Tebliğ ise, inanıyorum ki Allah ve Resulu hoşnuttur ve bunu Kuranda teşvik etmektedir. Bir mümin, bir mümin hakkında HÜSNÜ ZAN ile memurdur. Çünkü ameller niyetlere göredir. Ve Niyetleri ancak Allah bilir!

Ben İslam dinime o kadar güveniyorumki, hristiyanlar ile bir arada olduğumda eğer birileri etkilenecekse, o zaman bilinki o bir mümin olarak biz değil onlar etkilenecektir inşallah. Aynı şu misalde olduğu gibi:

Üstad hazretleri dönemin hahambaşı Yahudî Karasso ile yaptığı münakaşa, Hahambaşı girmiş olduğu odadan, üstad ile yaptığı hararetli tartışma neticesinde, adeta kaçar vaziyette odadan çıkmış, dışarıda kendisini bekleyen heyetin; “ Efendim, ne oldu, neden bu kadar süratle çıktınız? ” sorusuna karşılık: “ Biraz daha kalsaydım, Müslüman olmaktan korktum” itirafında bulunmuştur. (Bediüzzaman Said Nursî, 'Tarihçei Hayat', Envar Neşriyat, Istanbul 1996, s. 6)

Rabbim bizi içimizdeki niyeti en halis kullarından eylesin, samimiyetten ayırmasın.
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Asr-ı Saadetten Günümüze Diyalog - 1.Bölüm - Diyalog nedir,ne değildir ?


1-) Diyalog nedir?

Dilimize Fransızcadan geçen Diyalog, “anlaşma”,”uyum sağlama” ve” bu yolda yapılan çalışmalar” demektir (4) .Geniş manada Diyalog, iki insanın, grubun, zümrenin, milletin, devletin veya herhangi bir topluluğun birbirleri ile tanışmasına; sözlü, yazılı, fikri, ticari vb şekillerde alış-verişde bulunmaları demektir.


Diyaloğun gerçekleşebilmesi için tarfaların birbirini “anlaması”, anlaması için “tanıması”, tanıması içinde “bilmesi” gerekir!

2-) Dinler arası Diyalog nedir?

Farklı dinlere mensub insanların inançlarını ve düşüncelerin birbirlerine zorla kabul ettirmeden eşitlik, hoşgörü, doğruluk, samimiyet, sevgi, saygı ve iyi niyet çerçevesinde, ortak olan veya olmayan bir meselede barış ve hürriyet atmosferinde, muhatabını öğrenmek, bilmek, tanımak, dinlemek ve anlamak maksadıyla karşılılı konuşabilmelerini, işbirliğine gidebilmelerini, birlikte yaşayabilmelerini, hatta uzlaşabilmelerini sağlayan bir karşılaşmadır (5)

Değişik bir ifade ile, Dinlerarası Diyalog, dinleri temsil eden cemaatlerin, aralarındaki sorunları temsilcileri vasıtası ile karşılıklı görüşme sonucunda, çözüme kavuştarma eğilim ve gayretleridir.

Biz müminler açısından, Dinlerarası Diyalog muhterem M.Fethullah Gülen Hocaefendinin Papaya gönderdiği mektubta beyan ettiği üzere, “Yanlış tanıtılan, teröristlerin dini diye tanıtılan İslamın, doğru tanıtılmasına (6) ve bu vesile ile İslam’ın temsil noktasında tebliğ edilmesidir.


3-) Dinlerarası Diyalog ne değildir?

Dinlerarası Diyaloğa karşı çıkan zümrelerin bazıları, bundan tam olarak neyin kastedildiğini bilmediklerinden, bilmedikleri bir konu hakkında yorum yapıyor ve “Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardınca gitme; çünkü kulak, göz, gönül; bunların herbiri ondan sorumludur.”(7) Ayeti Kerimenin mesuliyetine muhatab oluyor!

Dinlerarası Diyalog

a) Dinlerin birleştirilmesi veya bir potada eritilip yeni bir “din “ üretme teşebbüsü değildir.
b) Bir taviz verme veya taviz koparma hareketi değildir.
c) Bir münazara veya polemik oluşturma ortamıda değildir.
d) Bir misyonerlik faaliyeti olmamakla beraber, bir mümin muhatabının hidayetini ümit etme teşebbüsü olabilir.


4-) Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun Dinlerarası Diyalog ile ilgili Görüşü:

Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bulunan Din İşleri Yüksek Kurulu, halk tarafından yoğun bir şekilde sorulan Dini endeksli sorulara cevaplama merci’ olarak., bir din dörevlisinin sormuş olduğu sorya verdiği cevabta, Dinlerarası Diyaloğun gerekli olduğunu, Kuran ve Sünnet perspektifinde bir sakıncasının olmamasının yanısıra, İslam’ın temsil edilmesi noktasında bir zaruret olduğunu belirterek ,özetle şöyle tamamlamaktadır:

'Sonuç olarak: Dünya barışı ve insanlığın problemlerinin çözümü için diğer din mesublarıyla dialog, dinimizin öngördüğü bir faaliyet olup, İslamın temel ilkeleri ve tevhit inancından taviz verilmesi anlamına gelmez! '(8)


-----------------------
(4) Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1998, I,605, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1995,I,680.

(5) Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1993, s.396; Abdurrahman Küçük, “Dinlerarası Diyaloğa niçin ihtiyaç vardır? ”, Dini araştırmalar, c.1.sy.1 (1998) , s.31

(6) Papa II. John Paul'e Verdiği Mesaj, Zaman gazetesi 10.02.1998

(7) (İsra Suresi, 36)

(8) D.İ.B. Dış İlişikiler Dairesi Başkanı adına Doç.Dr.Ali Dere imzasıyla 21/04/2004 tarihli yazısı
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Asr-ı Saadetten Günümüze Diyalog - 2.Bölüm - Kur'anı Kerimde Diyalog


Kur’an- Kerimde Diyalog:

İslam dininin Ana Kaynağı olan Kur’an-ı Kerime göre, Allah insanları ancak ve ancak kendisine kul olsunlar diye yaratmıştır.(Zariyat,56) . İbn-i Abbas (R.A.) bu Ayetin Tefsirinde derki, Allah’a “kulluktan” kast edilen, Allah’ın “bilinmesi”,“tanınması” yani “iman edilmesidir”.Peki, Diyalog olmadan, karşılıklı fikir alış-verişleri olmadan, konuşmadan bahse konu Allah’ın tanıtılması nasıl olacakki?

Kur’an-ı Kerimi aslında bir Diyalog Kitabı desek, herhalde yanlış bir tesbitte bulunmuş olmayız. Bazı hususi haller müstesna, Kur’an hep barışı, musamahayı ve yumuşak davranmayı bir mümin vasfı olarak zikreder.

- Efendimiz (SAV) için:“ Sen yalnızca Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli biri olsaydın kesinlikle etrafından dağılıp gitmişlerdi.(Ali İmran, 159)

- Hz.İbrahim (AS) için: Şüphesiz İbrahim, çok içli, yumuşak huylu bir kişiydi (Tevbe,114)

- Hz.Şuayb (AS) için: “Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın. (Hud,87)

- Hz.Musa (AS) ’mı, Firavuna gönderirken: “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Taha, 44)

Diyaloğun mümkün olmadığı durumlarda, mukatele (Savaş) devreye girmekle beraber, mukatele esnasında bile düşmanınız size barış teklif ediyorsa, barışın esas olduğunu yine Kur’anı Kerim emretmektedir:

- Eğer onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmayıp size barış teklif ederlerse; Allah, onlara saldırmak için size bir yol (yetki) vermemiştir.(Nisa,90)
- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et (Enfal,61)

Tüm bu hakikatler Kur’an tarafından dile getirilirken, İslamı barış ve müsamahadan yoksun muş gibi göstermek, en hafif deyim ile kur’anı bilmemenin göstergesidir.

Diyaloğu emreden Ayeti Kerimeler:

1-) De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: 'Şahit olun biz müslümanlarız'. (Ali İmran,64)

Bu Ayeti Kerime açık bir şekilde: “gelin” diyor! Neye gelinmesini istiyor Kur’an? “ “Ey Ehl-i Kitab! Sizi çağırdığım, davet ettiğim şeyler, sizin bilmediğiniz şeyler değil. Tam tersine bildiğiniz, ünsiyet ettiğiniz ve bizden çok önce karşılaşıpta, şimdi unutmuş olabiliceğiniz veya yanlış hatırladığınız şeyler” olabilir. Kur’anın şu ince uslubuna bir bakınki, Ayeti Kerimede geçen “Sevaün” (sizinle bizim aramızda aynı olan kelimeye) kelimesinde bu Diyaloğu görmemek, hissetmemek mümkün mü? Kur’anın şu Tebliğ stratejisine hayran kalmamak mümkünmü?

2-) “İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: 'Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur.' (Ankebut,46)
Yine, uslub ve tebliğ stratejisi bakımından ciltlerle eser yazılsa seza bir yaklaşıma bakınki, en güzel yol ile münazara tavsiye edilirken, “ bize indirilene de, size indirilene de iman ettik” diyor! Yani Ehl-i Kitabı rencide etmeden, mümine yakışır bir uslub ile bir Köprü kurulmasını istiyor! Ancak, kibirlilik taslayan zalimler müstesna, zira o zaman hallerine uygun şekilde müdafaa yapmak vacip olur.”Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir -Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” (9)

3-) “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehine, 8)

Bu Ayetin nazil olduğu dönem, Müslümanlarla Mekke müşriklerinin ilişkilerinin son derece gergin olduğu bir dönemdir. Buna rağmen, inanmayanlara iyiliği, insaf ve adaleti emretmesi dikkate değerdir. Bu Ayetin inmesi ile alakalı olarak, Hz.Ebubekir (R.A.) kızı, Hz.Esma’nın müşrike (Allah’a şirk koşan) olan analığı, Mekke’den Medine’ye gelip kendisiyle görüşmek istemesi sonucu, Efendimiz (SAV) ’ den bu konuda görüş isteyince , bahse konu Ayet-i Kerime nazil olur ve görüşmenin ötesinde, ona iyilikte bile bulunmasının herhangi bir mahzurunun olmadığı ifade edilmiştir. (10)
Müslümanlara düşmanlık yapmayan, inançlarına saygılı olan gayrimüslimlerekarşı, onlara iyilik yapılmasa bile düşmanlık yapmamak ve adaletli davranmak , adaletin gereğidir. Fakat müslümanlara karşı düşmanlıklarını sürdürenler ile düşmanlık yapmayanları aynı kefeye koymak da adaletsizliktir. (11)

4-) Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez. (Nisa,36)
Ayeti Kerimede geçen Allah’a hiçbirşeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek sonra, anne-babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik etmek sonra akraba olan komşuya ve sonrada uzak olan –akraba olmayan komşuyu kast etmektedir. İşte burda, merhum Elmalı Hamdi Yazır bo kuya açıkoık getirirken bir Hadis-i Şerife hatırlatıyor:
Komşu üç kısma ayrılır. Birisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı ve İslâmiyet hakkı. İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı. Üçüncüsünün bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu kitap ehlinden ve Allah'a şirk koşan komşudur.' (12) Demekki, komşu Hristiyan ya da yahudide olsa, ona da iyilik yapmak bir komuşuluk hakkıdır. Müslüman olmamaları onları düşman görmemizi gerektirmez. Yeterki, alenen İslama düşmanlık etmemiş olsun!

