Radikal mi konuşalım...
Demokrasi küfür nizamıdır, alan da, tatbik eden de, savunan da küfürdedir mi diyelim?
Yok yok, ılımlı olalım...
Demkrasi ve İslam aynı şey canım...
Sanki aynı İlah vahyediyor ikisini de...
Orta yol nerede...
Said Nursi demokrasiyi savunmuş ya...
Hadi canım...
Güldürmeyin beni...
Nedir demokrasi???
İşte demokrasiyi anlatıyorum ya...
Said Nursi demokrasiyi savunmuş!!!
Hangi Said Nursi???
Demokrasi hiç bir zaman İslam'a hayat hakkı vermez...
Verir, nasıl verir? Yolunmuş İslam'a verir...
İşine gelen İslam'a...
Yumuşak İslam'a...
Light İslam'a...
Neyse mevzu derin...
Hepimiz demokratız elhamdulillah!!!!
DEMOKRASİ
İnanmak ve Yaşamak II, Ercümend Özkan.
Halk Yönetimi anlamındaki bu Yunanca kelime, milad öncesi Yunan'da site devletlerinden Atina ve Sparta'da uygulama alanı bulmuş, nüfusu zaten az olan bu şehirlerde bir de Atina'lı olmayanları, köleleri ve vatandaş sayılmayan bu münasebetle de vatandaşlık haklan bulunmayanların katılamadıkları bu uygulama şehir nüfusuna nisbetle pek az sayılacak kimsenin şehir meydanı forum'da yönetimleri ile ilgili re'ylerini izhar etmeleri biçiminde uygulanıyordu.
Doğrular veya yanlışlar, tealluk ettikleri 'Şey'in zatının gerçeğine göre değil, izhar edilen oyların çokluğuna ya da azlığına göre belirleniyordu. Forum'da oy açıklama hakkı bulunanların çoğunluğunun oyunu alan görüş doğru oluyor ve uygulama alanı buluyorken, azınlığın oyuna kalan görüş yanlış sayılıyor ve uygulanmıyordu. Nitekim Atina'da bulunan insanların hangilerinin Atina vatandaşı ve oy hakkı bulunan insanlar olduğu ile hangilerinin ikinci sınıf insan sayılarak oy haklarının bulunmadığı da aynı yöntem ile belirlenmişti.
Doğrular ve yanlışlarda, iyiler ve kötülerde hep, oy hakkı sahiplerinin çoğunluğunun oyu tayin edici, belirleyici oluyordu. Bu tür yönetime Halk (Demos) Yönetim (Kratos)'i yani Demoskratos (Demokrasi) deniliyordu. Doğrular ve yanlışları belirleme yöntemi insanların oylarının çokluğu olunca, iyi ve kötü, doğru ve yanlış her zaman değişebildiği gibi yere göre de değişiyordu. Atina'da oy hakkı sahiplerinin oylarıyla kötü görülen hırsızlık, iki yüz kilometre ötedeki Sparta'da iftihar edilecek bir maharet olarak alkışlanıyor ve yakalanmadan bu işi yapanlara gıpta ile bakılıyordu.
Demokrasi bu şekliyle anlaşılma ve uygulamayı Yunanda gördüğü gibi, benzeri bir uygulamayı da Senatosu vasıtasıyla Roma'da görmüş fakat hıristiyanlığın Roma'yı sarmasıyla uzun asırlar unutularak ta laik döneme geçilinceye kadar terkedilmişti. Kilise ve Kral ikilisi yönetimi kendi tekellerine almışlar ve uzun asırlar böyle sürüp gelmişti.
