Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Vahhabilik Nedir?

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Maccini; "büyük inkılaplar daima büyük dini hareketlerin bir neticesi olmuştur" diyor.
18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezi sisteminde görülen donukluk ve yozlaşma uzak eyaletlerde de varlığını hissettirmiş ve bu dönemdeki ahlaki gevşeklik ve yozlaşma karşısında yeniden İslam'ın ilk günlerindeki saflığına dönmeyi amaç edinen fikri hareket Arabistan'da ortaya çıkmıştır. Hareketin başlatıcısı Muhammed bin Abdulvehhab'a nispetle “Vehhabilik” olarak adlandırılan bu akım sadece kendi sınırları içerisinde kalmamış, dine karışan hurafe ve bidatlerle savaşmayı ve ilk islam uygulamasını örnek alan her türlü faaliyet için kullanılan genel bir terim haline gelmiştir.

Muhammed bin Abdülvehhab 1703 tarihinde bugünkü Riyad şehrine yakın bir yer olan Hureymile kasabasına bağlı Uyeyna köyünde doğmuştur. İlk tahsilini Uyeyne'de kadılık yapan babasının yanında tamamlayan Muhammed bin Abdülvehhab daha sonra Mekke ve Medine'de tahsiline devam etmiştir.1 Medine'de ibn Teymiyye'nin dini görüşleri hakkında bilgi sahibi olan ibn Abdülvehhab onun eserlerini istinsah ederek çoğaltmak ve bunları çevresindekilere okutmakla işe başladı. Tüm bu çalışmalarına karşı olan kardeşi Süleyman b. Abdülvehhab, amcası ve diğer Hanbeli alimleri ona muhalefet ediyor ve onun hareketlerini Hanbeli mezhebine ve şeriatına uygun bulmadıklarını belirtiyorlardı. Tüm bu sebeplerden ötürü bir ara Uyeyne'de hayatı tehlikeye giren İbn Abdülvehhab buradan firara mecbur kalarak Basra'ya gitti.2 Basra'dan ayrıldıktan sonar Bağdat'a, Kum'a, Hamedan'a, isfehan'a giderek savunucusu olduğu görüşleri buralarda yaymaya çalıştı. Bu arada Şam'a ve Kahire'ye de uğradı.3

Daha sonra babasının memleketi olan Hureymile kasabasına gelen ibn Abdülvehhab en tanınmış eseri olan Kitab-üt Tevhid'i burada yazdı. Bu eserde heyecanlı bir üslupla halkı İslam'ın özüne davet ediyordu.4 ibn Abdülvehhab 1726 yılında Deriyye'ye giderek o bölgede bulunan Suudi kabilesinin reisi olan Muhammed b. Suud ile tanışmış ve bu tanışıklık sırasında ibn Suud Muhammed b. Abdülvehhab'ın fikirlerini benimseyerek daha sonra tüm Arap Yarımadası'nı etkisi altına alacak olan bu fikri hareketin gelişmesine neden olmuştur.5

ibn Suud, Muhammed ibn Abdülvehhab'ın kız kardeşiyle evlenerek Abdülvehhab'la akrabalık bağını da oluşturmuştur.6 Muhammed İbn Abdülvehhab'ın bundan sonraki hayatı Deriyye'de geçmiş, tevhidi öğrenmeye ve İslam'ın özüne dönmeye çalışan öğrencileri ile birlikte evini şeriat mektebi haline getirmiştir. Muhammed b. Suud 1765 yılında vefat edince, görevini oğlu Abdülaziz bin Muhammed devraldı ve bu dönemde Suud ailesinin nüfuzu tüm yarımadaya yayıldı. Muhammed ibn Abdülvehhab da bu dönemde 1787 (veya 1791) yılında vefat etti.

Muhammed b. Abdülvehhab'ın savunuculuğunu yaptığı görüşler incelendiği zaman İbn Teymiyye'nin öğretisinin ve ateşli ifadesinin etkisi açıkça hissedilir. Esasen Vehhabi hareketi ibn Teymiyye'nin Hanbeliliğe getirmiş olduğu dinamizmin 18. asırdaki bir tezahürüdür. Tevhidin özünden uzaklaşıldığı, zalim yöneticilerin hüküm sürdüğü bir dönemde ibn Teymiyye çok zor şartlar altında ıslahat bayrağını çekerek halkı gerçek dine davet etmeye çalışmış ve ömrünün bir bölümünü hapislerde geçirmiştir. Hanbeli mezhebine gözü kapalı bağlanmayan, taklit ve icmayı reddeden ibn Teymiyye dini hükümlerin delillerini bulmaya ve onları tahkike çok önem vermiştir, ibn Teymiyye'ye göre ne felsefe, ne de teolojik felsefenin akli metodlarıyla Allah Teala hakkında bilgi sahibi olmak mümkün değildir. Allah Teala'ya dair bilgimiz Kur'an ve hadiste mevcut olanın tefsir ve tevilsiz şeklidir.7 Felsefeye muhalif olan ibn Teymiyye Yunan felsefesini araştırıp derin bir tenkide tabi tuttuktan sonra tesbit ettiği eksiklikleri göstermiştir, ibn Teymiyye'ye göre akıl bir dini hükmü idrak edemezse kusuru hükümde değil, akılda aramak gerekir; çünkü esas olan din ve nakildir, akıl ise tasdik ve idrak edicidir.8 ibn Teymiyye bundan aklın nakle veya naklin akla tercihi hükmünü çıkarmamak gerektiğini zira böyle bir çabanın kişiyi akıl ile naklin birbirine çelişir olduğu hükmüne götüreceğini söylemiştir. İbn Teymiyye nakli temel kabul eden bu çalışmaları sonucunda tevhidin yalnızca imandan ibaret olmadığı, ancak amel ile bütünleşince gerçek anlamıyla idrak edileceği hükmüne varmıştır. Tüm bu çabalarıyla ibn Teymiyye, İslam'a sızmış ve halk tarafından büyük kabul görerek İslam'danmış gibi yaşanmaya başlamış tüm hurafelere savaş açmıştır. Sahih islam anlayışının halk arasında benimsenmesi amacıyla ibn Teymiyye'nin savunduğu bu görüşler ibn Abdülvehhab'ta örneklik yaparak onu derinden etkilemiştir.

Tabii ki ibn Teymiyye ve Abdülvehhab'la sahih bir din anlayışını yaygınlaştırmak ve İslam'ın ilk dönemdeki safiyetine ulaşma kaygısı, bazı yerlerde tıkanıyor ve yanlışlar da oluşturabiliyordu. Bu yanlışlıkların akıl-nakil ilişkisinde, naklin iyi değerlendirilmesinden kaynaklandığı düşüncesindeyiz. Bu tıkanma bize göre sahih bir din anlayışına ulaşmada zorunlu ihtiyacımız olan vahiy gerçeğinin, ahad haberlerle eş değerde tutulması yanlışıyla oluşuyordu.

Vehhabiliğin özünü tevhid akidesini savunma iddiası oluşturur. Muhammed ibn Abdülvehhab Keşfel-Şuhuhat adlı eserinde Nisa/116, Müminun/84-89, Yunus/105-108 ayetlerine bağlı olarak tevhidi şöyle izah eder: Tevhid namazdan, oruçtan, zekattan ayrılamaz bir farzdır ve diğer farzları inkar eden kafir olduğu gibi tevhidi inkar eden de kafir olur. Tevhid ise ancak kalple, dille ve amelle olursa bir bütünlük teşkil edecektir. Dolayısıyla amelsiz tevhid gerçek iman değildir.9

Muhammed İbn Abdülvehhab İbn Teymiyye'den farklı olarak akıl ve nakil mevzularının teorik izahlarıyla pek ilgilenmez. Akıl ve naklin birbirine uygunluğunu bahis mevzuu etmeyen İbn Abdülvehhab, müteşabih ayetleri taşıdıkları mana ile kabul etmek gerektiğini savunur.

Muhammed İbn Abdülvehhab şefaat hakkındaki görüşlerinde İbn Teymiyye'yi takip eder ve Bakara/255, Kehf/102, Enbiya/28, ayetlere bağlı olarak şefaatin gerçek sahibinin Allah olduğunu, başkasına şefaat etme yetkisinin de Allah tarafından verildiğini dolayısıyla şefaatin ancak Allah'tan istenebileceğini söyler.10 Ve bu noktadan sonra şefaatle bir arada mütalaa edilen tevessül konusu ortaya çıkar. Tevessül bir şeyi vesile aracı kılmak demek olduğundan, vesile ise kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına geldiğinden tüm bunlara inanmak Allah ile kulun arasına bazı vasıtalar sokmaktır ki bu da Allah'ın ayetlerine aykırıdır, Dua yalnızca Allah'a yapılır ve kul yalnızca Allah'tan istekte bulunabilir.
Muhammed İbn Abdülvehhab tasavvufu İslami olmayan bir bidat olarak nitelendirmiştir. İslam'da zikir Allah'ı unutmamak ve tefekkür etmek olduğundan bunun bir ayin şekline dönüştürülmesi dine aykırıdır. Tarikat ise başkalarını istismar için kullanılan bir vasıta ve mürşidin kendisine veli olarak kabul ettirmesine aracılık eden bir yoldur. Peygamber her türlü dini açıklamayı yapmış olduğundan ve aksi düşünüldüğünde peygamberlik vazifesini tam manasıyla yerine getirmemiş kabul edileceğinden Allah'ın bazı kullarında sırlar aramak ve tüm bunları dinden kabul etmek yanlıştır. Buna bağlı olarak Hz. Ebubekir'e gizli bir zikir usulü, Hz. Ali'ye bazı sırlar (vb.) verilmiş olduğunu düşünmek dine yapılan en büyük iftiradır. Bu peygamberin bütün insanlara gönderilmiş ve tüm insanlara aynı daveti yapmış olması esasına da aykırıdır. Tüm bunlar için Kur'an'dan ayet aramak ve Kur'an'ın batini manaları olduğunu söylemek Kur'an'ı inkar etmek, dini kişinin kendi arzusuna uydurmaktır.11 Tasavvuf ve tarikat adı altında insanları saptıranların başlıca hileleri insanların bir şeyhine bağlanmadan hakikate ulaşamayacakları iddiasıdır ve bunda asıl maksat İslam'ı parçalamaktır.

Muhammed İbn Abdülvehhab peygamberin; "Allah yahudilere ve hristiyanlara lanet etsin. Bunlar peygamberlerinin kabirlerini mabet yaptılar; Allahım! mezarımı ibadet edilen bir put kılma. Peygamberinin kabrini mescit ittihaz edenlere Allah'ın azabı çok şiddetli olur" mealindeki hadisini delil göstererek mezarlarda ibadet edilmesini, onların kutsanmasını şirkle aynı seviyede görmüştür 12 Mezar ziyareti aynı zamanda puta tapıcılığa da vesile olabileceğinden mezarların kutsanmasına sebep olabilecek her türlü şey -üzerine yazı yazdırmak, türbe yaptırmak gibi- yasaklanmıştır.

Ağaç ve taş gibi şeylerin kutsanması, Allah'tan başkası adına kurban kesilmesi, adak adanması, muska takılması, nazar değmesini engellediği inancıyla nazar boncuğu taşınması, bir hastalığın, belanın defi veya güzel görünmek vesaire maksadıyla boncuk, ip ve benzeri şeylerin takılması, sihir, büyü, yıldız falına inanılması ve Allah'tan başkasına dua edilip yardım dilenmesi bidattir, şirktir.

Tüm bu söylediklerimize bağlı olarak Vahhabiliğin belli başlı vasıflarını kısaca belirtmek istersek şunları söyleyebiliriz:

1) Aklın delil olması bahis mevzuu değildir.

2) Kitap kesin delildir, icma ve içtihad Kur'an ve sahih sünnete dayanması şartıyla muteberdir.

3) Müteşabih ayetler delildir ve bunlar zahir manalarına göre manalandırılırlar; bunları tevil yolu ile tefsir küfre sebep olabilir.

4) Amel imana dahildir ve tevhidi ameli alarak isimlendirilmiştir.

5) Tevhid’den maksat tevhidi ameldir. Tevhid ancak iman ve amelin bir bütün olarak telakki edildiği ve yalnız Allah'a dua ve ibadet edildiği zaman gerçek anlamını kazanabilir.

6) Allah'ın sıfatları hakiki sıfatlardır ve Allah'ın zat ve sıfatları hakkın da varit olan tüm ayetler olduğu gibi kabul edilir.

7) Allah'tan başkasından; bir şeyhten, meleklerden, peygamberlerden yardım beklemek ve onlarla dua etmek küfürdür.

8) Kur'an ve sahih sünnet dışında dine giren ve dindenmiş gibi kabul gören şeyler bidattir. Kabirler üzerine kubbe yapmak ve onları kutsamak bunun bir çeşididir.

9) Amelde dört mezhebi kabulle birlikte itikadde mezhepler memnudur ve buna bağlı olarak tarikatlere girmek yasaklanmıştır.13

İbn Abdülvehhab 1787 (veya 1791) yılında öldükten sonra Vahhabi hareketinin Muhammed b. Suud tarafından başlatılmış bulunan siyasi yönü daha bir ağırlık kazanır.14 İbn Suud tarafından başlatılan toprak kazanma faaliyetlerine oğlu Abdülaziz döneminde de devam edilir ve buna bağlı olarak 1801'de Kerbela, 1803’te Mekke ve 1805'te Medine ele geçirilir.15 Bu yayılma faaliyetlerinde yer yer ifrat noktasına varılarak bazı cahil veya masum insanlar uyarılacaklarına, eğitileceklerine bir bedevi öfkesi ile kılıçtan geçirilmişler ve bu cahili olumsuzluk tarihe kazınan nefret duygularını oluşturmuştur. Vahhabiler'in süratle toprak kazanıp Necd'e hakim olmalarında şüphesiz Osmanlı İmparatorluğunun durumu da önemli bir sebeptir. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu Lale Devri'nin ıstıraplarını çekmektedir. I. Mahmut 1730'da henüz tahta çıkmıştır ve Patrona Halil İsyanı ile ve yeniçerilerle meşguldür. Ayrıca bu dönemde Nadir Şah'ın sınırları tehdit etmesi, Rusya ve Avusturya'nın imparatorluğa yaptığı sürekli saldırılar Arap Yarımadası'nda olanlarla devletin ilgilenmesini engellemiştir. 1. Abdülhamid dönemi -1773/1788- Vehhabilerin toprak kazanma faaliyetlerini iyice artırdıkları bir dönemdir. III. Selim döneminde de devam eden savaşlar devletin Vehhabiler'le uğraşmasını engellemiştir.
Daha sonra II. Mahmut döneminde Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'ya ferman gönderilerek Vehhabiler'le meşgul olması emredilir (1811). Mehmet Emin, bu fermanın oluşmasında İngiltere'nin ve Fransa'nın Vahhabi hareketini bastırmak için Osmanlı yönetimine yaptığı telkinlere dikkat çeker.16

Mehmet Ali'nin oğlu Tosun emrindeki bir orduyla Mekke, Medine ve Tait'i Vehhabiler'den aldıktan sonra bizzat kendisi Abdülaziz bin Suud'un üzerine yürür. İbn Suud direnirse de 1814'te ölünce Vehhabiler hezimete uğrar, ardından Mehmet Ali Paşa'nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul'a gönderir. Esirlerin 1819'da asılması üzerine Vehhabiliğin 1. dönemi kapanmış olur.

Daha sonra savaştan kaçmayı başaran Suud aşiretinden Türki bin Abdullah adında biri Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişerek başşehri Riyad olan ve 1821'den 1891'e kadar sürecek II. bir Vehhabi devletini kurmayı başarır.17 Daha sonraları bir takım hanedan tartışmaları olur. Ve Hindistan-İngiliz devletinin desteğini alan Abdülaziz b. Suud 1901 yılında iktidarı ele geçirir ve İngilizlerle 1916 tarihinde yaptığı anlaşma ile Necd, Hasa, Hif, Cubeyl gibi bölgelerin mutlak hükümdarı unvanını alır. Saltanatını kendi soyundan olanlara miras bırakabileceğinin imtiyazını ele geçirir ve İngiliz hükümeti aleyhtarı olamayacağı taahhüdünde bulunur.

Vehhabilik; sigarayı haram sayması, cemaatle namazın farz olduğu hakkındaki beyanatları, türbelerin yıkımı konusundaki aşırılıkları, peygamber döneminde kaşık olmadığı iddiasına dayanarak kaşıkla yemek yemeyi yasak kabul etme örneğinde olduğu gibi bazı hadisleri söylendiği ortamı ve illetlerini gözetmeyen şekilci bir yaklaşımla ele almasıyla bazı noktalarda olması gerekenden daha katı bir metod izlemiş ve tepkilere maruz kalmıştır. Ancak özellikle kendisine çıkış noktası olarak kabul ettiği fikirler nedeniyle rahatsız ettiği insanlar ve geleneksel kurumlar tarafından acımasızca eleştirildiği ve çoğu zaman tekfir edilmeye kalkışıldığı da bir vakıadır.

El-Menar dergisinde Vahhabiler hakkında çeşitli makaleler yayımlayan Reşid Rıza, Vahhabi hareketini yerinde ve lüzumlu görerek şunları söylüyor: "Bu dönemde toplum ile cahiliyet devrinden daha kötü bir cehalet içinde idi; ağaca, taşa, hayvana, ölüye, diriye tapar, namaz kılmaz, zekat vermez, başkasının malını gaspeder, adanı öldürmüş olmak için adam öldürürdü. Cenab-ı Allah bu topluma Şeyh Muhammed İbn Abdülvehhab'ı ve hafidini gönderdi, bunlar oralarda selefin akidelerini, esere dayanan tefsiri, hadis kitaplarını ve İmam Ahmed b. Hanbel'in fıkhını neşretmek suretiyle İslam'ı yenilediler. Bu hareketin tesiri ile halk dine öyle sarıldı ki memleketlerinde namazı (erkeden, zekatı vermeyen, kötülüğü irtikap eden bir kimse kalmadı.)"18

Vehhabilik hareketi tamamen fikri ve siyasi bir teze dayanmasına rağmen yeni bir mezhep olarak benimsetilmek istenmiş ve mezhep taassubundan yararlanılarak halkın tepkisi kazanılmaya çalışılmıştır. Ancak tüm bunlara ve bünyesindeki zaaflara rağmen İslamiyet'in ilk günlerindeki sadeliğine ve saflığına dönmeyi amaç edinen Vehhabi hareketi İslam dünyasının en uzak köşelerinde bile derin akisler bırakmış19 ve 18. yüzyıldan sonra ortaya çıkan köktenci söylemlere kaynaklık ederek Hindistan'da Şah Veliyullah Dehlevi'nin, Kuzey Afrika'da Muhammed b. Ali Senusi'nin, Yemen'de Muhammed el-Şevkani, Fas'ta Fas Sultanı Mevlevi Süleyman'ın, Tunuslu Hayreddin Paşa'nın, Cemaleddin Afgani'nin, Muhammed Abduh'un, Reşid Rıza gibi bir çok müslüman düşünür ve ıslahatçının çizgisinde kendisini hissettirmiştir. Buna bağlı olarak diyebiliriz ki; uzun dönemde Muhammed İbn Abdülvehhab'ın ve öğrencilerinin yazmaları ve öğretileri yirminci yüzyıl müslüman düşünürlerinin ve özellikle de kendisini selefiye olarak adlandıranların esin kaynağı olmuştur.20 Tabii ki burada iki akımı araştırmak lazım, Hanbeli taklitçilikten ayrışıp Vehhabi hareketinin taklitçiliğini üstlenen bazı selefi akımlarla Abdülvehhab'ın düşüncelerini Kur'an'ı daha iyi kavramak ve İslam'ı sosyalleştirmek çabası içinde eleştirel olarak değerlendiren ve yararlanan ıslahat akımlarının tutumlarında önemli bir farklılık vardır. Bununla birlikte genel anlamda Vehhabilik yalnız belli bir dönemde kendini gösteren Vehhabi hareketine bağlı kalmamakta, İslam dünyasında örülen benzeri olayları da gölgesinde barındıran bir tür "şemsiye terim"21 oluşturmaktadır. Lakin zaafları ve eleştirilecek yanlarıyla beraber İslami toplumu yeniden oluşturmak azmini taşıyan Vehhabi hareketinin kitlesel gücü maalesef uzun süreden beri Suud saltanat sistemi tarafından münafıkça kullanılmaya çalışılmaktadır.


NOTLAR:

1- Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda itikadı İslam Mezhepleri, Selçuk Yay., Ankara-1986, S. 97.

2- Prof. Yusuf Ziya Yörükan, "Vahhabilik", A.Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi, 1953. Sayı 6.

3- islam Ansiklopedisi, "Vehhabilik" maddesi. [Neşet Çağatay tarafından kaleme alınmış], 13. cilt. s. 263.

4- Haydar Bammat. islam'ın Çehresi, s 664. lstanbul-1975.

5- Ahmel Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Cilt 7. s. 297.

6- Ahmet Baydar, "Muhammed bin Abdulvehhab. Hayatı ve Görüşleri". Bitirme Tezi, s. 7.

7- islam Ansiklopedisi, "İbn Teymiyye" maddesi.

8- Yörükan. a. g m.

9- islam Ansiklopedisi, "Vehhabilik" maddesi.