5-) Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir. (Teğabün,14)

Yine merhum Elmalı Hanmdi Yazır bu Ayet-i Kerimenin tefsirinde Tirmizi, Hakim, İbn-ü Cerir ve daha başkalarından İbnü Abbas'tan şöyle rivayet ettklerini bildiriyor: 'Bu âyeti bazı Mekkeliler hakkında nazil olmuştur ki, onlar müslüman olmuşlar ve Medine'ye Peygamber (s.a.v) 'in yanına gitmek istemişlerdi. Hanımları ve çocukları da onları bırakmaya razı olmadılar. Sonra kalkıp Resulullah'a geldiklerinde insanların dinî bilgileri kavramış olduklarını görünce zevcelerine ve çocuklarına ceza vermeyi düşündüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Elmalı özetle şöyle devam ediyor: “Ezvacınızdan, yani eşlerinizden ve çocuklarınızdan size bir düşman vardır. Kadın ve çocuklardan oluşan ailelerinizin tamamı değilse de içlerinden bazıları; yani bazı kadın, bazı çocuk veya bazı kadınla çocuklardan teşekkül eden bir takımı, size bilerek veya bilmeyerek bir nevi düşmandır. Bununla beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı, her kusurlarına aldırmamalıdır. Ve eğer affederseniz yani affetmek hakkınız olup tarafınızdan affı mümkün olan suçlarını bağışlarsanız -ki bunlar, size karşı yapılan ve başkalarını ilgilendirmeyen dünya işleriyle alakalı yahut da dinî konularda olup da tevbe ettikleri suçlardır affeder yüzlerine vurmaz, başlarına kakmaz ve ayıblarını, eksikliklerini örter, müsamaha gösterirseniz, şüphesiz Allah da gafurdur rahîmdir. O da sizin günahlarınızı rahmetiyle bağışlar.”
Diyebilirizki, müslüman olmamasına rağmen kendi eşiniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlara bile,onları kazanma adına affetmeniz, onlara bu noktadan musamaha ile bakmanız, sizin içi daha hayırlıdır!

6-) (Ey Muhammed!) İman edenlere söyle: Allah'ın cezalandıracağı günlerin geleceğini ummayanları şimdilik bağışlasınlar. Çünkü Allah her kavmi kazandıklarıyla cezalandıracaktır.(Casiye,14)
Yine Elmalı Hamdi merhum özetle şmyle demektedir: “İmân edenlere söyle: Allah'ın (kâfirleri cezalandırıp müminlere zafer vereceği) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Âyette kastedilen, gerektiğinde savaşmayı yasaklamak değil, kişisel olarak bayağı kavgaları yasaklamaktır. Bundan dolayı savaşı emreden ayetlerle bu âyetin nesh edilmesi (hükümsüz kılınması) gerekmez.
Dolaysıyla, bağışlamak herzaman bir esastır!

7-) Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: 'Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim'. (Ali İmran,61)
Bu Ayet-i Kerimeye Mübahele Ayeti denir. Mübahele:”Hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lanet etmesini bütün kalbiyle istemek” demektir. Hicri 9.yılda Necran Hristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında dini ve dünyevi liderleri Âkıb Abdu'l-Mesih ile beraber Medineye gelip tartışmışlardı. Medine’de var olan bir İslam site devletine rağmen, Efendimiz (SAV) onları muhatab kabul ediyor ve Tebliğ yapıyordu. Delilden anlamamaları karşısında Efendimiz (SAV) mubaheleyi teklif edince, düşünek için mühlet istediler. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Efendimiz (SAV) yanına geldiklerinde baktılarki, O (SAV) Hz.Hüseyin’i kucağına almış, Hz.Hasan’ın elinden tutmuş, Hz.Fatıma ve Hz.Ali’yi arkasına almış ve “Ben dua edince sizde Amin dersiniz” diyordu. Heyet Başkanı mubaheleyi kabul etmeyip cizye vererek İslam hakimiyeti alştında yaşamayı benimsediklerini bildirmişler, Allah Resulu de onlara, kendilerine verilen hakları ve yükümlülüklerini bildiren bir emanname yazılması emretmiştir. Yani, Efendimiz (SAV) Kur’anın bu emrini yerine getiriken yine Diyalog diyor ve bir Tebliğ aracı olarak önce insan kazanmayı yeğliyordu!

:cool: Bir zamanlar Rabb'in meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. (Melekler) : 'A! .. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz' dediler. (Rabb'in) : 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.' dedi. Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: 'Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin.' dedi. Dediler ki: 'Yücesin sen (ya Rab!) . Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin'. (Bakara 30-32)
Bu Ayeti Kerimeler, Allah ile Melekler arasında geçen bir Diyaloğu bahsediyor ve insanın yaratılışından önce Diyaloğun başladığını bildiriyor!
9-) “Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez.” (Ali İmran,75)
ve
Ehl-i Kitabın hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.(Ali İmran,113)
Allah, bu Ayeti Kerime ile Ehl-i Kitabın bir olmadığını, aralarında güvenilir ve samimi olanların varlığından bahsederek, bu zümrenin Allah katında bir değer kesbettiğini beyan ederek, yukarıdaki diğer Ayeti Kerimeleri teyit etmektedir.
10-) Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni Tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. (Maide,67)
Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse, artık sana düşen açık bir Tebliğden ibarettir (Nahl,82)
Peygamberin üzerine düşen ancak Tebliğdir. Allah sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir. (Maide,99)

gibi 20’yi aşkın Ayeti Kerimelerde, Kur’an-ı Kerim, İslamı bilmeyen veya düşman olan kitlelere Peygamberlerin yegane görevlerininin İslamı anlatmak olduğunu, bunu yaparkende yine yukarıda bahse konuı Ayetlerdede beyan edildiği üzere, davet ederek, yumuşak bir uslub ile yapılması gerektiğini teyit etmektedir.

11-) Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş yapın. (Tevbe,29)

Kur’anı Kerim kendi mesajını kabul etmeyenlere musamahalı davranmış ve cizye karşılığı kendi dini yaşantılarına Hayat Hakkı verilmiştir. Cizye, sadece Ehl-i Kitabtan alınan bir nevi başvergisidir. Bu vergi müşriklerden alınmaz, ve Kitab ehlinden bir kişi iman edip mümin olunca, ondan bu vergi muaf olur idi. (13)

12-) Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.(Maide,5)
İslam Uleması, hernekadar kesim konusunda temkinli davranılması gerektiğini, (Bakara,173) göre Allah’tan başkasının adına kesilirse, mesela Hz.İsa’nın adına, yenmiyeceği konusunda hemfikirsede, bu şartlar dışında müşrikin kesilen eti yenmezken, Ehl-i Kitabınkinin yenmesi, Ehl-i Kitab’a Kur’anın bir musamahasıdır.

13-) Ve müminlerden iffetli hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu ve hür kadınlar, namuslu bir şekilde mehirlerini ödediğiniz takdirde, size helâldir.(Maide,5)
Kitap Ehline gösterilen bir başka musamaha da onların kadınları ile Müslüman erkeklerin evlenebilecekleri konusudur! Bu konuda yine müşrik kadınlar ile evlenilmesi haramdır. (Bakara,221) . Bu konuda Efendimiz (SAV) ‘in: “ Ehl-i Kitabın kadınları ile evlenmenizde bir sakınca yoktur, ancak Hristiyan arablarınki ile evlenmeyiniz” (14) Burda, Efendimiz (SAV) aslen putpereset oldukları halde, Ehl-i Kitaba tanına ayrıcalıklardan faydalanmak için bu şemsiyenin altında görünen kişileri kastetmiş ve onların nikahını haram saymıştır.

14-)"Muhakkak siz, malınızda ve canınızda imtihan olunacaksınız ve sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve Allah'a ortak koşanlardan pek çok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvaya sarılırsanız, işte bu, uğrunda azim ve sebat edilmeye değer işlerdendir" (Al-i İmran 186). Rab Teala bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurmuştur: "Kitap ehlinden çoğu, imanınızdan sonra sizi tekrar inkara döndürmek isterler. Bu, kendilerine hak iyice belli olduktan sonra nefislerinde duydukları kıskançlık yüzündendir. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin ve onları kınamayın. Muhakkak ki, Allah her şeye hakkıyla kadirdir" (Bakara 109). Resulullah (sa), Allah'ın buradaki emrini afla te'vil ediyordu.(15)

Sonuç olarak görmekteyiz ki ; pek çok Ayet-i Kerime Ehl-i Kitab ile Diyalog kurmayı tavsiyeden öte emretmektedir.


(9) Elmalı Hamdi Yazır, Ankebut,46 Tefsiri
(10) İbn-i Kesir, Tefsir-ul Kuranil Azim, bahse konu Ayetin tefsiri.; Buhari,Hibe 29, Ebu Davut, Zekat 34.
(11) Mevdudi, Tefhimul Kur’an, VI,221
(12) El-Münazi, et-Teysir, I,492; Kenzü’l-Ummal, IX, 51 (No:24891)
(13) Schact, Prof.Dr.Josep: İslam Hukuku’na Giriş, Ankara 1977, s.139
(14) Abdurrezzak, Musannaf, h.no. 10056, IV,78
(15) Buhari, Cihad 127, Tefsir, Al-i İmran 15, Marda 15, Libas 98, Edeb 115, İsti'zan 20; Müslim, Cihad 116, (1798)



 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Asr-ı Saadetten Günümüze Diyalog - 3.Bölüm - Efendimiz(SAV)'in uygulamalarında Diyalog


Peygamber Efendimiz (SAV) uygulamalarında Diyalog

İnsanlığın İftihar Tablosu ‘nun (SAV) hayat-ı seniyyeleri, baştan sona hep af ve müsamaha yörüngelidir! Kendisine hayatı boyunca eziyet etmiş, İslam adına hep karşısında durmuş, kendisini hep yarıyolda bırkamış nicelerini, belki imana gelir, belki İslam’a ileride sahip çıkar mülahazası içinde olmuş ve öyle olunmasını da tavsiye etmiştir.
Efendimiz (SAV) ‘in Ehl-i Kitab ve kafirlere karşı uygulamalarında Diyalog :


1-) Allah Resûlü (sas) , bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir sahabi, “Ya Resûlallah, o Yahudi’dir.” der. Nebiler Serveri (sas) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana “dur ve beni dinle” dedirtecek şu cevabı verir: “Ama bir insan! ” (15)

2-) Efendimiz (SAV) , Mekke Fethedildiğinde kendisini kendi vatanından çıkaran, kendisine Hayat Hakkı tanımayan ve o dönem müşrik olan Ebu Süfyan ve Mekke’nin ileri gelenlerine, hiçbir şekilde cezalandırmamış, onlara bir itab mahiyetinde bu yaptıkları zulmü yüzlerine karşın hatırlatmamış, hatta “Kabe’ye sığınan emn,iyette olduğu gibi, Ebu Süfya’nın evine sığınanda emniyettedir” buyurarak, müşrik Ebu Süfyan’ın evini emniyet ve sığınma bakımından Kabe ile beraber zikretmiştir. (16)

3-) Ebu Sa'lebe el-Huşeni naklediyor: Ben Hz. Peygamber (sav) 'e 'Ey Allah'ın Resulü, biz Ehli Kitab'ın yaşadığı bir yerdeyiz. Onların kap kacaklarından yiyip içebilir miyiz? diye sordum. Dedi ki: 'Onlarınkinden başka kap-kacak bulabilirseniz onlarınkinden yemeyin. Başka birşey bulamazsanız onları yıkadıktan sonra kullanın.' diyerek, Ehl-i Kitaba bu noktadan bir ayrıcalık yapmış ve komşuluk hakkından doğan bir Diyaloğun kapısını kapatmamıştır.(17)

4-) Ehl-i Kitabtan alınan cizye (baş vergisi) , müşriklerden alınmazken, Ehl-i Kitab’ın kendi dini yaşantılarında serbest kalıp, canları ve malları da emniyette olmaları açısından,bir ayrıcalık tanınmıştır. Ayrıca, cizye ödeyen Ehl-i Kitabtan birisi müslüman olunca bu vergiden muaf tutulmuştur (18)

5-) Efendimiz (SAV) , üç grub insanın ecrinin 2 kat verileceğini, bunlardan bir grubunda , Kitab ehlinden olan birisinin, kendi peygamberi ile birlikte kendisinide inanırsa, onun sevabının iki kat verileceğini müjdelemiştir (19)