Ortaçağı karanlıklar içinde yaşayan Avrupa kendini bir türlü karanlıklardan kurtaramamış, o asırlarda dünyayı aydınlatan İslam güneşinin önüne koyu bulutlar gibi gerilmiş kilisenin bağnazlığı, karanlıkçılığı ve zulmü altında kendini kurtarabilmek için uğraşmış, didinmiş, ardı arkası gelmeyen sıkıntılar çekmiş, çaresizliğin kendilerini getirip kapısına bıraktığı bir 'Orta yol'da, kendine göre kurtuluşu bulmuş oluyordu. Bu kurtuluş yalnız kral-kilise ikilisinin tasalludundan kurtuluş olarak anlaşılmalı ve gerçek kurtuluşla ilgisi bulunmadığı gözden ırak tutulmamalıdır. Bu 'orta yol' gerçekle alakası bulunmayan zorlama ve uzlaşma sonucu varılabilen 'Laik' anlayış idi. Zımni bir uzlaşma sonucu din -herşeyiyle hıristiyanlık idi- hayatın dışına itiliyor ve insan ile vicdanı arasındaki en dar alanda ona yer bulunabiliyordu. Bu, yok sayılamayan şeyin mevcut uygulamasıyla bir nevi vicdanlarda müebbeden hapse mahkum edilişiydi. Zira insanların fıtratları, onun yok sayılmasına mani oluyordu. Bilinen ve uygulanagelen haliyle de kabul görmeye müstehak değildi Hıristiyanlık. Hıristiyanlığın böyleliği zatı itibariyle yetersizliğinden kaynaklanıyordu. Ama sonuç olarak halkın üzerinde bir zulüm aracı idi ve bundan kurtulunmalıydı.
Nitekim çaresizlik sonucu bu düşüncenin halka galebe çalması sonucu Hıristiyanlığın bir ayakbağı olmaktan çıkarılarak hayatın dışına itildiğini, toplumun kendini kendi iradesi ile yönetime geçtiğini görüyoruz. Başlangıcı itibariyle bu hal nasıl gerçekleştirileceği kararlaşmamış olmakla birlikte üzerinde en çok durulan ve herkesin bilincinde yer eden şey dini -hıristiyanlığı- hayatın dışına itmek, hayatlarına tahakkümüne son vermek düşüncesi idi. Asırlardır Avrupa insanı Hıristiyanlığı, üzerinde zulüm olarak, işkence olarak, sömürü vasıtası olarak göregelmişliğin sıkıntısını üzerinden atmayı, düşünmüş, hep onun yolunu aramış ve bütün düşüncesi ondan kurtulmak olmuştu. Bu gerçekleştikten sonra ne olacağı hususu, bunun gerçekleşmesi kadar insanları meşgul etmiyor, fazla düşündürmüyordu. Bu hal içinde bulunduğu şartlardan fazlası ile etkilenen insanların sonrasının ne olacağından çok, içinde bulundukları durumdan kurtulmayı ön plana aldıkları ve sorunu yalnız şikayet ettikleri şeyden kurtulmaktan ibaret gördükleri haldir ki çoğu kez bütün düşünce ve eylemler bunu gerçekleştirmeye yöneldiğinden isteklerine kavuşurlar ve üzerlerindeki tasalluda son verirler. Onlar artık yalnız içinde bulunageldikleri durumdan kurtulmuşlardır. Sonrası, sonra düşünülecek ve yapılacak şeydir. İnsanlar, kendilerini sıkan, nefes aldırmayan ortamlarda hep böyle davranagelmişler ve sorunu sonrasından ziyade için de bulundukları halden kurtulmaya hasretmişler, belki o sıkıntılarını atlatmışlar, kendilerini sıkan şeyden kurtulmuşlardır fakat sonrası ile ilgili sağlıklı düşünce geliştirmediklerinden, onunla uğraşmaya ortam ve zaman bulamadıklarından yine başka türlü sıkıntıların içine girdiklerini görmüşlerdir. Sorun ne kadar müşkil olursa olsun, ondan kurtulmak ne kadar önemli bulunursa bulunsun herhalde insan kurtulmayı en çok istediği şey kadar kavuşmaya büyük istekler duyduğu şeyi de düşünmeli, onun da kendini zaman gelip türü başka olsa da yine sıkıntılara sokup sokmayacağını iyi hesap edebilmelidir. Bu kişi için olduğu kadar, toplumlar için de böyledir ve hep böyle olagelmiştir.