10- M. Tozal. Vehhabilik İddiası ve Bazı Gerçekler, s. 153.

11- Yörükan, a. g. m.

12- Fığlalı.a. g. e.,s. 110.

13- Yörükan, a. g. m.

14- Fığlalı, a. g. e., s. 98-99.

15- İslam Ansiklopedisi, "Vehhabilik" maddesi.

16- Ahmed Emin, islam'ın Bugünü, islam Kitabevi Yay., Ankara 1977, s. 153.

17- Fığlalı, a. g. e., s. 97-98.

18- Yörükan, a. g. m.

19- Haydar Bammat, İslamiyet'in Manevi ve Kültürel Değerleri, Ankara-1963. s. 378.

20- J. Obert Voli, islam: Süreklilik ve Değişim, Yöneliş Yay., İstanbul-1991, s. 107.

21- Fazlur Rahman, islam, Selçuk Yay., Ankara-1981.s. 249
 

umman

New member
Katılım
16 May 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
49
vahhabilik osmanlı himayesine başkaldırma amacıyla, bedevi arapların kurandaki kafir ve müşriklere inen ayetleri müslümanların üzerine tutarak, sözde dini en güzel şekilde yaşadıklarına inanarak müslümanların kanını akıtan, osmanlıyı zayıflatmaya yönelik bir ingiliz destekli harekettir.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
Birinci vehhabi hareketinden mi bahs ediyorsunuz yoksa ikinci vehhabi hareketinden mi? Birinci vehhabi hareketi ingiliz destekli hangi ordular tarafından bastırılmıştı? Yok ya hu, tarih yine ters yüz mo oluyor?
 

umman

New member
Katılım
16 May 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
49
1. vahhabi hareketi sultan II. mahmudun emri ile bastırıldı, ve başlarından 3 kişi istanbulda sallandırıldı. Diğerine gelince oda ingiliz destekli bis isyandı, ki bu isyanın başaktörü lawrence yi tanımayan yok zannedersem.
 

umman

New member
Katılım
16 May 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
49
bu arada birşey daha sizlere ufak bir not. Cemaatle namaz kılıyorsanız ve yanınızdaki biri ayaklarını devamlı olarak sizin ayağınıza değdiriyorsa, siz çekseniz bile değdirmeye çalışıyorsa bilinki o vahhabidir.
 

umman

New member
Katılım
16 May 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
49
vahhabiler hakkında bir meselede aklıma geldi, efendimizin istanbulun fethiyle ilgili hadisini ilk önceleri tümden redediyorlardı. Daha sonraları hadisin ravilerinin ve kaynağının sağlamlığına fazla ayakdireyemedikleri için o hadisin sadece 1. kısmını yani istanbul elbet birgün feth olunacaktır. kısmını sahih kabul ediyorlar. Çünkü 2. kısmı düşman gördükleri türklere nasip olduğu için içlerine sindiremiyorlar. Vahhabilerin türklere kafirliğe varan hakaret ve isnatlarda bulunduklarını bilmeyen arkadaşlara hatırlatayım
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Bismillah :


Bütün müminler kardeştir. O halde, [her ne zaman araları açılırsa] iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki O'nun rahmetine nail olasınız. HUCURAT 10-11


Bu ayet yeryüzündeki tüm müslümanları evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan etmektedir. Bu müslümanlar arasında bulunan kardeşlik öyle bir nimettir ki, hiçbir dinde bir örneği bulunmamaktadır. Bu hususun önemi ile alakalı olarak Hz. Peygamber'den rivayet edilmiş birçok hadis vardır. Olayın ruhunun tam olarak kavranılması için biz bu hadisleri aşağıda zikrettik:

Cerir b. Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a.), "Birincisi namaz kılmak, ikincisi zekat vermek, üçüncüsü tüm müslümanlar hakkında hayır dilemek olmak üzere üç hususta kendisinden biat aldığını" söyler (Buhari, Kitabu'l-İman.)

İbn Mesud, Hz. Peygamber'in (s.a.), "Bir müslümana sövmek fısk, ona karşı savaşmak ise küfürdür" diye buyurduğunu rivayet eder. (Buhari, Kitabu'l-İman, İmam Ahmed aynı konuda başka bir hadisi Said b. Malik'in babasından nakletmiştir.)

Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber, "Bir müslümana, başka bir müslümanın canı, malı ve ırzı haramdır" buyurmuştur. (Müslim, Tirmizi.)

Ebu Said Hudri ve Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslüman müslümanın kardeşidir ve müslüman kardeşine zulmetmez, onunla dost olmaktan vazgeçmez, onu zelil etmez. Bir kimse için, bir müslüman kardeşini hakir görmek kadar büyük bir kötülük yoktur." (Müsned-i Ahmed)

Selh bin Sa'd es-Saidi'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine göre o, şöyle buyurmuştur: "Bir mü'minin cemaat ile münasebeti, baş ile bedenin irtibatı gibidir. Öyle ki, mü'min, cemaatinin çektiği eziyeti, bedenin bir uzvunun çektiği ızdırabı baş nasıl duyuyorsa, aynen öyle duyar." (Müsned-i Ahmed). Benzeri bir hadis daha vardır: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Mü'minler, aralarındaki sevgi, bağlılık ve birbirlerine merhamet ve şefkat duymak bakımından tıpkı bir bedene benzer. Şayet bedenin bir uzvu zarar görecek olursa tüm beden bundan rahatsız olur ve uykusuz kalır." (Buhari, Müslim)

Başka bir hadiste, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Müminler birbirlerine bir duvarın tuğlaları gibi bağlıdırlar." (Buhari, Tirmizi).


Bu bilgiler ışığında tefrikadan medet uman kardeşlerimi yeniden düşünmeye davet ediyorum.Ben bir müslümanım ve tüm müslümanlar benden dir.Dua ile
 

abdulmumin1405

New member
Katılım
22 Eki 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
39
selamun aleykum vehhabilik tamamen ingiliz projesidir
İngiliz Casusunun İtirafları (Özet)
İngilizler, Hıristiyanlık propagandası yapmak için Hempher’in itiraflarını yayınlamışlar. Müslüman yavrularını aldatmak için, İslam bilgilerini yalan ve yanlış yazmışlardır. Bu yalan ve iftiraları tashih ederek, gerekli açıklamalar yaparak gençlerimizi bu İngiliz hilesinden, tuzağından kurtarmak maksadı ile, bu kitabın özetini yayınlıyoruz.

Bu kitap üç kısımdır:
1- İngilizlerin İslamiyet’i imha etmek için hazırladıkları planları bildirilmektedir.

2- İngilizlerin planlarını, Müslüman memleketlerinde sinsice tatbik ettikleri, devlet adamlarını aldattıkları, Müslümanlara, akla, hayale gelmeyen işkenceler yaptıkları ve Hind ve Osmanlı İslam devletlerini yok ettikleri bildirilmektedir.

3- Hulasat-ül-kelam’dan tercüme olup, hak dinin İslamiyet olduğunu ispat etmektedir.

Kitabın tamamı www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir ve temin edebilir.

İngiliz casusu Hempher diyor ki:
Devletimiz, Hindistan, Çin ve Ortadoğu’daki sömürgelerini idaremizin altına alabilmek için çok faal ve başarılı bir politika tatbik ediyor. Burada iki şey mühimdir:
1- Elimize geçmiş yerleri elimizde tutmaya çalışmak,
2- Elimize geçmemiş yerleri ele geçirmeye çalışmak.

Sömürgeler bakanlığı, bu iki vazifeyi ifa etmek üzere, bu devletlerin her biri için, birer komisyon teşkil etmiştir. Vazifeye başlayınca, bakan bana itimat etti ve Doğu Hindistan şirketinde bir vazife verdi. Bu, görünüşte bir ticaret şirketi idi. Fakat asıl vazifesi, Hindistan’ın büyük ve geniş topraklarına hakim olmanın yollarını araştırmaktı.

Hükümetimizin, Hindistan için hiç endişesi yoktu. Zira Hindistan, değişik milletlere, ayrı dillere ve zıt çıkarlara sahip bir ülkeydi. Çin’den de pek korkumuz yoktu. Çünkü, Çin’e hakim olan Budizm ve Konfüçyüs dinlerinin canlanmasından korkulmuyordu. Zira bunlar, hayatla hiç alakalanmayan, iki ölü din idi. Binaenaleyh, bu iki ülke halkında vatan sevgisinin olması, çok uzak bir şeydi. Bu iki ülke, biz İngiltere hükümetini rahatsız etmiyordu. Fakat, ilerde olabilecek hadiseleri de gözümüzden uzak tutmuyorduk. Binaenaleyh, bu ülkelerde tefrika, cehalet ve fakirlik, hatta sari hastalıkları yaymak için, uzun vadeli planlar yapıyorduk. Bu iki ülke halkının âdetlerini taklit ederek, niyetlerimizi rahatça gizleyebiliyorduk.

İslam memleketleri son derece rahatımızı bozuyordu. Hepsi de, lehimize olmak üzere, Hasta Adamla [Osmanlı devleti ile] bir kaç anlaşma yapmıştık. Sömürgeler bakanlığının tecrübeli adamları, bu hastanın bir asırdan az bir zaman zarfında can vereceğini söylüyorlardı. Ayrıca, İran hükümeti ile de, gizlice bir kaç anlaşma yapmış ve bu iki ülkeye, mason yaptığımız, devlet adamlarını yerleştirmiştik. Rüşvet, kötü idare ve din bilgisi noksan idarecilerin, güzel kadınlarla meşgul olup, vazifelerini unutması, bu iki ülkenin belini kırdı. Fakat, bütün bunlara rağmen, şu sayacağım sebeplerden dolayı, yaptıklarımızın beklediğimiz neticeyi vermemesinden endişe ediyorduk:

1- Müslümanlar, İslam’a son derece bağlıdır.

2- İslamiyet, bir zamanlar, idare ve hüküm dini idi. Müslümanlar da, azizdi. Bu efendi insanlara, şimdi siz kölesiniz demek zordur. İslam tarihini kötüleyip, Müslümanlara, bir zamanlar elde ettiğiniz izzet ve itibar, bazı şartlar icabıydı. O günler gitti, bir daha geri dönmez, dememiz de mümkün değildir.

3- Osmanlı ve İranlıların, yaptıklarımızın farkına vararak, planlarımızı bozup tesirsiz hâle getirmelerinden çok endişe ediyorduk.

4- İslam âlimlerinden son derece rahatsızdık. Çünkü, İstanbul ve El-ezher âlimleri, Irak âlimleri, Şam âlimleri, emellerimizin önünde aşılmaz engellerdi.

Bu hâl karşısında, bir çok toplantılar yaptık. Fakat, maalesef, her seferinde önümüzde yolun kapalı olduğunu gördük. Casuslarımızdan gelen raporlar, hep hayal kırıcı, konferansların sonuçları da sıfır idi. Lakin, yine de ümitsizliğe kapılmıyorduk. Çünkü, biz, derin nefes almayı ve sabretmeyi âdet edinmişizdir.

Bir toplantımıza, Bakanın kendisi, büyük papazlar ve bir kaç da uzman katılmıştı. Yirmi kişiydik. Üç saatten fazla süren bu toplantıda, hiçbir neticeye varılamadı. Fakat, bir papaz şu sözleriyle bizi cesaretlendirdi:
(Endişelenmeyin! Çünkü, Hıristiyanlık, ancak 300 yıl zulüm çektikten sonra yayıldı. Umulur ki Mesih, gayb âleminden bize nazar edip, 300 yıl sonra da olsa, düşmanlarımız olan müslümanları merkezlerinden çıkarmayı nasip eder. Biz kuvvetli bir inanç ve uzun bir sabırla silahlanmalıyız! Hükmü elimize geçirebilmek için, bütün vasıtaları elde edip, bütün yolları denemeliyiz. Hıristiyanlığı, müslümanların arasında yaymaya çalışmalıyız. Asırlar sonra da, neticeye varabilirsek, çok iyidir. Zira, babalar çocukları için çalışır!)

Sömürgeler bakanlığında, İngiltere’nin yanı sıra, Fransa ve Rusya’dan da, diplomat ve din adamlarının katıldığı bir konferans yapıldı. Bakan ile aramız iyi olduğu için, ben de katılmıştım. Konferansta, Müslümanları parçalayıp, İspanya gibi, dinlerinden çıkararak Hıristiyanlaştırmanın hesapları yapıldı. Fakat, varılan neticeler istenildiği gibi değildi.

Derinlere kök salmış büyük bir ağacı, kurutup, söküp atmak zordur. Fakat, biz zorlukları kolaylaştırıp, yenmeliyiz. Hıristiyanlık, yayılmak için gelmiştir. Bunu, Mesih bize vaad etmiştir. Sömürgeler bakanlığımızın ve diğer hıristiyan hükümetlerin büyük gayret ve çalışmaları neticesinde, Müslümanlar gerilemeye başladı. Hıristiyanlar ise, kuvvetleniyorlar. Uzun asırlar boyunca kaybedilen yerleri alma zamanı geldi. İslamiyet’i imha etmeye, Büyük Britanya devleti öncülük etmektedir.

Müslümanları parçalamak için hareket
1710 yılında Sömürgeler bakanı beni, Müslümanları parçalamak için gerekli ve yeterli bilgileri toplamak ve casusluk yapmak üzere, Mısır, Irak, Hicaz ve İstanbul’a gönderdi. Aynı tarihte ve aynı vazife ile bakanlık canlılık ve cesaret dolu dokuz kişiyi daha vazifelendirdi. Bize lazım olabilecek para, bilgi ve haritanın yanında bir de, devlet adamlarının, âlim ve kabile reislerinin isimleri bulunan birer fihrist verildi. Hiç unutamıyorum! Sekreter ile vedalaştığımızda, bize demişti ki:
(Devletimizin geleceği başarınıza bağlıdır. Onun için, var kuvvetinizle çalışmalısınız.)

İslamiyet’in hilafet merkezi olan İstanbul’a doğru, denizden yola çıktım. Asıl vazifemin yanında, bir de ek olarak, orada Türkçe’yi çok güzel bir şekilde öğrenmem gerekiyordu. Zaten daha önce Londra’da epey Türkçe ve Arapça ve Farsça öğrenmiştim. Fakat, bir lisanı öğrenmek başka, o lisanı ülkenin halkı gibi konuşmak başka şeydi. İnsanların benden şüphe etmemeleri için, Türkçe’yi bütün incelikleriyle öğrenmem gerekiyordu.

Benden şüphe ederler diye endişem yoktu. Zira, Müslümanlar, müsamahakâr, açık kalbli ve iyi niyetlidir. Onlar bizim gibi, şüphe edici değildir. Kaldı ki, Türk hükümeti, o zaman casusları yakalayabilecek örgüte malik de değildi.

Çok yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a vardım. İsmimin Muhammed olduğunu söyledim ve camiye gitmeye başladım. Müslümanların temiz ve itaatkâr oluşları çok hoşuma gitti. Bir ara kendi kendime: (Bu masum insanlarla neden savaşıyoruz? Mesih efendimiz, bize bunu mu emretti?) dedim. Fakat, ben hemen bu şeytani düşünceden dönüp en güzel bir şekilde, vazifemi yerine getirmeye karar verdim.

İstanbul’da Ahmed efendi isminde yaşlı bir âlim ile tanıştım. Ondaki inceliği, açık kalbliliği, gönül berraklığı ve iyilikseverliği hiçbir papazda görmedim. Bu zat, gece gündüz Peygamberlerine benzemeye çalışırdı. Ona göre, Peygamberleri en kâmil, en üstün insandı. Çok şanslıydım ki, bir kere bile, kim olduğumu, nereli olduğumu sormadı. Bana (Muhammed efendi) diye hitap ederdi. Sorduğum suallere cevap verir, bana şefkat ve merhamet ile muamele ederdi. Zira, beni Türkiye’de çalışmak ve halifenin gölgesinde yaşamak için İstanbul’a gelmiş bir misafir olarak bilirdi. Zaten, bu bahane ile İstanbul’da kalıyordum.

Bir gün Ahmed efendiye: (Annem ve babam öldü. Kardeşim de yok. Bana miras olarak da hiçbir şey kalmamış. Çalışıp kazanmak, Kur’an ve din bilgilerini öğrenmek, yani hem dünya, hem de ahireti kazanmak için, İstanbul’a) dedim. Bu sözlerime çok sevinip dedi ki:
Şu üç sebepten dolayı, sana hürmet göstermek lazımdır:
1- Sen Müslümansın. Bütün Müslümanlar kardeştir,
2- Sen misafirsin. Resulullah (Misafire ikramda bulunun!) buyurdu.:
3- Sen çalışmak istiyorsun, (Çalışan, Allah’ın dostudur) diye bir hadis-i şerif vardır.

Bu sözler çok hoşuma gitmişti. Kendi kendime, (Keşke Hıristiyanlıkta da, bunun gibi parlak hakikatler olsaydı. Ne yazık ki, hiçbiri yok) dedim. Fakat hayret ettiğim şey, bu kadar yüce bir din iken, bazı kimseler elinde, İslam’ın zayıflamasıydı.

Ahmed efendiye, Kur’an-ı kerimi öğrenmek istiyorum dedim. Baş üstüne, sana öğretirim dedi. Fatiha suresinden öğretmeye başladı. Kur’an-ı kerimi okutmaya başlamadan önce, abdest alır ve bana da aldırırdı. Kıbleye karşı oturup okuturdu. İki yıl içinde, Kur’an-ı kerimi baştan sona kadar okudum.

İstanbul’da bulunduğum müddetçe, bir cami hizmetçisinin yanında, biraz para karşılığında yatardım. Bu hizmetçi, çok asabi bir adamdı.

Cuma günü işe gitmiyordum. Haftanın kalan günlerinde, Halid isminde bir marangozun yanında, haftalık ücret ile çalışıyordum. Sadece sabahtan öğleye kadar çalışıyordum.

İkindi namazından sonra Ahmed efendinin evine gider, ondan Kur'an, Arabi ve Türkçe lisan dersleri alırdım. Hakikaten, bana Kur'anı, İslam dininin icaplarını ve Arabi ile Türkçe lisanlarının inceliklerini gayet güzel bir şekilde öğretiyordu.

Ahmed efendi bekâr olduğumu anlayınca, beni evlendirmek istedi. Hayır dersem, ilişkilerimizin kesilmesine sebep olabileceğini anlayınca, ona yalan söyledim. Ben iktidarsızım dedim. Böylece, eski dost ve ahbaplığın devam etmesini sağladım.

İki yıl sonra, Londra’ya dönüp, Bakanlığa, hilafet merkezi ile alakalı geniş bir rapor sunup, yeni emirler almam gerekiyordu.

Londra’ya dönünce yeni emirler aldım
Maalesef Londra’ya ancak altı kişi dönebilmiştik.

Türkçe ve Arapça ile Kur'anı ve ahkam-ı İslamiyeyi çok iyi öğrenmiştim. Fakat, bakanlığa Osmanlı Devletinin zayıf noktalarını gösterecek bir rapor hazırlamayı başaramamıştım. İki saat süren toplantıdan sonra, sekreter bu başarısızlığımın sebebini sordu. Ben de, (Önceki vazifem dil ile Kur’an ve İslamiyet’i öğrenmekti. Bunun haricindeki işlere fazla vakit ayıramadım. Fakat, bu sefer sizi memnun edeceğim) dedim. Sekreter, (Elbette başarılısın ancak birinci olmanı isterdim) dedi ve şöyle devam etti:
(Hempher, gelecek seferki vazifen ikidir:
1- Müslümanların zayıf noktaları ile, onların vücutlarına girip, mafsallarını ayırmamızı sağlayacak noktaları tespit etmektir. Zaten, düşmanı yenmenin yolu da budur.
2- Bu noktaları tespit edip, dediğimi yaptığın zaman, yani Müslümanların arasını açıp, onları birbirine düşürebildiğin zaman en başarılı ajan olacak ve bakanlık madalyasını kazanmış olacaksın.)

Londra’da altı ay kaldım. Amcamın kızı Maria ile evlendim. O zaman ben 22, o ise 23 yaşındaydı. Maria hamile iken Irak’a gitmem için emir geldi. Çocuğumun dünyaya gelmesini beklerken, bu emrin gelmesi beni üzdü. Fakat, vatanıma verdiğim önem, kocalık ve babalık hislerimin üstündeydi. Bunun için, hiç tereddüt etmeden, emri kabul ettim. Vedalaştığımız gün, ikimiz de çok ağladık. Az daha seferi iptal ediyordum. Fakat, hislerime hakim olmayı bildim. Onunla vedalaştım ve son talimatları almak üzere, bakanlık binasına gittim.

Altı ay sonra, kendimi Irak’ın Basra şehrinde buldum. Basra’da, Arap, Fars ve biraz da Hıristiyan vardı.

Bir gün, Sömürgeler bakanlığında Sünni ve Şii ihtilafından söz ettim, (Müslümanlar, hayattan bir şey anlasalar, aralarındaki Şii-Sünni ihtilafını kaldırır ve birleşirler) dedim. Birisi, hemen sözümü keserek, (Senin vazifen bu ihtilafı körüklemektir. Müslümanların nasıl birleşeceğini düşünmek değildir) dedi.