6-) İbnu Ömer (R.A.) naklediyor: 'Abdullah İbnu Übey İbni Selül öldüğü zaman oğlu (ra) Resulullah (sav) 'ın huzur-i alilerine çıkıp, mübarek gömleklerini babasına kefen olarak vermesini taleb etti. Resulullah (sav) talebi kabul edip verdi. Bunun üzerine, babasının cenaze namazını kıldırıvermesini taleb etti. Resulullah (sav) bu talebi de kabul etti ve namaz kıldırmak üzere kalktı. Ancak, Hz. Ömer (ra) kalkarak Resulullah (sav) 'ı elbisesinden tuttu ve: 'Ey Allah'ın Resulü, Rabbin seni, ona namaz kılmaktan men etmişken, sen nasıl ona namaz kılarsın? ' diye müdahale etti. Resulullah (sav) : 'Allah beni muhayyer bırakmıştır, zira: 'Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır' (Tevbe, 80) buyurmaktadır. Ben yetmişden de fazla bağışlama talebinde bulunacağım' dedi. Hz. Ömer (ra) : 'Ama, o münafıktır! ' dedi. Resulullah (sav) buna rağmen onun ardından namaz kıldı. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk şu ayeti inzal buyurdu: 'Onlardan ölen hiç kimse için ebediyyen namaz kılmayacaksın, mezarı başında da durmayacaksın. Çünkü onlar Allah ve Resulüne inanmadılar, fasık olarak öldüler' (Tevbe, 84) . Hz. Ömer (ra) der ki: 'Sonra o gün Resulullah (sav) 'a karşı izhar ettiğim cür'ete hayret ettim. Allah ve Resulü daha iyi bilirler. (20)

Peygamber Efendimiz (SAV) , kendisini Uhud Savaşında yarı yolda bırakıp Uhud savaşı öncesinde psikolojik olarak zarar veren, Hz.Aişe annemize İfk hadisesinde İftira atıp babası Hz.Ebu Bekir'in evine gitmesine sebeb olan, Medineye hicret sonrası yahudilerle Medine vesikası imzalandıktan sonra, Mekkedeki müşrikleri tahrik edip:'Muhammed (SAV) kendine taraftar topluyor, uyuyorsunuz' diyen bir MÜNAFIK için,

1-) Kendi gömleğini Kefen olarak veriyor
2-) Cenaze namazını kılma konusunda ve bağışlanmasını dileme konusunda (Tevbe:80) Ayeti Kerimesi gereği, Efendimiz (SAV) muhayyer (serbest) bırakılıyor ve Efendimiz (SAV) , Hz.Ömer (R.A) 'in engellemelerine rağmen, 70 den fazla istiğfar ederim, diyerek yine Hoşgörü gösteriyor ve cenaze namazını kılıyor! Taki bir sonraki Ayeti Kerime ile men edilinceye kadar!

7-) İbnu Abbas(R.A.) naklediyor: Ehl-i Kitap, saçlarını alınlarına döküyorlardı, müşrikler de ayırıyorlardı. Resulullah (sav) (vahiyle) emir gelmeyen hususlarda Ehl-i Kitab'a muvafakatı severdi. Saçını alnı üzerinde o da serbest bıraktı. Sonra (ortadan) ayırarak (sağ ve sola) taradı. (21)

:cool: Allah Resulu, Mekke müşriklerinin amansız işkenceleri ve tazyikleri karşısında Mekkeli Müslümanların Hristiyan melik necaşi’nin memleketi olan Habeşistana hicretlerini arzu etmiş ve bu düşüncesini şu ifadelerle belirtmiştir: “İsterseniz ve elinizden gelirse, Habeşistan’a iltica ediniz. Zira orada hüküm süren Kralın topraklarında kimseye zulüm edilmez.Orası doğru ve emin bir yerdir, Allah asan edinceye kadar orada kalın “ (22) demiş, ve bir Hristiyan Melikin idaresindeki Habeşistana kendi Ashabının Hicret etmesini istemiştir. Bu vesile ile, Necaşinin imanına vesile olmuş, Necaşinin zaman zaman bazı meseleleri sormak için Medineye gönderdiği heyetlerin bir tanesinde ,Yedi rahip ve beş keşişten oluşan bu elçilik heyetinin aldıkları cevaplar karşısında gözleri yaşarmış ve İslâm’ı kabul etmiştir (23) ve vefatında, Medine’de gıyabında cenaze namazını kılmış (24) , Habeşistan’dan Cafer bin Ebu talib ile birlikte Medineye gelen Ehl-i Kitaba mensub bir Grub Hristiyan’a Efendimiz (SAV) İslama davet etmiş, onlarda iman etmişlerdir. Daha sonra Kur’an-ı Kerim dinleyen bu insanların gözlerinden yaşlar akınca şu Ayet-i Kerime nazil olmuştur (25) : Peygamber'e indirilen (Kur'ân) i dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar: ' Ey Rabb'imiz iman ettik, bizi de şahitlerden yaz' derler.(Maide:83)

9-) Necran Hristiyanları ile ilgili detayılı bilgiyi 2.Bölümümüzde aktardığımızdan, burda şu kadarını anlatmakla yetineceğiz: Necran Hristiyanları, Medine’ye altmış kişilik bir Heyet ile öğleden sonra geç vakitte ulaşmış ve Mescid-i nebeviyyede Efendimiz (SAV) ‘in huzuruna çıkmışlarıd. İbadet vakitleri geldiğinden Mescid’de ibadet etmişler, Ashab-ı Kiram buna itiraz etmelerine rağmen, Peygamberimiz onlara ibadet etmeleri için izin vermiştir. Onlarda şark’a dönerek ibadetlerini yaptılar. (26) Mübahale teklifini geri çevirmiş, cizye vermeyi kabul etmiş ve Peygamberimiz (SAV) aralarındaki ihtilafları çözmek için Ebu Ubeyde bin Cerrah’ı görevlendirmişdi.(27) Daha sonra Necranlılara gönderilen emannamede, mevcut kiliselerinin kendilerine ait olduğunu ve onlara zara verilmeyeceğini ifade etmiştir (28)

10-) Elli civarında Maddeden oluşan, Müslümanlar ile Medineli arap ve yahudi kabileleri arasında karşılıklı Hak ve vazifeleri tanzim eden, Medine vesikasını adı verdiğimiz, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk Anayasayıda Allah Resulu yürürlüğü koymuştur. Bu metnin 25. maddelesinde, yahudi ve müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğunu, ve müslümanlar ile birlikte bir ümmet olduklarını hem 25.ci maddede hemde 2.ci maddede bahsedilmiş olması, din hürriyeti açısından bir ilktir.(29)


11-) Aynı anlayış içersinde, Efendimiz (SAV) , yahudilerin medine’deki ilim ve adliye merkezi konumundaki Beyt-ul Midras’ larına bizzat gitmiş, onlara “ Ey yahudi topluluğu, islam olun, selamet bulursunuz “ tebliğde bulumuştur. (30)

12-) Hicri 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere medine’ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermiştir: “ Bir yahudi veya bir hristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminler ile aynı Hukuka sahip olurlar. Kim yahudiliğinde veya hristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona madahale edilemez “ (31)

13-) Peygamber Efendimiz (sas) , Allah Resûlü sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke’de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice’yi ve Peygamber Efendimiz’i teselli eden Varaka b. Nevfel de İncil’in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyan’dı. (32)

14-) Allah ve Resûlü adına, bütün değerleriyle dokunulmazlıklarına saygı gösterilmek üzere kendileriyle sözleşme yapılanlar (muâhitler) ile veya himaye edileceklerine dair Allah ve Peygamber’i adına kendilerine taahhütte bulunulan zimmîlere karşı yapılacak en küçük bir haksızlık, en kutsal değerlere karşı işlenmiş bir günah ve suç kabul edilmiştir: “Her kim, bir muâhide/zimmiye zulmederse veya onu gücünden fazlası ile yükümlü tutarsa, yahut hakkını kısarsa, ya da rızası olmadan kendisinden bir şey alırsa, onun hasmı benim. Kıyâmet günü onunla hasımlaşacağım.”(33)

15-) Peymaberimiz (SAV) , cihada gönderdiği ordu komutanlarına şu konuyu talim etmiştir, özetle: “..Müşrik düşmanlarla karşılaşınca onları önce üç şeyden birine çağır: Bunlardan birine cevap verirlerse onlardan bunu kabul et ve artık dokunma! Önce İslam'a davet et. İcabet ederlerse hemen kabul et ve elini onlardan çek......Bu şartlarda Müslüman olma teklifini kabul etmezlerse, onlardan cizye iste, müsbet cevap verirlerse hemen kabul et ve onları serbest bırak. Buda olmaz ise o zaman Savaş! (34) . Bu direktiften anlaşılan, şayet karşı taraf herhangi bir sözleşme teklif ederse bu sözleşme çerçevesinde barışın yapılmasını ve “Eğer onlar barıştan yana olurlarsa, sen de barıştan yana ol” (Enfal:61) Ayetinin emrinin yerine getirilmesidir.

16-) İslam memleketinde cizye ödemeyi kabul ederek yaşayan Ehl-i Kitab’a verilen kendi inanç özgürtlükleri ile mal ve can emniyetini teyid eden bir başka Hadis-i Şerfite: 'Kim bir zımmiyi haksız yere öldürürse, cennetin kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusu kırk yıllık yoldan duyulabilir” (35) demektedir.Ayrıca, müşriklerden bir kişinin hac dönüşü bir müslüman tarafından öldürülmesi üzerine, peygamberimiz müşrikin ailesine diyet ödenmesini hükmetmiştir. (36) Hz.Ömer ve Hz.Ali, kendi hilafetleri döneminde zımmileri öldüren müslümanlara kısas cezasını uygulamışlardır (37)


17-) Peygamberimiz (SAV) , Amr bin Hazm el Ensari’yi, Beni Haris bin Ka’b hayetine İslamı öğretmek için gönderdiğinde vermiş olduğu yazılı talimatta,yahudi ve hrsitiyanları dinlerinden dönmeye zorlamamasını istemiştir. (38) . Yine, Münzir bin Sava’ya yazdığı mektubta, dinlerinde kalan Ehl-i Kitaba cizye gerektiğini ve dolaysıyla İslam’a girmek istemeynelere nasıl davranacağını bilfdirmiş olmaktadır (39) .Yemen’e gönderilen Muaz bin Cebel’e verilen talimatların bir tanesinde yine kişilerin dinlerinde zorla döndürülmemesiydi. Şayet iman etmeleri halindede namaz kılmalarını ve zekatı vermeleri gerektiğini beyan etmiştir. (40)





----------------------
Dip.Notlar:

15 Müslim, Cenâiz 78, 81)
16 Ebu Davut, Harac 25
17 Ebu Davud, Et'ime 46 (3839): Tirmizi, Siyer 11
18 El-Muvatta, Kitabu’l Cihad Bab:20 (Malik bin Enes nakilli)
19 İbn-i Mace, Kitabu’n Nikah 42
20 Buhari, Cenaiz 85, Tefsir, Berae 12; Müslim, Fedailu's-Sahabe 25, (2400) , Sıfatu'l-Münafıkin 3, (2744) : Tirmizi, Tefsir 3096; Nesai, Cenaiz 69
21 Buhari, Libas 70; Müslim, Fedail 90, (2336): Ebu Davud, Tereccül 10, (4188): Nesai, Zinet 62,
22 Hamidullah, el-Vesaiku’s – Siyasiye (trcm Vecdi Akyüz) , İstanbul 1997 s.115; Hamidullah, İslam peygamberi, I,297.
23 İ. İshak, 1991, s.280)
24 Buhari, Cenaiz 4, 55, 61, 65, Menakibu'l-Ensar 38; Müslim, Cenaiz 62, 63, (951): Muvatta, Cenaiz 14, (1, 226, 227): Ebu Davud, Cenaiz 62, (3204): Tirmizi, Cenaiz 37, (1022): Nesai, Cenaiz 76, (4, 72) |3058
25 Vahidi, Esbabu’n Nüzul, s.203-204
26 İbn-i Hişam, es-Sire, beyrut ts.I,573-574; Hamidullah, İslam Peygamberi, I,619-620
27 Hamidullah, islam Peygamberi, I,622
28 Belazuri, Futuhul Buldan, 93.
29 İbn-i Hişam, es-Sire, beyrut ts.I,501-504; Hamidullah,el-vesaik ,s.,63-73, Hamidullah, İslam peygamberi, I,206-210
30 Buhari, İ’tisam 18
31 İbn-i Hişam, es-Sire, beyrut ts.II, 586.
32 Buhârî, Bedu’l-Vahy 3
33 Ebu Davud, Haraç ve’l- İmâre, 33
34 Müslim, Cihad 3, (1731): Tirmizi, Siyer 48, (1617) , Diyat, 14, (1408): Ebu Davud, Cihad 90,
35 Buhari, Cizye,5; Ebu Davud, Cihad 165, (2760): Nesai, Kasame 14,
36 İbn Ebi Şeybe, Musannef, no: 33427
37 Cassas, Ahkam-ul Kuran, I,174-175
38 İbn-i Hişam, age, II,593-594
39 Hamidullah, el-Vesaik, s.161-162 ve 167
40 Hamidullah, el-Vesaik, s.230-231
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Asr-ı Sadetten günümüze Diyalog - 4.Bölüm - Halifeler ve Osmanlı döneminde Diyalog Kur’an-ı Kerime ve Efendimiz'e (sav) en bağlı insanlar olan ve Kur’anı Kerim'de Allah’ın, “Ben onlardan razıyım “ (41) dediği Ashab-ı Kiram’ın bu noktada farklı düşünmeleri hiç mümkün mü?
A) Dört Halife döneminde Diyalog

Gayrimüslimlerin kendi kültür ve dini inanışlarını devam ettirdikleri okullar, İslam idaresi altındada eğitimlerine devam etmişler ve buralardan başta patrikleri olmak üzere din adamları yetiştirmişlerdir. İncelemelerimizde, Hristiyanlara karşı çıkarılan zorlayıcı emirnamelerin hiçbirisinde, onlara ait din okullarını denetim altına alıcı, kısıtlayıcı bir hükme rastlanmaz !