Kişi ya da toplum bir halden memnun değil ve ondan kurtulmak istiyorsa ve bunu ne kadar istiyorsa, ondan sonrasının da ne olacağı, nasıl olacağı sorunu ile de en az kurtulmak istediği şeyi düşündüğü kadar düşünmeli, onun için harcadığı çabayı bunun için harcamalıdır. Zira terkedilecek şey geride kalacak, kavuşulacak şey kendileri için yaşanılan hayatın kendisi olacaktır. Yine birşeyden kurtulmak, onun bir benzeri sonuçları doğuracak şeylere kendini atmak da değildir, olmamalıdır da. Ve tercihler 'Kötülerin en iyisi' üzerine yapılmamalıdır. Yapıldığında kişi ve toplum bir türlü sıkıntılarını atamayacak, belki sıkıntının türünü değiştirmiş olacaktır ki sonuçta kendi üzerinde hissedeceği vuku bulan şey yine zulüm şeklinde tecelli edecektir. Ve bir şey değişmeyecektir.
Avrupa insanının dinini hayatının dışına resmen itmesi 1789 Fransız ihtilali ile gerçekleşti. Daha sonraki yıllarda tüm dünyayı etki alanına alması açısından Avrupa'da Fransız ihtilali diyor ve 1776'lı yıllarda Amerika'daki gelişmelere öncelik tanıyamıyoruz. Zira Amerika'daki gelişmeler de kaynağını Avrupa'dan alıyor ve Avrupa'dan göçenlerin götürdükleri fikirlerle yetiniliyordu.
Evet laik anlayış Avrupa'da siyasi bir akide olarak halk kitlelerince kamuoyu oluşturacak kadar kabul görünce, hayat düzeni için geliştirilmesi gereken düşüncelere ve düzenleme teorilerine ihtiyaç duyulacaktı. Sosyal olaylar gelişir, siyasi sonuçlar doğuracak boyutlara ulaşırken bu gelişmelerin izahı yapılmalı, ideolojisi de oluşturulmalı idi bir yandan.
Daha önceleri, henüz ortaçağ ortamı içinde yaşanıyorken münferid düşünceler olarak bazı mütefekkirlerin görüşleri ortaya atılmış fakat bunlar kitleleri etkilemek yerine belki kendisinden sonra gelen düşünürleri etkileyebilmişlerdi. Yalnız içinde bulundukları ortamın etkisi ile düşünen ve toplumu bu ortamdan kurtarmakla sınırlı, olup bitenlerden habersiz bırakılmış dünyanın Avrupa'dan ibaret sanıldığı bir ortamda başka tür düşünceye yer bulabilmek eşyanın tabiatına ters düşerdi. Nitekim öyle oldu ve Avrupa insanı Hıristiyanlığın tasalludundan kurtulmak isterken bile onun kendisine verdiği bağnazlığı atamadığından ve tepkisel düşündüğünden bir aksiyon vasfı taşıyan düşünce ortaya koyamadı. Çünkü dine -hıristiyanlığa- reaksiyon olarak düşünmeye başlamış olduğundan bilinçsiz ve inatçı bir reaksiyonun ötesine geçememiş reaksiyon gösterdiği şeyin birçok özelliğini' de yeni düşüncesine intikal ettirmiş idi.
Hemen tüm düşünürlerin düşüncelerinde bu izleri görmek mümkündür. Nitekim demokrasi -Cumhuriyet- kuramcılarından Jean Jacques Rousseau (1712-1778) siyâsî niteliği en ağır basan ve sonrakilerin kaynaklaştırdığı Du Contrat Social -Toplum Sözleşmesi- isimli eserinde her ne kadar bir yeni kuram geliştiriyor görünüyorsa da uzun yıllar manastırlarda geçen hayatının dünya görüşünden esinlendiğini, kuramlarını Hıristiyan düşünce motifleriyle bezemeye çalıştığını görmemek mümkün değildir. Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık kültürünün hemen tüm motiflerini teorilerinde rahatlıkla görebildiğimiz Rousseau görüşlerini odaklaştırdığı eseri Toplum Sözleşmesi'nde kendine göre uzun uzun insanlığın tabii halde iken taşıdığı özellikleri, doğuştan sahibi bulunduğu 'hürriyetleri, eşit olmayan bir 'tabiat hali'ni tasvir eder.