Sekreter, Irak seferine çıkmadan önce, bana dedi ki:
(Hempher, bu sefer vazifen, bu ihtilafları iyice tanımak ve bakanlığa bilgi vermektir. Müslümanların arasındaki ihtilafı şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye en büyük hizmeti yapmış olacaksın. Biz İngilizler, refah ve saadet içinde yaşamamız için, bütün dünya devletlerinde ve sömürgelerimizde tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hüküm edebilir? Bütün gücünle, zayıf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmanlı Devleti ve İran, zayıf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin vazifen, idarecilere karşı isyana sevk etmektir! Tarih, “Bütün inkılapların, halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir”. Müslümanların birlik beraberliği kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz.)

Muhammed’in Peygamberliği hususunda hakikate varabilmek için, daima inceleme ve araştırma yapıyordum. Bir kere, merakımı Londra’da papazın birine açtım. Taassup ve inat ile konuştu. İkna edici bir cevap da vermedi.

Müslümanlar, (Hazret-i Muhammed’in Peygamberliğinin delili çoktur. Bunlardan biri Kur’andır) derler. Kur’anı okudum, hakikaten çok yüce bir kitaptır. Hatta, Tevrat’tan ve İncil’den daha yüksektir. Zira, içinde düsturlar, nizamlar, ahlakiyat v.s. vardır.

Muhammed Peygamber gibi, okumamış, yazmamış bir zatın, böyle yüce bir kitabı nasıl bıraktığına hayret ediyorum. Çok okumuş, seyahat etmiş bir adamın dahi sahip olamadığı bilgi, zeka ve bir şahsiyete nasıl malik olabilmişti? Acaba bunlar, onun Peygamberliğinin delilleri miydi?

Basra’ya varınca
Basra’ya varınca, bir camiye yerleştim. Caminin imamı Şeyh Ömer Tai isimli, Arap asıllı Sünni bir zattı. Ama benden şüphelenip, beni sorguya çekti. Bu tehlikeli sohbetten kendimi şöyle kurtardım: (Ben Türkiyeliyim, Iğdırlıyım, İstanbul’daki Ahmed efendinin talebesiyim. Halid isminde bir marangozun yanında çalışıyordum) dedim ve gerekli bilgiler verdim. Birkaç cümle Türkçe de konuştum. İmam gözleriyle oradan birisine işaret ederek, benim Türkçe’yi doğru konuşup konuşmadığımı sordu. O da, olumlu cevap verdi. İmamı ikna ettiğim için çok sevinmiştim. Fakat, hayal kırıklığına uğradım. Çünkü, birkaç gün sonra, anladım ki, imam efendi benden şüpheleniyor ve Türk casusu olduğumu zan ediyordu. Daha sonra, Sultan tarafından tayin edilen vali ile, aralarında ihtilaf olduğunu öğrendim.

Şeyh Ömer efendinin camiinden uzaklaştım, orada misafir ve yabancıların kaldığı bir handa, oda kiraladım. Hanın sahibi Mürşid efendi her sabah rahatımı kaçırır, sabah ezanı okunur okunmaz, namaza kaldırmak için gelip, kapımı sert bir şekilde çalardı. Onu dinlemeye mecburdum. Ben de kalkar ve sabah namazını kılar görünürdüm.

Bir gün, Mürşid efendi, (Sen geldikten sonra, başıma dertten kurtulmuyor. Ben bunu, senin uğursuzluğuna veriyorum. Zira, sen bekârsın. Bekârlık, uğursuzluktur. Ya evlen, ya da burayı terk et) dedi. Ona, evlenebilecek durumum, param yok dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemedim. Zira Mürşid efendi, doğru söyleyip söylemediğimi öğrenebilmek için, soyup kontrol edebilecek biri idi.

Böyle deyince, Mürşid efendi, (Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile zenginleştirir) âyetini duymadın mı?) dedi. Şaşırıp kaldım. Sonunda dedim ki, peki evleneyim, fakat masrafsız bir kız bulabilir misin?

Mürşid efendi, (Ben anlamam! Receb ayının başına kadar ya evlen veya çık git) dedi. Recebe 25 gün kalmıştı.

Bir marangozun yanında çok az bir ücretle iş bulup, Mürşid efendinin hanından çıktım. Marangoz Abdür Rıza Horasanlı bir Şii idi. Ondan Farisi öğrenmeye başladım. Her gün, İranlı Şiiler, onun yanında toplanır, siyasetten iktisada kadar, her konuda, konuşurlardı. Hem kendi hükümetlerine, hem de İstanbul’daki Halifeye çok dil uzatırlardı. Yabancı biri gelince, hemen sözü değiştirirlerdi.
Bana çok itimat ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Azerbaycan halkından zan ediyorlarmış.

Marangoz dükkanına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlim talebesi kıyafetinde ve Arabi, Farisi, Türkçe biliyordu. İsmi Muhammed bin Abdülvehhab Necdi idi. Bu delikanlı, son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biriydi. Osmanlı hükümetini çok kötülediği halde, İran hükümetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkan sahibi Abdürrıza ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbul’daki Halifeye muhalif idiler. Ama bu delikanlı, Farisi’yi nasıl biliyor ve Şii olan Abdürrıza ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu?

Necdli Muhammed, Sünni idi. Sünnilerin çoğu, Şiilerin aleyhinde konuşmalarına ve hatta bir kısmı, Şiileri tekfir etmelerine rağmen, o hiç Şiileri rencide etmezdi. Necdli Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tâbi olmayı gerektiren, herhangi bir sebep görmüyordu ve (Kur’anda bu mezhepler hakkında hiçbir delil yok) diyordu. Bu husustaki hadislere hiç önem vermiyordu. Kendini beğenmiş bu Necdli genç, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı. Sadece kendi zamanındaki âlimlerin ve dört mezhep imamının değil, Ebu Bekir, Ömer gibi sahabenin de görüşlerini hiçe sayardı.

Aradığımı bu gençte bulmuştum. Zira, onun âlimlere saygısızlığı, dört Halifeye de önem vermeyişi, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahip oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en zayıf noktalarındandı. Bu mağrur genç nerede, o Türkiye’de yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiçbir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebu Hanife’nin ismini zikir etmek istediği zaman, kalkar abdest alırdı. Buhari isimli hadis kitabını eline almak istediği zaman, yine abdest alırdı.

Necdli genç ise, Ebu Hanife’yi çok hafife alır, (Ben Ebu Hanife’den daha iyi biliyorum) derdi.

[Hempher’in itiraflarını okurken, şu olayı hatırladık: Lisede öğretmen iken derste, bir talebem, (Hocam, harpte ölen Müslüman şehid olur mu?) dedi. Evet olur dedim. (Peygamber bunu haber verdi mi?) dedi. Evet dedim. (Denizde boğulursa da, uçaktan düşerse de, şehid olur mu?) dedi. Evet olur dedim. (Peygamberimiz bunları da haber verdi mi?) dedi. Evet, haber verdi dedim. Bir kahraman edası ile ve gülerek, (Hocam! O zaman uçak var mı idi?) dedi. Yavrum! Peygamber efendimizin bir çok isminden biri, Camiul-kelim’dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamber efendimiz, (Yüksekten düşen şehid olur) buyurdu dedim. Bu cevabımı çocuk hayret ve şükran ile karşıladı. Bunun gibi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, çok kelimeler ve hükümler, yani emirler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif manaları bildirmektedir. Bu manaları bulmaya ve aralarından lazım olanı seçmeye (İctihad) etmek denir. İctihad yapabilmek için, derin âlim olmak lazımdır. Bunun için, Sünniler, cahillerin ictihad yapmalarını yasak etti. Bu, ictihadı yasak etmek değildir. Hicretten dört asır sonra, mutlak müctehid hiç yetişmediği için, ictihad yapılamadı, ictihad kapısı kendiliğinden kapandı. Kıyamete yakın, İsa aleyhisselam gökten inecek ve Mehdi çıkacak, ictihad yapacaklardır.]

Ben, Necdli genç ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona, sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslam’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak biricik âlim sensin dedim.

Onunla Kur’anı, sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeyi kararlaştırdık. Kur’anı okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, onu tuzağa düşürmekti. Zaten o da, kendini devrimci olarak göstermek ve daha fazla itimadımı kazanmak için, görüşlerimi memnuniyet ile karşılardı.

Bir kere, Cihad farz değildir dedim. İtiraz etmesine rağmen onu ikna ettim, kabul etti. Bir kere de, ona müta nikahı caizdir dedim. İtiraz etti ve (Ömer, Peygamber zamanında mevcut olan iki mütayı yasak etti ve onu yapanı cezalandıracağını bildirdi) dedi. Ben, sen hem, Ömer’den daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber helal ediyordu, ben yasaklıyorum demiştir. Sen niye Kur’an ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in sözünü tutuyorsun dedim. O cevap vermedi. Anladım ki, ikna oldu. Onun canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, gel müta nikahı ile birer kadın alalım. Onlarla eğleniriz dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmaya söz verdim. Benim gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini de kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada Müslüman gençleri ifsad etmek için, Sömürgeler bakanlığı tarafından gönderilen, Hıristiyan kadınların yanına gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul edince, ona Safiye ismini verdim. Necdli genci onun evine götürdüm. Evde sadece Safiye vardı. Necdli genç için bir haftalık müta yaptık. O da kadına ücret olarak biraz altın verdi. Ben dıştan, Safiye içten, Necdli genci avlamaya başladık.

Safiye, onu iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihad ve fikir hürriyeti bahanesi ile, İslamiyet’in emirlerine karşı gelmenin nefsani tadını duymuştu.

Müta nikahının üçüncü gününde, âyet ve hadislere rağmen içkinin haram olmadığına dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. Sonunda, sarhoş etmeyecek kadarı içmek haram değildir diye inandı ve (içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir) dedi.

Aramızda geçen bu içki ile alakalı münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. O da, (Senin dediğini yaptım, içkiyi içirdim, oynadı) dedi. İşte böylece, Safiye ile birlikte, onu iyice ele geçirdik. Sömürgeler bakanı ile vedalaştığım zaman bana, (Biz İspanya’yı Müslümanlardan içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım) demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.

Bir gün ona oruç meselesini açtım. Oruç sünnettir, farz değildir dedim. Buna da itiraz edip, (Beni temelli dinden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de ona, din, kalbin temizliği, ruhun selameti ve başkasının hakkına tecavüz etmemektir. Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi dedim. Bir kere ona, namaz farz değildir, Allah Kur’anda, (Beni anmak için namaz kıl) [Taha 14] demiyor mu dedim. Öyle ise, namazdan maksat, Allah’ı anmaktır. Binaenaleyh namaz kılmak yerine, Allah’ı an dedim. O da, (Evet bazı kimseler, namaz vakitlerinde namaz yerine Allah’ı zikir ediyorlarmış) dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmiştim. Bu fikri ileri götürmeye çok çalıştım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra baktım ki, namaza önem vermiyor. Bazen kılıp, bazen kılmıyor. Bilhassa sabah namazlarını çok kaçırıyordu. Zira, gece ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mani oluyordum. Sabahları da, halsiz olduğu için, namaza kalkamıyordu.

Bir gün, Peygamber hakkında da yokladım, (Bundan sonra, bu konuda, konuşursan, aramız açılır ve seninle alakamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün başarılarımın bir anda yok olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmayı bıraktım.

Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da, bu fikrime önem veriyordu. Zira mağrur birisiydi. Onun yularını Safiye sayesinde, ele geçirdim.

Bir kere de, Peygamber eshabını birbirine kardeş yapmış, doğru mu dedim. (Evet), dedi. Bunun üzerine, İslam’ın ahkamı geçici mi, devamlı mı dedim. (Devamlıdır. Zira Peygamberin helalı kıyamet gününe kadar helal, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır) dedi. Ben de, öyleyse gel seninle kardeş olalım dedim ve onunla kardeş olduk.

O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında da beraberdik. Kendisine çok önem veriyordum. Zira, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek diktiğim ağaç, meyvesini vermeye başlamıştı.

Londra’ya, Sömürgeler bakanlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevaplar çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necdli genç, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu.

Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşılamaktı. İstikbalinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum:
Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürside oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. Ve (Sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin) dedi. Sen, (Ya Resulallah, ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum?) dedin. Peygamber cevaben, (Sen büyüksün, hiç korkma) dedi.

Rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Birkaç defa doğru mu diye sordu. Ben de, her seferinde, yemin ettim, elbette doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emin oldu. O günden sonra, yeni bir mezhep kurmaya karar verdi.

[İstanbul Dar-ül-fünun’unda Akaid-i islamiyye müderrisi Bağdatlı Cemil Sıtkı Zehavi, El-fecr-üs-sadık kitabında diyor ki:
(İngilizlerin hazırladığı Vehhabi fırkasının bozuk fikirlerini, Muhammed bin Abdülvehhab 1737’de Necdde izhar etti. Deriyye emiri Muhammed bin Süud tarafından çok müslüman kanı dökülerek, yayıldı. [Vehhabilerin, müslümanlara, sapıktır, zararlıdır dedikleri ve yaptıkları işkenceler (Kıyamet ve Ahiret) kitabında uzun yazılıdır.] Vehhabiler, kendilerinden olmayan müslümanlara müşrik dediler. Bütün dedeleri gibi bunlar da kâfirdir dediler. Vehhabi dinini kabul etmeyenleri öldürdüler. Mallarını ganimet olarak yağma ettiler. Fıkıh, tefsir ve hadis kitaplarını yaktılar. Kur’an-ı kerimi, kendi düşüncelerine göre yanlış tefsir ettiler. Müslümanları aldatmak için, Hanbeli’yiz dediler. Halbuki, Hanbeli âlimlerinin çoğu bunları red eden, bozuk olduklarını bildiren kitaplar yazdılar. Haramlara helal dedikleri ve enbiyayı ve evliyayı suçladıkları için kâfir oluyorlar. Vehhabi dininin esası ondur. İnançları şöyledir:
1- Allah maddi bir varlıktır. Eli, yüzü ve ciheti vardır.
2- Dört mezhepten birini taklit eden kâfir olur.
3- Vehhabi olmayan kâfirdir.
4- Peygamberin ve Evliyanın mezarlarını ziyaret etmek haramdır.
5- Peygamberi, evliyayı vesile yaparak dua eden kâfir olur.
6- Allah’tan başkası ile yemin eden müşrik olur.
7- Allah’tan başkası için nezreden ve Evliya kabri yanında hayvan kesen müşrik olur.
8- İlk peygamber Âdem değil Nuh’tur, Âdem, İdris ve Şit peygamber değildir.
9- Kur’andan bizim anladığımız doğrudur diyorlar.
10- Eshab-ı kiramın ve âlimlerin bildirdiği şeyleri inkâr ederler.) [El-fecr-üs-sadık]
[Dikkat edilirse, vehhabiliğin bu on esası, Hempher’in Necdli Muhammed’e telkin ettiği din bilgileridir.]

Londra’dan yeni emir geldi
Şiilerin en çok sevdiği, aynı zamanda onların ilim ve ruhaniyet merkezi Kerbela ve Necef şehirlerine gitmek için Londra’dan emir geldi. Necdli genç ile görüşmemize son vermeye, Basra’dan ayrılmaya mecbur oldum. Ama bu cahil ve ahlakı bozulan adamın, yeni bir fırka kuracağına ve İslamiyet’in içerden yıkılmasına sebep olacağına ve bu fırkanın bozuk inançlarını hazırlamış olduğuma sevinerek, Basra’dan ayrıldım.

Necef’e, Azerbaycanlı bir tüccar kıyafetinde gittim. Şii din adamlarıyla arkadaşlık ve samimiyet kurdum ve onları aldatmaya başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnilerin çalıştıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlaka malik olmadıklarını gördüm.
Birkaçı şöyledir:
1- Osmanlıya son derece düşmanlar. Sünnilere kâfir diyorlar.

2- Şii âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki papazlarımız gibi, kendilerini tamamen dini ilimlere vermiş, dünyevi ilimlerle çok az ilgileniyorlar.

3- İslamiyet’in hakikatinden, fen ve teknikteki ilerlemelerden haberleri yok.

Birkaç kere, onları halifeye isyan etmek için teşvik ettim. Beni maalesef dinleyen olmadı. Çünkü onlar, Hilafete zapt edilmesi mümkün olmayan bir kale gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak Mehdi geldiği zaman, hilafetten kurtulabilirlerdi.

Irak seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaştım. Bazı olaylar, Osmanlının sonunun yaklaştığını haber veriyordu. Zira, İstanbul hükümeti tarafından tayin edilen vali, cahil ve zalim biri idi. Halk ondan razı değildi.

Londra’ya dönmek istiyordum. Zira, uzun zaman gurbette idim. Vatanımı ve ailemi çok özlemiştim. Bundan dolayı, raporumla beraber, bakanlıktan kısa bir müddet için bile olsa, Londra’ya dönmek için izin talep ettim. Üç yıllık Irak seferimle alakalı intibalarımı şifahen anlatmak ve biraz istirahat etmek istiyordum.

Bakanlığın Irak’taki mümessili, kimse şüphelenmesin diye, kendisine fazla uğramamamı ve Dicle nehrinin kıyısındaki hanların birinde, bir oda kiralamamı tembih etti ve (Londra’dan haber gelince sana bildireceğim) dedi.

Basra’dan Kerbela ve Necef’e gittiğimde, Necdli genç, kendisine gösterdiğim yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zira o, çok değişken idi. Onun üzerinde inşa ettiğim bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum.

Kendisinden ayrılırken, İstanbul’a gitmeyi düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçmesi için, çok telkinde bulundum ve (Oraya gittikten sonra, seni tekfir edebilecekleri bir söz sarf edersin, seni öldürmelerinden çok endişe ediyorum) diyerek vazgeçirmeye çalıştım.

Gayem başka idi. Oraya gittikten sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet itikadına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum. Çünkü, İstanbul’da ilim ve İslam’ın güzel ahlakı vardı.

Ondan ayrılırken, kendisine, takıyyeyi anlattım. (Şiiler arasında, takıyye et, Sünni olduğunu söyleme ki, başına bir felaket getirmesinler) dedim.

Oradan ayrılırken, zekat adı altında ona bir miktar para verdim.

Londra’ya dönmek için emir geldi
Nihayet dönmek için emir geldi. Londra’ya döndüm. Londra’da sekreter ve bazı bakanlık mensupları ile görüştüm. Onlara uzun seferimde yaptıklarımı ve müşahedelerimi anlattım. Çok sevindiler ve memnuniyetlerini bildirdiler. Daha önce gönderdiğim raporu da görmüşlerdi. Safiye de, benim raporuma mutabık bir rapor yollamış. Yine öğrendim ki, her seferimde, bakanlığın adamları, beni takip etmişler. Onlar da, gönderdiğim raporlara ve sekretere anlattıklarıma uygun raporlar vermişler.

Sekreter, Bakan ile görüşmem için bana vakit verdi. Bakanı makamında ziyaret ettiğimde, beni İstanbul’dan döndüğüm seferden farklı bir şekilde karşıladı. Kalbinde, müstesna bir yer işgal etmiş olduğumu anladım.

Bakan, Necdli genci elde ettiğime çok memnun oldu. (O, bakanlığımızın aradığı bir silah idi. Bütün mesain, sadece onu elde etmek için olsa da değer) dedi.

Ben de, (Necdli genç için çok endişeli idim. Zira fikrinden dönmüş olabilir) dedim. (Kalbin rahat olsun. Ondan ayrıldığında sahip olduğu fikirlerden dönmemiştir ve İsfahan’da bakanlığımızın casusları, onunla görüşmüşler, bakanlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir) dedi. Kendi kendime dedim ki, (Necdli genç nasıl sırlarını başkasına anlatabilir!) Bunu bakana sormaya cesaret edemedim. Fakat, sonra Necdli genç ile görüştüğümde anladım ki, İsfahan’da Abdülkerim isminde bir adam onunla görüşmüş ve (Ben Şeyh Muhammedin [Beni kast ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınızda ne biliyorsa hepsini bana söyledi) diyerek, Necdli Muhammedi aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.

Necdli Muhammed bana, (Safiye benimle İsfahan’a geldi ve iki ay daha, onunla müta nikahı ile yaşadık. Abdülkerim de, benimle Şiraz’a geldi ve Safiye’den daha güzel ve daha cazip Asiye isminde bir kadın daha buldu. O kadınla da müta ile, hayatımın en neşeli dakikalarını geçirdim) dedi.

Daha sonra öğrendim ki, Abdülkerim, İsfahan havalisinden Celfa’da oturan, bakanlığın hıristiyan bir ajanıdır. Asiye ise, Şiraz Yahudilerinden olup, bakanlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necdli genci ileride kendisinden bekleneni en güzel bir şekilde yapabilecek surette yetiştirdik.

Ben, olayları anlatınca, Bakan bana, (Sen bakanlığın en büyük madalyasını hak ettin. Zira sen, bakanlığın en mühim ajanları arasında birincisin. Sekreter sana, vazifende yardımcı olacak bazı devlet sırları söyleyecek) dedi. Sonra, bana on günlük izin verdiler.