Peygamberimizin vefatından sonra başlayan Fetih hareketleri ile birlikte ele geçirilen şehirlerin çoğu Sulh yoluyla ele geçirilmiş ve cizye ödemeleri şart koşularak gayrimüslimlere bir ahitname ile yükümlülükleri ve hakları sunulmuştur. Bu ahitnamelerde, fethedilen beldelerde faal olan kiliselerin yıkılmıyacağına dair garantiler bulunuyordu. Hatta Hz.Ömer, Kudüsün fethi üzerine gittiği bu şehirde, Patrik Sofranyus’un namazını büyük Kıyame (Bas) Kilisesinde kılması teklifini geri çevirmiş, şayet bu Kilisede namaz kılması halinde acaba ileride camiye çevrilir ve bir haksızlığıa vesile olurmuyum mülahazası çerçevesinde uygun görmemiştir. (42)

Halife el-Velid b Andulmelik tarafından Dımeşk mescidinin genişletilmesi gayesiyle yıkılan Yohanna Kilisesiyle ilgili hatalı uygulma, Halife Ömer bin Abdulaziz tarafından düzeltilmiş, o kilisenin iadesi düşüncesi ile, Hristiyanlar buna Rıza göstermesede, kilise yerine yapılan caminin yıkılmasına karar vermiştir.

Miladi 3.Asırda yapılmış Tur dağındaki Sina Manastırı (St.Catherina Manastırı) , bugün bile ziyaretçilere sahib olması bakımından, İslami İdare tarafından korunmuş, sadece bir hatıra mahiyetinde küçük bir odası namaz kılınmak üzere düzenlenmiştir. Bunun ile birlikte, Filistin, Suriye, Ürdün, Mısır, Irak ve Anadolu coğrafyasında mevcut bazı manastırların XXI.Yüzyıla ulaşabilmiş olmalarını, İslamın farklı din mensublarına bakış açısını net bir ortaya koymaktadır. (43)

Emevi devletinin, Hristiyanların yoğun olarak yaşadığı Şam topraklarında, iktidara gelmesinden itibaren, Hristiyanların devlet kademelerinde geniş çerçevede istihdam edildikleri bilinmektedir. Bu husus Abbasiler dönemindede devam etmiştir. Onların bu hoşgörüsüne tahammül edemeyen kimseler olmasına rağmen uygulamalar devam etmiş ve Abbasi bürokrasi hayatında Vezirlik makamında bile pek çok Hristiyan görevlendirilmiştir. El-Maverdi, vezirlik görevini tefvid (karar) ve tenfiz (uygulama) olarak iki ana Gruba ayırmış ve tenfiz makamına bahse konu gayrimüslimlerin istihdam edileceğini belirtmiştir. İleriki asırlarda, tefvid makamında bulunduklarıda olmuştur. Özellikle ilk Hicri 5 Asırda kurulan devletlerin değişik alanlarında, Köy Reisliği (Mevazit) , Cehbez, Katib, Tabip, Divan-ül Ceyş başkanlığı, Kahramane (özel vekil) , Hazinulfüruş, Zimam, Sahibüş- Şurta gibi vazifelerde görevlendirilimişlerdir. Özellikle sarayda görev yapan Tabipler, ailenin bir bireyi olarak izinsiz Halife ve yakınlarının odalarına girebilmişler ve ibadetlerini de yine sarayda yapabilmişlerdir. Emevi Sarayında önemli bir yeri olan Saray Şairliğine getirildikleri gibi, Abbasiler döneminde de yine Hristiyan Şairler Saraya gelerek eserlerini sunmuşlardır. (44)

Hulefayi Raşidin döneminde, zımmi statüsü aynı Efendimiz (SAV) döneminde olduğu üzere devam etmiş, hatta Hz.Ömer kendi döneminde gerçekleştirilen Fetihlerde, ele geçirilen insanları esir statüsünde değil, direkt zımmi statüsüne tabi tutup büyük bir insaniyetperverlik göstermiştir. Demek cizye, Hristiyanları ezmek için değil onları korumak için alınan bir katılım payı olduğunu bizzet Thımas W.Arnold kabullenmektedir. (45)

Tüm bunlarla beraber, ilk Fetih hareketleri sırasında Bizanslıların İslam ordularını geri püskirtmek amacı ile saldırı düzenledikleri sırada, korumayı yerine getiremiyeceklerini anlayan Müslümanlar (o bölgenin Müslüman Valisi) , Ehli Kitabtan topladıkları vergileri geri iade etmiş ve bu davranış bölge halkında derin tesirler bırakmıştır. Bu konuya en güzel örnek, Şam Valisi Ubeyde bin Cerrah’ın, bahse konu Bizansın saldırısı karşısında, daha güçlü bir Ordu ile geri döneceği ana kadar geçici olarak Şamı terk edeceği sırada, Hristiyanların Liderini yanına çağırtıp, topladığı cizyeyi iade etmesidir. Bunun üzerine, Şamda bulunan ve vergilerini iade alan Hristiyanlar, Bizanslıların Hristiyan olmasına karşın, Müslüman bir idarenin başlarına tekrar geri gelmesi için, Manastıra kapanmış ve tekrar Müslümanların raiyetine girmek için dua etmişlerdir. (46)

Hz.Ali’nin:” Zimmet akdi, malları mallarımız, kanları kanlarımız olsun diye akdedilir“ yaklaşımı, Zımmilerin İslamiyetteki konumuna açıklık getirmiştir. (47)

Hz.Ömer’in yaşlı bir zımmiye söylediği:” gençliğinde senden cizye alıp, ihtiyarlığında seni terk etmek olmaz “ sözü meşhurdur. Yine Hz.Ömer’in cüzzamlı Cabiye Hristiyanlarına zekat gelirlerinden pay ayırdığı ve kendilerine yardımcı olduğu da bilnmektedir. (48)

B) Türk-İslam devletlerinde ve Osmanlıda Diyalog

Türk-İslam Devletleri, Müslüman olmayanlara karşı iyi niyetli ve müsamahalı davranmış, onların dini değerlerine karşı saygılı olmuş ve bunu yaparkende insani bir vazifeninde ötesinde, İslam dinini referans almışlardır.

İslam Hukukçuları, dünyayı Dar-ul İslam ve Dar-ul Harb olarak ikiye ayırmasına karşın, kendilerine İslamın kaidesi olan Dar-ul Sulh yolunu seçmişerdir. Bu düşünce sayesinde, Osmanlı sınırları içinde bulunan Müslüman olsun veya olmasın insanlar, aynı İdare altında asırlarca barış ve huzur içinde yaşayabilmişlerdir.

Peygamberimizin ihdas ettiği geleneğe göre Adalet karşısında, Devlet Başkanıda “kanun üstü “ bir konumda değil, sıradan bir vatandaş gibi muamele görmeyi gerektirmiştir. Dünya tarihi, o zamandan itibaren sıradan bir tebaanın, hatta bir gayri müslimin bile, Hükümdarı mahkemeye verebildiğini göstermektedir. Fatih Sultan Mehmed’in, bir Hristiyan Rum tarafından dava edilip, mahkum olmasına başka nasıl izah edebiliririz? (49)

Yine Osmanlı Döneminde, gayrimüslimlerin kendi Kanunlarını (Hukuklarını) , Müslüman otoritelerin müdahelesi olmadan kendi Hakimleri tarafından karar verdiklerine ve bu kararları uygulamayı, mevcut Hükümetin kendine mecbur ettiğine şahit olmaktayız. (50)

Ermeni ve Gürcü Kaynaklarda, “Melikşah’ ın, bütün Hristiyanlara karşı şefkatle dolu olduğunu, geçtiği memleket halklarında bir Baba gibi davrandığını ve buna istinaden bir çok ülkelerin, kendi istekleriyle onun idaresine girdiklerini, ölümünde cenazesinde Müslümanların yanında Hristiyanlarında katıldığını nakletmektedir. (51)

1071 yılından sonra Anadolu’da yaşamaya başlayan Selçuklu Türkleri, Hristiyanların mal, can emniyetlerini de azami derecede korumuş,12.Yüzyılda Erzurum, Erzincan gibi Anadolu şehirlerini ticaret maksadıyla dolaşan Latin tüccarların ibadetleri için bile özel kiliseler yapılmıştı. Selçuklu sultanlarının birçoğu, buraları ziyaret edip, rahiplere bağışlarda bulunur ve manastırlardan vergileri kaldırmışlardır. Bu müsamaha anlayışı, Türklerin İslam ile tanışmalarından öncede vardı. (52)

600 yıl Dünya siyasetine yön vermiş olan Osmanlı Devlet-i Aliyesi, bugün hemen her ülkenin yakından ilgisini çekmekte ve özellikle çokuluslu devletlerin bir tecrübe kaynağı olarak müracaat kaynağı olmaktadır. Bunun nedeni, sadece Avrupa, Asya ve Afrika’da sahip olduğu geniş stratejik topraklar değil, aynı zamanda Doğu Roma gibi bir devletin varisi olarak yönetiminde çok farklı milletleri ve dinleri bir araya getirmesidir. Aslında Osmanlı Devletinin 624 yıllık bir ömre sahip olmasında, Türk ve Müslüman olmayan bu nüfusun önemli bir katkısı vardır. Osmanlının, bahse konu farklı dine sahip bu milletlere uyguladıkları Adil ve Hoşgörülü yönetim, Rumeli topraklarında Osmanlıların beklendiğinden daha fazla yayılmalarına ve kalmalarına zemin hazırlamıştır. Nitekim, İspanya ‘da baskı altında kalan Yahudilerin, Osmanlı topraklarına getirilerek koruma altına alınması ve yerleştirilmesi, ülkelerdeki gayrimüslimlere hoşgörünün ve güçlü bir devlete tabi olmanın avantajını hissettirmiş ve Osmanlıya bağlılıklarını artırmıştır. (53)

Osmanlı İdaresi, vatandaşı bulunan gayrimüslimlerin sadece dini ve örfi eğitimlerine hürriyet getirmemiş, aynı zamanda onların ekonomik bakımından da refah düzeyi yüksek bir yaşantıya sahip olmalarını hedeflemişti. Bunun için, Hristiyanlar çalışmıyor ve Alış-veriş yapmıyorlar diye, Pazar gününe denk gelen semt pazarının gününü, başka bir gün ile değiştirmek suretiyle mağdur olmalarını engellemeye çalışmışardı (54) Aynı zamanda evlilik akdi, boşanma, çeyiz, mehir, nafaka gibi bugün için özel Hukuka dahil konularda, gayrimüslimler tamamen özerk bırakılmıştı. (55)