Rousseau'ya göre insanlar 'tabiat hali'nde doğuştan bir takım hürriyetlere sahiptirler. Bu hürriyet onların hakkıdır ve doğuştan vardır. Yine 'tabiat hali'nde insanlar akli ve fiziki bakımdan birbirlerinden farklı olup kimi güçlü, sıhhatli, akıllı iken, kimi de zayıf, sıhhatsiz ve aklı azdır. Bu tabii haldeki eşitsizlik 'eşitlenmeli'dir. Buna bir yol bulmalı ve toplumu meydana getiren fertlere bir anlaşma yaptırılmalıdır. Tüm insanların katıldığı var sayılan bu anlaşma Rousseau'nun dilinde Toplum Sözleşmesi'dir. Ki bu sözleşmeyle insanlar tabii hallerini korudukça doğuştan var olan hürriyetlerini kullanamamakta, güçlüler güçsüzlerin akıllar az akıllıların aleyhine hürriyetlerini kullanmakta ve hürriyetler yalnız akıllılarla, güçlülerin işine yaramakta, bu durumda bulunmayanların doğuştan sahibi olduğu var sayılan hürriyetlerinin kullanılmalarına imkân bırakılmalıdır. İşte bunun için insanlar anlaşmalı ve tüm insanlar bu haklan (hürriyetlerini) kullanabilmelidirler.
Tüm hayatını içinde yaşadığı toplumda kendine bir yer bulamadan geçiren Rousseau sıkıntılarının çaresini 'kuram dünyası'nda bulmaya çalışmıştır.
Doğuştan olduğunu varsaydığı hürriyetleri dört kategoride toplamıştır:
1. Şahsî hürriyet,
2. İnanç hürriyeti,
3. Mülk hürriyeti,
4. Fikir hürriyeti.
Rousseau'ya göre şahsî hürriyet; kişinin kadın olsun erkek olsun başkasının aynı veya değişik hürriyetine müdahalede bulunmadan dilediği şeyden zevk alması, bedenine istediği biçimde dilediği hazdan taddırması hürriyetidir. Kişi içki içer, livatada bulunabilir veya aynı veya karşı cinsten biri ile cinsel ilişkide bulunabilir, dilediği gibi giyinir, kendine göre iyi gördüğü herşeyden haz almaya hakkı vardır. Bir kadınla bir erkek razı oldukları, istedikleri takdirde cinsel ilişkide bulunabilirler. Bunu onların arzuları, birleşen rızaları sınırlar. Kimsenin onlara müdahaleye hakkı olmamak gerekir. Bu konuda karşılıklı istek ve rıza yapılacak şeylerin ‘hürriyeti kullanmak’ olduğuna kifayet eder.
Keza livatâ veya içki konusunda da durum bundan farklı değildir. Giyim ve başka şeylerde -esrar, eroin gibi- de başkasının 'hürriyeti'ne tecavüz edilmediği sürece farklılık yoktur ve kişi tamamen kendi iradesi ile bütün bu hürriyetlerini kullanabilir. Zira bu, onun doğuştan sahibi bulunduğu bir haktır.
İnanç hürriyeti için de genel çerçeve içinde durum bundan farklı değildir. Kişi 'vicdan özgürlüğü'ne sahiptir ve dilerse Allah'a tapar, dilerse hiçbir şeye tapmaz hatta dilerse bir keçiyi Rab edinebilir. Bu tamamen onun bileceği iştir. Yalnız başkalannın bu aynı türden hürriyetini ihlal etmesin ve kendi inanç veya inançsızlığım gayrıya zorlayarak -tecavüz ederek-kabul ettirmeye kalkmasın. Ne var ki inancını, gayrıya açıklamak, anlatmak da zorlamamak kaydı ile yine bu hürriyet cümlesindendir.
Mülk hürriyeti'ne gelince kişi dilediği yoldan, dilediği şekilde fakat rıza bulunması şartıyla mülk edinebilir. Kumar oynayarak bunu yapabileceği gibi, meyhane işleterek hatta genelev çalıştırarak da mülk bahibi olur. Burada çalışacaklar razı oldukça, kendisi de bu işi sürdürmeyi istedikçe bu iş meşru'dur Rousseau'ya göre. Nitekim hürriyet ona doğuştan sahib olanındır ve o bunu başkalarının hürriyetine müdahelede bulunmadığı sürece istediği şekilde kullanabilir. Vücud da onundur ve vücuduna dilediği gibi tasarruf eder.