Yeni emirleri almak için Bakanlığa, gittiğimde, sekreter, (sana çok mühim iki devlet sırrı söyleyeceğim. İlerde, bu iki sırdan çok istifaden olacaktır. Bu iki sırrı, kendilerine tam itimat edilen, birkaç kişiden başka kimse bilmez) dedi. Elimden tutarak, Bakanlığın bir odasına götürdü. Bu odada çok cazip bir şeyle karşılaştım: Yuvarlak bir masanın etrafında on adam oturuyordu.
Birincisi, Osmanlı padişahının kıyafetinde idi. Türkçe ve İngilizce biliyordu.
İkincisi, İstanbul’daki Şeyh-ul-İslamın kıyafetinde idi.
Üçüncüsü, İran Şahının kıyafetinde idi.
Dördüncüsü, İran sarayındaki vezirin kıyafetinde idi.
Beşincisi, Şiilerin tâbi olduğu Necef’deki en büyük âlimin kıyafetinde idi.

Bu son üç kişi, Farsça ve İngilizce biliyorlardı. Bu adamların her birisinin yanında, onların söylediklerini yazmak için, birer katip bulunuyordu. Bu katipler aynı zamanda, bu adamlara, casusların İstanbul, İran ve Necef’deki, onların asılları olan beş kişi hakkında topladıkları malumatı bildiriyorlardı.

Sekreter, (Bu beş kişi, oralardaki beş kişiyi temsil ederler. Onların ne düşündüklerini anlamak için, asılları gibi yetiştirdik. Biz İstanbul, Tahran ve Necef’dekilerle alakalı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz. Bunlar da, kendilerini oradakilerin yerinde kabul eder. Biz onlara soruyoruz, onlar da bize cevaplandırıyor. Bizim tespitimize göre, buradakilerin cevapları, oradakilerin cevaplarına yüzde yetmiş uymaktadır. İstersen, tecrübe mahiyetinde bir şeyler sorabilirsin. Nasılsa, daha önce Necef âlimi ile görüşmüştün) dedi.

Ben de peki dedim. Zira, daha önce, Necef’deki şianın en büyük âlimi ile görüşmüş ve ona bazı hususlar sormuştum. İşte, onun benzerinin yanına yaklaştım ve bazı sorular sordum o da cevaplandırdı.

Bakanlıktaki bu adamın cevapları, Necef’deki Şii âliminin cevaplarına tıpa tıp mutabık idi. Bu adamın Necef’deki âlime bu kadar uygunluğu, beni hayretler içinde bıraktı. Bir de üstelik bu adam Farsça biliyordu.

Sekreter, (Şayet sen diğer dört kişinin asılları ile de görüşmüş olsaydın, şimdi onlarla da görüşebilir ve onların da asıllarına ne kadar mutabık olduğunu görebilirdin) dedi. Ben dedim ki, (Şeyh-ul-İslamın da nasıl düşündüğünü biliyorum. Çünkü, benim İstanbul’daki hocam Ahmed efendi, Şeyh-ul-İslamı bana iyice anlatmıştı.) Sekreter, (O zaman buyur, onun da numunesi ile görüşebilirsin) dedi.

Şeyh-ul-İslamın benzerinin yanına yaklaştım ve ona da bazı sorular sordum. O da cevaplandırdı. Bu soruları hocam Ahmed efendiye de, daha önce sormuş ve az bir fark ile aynı cevapları almıştım.

Sonra, sekretere dedim ki, (Bu benzer kimseleri hazırlamanın hikmeti nedir?) Bana; (Biz bu usul ile onların düşünce kabiliyetlerini öğreniyoruz. Siyasi ve dini mevzularda, onlar ile mücadele etmemize yardımcı tedbirler bulmaya çalışıyoruz. Mesela, düşman askerlerinin hangi taraftan geleceğini bilirsen, ona göre hazırlanır ve askerlerini uygun yerlere yerleştirirsin ve onu perişan edersin. Fakat, onun ne taraftan saldıracağını bilmezsen, askerlerini her tarafa gelişigüzel dağıtır ve mağlup olursun. Aynen öyle, Müslümanların, getirecekleri delilleri bilirsen, onların delillerini çürütebilecek karşı deliller hazırlaman mümkün olur ve o karşı delillerle onların akidelerini sarsabilirsin) dedi.

Sonra, bin sayfalık bir kitap verdi. (Okuduktan sonra getirirsin) dedi.

Bakanlığın verdiği kitabı okuduktan sonra, devletime olan itimadım biraz daha arttı ve Osmanlı İmparatorluğunun bir asırdan daha az bir zaman içinde yıkılması planlarının hazırlandığını yakînen anladım. Müslümanlarla alakalı malumatım arttı. Onların nasıl düşündüğünü, onların zayıf noktalarını, kuvvetli noktalarını, ayrıca, kuvvetli noktalarını zayıf nokta haline getirmenin usullerini iyice öğrenmiş oldum.

Kitap, (Müslümanların zayıf noktaları) olarak, zikir ettiği yukarıdaki maddelerden sonra, Müslümanları, dinleri olan İslamiyet’in maddi ve manevi üstünlüğünden cahil bırakmanın lazım olduğunu tavsiye ediyordu.

Kitabın, bozulup yok edilmesini emrettiği kuvvet noktaları da şunlardır:
1- İslam, ırk, dil, örf, âdet ve milliyetçilik taassubunu ortadan kaldırmıştır.
2- Faiz, ihtikâr, zina, içki ve domuz eti yasaktır.

3- Müslümanlar, sımsıkı bir şekilde âlimlerine bağlıdırlar.
4- Sünniler Halifeyi Peygamberin vekili olarak kabul eder. Allah’a ve Peygambere gösterilmesi lazım olan hürmeti, ona da göstermenin farz olduğuna inanırlar.

5- Cihad farz derler.
6- Şiilere göre, gayri müslimler ve Sünniler necistir.

7- Bütün Müslümanlar, İslam’ın biricik hak din olduğuna iman ederler.
8- Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasından çıkarılmasının farz olduğuna inanırlar.
9- İbadetlerini, mesela (namazı, orucu, haccı...) çok güzel bir şekilde eda ederler.

10- Şiiler, İslam ülkesinde kiliselerin inşasının haram olduğuna inanırlar.
11- Müslümanlar, İslam akidesine sımsıkı bağlıdırlar.

12- Şiiler, (Humüs)ün yani ganimetin beşte birinin âlimlere verilmesini farz bilirler.
13- Müslümanlar, çocuklarını öyle büyütüyorlar ki, ecdatlarının yolundan ayrılmaları mümkün değildir.

14- Müslüman kadınlar, o kadar örtünüyor ki, onlara fesadın bulaşması çok zordur.
15- Müslümanları her gün beş defa bir araya getiren, cemaat namazları vardır.

16- Ali ve salihlerin kabirleri mukaddes olduğu için, oralarda da toplanırlar.
17- Peygamberlerinin neslinden gelen Seyyid ve şerifler Peygamberi hatırlatırlar.

18- Vaizler, müslümanların imanlarını kuvvetlendirir ve ibadete teşvik ederler.
19- Emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker farzdır.

20- Müslümanların çoğalması için, evlenmek ve çok kadın nikah etmek sünnettir.
21- Müslüman için, bir insanı İslam’a getirmek, bütün dünyaya sahip olmaktan iyidir.

22- Müslümanlar arasında, (Kim hayırlı bir çığır, bir yol açarsa, onun sevabına ve o yolda giden her insanın kazandığı sevaplara nail olur) hadisi meşhurdur.

23- Müslümanlar, Kur’ana ve hadislere çok büyük hürmet gösterirler. Onlara tâbi olmanın, Cennete girmeye biricik sebep olduğuna inanırlar.

Kitap, Müslümanların kuvvetli noktalarını bozup, zayıf noktalarını yaymayı tavsiye ediyor ve bunu yapabilmek için, gerekli yolları sıralıyor.

Zayıf noktaları yaymak için şunları yapmalıyız:
1- Cemaatlerin, aralarına düşmanlık sokup, suizannı aşılayarak, bölücülüğü teşvik eden kitaplar yayınlamak suretiyle, ihtilafları yerleştireceğiz.

2- Okulların açılmasını, kitapların yayınlanmasını men etmeliyiz. Yakılması ve yok edilmesi mümkün olan din kitaplarını yakıp yok etmeliyiz. Din adamları hakkında muhtelif iftiralar uydurmakla, Müslümanları, çocuklarını dini okullara vermekten vazgeçirerek, cahil kalmalarını sağlamalıyız.

3-4- Onların yanında Cenneti övüp, dünyaya önem vermemeyi teşvik etmeliyiz.
5- Hükümdarları zulüm ve diktatörlük yapmaya teşvik etmeliyiz.

6- İdam cezasını kaldırmak. Gaspçıları, hırsızları cezalandırmaktan hükümeti alıkoymak ve anarşistleri silahlandırarak, bu işi yapmalarını teşvik etmek ve güvensizliği yaymak için çalışmalıyız.

7- Şu şekilde, onların hastalık içinde yaşamalarını sağlayabiliriz:
Her şey Allah’ın kaderi ile olur. Tedavinin iyileşmede hiçbir tesiri yoktur. Allah Kur’anda, (Rabbim beni yedirir ve içirir. Hasta olduğum zaman da, O bana şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek Odur) [Şuara 79-80-81] dememiş mi? Öyleyse, Allah’ın iradesi dışında kimse, ne şifa bulur ve ne de ölümden kurtulur diyerek tedaviden uzaklaştırmak gerekir.

8- Zulmü temin için, İslam, ibadet dinidir. Onun devlet işleriyle ilgisi olmaz demeli.

9- İktisadi çöküntü de, bahsi geçen zararlı işlerin tâbii bir neticesidir. Mahsulleri çürütmek, ticaret gemilerini batırmak, çarşıları yakmak, bentleri, barajları yıkıp ziraat sahalarını ve sanayi merkezlerini su altında bırakmak ve içme suyu şebekelerine zehir katmak suretiyle tahribatı arttırmalıdır.

[ÖNEMLİ NOT: Yukarıdaki 9. maddeyi okuyunca, tarihte bilinen meşhur Edirne, İstanbul ve Babıali yangınlarını hatırladık. Bakın o tarihlerden itibaren nasıl yangınlar olmuş. Bu kadar yangın tesadüf mü, yoksa casuslar mı yaptı? Ansiklopedilerdeki bilgiler şöyle:

* İstanbul, 24 Temmuz 1660 Cumartesi günü tarihinin en büyük yangın felaketine uğradı. Öyle ki 49 saat içinde şehrin üçte biri kül oldu. Yangın Unkapanı semtinde başlayarak, Topkapı Sarayı yönüne, Aksaray’dan surlara doğru ve Fatih semtine yayıldı. Deniz kenarındaki surların tepesinden aşarak, Marmara kıyılarında bulunanların üzerine kıvılcımlar sıçradı. En az 4000 kişinin öldüğü bu yangında 80.000 ev kül oldu. Yangında su yolları kapandı ve fırınlar çalışmadığı için, halkın büyük bir kısmı aç ve susuz kaldı. Sultan Dördüncü Mehmed Hanın büyük gayretleri ve yardımlarıyla iki ay içinde Anadolu’dan getirilen ustalarla yanan binaların yerlerine yenileri yaptırıldı. Bu yangında 360 cami ve mescit, 40 hamam, 100 han ve kervansaray, 100 depo, yüzlerce konak, okul, medrese, tekke yanmıştı.

* 5 Eylül 1693’de Ayazma Kapısında çıkan yangında; 18 cami, 19 mescit, 17 ilkokul, 10 medrese ve tekke, 11 hamam, 12 fırın, 2517 ev, 1146 dükkan birçok han ve depo yandı.

* 1700 senesinde, Edirne 350 bin nüfusu ile dünyanın en büyük birkaç şehrinden biriydi. Bunlar; İstanbul, Paris, Londra ve Edirne idi. On sekizinci asırdan itibaren gerilemeye başladı. 1745 senesinde çıkan büyük bir yangınla 60 mahalle kül oldu. 1751 yangını da 1745’deki yangın şiddetindeydi.

* 28 Eylül 1755’de İstanbul’da Hoca paşa semtinde çıkan yangın, dört kola ayrılarak büyük bir âfet hâline geldi. Yaklaşık otuz altı saat süren yangın sonunda Paşa kapısı da yandığından, sadâret dairesi bir müddet Kadırga Limanındaki Esma Sultan Sarayına nakledildi.

* 6 Temmuz 1756’da, Sultan Üçüncü Osman devrinin ikinci büyük yangını oldu. Bu yangın İstanbul’un dörtte üçünü kül hâline getirdi. Cibâli taraflarında başlayan yangın, on üç kola ayrıldı. Unkapanı, Süleymaniye tarafları, Vefa’dan itibaren Şehzadebaşı, eski yeniçeri odaları, Langa tarafları, Zeyrek, Saraçhane, Etmeydanı, Aksaray, Davutpaşa İskelesi, Fatih, Sultanselim, Ali Paşa Çarşısı, Aya kapısı semtleri harabe hâline geldi.

* 7 Temmuz 1795 gecesi çıkan yangında İstanbul’un mal depoları büyük ticarethaneleri yandı. Uğranılan zarar tahmini olarak o zamanki Osmanlı Devletinin iki yıllık geliri kadardı.

* 1908, 1911, Mart ve 13 Haziran 1918’de çıkan dört yangın Sultanselim, Fatih, Halıcılarda büyük zararlara sebep oldu. Harp içinde olan devlet bunların yerine hemen yenisini yaptıramadığından uzun yıllar yanık yerler öyle kaldı.

* Babıali Yangınları: Osmanlı Devletinin idari merkezi olan Babıali'nin; 1740, 1755, 1808, 1826 ve 1839 senelerinde tamamen, 1878 ve 1911 senelerinde ise kısmen yanmasına sebep olan yangınlardır.]

10- Devlet adamlarını, kadın ve spor gibi fitneye ve parçalanmaya sebep olacak arzulara, içki, kumar, rüşvete ve hazine mallarını, kendi şahsi işlerinde harcamaya alıştırmak, vazifelileri bu işleri yapmaya teşvik edip, bize hizmet edenleri ödüllendirmek lazımdır. Bu işlerle vazifeli ingiliz casuslarını, gizli ve açık olarak korumak, onlardan Müslümanların eline geçenleri kurtarmak için, her çeşit masrafı yapmak lazımdır.

11- Faizin her şeklini yaymak lazımdır. Zira faiz, milli ekonomiyi harap ettiği gibi, Müslümanları, Kur’anın ahkamına karşı gelmeye de alıştırır. Zira insan, bir kanunun bir maddesini ihlal edince, artık diğer maddelerini de ihlal etmesi kolay olur.

12- Âlimlere kötü isnatlarda bulunup, aleyhlerine adi ithamlar uydurarak, Müslümanların onlardan soğumalarını temin etmek lazımdır. Casuslarımızın bir kısmını, onların kıyafetine sokacağız. Sonra, bunlara çirkin işler yaptıracağız. Böylece bunlar, âlimler ile karışmış olacak ve her âlimden şüphe edilecek. Bu casusları, El-Ezhere, İstanbul’a, Necef ve Kerbela’ya sokmak zaruridir. Müslümanları âlimlerden soğutmak için okullar, kolejler açacağız. Buralarda, Rum ve Ermeni çocuklarını, Müslümanlara düşman olarak yetiştireceğiz. Müslüman çocuklarına da kendi ecdatlarının cahil olduklarını aşılayacağız. Bu çocukları, Halife ve âlimler ve devlet adamlarından soğutmak için, onların hatalarını, kendi zevkleri ile meşgul olduklarını, Halifenin cariyelerle vakit geçirip, halkın malını kötü yollarda kullandığını, hiçbir işte Peygambere uymadıklarını aşılayacağız.

13- İslam’ın, kadına hakaret ettiğini yayacağız. Feminizmi savunacağız.
14- Pislik, susuzluğun neticesidir. Suyun arttırılmasına mani olmaya çalışmalıyız.

Müslümanların kuvvetli noktalarını tahrip etmek için:
1- Müslümanların arasında, ırkçılık ve milliyetçiliği körükleyecek ve onların dikkatlerini, İslamiyet’ten önceki kahramanlıklarına çekeceksiniz. Mısır’da Firavunluğu, İran’da Mecusiliği, Irak’ta Babilliliği, Osmanlıda Attila ve Cengiz vahşetini canlandıracaksınız

2- Şu dört şeyi, gizli açık yaymak lazımdır: İçki, kumar, zina ve domuz eti [ve spor kulüplerinin birbirleri ile kavgaları]. Bu işi yapmak için, İslam ülkelerinde yaşayan Hıristiyan, Yahudi, Mecusi ve diğer gayri müslimlerden azami derecede istifade etmek ve bu iş için çalışanlara Sömürgeler bakanlığının bütçesinden bol maaş bağlamak lazımdır. Bunun için, siyasi fırkaların ve spor kulüplerinin çoğalmasını sağlayacağız. Partileri ve kulüpleri birbirlerine düşman yapacağız. Birbirleri ile uğraşacaklar, din kitabı okumaya, dinlerini öğrenmeye vakit bulamayacaklardır. Avladığımız kimselere günlük gazete, dergi çıkartacağız. Gazetelerini, dergilerini, bol para ile, menfaatler ile besleyeceğiz. Satın aldığımız kimseleri, kurtarıcı, kahraman gibi isimlerle meth ettireceğiz. İslam dinini ve ahkam-ı İslamiyeye bağlı olan idarecileri kötületeceğiz. Din terbiyesinin kaynağı olan aile yuvalarını yok edeceğiz. Bunun için, spor, güreş ismi altında, avret mahalleri, edep yerleri açık kız ve oğlan resimleri yayınlayarak, gençleri fuhşa, eşcinselliğe, cinsi sapıklığa sürükleyeceğiz. İslam ahlakını bozunca, İslamiyet’i yok etmek kolay olur. Çok cami yapacağız. Fakat, camilerde, hocaları değil, misyonerleri ve mezhepsizleri konuşturacağız. İslam müziği ismi altında, çalgıları, şarkıları, radyoları camilere sokacağız. Camileri birer tuzak olarak kullanacağız. Camilere giden ve kadınları örtünen devlet memurlarını ve subayları, casuslarımız tespit edecek, bunlar, vazifelerinden uzaklaştırılacaklardır. Ahkam-ı İslamiyeye uyan gençler, üniversitelere alınmayacak, girmiş olanların diploma almaları engellenecektir. Sekreter, bu bilgileri gizli tutmamızı, Necdli Muhammed’den de saklamamızı sıkı tembih etti. Ben de bu hatıralarımı mahkemeye vererek, elli yıldan önce açılmamasını vasiyet ettim.

3- Cihadın geçici bir farz olduğunu, vaktinin son bulduğunu telkin edeceksiniz.
4- Şiilerin kalblerinden, kâfirlerin necis olduğu fikrini çıkaracaksınız.

5- Müslümanlara, İslam'dan kastın mutlak din olduğunu ve bu dinin Yahudilik ve Hıristiyanlık olabileceğini, sadece İslamiyet’in olmadığı inancını aşılayacaksınız.

6- Kilise yapmanın haram olmadığını, Peygamber ve Halifeleri onları yıkmadığını, bilakis onlara hürmet gösterdiğini, İslam’ın ibadethanelere hürmetkâr olduğunu, onları yıkmadığını, yıkanlara mani olduğunu çokça söyleyeceksiniz.

7- (Yahudileri Arap yarımadasından çıkarın) ve (Arap yarımadasında iki din olmaz) hadisleri hakkında, Müslümanları şüpheye düşüreceksiniz, zayıf veya uydurma diyeceksiniz. Hadislere şüphe ile bakılmasını sağlayacaksınız.

8- Müslümanları, ibadetlerinden men etmeye çalışacak ve (Allah insanların ibadetlerine muhtaç değildir) diyerek, onları ibadetlerin faydaları hakkında tereddüte düşüreceksiniz. Hacca gitmek ve cemaat ile namaz kılmak gibi, onları bir araya getiren ibadetlerden men edeceksiniz. Aynı şekilde, camilerin, türbelerin ve medreselerin inşasına mani olmaya çalışacaksınız.

9- Harpte düşmandan ganimet olarak alınan malın beşte birinin [Humusun], âlimlere verilmesini şüphelendirecek ve bunun ticaret kazancıyla bir ilgisinin olmadığını izah edeceksiniz.

10- Müslümanların akidelerine bid’atler sokup, İslam’ı gericilik ve terör dini olmakla itham edeceksiniz. İslam memleketlerinin geri kaldığını, sarsıntılara maruz kaldığını söyleyecek ve böylece onların İslam’a olan bağlılıklarını zayıflatmış olacaksınız.

11- Çocukları babalarından uzaklaştırıp, büyüklerinin dini terbiyelerinden mahrum kalmalarını sağlayacaksınız. Onları, biz yetiştireceğiz. Binaenaleyh, çocuklar babalarının terbiyelerinden koptukları an, akideden, dinden ve âlimlerden kopmaya mahkum olacaklardır.

12- Kadını tahrik edip, örtüsünü açmasına sebep olacaksınız. Kadını açtıktan sonra, gençleri tahrik edip, her ikisinin arasında fesat hasıl olması için çalışacaksınız! İslam’ı yok etmek için, bu iş, çok etkilidir. Önce bu işi gayri müslim kadınlara yaptıracaksınız. Sonra, Müslüman kadın kendiliğinden bozulup, bunların yaptığını yapacaktır.

13- Cami imamlarının fasık, sapık olduklarını yayarak cemaat ile namazı ortadan kaldıracaksınız.
14- Bid’at olduğu gerekçesiyle, türbelerin hepsinin yıkılması lazımdır diyeceksiniz.