Bu alana ilişkin hukuki davaları kendi cemaat mahkemeleri bakardı.. Ancak, bu konulardaki problemleri isterlerse İslami mahkemelere götürebiliyorlardı. Aynı cemaate mensub kişiler arasındaki davalar ise, ilgili cemaat başkanları tarafından çözülemezse, şer’i mahkemlere getirilirdi. Ancak, Şeriyye sicillerinden, zımmilerin özel Hukuka ait davalarını ve noter işlerini tercihen, Kadı önüne getirdiklerini görüyoruz. Dini şefler veya cemaat mahkemeleri tarafından verilen hükümler, onlar adına devlet tarafından infaz ve icra olunurdu. (56)

Burdan da rahatlıkla ifade edebilirizki, Osmanlı Milletler Sisteminin yapısı, sadece dini ve ırki değil,daha çok Sivil ve Hukuki bir çoğulculuğa dayanmaktadır. (57)

Osmanlı Kurucusu Osman Bey, uygulamalarında ve verdiği kararlarda Hrıstiyanların dini haklarına dokunmamış ve ilk Osmanlı Hükümdarlarıda, çeşitli memuriyetlere ve zaman zaman Komutanlık makamına Hristiyanlardan seçmiştir. Fatih Sultan Mehmet, 29 Mayıs 1453 ‘de İstanbul’a girdiğinde, halk Ayasofya’da ayin yapmakta ve korku içinde beklemekteyken, Fatih, rahib’i yanına çağırtarak: ” Evlerine dönmelerini, herkesin can,mal ve namusunun emniyette olduğunu, iş ve sanatlarına devam etmelerini” istedi. Fatih,bu vesile ile Ortodoks Rumları yeniden teşkilatlandırdı ve patriklik makamına kendi örf ve adetlerine göre , Georgios (Kortesios) Skolarios (Gennadios) ‘un yeni bir patrik olarak seçilmesini sağladı. Bu kişi, Türk hakimiyeti altındaki ilk Patrik olmuştur. Seçimden sonra yemeğe davet edilen yeni Patriği karşılamaya yaşlı vezirlerini gönderen Fatih, uzun sohbetten sonra, dini idare ve mezheb işlerinde ona haklar takdim etmiştir. “Millet başı” ünvanınıda vererek, onu bütün dindaşlarının meseleleri üzerinde yetkili kılmış, hürmetkar bir şekilde sarayın kapısına kadar uğurlamış, beyaz bir ata bindirmiş ve bir hükümdar gibi uğurlamak üzere bütün Saray erkanına ve Devlet Umerasına emir vermiştir.
Fatih, daha sonra Patriğe birde ferman (berat) vermiştir. Bu fermanda kısaca, patrik ve büyük papazların rahatsız edilmiyeceği, genel hizmetlerden (vergi vb.) muaf tutulacağı, Kiliselerinin camiye çevrilmiyeceği, dini ayinlerin serbest kalacağı, Nikah-cenaze işlemleri ve törenlerinin eskisi gibi yapılabilineceği, Patriğin statüsünün Vezir statüsünde kabul edileceği, kendilerine bir de “Muhafız Birliği” verileceği, şeklindedir. Din imtiyazları denebilecek olan bu haklara, Fatih’ten sonraki Padişahlar bir takım ilaveler yaparak, genellikle sadık kalmışlardır.
Kanuni Sultan Süleyman, Fransa Kralı F.François’un, Kudüsteki bir kilisenin camiye çevrilmesi sebebiyle yazdığı rica mektubuna gönderdiği cevapta, önceki imtiyazların devam edeceğini belirtmiştir. (58)

Kanuninin çağdaşı olan ve Protestanlığın Kurucusu Martin Luther bile, muvakkat bir kadirşinaslık ile:” Türkler gelip de Almanya’da adilane idarelerini acaba kuramazlar mı? ” düşüncesinde olduğu bilinmektedir. (59)

Avrupa Devletlerinde azınlıkların zor bir hayat yaşadığını gören Voltaire (Volter) Türkiye’deki azınlıklar hakkında şunları yazmak zorunda kalmıştır: “Küçük dünyamızdan çıkalım ve Kıtanın kalan kısmını inceleyelim, Türkler, çeşitli dinlere mensub yirmi milleti huzur içinde yaşatıyor, İstanbul’da 200 bin Rum güven içinde, demek oluyorki, Osmanlı İdaresi, gayrimüslimlere tam bir hürriyet ve adalet sağlamıştır” (60)

Devletin sağladığı tam hürriyet ve uyguladığı adalet sebebiyle gayrimüslimlerin ruhani liderleri bizzat kendileri Devlet-i Aliye’ye şükranlarını sunmuşlardı. Mesela, “Patrik-i İstanbul-ı Rum ve Asitane’de mukim Cemaat Metroplidan” imza ve mührünü taşıyan belge, bunlardan bir tanesidir. İspanya Kralı Ferdinant’ın, Yahudileri yok etmek istemesi üzerine Sultan II.Beyazid, onu kınamış ve bir kanun çıkararak onları Türkiye’ye getirtmiştir. (61)

Sırp Kralı Brankoviç‘in Macar İmparatoruna yazdığı:” Osmanlı bizi güneyden, siz de kuzeyden sıkıştırıyorsunuz. Biz Hristiyan olan sizlere itaat etmek istiyoruz. Acaba Ortodoks kiliseleri hususunda nasıl muamelede bulunacaksınız? ” sorusuna verdiği şu ilginç cevab enteresandır:” Bütün Ortodoks Kiliseleri yıkılacak, yerine yeni Kiliseler inşa edilecektir”. Bunun üzerine aynı heyet Fatih Sultan Mehmet’e gönderilmiş ve Fatih’in cevabı şu şekilde olmuştur: “Herkes kendi halkına, kendi mabedinde ibadet etmeye devam edecektir “ Evet, eğer bugün Kumkapıda, özellikle cumartesi ve pazar günleri çan sesleri duyulurken, ikindi namazında Allahu Ekber sesleri ile işitiliyorsa, eğer Mihrimah Sultan Camii’nin hemen yanında Kilise inşasına müsaade edilmişse, bu Hoşgörü ve Müsamaha Ruhunun önemli bir tezahürü değilde nedir? Gayrimüslimlere, Osmanlı Devletinde sadrazamlık, valilik, sancakbeylik, ve belli yerlerde kadılık ve devlet başkanlığı dışında bütün görevlerin verilmiş olmasını nasıl izah edebiliriz? (62)

41 Tevbe Suresi,100
42 El-Akkad, el-Abkariyyatül_ İslamiye, Beyrut 1968,
427- 428; Muhammed Hüseyin Heykel, el-Faruku Ömer,
Kahire 1963-1964, I, 258-260
43 Levent Öztürk, Asrı Sadetten Haçlı seferlerine kadar İslam
Toplumu Hristiyanları, s.118-119
44 Levent Öztürk, İslam toplumunda hristiyanlara gösterilen
Hoşgörü örnekleri, Sakarya Üni. İlahiyat Fak. Dergisi,
4/2001, s 25-37
45 Thomas W.Arnold, The Preaching of İslam, London
1913, s.60-61
46 Ebu Yusuf, Kitabu’l – Harac, s.139; Belazuri, Futuhul
Bulhan, s187
47 Serahsi, Şerhu Siyeri’l Kebir, III,250.
48 İbn kayyim, Ahkam, I,38; İbn Sa’d, et-Tabakatül Kübra,
Beyrut 1957-1960, I,380.
49 Hamidullah, el-Vesaik, s.83
50 Hamidullah, el-Vesaik, s.66-72
51 Osman Turan, Türk Cihan hakimiyeti mefkuresi tarihi,
İst.1979,I, sy.288-289
52 I.Goldheizer, İslam Ansiklopedisi, Ehlü’l Kitab md.
53 Yusuf Halaçoğlu, “Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Vakıf
ve Dini Teşekküllerin Statüsü”, Osmanlıda Hoşgörü ve
Birlikte Yaşam Sanatı, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yay,
İst. 2000, s 127-129
54 Ziya Kazıcı, “Osmanlı Devletinde Hoşgörü”,
İst.Büyükşehir Belediyesi, 7-8 Mart 1998, İst. S.110-113
55 Fındıkoğlu, Fahri, Hukuk Sosyolojisi, İÜY, İst. 1958,
III/55
56 Türk Dünya Araştırmalar Vakfı, Şeriyye Sicilleri,
İst.,1989, II/ 56-57; Bozkurt, Gülnihal, Gayrimüslim
Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki durumu, TTKY,
Ank.,1989, s.23-24
57 Bulaç; Ali, İslam ve Fanatizm, İst., 1993, s.86-88
58 Süreyye Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İst. 1980,
s.48
59 Tarih.III, Türk Tarih Tetkik Cemiyeti, Yeni ve Yakın
Zamanlarda Türk Tarihi, İst.1931, s.52
60 E.A.Murat, Milli Işık, Sayı.1, s.31
61 M. Süreyya Şahin, “Osmanlı Devleti’nin hristiyanlarla
Münasebetleri”, Asrımızda Hristiyan-Müslüman
münasebetleri, İSAV, İst. 1993, s.111-120
62 Ahmet Akgündüz, “Osmanlı Devletinde Barış ve
Hoşgörünün Hukuki Temelleri”, Osmanlıda Hoşgörü
birlikte Yaşama Sanatı, Gazeteciler ve yazarlar Vakfı
yay., İst. 2000, s.64-73
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
Mehmet Talu Hocaefendi ile Diyalog üzerine Röportaj


"İsmailağa cemaatinin güzide Hocalarından , aynı zamanda Milli Gazetesi yazarı İlahiyatçı Mehmet Talu Hoca ile Diyalog hakkında röportaj "

“Diyalog sadece ehl-i
Kitab ile sınırlı
kalmamalı, ateistlerlede
yapılmalıdır“



Muhterem Hocam ,öncelikle röportaj isteğimizi kabul ettiğinizden dolayı teşekkür ederiz.
Genc::Adam : Bir yazınızda “İslâm’ı tebliğ etmek üzere Müslümanlarla diğer din mensuplarının, hatta dinsizlerin ve ateistlerin diyalog halinde olmasında herhangi bir sakınca yoktur. Daha da ileriye giderek bunun Müslümanlar açısından bir “zorunluluk” olduğunu söylüyorum.” diyerek Diyaloğun İlahi bir emir olduğunu beyan ediyorsunuz. İslamda Diyaloğun yeri nedir ? Diyalog olmadan tebliğ olur mu ?- Mehmet Talu Hoca : Aslında tabi ,sorunun içinde kısmen cevabı bulunmaktadır. Zannedersem bu konuda tam anlaşma sağlanamıyor , diyalog yapanlarla diyaloğa karşı çıkanlar arasında bir “diyalog kopukluğu” var, bir takım endişeler var ! Buna taraftar olanlar ile karşı çıkanlar arasında bir diyalog eksikliği var. Bu diyalog sağlanabilinirse , taraftarlar bunu nasıl yaptıklarını , karşı çıkanlara anlatabilseler karşı çıkanlarda hangi noktalarda karşı çıktıklarını anlatsalar mesele çözülecek kanaatindeyim.Her iki tarafında halis niyetle olduklarını düşünüyorum. Şu bilinmelidirki ; her müslüman genel olarak kafirleri , ama özellikle Ehl-i kitabı İslam’a çağırmaları vacibtir. Kur'an Ayetlerinin birçoğuna baktığımızda " ya eyyuhennasu" –“ey insanlar” ifadesi ile genele bir ifade var dolaysıyla müslüman , genele davet yapmalı , ancak özellikle Ehl-i Kitabı İslam’a çağırması vacibtir. Yine Kur'anı Kerimde "Kul " – “söyle” şeklinde başlayan Ayetlere baktığımızda , “kim söyliyecek ?” diye düşünürsek , başta sevgili Peygamberimiz (SAV) söyliyecek ! (Rabbim şefaatine nail eylesin) . Peki günümüzde kim yapacak bu vazifeyi ? tabi ki , başta müslümanların ileri gelenleri olmak üzere tüm Müslümanlar. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur'anı Kerimde geçen “Ehl-i Kitab” hitabından
İslama daveti anlıyoruz ! Bu davet İslamı en iyi şekilde , en iyi uslubla , güzellikle ikna edip , onların isteyerek İslama girmelerini sağlıyarak olur ki ; buda ancak diyalogla olabilir.Bizler bu daveti en iyi şekilde yapmakla mesuluz ! Biz eğer bu daveti yapmamıza rağmen, karşıdakiler icabet etmese bile bizler en azından görevimizi yapmış ve mesuliyetten kurtulmuş oluruz.