Fikir hürriyetine gelince, karşılaştığı müşkilleri dilediğince çözmeyi düşünebilir, kişisel veya toplumsal müşkillere düşündüğü çözümleri teklif edebilir. Ne var ki bu hürriyeti kullanma da Dini hayattan ayrı tutmak zorunluluğu nedeni ile bir 'Dinî çözüm' öneremez. Çünkü bu kuram tepkisel olarak gelişmiş ve ortaçağ Avrupa'sının dinî -hıristiyanlık- uygulamasına reaksiyon olarak doğmuştur. Bu takıntısının bulunması tabiidir.
Zaman içinde geliştirilen başka tür hürriyetler de yukarıda zikredilen dört ana hürriyetten doğmuştur. İşte bu hürriyetleriyle doğan insan, tabiatta eşit olmayan halde bulunması sonucu hürriyetlerini gereği gibi kullanamamış, eşitsizlik hüküm sürmüştür. Bunu gidermek için Rousseau toplumu oluşturan kişilere 'zımnî bir sözleşme yaptırmış ve devleti ortaya çıkarmıştır. Demokrasilerde devlet hürriyetlerin kullanılabilmesi için var edilen bir varlıktır. Görevi de güçlülerin, akıllıların, güçsüzler ve az akıllıların' hürriyetlerine tasalludunu önlemektir. Bunu toplum, yöneticileri 'kiralayarak' gerçekleştirir ve «yaptığı işin ücretini verir onlara. Demek ki demokrasilerde devlet kişiye içkiyi yasak etmek için, zinadan uzak tutmak için, kumardan kazanmasının önüne geçmek için var olmamış, bilakis kişinin tabiat halinde sahibi bulunduğu bütün bu hürriyetleri zayıf veya güçlü tüm fertleriyle rahatça kullanabilmelerini sağlamak için var olmuştur. Zaman zaman bir takım kısıtlamalar yapmak durumunda kalınırsa bu dahi yine hürriyet içindir. Hürriyetlerin, kullanılabilmesinin önüne geçmesine mani olmak içindir.
Hume, Voltaire, Montesqieu ve daha başkaları da eserlerinde demokrasinin oluşmasına katkıda bulunmuş, biri diğerini etkilemiş düşünürlerdir. Kanunların Ruhu Üzerine adlı eserinde Montesqieu da Yunan, Roma ve Hıristiyanlık kültürünün etkisiyle görüşlerini açıklamış kanunların hürriyetleri temel edinerek yapılması gerektiğini vurgulamaya çalışmıştır.
Demokrasi bir siyâsî rejim, bir toplumsal yaşam biçimi olarak ortaya çıktığı yıllardan bugüne henüz iki asır geçmiştir. Bu süre zarfındaki seyri ile Avrupa toplumlarında her şeyi değiştirmiştir. 1916'lı yıllarda 50 bin nüfuslu bir İngiliz Kömür Madeni Kasabasında nikahsız olduğu halde bir erkekle öpüşme sinden dolayı Kasabanın.dışına çıkarılmasına karar verilen bir kadın olayını düşünürken o yılların yine demokrasi ile yönetilen İngiltere'sini anımsarken 1969'da aynı İngiltere'de erkeğin erkekle cinsel ilişkide bulunması -livata- toplumun temsilcilerince Avam ve Lordlar kamarasında kanunla suç olmaktan çıkarılarak demokrasiye uygunluk sağlanıyordu. Beynelmilel fahişelere hem de De Gaulle tarafından Legion d'Honneur -Onur nişanı-veriliyor, fahişelik onur nişanı alacak iş sayılıyor, Belçika'da demokrasi adına iki erkeğin nikahı kıyılıyordu kilisede.
Şahsî hürriyet, inanç hürriyeti, mülk hürriyeti ve fikir hürriyeti dört ana hürriyet olarak demokrasinin temel sütunlarıdır Devlet, varlığını demokrasilerde bu hürriyetlere borçludur. Demokrasilerde aslolan bu hürriyetler, onların korunması ve kullanılmalarının sağlanmasıdır.