15- Seyyidlerin, Peygamberlerinin soyundan geldikleri hususunda insanlar tereddüde düşürülecek. Seyyid olmayanlara fellahlara, zencilere yeşil sarık giydirilip, seyyidlerin diğer insanlarla karışmaları temin edilecek. Böylece, insanlar bu hususta şaşırıp, Seyyidler hakkında suizanda bulunacaklar.

16- Vaizleri azaltmaya çalışılacaktır.

17- Müslümanlara hürriyet var diyerek, (Herkes dilediğini yapabilir. Emr-i maruf ve nehy-i münker ve İslam ahkamının öğretimi farz değildir) diyeceksiniz!

18- Müslümanların neslini azaltmak için, doğum kontrolü yapılacaktır ve birden fazla evliliği yasaklatacaksınız.

19- İslam’ın yayılması ve Müslüman olmayanlara öğretilmesi faaliyetleri kat’i surette men olunacak. İslam’ın yalnız Arapların dini olduğu fikri yayılacak.

20- Hayır kurumlarının hudutları daraltılacak ve devlete ait bir hâle getirilecek.

21- Müslümanları Kur’an hakkında şüpheye düşürecek ve içinde noksanlık ve fazlalık var, diyeceksiniz. Arap memleketleri dışında (Ezan), (Namaz) ve (Dualar)ın Arapça yapılmasını önleyeceksiniz. Hadisler hakkında da Müslümanlar tereddüte düşürülecektir. Bu zayıf, bu uydurma denecek. Hadislerin kaynak olması devreden çıkarılacak, yalnız Kur’an denilecektir.

(İslam’ı nasıl yıkabiliriz) isimli bu kitap, çok mükemmel idi. İleride yapacağım çalışmalar için, emsalsiz bir rehber idi. Sekretere kitabı iade edip, memnuniyetimi ifade ettiğimde, bana, (Bilmiş ol ki, bu meydanda, sen yalnız değilsin. Yaptığın işi yapan pek çok adamlarımız var. Bu işi yapmak için, şimdiye kadar bakanlığımız beş binden fazla adam vazifelendirmiş bulunmaktadır. Bakanlık bu sayıyı yüz bine çıkarmayı düşünüyor. Bu sayıya ulaştığımız zaman, Müslümanların hepsine hakim olacak ve bütün İslam ülkelerini ele geçirmiş olacağız) dedi.

Daha sonra, sekreter şunları söyledi:
(Sana şunu müjdelerim ki, bakanlığımızın bu programı gerçekleştirmesi için, en fazla, bir asırlık bir zamana ihtiyaç vardır. Biz o günleri görmesek bile, çocuklarımız görecektir. Şu atasözü ne kadar güzeldir: (Başkasının ektiğini yedim. Öyleyse, ben de başkaları için ekiyorum.) İngilizler, bunu yaptığı zaman, bütün Hıristiyan âlemini memnun etmiş ve onları 12 asırlık felaketten kurtarmış olacaktır.)

Sekreter sözlerine şöyle devam etti:
(Asırlarca devam eden Haçlı seferleri, hiçbir fayda sağlayamadı. Keza, Moğollar [Cengiz orduları] da, İslam’ın köklerini kazımak için bir şey yapmış sayılmaz. Çünkü onların yaptığı iş, plansızdı. Düşmanlıklarını ortaya koyacak, askeri işler yapıyorlardı. Bunun için, çok çabuk yoruldular. Fakat şimdi, hükümetimizin değerli idarecileri, İslam’ı çok ince bir plan ve uzun bir sabırla içten yıkmak için çalışıyorlar. Askeri güç kullanmamız da lazımdır. Fakat bu iş, son aşamada, yani İslam’ı yiyip bitirdikten ve her tarafından balyozlayıp, bir daha toparlanamaz, bizimle savaşamaz hâle geldikten sonra gelir.)

Sekreter sözlerini şöyle bitirdi:
(İstanbul’daki büyüklerimiz, çok akıllı ve zeki imişler, ki bizim planımızın aynını uygulamışlar. Ne yapmışlar: Müslümanların arasına sokulup, onların çocukları için, medreseler açmışlar, Kiliseler inşa etmişler. Onların arasında, içkiyi, kumarı, fıskı, futbolu çok güzel bir şekilde yaymayı başarmışlar. İslam gençliğini, dinleri hakkında şüpheye düşürmeye, kendi hükümetleri ile aralarına münakaşa ve muhalefet sokmaya, her tarafta anarşiyi yaygınlaştırmaya, amirlerin, müdürlerin, devlet adamlarının evlerini Hıristiyan kadınları ile doldurarak, ahlaklarını bozmaya çalışmışlardır. Biz de, bu şekilde hareket ederek, onların kuvvetlerini kıracağız, dinleri ile olan irtibatlarını sarsacağız, ahlaklarını bozacağız. Birlik ve beraberliklerini yok edeceğiz. Sonra, ani bir savaş başlatıp, İslam’ın kökünü kazıyacağız.)

Sekreter ikinci sırrı da açıkladı
Birinci sırrın tadını tattıktan sonra, ikinci sırrı da öğrenmek için, can atıyordum. Nihayet bir gün sekreter, söz verdiği ikinci sırrı da açıkladı. İkinci sır, bir asırlık bir zaman içinde İslam’ı yok edip unutturmak gayesi ile, bakanlıkta bu iş için çalışan yüksek rütbeli İngilizlere mahsus hazırlanmış, elli sayfalık bir plan dergisi idi. Bu planlar 14 maddede toplanmıştı. O planlar şunlardı:
1- Buhara’yı, Tacikistan’ı, Ermenistan’ı, Horasan ve etrafını istila etmek için, Rus çarı ile çok iyi bir ittifak ve yardım anlaşması kurmamız lazımdır.

2- İslam âlemini, hem içerden, hem de dışarıdan yıkmak için, Fransa ve Rusya ile, işbirliği yapmamız lazımdır.

3- Türk-İran hükümetleri arasına çok şiddetli ihtilaflar sokup, her iki tarafta milliyetçilik ve ırkçılık fikirlerini kuvvetlendirmemiz lazımdır. Ayrıca, birbirine komşu bütün Müslüman kabile ve milletlerin arasına ve Müslüman ülkeler arasına düşmanlık sokmamız lazımdır. Halkı gruplara bölmek, eskileri dahil, bütün bozuk mezhepleri ihya edip, canlı tutmak ve birbirine düşürmek lazımdır.

4- İslam ülkelerinden bazı parçaları gayri müslimlerin eline vermek lazımdır. Mesela: Medine’yi Yahudilere, İskenderiye’yi Hıristiyanlara, İmareyi Saibeye, Kermanşahı Ali’yi ilahlaştıran Nusayrilere, Musulu Yezidilere, İran körfezini Hindulara, Trablusu Dürzilere, Karsı Ermenilere, Maskatı Haricilere vermek lazımdır. Sonra, bunları, para, silah ve gerekli bilgilerle takviye etmek gerekir ki, bunlar İslam’ın vücudunda birer diken olsun. İslam iyice yıkılıp kayboluncaya kadar, bunların yerlerini genişletmek lazımdır.

5- Osmanlı ve İran’ı, birbirleriyle hiç anlaşamayan ufak mahalli devletlere bölmeyi planlamak lazımdır. Hindistan’ın şimdiki hâli gibi. Zira, şöyle bir nazariye var: (Parçala, hükmet, parçala, mahvet)

6- İslam’ın bünyesinde, tahrif edilmiş din ve mezhepler ihdas etmek lazımdır ve ihdas edeceğimiz bu dinlerin her birisinin bir memleketin insanlarının heva ve hevesine uygun olması için, çok ince bir plan yapmalıyız.

7- Zina, homo****üellik, içki ve kumar ile, halk arasına fitne ve fesat tohumları saçılacak. Bunun için, bu memleketlerde yaşayan gayri müslimler kullanılacak.

8- İslam ülkelerinde zalim liderler yetiştirmeye, bunları hükümetin başına geçirerek, İslamiyet’e uymayı yasaklayan kanunlar çıkarmaya azami önem vermek lazımdır. Onları kullanıp, bakanlığın yap dediğini yapacak, yapma dediğini yapmayacak duruma getirmeliyiz. Onların vasıtası ile Müslümanlara ve İslam ülkelerine isteklerimizi kanun zoru ile yaptırmalıyız. İslamiyet’e uymayı suç, ibadet yapmayı gericilik haline getirmeliyiz. Müslüman ülkelerdeki hükümet adamlarını, mümkün olduğu kadar aslı gayri müslimlerden seçtirmeliyiz. Bunu yapmak için, bazı ajanlarımızı sureten Müslüman, din adamı şekline sokup, isteklerimizi icra etmek için, yüksek makamlara getirmeliyiz.

9- Mümkün mertebe Arapça’nın öğretilmesine mani olacaksınız. Arapça’nın dışındaki dilleri, yayacaksınız. Arap ülkelerinde, yabancı diller, ihya edecek ve Kur’an ile Sünnetin dili olan fasih Arapça’yı yok etmek için, mahalli lehçeleri yayacaksınız.

10- Devlet adamlarının etrafına adamlarımızı yerleştirip, onların vasıtası ile, bakanlığımızın arzularını tatbik etmek için, onları bu devlet adamlarının müsteşarları haline getirmeliyiz. Bu işin en kolay yolu, köle ticaretidir: Köle ve cariye olarak göndereceğimiz casusları, evvela layıkı ile yetiştireceğiz. Sonra, Müslüman devlet adamlarının yakınlarına, mesela onların çocuklarına, hanımlarına ve onların indinde hatırı sayılır insanlara satmalıyız. Sattığımız bu köleler, tedrici olarak, devlet adamlarına yaklaşacaklardır. Onların anneleri ve mürebbiyeleri olup, bileziğin bileği ihata ettiği gibi, onlar da, Müslüman devlet adamlarını ihata edeceklerdir.

11- Misyonerliğin sahasını genişletip, her sınıf ve mesleğe bilhassa doktor, mühendis, muhasebeci v.s. gibi mesleklere sokmalıyız. İslam ülkelerinde kilise, okul, hastane, kütüphane ve hayır kurumları ismi altında propaganda, yayın merkezleri açmalı ve bunları, İslam ülkelerinin dört bir bucağına yaymalıyız. Milyonlarca Hıristiyan kitaplarını bedava dağıtmalıyız. İslam tarihinin yanında, Hıristiyan tarihini, devletler hukukunu da neşir etmeliyiz. Kilise ve manastırlara rahib ve rahibe ismi altında casuslarımızı yerleştirmeliyiz. Bunları vasıta olarak kullanıp, Hıristiyan hareketlere rehberlik yapmalarını temin etmeliyiz. Müslümanların her hareket ve fikirlerini öğrenip bize aktarmalarını temin etmeliyiz. İslam tarihini bozup, tahrif edecek ve Müslümanların ahval ve dinlerini iyice öğrendikten sonra, onların bütün kitaplarını imha edecek, İslam ilimlerini yok edecek, profesör, ilim adamı, araştırmacı gibi isimler altında, bir Hıristiyan ordusu kurmalıyız.

12- Kız, erkek, bütün İslam gençliğinin kafasını karıştırıp, İslamiyet hakkında şüphe ve tereddüte düşmelerini temin etmeliyiz. Okul, kitap, mecmua [spor kulüpleri, sinema filmleri, televizyon] ve bu iş için yetiştirilmiş elemanlarımızın vasıtası ile, onların ahlaklarını sıfıra indirmeliyiz. Yahudi, Hıristiyan ve bütün gayri müslim gençleri, onları avlamak için, birer tuzak olarak yetiştirmek için, gizli örgütler açmalıyız!

13- İç savaş ve ayaklanmaları teşvik etmeli ve kendi aralarında ve gayri müslimler ile daima mücadele halinde olmalarını temin etmeliyiz ki, kuvvetleri zail olsun, genç ve faal olanları ortadan kalksın. Barış ve huzur, yerini ihtilale bıraksın.

14- İktisatları tahrip edilecek, gelir kaynakları, ziraat sahaları bozdurulacak, su bentleri yıktırılacak, ırmaklar kurutulacak, tembellik yaygınlaştırılacak, tembeller için, oyun yerleri açılacak. Uyuşturucu madde, içki, yaygın bir hale getirilecektir.

Bana bu muhteşem vesikanın bir kopyasını verdiği için, sekretere teşekkür ettim.


Abdülvehhab oğlunun kabul ettiği, Bakanlığın 6 maddelik ince planı
Londra’da bir ay daha kaldıktan sonra, tekrar Necdli Muhammed ile görüşmek üzere, Irak’a gitmek için emir aldım. Sefere çıkarken, sekreter bana dedi ki:
(Necdli Muhammed hakkında bir ihmalkârlık yapmayasın! Casuslarımızın gönderdikleri raporlardan anlaşıldığı gibi o, planlarımızı gerçekleştirmek için çok uygun bir ahmaktır. Onunla açık konuş! İsfahan’da ajanlarımız, onunla açıkça konuşmuş, o da, isteklerimizi bir şart ile kabul etmiştir. Onun şartı şudur: Görüşlerini açıklayınca, kendisine saldırması muhakkak olan, devlet adamlarından ve âlimlerden kendini korumak için, kâfi derecede mal ve silahla takviye edilmesi, memleketinde kendisine küçük de olsa, bir beylik kurulmasıdır. Bakanlık da, bu şartları kabul etmiştir.)

Bu haberin verdiği sevinçle, az daha uçacaktım. O zaman, sekretere bu hususta, ne yapmam gerektiğini sordum. Cevabında, (Necdli Muhammedin tatbik etmesi için, bakanlık ince bir plan hazırlamıştır, şöyle ki:
1- Bütün Müslümanları, tekfir edip, onları öldürmenin, mallarını ellerinden almanın, namuslarına tecavüzün, erkeklerini köle, hanımlarını cariye yapıp, köle pazarlarında satmanın helal olduğunu söyleyecek.

2- Hac ibadetini ortadan kaldırmak için, kabileleri hacılara saldırtıp, mallarını ellerinden almaya ve onları öldürmeye teşvik edecek.

3- Müslümanları, Halifeye itaat etmekten men etmeye çalışacak. Onları Halifeye karşı isyan etmeye teşvik edecek ve bu iş için, ordular hazırlayacak.

4- Mekke, Medine ve diğer İslam ülkelerinde bulunan türbe, kubbe ve mukaddes yerlerin put ve şirk olduklarını söyleyerek, yıkılmalarının lazım olduğunu ilan edecek.

5- İslam ülkelerinde mümkün mertebe ihtilal, zulüm ve anarşiyi temin edecek.

6- Tahrif edilmiş bir Kur’an neşretmeye çalışacak.

Sekreter, yukarıdaki altı maddelik planı söyledikten sonra dedi ki:
(Bu büyük program seni korkutmasın. Çünkü vazifemiz, İslamiyet’i yok etme tohumunu atmaktır. Bu işi tamamlayacak nesiller gelecektir. İngiliz hükümeti, sabretmeyi ve adım adım yürümeyi âdet edinmiştir.)

Bir kaç gün sonra, Bakan ve sekreterden izin aldım, aile ve dostlarıma veda ettim. Basra’ya doğru yola çıktım. Yorucu bir seferden sonra, nihayet geceleyin Basra’ya vardım. Abdürrızanın evine gittim, uyandırdım. Beni görünce, çok sevindi. Beni ağırladı. O gece, orada kaldım. Sabahleyin bana (Necdli Muhammed bana uğradı ve sana bu mektubu bırakarak gitti) dedi. Mektubu açtım. Memleketi olan Necd’e gittiğini ve adresini yazıyordu. Ben de hemen oraya doğru yola çıktım. Son derece meşakkatli bir yolculuktan sonra, oraya vardım. Onu evinde buldum.

Biz aramızda, benim onun kölesi olduğumu ve beni bir yere gönderdiğini, şimdi de geri döndüğümü herkese söylemek için anlaştık. Beni böyle bildirdi.

Onun yanında iki yıl kaldım. Davetini ilan etmek için bir program hazırladık. Nihayet, 1730’da, onun azmini kuvvetlendirdim. O da, kendine yardımcı topladıktan sonra, kapalı bazı cümlelerle davetini kendine çok yakın olanlara anlattı. Sonra, davetini günbegün genişletti. Onu düşmanlarından korumak için, etrafına muhafızlar koydum. Ve onlara istedikleri kadar mal ve para verdim. Düşmanları tecavüz etmek istediği zaman, muhafızların gayretlerini arttırıyordum. Ve onları manen destekliyordum. Daveti yayıldıkça, muhalifleri çoğalıyordu. Kendisine fazla hücum yapıldığı zaman, davetten vazgeçmek istiyordu. Ama onu yalnız bırakmıyor, azmini kamçılıyordum. Ona, (Peygamber senden daha fazla eziyet gördü. Biliyorsun, bu şeref yoludur. Her devrimci gibi, biraz meşakkate tahammül etmelisin!) diyordum.

Biz daima düşmanların hücumuna uğrayabilirdik. Onun muhaliflerine karşı, parayla aldığım casuslar koydum. Düşmanları ona bir zarar yapmak istediğinde, onlar beni haberdar ediyor, ben de, zararlarını tesirsiz hâle getiriyordum. Bir sefer, düşmanların onu öldürmek istedikleri haberini aldım. Hemen, onların hazırladıklarına mani olmak için, gerekli tedbirleri aldım. İnsanlar, düşmanlarının ona böyle bir şey yapmak istediklerini duyunca, onlardan nefret etmeye başladılar. Böylece, kazdıkları kuyuya kendileri düştüler.

Planın 6 maddesini icra edeceğini bana vaad etti, (Şimdilik, bunlardan ancak bir kısmını yerine getirebilirim) dedi. Bu sözünde haklı idi. O zaman, hepsini yapması mümkün değildi. Tahrif edilmiş bir Kur’an neşir etmeyi de red etti. Bu hususta, en çok Mekke’deki Şeriflerden ve İstanbul’daki hükümetten korkuyordu. Bana, (Bu hususu açıkladığımız taktirde, kuvvetli bir ordunun hücumuna maruz kalacağız) dedi. Onun mazeretini kabul ettim. Zira, doğru söylüyordu. Şartlar müsait değildi.

Birkaç yıl sonra, Sömürgeler bakanlığı, Deriye emiri Muhammed bin Süudu da safımıza çekmeye muvaffak oldu. Bana bunu haber vermek ve her iki Muhammedin arasında muhabbet ve muaveneti tesis etmek için, bir haberci gönderdi. Müslümanların kalblerini ve itimatlarını, dini yoldan temin için, Necdli bizim Muhammed’den, siyasi yoldan temin için de, Muhammed bin Süuddan istifade ettik.

Böylece, devamlı, kuvvetlendik. Deriye şehrini merkez yaptık. Din olarak da VEHHABİLİK dinini tesis ettik. Bakanlık, yeni vehhabi hükümeti gizlice destekliyor ve takviye ediyordu. Yeni hükümet, Arabcayı ve çöl muharebesini çok iyi öğrenmiş 11 ingiliz subayını köle ismi altında satın aldı. Planları, bu subaylarla beraber hazırlıyorduk. Her iki Muhammed de, gösterdiğimiz yolda yürüyorlardı. Bakanlığın özel bir emri olmadığı zaman, konuları biz karara bağlıyorduk.