“Mahmut Efendi'nin
Diyalog konusunda
Fethullah Gülen
Hocaefendi hakkında olumsuz bir
beyanı yok!"



Genc::Adam :Mahmut Efendi Hazretleri’nin, Diyalog Hizmetleri öncesinde veya sonrasında , Fethullah Gülen Hocaefendi aleyhinde has dairede bir beyanına şahit oldunuz mu ? Bu konuda birtakım spekülatif yaklaşımlar var !
Mehmet Talu Hoca :
Efendim , Mahmut Efendi Hazretlerinin (K.S.) , Fethullah Gülen Hocaefendi aleyhinde en ufak bir beyanına şahit olmadım ! Bu hem Diyalog öncesi için geçerlidir , hemde Diyalog sonrası. Hatta , şöyle bir hatıramı hatırlatmamda fayda görüyorum :
Ben İlahiyat Fakültesinden (Samsun) öğretim görevlisiydim , oaradan ayrıldıktan sonra , istanbula geldim .O zamanki şartlar imkanınca ,Fetih İlim Araştırma Vakfında Eğitim müdürü olarak vazifeye başladım. Diyanet İşleri Başkanlığını nezaretinde Kuranı Kerim kurslarında Eğitimci-İdareci olarak görev yaparken ,zannedersem 1989-90 ‘lı yıllardı , birgün Mahmut Efendi Hazretlerine (K.S.) şöyle bir teklifte bulunmuştum :
Hocam , imkanımız var , bu Kur'anı Kerim faaliyetleri yanında , yurtlarda açalım , üniversiteye giden öğrencilere maddi-manevi katkılarımız olsun, onları da yetiştirelim
dedim . Efendi Hazretleri (KS) bana şöyle dedi : “Bak Talu , o okulları , yurt işlerini Fethullah Gülen Hoca ve onun cemaati , çok güzel bir şekilde yapıyor ! Onlar o boşluğu gayet güzel bir şekilde dolduruyor ! Ama , Kur'anı Kerim , Hafızlık ve diğer Dini İlimler günümüzde gereği gibi yapılmıyor ! Bırak onu en güzel bir şekilde o kardeşlerimiz yapsınlar. Bizde bu işi ; yani Kur'anı Kerim , Hafızlık , Arabçayı ve Dini Eğitimleri en iyi şekilde yapalım !”
Ben Efendi Hazretlerini Bursa İmam Hatib Okulunda okurken ,1969 yılında tanıdım !
O zamandan beri Efendi Hazretlerinin , genel anlamda , hiçbir Cemaat veya Hocası
aleyhinde olarak en ufak bir beyanını duymadım.Varsa tasvib etmedikleri bizzat kendilerine ulaşanbilirse söylemişlerdir. Yalnız , Fethullah Gülen Hocamız hakkında böyle bir husus yoktur !







“Yeni Mesaj Grubu
o ifadeleri
sarf etmiş ise ,
yanlış yapmıştır"



Genc::Adam : Diyaloğa karşı çıkan Yeni Mesaj Grubunun , Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında “gizli kardinal” , “Müslümanları Hıristiyanlaştırıyor” ,” Amerikan ajanı” ve Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri için “İngiliz ajanı” , “2.Lawrence” şeklindeki ifadelerine kendi medya organlarında ve internet sitelerinde şahit olmaktayız. Mümin olduğunu beyan eden bir kişinin , başka bir mümini bu tarz tekfir etmesinin dinimizdeki yeri nedir ?
Mehmet Talu Hoca : Şimdi , ben bu tarz ifadeleri görmüş değilim. Dolaysıyla bu ifadeler varmı yokmu bilmiyorum, şayet bu ifadeler söylenmiş ise , elbette bir müslüman hakkında bunu söylemek yanlıştır.Bu ifadeleri kabul etmek mümkün değildir. Ben şunu görüyorum , iki tarafında birbirlerini anlamadan kulaktan gelme ifadelerle ağır ithamlarda bulunduklarını görüyorum. Diyaloğa karşı çıkanlar hakkında karmatiler , anarşistler , hariciler vasfediliyor , onlarda anlaşılan bu şekilde mukabele ediyor. Mümine tekfir etmek çok tehlikelidir.Allah korusun kendisi kafir olur , kafirin kafir olmadığını dile getirmekte küfürdür. Ehl-i sünnet uleması , kelimeyi küfür söyleyene hemen kafir demeyi uygun bulmuyor , mümkünse uyarıp o kişiyi kurtarma yolunu seçiyor !
Genc::Adam : Karmati , Harici ve Anarşist tesbiti ile Diyaloğa körü körüne karşı çıkan , Diyaloğun hiçbir şekilde İslam’da yeri olmadığını beyan eden zümreler için sarf edildiğini görüyoruz, yoksa Diyalog ile ilgili samimi ve yapıcı endişeler taşıyan kardeşlerimiz için sarfedilmediğini , makalenin içeriğinden anlıyoruz ! Yoksa , o listeye Siyonistleri ve bir takım evangelistleride eklemek mümkündür.
Mehmet Talu Hoca : Konu açılmışken şunu da ifade etmeden geçemiyeceğim : Haydar Baş’ın , Hocaefendiye yazmış olduğu mektub genel manada kabul edilebilinir bir mektubtur , yanlış hatırlamıyorsam “tesettür teferruattır” gibi söylemleri de içeren mektubu kast ediyorum.
Genc::Adam : Hocaefendi “tesettür fur’uata ait bir meseledir” dedmişti , Hürriyet gazetesinin bir Yazarı bunu “tesettür teferruattır“ şeklinde dile getirdi , ne hikmetse bazıları Hocaefendinin usul’e ait bir meselesini değilde , Hürriyetteki bu yoruma göre Hocaefendiyi yargılamaya çalıştı…Neyse , röportajımıza devam edelim…
Genc::Adam : Kur’an-ı Kerim, Hz.Musa (AS) mı firavun gibi birisine gönderirken “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Taha, 44) demektedir. “Kavl-i leyine” emrinin günümüze bakan yönleri nelerdir ?
Mehmet Talu Hoca : Kur’an-ı Kerim , burda çok önemli bir tebliğ ve davet usulune işaret ediliyor. Söylediğimiz hakikatı , o hakikatte bir değişiklik yapmadan onlara nazik bir şekilde söylemektir. Yoksa , kırıcı bir uslubla değil.Günlük muamelerlerimize de örnek verebiliriz. Mesela bir kişiden alacağınız varsa ve de sizin de ihtiyacınız varsa , “kardeşim ihtiyacım var bana borcunuzu ödermisiniz” demek var , birde “yahu kardeşim şu borcunu bana versene” sertliğinde söylemek var. Neticede her ikiside aynı olmakla beraber ifade ediş tarzında farklılık var.
Genc::Adam : Saçı olmayan bir insana “Kel” hitabı ile ”saçları dökülmüş” demek gibi herhalde ..
Mehmet Talu Hoca : Evet , dolyasıyla bizler İslamı tebliğ ederken karşımzıdakilerin seviyesini düşünerek , islamı en iyi bir şekilde olduğu gibi anlatma durmundayız Kaba ve sert davranmaktan kaçınmalıyız. Diğer Ayetlerden de anladığımıza göre , ancak “Harbi” (savaş yaptığımız) olan ve İslama açıktan düşmanlık izhar edenlere karşı sert davranılmalıdır. Ama gerek memleketimizde , gerek yurtdışındaki gayri müslimlerle karşılaştığımızda İslama yumuşak ve seviyeli tebliğ yapmalıdır !





“Fethullah Hocamı
rüyamda gördüm..."



Genc::Adam : Ahmet Şahin Hoca’nın “Ehl-i kitapla amentüde ittifakımız var!” cümlesini taviz olarak niteliyorsunuz. Halbuki , Ahmet Şahin Hoca konu ile ilgili 2.yazısının devamında :”Ancak ehli kitabın bazılarının bu doğruları tarif ve tavsif ederken yanlışa düştüklerini de görüyor, Allah’a babalık, peygambere de oğulluk ve krallık sıfatını isnat etmeleri gibi yanılgılarına da şahit oluyoruz. Onlardan bazılarının bu gibi yanlış tarif ve tavsiflerinin doğrusunu anlatma görevi de yine bize düşüyor. “ demektedir. Yazıları bir bütün olarak bakarsak , Kuran’ın :” De ki: Ey Ehl-i Kitap, Sizinle Bizim Aramızda ortak olan Bir Kelimeye Gelin: Allah'tan Başkasına İbadet Etmeyelim ve O'na Hiçbir Şeyi Ortak Koşmayalım.”(Ali İmran:64) ifadesine muvafık düşmüyor mu ?
Mehmet Talu Hoca : Ahmet Şahin Hoca’nın 14.07.2000 tarihli köşe yazısının ikici yarısındaki yanlış anlamaya müsait ifadelerini , 15.03.2005 tarihli köşe yazısında açıklık getirmesi sevindiricidir , ancak biraz geç olmuştur. Gönül isterdiki , bu konu biraz daha erken aydınlatılmış olsaydı. İzninizle Ahmet Şahin Hoca’nın bu ifadesine bir cevab mahiyetinde Milli Gazetedeki Köşeme yazı hazırladığım , ancak henüz yayına girmeden önce gördüğüm bir rüyayı arz etmek istiyorum.Gerçi rüya ile amel olmaz ama yinede arz edeyim.
Genc::Adam : Estağfrullah…buyurun….
Mehmet Talu Hoca : Perşembe akşamıydı yanılmıyorsam , akşam namazımı kıldıktan sonra Bir programa katılmak için hazırlık yaptığım bir sırada , biraz vakit olduğundan kısa bir süreliğine istirahat etmek üzere kanepeye sırt üstü uzanmıştım. Tam o esnada , Fethullah Gülen hocaefendi girdi . Kendisini en son gördüğüm ; 1980 li yılların başında Dursun Efendinin sohbetinde erzurumda görmüştüm , işte o surette gördüm. O yıllarda bana “Talu Hoca” diye hitab ederdi. Hatta Hocamızın (Fethullah Gülen Hocaefendi) köyünden o dönemlerde bir kız bile almıştık. İşte Hocamızı son gördüğüm , takkeli koyu kahverengili bir ceket , yeşile yakın bir pantalonla gördüm , içeriye odaya girdi. Ayağı ile benim sağ ayağımın iç kısmına vurdu . “Talu kalk “ dedi . Bende kalktım oturdum kanepeye . “Hocam buyurun” dedim heyecanla . Sağ eliyle göğsüme vurdu ve dediki :” Bu hazırladığın yazıyı çok beğendim ,seni tebrik ediyorum. Güzel hususlara temas etmişsin ! Çünkü ben üzülüyorum , bu çalışmalar bazı konularda çığrından çıktı ! (*) Uyandım ve baktımki , henüz 5 dakika olmuş yatalı ve kanepede oturuyorum. Bu rüyamı Hocamıza iletirseniz memnun olurum.
Genc::Adam : İnşallah…Diğer sorumuza geçecek olursak ; Diyalog Hizmetlerine başlanmadan önce , İslami camianın görüş ve bilgisinin alınmadığından bahsediyorsunuz. Örneğin , size “Diyalog hizmetlerine girilmeden önce ”sorulmuş olunsaydı , siz ”sakın yapmayın , gayri Müslimlere güven olmaz “ mı derdiniz , yoksa “inşallah hayırlara vesile olunur , yalnız tedbir ve temkini elden bırakmayın “ mı derdiniz ?
Mehmet Talu Hoca : Soruda dediğiniz üzere dikkatli olmak koşulu ile derdim. Elbette diyalog içinde olmayınız dememiz mümkün değildir. Ancak burda şöyle bir endişe var , bilhassa diyaloğa karşı olanlar çevresinde benimde gördüğüm ve duyduğum kadarı ile İslamdan taviz vererek diyalog yapılmasını uygun görmüyoruz , “Kavli leyin” ile (tatlı dil ile) hikmetle tebliğ yapılması şeklinde uygun görüyorum. Endişe , diyaloğun vatikan kilisesi menşeli olduğu , misyonerler tarafından başlatıldığı ve buna isnaden onlarla bu konuda temkinli davranılması konusundur. Maide suresinde (49.Ayet-i Kerime) dediği gibi ; Allahu Teala Müslümanların Ehl-i kitab ile yapacakları diyaloglarda dikkatli davranmamızı buyuruyor. “Allahın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et” mealindedir.Dolaysıyla , ben bunun çok detayını , yani Vatikan menşelimidir değilmidir tam bilemiyorum.
Genc::Adam : Vatikan’ın bugünki Dinlerarası Diyalog Sekreteryası Başkanı Thomas Michel’e göre , Diyaloğun Asrımızda başlatan ve teşvik eden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleridir. Papa’ya 1950 ‘li yılların başında Zülfikar isimli eserini gönderen ve bir mektub yazıp , Mutlak dinsizliğe karşı birlikte hareket etmeyi öğütlemesi göz önünde bulundurulduğundan bu doğruıdur. Diğer yandan , bugünkü Diyalog faaliyetleri 1990 lı yılların başında Türkiye’de başlamış bağımsız bir hareket iken , 1964’te yine kendi çapında bir organizasyon olan Vatikan kökenli Diyalog faliyetleride , 1998 yılında birtakım ortak organizasyonlar yapma noktasında devam etmektedir. Bu zaman zaman birlikte devam ederken , zaman zamanda Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının önderliğinde olmuştur. İslam'dan taviz verilmemesi her mümin gibi Diyalog Hizmetlerini yapanlarında hassasiyetle üzerinde durdukları bir mevzudur ! "Taviz" ile "zorlaştırmayın - kolaylaştırın , soğutmayın-sevdirin" farkı iyi tahlil etmek lazım