Demokrasi kuramı oluştuğu yıllardan günümüze, temelde değilse de bazı nedenlerle yüzeyde değişikliklere uğradı. Mesela 'Mutlak Mülkiyet' anlayışı 'Sosyal mülkiyet' anlayışına dönüştü. Devlet de 'Hukuk Devleti' biçiminde oluşum kazanarak hakların -hürriyetler temelinde ve ona dayalı hakların- devleti oldu. Sosyal Devlet anlayışı, ekonomik politikanın ağır bastığı, toplumun tüm fertlerinin iktisadî sorunlarının ön plâna çıktığı günlerin şartlarıyla gelişti. Marks'ın teorileri Demokrasileri sosyalleştirdi. Dernokratik Sosyalizm de aynı fikir cereyanlarının etkisi ile geliştirildi ve bir önleyici olarak düşünüldü.
Mutlak Mülkiyet anlayışında dilediği şekilde ve dilediği gibi mülk edinme ve dilediğince mülkünde tasarrufta bulunma, gelişen sosyal olayların tehlike arzetmesi sonucu 'Mülkiyet hakkı, toplum zararına kullanılamaz' şeklinde tarifini bulan 'Sosyal Mülkiyet' anlayışına dönüştü. Bunlar, Marksizm karşısında Demokrasinin -Kapitalizm- kendi koruma tedbirleri olarak ortaya koyduğu, yeni biçimi idi.
Demokrasi, kuramcılarının ortaya koyduğu şekliyle yukarıda anlatılan çerçeve içindeki esasları muhtevidir. Düşünce olarak meydana çıkışı dine -hıristiyanlık- reaksiyon duygulan sonucudur. Buna rağmen muğlak Yunan, Roma ve karşı çıktığı Hıristiyanlığın esaslarından uzaklaşamamış, gördüğü uygulamadaki fahiş aksaklıklar sonucu 'Kötülerin en iyisi' kabul edilmek zorunda kalınmıştır. İyiyi, doğruyu bulmayı amaçlamayanların, düşünce ve eylemlerinde tepkisel olanların alternatifsiz olarak varabilecekleri nokta herhalde 'Kötülerin En İyisi'ni tercih noktası olacaktı. Bugün demokrasi kendini, çelişkilerini ortaya çıkaranlara insanın fıtratına ve eşyanın tabiatına uymadığını söyleyenlere karşı böyle savunabilmektedir. Demokrasilerin hele, halkları hıristiyan olmayan toplumlardaki hali büsbütün yürekler acısıdır. İstemediği adama istemediği halde verilen kız gibi demokrasilere teslim edilen bu halklar, dünyalarının yıkıldığını, bütün değerlerinin yok olduğunu, toplum yapısının gittikçe zayıfladığını, her şeyin 'ilerilik' adına alt-üst edilmesi sonucu kişisel ve toplumsal 'Huzur'dan uzaklaştıklarını görmektedirler. Bu gelişmeler en belirgin olarak temelde tutarlı bir yapının sahibi olan halkı Müslüman ülkelerde görülmekte, toplumsal yapının çözülmesi süreci hızlanmaktadır. Genç-yaşlı nice insanımızı gerçek dışı düşünceler peşinde koşturan ortam, halkı Müslüman ülkeleri zaman zaman içinde bulunduğu halden daha da kötü hallere getirebilmekte, yürünen bozuk yolda kontrolü kaybedilen hızın önüne geçilebilmesi için zaman zaman müdahalelere gerek duyulmaktadır. Ne var ki bu müdahaleler ne vasıtası, ne de yolu düzgün olmayan hale bir köklü çare olamamakta, zaman zaman rahatsızlıklar yeniden nüksetmektedir.
Düşünülmelidir ki toplumların yapısı için uygun görülen siyasî elbiseler, onların üzerinde ölçü alınmadan, provası yapılmadan dikilir ve yakışacağı sanılarak istese de istemese de giydirilirse, bu hem elbisenin içindekini devamlı rahatsız eder, hem de elbise elbiselik işlevini giydirenin üstünde göremez olur. Nasıl kendisinin rızası alınmadan, hatta kendisine sorulmadan uygunluk var mı yok mu gözönünde bulundurulmadan yaptırılan evlilikler olumlu sonuçlar vermiyor ve bu evliliklerin muhafazasında değil, sona ermesinde hayır umuluyor ise, toplumlar 'için uygun görülen evliliklerin de işlemediği, iki de bir kavgalar çıktığı, mahkemelere düşüldüğü, ona buna rezil olunduğu vakıası karşısında bu yürümeyen evliliğe son vermeye ve 'mutlulukla yürüyebilecek evlilik düşünmeye zaruret hasıl olur.