NOT: Bu kitabı dikkat ile okuyan, İslam’ın en büyük düşmanının, İngilizler olduğunu anlayacak, şimdi bütün dünyadaki Müslümanlara saldıran vehhabiliği, İngilizlerin kurduğunu ve onları beslemekte olduğunu iyi öğrenecektir. Seyyid Abdülhakim efendi buyuruyor ki:
(İslam’ın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslamiyet’i bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da, bunlara düşman olur. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslümanlar da, onu sever. Fakat, gece kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir daha süremez. Vah vah çok üzüldüm, diyerek Müslümanları aldatır. İngiliz’in, İslam’a böyle zehir salması demek, para, mevki ve kadın gibi, nefsani arzular karşılığında satın aldığı yerli münafıkların, soysuzların elleri ile, İslam âlimlerini, İslam kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
İngiliz Casusunun Palavralarının aslının astarının olmadığı ortaya çıkalı çok olu!!!!
İşin ilginç tarafı şii'lerden hiç hazzetmeyen malum zihniyet, bir şii'nin hazırladığı düzmeceler kitabına itibar edebiliyor!!!!
Sizi kandırıyorlar, bir şii'nin uydurduğu bir kitabı hak'tan göstermeye çalışıyorlar!!!
Hele de eserin şii yazara ait orjinal metninde Osmanlı'ya yapılan hakaretleri örtbas etmek de malum zihniyetlere has bir durum!!!
 

umman

New member
Katılım
16 May 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
49
ben o kitabtan bahsetmedim ebu zerr tarihi gerçeklerden bahsettim, lawrence bir gerçek değilmidir. Suud krallığı ki vahhabiliğin tek temsilcileridir, ingilizlerle yaptığı anlaşmaları istersen araştırayım getreyim buraya, vahhabi hareketi osmanlıya karşı ingilizlerin desteğiyle bedevilerin isyanıdır, tarih bunu böyle söylüyor siz vahhabiler hernekadar kabul etmesede bu böyle
 

firsaf

New member
Katılım
15 May 2007
Mesajlar
105
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
ben o kitabtan bahsetmedim ebu zerr tarihi gerçeklerden bahsettim, lawrence bir gerçek değilmidir. Suud krallığı ki vahhabiliğin tek temsilcileridir, ingilizlerle yaptığı anlaşmaları istersen araştırayım getreyim buraya, vahhabi hareketi osmanlıya karşı ingilizlerin desteğiyle bedevilerin isyanıdır, tarih bunu böyle söylüyor siz vahhabiler hernekadar kabul etmesede bu böyle


umman nedir senin bu müslümanlardan alıp veremediğin

tasavvuf ehline göre muhavvid muslümanlar vahhabi olmaktadır neden öyle

çünkü tasavvuftaki şirkten beri oldukları için şirk ehli muvahidleri böyle suclamaktadırlar
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
ben o kitabtan bahsetmedim ebu zerr tarihi gerçeklerden bahsettim, lawrence bir gerçek değilmidir. Suud krallığı ki vahhabiliğin tek temsilcileridir, ingilizlerle yaptığı anlaşmaları istersen araştırayım getreyim buraya, vahhabi hareketi osmanlıya karşı ingilizlerin desteğiyle bedevilerin isyanıdır, tarih bunu böyle söylüyor siz vahhabiler hernekadar kabul etmesede bu böyle

Lawrence gerçektir, İngiliz casusunun iftiraları sahte!!!
Vehhabiler dediğiniz grup, ehl-i hadis'tir, hanbeliliğin bir fraksiyonudur, siz istemesenizde bu böyledir...Hiç bir zaman vehhabi olmadım, elhamdulillah müslümanım...
 

rusen_alp

New member
Katılım
11 Mar 2007
Mesajlar
1,475
Tepkime puanı
86
Puanları
0
Yaş
42
Konum
ruhlar aleminden
Vahhabiliği de vahhabilerin ne olduğunu da çok iyi bilmekteyiz. Kendilerinden başkalarını küfürle suçlayan bu tayfa , islamdaki bir çok güzelliği yerle bir etme çabasındalar.Vahhabilikle yönetilen bugünkü Suudi arabistan'ın hali ise içler acısıdır. Kabenin çevresine gökdelenleri dikmekten utanmayanlar, sahabelerin mezarlığını sanki hakaret edercesine bakımsız, köhne bir şekilde koymaktan da utanmamaktalar. Anadolu Türklüğünün önündeki en büyük tehlike olan vahhabiler, vatan , millet gibi mefhumları da reddetmektedirler. Şeriatle yönetilmeyen her yerde günah işlemenin caiz olduğunu düşünen bu tayfanın itikadi yönde de çok tehlikeli düşünceleri vardır. Bugün islamda terör diye dünya gündeminde manşetlerin oturmasını sağlayanlar da yine vahhabilerdir. aslında vahhabilerin ateistlerle, hristiyanlarla veya gayr-i müslimlerle herhangi bir sorunları yok. Bunların asıl amaçları islamda tefrikayı oluşturmaktır, fitneyi uyandırmaktır. Vahhabilerin oluşum tarzı da incelendiğinde büyük bir fitne tohumu olduğu da açıkça görülecektir.
 

abdulmumin1405

New member
Katılım
22 Eki 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
39
Vehhabilik - Bediüzzaman Said Nursi

* Altıncı Mesele - Risalei Nur Külliyatı

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle
[Haremeyn-i Şerifeyne Vehhâbilerin tasallutuna dâirdir.]
( Şerefli Mekke ve Medine Haremine vehhabilerin musallat olmasıyla alakalı )

"Bismillahirrahmanirrahim - Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zâlimlere isâbet etmez." Enfâl Sûresi, 8:25.

Aziz kardeşlerim,

"Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın (islam büyüklerinin) türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir (dayanmaktadır)?" diye sual ediyorsunuz.

Elcevap: Şu hadise, âlem-i İslâmın (islam aleminin) siyasetine ve hayat-ı içtimâiyesine taallûk ettiği için (sosyal hayatıyla ilişkili olduğundan), Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. Çünkü, şimdi daire-i nazarım (bakış alanım) başka ufuktadır. Fakat, hiç kırmadığım ve dâima faydasını gördüğüm mübarek hatıran için Eski Said kafasını muvakkaten (geçici olarak) başıma sıkılarak giyerek, şu Altıncı Meseleyi dört muhtasar (özet) nüktelerle beyan edeceğiz. (ince manalı sözlerle açıklayacağız)

BİRİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An'anesi zaman-ı Sahâbeden (sözü sahabe zamanından başlayarak gelmiş. İşte o an'ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi: Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserisi Necid sekenesinden olan (iskan edenlerden - yerleşenlerden) Hâricîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan'da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şîalığın aksine olarak, Hz. Ali'nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet (düşmanlık) tevellüd etmiştir (doğurmuştur) . Hazret-i Ali (r.a.) "Şâh-ı Velâyet - Velilerin şahı " ünvânını kazandığı ve turuk-u evliyanın (tarikatların) ekser-i mutlakı (çoğunluğu) ona rücû etmesi (yönelmesi) cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif (hakaret, alay) damarı yerleşmiştir.

İkincisi: Müseylime-i Kezzâbın (Yalancı Müseylime - Peygamberlik iddiasında bulunan) fitnesiyle irtidâda yüz tutan (nerdeyse dinden dönecek olan) Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid'in kılıncıyla zîr ü zeber edildi (darmadağan) . Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidîn'e (Olgun Halifeler - İlk 5 halife) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr (gücenme) , seciyelerine (karakterlerine) girmişti. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar-nasıl ki ehl-i İran'ın, Hazret-i Ömer'in (r.a.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar Âl-i Beyt (Peygamberimizin ev halkı) muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer'e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne (intikam alırcasına), fırsat buldukça tecavüz etmişler.

Üçüncü esas: Vehhâbilerin azîm (büyük) imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) Hazret-i Ali'den (r.a.) efdâliyetini (faziletini) müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.

Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi (nakledeni) ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur'ân (kuranın yaratılması) meselesinde cihanpesendâne (dünyaya meydan okurcasına) salâbet (cesaret ve dayanıklılık) ve metânet (sözünden dönmemek) sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne (tassub göstererek ) ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.

İKİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın an'anesi itibariyle nasıl ki üç esası var; öyle de, âlem-i insâniyet (insanlık alemi) itibariyle dahi üç esası vardır:

Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi (insanlığın sosyal hayatı) noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye (siyasi sosyal hayat) itibariyle beşer (insanlık) birkaç devri geçirmiş.

Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri,

ikinci devri memlûkiyet (kölelik) devri,

üçüncü devri esir devri,

dördüncüsü ecir (İşçilik) devri,

beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş (dönüştürülmüş), nim-medeniyet (yarı medeniyet) devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri (kuvvetlileri) , insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip (köleleştirip) hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar (köleler) dahi bir intibâha düşüp (uyanarak) gayrete gelerek o devri esir (İşçilik) devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten (kölelikten) kurtulup fakat el-hükmü li'l-ğâlib (Hüküm galip olanın lehinedir) olan zâlim düsturuyla (zulüm kuralıyla) yine insanların kavîleri (kuvvetlileri) zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr ( büyük ihtilal) gibi çok inkılâplarla (devrimlerle) , o devir de ecîr (İşçilik) devrine inkılâp etmiş (dönüşmüş). Yani, zenginler olan havas (seçkinler) tabakası, avâmı (halkı) ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi (hizmetçi edinmesi), yani sermaye sahipleri ehl-i sa'yi ( işçileri) ve ameleyi (işçiyi) küçük bir ücrete mukabil (karşılık) istihdam etmeleridir (çalıştırmalarıdır).

Bu devirde sûistimâller o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte'l-arz (yeraltı) madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût (ölmeyecek kadar yiyecek) derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar (gücenme) verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya'yı zîr ü zeber (darmadağın) edip geçen Harb-i Umûmiden (dünya savaşı) istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm (halk direnişi) , havâssa (seçkin tabaka) karşı bir kin ve bir tezyif (hakaret, alay) fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref (şerefli) herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş.

İkinci esas: Şu asır, menfî (olumsuz) milliyet(çiliğ)i çok ileri sürdü. Anâsır-ı İslâmiye (İslami unsurlar) hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesât-ı diniyeye ( dinin kutsal gördüklerine) hürmetkâr olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor.

Üçüncü esas: Sükût...

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi (hayat düğümü) hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına (eserlerine) ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî (olumsuz) cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid'a (Dinde yeni şeyler çıkaranlar) ve dalâlet (sapkınlık) olur.

İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid'a fırkalarına (gruplarına) bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip (dayanıp) gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz (kin), ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı (eserler-etkiler) dalâlet hesabına çalışmıştır. Meselâ, Şîalar Kur'ân'ın emrine imtisalen (uyarak) Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet (milliyetçi bir intikam) cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahâbe ve Şeyheynin (Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer) buğzuna binâ edip (düşmanlığı üzerine kurup) , âsâr göstermişler;

[Maksat Hz. Ali'ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer'e duyulan kindir. ] olan darb-ı meseline (meşhur, hikmetli söz) mâsadak (söylendiği gibi) olmuşlar.

Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriate (şeriatın nasslarına) ve sarîh-i âyâta (açık ayetlere) ve zevâhir-i ehâdise istinad (hadislerin dış manalarına dayanarak) ederek hâlis Tevhîde münâfi (aykırı) ve sanemperestliği (putperestliği) imâ edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip, dalâlete saptırmış ki, ifrat derecesinde (haddi aşan) tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ (Bunun gibi) , Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.

Her neyse... Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti (yönü) bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen (dayanarak), sâdattan (seyyidlerden) olan şerif-i Mekke (Mekke Şerifi), Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne (despotça) girmesine meydan (imkan) verdi. Nass-ı âyetle (kat'i ayet deliliyle) küffârın (kafirlerin) girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı (İslam alemini) aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi (siyasetin merkezi) hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid'attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad (dışardan destek noktası) aramayarak, filcümle (hepten) nimmüstakil (yarı bağımsız) bir siyaset-i İslâmiye (islami siyaset) takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler (galip geldiler) denilebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:

Esbap tahtında (sebepler altında) vücuda (meydana) gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye (İlahi hikmet) ile hükmeder. Öyleyse, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne (tedbirde haddi aşarak) bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle (kötü hareketiyle) kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît (musallat) etmiş. Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne, hem Haricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder:

Birincisi: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr (kabirlerin ziyareti) ve makberistana hürmet-i şer'iye (kabristana dini hürmet) sûistimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura (meydana) geldi. Husûsan (özellikle) evliyâların makberlerine (türbelerine) karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle (simgesel yönüyle) kalmadı, mânâ-yı ismî (sanki ondanmış gibi) derecesine çıktı. Yani, sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abdi (kulu) olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf (tasarruf sahibi) ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip (düşünüp) , âmiyâne (körü körüne), câhilâne takdis edildi (kutsallaştırıldı). Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf (bilinen) ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne (haddi aşmış) hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi (tahripçiyi) onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib (tahripçi) dahi, onları tâdil etmek (adalet göstermek) ve ifratlarını (aşırılıklarını) kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit (tedbirde haddi aşıp) edip köküyle kesmeye başladı. Elbette, [Zâlim Allah'ın kılıcıdır; onunla başkalarını cezalandırır, sonra da onu cezalandırır.] kaidesine mazhar olur (maruz kalır) . Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye (dış sebebpler) , hakîki telâkkî ediliyor (varsayılıyor) . İnsanlar esbâba (sebeplere) yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye (dış sebepler) bir ayna hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse (yöneltse) , Tevhîd-i hakîkiye münâfi (Hakiki Tevhide aykırı) olur. İşte, şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin (dindar) de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer'iye (Dini Hikmet) müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin (Allah dostları ve büyük islam alimlerinin) türbelerine birer mukaddes (kutsallaştırılmış) ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer'iyeye şu zamanda pek muvafık (uygun) düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek (düzeltmek) istedi ki, bunları musallat etti.

Üçüncüsü: Şu asırda enâniyet (benlik) o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet (gafiller ve sapkınlar toplulukları) ve bu mağrur ehl-i enâniyet (benciller topluluğu) nazarında kıyâs-ı binnefs olarak (kendinden kıyaslıyarak), eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını (meşhur islam büyüklerini) , hâşâ enâniyetle (olmayan bir bencillikle) itham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah'ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zatlara birer nevî rubûbiyet ( Rablik) tahayyül ettikleri bir hengâmda (zamanda) ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin (heykele önem veren) ve sûretperestlerin (resme önem veren) gayet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin (İslam büyüklerinin) türbelerine câhilâne ve müfritâne (haddi aşan) bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer'iye noktasında kader münâsip (uygun) görmedi ki; bu muharripleri (tahripçileri) Ehl-i Sünnete taslît (musallat) etti. Onlarla tâdil edecek (düzeltecek).

Fakat Vehhâbilerin seyyiât (kabahatleri) ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran (teşekkür edilecek) bir cihetleri (yönleri) var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiâtlarına mukabil (tahripçi kabahatlerine karşılık) o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına (şeriatın hükümlerine) tatbik-i harekete (uygulamaya) çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaytlık etmiyorlar (kayıtsızlık göstermiyorlar) . Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i diniyeyi (dini temsil eden şeyleri) tahrip etmiyorlar. Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebîri (büyük havuzu) içinde ya erir, ya itidâle (normal hale) gelir; çünkü menbâı (kaynağı) hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti...

[Bismillahirrahmanirrahim - Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın." Bakara Sûresi, 2:32]
 

abdulmumin1405

New member
Katılım
22 Eki 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
39
Vehhabiliği kuran, Mehmed bin Abdülvehhabdır. İngiliz casuslarından, Hempher’in tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslamiyet’i imha) etmek çalışmalarına alet oldu.

[İngiliz Casusunun İtirafları kitabında, Vehhabiliğin kuruluşu uzun anlatılmaktadır. Bu kitabı, www.hakikatkitabevi.com adresinden okuyabilir ve temin edebilirsiniz.]



Eline geçirdiği, ibni Teymiye’nin Ehl-i sünnete uymayan kitaplarını okumuş, (Şeyh-i necdi) diye meşhur olmuştu. Düşünceleri, ingiliz paraları ve ingiliz silahları karşılığında, köylüler ve Deriyye ahalisi ile reisleri Muhammed bin Süud tarafından desteklendi. Sapık din adamı ibni Teymiye’nin fikirleri ile Hempher’in yalanlarının karışımına Vehhabilik denir.

Mirat-ül-Haremeyn kitabının basıldığı 1888 senesinde Necd emiri, Abdullah bin Faysal idi. Aşağıdaki bilgilerin çoğu Mirat-ül-Haremeyn’den alınmıştır:

Mehmed’in babası Abdülvehhab, iyi bir müslüman idi. Bu ve Medine’deki âlimler, Abdülvehhab oğlunun sözlerinden, yeni bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamasını nasihat etmişlerdi. Fakat, Abdülvehhab oğlu, 1738 senesinde Vehhabiliği ilan etti. İngilizlerin siyasi ve askeri yardımları ile, Arabistan’a yayıldı.

Vehhabilere inanan Deriyye hakimi Abdülaziz bin Muhammed bin Süud ilk olarak 1791 senesinde, Mekke emiri şerif Galib efendi ile harp etti. Daha önce, vehhabiliği gizlice yaymışlardı. Sayısız müslümanları öldürüp, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını almışlar ve işkence etmişlerdi.

Abdülvehhab oğlu, Beni Temim kabilesindendir. 1699 senesinde Necd çölündeki Hureymile kasabasında, Uyeyne köyünde doğmuş, 1791’de Deriyye’de ölmüştü. Önceleri ticaret için Basra, Bağdat, İran, Şam ve Hind taraflarına gitmiş, çok zeki ve bozguncu sözleri ile (Şeyh-i Necdi) adını almıştı. Dolaştığı yerlerde çok şeyler görmüş, şef olmak düşüncesine kapılmıştı. 1713 senesinde, Basra’da tanıştığı ingiliz casusu Hempher, Abdülvehhab oğlunun devrim yapmak arzusunda olduğunu anladı. Bununla uzun zaman arkadaşlık yaptı. İngiliz Sömürgeler Bakanlığından aldığı hile ve yalanları buna telkin etti. Abdülvehhab oğlunun bu telkinlerden zevk aldığını görünce, yeni bir din kurmasını teklif etti. Bu yeni dinin esaslarını ona bildirdi. Casus da, Abdülvehhab oğlu da aradıklarına kavuşmuş oldular.

Yeni bir din kurmak için, önce Medine’de, sonra Şam’da, Hanbeli âlimlerinden okudu. Necde dönünce köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara, ingiliz casusundan öğrendiklerini ve Mutezile ve başka bid’at fırkalarından aldığı bozuk düşünceleri de karıştırdı. Köylülerin çoğu buna tâbi oldular. İslamiyet’i içerden yıkmak için, İngiltere’de kurulmuş olan (Sömürgeler Bakanlığı), bu hâli, Necd şeyhi olan (Muhammed bin Süud)a bildirdi. Çok para vererek ve siyasi, askeri yardımlar vaat ederek, Abdülvehhab oğlu ile işbirliği yapmasını temin etti. Arabistan’da hasebe ve nesebe çok ehemmiyet verirlerdi. Kendisi ise, cahil olduğundan, Abdülvehhab oğlu Vehhabilik adını verdiği bu sapık inancı yaymak için, Muhammed bin Süudu maşa olarak kullandı. Kendisine (Kadı), Muhammed bin Süuda (Hakim) ismini taktı. Kendilerinden sonra da, çocuklarının bu makama geçmelerini temin eden bir anayasa yaptırdı.

Abdülvehhab oğlu, önceleri Medine’de okurken, Medine’nin salih, temiz âlimlerinden olan babası Abdülvehhab ve kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab ve kendisine ders okutan hocaları, bunun sözlerinden ve davranışlarından ve sık sık söylediği düşüncelerinden bunun ileride İslam dinini içeriden yıkacak bir sapık olacağını anlamışlardı. Kendisine nasihat verirler ve müslümanlara, bundan sakınmalarını söylerlerdi. Fakat, korktukları çabuk meydana geldi. Düşüncelerini Vehhabilik adı ile açıkça yaymaya başladı. Cahilleri, ahmakları aldatmak için İslam âlimlerinin kitaplarına uymayan yeniliklerle, dinde reformculukla ortaya çıktı. (Ehl-i sünnet vel-cemaat) mezhebinde olan doğru müslümanlara kâfir diyecek kadar taşkınlık yaptı. Peygamberimizi ve başka Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek, Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk dedi.

Abdülvehhab oğlunun, ingiliz casusundan öğrendiğine göre, bir kabir başında dua ederken, meyyite karşı söyleyen, müşrik olurmuş. Allah’tan başka bir kimse veya bir şey için, yaptı demek, mesela, Falanca ilaçtan fayda oldu veya Peygamber efendimizi veya bir Veliyi vasıta yaparak istediğim oldu diyen müslümanlar müşrik olurmuş. Abdülvehhab oğlunun, bu sözlerine vesika olarak ortaya attığı şeyler, hep yalan ve iftira ise de, cahil halk, doğruyu eğriden ayıramadıkları için sözleri, işsizlerin, çapulcuların, bilhassa Deriyye hakimi Muhammed bin Süud’un hoşuna gitti. Cahiller ve vurguncular, taş yürekliler, Abdülvehhab oğlunun sözlerine hemen yanaştılar. Doğru yolda olan halis müslümanlara kâfir dediler.

Abdülvehhab oğlu, düşüncelerini kolayca yayabilmek için, Deriyye hakimine başvurunca, o da topraklarını genişletmek ve kuvvetlerini arttırmak için ve Londra’dan aldığı emirleri yaymak için, Abdülvehhab oğlu ile seve seve işbirliği yaptı. Onun fikirlerini her tarafa yaymakta bütün gücü ile uğraştı. İnanmayıp karşı duranlarla harp etti. Müslümanların mallarını yağma etmek, canlarına kıymak helal denilince, çöldeki vahşiler, soyguncular, Muhammed bin Süud’a asker olmak için yarış ettiler. Süud oğlu ile Abdülvehhab oğlu el ele vererek, vehhabiliği kabul etmeyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmek ve mallarını almak helal olduğuna 1730 senesinde karar verip, 1738 yılında vehhabiliği ilan ettiler. Buna göre, Abdülvehhab oğlu, otuziki yaşında bozuk fikirleri yaymaya başlamış, kırk yaşında ilan etmiştir.

Mekke-i mükerreme şafii müftüsü Esseyyid Ahmed bin Zeyni Dahlan, El-Fütuhat-ül-islamiyye kitabının 2.cüz 228.sayfasından başlayarak, Fitnet-ül-vehhabiyye başlığı altında bunların bozuk inançlarını ve müslümanlara yaptıkları işkenceleri anlatmaktadır. Bunun 234.sayfasında diyor ki:
(Mekke’deki ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini aldatmak için, buralara kendi adamlarını gönderdiler. Bu adamlar, İslam âlimlerine cevap veremediler. Cahil ve sapık oldukları anlaşıldı. Kâfir olduklarını ispat eden bir karar yazılıp her tarafa gönderildi.)