“Diyalog Hizmetlerini
yapanlar biz
kardeşlerine yaptıklarını
daha iyi
anlatmalıdırlar"


Genc::Adam :Diyaloğa karşı birtakım aleyhta yazılar ,özellikle ehl-i sünnet çizgisinde tereddüt etmediğimiz Beyan gibi mecmualarda yayınlanması, bizi üzmekle beraber , acaba kendimizi tam ifade edemediğimize veya konunun detayları hakkında eksik bilgilendirilmeye mi bağlıyalım ?
Mehmet Talu Hoca :Aynen ifade buyurduğunuz gibi , Diyalog hakkında birtakım duyumların tashihi adına biraraya gelinmeli , bizler bilgilendirilmeliyiz. Bu bilgilendirmenin uluorta Medya önünde yapılmasını da doğru bulmuyorum. Çünkü neticede bizler aile içindeki sorunlarımızı yine aile içinde çözmeliyiz. Şahsen , yüz yüze has dairede görüşmelere hazırım !
Genc::Adam :1994 yılından bu yana Diyalog Hizmetleri sonrasında “ben müslümandım, diyalog sonrasında gördümki , Müslüman , Hıristiyan veya Yahudilik hepsi hak dinmiş , o açıdan hıristiyan oldum” şeklinde ifade eden bir kişiya rastladınız mı ?
Mehmet Talu Hoca : Bizzat yüzyüze rastlamadım. Ancak , basında bu iddiayı dillendirenler oldu ! Tabi şimdi , basındaki bu tür iddialar bize ölçü olmayabilir. Kendisine güvendiğimiz Yazar Burhan Bozgeyik bey , 8 nisan 2005 tarihli köşesinde böyle bir iddiada bulundu.
Genc::Adam : O yazınınaynısını Ali Eren Bey'de Vakit'teki köşesinde yayınladı ; "İzmir'de bir profesörün kızı" şeklinde anlatılan bir "rivayet" . İsim yok , delil yok , rivayet var. Şahsen sizin şahit olduğunuz bir vaka var mı?
Mehmet Talu Hoca : Dediğim gibi bizzat karşılaştığımı söyliyemem.
Genc::Adam : İzninizle son sorumu sormak istiyorum ; Fethullah Gülen Hocaefendi’nin : “Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve islah etmelidir. Hatta Kelime-i Tevhidin ikinci bölümünü, yani ‘Muhammed ALLAH’ın Resulüdür’ kısmını söylemeksizin ikrar eden kimselere de merhamet nazarıyla bakılmalıdır...” cümlesinde geçen “merhamet nazarı ile bakılma” ifadesini , biz “iman etme ümidi “ şeklinde anlıyoruz. Çünkü Hocaefendi pek çok yazısında "Muhammederresulullah olmadan ehl-i necat olunmaz" diyor ! “merhamet nazarı ile bakmayı” “ehl-i necattır” şeklinde anlam verdiğinizden mi “Taviz” olarak nitelendiriyorsunuz ?
Mehmet Talu Hoca : O cümle gerçekten Hocaefendiye mi ait ?
Genc::Adam : Evet Hocaefendiye ait , ancak dediğim gibi "merhamet nazarı ile bakmak" ehl-i necattır demek değil ......şahsen "iman etme ümidi" şeklinde anlıyorum.
Mehmet Talu Hoca : Aslında okurken yanlış anlaşılmalara sebebiyet verecek kelimeler kullanılmasa daha iyi olur kanaatindeyim. Herzaman söylediğim gibi , burda aslında Diyalog taraftarı (ayırmcılık olarak görülmesin) ile olmayanların biraraya gelerek , ev sohbeti (basın önünde uygun görmüyorum) , ziyaret şeklinde yapılsa faydalı olacaktır. Ben şahsen buna herzaman varım ! Her halıkarda yüzyüze görüşelim , bizim anlamadıklarımız varsa siz anlatırsınız , izah edersiniz, her iki tarafında samimi olduklarına inanıyorum.
Genc::Adam : Bizde sizin samimiyetinize isnaden bu röportajı yaptık , sizde kabul buyurdunuz ! Değerli vaktinizi bize ayırdığınızdan dolayı Allah Razı olsun ! İnşallah "röportajın" hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ederim.


Bu röportaj ; 21.04.2006 tarihinde yapılmıştır. Röportaj Banta kayıt edilmiştir.
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Eşdinsellik

Eşdinsellik

Eşdinsellik, aslında yeni karşılaştığınız bir kavram olmakla beraber kıymetli okuyucu, içerik bakımından son derece aşina olduğunuz bir şey.

Eşdinseller her yerde, onlarla her an temas edebiliyorsunuz, televizyonlarda ve diğer basın organlarında sürekli yeni bir icraatları veya beyanları ile karşılaşıyorsunuz.

Eşdinsellik üzerine konuşmadan önce eş, eşlik, eşleme veya eşleştirme kavramları üzerinde konuşmak lazımdır.

Türk dil kurumu’nun internet sayfasındaki sözlükte;

Eş ; “birbirinin aynı olan veya birbirine çok benzeyen iki şeyden biri”.
Eşleşmek ; “biriyle eş olmak, eş tutmak ve çiftleşmek” .
Eşleme ; “ aralarında ortak çıkar bulunan devletler ilişkisi”.
Eş başkan ; “ bir kurul toplantı veya kongrenin başkanlığını yapanlardan her biri”
Eş tutmak ; “ talimde veya oyunda ikişer olmak için eş tutmak”
Eşleşme ; “eşleşmek işi”
Eşleştirmek; “ Eşleşmesini sağlamak” anlamları ile karşılaşırız.


Tüm aramalarımıza rağmen ve bu kadar hayatımızın içine girmiş olmasına rağmen “EŞDİNSELLİK” kelimesinin anlamı ile karşılaşamadık.

Bu anlamda, bu kavramı bir sohbet esnasında ortaya atan arkadaşıma buluşundan dolayı teşekkür etmek boynumuza borç oldu. Teşekkürler Salih!

Türkçemize, henüz karşılık bulamamış olsa da, hatta henüz eylem olarak var olmasına rağmen bir kelime ile adlandırılmamış olsa da, son derece gerekli bir kavramı kazandırdın ve biz de bunu anlamlandırmak için cebelleşmekteyiz.

Sana dilini eşek arısı soksun demeyeceğim değerli kardeşim, ama bu kelimeyi eylemsel olarak var edip konuşmamıza sebep olanlara tüm bildiklerimi söylüyorum, hiç endişen olmasın.

Diyalog inancı(!) müritlerinin( ya da diyalog dini mi demeliyim) başımıza musallat ettiği bir maraz bu.

Maraz diyorum çünkü biyolojik olarak türdeşi olanı, celp dönemlerinde askeri hastanelerin psikiyatri servislerinde tanık olduğum kadarıyla maraz muamelesi görmekteydi.

Çağdaşlaşmak adına sapkınlığı yaşam biçimi haline getirmiş bir kısım insan ziyanı dışında, dünyanın geri kalanının büyük bir bölümü de aynı şekilde düşünmektedir.

Avrupa ülkelerindeki sınır tanımaz sapkınlıkları özgürlükten sayanlar hiç şüphe yok ki büyük bölümün dışında kalan küçük bölüme dâhildirler.

Bir din bilimci olmamakla beraber; din kavramının, yaratıcı tarafından kendisinden önce gönderilen diğer dinleri hükümsüz kılmak ön koşulu ile insanlara tebliğ edildiğini bilmek için, din bilgini olmaya gerek olmadığını da bilmekteyiz.

Bu anlamda; son din insanlara tebliğ edildiğinde, diğerleri, en azından son dine inananlar nezdinde hükümsüz kabul edilir.

Diğer dinlere inananlar ise son dine inanları kabul etmezler ki kendi dinlerine inanmaya ve gereklerini inandıkları biçimde yerine getirmeye devam edebilsinler.

Aksi halde mutlak surette biri diğeri tarafından tekzip edilmiş sayılır.

Demek ki din kavramının teklik gibi bir özelliği var.

Tek olmak gibi bir iddiası var ki bu onun, yaratıcının sözleri olmasından kaynaklanan en önemli özelliğidir. Aksi durumda da yaratıcının kendi kendini tekzip etmesi anlamını taşıyacağından her anlamda mümkün değildir.

Şu halde var olan diğer dinler, en sonuncusu ile birlikte hükümsüz kılınmakta, bu durum inananlarını da mutlak olarak bağlamaktadır.

Günümüz toplumlarında var olan demokrasi anlayışının, kişilerin hak ve özgürlükleri bağlamında herkesin istediği biçimde yaşamasına ve istediği dine inanmasına cevaz veren hoşgörüsü, her dine mensup insanın bir arada yaşaması olanağını sağlamaktadır.

Ancak bu yaşayış her dine mensup insanın kendi inançları çerçevesinde ibadetini, kendi dininin kurallarına göre ve kendi dininin mabetlerinde yapması demektir.

Birliktelik sadece bir arada yaşamaktan ve aynı devletin kaidelerine uymaktan öte dinsel bir anlam taşımaz.

Bu devletler din devleti dahi olsalar, yani yaşam kuralları egemen dinin kuralları doğrultusunda belirlenmiş dahi olsa buna imkân vardır.

Bu birliktelik asla dini bir anlam taşımaz. Taşımaz, çünkü biri diğerini hükümsüz kılmıştır. Birine inandınız mı diğerini reddediyorsunuz demektir. Ve bu tamamen sizinle inancınız arasındadır.


İşte yazıya konu olan eşleşmek bu noktada başlar.

Bir grup neye inanacağını maksatlı olarak şaşırmış insanın yaptığı gibi, kiliseye gidip kuran ayetleri okur veya namaz kılar, imama İncil okutarak cenaze gömdürürseniz, ortaya bir eşleşme çıkar.

Dinsel olan bir şey, başka bir dine ait olan başka bir şey ile eşleştirilmiş olur ve biz buna, ayrıntısını aşağıda göreceğiniz gibi “EŞDİNSELLİK” deriz.


Bu noktada; tıpkı bu kelimenin biyolojik esaslı türdeşi gibi, bilimsel anlamda sapkınlık olarak kabul edilmesine rağmen, gayri ahlaki ve sözde meşruiyeti, varlığını öyle veya böyle devam ettirmesinden kaynaklanan başka bir din çıkar ortaya.

İster kabul görsün ister görmesin. Vardır ve gerekleri uygulanmaktadır. Gerekleri diğer dinlerde olduğu gibi ilahi bir kitapta yazmaz.
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
İnananları tarafından neredeyse ilahlaştırılmış şefleri tarafından belirlenir.