Bütün bunlar onu göstermektedir ki demokrasi, esası ve bu esasa dayalı çözümleri itibariyle İslâmla alakalı, ezcümle İslâmdan görünmemektedir, İslâm, Allah'ın hükümlerine teslim anlamında iken, demokrasiler bilakis dinin (Allah'ın, tabii İslâm için) emirlerini hayattan uzak tutmakta titizlenmektedirler. Marksizm için din yok, var olan da 'afyon' ise, demokrasiler için de din var veya yok olsun, kişi ve toplumun hayatına biçim veren şey olmasın, bu demokrasilerin vazgeçemediği, temel saydığı bir vakıadır. Bunun yanında İslâm, kişi ve toplumun Allah'ın hükümlerine göre biçimlenmesinden gayrı alternatif tanımamaktadır. Durum bu olunca, yani İslâm'ın kişi ve toplumlardan talebi göz önünde bulundurulunca rahatlıkla görülebilmektedir ki Marksizm İslâm'dan ne kadar uzakta ve onunla ilintisiz ise, demokrasinin de akide ve düzeninin İslâm'dan o kadar uzakta ve onunla ilintisizliği açık olarak gözlemlenmektedir.
Ne varki büyük kitleler ne demokrasiyi, ne de Marksizmi, kuramcılarının ortaya koyduğu şekliyle gerçeğine uygun olarak bilmediklerinden kimi zaman sosyalizmin İslâm'da bulunduğunu sandığı gibi, çoğu zaman da demokrasinin İslâmî bir şey olduğu zehabını taşıyabilmektedir. Bu vakıa aynı zamanda ve asıl İslâm'ın bilinmemesinden kaynaklanan bir büyük yanılgıdır. İslâm tanındıkça Kitap ve Sünnet bilinip anlaşıldıkça bir yandan İslâm anlaşılıp bilinirken diğer yandan da neyin İslâm'dan olduğu, neyin de keza İslâm'dan olmadığı çok daha kolay bilinebilecek ve yanılgılara düşülerek sosyalizmin İslâm'da bulunduğu iddiaları geçersiz kalacak iken, demokrasilerin de uzaktan yakından İslâm ile, ilintisi bulunmadığı daha rahat görülebilecektir. Herşeyi, bulundukları ve oldukları halde bilmek gereklidir. Kabul edilecekse de, reddedilecekse de keza bunda zaruret vardır. Demokrasi iki yüzyıldan beri bütün dünyada tanınmakta, bilinmektedir. Marksizmin de bir asra yakın zamandır tanınıp, bilindiği gibi. Tutup kendinize göre bir demokrasi icad edemez ve örneğin kişi ve toplum hayatını İslâm'a uyarlamak isteyip adına da demokrasi diyemezsiniz. Keza hürriyetleri kaldırdığınız bir düzenin adı da demokrasi olamaz. Kendi içinde her ideoloji bir bütünlük arzeder. İslâm da, demokrasi de, Marksizm de kendine özgüdürler. Kavram karışılıklarının önüne geçmek uygulama zorluklarını giderir. Bu ise her şeyi gerçeğiyle bilmeye, birbirine karıştırmamaya, olayları ve eşyayı iyi tanımaya bağlıdır. Bu nedenle diyoruz ki İslâm demokrasi olmadığı gibi, demokrasiden de değildir. Nasıl ki Marksizm de demokrasi veya İslâm değilse.
İnancımız odur ki kavram karışılıklıklarının ve kargaşasının çözüldüğü anlam açıklıklarına elvermeyen sislerin dağıldığı süreç hızlandıkça ve en önemlisi İslâm bilindikçe yarınların daha çok aydınlık olacağını söylemek kolaylaşacak ve İslâm insanlar için alternatifsiz çözüm olacaktır.