Hicaz’da bulunan dört mezhep âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhab oğlunun kardeşi Süleyman efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhab oğlunun kitaplarını inceleyerek, İslam dinini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak, müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Süleyman bin Abdülvehhab’ın, kardeşine karşı yazdığı kitabın ismi, Savaık-ul ilahiyye firreddi alel-vehhabiyye’dir.

Bu kitaplar onları gafletten uyandıramadı. Müslümanlara karşı olan düşmanlıklarını arttırdı ve Muhammed bin Süud’un müslümanlar üzerine saldırmasına, akıtılan kanların çoğalmasına sebep oldu. Bu adam, (Beni Hanife) kabilesinden olup, Müseyleme-tül Kezzabın peygamberliğine inanmış olan ahmakların soyundan idi. Muhammed bin Süud, 1765 senesinde ölünce, oğlu Abdülaziz yerine geçti. Abdülaziz bin Muhammed bin Süud, 1803 senesinde, Deriyye camiinde, bir Şii tarafından, karnına hançer sokularak öldürüldü. Bundan sonra, oğlu Süud bin Abdülaziz vehhabilerin şefi oldu. Arabları aldatmak, sapık inançlarını yaymak için müslümanların kanını dökmekte, üçü de, birbiri ile yarışırcasına çalıştılar.

[Vehhabilerin ve mal, mevki ele geçirmek için bunların arasına karışan cahil, vahşi kimselerin, Taif’de, Mekke ve Medine’de ve diğer yerlerdeki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeyni Dahlan’ın Hulasat-ül-kelam kitabında ve Eyyub Sabri Paşanın 1879 senesinde basılmış olan Tarih-i Vehhabiyan ve Mirat-ül-Haremeyn kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan okuyabilirler. Bunların, Osmanlı devleti tarafından nasıl cezalandırıldıkları ve birinci cihan harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silah yardımı ile tekrar nasıl devlet kurdukları da yazılıdır.]

Abdülvehhab oğlunun bu düşüncelerini yayması, Allah’ı tevhidde halis olmak için ve müslümanları şirkten kurtarmak için imiş. Müslümanlar şirk üzere imişler. Yani müşriklermiş, yani puta tapan kâfirlermiş. Müslümanların dinini tazelemek için, dinde reform yapmak için, ortaya çıkmış. Diğer maddelerde bu sapık fikirlerini ve cevaplarını yazacağız. Burada önsöz mahiyetinde yazıyoruz.

Bu düşüncelerine herkesi inandırmak için, Ahkaf suresinin 5.âyet-i kerimesini, Yunus suresinin 106.âyet-i kerimesini ve Rad suresinin 14.âyet-i kerimesini vesika olarak ileri sürmüştür. Halbuki bunlara benzeyen, daha birçok âyet-i kerimeler vardır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, puta tapan kâfirleri, müşrikleri bildirmek için gönderildiğini, tefsir âlimleri sözbirliği ile beyan buyurmuşlardır.

Abdülvehhab oğlunun düşüncelerine göre, bir müslüman, Peygamber efendimizden veya başka Peygamberlerden yahut Velilerden, Salihlerden birinin kabrinin yanında veya uzakta iken bundan (istigase) etse, yani sıkıntıdan, dertten kurtulması için yardım istese, yahut o zatın ismini söyleyerek şefaat etmesini dilese, yahut kabrini ziyaret etmek için gitmek istese, o müslüman müşrik olurmuş. Allahü teâlâ, Zümer suresinin üçüncü âyetinde, puta tapan kâfirleri bildirmektedir. Peygamberleri ve Evliyayı vesile ederek dua eden müslümanlara müşrik diyebilmek için, bu âyet-i kerimeyi ileri sürüyorlar. Müşrikler de putların yaratıcı olmadığına, her şeyi Allahü teâlânın yarattığına inanıyorlardı diyorlar. Hatta Ankebut suresinin 61. ve Zuhruf suresinin 87. âyet-i kerimesinde mealen, (Bunları kimin yarattığını, onlara sorarsan, elbette Allah yarattı derler) buyuruldu. Allahü teâlânın da böyle buyurduğunu söylüyorlar. Kâfirler böyle inandıkları için değil, Zümer suresinin 3.âyetinde bildirilen, (Allah’tan başkalarını dost edinenler, onlar Allahü teâlâya şefaat ederek bizi yaklaştırırlar derler) meali şerifini söyledikleri için kâfir ve müşrik oluyorlar, diyorlar. Peygamberlerin, Evliyanın kabirlerinden şefaat, yardım isteyen müslümanlar da, böyle söyleyerek müşrik oluyorlarmış.

Abdülvehhab oğlunun, bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, müslümanları kâfirlere, müşriklere benzetmesi, çok çürük, ahmakça ve gülünç bir şeydir. Çünkü, kâfirler, şefaat etmeleri için putlara tapınıyorlar. Allahü teâlâyı bırakıp, dileklerini yalnız putlardan istiyorlar. Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed aleyhisselama ve getirdiği İslam dinine inanmıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allah’a ve Resulüne iman ediyor, getirdiği İslam dinine inanıyoruz. Zaten buna iman ettiğimiz için müslüman oluyoruz. İman edenler ile putlara tapan müşrikler hiç mukayese edilebilir mi? Hiç birbirine benzetilebilir mi? Üstelik bu müşrikler, Peygamber efendimize iman etmemekle kalmayıp, Ona ve iman eden müslümanlara her türlü eziyeti yapmış, sayısız harpler etmişlerdi. Biz, Peygamberlere, Evliyaya tapınmıyor, her şeyi yalnız Allah’tan bekliyoruz. Evliyanın vasıta, vesile olmasını istiyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen en sevgili kul, en büyük Peygamber Muhammed aleyhisselam efendimizin şefaat etmesini istiyoruz.

Kâfirler, putlarının diledikleri gibi şefaat edeceklerine, her dilediklerini Allah’a mutlaka yaptıracaklarına inanıyorlar. Biz Müslümanlar ise, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına şefaat için izin vereceğini, sevdiklerinin şefaatlerini ve dualarını kabul edeceğini, Kur’an-ı kerimde bildirdiği için, Kur’an-ı kerimde bildirilen bu müjdeye inandığımız, iman ettiğimiz için, Allahü teâlânın sevgilisi olan yüce Peygamberimizden, sevgili kulları Evliyadan şefaat ve yardım istemekteyiz.

Kâfirlerin putlara tapınması ile, müslümanların Evliyadan yardım istemeleri birbirine benzetilemez. Bir müslüman ile bir kâfir, görünüşte hep insandır. İnsanlıkları birbirlerine benzemektedir. Fakat, müslüman, Allahü teâlânın dostudur. Sonsuz Cennette kalacaktır. Kâfir olan ise, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz Cehennemde kalacaktır. Görünüşte birbirlerine benzemeleri, hep aynı olacaklarına senet olamaz. Allahü teâlânın düşmanı olan putlara, heykellere yalvaran ile, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ve veli kullarına yalvaranlar, görünüşte benzeyebilirler. Fakat, putlara yalvarmak, Cehenneme götürür. Peygambere ve Evliyaya yalvarmak ise, Allahü teâlânın af etmesine, merhamet etmesine sebep olur. (Allahü teâlânın sevdiği kulları hatırlanırsa, Allahü teâlâ merhamet eder) hadis-i şerifi meşhurdur. Bu hadis-i şerifi, aşağıda diğer maddelerde tekrar bildireceğiz. Peygamberlere, Evliyaya yalvarınca, Allahü teâlânın merhamet edeceğini, af buyuracağını bu hadis-i şerif de göstermektedir.

Müslümanlar, Peygamberlerin, Evliyanın ilah, mabud, Allahü teâlâya şerik, ortak olmadıklarına inanır. Bunların, Allahü teâlânın aciz kulları olduklarına, ibadete, tapınmaya, yalvarmaya hakları olmadığına inanır. Allahü teâlânın sevdiği, dualarını kabul eylediği kulları olduğuna inanır. Maide suresi, 35.âyetinde mealen, (Bana yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruldu. Salih kullarımın dualarını kabul ederim, dileklerini veririm buyuruyor. Buhari’de ve Müslim’de ve Künuz-üd-dekaık’te bulunan hadis-i şerifte, (Elbet, Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, bir şey için yemin etse, Allahü teâlâ, o şeyi yaratır. Onu yalancı çıkarmaz) buyuruldu. Müslümanlar, bu âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere inandıkları için, Peygamberi ve Evliyayı vesile yapmakta, onlardan dua ve yardım beklemektedir.

Evet, kâfirlerin bir kısmı, putlarının, heykellerinin yaratıcı olmadıklarını, her şeyi Allahü teâlânın yarattığını söylüyorlar ise de, putların tapınmaya hakları vardır, onlar dilediğini yaparlar ve Allah’a da yaptırırlar diyorlar. Putlarını Allah’a şerik, ortak yapıyorlar. Bir kimse, dünyada başkasından yardım istese, bana elbette yardım yapar, onun her istediği kesinlikle olur dese, bu kimse kâfir olur. Fakat, benim işim onun istemesi ile kesinlikle olmaz. O bir sebeptir. Allahü teâlâ sebebe yapışanları sever. Sebeple yaratmak Onun âdetidir. Sebebe yapışmış olmak için, bundan yardım istiyorum, dileğimi Allah’tan bekliyorum. Peygamber efendimiz de sebeplere yapışmıştır. Sebebe yapışmakla, o yüce Peygamberin sünnetine uymuş oluyorum diyerek birisinden yardım isteyen kimse sevap kazanır. İşi olursa, Allahü teâlâya hamd eder. İşi olmazsa, Allahü teâlânın kazasına, kaderine razı olur.

Kâfirlerin puta tapması, müslümanların Peygamberden, Evliyadan dua, şefaat, yardım istemelerine benzemez. Aklı olan, doğru düşünebilen, bu ikisini birbirine benzetmez. Birbirinden başka olduklarını iyi anlar. Zararı ve faydayı yaratan, ancak Allahü teâlâdır. Ondan başkasının tapınmaya hakkı yoktur. Hiçbir Peygamber, hiçbir Veli ve hiçbir mahluk, hiçbir şey yaratamaz. Allah’tan başka yaratıcı yoktur. Yalnız Allahü teâlâ, Peygamberlerinin, Velilerinin, salih kullarının, yani sevdiği kullarının isimlerini söyleyenlere, onları vesile edenlere merhamet eder. Dilediklerini verir. Böyle olduğunu, kendisi ve sevgili Peygamberi haber vermiştir. Bu haberlere uyarak müslümanlar da böyle inanmaktadır.

Müşrikler, kâfirler ise, putların bir şey yaratmadığını bildikleri halde, putları ilah ve mabud biliyorlar. Putlara tapınıyorlar. Kimisi üluhiyyette müşrik oluyor. Kimisi de, ibadette müşrik oluyorlar. (Putlarımız bize şefaat edecektir. Allah’a yaklaştıracaktır) dedikleri için, müşrik olmuyorlar. Putları mabud bildikleri için, putlara tapındıkları için müşrik oluyorlar.

Peygamber efendimiz, (Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır) buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte, (En çok korktuğum şey, âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır) buyurdu. Bu hadis-i şeriflerin ikisini de Abdullah bin Ömer “radıyallahü anhüma” bildirdi. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin, zındıkların türeyeceklerini ve kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerin müslümanlar için geldiğini söyleyeceklerini, Kur’an-ı kerime iftira edeceklerini bildirmektedir.

Müminler, Allahü teâlânın sevdiğine inandıkları kimselerin mezarlarını ziyarete gidiyorlar. Allahü teâlânın sevdiği kullarını vasıta, vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarıyorlar. Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiram da böyle yaparlardı. Peygamber efendimiz, (Ya Rabbi, istediklerini vermiş olduğun kullarının hakkı için, hürmeti için senden istiyorum) duasını okurdu. Bu duayı Eshabına öğretir ve okumalarını emrederdi. Müminler de, böyle dua etmektedir.

Hz. Ali’nin validesi olan Fatıma binti Esed vefat edince, Resulullah kabre koydu ve (Ya Rabbi, bana annelik yapan Fatıma binti Esedi af eyle! Peygamberinin ve benden önce gelmiş olan Peygamberlerinin hakkı için, ona rahmetini bol eyle) diye dua eyledi. Gözlerinin açılması için dua isteyen birisine, iki rekat namaz kılmasını, sonra (Ya Rabbi, kullarına merhamet ederek göndermiş olduğun Peygamberin Muhammed aleyhisselamın hürmeti için, Onu vesile ederek, senden istiyorum. Sana yalvarıyorum. Ya Muhammed “aleyhisselam”! Seni vesile ederek, duamı kabul edip, dileğimi ihsan etmesi için Rabbime yalvarıyorum. Ya Rabbi, duamın kabul olması için, o yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle) duasını okumasını emir buyurdu.

Âdem aleyhisselam, yasak edilen ağaçtan yiyerek, (Seylan) yani Serendib adasına indirilince, (Ya Rabbi, oğlum Muhammed aleyhisselam hürmetine beni af et) duasını yaptı. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem, Muhammed aleyhisselamı vesile ederek, yerdekiler ve göktekiler için şefaat isteseydin, şefaatini kabul ederdim) buyurdu.

Hz. Ömer, Hz. Abbas’ı beraber götürüp, onu vesile ederek, yağmur duası yapmış, duası kabul olmuştur.

Gözlerinin açılmasını isteyen birisine, okuması emrolunan duada, (Ya Muhammed! Seni...) demek, Evliyayı vesile ederken ismini söyleyerek yalvarmanın caiz olduğunu göstermektedir.

Eshab-ı kiramın ve Tabi’inin hayatını bildiren kitaplar, kabir ziyaretinin ve ismini söyleyerek şefaat istemenin ve meyyiti vesile kılmanın meşru ve caiz olduğunu gösteren vesikalarla doludur.

İbni Hacer-i Hiytemi’nin Minhac şerhi olan Tuhfe kitabına haşiyeleri ile meşhur Muhammed bin Süleyman şafi’i, Abdülvehhab oğlunun bozuk ve sapık bir yolda olduğunu, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar verdiğini, vesikalarla ispat etmiştir.
Kitabında şöyle demektedir:
(Ey Abdülvehhab oğlu! Müslümanlara dil uzatma, sana Allah rızası için nasihat ediyorum. Allah’tan başka yaratıcı olduğunu söyleyen varsa, ona doğruyu bildir! Vesikalar göstererek onu doğru yola çevir! Müslümanlara kâfir denilemez! Milyonlara kâfir dememek için, bir kişiye kâfir demek daha doğru olur. Sürüden ayrılan koyunun tehlikede olduğu muhakkaktır. Nisa suresinin (Doğru yol gösterildikten sonra, Peygambere uymayan, imanda ve amelde müminlerden ayrılan kimseyi, küfür ve irtidadda bırakır ve Cehenneme atarız) mealindeki 115. âyet-i kerime, Ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmış olanların halini göstermektedir.)

Kabir ziyaretinin caiz ve faydalı olduğunu bildiren hadis-i şerifler, pek çoktur. Eshab-ı kiram ve Tabi’in-i izam, Peygamber efendimizin mübarek türbesini ziyaret ederlerdi. Bu ziyaretin nasıl yapılacağını ve faydalarını bildirmek için kitaplar yazılmıştır.

Bir Veliyi vesile ederek dua etmek, ismini söyleyerek ondan yardım istemek, hiç zararlı değildir. İsmi söylenen zatın, tesir edeceğine, istenileni elbet yapacağına, gaybları bileceğine inanmak küfür olur. Müslümanlar böyle inanmıyor ki, kötülenebilsin. Müslüman, Allahü teâlânın sevgili bir kulundan, yalnız vesile olmasını, şefaat etmesini, dua etmesini ister. İstenileni yaratan yalnız Allahü teâlâdır. Maide suresi, 27.âyetinde mealen, (Mütteki kullarımın duasını kabul ederim) buyuruldu. Bunun için, sevdiklerinden dua istenir. Meyyitten, istekleri vermesi değil, Allahü teâlânın vermesine vasıta olması istenir. Vermesini istemek caiz değildir. Müslümanlar bunu istemez. Verilmesi için vasıta olmasını istemek caizdir. İstigase ve İstişfa ve Tevessül kelimeleri de, hep vasıta, vesile olmayı istemek demektir.

Her şeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Bir şeyi yaratmak için, başka bir mahlukunu vasıta ve sebep yapması, Allahü teâlânın âdetidir. Allahü teâlânın bir şeyi yaratmasını isteyenin, o şeyin yaratılmasına vesile olan sebebe yapışması lazımdır. Peygamberler hep sebeplere yapışmışlardır.

Allahü teâlâ sebebe yapışmayı övmektedir. Peygamberler sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Dünyadaki olaylar, hadiseler de, sebebe yapışmanın lazım olduğunu göstermektedir. Bir şeye kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebep yapan ve insanın o sebebe yapışmasını sağlayan, o sebebe yapıştıktan sonra, o şeyi yaratan, hep Allahü teâlâ olduğuna inanmak lazımdır. Böyle inanan bir kimse, bu sebebe yapışmakla, o şeye kavuştum diyebilir. Bu sözü, o şeyi sebep yarattı demek değildir. Allahü teâlâ, o şeyi bu sebeple yarattı demektir. Mesela (İçtiğim ilaç ağrımı kesti), (Seyyidet Nefise hazretlerine adak yapınca, hastam iyi oldu), (Çorba beni doyurdu), (Su, hararetimi giderdi) sözleri, bu şeylerin hep vesile ve vasıta olduklarını göstermektedir. Bunlar gibi konuşan müslümanlar, yukarıda bildirdiğimiz gibi inanmaktadır. Böyle inanana kâfir denemez. Vehhabiler de, diri olandan, yanında bulunandan bir şey istemek caizdir diyor. Birbirlerinden ve hükümet memurlarından çok şey istiyorlar. Vermeleri için yalvarıyorlar. Uzakta olandan ve ölüden istemek şirktir, diriden istemek şirk olmaz diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, birisi şirk olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor. Aralarında fark yoktur diyor.

Her müslüman, imanın, İslam’ın şartlarına, farzların farz olduklarına ve haramların haram olduklarına inanmaktadır. Her müslümanın, yaratıcı, yapıcı yalnız Allah olduğuna, Allah’tan başkasının yaratmadığına inanmış oldukları da meydandadır. Namaz kılmayacağım diyen bir müslümanın, şimdi veya burada kılmayacağım veya kılmış olduğum için kılmayacağım demek istediği anlaşılır. Ben hiç namaz kılmak istemiyorum demek istiyor diye, kimse buna dil uzatamaz. Çünkü, söz sahibinin müslüman olması, ona küfür, şirk damgasını vuracak dilleri kesmektedir. Kabir ziyaret eden, meyyitten yardım, şefaat isteyen, şu işim olsun diyen bir müslümana, küfür, şirk damgasını basmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu sözleri söyleyenin veya kabir ziyaret edenin, ya Resulallah, bana şefaat et diyenin müslüman oluşu, bu sözlerinin ve işlerinin caiz ve meşru olan imanla ve düşünce ile olduğunu göstermektedir.

Yukarıdaki bilgiler iyi anlaşılır ve iyi düşünülürse, Abdülvehhab oğlunun inançları ve yazıları temelinden yıkılmış ve çürütülmüş olur. Bununla beraber, bozuk yolda olduğunu, müslümanlara iftira ettiğini ve İslamiyet’i içten yıkmaya çalıştığını vesikalarla ispat eden çok sayıda kitap yazılmıştır.

Zebid müftüsü Seyyid Abdurrahman, vehhabilerin bozuk yolda olduğunu göstermek için (Arabistan’ın doğu tarafından kimseler çıkar. Kur’an-ı kerim okurlar. Fakat, Kur’an-ı kerim boğazlarından aşağı inmez. Ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. Yüzlerini kazırlar) hadis-i şerifi yetişir buyuruyor. Başı, yanakları tıraş etmeyi, Abdülvehhab oğlunun kitapları emir etmektedir. Diğer sapık fırkaların hiçbirisinde böyle bir emir yoktur.

Vehhabilikten önceki müslümanlar kâfirmiş!
Süud bin Abdülaziz, Mekke’ye ve Medine’ye hücum ettiği zaman Resulullah efendimizin türbesinden başka, Eshab-ı kiramın ve Ehl-i beytin ve Evliyanın ve Şehidlerin türbelerinin hepsini yıktılar. Kabirleri, belirsiz hâle getirdiler. Resulullah efendimizin mübarek türbesini de yıkmaya başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veya bedenine sakatlık geldiğinden bu cinayeti işleyemediler. Medine’ye girdikleri zaman, Süud, müslümanları bir araya toplayıp, (Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız! Resulullahın türbesi önünde durup, Ona yalvarmak yasaktır. Türbenin önünden geçerken, Esselamü âla Muhammed denir. Ondan şefaat istenmez) gibi, müslümanları kötüleyen şeyler söyledi.

Süud, çarşılarda, pazarlarda, sokaklarda, adamlar bağırtıp, (Süud’un dinine giriniz! Onun geniş olan gölgesine sığınınız!) dedirtti. Müslümanları Abdülvehhab oğlu Mehmed’in dinine sokmaya zorladı.