Saçlar onun gibi kesilir, bıyıklar onunki gibi traş edilir, kıyafetler onunkine benzetilir, o nasıl yaşıyorsa öyle yaşanılır. Bu arada şef, tüm bu yaşam alışkanlıklarını bir kitapta toplamışsa veya şefin müritlerinden biri yalakalık olsun diye bunu yapmışsa, işte bir kitapları da olmuştur artık.

Adına diyalog denen ve neredeyse bir inanç sistemine dönüşen bu akımın veya dinin veya siyasi görüşün veya her ne karın ağrısıysa onun ortaya çıkardığı bir kavramdır Eşdinsellik.

Eşdinsel için ibadeti nasıl değiştirdiği önemli değildir.

Nerede yaptığı önemli değildir.

Kimlerle beraber yaptığı önemli değildir.

Sözüm ona niyeti önemlidir. Kilisede mum yakarken iki rekât da namaz eda edebilir derin bir huşu içinde.

Keşişlerle el ele inanç turizmi yapabilir. Hatta tüm dinlerin kutsal kitaplarını bir kitapta toplayarak kendince bir kutsal kitap yazabilir ve buna inanabilir.

Eşdinsel için kendi hoşgörü sınırları dışında sınır yoktur.


Dinin bir ideoloji haline getirildiği noktada ki bu eylem, kişinin hür iradesi ile olmayıp hâkim bir gücün etkisi ile oluştuğunda cevaplarla birlikte ortaya bir takım sorunlar da çıkar.

İçinden geldiğiniz toplumun genel yaşam kuralları ile etkisinde olduğunuz hâkim gücün amaçlarının çatıştığı noktada, ortaya çıkan cevapları gizleyebilmenin ve uyumsuzluğu gidermenin en etkili yolu, vicdan sömürüsü yaparak salya sümük ağlamak olsa gerektir.

Hoşgörü ideolojisi de denebilen bu durum aslında kendi içindeki çelişkilerden dolayı soyut bir psikozdan kaynaklanmış olarak kabul edilebilir.


Bu noktada; TDK sözlüğünde Psikoz;

1. Türlü sebeplerle kişiliğin bütünlük ve uyum gücünü geniş ölçüde yıkan ruhsal bozukluk.


Olarak tanımlanmaktadır.

Kelimenin biyolojik türdeşini, tam olarak oturmamış olan kişiliğin, bir takım dışsal sebeplerle bütünlüğünün bozulması ve etkilenilen şeylerin etkisine girerek bir öykünme durumunun ortaya çıkması olarak da açıklayabiliriz.

Kişi aslında biyolojik olarak bir cinse mensup olmakla beraber, kişiliğinde meydana gelen travmaların yol açtığı kişilik bölünmeleri ve bazı harici nedenlerle, diğer cinse öykünür ve ortaya çıkan travma bir takım yapısal değişikliklerin, çirkin, gayri ahlaki, sağlıksız ve gayri tabii dahi olsa gerçekleşmesine, gerçekleştirilmesine neden olur.

İşte bu sayede biz sakal traşı olan, pisuvara işeyen, doğal yaşam ortamlarındaki davranışları her ne kadar erkeksi de olsa, dışarıda makyaj yapan, kırıtarak yürümeye çalışan, sözde kadınlarla(?) karşılaşırız.

Bu aslında son derece gayri tabii bir durum olmakla beraber, toplumsal hoş görü denen şey

( ki bu toplumun genelini kaplamamakla beraber, bazı sözde aydınların hoşgörüsüdür ama ne yazık ki kamuoyu üzerinde ciddi yönlendirici etkiye sahiptir)

bu durumu eleştirmeyi eleştirir ve hatta eleştirenleri çağdışı olmakla suçlar.

Bu durumda; çağdaş olmanın gereğinin “o biçim”( biçimin ne olduğunu anlamayan yoktur herhalde) olmak olduğu gibi bir durumun ortaya çıkmasının mantıken bir engeli kalmamakla beraber, aynı hoş görü size de doğal halinizle yaşamanızın normal olduğunu salık verir.

Bu durumda dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak adına, toplumsal yaşamınızdaki anormallikleri eleştirmek yerine, kendi normalliğinizi kurtarmış olmanın rahatlığı ile bu zavallılığı görmezden gelir hatta kanıksarsınız.

Havlayan bir kediyi, miyavlayan bir köpeği, kükreyen bir fareyi yadırgar şaşırırsınız ama bu durumu kanıksarsınız. Bir anlamda ortada biraz riya bile vardır.

Çünkü işin aslını siz de biliyorsunuzdur ama toplumdaki sözüm ona entelektüel elitin hışmından korunmak adına, “ben kendimi hep o biçimde hissettim” türünden serzenişlere, normalmiş gibi yaklaşırsınız.


İşte yukarıda bahsettiğimiz Eşdinsellik kavramına da bu noktadan bakmak gerekir.

Ancak bir ve çok önemli bir farkla, o fark şudur ki; toplumlar üzerinde yaratılan bu etkilenmenin sebebi, tamamen stratejik ve askeri amaçlı coğrafi yayılmacılığa, yardım ve yataklık etmek gayesi ile özel olarak tasarlanan bir toplum mühendisliği çalışması olmasıdır.

Bu da tıpkı biyolojik türdeşi gibi Atlantik ötesinden gelir. Özel laboratuarlarda, özel amaçlarla mutasyona uğratılan ve dini öğelere dayanan ideolojilerin, yine özel olarak bu konuda uzmanlaşmış kişiler tarafından topluma enjekte edilmesidir.


Bu enjeksiyon sırasında ise herkesin sahip olduğu ama yeterli bilgisi olmadığı dini hassasiyetler kullanılır. Bu enjeksiyon en çok, tam olarak ideolojik kimliğini bulamamış kişiler üzerinde yaratılan etkiler sayesinde başarıya ulaşır ve bir virüs gibi yayılabilir.

Çünkü yayılma sürecinde işin enjeksiyon kısmı yerine bireylerin birbirlerinden etkilenme temayülleri önem kazanır, tıpkı bulaşıcı bir hastalık gibi.

Ne kendi dinini, ne de kendi dininden önceki dinleri çok iyi bilmeyenler, kendi dinlerinin neden geldiğini, din olgusunun insan yaşamına etki ve katkılarını değerlendiremeyenler, içine düşürüldükleri ideoloji psikozunun kaçınılmaz sonuna yani eşdinselliğe sürüklenirler.

Artık anormallerin normallik sınırı içinde olması yadırganmaz.

Artık inandığınız dinin ön koşulu olan, bir önceki dine ait hükümlerin insanlar tarafından bozulmasından dolayı sizin dininizin yaratıcı tarafından gönderildiği gerçeği önemsenmez.

Diyalog yolu ile her sorun çözülebilir artık.

Bir yandan Tanrısal bir olguya inanır, diğer yandan bu Tanrısal olguyu insani çabalarla geliştirebileceğinizi, sorunları kendi ürettiğiniz alternatiflerle çözebileceğinizi düşünürsünüz.

Bir anlamda Tanrısal bir görev üstlenirsiniz, hatta kendinizi Tanrı yerine koyarsınız ama farkında değilsinizdir.


Sizin inandığınız Peygambere “Şeytan” derler ama siz onlarla diyalog kurmaya devam edersiniz.

İnandığınız din terör dini olarak tanıtılır ama siz diyalog ve hoş görü çalışmalarına devam edersiniz.

Aslında din adına yaptıkları şey, planlı siyasi hedeflerini ele geçirmelerini sağlayacak olan çeşitli operasyonlar için uygun zemini yaratmaktır ama siz bu durumu bile, kişilere kondurduğunuz ermişlik kimliğinin karanlık gölgesinde saklarsınız.

Kendi gözlerinize, kendi aklınıza ihanet edersiniz ama farkında değilsinizdir.

Hoş, bazıları için aklına ihanet durumu söz konusu değildir, çünkü bir mutlak butlan hali söz konusudur, yani yokluk hali, yani olmayan bir şeye ihanet edilemeyeceği için ihanet edilmiş sayılmaz.

Bu sırada siz farkında bile olmadan ama müsebbipleri son derece bilinçli olarak, bir ruhban sınıfı oluşturulur.

“Abi” sıfatı bu sınıfın jargonda bilinen adıdır.

Abiler belirleyicidir, doğrular veya yanlışlar onlara sorulur, onlar da hiyerarşik olarak kendi üzerlerinde bulunan ağabeylerine sorarlar ve yukarıdaki irade doğruyu veya yanlışı belirlemiş olur.

Siz bunlara uyarsınız.

Örneğin; iki gün önce kendi memleketinde, inandığınız dine hakaret eden bir keşişi çiçeklerle karşılamaya gitmekten hiç yüksünmezsiniz abiler gittiği için.

Veya Aya Yorgi kilisesine giderek dua edip dilekleriniz için mum yakar ve papaz efendiden keramet beklersiniz Müslüman olduğunuz halde.


Hülasa aslında bir dine mensup ve o dinin gereklerini yerine getirmekle mükellef olduğunuz halde, bir başka dini, inandığınız din elvermese de kabullenir ve hatta bazı gereklerini de yerine getirirsiniz.

Bu durum inandığınız dinin dışında birden fazla dini de kapsayabilir.

Ortaya çıkan bu dinler yumağından kendinize göre bir sentez bile oluşturabilirsiniz isterseniz ki sizi temin ederim son derece çarpıcı örnekleri var bu durumun. Tektanrılılık iddiasında olmakla beraber, aslında çoktanrılı bir inanç sistemi inşa etmişsinizdir.

Bu anlamda aynı tanrıya inanıyoruz demeniz bile kendi dininizden çıkmak anlamı taşır ama siz onu da dersiniz.

Çoktanrılılığı yani, inandığınız dinden önceki dinlerin tanrı inanç ve tasvirlerindeki değişimi kabul etmediğiniz için veya hala aynı yaratıcıya inanıyoruz dediğiniz için, üstelik çoktanrılıların dürüstlüğüne leke sürmemek için( en azından delikanlı gibi kaç tanrıları olduğunu söylüyorlardı, biraz Kasımpaşa ağzı oldu ama idare edin) biz bu durumu EŞDİNSELLİK olarak adlandırdık.
 

Enver Ýstek

metin mete
Katılım
27 Ara 2005
Mesajlar
3,935
Tepkime puanı
1,023
Puanları
0
Yaş
61
Konum
Gurbet,daimi gurbetin icinde gurbet
Aslında bu tanımlamanın bizden önce sosyologlar ve psikiyatristler tarafından bulunması gerekirdi ama bu hediyeyi bilim dünyasına biz vermiş oluyoruz. Telif ve hatta teşekkür bile istemiyoruz üstelik.


Bu yaşam ve inanış biçimine dair örnekleri çoğaltmak mümkün, görüldüğü üzere EŞDİNSELLİK ne yazık ki hayatımızın marazi bir gerçeği ve tedavi edilmesi gittikçe daha zor bir hale geliyor.

Başlı başına bir din olma yolunda ilerliyor zira.

Eşdinsellik olarak adlandırdığımız bu duruma sebep olan psikoz ise yaratılan bu yeni din kapsamında bir maraz değil de çağdaşlık olarak başkalaştırılıp öyle çıkarılıyor karşımıza.

Bahaîlerden kalma; tüm dünyada tek din, tek dil, tek devlet, tek millet ütopyası ise –ki artık ütopya olduğunu iddia edemeyiz- hedefine doğru hızla ilerlemekte bu sırada.

Şimdi bu eşdinsellere sorsak; “siz Bahaî misiniz?” diye.

"Hayır değilim" derler.

Sorsak;

“siz Hıristiyan mısınız?”

diye.

"Hayır değiliz" derler.
Sorsak

“siz eşdinsel misiniz?”
diye.

"O ne ola ki"

derler.

E siz nesiniz desek,

" Müslüman’ız" derler ama ona da biz inanmayız.

Biz de tuttuk Eşdinsel dedik, fena mı ettik yani?

Böylece yaşam biçimlerini tanımlayan bir isimleri oldu.

Adını biz verdik yaşını Tanrı versin demeyeceğim, adlarını verdiğim güne lanet okuyorum zira.
“VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN”


OKTAY YILDIRIM
 
Üst Alt