Süud bin Abdülaziz, her tarafa zulüm, işkence ateşlerini yağdırdığı sırada, Ehl-i sünnet âlimlerinden birini çağırıp, (Peygamber mezarında diri midir? Yoksa bizim inancımıza uygun olarak, herkes gibi ölü müdür?) deyince, (Resulullah bizim bilmediğimiz bir hayatla diridir) cevabını aldı. Süud’un bu suali sorması, onun cevap veremiyeceğini düşünerek, işkence ile öldürmek içindi. (Peygamberin, kabrinde diri olduğunu, bize göster de sana inanalım. Saçma sapan sözlerle cevap verirsen, benim hak dinimi kabul etmemekte inatçı olduğun anlaşılacağından, seni öldürürüm) dedi. Ehl-i sünnet âlimi, (Dışarıdan bir şey gösterip de seni inandırmaya çalışmayacağım. Geliniz, birlikte Medine-i münevvereye gidelim! (Muvacehe-i saadet) penceresi önünde duralım. Ben selam vereyim. Selamıma cevap verirse, inanırsın. Resulullah efendimizin, Kabri saadetinde diri olduğunu, selam verenleri işittiğini ve cevap verdiğini anlamış olursun. Selamıma cevap verilmezse, benim yalancı olduğum anlaşılır. Bana istediğin cezayı verebilirsin) dedi. Süud, bu sözleri işitince, Ehl-i sünnet âlimini salıverdi. Süud, bu cevaba çok kızmıştı. Çünkü, bu işi yapsaydı, kendi inancına göre, kendisi de kâfir, müşrik olurdu. Şaşırıp kaldı. Çünkü, buna karşılık verebilecek bir bilgisi yoktu. Rezil olmamak için, âlimi serbest bıraktı. Sonra, kendi adamlarından birine, bu hocayı bulup öldüreceksin ve ölüm haberini bana hemen bildireceksin dedi. Allahü teâlânın takdiri ile, bu vehhabi bir yoluna getirip de, o zatı öldüremedi. Bu korkunç haber, ağızdan ağza, o zata kadar ulaştı. Bu mücahid zat, artık Mekke’de bulunmanın doğru olmayacağını düşünerek, başka yere hicret etti.

Süud, mücahid zatın Mekke’den çıktığını haber aldı. Arkasından kiralık katil gönderdi. Bu katil, (Bir Ehl-i sünneti öldüreceğim, çok sevap kazanacağım!) diyerek, gece gündüz durmadan gitti.

Mücahid zata yetişti ise de, o zat, biraz önce kendi eceli ile vefat etmiş idi. O zatın devesini bir ağaca bağlayıp, su aramak için, bir kuyu başına gitti. Gelince, yalnız deveyi gördü. O zatı bulamadı. Süuda gidip olanları söyledi. Süud, (Evet, evet! Ben o zatın zikir ve tesbih ile göklere çıkarıldığını rüyada gördüm. Nur yüzlü kimseler, bu cenaze filan zattır. Ahir zaman Peygamberine dürüst inandığı için, cenazesi semaya kaldırıldı dediğini işittim) cevabını verince, (Beni böyle mübarek bir zatı öldürmek için, gönderirsin. Allahü teâlânın ona olan ihsanını gördüğün halde, bozuk inancını düzeltmezsin) diyerek sövüp saydı. Kendi tevbe etti. Süud, adamının bu sözlerine kulak bile vermedi.

Süud, Medine ahalisini Mescid-i Nebiye toplayıp, Mescid kapılarını kapatıp, kürsüye çıktığı zamanda ise şöyle demişti:
(Ey cemaat! Size nasihat vermek ve emirlerime uymanızı tembih etmek için buraya topladım. Ey Medine ahalisi! Bugün dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz. Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler. Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir. Peygamberin türbesi önünde, dedelerinizin yaptığı gibi salat ve selam söylemek için saygı ile durmak, vehhabilik dininde yasaktır. Türbe önünde durmayıp, geçip gitmeli. Giderken yalnız, (Esselamü ala Muhammed) demelidir. Peygambere saygı, imamımız Muhammed bin Abdülvehhab’ın ictihadına göre bu kadar yetişir.)

Aslında birkaç satırını yazdığımız sözlerinde, bunların ne derece sapık oldukları açıkça görülmektedir. Vehhabiler, Âdem aleyhisselamın peygamber olduğuna inanmadıkları için ve bütün müslümanlara müşrik yani kâfir dedikleri için, kâfir olmaktadır. Türkiye’deki vehhabiler kendilerine selefiye demektedirler. Selefiye, vehhabiliğin kamufle adıdır. [Selefiyecilik nedir maddesine bakınız]
Aşağıda yazacağımız inançlara sahip olanlar vehhabidir.

Vehhabilerin üç temel inancı
Abdülvehhab oğlunun Kitab-üt tevhid ve torununun buna yaptığı Feth-ül mecid adındaki şerhde, 250’den fazla bozuk inanışları vardır. Bunların temeli, üç meseledir.

Diyorlar ki:

1- Amel [ibadet], imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan kâfir olur. Bu öldürülür, malları vehhabilere taksim edilir.

2- Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzakta olan diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.

3- Mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, caiz değildir. Haremeyn halkı şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Sünniler ve Şiiler bunun için müşriktir. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek helaldir, kestikleri leş olur.

Diğer yanlış inançlarından bazıları:

1- Bir Mezhebe uymayı kabul etmezler.

2- (Türbelerdeki Evliyaya tevessül etmek, şirktir. Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarına türbe yaptırmak, Allah’tan başka şeylere tapınmaktır. Her türbe puthanedir. Bunların çoğu Lat ve Uzza putları gibidir. Müslümanların çoğu müşrik oldu) derler.

3- Şefaate inanmazlar.

4- Keramete inanmazlar.

5- Tasavvufa inanmazlar. Bu konuda şöyle diyorlar:
(Tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Tasavvufcular, şirk ve küfür üzeredir. Bunların kitapları, Ebu Cehlin hatırlarına gelmeyen şirk ile doludur. Mürid şeyhine tapınıyor. Evliyanın mezarlarını putlaştırıyorlar. Onlara tapınıyorlar. Mısırlıların en büyük mabudları Ahmed Bedevidir. Muhyiddin-i Arabi, yeryüzünün en büyük kâfiridir.)

6- Allahü teâlâ için adak yapmak ve hayvan kesmek ve bunların etlerini fakirlere dağıtıp, sevaplarını Peygamberlere ve Evliyaya hediye etmek şirk diyorlar.

7- Resulullahı övmeye, Ondan şefaat istemeye şirk, böyle yapan müslümanlara müşrik, yani puta tapan kâfir damgasını basarlar. (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua, şefaat istemek, ona tapınmak olur. Mescid-i nebeviye namaz kılmak için girenin, selam vermek için, kabre gitmesi, Hücre-i saadeti ziyaret için, uzak yerlerden gelmek yasaktır) derler.

Resulullahı metheden imam-ı Busayri’nin (Kaside-i bürde)sinden örnek vererek: (Bu sözler Allah’tan başkasına güvenmek, mahluku büyültmektir. Şirktir) derler.

8- (Arş kadimdir), (Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır) derler.

9- Sebeplere yapışmaya, vesileye, tevessüle şirk derler.

Not: Bütün bu bozuk inanç ve iddialarına diğer maddelerde cevap verilmiştir.

İbahilik nedir?
Sual: Vehhabilik, selefilik adı altında sinsice hızla yayılıyor. Mezhep, âlim falan tanımıyorlar. Vehhabi olmayana kâfir diyorlar. Vehhabilikten önce ölenlerin de müşrik yani kâfir olarak öldüklerini söylüyorlar. İslam âlimleri Vehhabilerin kâfir olduklarını bildirmiş midir?
CEVAP
Vehhabiliği ingilizler kurdurmuştur. Vehhabilerin kâfir olduklarına dair bir çok kitap yazılmıştır.

Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftisi ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyhul-hutebası idi. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram), (Firreddi alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezhebi İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında Vehhabilerin içyüzlerini açıklamakta, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle göstermektedir.

Yusüf Nebhani’nin (Şevahid-ül-hak) kitabında, ikinci Abdülhamid hanın bahriye mirlivası [amirali] Eyyub Sabri Paşanın (Tarihi Vehhabiyan) ve (Mirat-ül-Haremeyn) kitaplarında da iç yüzleri yazılıdır.

İbni Abidin’in üçüncü cildinde bagileri anlatırken ve (Nimet-i İslam) kitabının nikah bahsinde, Vehhabilerin ibahi yani dinsiz oldukları açıkça yazılıdır.

İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Vehhabiler, kendilerini Müslüman sayıp, vehhabilere muhalif olanların müşrik olduğuna inanırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. (Redd-ül muhtar)

Nimet-i İslam kitabını her yerde bulmak mümkündür. Bu kitapta Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmek caiz olduğu bildirilirken Vehhabilerle evlenmenin caiz olmadığı bildiriliyor. Şirk sebebiyle muharremattan olanlar bahsinde bâtıniyye ile evlenmenin haram olduğu bildirildikten sonra, 1 numaralı dipnotta deniyor ki:
(Bâtınıyye ki, onlara Talimiyye ve İsmailiyye ve İbahiyye dahi denir. Son asırlarda onlar vehhabiyye ismini almışlardır Ve din kisvesi içre, öteden beri dinsiz oldukları halde ehl-i dine ihanet ede gelmişlerdir.)

Not: Nimet-i İslam kitabı, herkes tarafından en sahih ilmihal olarak kabul edilmektedir. Mezhepsizler bile bu kitabı övmektedir. Mezhepsizliği savunmak için (Mezhepsizlik Yaygarası) isimli kitap yazan müteveffa Ahmet Gürtaş bile, adı geçen yaygarasında Nimet-i İslam için "Şaheser" tabirini kullanmıştır. İbni Âbidin hazretlerinin Redd-ül muhtar kitabı ise en sahih, en kıymetli fıkıh kitabıdır.

Kâfir mi, bidat sahibi mi?
Sual: Vehhabiler için, Herkese Lazım Olan İman kitabında, bidat sahibi denirken, İslam Ahlakı kitabında ise, kâfir deniyor. Bu fark nereden ileri geliyor?
CEVAP
Konular anlatılırken, bunların o hususlardaki bazı iddia ve inanışları küfür oluyor, bazıları bid’at oluyor. Küfür olan inanışları yüzünden kâfir, bid’at olan inanışları yüzünden bid’at ehli deniyor. Mesela, (Peygamberler, kabirlerinde, namaz kılarlar) gibi hadis-i şerifleri tevil ediyorlar, bu konularda bid’at ehli oluyorlar. (Herkese Lazım Olan İman)

İdris, Şit ve Âdem aleyhimüsselamın peygamber olduklarını inkâr ettikleri için ve Müslümanlara müşrik dedikleri için kâfir olurlar. (İslam Ahlakı)

Vehhabilerin kâfir oldukları, Nimet-i İslam kitabının nikah bahsinde de yazılıdır
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
Said Nursi'nin itidal üzere yorumları bir takım müfterilerin iftiralarından hakikidir....
Nimeti İslam yazarı vehhabileri kafirlikle itham ediyor ise çok büyük bir cürüm işlemiştir, Allah affetsin...
 

Aisa

New member
Katılım
8 Kas 2007
Mesajlar
79
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Baku
Selamun aleykum wa rahmatullahi wa barakatuhu
Kardesler, ben Azerbaycan'dan katildim. Burda vahhabi denilen insanlarin mescidi var. Ben de bazan oraya gidiyorum. Sizin soylediginiz kotu seyleri onlarda hic gormedim. Onlar Allah, Kuran ve peygamberimiz (sas) sunnetinden baska bir sey kabul etmiyorlar. sizce bu yanlis bir sey mi? burda "Ingiliz casusun etiraflari" kitabindan sitatlar getiriliyor. Lutfen boyle sacma seylere inanmayin. Devleti icin her seyi goze alan bir ingiliz devletini dunya'da rezil etmeye kalkisar mi? Ebu Zerr kardesim, ben vahhabi degilim, elhamdulillah muslimanim diyorsunuz. Ya vahhabi denilenler kim? Vahhabilerin turkleri sevmedigini diyorsunuz, yalandir. Burda vahhabi denilenler turkleri seviyorlar, hatta sorulari oldugunda turk alimlerine soruyorlar. Burdaki vahhabi denilenler kendilerinin ahli-sunna'den olduklarini soyluyorlar (bence de oyleler). Sizlerden 1 farklari var: siz 4 mezhebin ahli-sunna oldugunu dusunuyorsunuz. onlar 4 mezhebi kabul ediyorlar, amma 1 olarak. Yani ehli-sunna bir toplumdur. Peygamberimizin zamaninda 4 mezheb olmamis, tek 1 toplum olmus ki, bu da ehli-sunne'dir. Bir de siz her seyin sonunu Osmanli'ya ve ya TC-ne bagliyorsunuz ki, bu da dinizmizde begenilmeyen bir sey. Vahhabilerin millet vs. anlayislari kabul etmedigini soyluyorsunuz, halbuki onlar milleti sevmeyi degil, milletciliyi kabul etmiyorlar. Gunumuzde Tur. turklerinin cogunun yaptigi seyi- lutfen kabul edin ki, Turkiye'de milliyetciler cok. Hatta bazilari bilmeden ve ya bilerekden milleti dinden ustun tutuyorlar. Bir tarikat hakkinda konusarken hissimiz degil, aklimiz onde gelmeli. Ve lutfen adaletli olalim. Dogrusunu Allah bilir.....
Selamun aleykum
 

Aisa

New member
Katılım
8 Kas 2007
Mesajlar
79
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Baku
Ha Saudi konusuna dokunmayi unuttum. saudi Arabia-nin ingilizlerle elbir oldugunu soyluyorsunuz. buna delilleriniz var mi? unutmayin ki, iftira atmak buyuk gunah. dunya'da islamin korundugu bir ulke varsa o da Saudi Arabia. Eger ordakilarin sakal saklamasi ve pantlonu kisa giydikleri icin "vahhabi" (yani kotu) olduklarin dusunuyorsaniz (bizim ulke'de coklari bunun icin onlarin vahhabi oldugunu dusunuyor), peygamberimizin (sas), sehabelerin ve buyuk islam alimlerinin yaptiklarini tartismis olursunuz. Saudi Arabia-da dini ahkamlarin yerine getirildigi kadar Turkiye'de ve ya Azerbaycan'da da yapiliyor mu?
bir de umman kardesim, vahhabilerin camaat namazinda ayaklari birlesdirmeye calisdiklarini soyluyorsun. Bu muslumanlarin birlesmesidir. Yalnizca ayak degil, omuzlar da birlesmeli. bu seytanin saflara gecmemesi icindir. Hem onlar akide konusunda Imam Safii, Hanbeli, Hanefi, Bin Baz, Teymiyye, Useymin, Fouzan (r.a) alimlerin fikirlerine uygun hareket ediyorlar.Yoksa siz onlari kabul etmiyor musunuz?
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
Ilk olarak turk olmadigimi yabanci oldugumu soylemek istiyorum Turkiyeyi burakali 2 sene oluyo ,dolayisiyla da turkceyi de biraz unutmus durumunda bulunuyorum,fakat insha-Allah yazdiklarimi anlar kusurumabakmazsiniz...Ewet su anda heryerde popular oldugu gibi turkiyede de bu vehabizam konusu konusuluyo tartisiliyo...Acikcasi ben bircok internet sayfalarinda vehabizmin tanimini okurken kafami karistiran ve soru isareti yaratan bazi dikkat cekici tanimlara rastlandim...onlardan birtanesi de su:Vehabizam iste Muhammed ibn Abdulvehhab tarafindan baslatiilan yeni bir din getirmeye hedefiyle bir harekattir...Halbuki burda dikat edilmesi en onemli sey Muhammed IBN Abdulvehhabtaki su IBN'i anlamaktir...iBN arapcada soylendigi anda bir kimsenin babasini belirtmek icin kullanilir...burda da oldugu gibi ibn (dan,den)kelimesinden Abdulvehhabin Muhammedin babasi oldugu soyleniyo...Fakat Abdulevahhabi kimse suclamiyo butun suclamalar Muhammede gidiyo hatta ve hatta bu Muhammede karsi kendi babasi bile cikiyo....Babasi kendi ogluna her turlu hakaretler yapip kendi oglunu mahkemeye veriyo cezalanidirsin diye...neden?..Oglu Muhammed iste dinde olmayan seyleri soyluyo davet ediyo wesaire...Bazen dusunuyorum da su MENDELEVIYUm elementine neden oyle isim verilmis cevabi da cok acik ve net ,onu mendeleyev icaat etti icin,,,oyle degil mi?buna bakarak su Muhammed eger bi harekat baslatirmissa neden ona ismini Muhammedizam degil de VEHABIZAM der ki?...ki babasi zaten ona karsi.iste buna kafam cok karisiyo...Bundan dolayi emin olmak icin bazi insalara hukum vermemek icin gunaha girmemek icin Muhammedin en azindan bir kitabini okumaya karar verdim...sonucta herseyi bilen isiten insanlardaki niyetleri bilen bir tek Allahtir dolayisiyla da birilere hukum dusurmek(kafirdir,yanlis yolldadir)gibi seyler elimizde degil en iyisini Allah bilir...kitabul Tewhid denilen Muhammed ibn Abdulvehhabin yazmis oldugu bu eseri okurken Qu'ran ve Sunnette ait olmayan seylere rastalmadim yine de soyluyorum Allah Subhane herseyi bilen her seyi isitendir bundan hic suphemiz yok...zaten suphelenen olursa o kitabi alip okusun ve kendisi kararini versin,,,bunun gibi ciddi ve onemli konular dedikodulara kalmamis...okumak lazim bilmek lazim...Vehabi dedikleri insalar kendilerine ben vehabiyim demezler aksi taktirde bunu diyorlar:Bana vehabi diyenin ne bu dunyada nede Ahirette hakkimi helal etmeyecem"boyle bi ciddiyetlik var adamlarda...Suphesiz ki hepimiz Allahin onunde cikip hesap verecegiz...Ademin ogluna en agir seylerden birtanesi de Ahirette birinin hakkiyla gitmesidir...affedilmesi icin ilk once hakkini yedigi insandan af dilemek gerek bu da aramizda cok iii bilinen konulardan birtanesidir...Adamlar su internet sayfalarinda mesela IBn Teyymiye'ye sapik diyorlar ki ondan hic bir fetva hicbir ibn Teyymiye'ye ait dusunce verilmeden hukum dusuruyorlar...ya kardesim bu is dedikodulara kalmamis bize konustugun adam hakkinda yaptigi seyler soyledigi seyler yazin soyleyin bilelim yani bu adam neden sapik bu muhammed ibn abdulvehhab neden yanlis yoldadir deliler versinler Ispatlar ciksin orataya Vallahi diyorum soylenen her sey icin yapilan herseyi icin Allahin huzurunda hesap verilecek...birseyi okudun yada duydun her neyse o seyi ogrenmek kabul etmen icin ii arastirman lazim ne kadar dogru olup olmadigina dahil delileri bilmen lazim...Allahin huzurunda ciktiginda ne diyeceksin ya ben internet oyle okudum mi diyeceksin? ki Allah azze ve cell Qu'ran'da diyor ki..."Ya siz iman edenler size gunahkardan bir haber geldigi anda onu iyice arastirin"Bu insanlar neden Allahin Kitabini okumuyo bu dunyanin butun sIrlarI Qu'ran'dadir bizlere Allahtan verilen rahmettir o Kitab...Qu'ran bizim bedelimizdir sheytan o sekilde bize yaklasamaz zaten Allahin Kitabiyla zaman geciren insani sheytan sevemez kacar ondan...bircok toplumlarin Qu'ran dan uzaklastigi icin buyuk bi fitnettedir(fitna)bulunuyorlar...Allah emir etti Peygamber Muhammed s.a.w.s emir etti dedin anda adamlara zor geliyo sIrf onu uygulamak icin yapmak icin...Allaha inaniyormusun dedin anda ewt inaniyorum der eger ki inaniyorsan Ona neden itaat etmiyorsun(bu da ikiyuzlugun ozelliginden biratnesidir)biliyorsun fakat yapmiyorsun...Allah azze we celle bizlere Ispatlar veriyo dogru yolldan sapmayalim diye,,sizlere simdi cok sayida sIrplarin islam dini kabul ettiklerini soylersem inanirmisinniz,aranizda bosnyakca bilen varsa islamskadrzava 'islamske teme' bolumunde girsin baksin NUM 'pokajnici'bolumunde baksin ne kadar sIrp kiz ve erkeklerin islami kabul etiklerini gorsun..SIrplardan birtanesi islama geciti anda dedi ki:Belgratteki camiye namazimi kilmaya gittim anda maalesef ben camideki imamin ve ordaki cemaat tarafindan 'vehabi'etiketimi aldim maalesef diyo..bu adam hristiyan ailesinden terbiye edilmis birisidir neden yanlis yolu kabul etsin ki ?bizim muslumanlarin gormedigi,o sIrp kardesimizin gordugu sey nedir?Ewt kardes diyorum cunku Allah mu'minlere Qu'randa oyle demis mu'minler kardesttir...oyle degil?Ben bosnyagam aslen kosovaliyim ve bircok Bosna hersek'te olsun sirbistan'da olsun ordaki olan olaylari bilir ilgilenirim...Hakkinizi helal eden ben biraz dalmisim fazla vaktinizi almak istemiyorum...Es-Selamu Aleykum we rahmetullahi we berekatuhu

Khattab isimli üye yazmış

iktibas.info forumundan alıntıdır
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt