Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ulemalar (N)

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
NİZÂMEDDÎN HÂMÛŞ


Buhârâ'da yetişen büyük velîlerden. Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin talebesi veSa'düddîn Kaşgârî'nin hocasıdır. İsmi, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş'tur. Doğum ve vefât târihleri bulunamamıştır. Sekizinci asrın ortalarında doğup, dokuzuncu asrın ortalarında, doksan yaşlarında vefât ettiği bilinmektedir.

İlk zamanlarda lüzûmu kadar zâhirî ilimleri tahsîl etti. Sonra, tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı, riyâzet ve mücâhede ile nefsini terbiye etmek için çok gayret etti. Nefsin istediği, beğendiği şeyleri yapmaz, dâimâ ona zor gelen şeyleri yapardı. Bu yoldaki gayretlerinin neticesinde, kendisinde keşf ve kerâmet hâlleri görülmeye başladı.

Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinin en yüksek talebesi ve halîfesi olan Hâce Alâüddîn-i Attâr, Buhârâ'ya gelmişti. Bunu haber alan Nizâmeddîn-i Hâmûş, onun sohbetlerinde bulunmak üzere huzûruna giderken, Mevlânâ Saîd ile karşılaştı. Mevlânâ buna; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz ona çok tesir etti. Alâüddîn-i Attâr'ın sohbetlerinde bulunmak arzusu arttı. Oraya vardığında, Hâce Alâüddîn onu görür görmez; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz, yolda kendisine Mevlânâ Saîd'in söylediği sözün aynısıydı.

Zâten büyük bir arzu ve istekle gelen Nizâmeddîn, onu görür görmez bu kerâmeti ile de karşılaşınca, sevgi ve muhabbet ateşi içine düştü. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunmakla duyduğu lezzeti, başka şeylerde bulamıyordu. Her şeyden yüz çevirip, sâdece o büyük zâtın sohbetlerinde bulunmaya, bu şerefli ve kıymetli sohbetlerden istifâde etmeye gayret etti. Bu teslîmiyetinin meyvelerini kısa zamanda toplayıp, Hâce hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu.Zamânın en büyük âlim ve velîlerinden biri olarak yetişti.

Birçok fazîlet ve üstünlüklerin kendisinde toplandığı, kerâmetler ve hârikalar sâhibi çok yüksek bir zât idi. Namaz kılmak üzere bir mescide varsa, o anda da mescidin kapısı kilitli olsa, içeri girmek niyetiyle elini uzatınca, Allahü teâlânın izni ile kapı açılır ve rahatlıkla içeri girerdi. Sohbetinde bulunanlara, hocasından aldığı yüksek ilimleri anlatıp, çok faydalı olurdu. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler.

Sohbetlerine devâm edenlerden birisi şöyle anlatır: "Bir gün Nizâmeddîn Hâmûş'un huzûrunda bulunuyorduk. Bir ara kalbime bâzı uygunsuz düşünceler geldi.Keşif yoluyla bu hâlimi anlıyarak, bana döndü ve buyurdu ki: "Kalbini bu türlü düşüncelerden uzak tut. Hak ehli, Allahü teâlânın izni ile herkesin gönlünden geçeni bilebilirler. Allahü teâlâ ise herkesten iyi bilir. Vallahi kırk yıldır ihtilâm olmadım. Sebebi şu idi ki, bir gün rûhâniyet âleminden bir cemâat yanıma gelerek, ihtilâm olmamaya gayret etmemi, her ihtilâm olmamda derecemden kaybedeceğimi söylediler. Bu sebepten kırk yıldır bu emre uymaktayım."

Mevlânâ Nizâmeddîn hazretlerinin hâli, velîlik yolundaki derecesi o kadar yüksekti ki, huzûruna gelen bir kimsenin kalb hâlini Allahü teâlânın izni ile anlar, o kimse tasavvuf ehli, istidât sâhibi bir kimse ise, onunla zühd ve takvâdan konuşurdu. Şâyet gelen kimse bid'at ehli, fâsık biri ise, ondan sıkılır ve rahatsız olurdu. Onlar öyle büyük zâtlardı ki, karşılaştıkları herkese o kimselerin durumlarına göre konuşurlardı. Birisi ile konuşacakları zaman, kalb gözleriyle o kimsenin durumunu kontrol edip anlar sonra ona göre konuşurlardı. Bunun için, insanlara göre konuşmaları farklı olurdu. Bu büyüklerden biri, sevdiklerinden birine buyurdu ki: "Tasavvuf ehlinin hâllerinden anlamıyan kimselerle karşılaştığımızda, onlarla basit meselelerden konuşuyoruz. Onlara bu yolun yüksek hâllerinden, kalb mârifetlerinden anlatmak istiyorum ve hattâ bâzan bunun için kendimi zorluyorum, fakat istidâtları olmadığı için konuşamıyorum. Sizinle sohbet ederken de, bâzan diğer insanlarla olduğu gibi konuşmak istiyorum ve hattâ bunun için kendimi zorluyorum, ama onlarla konuştuğum gibi konuşamıyorum."

Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn-iHâmûş, güzellik ve letâfette kemâl derecesindeydi. İnsanların hâllerinden, ahlâklarından çok müteessir olurdu. Sâde olmayı tercih eder, süslenmeden hoşlanmazdı. Kendini bir hiç kabûl ederdi. Kendisinden meydana gelen kerâmetlerin de, hocalarının ve diğer büyüklerimizin latîfe ve sıfatları olduğunu söylerdi. Çünkü bu büyüklerin âdetleri, gönüllerini benlik dâvâsından uzak tutmaktı."

Yine Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi aleyh) anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş, bizim memleketimiz olan Taşkend'e geldiği zaman, bizde misâfir olurdu.Bunu büyük nîmet bilir, hizmette kusûr etmemeye çalışırdık. Yine bir gün bizde misâfir iken bir ara; "Âh! Üzerime bir ağırlık çöktü. Gâliba filân kimse geliyor diyerek, Şâş vilâyetinden birinin ismini söyledi. Üzerine çöken ağırlık sebebiyle "Lâ havle..." okumaya başladı. Biraz sonra söylediği kimse çıkageldi. Nizâmeddîn Hâmûş, gelen kimseye; "Hoş geldiniz. Beri gelin, nisbetiniz sizden evvel geldi" buyurdu.

Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden olanSeyyîd Şerîf Cürcânî hazretleri, HâceAlâüddîn-iAttâr'ın sohbetlerinde bulunurdu. "Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine kavuşunca Rabbimi tanıyabildim" buyurmuştur. Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretleri, bir gün Hâce Alâüddîn'e; "Efendim, bendenizi talebelerinizden birine havâle edin. Sizden sonra onun sohbetlerine devâm edeyim." diye arzetti. Bunun üzerine onu, Nizâmeddîn Hâmûş'a havâle ettiler. Seyyîd Şerîf Cürcânî, bundan sonra Mevlânâ Nizâmeddîn'in sohbetlerine devâm etti.

Müslümanlar, bir bedenin uzuvları gibidir. Bir bedenin uzuvlarından birinde bir ağrı, sızı olunca; nasıl ki, bütün beden bu ağrı ve sızıyı hisseder, onun tesirinde kalırsa, Nizâmeddîn hazretleri de böyleydi. Talebelerinden, Mevlânâ'yı sevenlerden birisi bir sıkıntıya düşmüş olsa, o sıkıntıyı fazlasıyla Mevlânâ hazretleri de çekerdi.

Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde sık sık şöyle buyurdu:

"Susmak, konuşmaktan çok daha faydalıdır. Susmak ile ve hâl lisânı ile insanlara faydalı olamıyan, konuşmakla hiç faydalı olamaz."

"Büyüklerin huzûrlarında, sohbetlerinde bulunurken, uygunsuz düşüncelerin kalbe gelmemesine çok gayret ve dikkat etmelidir. Zîrâ bu büyükler, Allahü teâlânın izni ile o düşünceleri anlarlar ve bundan çok müteessir olurlar."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
NÛR MUHAMMED BEDÂYÛNÎ

Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi altıncısıdır. Seyyid olup soyu Peygamber efendimize ulaşır. Hindistan'ın Bedâyûn şehrindendir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1722 (H.1135) senesinde Delhi'de vefât etti. Türbesi, Hindistan'ın Delhi şehrinin güney tarafında, Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın türbesinin batısında olup ziyâret edilmektedir.

Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, ilmini ve feyzini İmâm-ıRabbânî hazretlerinin torunu, büyük âlim ve mürşid-i kâmil Muhammed Seyfüddîn-i Farûkî'den aldı. AyrıcaMirzâ Hâfız Muhsin'den de ilim öğrendi. Seyfüddîn-i Fârûkî hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icâzet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki; sarf, nahiv, mantık, meânî, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta zamânının yegâne âlimi ve rehberi idi. Tasavvuf ehli onunla iftihâr etmişlerdir. İnsanlar ondan feyz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalbleri zikretmeye başlardı. "Sokakta fâsıkla, günâha dalmış kimse ile karşılaşmak kalbde zulmet hâsıl eder." buyururdu ve talebelerinin hangi fıskı, günahı işleyenle karşılaştığını haber verirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhûru ve halîfesi, "Mazhar-ı Cân-ı Cânân" hazretleri olup, evliyânın büyüklerindendir.

Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma husûsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununu helâlden tedârik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve açlık ağır bastıkca azar azar yerdi. İstiğrâk ve cezbe hâlleri yâni tasavvufda ilâhî aşk ile kendinden geçme hâli pek ziyâde idi. On beş sene bu hâl üzere yaşadı ve tasavvufî hâllere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu hâlden ayıklık hâline dönmüştür. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve âdetlerde de Peygamber efendimize tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamber efendimizin hayâtını ve yüksek ahlâkını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resûlullah efendimize uymaya çalışırdı.

Bir defâsında helâya girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını içeri atmıştı. Bunun üzerine tasavvufdaki hâlleri bağlandı. Üç gün Allahü teâlâya yalvarıp, tazarrû ve niyâzda bulunduktan sonra hâlleri tekrar açıldı. Dünyâya düşkün olanlar ile görüşmekten tamâmen sakınırdı. Yiyeceklerinin helâl olması husûsunda çok dikkatli davranırdı. Dâimâ murâkabede bulunurdu. Böylece, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, Allahü teâlâya yönelerek o kadar çok ibâdet ve tâat yaptığından beli bükülmüştü. Buyurmuştur ki: "Otuz seneden beri kalbimden insanın tabiî gıdâsı olan şeyleri yemek geçmedi. Ne zaman yiyeceğe ihtiyaç duysam yanımda bulduğumu yerdim." Günde yalnız bir defâ yemek yerdi. Kazançları ve yemekleri şüpheli olanların ikramlârına el uzatmazdı.

Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, nâzik bir tavırla; "Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız!" buyurdu. Bu yiyecek helâldendir diye arzettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar. Dünyâya düşkün olan bir kimse, kendisinden emânet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere kor üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirâyet eden zulmet, sohbeti bereketiyle dağıldıktan sonra alıp okurdu.

Evliyânın büyüklerinden ve Seyyid Nûr MuhammedBedâyûnî hazretlerinin en başta gelen talebesi olan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ondan bahsederken, gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi; "Sizler Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Eğer görmüş olsaydınız, îmânınız tâzelenir ve Allahü teâlâ ne büyük kudret sâhibidir ki, böyle mübrek bir zât yaratmış derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini o, kalb gözüyle görür ve anlardı. Hayâtı baştan sona fazilet ve kerâmetler ile doludur."

Bir defâsında bir talebesi huzûruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp ona bakmıştı. Hocası Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî'nin huzûruna girince, sende zinâ zulmeti görüyoruz buyurarak yabancı kadına bakması sebebiyle günaha girdiğine işâret etmiştir.

Bir defâsında râfizî olup, Peygamber efendimizin arkadaşlarından bâzılarına düşmanlık besliyen iki kişi, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin huzûruna gelmişlerdi. Râfizî olduklarını saklayıp, kendisine tâbi olmak istediklerini söylemişlerdi. Onların sapık îtikâdda olduklarını anlayıp; "Önce bozuk îtikâdınızdan vazgeçin sonra tâbi olma arzusunda bulunun" buyurdu. Bu iki râfizîden biri huzûrunda tövbe edip, sapık îtikâdından vazgeçti ve saâdete erdi. Diğeri ise sapıklığında ısrar edip, saâdetten mahrûm kaldı.

Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin evinin yakınında oturan bir kişi, bir dükkân açıp, afyon, esrâr satmaya başladı. Bunun üzerine Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri; "Afyonunun zulmeti bizim bâtın nisbetimizi kederlendirdi" dedi. Bunu işiten talebeleri afyon satan adamın dükkânını yıkıp harâb ettiler. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, bu işi duyunca üzülüp; "Onun dükkânını harâb etmeniz bizi daha çok kederlendirdi. Çünkü onun afyon, esrâr satmasına mâni olma işi, devletin hâkiminin vazifesidir. Siz başkasının işine müdâhale ettiniz. Böylece dînin emrine muhâlif iş yapıldı. Önce ona; haram olan bu işten vazgeçmesi yumuşak bir dil ile anlatılır. Sonra vaz geçmezse mâni olunurdu" dedi. Sonra dükkânı harâb edilen kimseye altın gönderdi. Talebelerine onunla helâllaşmalarını söyledi. Talebeleri altını verip onunla helâllaştılar. Bunun üzerine, afyon ve esrâr satmaktan vazgeçip, tövbe etti, sonra da Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin talebesi olup, sâlih bir zât oldu.

Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gün hocam Mirzâ Hâfız Muhsin'in kabrini ziyârete gitmiştim. Kabri başında murâkabeye daldım. Bu hâlde iken kendimden geçtim ve hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sâdece ayaklarının alt kısımlarına toprak tesir edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Sâhibinden izinsiz, o geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın tesiri bu sebepledir." Takvâda çok ileri gidenin evliyâlıkta yükselmesi muhakkaktır."

CİNLER KIZIMI KAÇIRDI

Bir gün ihtiyar bir kadın, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin huzûruna gelip; "Cinler kızımı kaçırdılar! Ne yaptıysak bir çâre bulup onların elinden kurtaramadık. Sizden istirhâm ediyorum, kızımın cinlerin elinden kurtulması için bir çâre bulunuz!" dedi. Bunun üzerine Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri bir müddet oturup murâkabeye daldı. Sonra o ihtiyâr kadına; "İnşâallah kızın falan vakit gelecek!" dedi. Buyurduğu gibi vâki olup, cinlerin kaçırdığı kız işâret ettiği vakitte geldi. Cinlerin elinden kurtulup gelen kıza nasıl kurtulup geldin? diye sorduklarında; "Sahrâda cinlerin elinde esirdim. Birden bire mübârek bir zât gözüküp beni onların elinden kurtardı ve bir anda buraya getirdi" dedi. Bu hâdiseye şâhid olan bir zât, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine; "Neden oturup murâkabeye daldıktan sonra, kadına, kızın falan vakit gelecek dediniz de murâkabeye dalmadan hemen söylemediniz?" diye sorunca; "O kızın kurtulması için himmet gösterip Allahü teâlâya duâ ettim. Sonra bana ilham-ı ilâhî ile kurtulacağı bildirildi. Bu fakîrin teveccühü ve himmeti bu işe tesir etti" buyurdu.

YEMEKTE ZULMET VAR

Hindistan’ın Bedâyûn, şehrinde doğan bu zât,
Yine bu memlekette; Delhi de etti vefât.

Seyfeddîn Fârûkî’nin, bulunup sohbetinde,
Bir Kâmil-i mükemmil, oldu nihâyetinde.

İnsanlar her taraftan, feyiz ve nûr almağa,
Artık onun yanında, başladı toplanmağa.

Teveccüh etse idi, talebeye bir kere,
Hemen o talebenin, başlardı kalbi zikre.

Helâlinden alırdı, ekmeğinin ununu,
Ve kendi yoğururdu, eliyle hamurunu.

Dînin emirlerine, eylerdi tam riâyet,
Haramdan kaçınmağa, ederdi hayli gayret.

Devamlı okuyarak, Resûl’ün hayatını,
Ona göre yapardı, her iş ve tâatını.

Helâya, sağ ayakla, girmişti bir gün sehven,
Tasavvufî hâlleri, bağlandı bu sebepten.

Üç gün tövbe ederek, yalvarınca Rabbine,
Önceki hâllerine, kavuştu aynen yine.

Dünya düşkünleriyle, görüşmezdi kat’iyyen,
Her gün yiyeceğini, seçerdi helâlinden

O kadar çok ibâdet, etmişti ki hayatta,
Çok ayakta durmakdan, büküldü beli hattâ.

Buyurdu: “Otuz yıldır, her hangi bir yemeği,
Geçirmedim kalbimden, pişittirip yimeği.

Ne zaman yiyeceğe, gerek duysaydım bilfarz,
Yanımda ne bulduysam, o şeyden yerdim biraz.”

Bir günde, bir defa ve helâl yerdi muhakkak,
Bir yemek şüpheliyse, dururdu ondan uzak.

Yemek ikrâm etmişti, kendisine bir zengin,
Bir bahâne söyleyip, yemedi ondan lâkin.

O dedi ki: “Efendim, helâldi yemeğimiz,
Çok üzüldüm, acaba, ne için yemediniz?”

Yakın talebesine, buyurdu ki o hemen,
“Yemekte zulmet vardı, yemedim bu sebepten.”

Onlar araştırdılar, gizlice bunu derhâl,
Gördüler ki yemeğin, malzemesi hep helâl.

Sonra anladılar ki, o kimsenin niyyeti,
Hâlis değil, mâlesef, gösterişmiş meğer ki.

Dünyaya düşkün biri, bu zâttan emâneten,
Bir kitap isteseydi, verirdi onu hemen.

Lâkin geri gelince, iki-üç gün müddetle,
Alıp da okumazdı, onu umûmiyetle.

Sohbet’in tesîriyle, kitaptaki o zulmet,
Dağılınca alır ve okurdu en nihâyet.

En büyük talebesi, Mazhar-ı Cân-ı Cânân,
Ondan bahsettiğinde, ağlardı çoğu zaman

Derdi ki: “Seyyid Nûr’a, siz yetişemediniz,
Eğer ona yetişip, bir defâ görseydiniz,

Derdiniz ki: “Ne kudret sâhibidir ki Allah,
Böyle bir mübârek zât, yaratmış, sübhânallah.”

Herkesin baş gözüyle, göremediklerini,
O, kalb gözüyle görür, anlardı herbirini.

Talebesinden biri, yabancı bir kadına,
Bakıp da geldiğinde, hocasının yanına,

Buyurdu: “Sende zinâ, zulmeti görüyorum,
Yabancı kadınlara, bir daha bakma yavrum.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
NÛR MUHAMMED PÜTNÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Nûr Muhammed Pütnî olup, doğum ve vefât târihleri kat’î olarak bilinmemektedir. On yedinci asrın ortalarında vefât etti.

Rivâyet edilir ki: Nûr Muhammed, önceleri zâhirî ilimleri tahsîl etmekle meşgûl idi. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamladıktan sonra, tasavvuf yolunda da ilerlemek arzusu kalbine düşüp, bu aşkla yanmaya başladı. Derdine derman bulmak için yollara düşüp, kendini Rabbine kavuşturacak bir yol gösterici aramaya koyuldu. Hindistan’ın çok şehirlerini dolaştı. Çok kimselerin hizmetlerinde bulundu ise de hiçbirinden maksadına kavuşamadı. Nihâyet bahtının dizginleri onu, bedeni yerde, rûhu çok yükseklerde bulunan Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın yüksek kapısına götürdü. O yüksek huzurdan kalb zikrini aldı. Daha sonra hazret-i Hâce, onun terbiye ve yetişmesini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle etti.

Rivâyet edilir ki: Şeyh Nûr Muhammed’in tasavvuf yoluna girişinin ilk zamanlarında, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Dehli’yi teşrif etmişlerdi. Hâce Hüsâmeddîn Ahmed ve diğer bâzı zâtlar, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, Avârif-ül-Me’ârif kitabından okumalarını ricâ eylediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl buyurup, okumaya başladılar. Mevlânâ Tâhir Lâhorî ve Şeyh Nûr Muhammed de dinleyenler arasında idiler. Ders esnâsında bu ikisinin kalbine şöyle bir düşünce geldi: “Hazret-i İmâm, dinleyenlerden bâzılarının hâllerine dikkat etmeden anlatıyor. Ders esnâsında yüksek hakîkatlerden ve ince bilgilerden anlatmıyor. Sâdece okuyor. O hâlde bizim onların huzûrunda bu kitabı dinlememizde ne fayda vardır? Okunanları zâten biliyoruz.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onların düşüncelerini kerâmetiyle anladı ve böyle düşünmelerine üzülüp; “Şu iki kişiyi meclisimizden çıkarın. Hattâ Fîrûzâbâd (Dehli) kalesinin dışına atın!” dedi. Bu ikisi günlerce dışarılarda dolaştılar. Hâce Hüsâmeddîn’in şefâat etmesi için her akşam gelirler, kale kapısının etrafında dolanıp dururlardı. Nihâyet Hâce Hüsâmeddîn Ahmed onlara yardım etmek istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Bırakınız. Onların nefsi aldatıcıdır” buyurdular. Hâce Hüsâmeddîn arzetti ki: “Efendim! Fîrûzâbâd Mescidi’nin altında bulunan bâzı hücre ve odalar pislik içerisindedir. Eğer emrederseniz, ikisi gelsin oraları temizlesinler. Hem nefsleri kırılır. Hem de hizmet etmiş olurlar.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri Hâce Hüsâmeddîn’in bu sözünü kabûl buyurdu. Bu iki genç geldiler ve o temizlik işini yaptılar. Bundan sonra hazret-i İmâm bunlara lütuf ve şefkatle muâmele etti. Onların eski hâlleri kalmadı.

Beyt:

Sâlikin kalbi hasta, rehber akıllı doktor,
Canlanmayı, doktorun sözünü tutana sor.

Bu hâdiseden sonra, eski îtirâz hâllerinin hepsini kalbinden söküp atan Nûr Muhammed, tam bir zevk, şevk, acz ve itâatle İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda bulundu. Nûr Muhammed, çok nasîbli ve pek bahtiyâr idi. Çünkü yaratılışında bulunan temizlik ve yükseklik sebebiyle, hazret-i İmâm’ın huzûrunda husûsî hizmette bulunanlar arasına girdi. Abdest suyunu ve misvâkı hazırlamak gibi hizmetlerle şereflendi. Kendine lâyık hâllere ve yüce makamlara kavuştu. Sekiz-dokuz sene gibi uzun müddet, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, huzur, sohbet ve hizmetlerinde yetişip, mânevî makamları aşarak, daha yüksek mertebelere, çok üstün hâllere, insanları mânevî olarak terbiye edip yetiştirme derecelerine kavuştu. Öyle oldu ki, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu yüksek talebesi için; “Şeyh Nûr, ricâl-i gaybdendir”, başka bir defâ da; “Şeyh Nûr Muhammed sözümüzü tuttu” buyurmuşlardır. Ona icâzet ve hilâfet verdi. Hindistan’ın büyük şehirlerinden olan Pütne’ye gönderdi.

Emre uyarak Pütne’ye giden Nûr Muhammed’in hâli, yapısı, tabiatı, inzivâ ve yalnızlıktan hoşlandığı için, tenhâlarda kendi hâlinde kaldı ve insanlarla görüşmekten çekindi. Onun bu hâli, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, bu büyükler yolunun esâsı olan sohbetten kaçmaması îcâbettiğini bildirmek için gönderdiği iki mektup şöyledir:

“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun. Ey akıllı kardeşim! Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lâzımdır. “Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve O’nun yarattıklarına acımak lâzımdır.” hadîs-i şerîfi, bu iki hakkı yerine getirmenin lâzım olduğunu göstermektedir. Bu iki hakdan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bir bütünün bir parçası, onun hepsi demek değildir. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmak lâzımdır. Onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak yakışmaz.

Beyt:

Seviyorum diyenin, güzel olsa da pek,
Nazlılığı bırakıp, naz çekmesi gerek.

Sohbette çok bulunmuştunuz. Vâz ve nasîhatleri çok dinlemiştiniz. Onun için sözü uzatmıyorum. Birkaç kelime ile kısa kesiyorum. Allahü teâlâ bizi ve sizi İslâmiyetin doğru yolunda bulundursun. Âmîn.” (1. cild, 170’inci mektup)

“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği kullarına selâm olsun. Kardeşimiz Şeyh Nûr Muhammed bu fakîrleri öyle unuttu ki, bir selâmla, bir haberle bile hatırlamamaktadır. Bir köşeye çekilip uzlet etmek istiyordunuz. Ona kavuştunuz. Fakat öyle sohbetler vardır ki, uzletten daha kıymetlidir. Üveys-i Karnî’yi düşününüz. Uzlet etmek istedi. Bunun için insanların en iyisi olan Resûl aleyhisselâmın sohbetine kavuşamadı. Sohbetin yükselttiği derecelere erişemedi. Tâbiînden oldu. Birinci derecede olmaktan ikinci dereceye düştü.

Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı ile, hergün bir başka sohbet olmaktadır. Hadîs-i şerîfte; “İki günü bir olan aldanmıştır.” buyuruldu. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın sallallahü aleyhi ve sellem izinde bulunanlara selâm olsun!” (1. cild, 270’inci mektup)

Hocasının bu işâret ve emirlerine uyarak şehrin kenarında bulunan Künk suyu sâhilinde bir yer seçen Nûr Muhammed, orada samanlardan ve dallardan bir kulübe yaptı. Çoluk-çocuğu ile o kulübeye taşınıp, kanâat ve tevekkül üzere yaşadı. Kulübesinin yanında aynı şekilde bir de mescid binâ edip, sâdık talebelere ilim ve feyz vermekle meşgûl oldu. O beldede ve civarda bulunan insanların ona olan îtikâd ve bağlılıkları kuvvetlendi. Yolu güzel, yetiştirmesi kolay oldu. Talebelerini yüksek makamlara kavuşturdu. Dünyâya, dünyâlığa ve dünyâ ehline zerre kadar önem vermedi. Kimseden birşey almayıp, gönül ve kanâat zengini olarak yaşadı.

Hadarât-ül-Kuds isimli meşhûr eserin sâhibi olan Bedreddîn-i Serhendî şöyle anlatır: “Bu fakîr daha İmâm-ı Rabbânî’nin huzurlarına ilk gittiğimde, Şeyh Nûr icâzet alıp Pütne’ye gitmişti. Hazret-i İmâm’ın büyük oğulları Muhammed Sâdık hazretlerinin 1616 senesinde vefât etmesinden sonra Serhend’e geldi. Yanında ve huzûrunda bulundum. Nefsinden son derece kurtulmuş, fenâ, yokluk denizine dalmış olup, alnından yokluk eserleri damlıyordu. Kendini öyle setrederdi ki, görenler sanki “Elif-bâ”yı bile bilmiyor ve bu büyükler yolundan hiç nasîb almamış zannederlerdi. Ben bâzan sohbetlerinde bulunurdum. Sohbetinde bulunanlara yakınlık gösterir, ibâdet ve tâata teşvik ederdi.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
NÛREDDÎN CERRÂHÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed olup, babasınınki Abdullah'tır. 1671 (H.1082) senesi Rebîülevvel ayının on ikinci gecesi, Cerrah Mehmed Paşa Câmiinin karşısındaki Yağcızâde konağında doğdu. Babası, Sultan Dördüncü Mehmed Hanın Mîrâhûr ağalığından emekliye ayrılmıştı. Nûreddîn Cerrâhî'nin soyu, Ebû Ubeyde bin Cerrâh'a radıyallahü anh ulaştığı için, Cerrâhî denilmiştir. Cerrahpaşalı olduğu için böyle denildiği de söylenmiştir. Çoğunluk birinci rivâyette ittifak etmişlerdir. Nûreddîn Cerrâhî, daha küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi, Cerrahpaşa mektebinde öğrendi. Kur'ân-ı kerîm hocası Yûsuf Efendidir. Tahsîlini tamamlayan Nûreddîn Cerrâhî, zâhirî ilimleri öğrenmek için medreseye gitti. Medrese tahsîlini tamamladıktan sonra, çok genç yaşta Mısır kâdılığına tâyin edildi.

Nûreddîn Cerrâhî Mısır'a gitmeden önce, vedâ etmek için Üsküdar'da bulunan dayısı Hüseyin Efendinin konağına gitti. Hava iyi olmadığı için dayısının konağında bir müddet bekledi. Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi Dergâhına götürdü. Yatsı namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanına gittiler. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendinin elini öpünce Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn! Safâ geldiniz." diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrâhî'yi bir muhabbet ve cezbe hâli kapladı. Sonra Allahü teâlâyı zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Ali Efendi de, onun ricâsını kabûl buyurup; "Oğlum Nûreddîn! Mâsivâdan sıyrılıp, abdestini tâzele." diye uyardı. Bunun üzerine kendisine verilen Mısır kâdılığı vazîfesini kabûl etmeyerek, tâyin fermânını şeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bütün dünyevî işlerini terk edip, hocası Ali Efendiye tam teslim oldu. Bunun üzerine Ali Efendi, Nûreddîn Cerrâhî'yi abdest aldıktan sonra halvete koydu. Erbaîni (kırk gün Allahü teâlâya ibâdetini) tamamlayınca, onda büyük bir huzur hâli meydana geldi. Ali Efendi ona icâzet vererek, hırka giydirdi. Sonra Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn! İstanbul'a git, Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında, Kethüdâ Canfedâ'nın yaptırdığı câmi-i şerîfin yanında, Bakkal İsmâil Efendi isminde bir zât senin için bir oda yaptırdı. O odada ibâdetle meşgûl ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapılır. O zaman insanlara doğru yolu göstermeye çalış. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanında kemâle gelecekler." buyurdu. Nûreddîn Efendi, hocasının emri ile, Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanında olduğu halde Karagümrük'e gittiler. İsmâil Efendi, hocasının bahsettiği odanın anahtarını Nûreddîn Cerrâhî'ye teslim etti ve odayı Resûl-i ekremin emri ile yaptığını söyledi. Nûreddîn Cerrâhî, evinin yanındaki Cerrah Mehmed Paşa Câmiinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırdı. Onun sohbetlerinin güzelliği kısa sürede İstanbul'a yayıldı. Sultan bile sohbetlerini dinlemeye gelirdi.

Kapı kethüdâlarından Bekir Efendinin 1703 (H.1115)'de vefât etmesi üzerine, Karagümrük civârında bulunan konağı boş kaldı. Dârüsseâde ağası Beşir Ağa, bu konağı alacağı sırada rüyâsında Nûreddîn Efendiyi gördü. Konağı satın almamasını söyledi. Aynı gece Sultan Ahmed Hana da rüyâsında Nûreddîn Efendinin ihtiyâcını gidermesi emredildi. Pâdişâh ertesi gün, boş kalan konağı satın alsınlar diye, Yahyâ Efendiyle Nûreddîn Cerrâhî'ye üç yüz altın gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bu altınları kabûl etmedi. Bir dergâh yaptırsalar, daha makbûle geçeceğini söyledi. Yahyâ Efendi, huzûrundan ayrılırken, Nûreddîn Cerrâhî'nin ellerini öpeceği sırada, Nûreddîn Efendinin Ali Efendiye talebe olması sırasında meydana gelen mânevî hâlin aynısı, Yahyâ Efendide de meydana geldi. Bu sırada Yahyâ Efendi, Nûreddîn Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Yahyâ Efendi, getirdiği paraları başka birisi vâsıtasıyla Sultana gönderdi. Bunun üzerine Sultan o konağı aldırarak, orayı dergâh hâline getirdi ve Nûreddîn Efendiye tahsis etti. Nûreddîn Cerrâhî, burada ibâdet yapmak ve insanlara doğru yolu göstermek için çalıştı.


--------------------------------------------------------------------------------
Nûreddîn Cerrâhî bir gün annesine;
"Anneciğim!Bana izin ver de hacca gideyim. Dînin bana farz kıldığı vazîfemi yapayım." dedi.
Annesi bu isteğini uygun buldu. Nûreddîn Cerrâhî hazırlıklara başlayıp, gerekli parayı tedârik ettikten sonra, annesi ve sevenlerine vedâ etti. Onu hacca götürecek kervanın yanına giderken, yolda iki gözü iki çeşme ağlayan bir adam gördü. Adam âdetâ kendisinden geçmiş, hem ağlıyor, hem Allahü teâlâya şöyle duâ ediyordu:
"Yâ Rabbî! Ölümden evvel lütfet, bana borçlarımı ödemek nasîb eyle. Beni borçlu yatırma yâ Rabbî!"
Nûreddîn Cerrâhî merak edip, adamın koluna girerek;
"Kardeşim ne kadar borcun var?" diye sordu. Borçlu adam kendine suâl soran bu nûr yüzlü gence ümitle bakarak, mikdârını söyledi. Adamcağızın borcu, Nûreddîn Cerrâhî'nin cebindeki para kadardı. Nûreddîn Cerrâhî cebindeki para kesesini çıkarıp adama vererek;
"Bu sana Allahü teâlânın bir ihsânıdır." dedi ve oradan hızla uzaklaştı.
Bir süre sonra;
"Ben nereye gidiyorum? Artık param da yok." diye düşündü.
Ayakları onu Edirnekapı Sakızağacı kabristanlığındaki namazgâha götürdü. Allahü teâlânın izni ile kilometrelerce uzaklıktaki Kâbe'ye giderek hac törenine katıldı. Arife günü, binlerce hacıyla birlikte; "Lebbeyk, lebbeyk!" derken, semâya uzattığı elleri, kavurucu güneş altında yanıp kavruldu. Hac töreni bitince, Nûreddîn Cerrâhî, Sakızağacı'ndan evine döndü. Annesi bu duruma hayret etti. Fakat bir şey söylemedi. Kervanlar dönünce, İstanbul'da bir kaynaşma başladı. Yükünü eve bırakan doğru Nûreddîn Cerrâhî'nin dergâhına gelerek;
"Tebrik ederiz, tebrik ederiz. Arafat'ta "Lebbeyk, lebbeyk!" çağırırken ne güzel, ne mübârektin! Hepimiz seni seyrederek nûrlandık. Çoğumuz rüyâmızda senin hürmetine haccımızın kabûl olduğunu gördük." dediler.

--------------------------------------------------------------------------------
Nûreddîn Cerrâhî buyurdu ki:

"Hakk'ı seven kişi dâimâ Hakk'ı söyler, sonunda âriflerden olup, Hakk'ın lütuf ve ihsânına kavuşur."

"Aba giyinmiş birini görünce küçültücü bir nazarla bakma. Kibirle arkadaşlık eden sonunda kahredilmişler safında yer alır."

"Sen dünyâya gönül verme, aşk denizine dalarak lezzete kavuş. Hakk'ı tanımayanın, O'ndan uzak olacağını bil."


--------------------------------------------------------------------------------
Nûreddîn Cerrâhî 1720 (H. 1133) senesi Eylül ayında İstanbul'da vefât etti.Cenâze namazı, Fâtih Câmiinde öğle namazından sonra kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Karagümrük'teki dergâhının içine annesi Emine Hâtunun ayak ucuna defnedildi.

Nûreddîn Cerrâhî'nin yedi halifesi vardı. Bunlar: Şeyh Süleymân Velî, Şeyh Muhammed Hüsâmeddîn, Sertarikzâde Muhammed Emin, Moralı Yahyâ Efendi, Muhammed Ziyâuddîn Çelebi, Serşeyh-i Tekfur Dağı, Seyyid Yûnus Efendi.

Nûreddîn Cerrâhî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Mürşid-i Dervişân Risâlesi, 2) Nutk-ı Şerîf, 3) Nasîhat-ı Âli. Ayrıca çok güzel ilâhîleri vardır.

Nûreddîn Cerrâhî'nin bir ilâhisi:
Dil beytini pâk eden,
Dervişi ankâ eden,
Âlem-i İlâhîye giden,
Mevlâ zikridir, zikri. Zikreden hâlet olan,
Âşinâ-yı rûh olan,
Ukbâda devlet bulan,
Mevlâ zikridir, zikri. Terk ehline karışan,
Hem zevkine erişen,
Bahr-i ledünle görüşen,
Mevlâ zikridir, zikri. Erenlerin yolunu,
Sürerler hep demîni,
Dervişlerin mu'îni,
Mevlâ zikridir, zikri. Nûreddîn'i diri kılan,
Tevhîd ile çerâğı yanan,
Bi-hamdillâh tevfik olan,
Mevlâ zikridir, zikri.


--------------------------------------------------------------------------------
EDEB

Bir talebesine yazdığı mektup şöyledir:

“Ey evlâdım! Bu söyleyeceğim edebler, Allahü teâlâyı sevmek ve O'na yaklaşmak isteyen herkese lâzımdır.

Evlâdım! Allahü teâlâyı sevmek ve O’na yakın olmak isteyen herkese lâzım olan edebler şunlardır: Az konuşmalı, az uyumalı, insanlarla lüzumu kadar görüşmeli, elemlere, musîbetlere, acılara, açlığa, insanların sıkıntılarına sabretmeli ve kendisine zulmedeni affetmeli ve ondan intikam, öç almaya kalkmamalı, kendi için sevdiğini herkes için sevmeli ve istemeli, malıyla cömertlik yapmalı, insanlardan bir şey istememeli ve beklememeli, sâdece Allahü teâlâdan beklemeli, her ihtiyâcını Allahü teâlâya ısmarlamalı. Yaptığı amellere ve kabûl olduğuna güvenmemeli bilakis “Amellerim ayıplı ve kusurludur.” demeli; şahsı ile, ibâdetleri ile, ameli ile sevinmemeli, övünmemelidir. Aksine Allahü teâlâya ve Resûlüne ve O’nun şerîatına uymakla sevinmelidir.”
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
NÛREDDÎN EFENDİ

İstanbul'da yetişen evliyânın büyüklerinden. Seyyid Alâeddîn Efendinin torunudur. 1652 (H.1062) senesi İstanbul'da doğdu. 1747 (H.1160) senesinde İstanbul'da vefât etti. Sünbül Efendi dergâhının bahçesine defnedildi.

Nûreddîn Efendi altı yaşında iken babası vefât etti. Küçük yaşta yetim kalan Nûreddîn Efendi, zamânın büyük velîlerinden olan Şeyh İbrâhim Nakşî Sünbülî hazretlerinin terbiyesinde yetişti. Yirmi yedi yaşında hocasından aldığı maddî ve mânevî ilimleri tamamlayarak hilâfet makâmına yükseldi.Hocasının vefâtı üzerine Sünbül Efendi Dergâhının şeyhi oldu. Bu dergâhda altmış dokuz sene yedi ay insanlara doğru yolu gösterdi ve talebe yetiştirdi. Nûreddîn Efendi zâhiren ve bâtınen kemâl üzere bulunan mübârek bir zât idi. Herkesin hürmet ve îtibârını kazanmıştı. Nûrânî yüzlüydü. Halk ona çok hürmet gösterirdi.

Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi, bir gün Sünbül Efendi dergâhına gelerek, Seyyid Nûreddîn Efendinin talebeleri arasına girmişti. Seyyid Nûreddîn Efendinin talebelerinin hâllerine imrenerek bakıyordu. Kendi kendine; "Keşke Seyyid Nûreddîn Efendinin talebesi olsaydım." demişti. Bunun üzerine SeyyidNûreddîn Efendi yavaşca o talebenin yanına geldi ve; "Evlâdım! Hocanla ol, hocanla ol! O kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme" buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan düşünceyi Allahü teâlânın izni ile keşfetti, hem de o talebeye hakîkat dersi verdi.

Nûreddîn Efendi, 1739 senesindeHamzeviyye tarîkatı büyüklerinden Hüseyin Dede ile berâber bulunarak, yedi sene inzivâ hayâtı yaşadı. Hüseyin Dede ile arasındaki muhabbet anlatılamaz dereceye ulaştı. Nûreddîn Efendi, talebeleri ile bir gün Allahü teâlâyı zikrederken, herkesi hislendiren derin bir; "Allah!" dedi sonra da vefât etti.Vefâtına zamânın pâdişâhı BirinciSultan Mahmûd Hân ve bütün halk üzülerek göz yaşı döktüler. Cenâzesi, Fâtih Câmiine götürüldü. Cenâze namazını Şeyhülislâm Zeynelâbidîn Efendi kıldırdı.Cenâzesi çok kalabalık oldu. Nûreddîn Efendiyi kabre, Sadrâzam Mahmûd Paşa indirdi. Daha sonra mezârının üzerine bir türbe inşâ ettirildi.
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
NÛRİ EFENDİ

İstanbul velîlerinden. İsmi, Seyyid Nûri Mehmed Efendidir. Babası, Ebû Eyyûb-el-Ensârî Câmi-i şerîfi kürsî şeyhi Seyyid Osman Efendi olup, onun pederi de Nakşibendî büyüklerinden Seyyid İbrâhim Necâtî Efendidir. İstanbul'un Üsküdar semtinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1855 (H.1272) senesinde bir Salı günü vefât etti. Debbağlar Meydanındaki Nasûh Baba Dergâhına defnedildi. Daha sonra üzerine güzel bir türbe yapıldı.

Seyyid Nûri Efendi, önce babasından ilim ve edeb öğrendi.Tefsîr ve hadîs ilimlerini okudu. Sonra Fâtih Câmi-i şerîfindeki derslere devâm etti. Şeyhülislâm Müftîzâde Ahmed Efendiden Fütûhât-ı Mekkiyye ve Füsûs-ül-Hikem adlı eserleri okudu. İlimde üstün bir dereceye yükseldi. Hat sanatındaki mahâreti sebebiyle, Şeyhülislâm Mekkî Efendinin delâletiyle, Sultan Üçüncü Selîm Hânın şehzâdelerinin hocalığına ve Bâb-ı âlî dîvân-ı hümâyûn kâtipliğine tâyin edildi. Yirmi iki sene kadar bu vazifeye devâmla serhalîfe, başkâtip oldu.

Zâhirî ilimlerde söz sâhibi olan Seyyid Nûri Efendi, asıl makam ve mevkînin bir Allah dostuna teslim olmakla ele geçtiğini görüp 1793 (H.120 senesinde Lâleli civârında bulunan Alaca Mescidi şeyhi Şeyh Sâdık Efendiye talebe oldu. On dokuz sene onun hizmet ve sohbetinde bulundu. Hocasının vefâtından sonra, onun emir ve işâreti üzerine Fâtih civârındaki dergâhında talebe yetiştiren ve insanlara ilim öğreten Kara Sarıklı İbrâhim Sabri Efendiye giderek, onun sohbetlerinde olgunlaştı. Tahsîlini tamamlayıp icâzet, diploma aldı veÜsküdar'da insanlara ilim ve irfân öğretti.

Seyyid Nûri Efendi, güler yüzlü, çok kibar ve talebe yetiştirmek arzusuyla dolu bir zât idi. Bu sebeple, dergâhına gelenler ilim ve irfân sâhibi oldular. Talebelerinden bâzıları şunlardır: Üsküdârlı Şeyh Mûsâ Efendi, Tahta Minâre Dergâhı şeyhi Sâlih Efendi, Otağbaşı Dergâhı şeyhi Abdullah Efendi, şâir Şeyh Es'ad Efendi, Sarac İshâk Dergâhı şeyhi Mustafa Adlî Efendi. Oğlu Tevfik Efendi de talebeleri arasındadır.

Yetiştirdiği talebeleri yanında pek kıymetli eserler de yazan Seyyid Nûrî Efendinin; 1) Terceme-i Makâlât-ı Seyyid AhmedRıfâî, 2) Ta'birnâme-i Muhibbân, 3) Terbiyet-üt-Tâlibîn, 4) Miftâh-ul-Havâs, 5) Hadîka-i Tevhîd, 6) Ravzat-ül-Ezkâr, 7) Risâle-i Bî'at, Risâle-iMi'râc, 9) Âdâb-ı Tarîkat, 10) Sülûknâme, 11) Risâle-i Muhabbet-i Âl-i âbâ adlı eserleri vardır. Ayrıca Seyyid Nûri Efendi, Salât-ı Kâmile ismindeki eseri de çok güzel bir şekilde şerh etti. Bu eseri, 1851 (H.126 senesinde bir Cumâ günü tamamladı. Tamamladığı şerhin bir bölümünde buyurdu ki:

"Tefsîr ve fıkıh ilmi, en üstün ilimlerdir. Bunlardan sonra tasavvuf ilmi gelir. Tasavvuf, nefsi ve kalbi temizlemek demektir. Cenâb-ı Hakk'ı, bütün hakîkatiyle bilmek kâbil değildir. Peygamber efendimiz, "Cenâb-ı Hakk'ın nîmetlerini tefekkür ediniz. Zât-ı ilâhiyyeyi tefekkür etmeyiniz. Çünkü zât-ı ilâhiyyenin kadrini takdir edemezsiniz" buyurmuştur.

Tasavvuf talebesi, sâdece; Allah, Allah! demekle ilâhî feyze kavuşamaz. Ancak nefs-i emmâresini yakıp, temizleyerek feyze kavuşur."

Şeyh Vasfî Efendi anlatır: "Bir gün Üsküdar'da, azgın bir manda, çarşıda öteye beriye saldırıyordu. Halk korkudan kaçıyor, dükkânlar kapanıyordu. Bu sırada Seyyid Nûri Efendi çarşıya çıkmıştı. Mandanın hâlini görünce, bakkaldan bir yumurta aldı. Kudurmuş hayvana attı. Yumurtayı hayvanın alnına isâbet ettirdi. Hayvan derhâl sükûnet buldu. Boynuna bir ip taktırıp sâhibine teslim etti. Bu hâl sebebiyle, halkın sevgi ve hürmeti daha da arttı."

Zamânın Kâdirî büyüklerinden OsmanŞemsüddîn Efendi, Seyyid Nûri Efendiyle ilgili yazdığı beytlerinde özetle şöyle demektedir: "Rifâîlik yolu, onun ile kemâl buldu. Doksan sene ömür sürdü. Kırk beş sene tasavvuf bilgilerini öğretti. Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalıştı. Ledünnî ilminin esrârına vâkıftı. İlmi ile âmil bir zâttı. Âşıkları onun kerâmetlerini temâşâ ve seyr ederlerdi. Tasarrufu kuvvetli ve Hak âşığı bir zâttı."
 

Emir Hattab

New member
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
729
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Filistinden Lübnandan...
Web sitesi
www.google.com.tr
NÛRİ EFENDİ

İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mehmed Nûri bin Seyyid Hüseyin olup, lakabı Şemseddîn’dir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânînin onbeşinci bâtından torunudur. 1801 (H.1216) senesinde İstanbul’da doğdu. 1866 (H.1282) senesi Şevvâl ayının on dördüncü gecesi İstanbul’da vefât etti. Cenâze namazı, Beşiktaş Sinân Paşa Câmiinde kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Mevlânâ Yahyâ Efendinin türbesine defnedildi.

Mehmed Nûri Efendi, tahsîl yaşına girdiğinde, evlerinin yakınlarında bulunan Mercanağa Mektebi’nde Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra Bâyezîd Câmiinde ders veren, Baltacı nâmıyla anılan Hasan Efendiden; sarf, nahiv ve mantık ilmini öğrendi. 1826 senesinde hac farîzasını yerine getirmek için Hicaz’a gitti. Hac dönüşünde Süleymâniye Câmiinde ders veren, Şehrî Hâfız Efendi olarak tanınan İstanbullu Hâfız Mehmed Efendinin derslerine devâm etti. Me’ânî ilmini Buldanlı lakabı ile meşhûr olan Kayyûmî Mehmed Efendiden, fıkıh ilmini Şalcı lakabı ile tanınmış Tosyalı Ali Efendiden, usûl ilmini Kazanlı Mehmed Efendiden öğrendi. Tanınmış hattatlardan Mehmed Vasfî Efendiden hat sanatını öğrendi.

Kayseri’nin tanınmış evliyâlarından ve Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden olan Şeyh Mehmed Saîd Efendi, 1820 senesi ortalarında hocası Şeyh Ahmed Behcetî el-Kayserî ile birlikte İstanbul’a geldi. Bir süre sonra Mehmed Nûri Efendi ile karşılaştılar. Şeyh Ahmed Behcetî Efendi, talebesi Mehmed Saîd Efendiye; “Bu genci, sen yetiştireceksin. Ümmet-i Muhammed’den birçoğu, onun vesîlesiyle doğru yolu bulacaklar.” dedi. Bundan sonra Mehmed Saîd Efendi, uzun süre Mehmed Nûri Efendiyi göremedi. On sekiz sene sonra bir Ramazân-ı şerîf ayında, vâz ve nasîhat etmek için İstanbul’a gelen Mehmed Saîd Efendi, hocasının işâret buyurduğu zamânı bekledi. 1828 senesi Ramazân-ı şerîf ayında, Mehmed Nûri Efendi, Mehmed Saîd Efendinin huzûruna gelerek, kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Mehmed Saîd Efendi, hocasının işâreti üzerine onu talebeliğe kabûl etti. Mehmed Nûri Efendi, 1836 senesine kadar tasavvuf yolunun edebini ve esaslarını öğrendi.

Mehmed Nûri Efendi, 1836 senesinde Mevlânâ Yahyâ Efendi Dergâhına ders vermek üzere, Sultan İkinci Mahmûd Hân tarafından tâyin edildi. Daha sonra, Nusretiye Câmiinde Şifâ-i Şerîf dersleri vermeye başladı. Bu derslerin bâzısında, Sultan da hazır bulundu. 1841 senesinde ikinci defâ hacca gitti. Hac dönüşü derslerine ve talebe yetiştirmeye devâm etti.

Mehmed Nûri Efendinin herşeyi, dîn-i İslâma ve sünnet-i seniyyeye uygun idi. Güzel tabiatlı, zâhid, cömert ve kâmil bir zât idi. Çok talebe yetiştirdi.

Buyurdu ki: Şu hususa çok dikkat etmelidir. Babadan kalmış veya bir kolayını bulup gelir temin etmek gâyesiyle bir dergâh ele geçirmiş kimseler vardır. Bunlar tasavvuf yolunda, bâzı kitap ve risâleleri okuyarak âriflik iddiâ ederler. “Şeyhiz” diyerek, insanlara doğru yolu göstermek isterler. Fakat kendileri doğru yolun hangisi olduğunu bilmezler. Böyle kimseler kör bir insan gibidir. Bunların talebeleri de kör olur. Bunların, eninde sonunda tehlikeli bir uçuruma düşmelerinden korkulur.

Bir başka grub daha vardır ki, bunların ne gusl abdesti, ne abdesti, ne namazı, ne de oruçları vardır. Her türlü yasakları mübâh derecesinde işlerler. “Bizim guslümüz ezelîdir. Abdestimiz o zaman alınmıştır. Namaz ve oruçlarımız o zaman edâ olmuştur”, “Biz cemâl âşıkıyız. Bizim Cennet ve Cehennemle işimiz yoktur” derler. Bu gibi kimselerden uzak olmak lâzımdır. Bu kimselerden uzak kalmak, Allahü teâlâya yakın olmaktır. Bu gibiler pisliğe batmışlardır. Yanlarına varanlara pislik bulaşır.

Bir hoca, ilim öğrenmek isteyen talebesine şu beş şeyi emreder: 1) Devamlı abdestli olmak, 2) Farz namazları, cemâati terk etmeyerek vaktinde kılmak, 3) Kazâya kalmış namaz ve oruç borcu varsa, onları da en kısa zamanda tam olarak edâ etmek, 4) Yalan söylemekten ve dedikodu etmekten son derece çekinmek ve sakınmak, 5) Hiç kimsenin aleyhinde olmayıp, kendi kusurlarının affedilmesi için duâ ile meşgûl olmak.

Nûri Efendinin yazmış olduğu risâlelerden bâzıları şunlardır: 1) Miftâh-ul-Kulûb, 2) Murâkabe, 3) Tasavvuf Yolunun Şartları, 4) Vasiyetnâme, 5) Pendiye, 6) Evrâd-ı Fethiyye Evrâd-ı Behâiyye.

DOĞRU YOLU GÖSTEREN

Nûri Efendi buyurdular ki:

Ey hakkı hak olmayandan ayırt ederek, Allahü teâlânın rızâsına tâlib olan ve Resûl-i ekremi çok seven kardeşlerim! Bilmiş olun ki, kâr ve zarar beldesi olan bu fâni dünyâ âlemine gelerek, îmân etmekle müşerref olan ve Kelime-i tevhîdi dilleri ile söyleyip kalbleri ile tasdîk eden müminler, yaradılışının aslında bulunan ilâhî feyzlere ve ihsânlara kavuşmuştur. Allahü teâlânın hazînesi olan kalb kapısını, arzu, hırs, şehvet ve muhabbet gibi şeytanın aşağılık askerlerine karşı koru ve onları içeriye bırakma. Doğru yolu gösteren bir rehber bulup, ona talebe olmaya çalış. Çünkü rehbersiz yola çıkmak ve yolu bulmak, gecenin zifirî karanlığında bilinmeyen bir yolda, ışıksız ve tek başına gitmek gibidir. Böyle bir durumda, insan gittiği yeri görmez, bastığı yeri bilmez. Önünde çukur mu yoksa uçurum mu var, farkedemez. Bu şekilde yola çıkanların, tehlikeye düşmelerinden korkulur. Mürşid-i kâmilin huzûruna gidip geldiği için, o yolların hatâlarını ve tehlikelerini görüp anlamıştır. Mürşid-i kâmil, kendisine bağlanan talebesini o yollardan kolaylıkla geçirir. Mürşid-i kâmilin alâmeti çoktur. Fakat söyleyeceğim şu üç husûsu iyi dinle: 1) Huzûruna vardığın zaman bütün gamın ve kederin gider. İçinde bir ferahlık ve muhabbet uyanır. 2) Meclisinden ayrılmayı istemezsin. Bir inci tânesi gibi olan sözleri, muhabbetini arttırır. 3) Ziyâretine gelen herkes duâsını niyâz ile mesrûr olurlar. Bu üç sıfatı kendisinde toplayan zâtın bütün ahlâkı Resûl-i ekremin ahlâkıdır. Bu üç sıfat ve alâmet, riyâsız, gösterişsiz hangi zâtta görülür ve bilinirse, hemen o zâta tam bir teslimiyet ile teslim ol! Cenâze yıkayanın elindeki mevtâ gibi emrettiği yerde dur, her emrine uy. Hizmetlerini ve emirlerini kendine nîmet bil.
 
Katılım
25 Eki 2007
Mesajlar
55
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Ebu'l-Hasan Harakânî (k.s.)

Altın silsilenin yedinci halkası yine İran'dan; Bistam'a bağlı Harakan'dan. Bâyezîd Bistâmî'nin hemşehrisi ve türbesinin bekçisi. O'nun rûhâniyetinden feyz alarak "üveysî" tarikla yetişti. Adı Ali bin Ca'fer, künyesi Ebu'l-Hasan, nisbesi Mu'cemu'l-buldan müellifi Yakut el-Hamevî'nin ifadesine göre el-Harakanî, Harakanî değil (bk. II, 360). Aynı müellif onun 425 hicri yılında 10 Muharrem Aşure gününde (1034 Aralık'ta) 73 yaşında iken vefat ettiğini bildirdiğine göre 352/963 yılında doğmuş olmalıdır ki, doğumu Bâyezid'in vefatından 91 yıl sonradır.

Ebu'l-Kasım Kuşeyri, Ebu'l-Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni gibi mutasavıflarla, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet ricaliyle İbn Sina gibi felsefe ve tıb otoriteleriyle çağdaş. Kuşeyri ile görüştüğünü Keşfu'l-mahcûb müellifi Hücviri'den öğreniyoruz. Hücviri, Kuşeyri'nin onun hakkında; "Harakan'a varınca Şeyh Ebu'l-Hasan'ın heybet ve haşmetinden fesahatım sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım" dediğini nakleder.

Ebu'l-Abbas Kassâb onun hakkında: "Tasavvuf pazarında rihlet ziyaret Harakaniye lâyıktır" demektedir.

HİLYESİ

Uzunca boylu, kumral tenli, genişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve tok sözlü idi. Sûreti itibariyle Hz. Ömeru'l-Fâruk (r.a)'a benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle, "zamanın kutbu ve gavsi" ünvanlarıyla anılan bir gönül sultanıydı.

GAZNELÎ MAHMÛD VE HARAKANÎ

İlk müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd onu ziyaret ederek feyz alanlar arasındadır. Zaten "Altın Silsile"nin Bekrî ve Sıddîkî olan kolunun faaliyet sahası genellikle İran ve Turan bölgesidir, özellikle de Türk dünyasıdır. Feridüddin Attar'ın Tezkiretü'l-evliyâ'sında verdiği bilgiye göre, Gazneli Sultan Mahmûd, Şeyh Harakanî ile birkaç defa görüşmüştür.

Şeyh Harakanî'nin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakan'a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakanî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de Harakanî bunu reddeder. Bu sefer, "ondan bir hatıra olsun diye" herhangi bir eşyasını ister. Harakanî de Sultan'a bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh Harakanî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:

- Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama, yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim? Şeyh Harakanî, şu karşılığı verir:

- İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.

Sultan Gazneli Mahmûd, Harakanî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi. Şeyh dedi ki:

- "Şu dört şeye dikkat et!

1. Günahlardan sakın,

2. Namazını cemaatla kıl,

3. Cömert ol,

4. Mahlûkata şefkatle muamele et!."

İBN SİNA VE HARAKANİ

Tezkiretü'l-evliyâ ve el-Hadaiku'l-verdiyye'nin verdiği bilgilere göre Harakanî, çağdaşı felsefe ve tıp otoritesi, eserleri dört asır Batı üniversitelerinde okutulan İbn Sînâ ile de görüştü.

Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan Filozof İbn Sînâ, Harakanî'yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp karısından nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına; onu aramaya gider. İbn Sînâ yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:

- Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:

- Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi, der. Evdeki kurt karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz ve hırçın bir kadındır, ama Harakanî. Allah için onun sıkıntılarına katlanarak "kesb-i kemâlât" etmiştir.

ABDULLAH ENSÂRÎ VE HARAKANÎ

Menazilü's-sâirin adlı eserinde tasavvufi hal ve makamları anlatarak tasavvuf tarihimizde haklı bir şöhret kazanan Abdullah el-Ensârî el-Herevi de Harakanî'nin müridlerindendir. Nitekim o şöyle der: "Hadis, fıkıh ve diğer islâmî ilimlerde pek çok üstaddan okudum. Tasavvuftaki üstadım ise Ebu'l-Hasan Harakanî'dir. O'nu görmeseydim marifete eremezdim"

HARAKANÎ'NİN MEŞREBİ:

Harakanî, muhtelif kaynakların ittifakla haber verdiklerine göre, Bâyezid Bistâmî meşrebindeydi. O'nun gibi coşkuluydu, cezbesi ve sekri, sahvına galipti. Fena ve baka, sekr ve Sahv ile tevhid ve vahdet konularında pek çok söz söylemiş, Hallâc gibi "Ene'1-Hak" anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur. Attâr Tezkiretü'l-evliyâ'sında onun bu vadideki sözlerine geniş yer vermektedir.

Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan okuyan Harakanî, en sonunda hemşehrisi Bâyezid Bistâmî 'nin dergahında karar kılmış, senelerce önce ölmüş bulunan Bâyezid'in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezid sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.

Sekr ve cezbe ehlinden olduğu için olsa gerek, kişinin sahv ve uyanıklığını bile vecde yakın bir üslupla anlatırdı. Derdi ki, "Sahvın ölçüsü, kulun Allah'ı andığı sırada baştan ayağa Allah'ın kendisini andığını duymasıdır" Öyleyse Allah derken başka söz söyleyenlerle sohbet etmemeliydi.

BAŞKASININ DERDİ

Harakanî, diğergâmdı, dertlinin derdiyle ilgilenmeyi severdi. Derdi ki: Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir.

Gerçek kulluğun kula hizmetten geçtiğini bilenlerdendi. Bu yüzden:

"Sabahleyin yatağından kalkan âlim, ilminin artmasını, zâhid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşinin gönlünü neşeyle doldurma ve onu sevindirme derdindeyim" derdi.

Rabia Adeviyye ve benzeri sufiler gibi, cennet düşüncesinden, cehennem endişesinden geçenlerdendi. Şöyle konuşurdu bu konuda: "Cennet ve cehennem yok demiyorum. Benim dediğim, cennet ve cehennemin benim nezdimde yeri yoktur; zira her ikisi de mahluktur. Benim rağbetim ise mahlûkata değil, Hâlika'dır."

İlimle ve bilgiyle övünmenin yersizliğini şöyle anlatırdı: "Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür, durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemale erer. Çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir."

Sulh ve cengin nerede ve ne zaman olacağını şöyle bildirirdi: "Sulh bütün halkla, cenk ise nefsledir."

Dünyayı gölge gibi görürdü. Bu yüzden de: "Sen onun peşinde koştukça o senin padişahın; ondan yüz çevirince de sen onun padişahı olursun." derdi.

FÜTÜVVETİN ŞARTI

Ona göre fütüvvet ve civanmerdliğin şartı üçtü:

1. Cömertlik, 2. Şefkat, 3. Halktan müstağni olmak.

İçinde Allah'tan başkasına yer olan kalp, baştan başa ibadet ve taatla dolu olsa da ölüydü. Çünkü gönüllerin en aydını içinde halk olmayanı, amellerin en güzeli, içinde mahlûk fikri bulunmayanıydı.

Amel ve ibadetlerdeki ölçüsü şuydu: "Hergün akşama kadar halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın. Her gece de sabaha kadar Hakk'ın beğendiği amel ile olasın."

Katilden, yani adam öldürmekten beter olan fitnenin dinde iki grup insan tarafından çıkarılabileceğini söylerdi. Onlar da: Gözünü dünya hırsı bürümüş âlim ile ilimden mahrum ham sofuydu.

El emeği ve göz nurunu üstün tutar, nimetlerin en helal ve temiz olanının kişinin emek ve gayretiyle elde ettiği nimetler olduğunu anlatırdı.

SÛFÎLİK VE HIRKA

- "Sûfî kimdir?" diye soranlara:

- Hırka ve seccade ile sûfî olunmaz, merasim ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fena ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lâzım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.

Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh dedi ki:

"Bir erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!"

Ona göre sûfî, gündüz güneşe, gece yıldız ve aya ihtiyacı olmayandı; çünkü sûfîlik varlığa ihtiyacı olmayan yokluktu.

Birgün müridlerine "en güzel şeyin ne olduğunu" sordu ve kendisi bunu şöyle açıkladı: "En güzel şey, devamlı zikreden bir kalbdir. Çünkü bütün varlığını Allah istila etmiş bir kimse tepeden tırnağa herşeyiyle Allah'ı ikrar eder."

BAZI TANIMLAR

Sıdk'ı gönülde olanı konuşmak, ihlâs'ı herşeyi Hakk için yapmak, riya'yı da amelini halk için yapmak şeklinde tanımlardı.

Vâris-i Nebî denmeye layık olan kimse, O'nun fiil ve kavillerine uyan, O'nun izine basarak yürüyendi. Kâğıtların yüzünü karalayıp kitap yazdığını sanan değildi.

Ölümsüz bir hayata kavuşmanın günde bin kerre ölüp yine dirilmek olduğunu söylerdi.

İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:

- İnsanlar üç zümredir:

1. Sen kendisini incitmediğin halde o seni incitir.

2. Sen kendisini incitirsen o da seni incitir.

3. Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.

Bir mümini incitmeden sabahtan aksama varan, bir kimse o gün aksama kadar Hz. Peygamber (s.a) ile yaşamış gibi olur. Eger mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini kabul buyurmaz.

Tasavvufî umdeleri Nebevî üslûpla şöyle anlatırdı:

- "Çok ağlayın, az gülün, çok susun, az konuşun, çok verin, az yiyin, başınızı yastıktan uzak tutmaya çalışın." Harakanî, cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu geliştirdi ve emaneti Gazzâlî'nin de şeyhi olan Ebû Ali Farimedi'ye teslim etti.

- rahmetullahi aleyh-
 
Katılım
25 Eki 2007
Mesajlar
55
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Ârif Rivegerî (k.s.)

Orta boylu, ayyüzlü, iri gözlü idi. Kaşları hilal gibi inceydi. Teninin rengi, beyaz ve kırmızı karışımı; gül kurusunu andırırdı. Vücudunun hoş ve latif bir kokusu vardı. İlim, hilim, takva, riyazat, ibadet ve sünnete mütabaat ehliydi.

Hacegan yolunun ulusu, zikr-i hafinin sahibi ve "onbir esas"ın kurucusu Hace Abdülhalik Gucdüvanî'den sonraki halka Arif Rivegerî. Gucdüvanî'nin dördüncü halifesi. Nakşbendîliğin mukaddimesi olan "Hacegan" yolunda zikir, bu zat eliyle tekrar "cehri" şekle konuldu.

Rivegerî, 560/1165 yılında Riveger'de doğdu. Riveger, Buhara'ya altı, Gucdüvan'a bir mil mesafede bir köy. Arif Rivegerî, zahir ilimlerine aid eğitiminden sonra devrin büyük şeyhi Abdülhalik Gucdüvanî'ye intisab etti. Genç yaşında gerçekleşen bu , intisabdan kısa bir süre sonra, Rivegeri, irşada mezun oldu. Otuzbeş yaşlarında iken şeyhi vefat edince Rivegerî, onun yerine postnişin oldu. İrşad hizmetini uzun yıllar devam ettirdi. Ömrünün yüzelli yıla ulaştığı rivayeti biraz mübalağa gibi görünürse de, vefatı sırasında yüz yaşı civarında olduğu düşünülürse 660/1262 yılları civarında vefat etmiş olmalıdır. Kabri köyündedir ve ziyaretgahtır.

Gucdüvanî'nin yaktığı meş'aleyle, Türkistan diyarının, her bölgesine ulaştırmaya gayret gösteren Rivegerî, "Türk meşayihının etkıyasından": yani en muttakilerinden sayılır. Hayatı hakkında verilen bilgiler, her nedense pek sınırlıdır. Nakşbendî silsilenamelerinde adları saygı ile yad edilen büyük meşayihtan bir kısmının durumu böyledir. Kendilerinin yazılı eserleri bulunmadığı veya bize ulaşmadığı, ya da hayatlarında iken haklarında bilinen ve dillerde dolaşan özellikleri malum olduğu ve bunlar yazıya intikal etmediği için haklarında yazılı bilgi azdır. Zaten çok iyi bilinenlerin çoğu zaman kaderi, meçhul kalmaktır. Oysa ki Arif Rivegerî, devrinde hakikat bahçesinin nuru, tarikatın gözbebeğiydi.

Rivegeri'nin hafi zikirden cehrî zikre geçişi ömrünün son yıllarına rastlar. Halifesi Mahmüd Fağnevî'ye cehri zikri öğreterek halkı, gaflet kasvetinden kurtarıp zikrin haşyetiyle uyarmak istemiştir. Kendisine silsile'de "Pîşuva-yı arifan" denilmesi de bundan olsa gerektir.

Camiu keramati'l-evliya müellifi Nebhanî, Hoca Arifin şöyle bir menkıbesini nakleder: Hoca Arif, önceleri, Buhara ulemasından birinin derslerine devam etmektedir. Çarşıya çıktığı bir sırada Abdülhalik Gucdüvanî ile karşılaşır. Gucdüvanî kasaptan et almış, dükkandan çıkmaktadır. O'nun kemali ve cemali karşısında son derece etkilenen Hoca Arif, hemen sokulup hizmet arzeder ve:

- İzin verirseniz elinizdeki et paketini taşıyarak size yardım edebilir miyim? der. Hace Abdülhalik bu teklifi kabul eder ve:

- Peki evladım, al paketi ve bizim eve kadar beraber gidelim, der. Birlikte evin kapısına kadar gelirler ve Hace Abdülhalik:

- Hizmetinize çok teşekkür ederim. Bir saat sonra sofraya beklerim, der.

Bir saat sonra sofraya oturduklarında Hoca Arifin Gucdüvani'ye olan hayranlığı arttıkça artar ve nihayet ilim tahsilini bırakıp Gucdüvanî'nin meclisine devama başlar.

Ancak Arifin hocası, olanlardan rahatsızdır ve onu tekrar ders halkasına döndürmek ister. Bu yüzden de tasavvuf erbabı, ve tarikat ehli hakkında söylenmedik laf bırakmaz. Arif, tahammül ve sabra sarılıp bunlara karşılık vermez. Nihayet bir gece Arif, hocasının kötü bir fiil işlediğine dair bir rüya görür. Ertesi gün karşılaştıklarında yine tasavvuf erbabı aleyhinde konuşmaya başlayan hocasına Hoca Arif:

- "Hem kötü fiiller işlersin, hem de bizi Hak yoldan döndürmeye çalışırsın" deyince üstadı çok mahcub olup talebesiyle birlikte Abdülhalik Gucdüvanî'ye talebe olur.

-rahmetullahi aleyhim-
 
Katılım
25 Eki 2007
Mesajlar
55
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Muhammed Baba Simasî (k.s.)

Simasî; ortaboylu, gökçek yüzlü ve esmer tenliydi. Nurlara mazhar olduğu yüzünden lemean eden ziyadan belliydi. Nâfiz bir nazar, keskin bir görüşe ve derin bir hissedişe malikti.

"Azizan" lâkabıyla meşhur Ali Râmîtenî'den sonra silsile Muhammed Bâbâ Simasî ile devam etmektedir. Hoca Muhammed, Râmîten'e bir, Buhârâ'ya üç fersah mesafede bulunan Simas köyünden. Burada doğdu, burada yaşadı ve burada vefat etti (755/1354).

Simasî bir süre memleketinde dînî ilimler tahsili ile meşgul oldu. Zâhir ilimlerinde belli bir derinlik kazandıktan sonra, mânevi ilimlere yöneldi. Devrin ünlü şeyhi, altın silsilenin çağındaki halkası Ali Râmîtenî'nin dergâhına kapılandı. Buhârâ ve Harezm taraflarında şeyhiyle beraber bulundu. Riyâzat ve mücâhedede, edeb ve ifadede akranına tefevvuk ederek şeyhinin yerine irşad makamına geçti. Şeyhi Ali Râmîtenî vefatı sırasında müridlerine: "Buna bağlanın, emrini tutun, sağ olduğu sürece onun yanından ve yolundan ayrılmayın" diye vasiyette bulundu.

Muhammed Bâbâ Simasî, şeyhinin yerine irşad makamına geçtiğinde, müridlerini bizzat kendisi bulurdu. Halkın arasında dolaşır, müridlik ve dervişliğe kabiliyetli insanları nerede bulursa hemen yanına cezbederdi. Nitekim daha sonra kendi yerine halife olarak bırakacağı Emir Külâl'i ve hatta ondan sonraki Bahaeddin Nakşiben'di hep o bulup keşfetmişti. Emir Külâl'i er meydanında güreşirken buldu. Onun gürbüz vücudunda, en az bedeni kadar güçlü mâneviyat istidadı keşfederek onu tutup er meydanından gönül erleri meydanına çekti. Sırtındaki kısbeti çıkartıp dervişlik kisvesi giydirdi ve gönül sultanları makamına erdirdi. "Bu er, zâhirin değil, bâtının pehlivanıdır. Nice insan onun elinden kemâle erecektir" dedi.

BİR YİĞİT KOKUSU

Emir Külâl'den sonra emaneti alacak ve bu yolda "Pir" ünvanıyla anılacak olan Şah-ı Nakşbend hazretlerinin de ortaya çıkaran O'dur. Nitekim müridleriyle Şah-ı Nakşbend'in ailesinin oturduğu Kasr-ı Hinduvan'dan geçerken: "Burada benim burnuma bir yiğit kokusu geliyor. Yakında bu yiğit sayesinde Kasr-ı Hinduvan, Kasr-ı ârifân olsa gerektir" der. Bir kaç zaman sonra köye tekrar gelen Muhammed Bâbâ bu sefer: "Koku artmış, bu yiğit dünyaya gelmiş olmalı." der. Meğer bu sırada Bahaeddin doğalı henüz üç gün olmuş imiş. Emir Külâl'in hane-sinde misafir olan Muhammed Simasî'ye, dedesi, Şah-ı Nakşben'di kucağına alıp getirir ve takdim eder. Muhammed Bâbâ, Bahaeddin'i görür görmez: "Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evladlığa kabul ettik" der. Sonra ihvanına dönerek şöyle konuşur: "Dünyaya gelmeden kokusunu aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük imam ve mürşidi olacaktır." Bilahare Emir Külâl'e dönüp şu ifadelerle Bahaeddin'i ona ısmarlar: "Bu benim oğlumdur. Onu sana emanet ediyorum. O'nun eğitimi konusunda ihmal ve kusur göstermeyesin. Eğer bu konuda kusur ve fütur gösterecek olursan sana hakkımı helâl etmem." Bu sözler üzerine Emir Külâl de gayrete gelip der ki: "Bu konudaki emirleriniz başım üzre. Emirlerinizi yerine getirme konusunda ihmâl gösterir, gevşek davranırsam merd değilim." Bu şahidli isbatlı mukavele ile Bahaeddin'in irşad hizmeti Emir Külâl'in uhdesine tevdi edilmiş oldu.

Muhammed Bâbâ Simasî, aşklı, cezbeli ve coşkulu bir şeyhti. Kendisinin bir üzüm bağı vardı. Çoğu kerre üzümleri kendi elleriyle budardı. Ancak budama sırasında bazan kendinden geçer, aklı başından gider, bıçak elinden düşer, kendisi de yere yığılırdı. Birkaç saat sonra ancak kendine gelebilirdi. Bu hal belki, nebatâtın tesbihini duyması ve kesilen dalların tesbihden fariğ olduğunu hissetmesi sonucu meydana gelen üzüntünün eseriydi.

ŞAH-I NAKŞBEND'LE

Muhammed Bahaeddin Nakşbend şöyle anlatıyor: "Evlenmeye karar verdiğimde dedem beni, uğurlu ayağıyla hanemizi bereketlendirsin ve bize yardımcı olsun diye şeyhi Muhammed Simasî'ye gönderdi.

O gece gönlümde dua, niyaz ve tazarru arzusu peyda oldu. Şeyhin mescidine gittim, iki rekat namaz kıldım ve duaya başladım. Dua sırasında dilimden şu lafızlar döküldü: "İlâhî, bana belâ yükünü çekmeye ve muhabbet sıkıntısına dayanmaya kuvvet ihsan eyle!" Sabah olunca Muhammed Simâsî' nin huzuruna vardım. Bana şunları söyledi: "Oğlum bundan sonra şöyle dua et; İlâhî, rızan hangi noktada ise bu kulunu orada bulundur. Eğer Allah dostuna belâ verecek olursa, inayetiyle o belâya sabır ve tahammül gücü de ihsan eder. Fakat Allah'tan ne ge-leceğini bilmeden belâ ister gibi dua, küstahlıktır."

Bu görüşmeden sonra sofra hazır oldu. Birlikte sofraya oturup karnımızı doyurduk. Sofradan çekildikten sonra bana bir ekmek parçası uzattı ve bunu yanımda saklamamı emretti. Bir an gönlümden geçti ki, "Karnımızı daha yeni doyurduk. Ben bu ekmeği ne yapacağım acaba?" Şeyh benim şaşkınlığımı anlamış olmalı ki, hemen uyardı: "Kalbi faydasız ve lüzumsuz duygu ve havatırdan korumak lâzımdır." Ben mahcubiyetle boynumu eğip teslimiyyet gösterdim. Birlikte bizim köye gitmek üzere yola çıktık. Yolda bir tanıdığın evinde abdest tazelemek üzere konakladık. Ancak hane sahibinin yüzü biraz sıkıntılı görünüyordu. Sebebini sorduğumuzda şu karşılığı verdi: "Biraz kaymağım var, fakat ekmeğim yok. Ona üzülüyorum." Muhammed Bâbâ Simâsî bana döndü ve: "Acaba niye yarayacak diye düşündüğün ekmek işte burası içindi. Hadi ver bakalım da yesin." dedi. Meydana gelen bu güzel haller, benim ona karşı olan hayranlık ve bağlılığımı daha da artırdı."

Şah-ı Nakşbend hazretlerinin bizzat anlattığı gibi, onun ilk mürşidi böylece Muhammed Bâbâ Simâsî olmuş oldu.

-rahmetullahi aleyh-
 
Katılım
25 Eki 2007
Mesajlar
55
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Ubeydullah Ahrâr (k.s.)

Uzunca boylu, esmer tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe ve beyazdı. Sakalındaki karalar, sayılabilecek kadar azdı. Sohbeti tatlıydı, konuşurken müridlerini saadette gark ederdi. Zahir ve batın ilimleriyle donanmıştı. Nurlu yüzünü gören dua ve senadan kendini alamazdı. Şiirleri ve sözleri çok tesirliydi. Tarikatte huccet sayılırdı . Nakşi meşayıhının muammerininden, uzun ömürlülerindendi. Bir asra yakın muammer oldu. Hz. Ömer neslindendi.

Altın silsile'nin ondokuzuncu halkası Ubeydullah Ahrâr Nefehât müellifi Molla Cami ile Reşahat müellifi Ali b. Hüseyin el-Vaiz'ın mürşidi. Bu yüzden her iki müellif de eserinde Ubeydullah Ahrâr için geniş yer ayırmışlardır. Özellikle, Reşahat müellifi, eserini Ubeydullah Ahrâr için yazmıştır, denilse yeridir.

Kısa Çizgilerle Hayatı

Ubeydullah Ahrâr hazretleri, hicrî 806 Ramazan'ında (m 1404 Mart) Taşkent'e bağlı Bağıstan'da doğdu. Hz Ömer neslinden ilim ve irfan ehli bir aileden. Kendisinin eğitimiyle dayısı şeyh İbrahim Şaşî meşgul oldu. Temel ilimleri Taşkent'te okudu. Daha sonra yine dayısının teşvikiyle Semerkand'a gitti. Orada Uluğ Bey medresesinde Nizameddin Hamüş'un talebesi oldu. Semerkand'dan Buhara'ya geçti. Orada Şeyh Hamîduddın Şaşî'nın sohbetlerine katıldı. Buhara'dan Herat'a geçerek Seyyid Kasım Tebrîzî'nin yanına vardı. Tebrîzî, Ahrâr'ın çok istifade ettiğini belirttiği ustadır. Herat'ta ayrıca Bahaeddın Ömer Horasani ile tanıştı. İlim ve irfan yolunda geçen bu seyahatlerden sonra Ubeydullah Ahrâr, nihayet Çiganyan'da Yakub Çerhî'yi buldu, ona bende oldu, emaneti ondan aldı. Şahsî kabiliyeti ve daha önce görüştüğü şeyhlerden aldığı feyz sayesinde Ya'kub Çerhi'nın yanında kısa zamanda seyr-ü sulükunu tamamladı, şeyhinin iltifat ve sevgisine mazhar oldu. Bir kısmı ilim muhitınden, bir kısmı devlet ricalınden, diğer bir kısmı da halkın muhtelif kesimlerinden olmak üzere pekçok mürid ve halife yetiştirdi.

Maişetini temin için çiftçilik yapardı. Cenab-ı Hakk'ın verdiği bereket sayesinde zengin oldu. Servetinden gerek çalışarak emek karşılığı gerekse onun ihsanlarıyla binlerce insan istifade etmiştir. Vefatı 893 Rebîu'levvel 1490 Ocak'ta Semerkant'tadır. Kabri orada Şeyh Kefşir mahallesi kabristanındadır. Hizmet Anlayışı

Ubeydullah Ahrâr hazretleri, himmeti halka hizmette arayanlardandı. "Tasavvufu başkalarının yükünü taşımak, kendi yükünü başkalarına taşıtmamak" olarak anlardı Nitekim "ben bu yolu tasavvuf kitaplarından okuyarak değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler" derdi. Bu sebeble kemal yolunda başlangıçtan nihayete kadar, tanıdığı-tanımadığı, dost-düşman herkese hizmet etmiştir. Nitekim kaynakların bildirdiğine göre Semerkand'da Mevlana Kutbeddin medresesinde yatalak bir kaç hastanın bakımını üstlenmişti. Her gün belli zamanlarda bu hastaların altlarını temizler, karınlarını doyururdu. Nihayet bu hastalardaki sıtma mikrobu kendisine de geçti. Fakat sıtmalı haliyle yine bu hastaların hizmetlerini aralıksız sürdürdü, altlarını temizledi, sularını getirdi, karınlarını doyurdu.

Herat'ta bulunduğu yıllarda hizmet kastıyla sabahları Abdullah Ensarî el-Herevî'nın vakfı olan hamama giderek orada her renk ve her dilden insana ivazsız garazsız hizmet ettiği Reşahat'ın beyanlarından anlaşılmaktadır.

Mürşidlik hizmetiyle meşgul bulunduğu yıllarda da müridlerini, ağır mücahede, ve murakabeden çok hizmete yönlendirirdi. Nitekim huzurunda murakabeye varan bazı müridlerini şöyle uyarırdı "kaldırın başınızı, içinizden duman çıktığını görüyorum. Murakabe kim, siz kim? Size düşen temizlik için su taşımak, hela temizlemek ve insanlara hizmet etmektir. Bu geçitten geçmeden murakabeye liyakat kazanılmaz."

Hacegan yolunda vaktin icabına göre hareket etmek, bir başka ifadeyle "İbnü'l-Vakt" olmak en büyük meziyettir. Bu bakımdan zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir durum olmadı ğı zaman yapılır. Gönül almaya yarayacak hizmet ise, zikir ve murakabeden önce gelir. "Buradakı zikir, müridin evradı olan zikrin dışındaki nafile ve toplu zikirdir. Çünkü vird olan zikir, zaten dervişin görevidir, ahdinin icabıdır. Bazıları nafile ibadetle uğraşmayı hizmetten üstün sanır. Halbuki gönüldeki feyz, hizmet mahsulüdür. Şah-ı Nakşbend ve onun yolunda gidenlerin, hizmeti öne almaları, hizmetteki tevazu ve eğitici güç sebebiyledir.

Herat'ta bulunduğu yıllarda sokakta beş parasız dolaşırken bir dilenci kendisinden yemek parası istedi. Parası olmadığı için dilenciye birşey veremeyince elinden tutup bir aşçının önüne götürdü. Başındaki sarığı çıkartıp aşçıya verdi ve dedi ki "Bu tülbent eskidir, ama temizdir, kaplarınızı kurulamaya yarar. Bunu alın da şu fakire bir yemek verin" dedi. Bunun üzerine aşçı, fakirin önüne bir kap yemek koydu ve tülbendi geri verdi ise de Ubeydullah Ahrâr, almadan çıkıp gitti.

Helal Lokma

"Helal lokma konusu üzerinde çok dururdu. Nitekim üstadlarından Seyyid Kasım Tebrîzî de "helal lokma" konusunda şu sözlerle kendisinin dikkatini çekmişti. "Bu zamanda marifet ehli ve hakikat eri kimselerin ortaya çıkmayışının sebebi, iç temizliğinin, batın tasfiyesinin yokluğudur. Batın tasfıyesi ise, herşeyden önce helal lokma ile olur, helal yiyecek azalınca marifet ve hakikat kaybolur."

Edebe riayet ve insanlara saygıya çok önem verirdi. Bağlılarının ifadelerine göre, huzurunda bulunanları iğrendirecek şekilde sümkürme, tükürme gibi hareketler ondan sadır olmazdı. Esneme gibi gevşeklik ifadesi hareketleri de yapmazdı. Peygamberlerin ve özellikle de Peygamberimizin hiç esnemediği düşünülürse bunun ne derece büyük bir edeb olduğu anlaşılmış olur.

Gerek yolculuk sırasında, gerekse ihvanı ile olan gezintilerinde onları rahat ettirmek için, kendisi çoğu zaman kurulan çadırda gölgelenmez, bir bahane bulup atıyla dolaşmaya çıkar ve çadırı onlara bırakırdı.

Tasavvuf tariflerinin pekçok olduğunu, bunların sayılarının belki yediyüzü bulduğunu söyler, en çok Şeyh Ebû Said'in şu tarifini beğenirdi: "Tasavvuf, zamanını en uygun şey için harcamaktır."

Şeyhin güzel giyinip müridlerine güzel ve vakarlı görünmesi gerektiğini söylerdi. Çünkü dağınık ve düzensiz bir şeyh, ihvanının gözünde küçülürdü. Böyle olunca da ihvanın ona rabıtası azalırdı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de daima temiz ve güzel giyinir, ashabına da onu öğütlerdi.

Kendisiyle sohbet edilecek kimsenin vasfını şöyle açıklardı: "Ya senin kendisinde yok olacağın, ya da sende yok olacak kimse ile sohbet et. Veya hem senin, hem de onun, birlikte Allah'da yok olacağınız biriyle sohbet et, ne sen kalasın, ne de sohbet ettiğin. Sade O (Allah) kala." Rabıta için maddi uzaklığın manevi yakınlığa engel olmadığını söylerdi. Kur'an'da rabıtaya delil sayılan "Sadıklarla beraber olunuz" (et-Tevbe, 9/119) ayetindeki beraberliği şöyle anlatırdı: "Beraberlik iki türlü olur: Hissi ve manevi. Hissi beraberlik, onlarla oturup kalkmak, sohbetlerinde bulunmaktır, onlara yakın olan sohbetlerine devam eden kimsenin kalbi, onların batın nuruyla nurlanır, huyu da onların güzel huyları sayesinde güzelleşir, nurlanır. Manevi beraberlik, kalbi onlara bağlayıp ruhaniyetlerine yönelmektir. Bu durumda onların yakınında da olunsa, uzaklarında da bulunulsa hep onlarla olunur. Aradaki manevî bağ; tam olunca onların sırları, bu manevî bağa ve rabıtaya sahip olanlara yansır.

Ülfetli kimselerle beraber olmanın lüzumu üzerinde dururdu. "Huyu suyu zıd kimselerle görüşüp, konuşmak, gönül perişanlığı doğurur" derdi. Nitekim bir defasında yanına gelen bir müridine "Senden yabancılık kokusu geliyor" demişti. Arkasından da: "Sakın yabancı birinin elbisesini giymiş olmayasın" diye ilave etmişti. Mürid de: ''Evet öyle oldu" deyip sırtındaki elbiseyi değiştirip tekrar geri gelmişti.

Giyilen eşya gibi içinde bulunulan mekanında insanın ruh dünyasını etkilediğini şöyle anlatırdı: "Namaz, ibadetlerin en faziletlisidir. Buna rağmen kılındığı yere göre fazilet derecesi değişir. Fısk ve fücur yerlerinde kılınan namazla huzur yerlerinde, Kabe'de ve Mescid-i Nebi'de kılınan namaz bir değildir."

"Havatır" denilen beşerî ve nefsanî duygulardan kurtulmanın üç yolu olduğu-nu şöyle anlatırdı:

1. Hayır, itaat ve ibadet yolun da gayret, riyazat ve mücahedeye devam,

2. Kendi kuvvetini aradan çıkarıp herşeyi Allah'tan bilmek,

3. Şeyhinin himmetine sığınmak.

İstikamet ve itidal üzere olmayı öğütleyen süfilerdendi. "Hüd süresi beni ihtiyarlattı" buyuran Hz. Peygamberin bundan maksadı, süredeki: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" hükmüydü. İstikamet, doğruluktu, orta yoldu, çetinlerin çetini bir işti. Zira istikamet bütün fiil ve davranışlarda orta yolda sabit kalmak, ifrat ve tefritten korunmaktı. Onun için bu yolda keramete değil, istikamete bakılırdı. Ubeydullah Ahrâr'ın açlık ve uyku konusundaki şu sözleri de onun itidal çizgisini gösterir:

"Çok açlık ve çok uykusuzluk dimağı yorar. Hakayık ve dakakıyıkı idrakten alıkor. Ehl-i riyazatın keşfinde hata vaki olur. Ferah ve sürür, bünyeye kuvvet verir. Uyku, dimağı hatadan korur."

Hamd ve şükür konusunda şöyle konuşurdu.

"Hamd, alemlerin rabbı Allah'a mahsustur." (el-Fatiha, 1/1) ayetindeki hamd, kulun, Allah'tan başka hamdedilecek biri olmadığını bilmesidir. Kendisinin sırf yoktan ibaret olduğunu; isminin, resminin, nefsine aid bir işinin olmadığını anlamasıdır. Sevineceği sürür duyacağı tek şeyin, Yüce Allah'ın kendisini sıfatlarına zuhur yeri yaptığını kavramasıdır."

"Kullarımdan şekür olanlar azdır." (Sebe, 34/13) ayetindeki şükür, nimet içinde nimeti vereni görmek bahtiyarlığıdır, derdi.

Ubeydullah Ahrâr hazretleri Kur'an'daki: "Bugün mülk kimindir?" (Gafir, 40/16) ayetini şöyle açıklardı. Mülk tabirinden maksat, Hak yolcusu salikin kalbidir. Yüce Allah bir kulun kalbine celal sıfatıyla tecelli edince ondaki yabancıları atar. Zatından başka hiçbir şey orada kalmaz. İşte o zaman bu kalbin sahibi kalbinden şu sesi duyar: "Bugün mülk kimin" ve cevap olarak da: "Vahid ve Kahhar olan Allah'ın" sesini alır. Burada soran da cevap veren de Allah'dır. Muhtelif zamanlarda bazı zevatın ağzından çıkan;

"ene'l-Hakk ve Şanımı tenzih ederim." gibi sözler hep bu makamda söylenmiştir.

O, vahdeti kesrette, tekliği çoklukta bulanlardandı. Bu yüzden ihvanına da zaman zaman çarşı-pazara çıkmalarını, halkın arasına karışıp faydalı işlerle hizmet etmelerini öğütleyerek: "Tekliği çoklukta arayınız" derdi. Kur'an'daki "biz sana kevseri verdik" (el-Kevser, 108/1) ayetini "biz sana çoklukta teklik müşahedesini verdik" şeklinde yorumlardı.

Hz. Peygamber (s.a.)'in "Mescide açılan bütün kapılar kapansın, yalnız Ebubekir'in kapışı katsın" hadisini şöyle açıklardı: Tahkik ehli bu hadis hakkında pek çok söz söylemiştir. Hz. Peygamber ile Hz. Ebûbekir arasında mükemmel bir sevgi bağı vardı. Sevgi bağı her bağın üstünde olduğu için, bütün nisbetlerin kapıları kapansa bile, sevgi nisbetinin kapısı açık kalmalıydı. Çünkü sevgi yolundan başka ulaştırıcı, erdirici yol yoktur. Hacegan yolunun şiarı da bu yüzden aşk ve sevgidir.

-rahmetullahi aleyh-
 
Katılım
25 Eki 2007
Mesajlar
55
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
BÜYÜK ŞEYH EVLİYALARIN SERDARI ALİMLERİN BAŞ TACI...

Hace Muhammed Bahâüddin Buhârî Şahı Nakşibendi (k.s.)

Uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hakk ile meşguldü. Türk illerinin saygın mürşidiydi.

ŞÂH-I NAKŞBEND VE NAKŞİLİK:

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar "Hâcegân Yolu" olarak anılan tarikatı "Nakşbendî" yapan kolbaşı. Veliler serdârı bir ulu. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân'dan. Burasının eski adı Kasr-ı Hinduvân. Kendilerine nisbetle "Arifler köşkü" anlamına Kasr-ı ârifân denildi. "Nakşbend" lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın "hafi zikir" ve "rabıta"yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü "Nakşbend" "Nakışçı, nakışbağı" anlamlarına gelmektedir. Başındaki "Şâh" kelimeside "Gönül Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.

Şâh-ı Nakşbend, 718 Muharrem'inde (1318 Nisan'ında) Kasr-ı Hinduvân'da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti'nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend'in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahaûddin Buhârî'nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.

Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî'dir. Kendisinin doğumunu "Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor" diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl'e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

DÎNÎ İLİMLERLE MEŞGULİYETİ

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dînî ilimler tahsili için Semerkand'a gitti. Onsekiz yaşında Semerkant'taki tahsilini tamamlayarak memleketine döndü ve evlendi. Evlenmesinden bir süre sonra ilk şeyhi Simâsî vefat etti. Bu arada Kasr-ı Hinduvân'a gelen Emir Külâl, Bahâeddin'e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı. Şeyhiyle birlikte Nesef'e giden Bahâeddin Buhârî yedi yıl kadar orada kaldı.

Abdülhâlik Gucdüvânî zamanında gizli zikre önem veren "Hacegân yolu"nda Mahmud İncir Fağnevî ile cehri zikir, hafi ile birleştirildi. Şâh-ı Nakşbend hazretleri gizli zikre olan meyilleri sebebiyle bir bakıma Abdülhâlik Gucdüvâni'nin üveysi müridi oldu. O'nun vaz' ettiği esaslar çerçevesinde ve ondan aldığı ruhani üveysi terbiye dairesinde yetişti. Müridinin halindeki farklılığı sezen ve onun cehri zikre katılmayışı dolayısıyla müridlerinin tepkisini bilen Emir Külâl, bir müddet sonra ona: "Şeyhim Muhammed Baba Simâsî'nin senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Ama senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâl semasında dilediğiniz gibi uçmağa tarafımdan mezunsun" diyerek icazet verdi. Suhâr'da bir mescid inşası sırasında beşyüz müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra Şâh-ı Nakşbend, oradan ayrıldı. Emir Külâl'in halifesi Arif Dikgirâni'nin dergahında yedi yıl sohbetine katıldı. Bunun ardından on iki yıl kadar Yesevî şeyhlerinden Kusem Şeyh ile Halil Atâ'nın sohbetlerinde bulundu. Bir ara hükümdar olan Şeyh Halil Atâ'nın bertaraf edilmesinden sonra çok üzülen Bahâeddin Nakşbend, dünya işlerinden büsbütün soğuyarak Buhârâ köylerinden Ziverton'a yerleşti. Mevlânâ Bahâeddin Kışlâkî'den hadis okuyan Bahâeddin Nakşbend'in Herat, Merv, Nişabur beldelerine muhtelif seyahatleri oldu. Daha şeyhinin sağlığında irşada mezun olduğu için etrafında geniş bir mürid ve muhib kitlesi oluşmuştu.

Şeyhi Emir Külâl vefatı sırasında (771/1370) müridlerine Muhammed Bahâeddin'e bağlanmalarını vasiyet etmişti. Üç defa hac maksadiyla Hicaz'a gitti. Son haccında halifelerinden Muhammed Pârsâ'yı müridleriyle Nişabur'a gönderdi. Kendisi Herat'a giderek orada bulunan Zeyneddin Ebû Bekir Tâyibâdî ile üç gün süreyle sohbetlerde bulundu ve Nişabur'da bulunan Muhammed Pârsâ ve diğer ihvanına yetişti. Hac dönüşü Bağdad ve Merv'e uğrayan Şah-ı Nakşbend, daha sonra Buhârâ'ya geldi ve vefatına kadar irşad hizmetini orada sürdürdü. Bir ara Herat hükümdarı Müizzüddin Hüseyn tarafından hediyyeler gönderdilerek Herat'a davet edildi. Bu görüşme sırasında Sultan'a pek iltifat etmemesi, onun halk nezdindeki "Şâhlığını" yani gönüller sultanı olma özelliğini daha da artırdı. Buhârâ'nın ilim ve irfan çevrelerinde gördüğü hüsn-i kabul ve saygı, ilmini ve tasavvufî kişiliğini göstermektedir. 791/ 1389 yılında doğdukları Kasr-ı ârifan'da 73 yaşında hastalandı ve bir süre sonra Hakk'a yürüdü.

Hakkında yazılan eserlerden Enîsu't-tâlibin'in verdiği bilgilere göre Hakim Tirmizi'nin eserlerini okumuş ve fikri olgunluğa o eserler sayesinde ermiştir. Hatta yirmi iki yıldan beri onun tarikında olduğunu söylediği kaydedilmektedir. Bu ifadeler, O'nun tasavvufun amelî ve âhlakî tarafından başka, fikri tarafıylada ilgili bulunduğunun delilidir.

Şah-ı Nakşbend hazretleri çok mütevazi bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.

ÜVEYSÎ ÜSTADI GUCDÜVÂNÎ

Çağına yetişmeden, yüzyüze görüşmeden feyz aldığı "üveysî" mürşidi Abdülhâlik Gucdüvânî ona âlem-i mânâda şu nasihatta bulunmuştu: "Oğlum Bahâeddin, zikr-i ilâhi'den fariğ olma! Mahlûkata hâlisâne hizmet et. Çünkü Hakk'a giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzre ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittibâ et, ruhsatları bırak, bid'atlerden kaç insanlar, hayvanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafi zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun."

Bu vasiyetin tesiri ve fıtratındaki merhametin muktezasınca, onun yaralı hayvanlara baktığı; yaralarını tedavi ettiği hattâ, sokakların temizliğiyle bile meşgul olarak halka hizmet ettiği rivayet edilir.

Sordular:

- Sizin dervişliğiniz mevrûs mudur, yoksa mükteseb midir

Şâh-ı Naşkbend buyurdu:

- Bizim dervişliğimiz Hak cânibinden bir cezbedir. Hakk'ın ikrâmıdır.

- Peki sizin tarikınızda cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır?

- Hayır, yoktur.

- Öyleyse sizin tarikatınızın esası nedir?

- Bizim tarikatımızın esası "halvet der-encümen"dir. Yani zâhir halk ile, bâtın Hakk ile bulunmaktır. "El kârda, gönül yârda" olmaktır. Nitekim Kur'an'daki: "Ne ticaret ve ne de alış-verişin Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır" (en-Nûr. 24/37) âyetinde bunlara işaret vardır.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, ileri ufuklara bakmayı daima yükselmeyi öğütleyen bir mânâ sultanıydı. Müridlerine: "Eğer himmetimizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız." Yani sizin mânevi dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı.

ASIL KERAMET, KERAMETİ GİZLEMEKTİR:

O'nun tâlim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi, setredilmesiydi. Çünkü Hak Teâlâ bazan veli kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hakk rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Mâneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Şâh-ı Nakşbend'e göre en büyük keramet kerameti örtmek ve gizlemektir. Bu yüzden kendisinden: "Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" diye soranlara şu cevabı veriyor: "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"

Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nârâ atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste: "Allaaaah!" diye haykırdı. O şunları söyledi: "Bu haykırış, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok."

NEFS KONUSUNDA

Nefs konusunda şöyle konuşurdu: "Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir."

"Nefsin bineğindir, ona şefkatle davran" hadisindeki nefs, "mutmeinne" derecesine ermiş nefstir. Yoksa emmare olan nefs değildir. Nitekim Kur'an'daki: "Nefs, kötülüğü çokca tahrik edicidir, ancak Rabbımın merhamet ettiği nefs müstesnâ" (Yusuf, 12/53) âyetinde istisnâ tutulan nefs de budur.

Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde "Eziyet veren şeyi yoldan uzaklaştırmayı" imândan saymışlardır. Şâh-ı Nakşbend hazretleri, bu hadisteki ezayı "nefs", yolu da Hak yolu ve tarikat olarak yorumlardı ve bu duruma göre hadisin anlamı Bâyezid Bistamî'nin buyurduğu gibi, "Nefsini bırak da gel" şeklindedir. Hak ehli kimselere muhabbete bile mani olan nefsten geçmek nefsin sıfatları, esaretinden kurtulmak gerekir.

Buhara ulemasından biri, Şâh-ı Nakşbend hazretlerine sordu:

- Bir kul namazda huzura nasıl erebilir? Cevap verdi:

- Dört şeyle:

1. Helâl lokma

2. Namaz dışında da Hakk'ı asla unutmamak,

3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak; Hakk ile olmak.

4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk'ın huzurunda bilmek.

MÂRİFET NESEPTE Mİ İKTİSÂBDA MI?

Kemâl ve mârifetin haseb ve neseble değil, iktisâbla olduğuna inanırdı. Bu yüzden kendisine "Sizin silsileniz nereye ulaşır, ve kime dayanır?" diye soran birine: "Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz." diye karşılık verdi.

Kur'an'daki "Ey müminler Allah'a inanın" (en-Nisâ, 4/136) âyetini her göz açıp kapamada bu fânî vücûdu nefyedip mabûd-i hakiki'yi isbat etmektir" diye yorumlamıştır. Mâsivâya aldanıp bağlanmayı bu yolda en büyük perde olarak görmüş, kelime -i tevhiddeki "Lâ ilahe" tabiat putunu nefydir. "İllallah" gerçek mabûdû isbâttır. "Muhammedun Rasûlullah" Hazret-i Rasûle ittibâdır. Bu yüzden zikirden maksad, bu sırra ermektir. Zikir sırasında mâsivâ bilkülliye nefy olmalıdır, sayısının çok olması şart değildir.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, yolunun esasını "sohbet" olarak tanımlamıştır. "Yolumuz sohbetledir. Halvette şöhret vardır. Şöhrette de âfet. Hayr ve felah cem'iyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, iman-ı hakikiye imkân sağlar. Bizim tarikımızda az amel ile çok fütûh olur. Çünkü sünnete ittiba zor iştir ve bizim yolumuz sünnet yoludur."

HACEGÂN YOLU VE NAKŞİLİK

Bilindiği gibi, Şâh-ı Nakşbend hazretleri, Hâcegân yolunun Hace Abdulhâlik Gucdüvânî tarafından tesbit edilen "on bir" esasını ihyâ etti. Nakşbendiyye yolunu daha sağlığında Buhârâ, Semerkand ve Maveraünnehir bölgesine yaydı. Güçlü ve müteşerri halifeleri sayesinde yıllar yılı İslâm ülkelerinde tesir ve nüfuzunu devam ettirdi. Şâh-ı Nakşbend, Hanefî mezhebindeydi. Kendisinin tasnîf

buyurdukları "Evrâd-ı Bahâiyye" sinden başka eseri yoktur. Ancak müridi ve halifesi Muhammed Pârsâ ve diğer halifeleri, bazı sözlerini tespit etmişlerdir. Osmanlıların kuruluş yıllarında teessüs eden tarikatı, XIV. Asırdan itibaren Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerine yayılma imkânı bulmuştur.

Buhârâ'da bulunan kabri, yetmiş yıllık komünist rejim sırasında halkın manevi himaye odağı gibi hizmet görmüş, gizli zikri esas olan tarikatı vicdanlarda mahpus imanları korumuştur.

-kaddesallahu sirrahu'l teala aleyh ecmain.
 
Katılım
25 Eki 2007
Mesajlar
55
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Gavsların Büyüğü

ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ ks


Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. İran'ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir. AbdülkâdirGeylânî hazretleri 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefât etti. TürbesiBağdad'dadır. Ziyâret edilmekde, feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi.

Abdülkâdir Geylânî hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler görülmüştü. Babası rüyâsında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Ey Ebû Sâlih! Allahü teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak." buyurdu. Yine oğlu hakkında;"On iki imâm dışında bütün velîler doğacak olan oğluna itâat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. O yüksek derecelere kavuşacak, ona itâat etmeyenler Allahü teâlâya yakınlık devletinden mahrûm kalacaklar." diye müjdelendi. Doğduktan sonra yüksek hâlleri ile dikkatleri çekti. Ramazân-ı şerîfte gün boyunca süt emmez, iftâr olunca emerdi. Bu hâlini şu beyti ile anlatır:

Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.

Doğduğu senenin ramazân-ı şerîf ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüd edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, ramazân-ı şerîfin henüz çıkmadığını anlayıp oruca devâm ettiler.

On yaşında mektebe giderken etrâfında meleklerin kendisi ile berâber yürüdüklerini görür, onlardan; "Yer açın evliyâdan bir zat geliyor." dediklerini duyardı. Meleklerin söylediklerini duyan birisi; "Bu çocuk kimdir?" diye sordu. Meleklerden birisi; "Bu asîl bir âilenin çocuğudur. İlerde büyük bir zât olacak. Arzu edenlere hep verecek ve hiç kimseyi kapısından boş çevirmeyecek. Her gün Allahü teâlâya yakınlığı artacak ve çok yüksek derecelere ulaşacak." dedi. Çocuklarla berâber oynamak istediğinde; "Bana gel ey mübârek, bana gel." diyen bir ses işitir, korku ve heyecanla annesine koşardı.

Abdülkâdir Geylânî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz, Ebü'l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kâdı Ebû Ya'lâ ve diğer fıkıh âlimlerinden öğrendi. Hadîs ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû Saîd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû Kasım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah ibni Mübârek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ ve diğer hadîs âlimlerinden öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile Hammâd-i Debbâs'tan almıştır.

İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vâz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Muhzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vâzlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Hatta bir kadın, mehir bedelini, kocasının orada çalışmasına saydı. Derslerine devâm edenler arasında pekçok âlim yetişti.

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vâz vermeyi bıraktı. İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahrâlara çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:

Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryâdını duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."

Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; "Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin." derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun tamâmen yandığını görürdüm.

Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım." Bir rivâyete göre; "Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî Eûzü çekti. "Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım." dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez." buyurdu.

Başka bir kere gâyet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. "Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun." dedi. "Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş." dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defâ elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnâda elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlûb ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gâyet üzgün olarak; "Senden ümîdimi kestim. Gâliba seni yoldan çıkaramayacağım." dedi. "Sus ey mel'ûn!" dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.

Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.

Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.

Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mebcur ettim. Soğuk bir gece kırk defâ ihtilam oldum, havanın soğukluğuna bakmadan her seferinde, hemen yıkandım. Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları... Dünyâ sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra kalkarsın." dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur'ân-ı kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım.

Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım".

Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; "Sen ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi.

Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsân olundum. Allahü teâlânın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim. Allahü teâlâya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.

Abdülkâdir Geylânî hazretleri bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi sene Bağdad'a girmeyeceksin." dedi. Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin." diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs'ın zâviyesine (dergâhına) geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır." dedi.

Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkâdir Geylânî hazretleri fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses işitti. "Ben dînimi kurtarmak istiyorum." dediğinde; "Korkma, dînine bir zarar gelmeyecek." denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını bildirmesi için Allahü teâlâya yalvardı. Bu esnâda Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkâdir! Buyurun." dedi. Yanına varınca; "Söyle, dün Allahü teâlâdan ne istemiştin?" dedi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o zât kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allahü teâlâdan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zâtın Şeyh Hammâd Debbâs olduğunu hatırladı.

Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bâzan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?" derdi. Şeyh Hammâd'ın müridleri ona bâzan; "Sen âlim birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene." derler; Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, mânen kemâle ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum." derdi.

Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkâdir Geylânî hazretleri dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd; "Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek." dedi.

Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allahü teâlâyı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim." dedi.

Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ilerde onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler. Abdülkâdir Geylânî hazretleri zaman zaman Şeyh Tacül ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor." derdi. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine; "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır. Sanki şu anda onun Bağdad'da cemâatlere vâz ve nasîhat ettiğini, "Ayağım bütün velîlerin boynundadır." dediğini ve bütün velîlerin boyunlarını ona uzattıklarını, görüyorum." derdi.

Bir defasında da; "Ey Bağdadlılar! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkâdir Geylânî hazretlerine dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın." diye hitâb etti.

Nihayet Abdülkâdir Geylânî hazretleri Bağdad'da insanları irşâda, Allahü teâlânın beğendiği yolda bulunmaya dâvete ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün kendini nûrların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allahü teâlânın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk denilen velîlere âit evliyâlık elbisesidir." buyurdular.

Resûlullah efendimizden hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan sonra hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imâmdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imâmdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî bu makâma ulaşamadı. Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır." buyurdular. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine "Gavs-ül-A'zam; En büyük Gavs" denildi. Yalnız İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususda onun vekîlidir.

Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin evliyâlıktaki derecesinin yüksekliğini zamânındaki bütün evliyâ kabûl etmişti. Bir gün Bağdad'da sohbet ediyordu. Meclisinde pekçok âlim ve velî vardı. Bir ara; "İşte şu ayağım her velînin boynu üzerindedir." buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu sözü tasdîk ettiler.

Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır:

Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. "Yâ Resûlallah! Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Doğru söylemiştir. O benim himâyemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu."

Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi zamânındaki ferdiyet denilen makâmını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir." der.

Ahmed Rufaî hazretleri; "O bu sözü mânevî emirle söyledi." dedi.

İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri de; "Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir ki, inâd eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkâr etmeyecektir." dedi.

Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi." demişti.

Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki:

"Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde bereket, hâllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnâsız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı."

Abdülkâdir Geylânî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufâî hazretleridir. Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle dedi:

"Şu anda Abdülkâdir Bağdad'da "Ayağım, her velînin boynundadır" diyor.

Ebû Medyen Mağribî de; "Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim." buyurdu.

Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir. Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allahü teâlâyı anmak, gönlü Allahü teâlâdan başkasından kurtarmaktır.

Abdülkâdir Geylânî hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır:

Hicrî beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm.

"Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?" buyurdu. "Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?" dedim. "Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defâ mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib'i gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu. "Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum." dedim. "Ağzını aç." buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı defâ saçtı. "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim. "Resûlullah'a karşı olan edebimden." buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım.

Birgün, minberde oturmuş vâz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vâzına devâm etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye suâl edince; "Ceddim Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Hayâ edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vâz etmemi emr etti, dedi.

Sohbetlerinde bâzan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cumâ, salı ve pazartesi gecesi halka vâz ederdi. Vâzında, âlim ve evliyâdan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzûr içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devâm etti. Ders ve fetvâ vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hâl altmış yaşına kadar devâm etti. Huzûrunda Kur'ân-ı kerîm tegannîsiz gâyet sâde, tecvide riâyetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suâllere gâyet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.

Derin ilim sâhibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.

Bir gün birisi huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okudu. Âbdülkâdir-i Geylânî hazretleri okunan âyet-i kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini gösterdi. Orada bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı. Sonra; "Sözü burada bırakıyorum. Şimdi kelime-i tevhide geldik"Lâ ilâhe illallah" dedi. Bunları söyler söylemez cemâatı bir hâl kapladı, hepsi kendilerinden geçti.

Önce lâzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbâî ismindeki bir zât anlatır:

Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zâtların, yâni mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra inzivâya, yalnız ibâdete başla. Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcâbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdu.

Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı kerîm ve kırâat dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. Onun bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi. Ebû Muhammed Haşşâb der ki:

Gençken nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin vâzlarında çok tesirli konuştuğunu söylediler. Vakit bulamadığım için gidemezdim. Nihâyet bir gün vâz verdiği yere gittim. Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun, seni Sîbeveyh yapalım." dedi. O günden sonra yanından ayrılmadım. Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı ilimlerde çok istifâde ettim. O kadar kavâid (kâideler) öğrendim ki, başkalarından öğrendiklerimi unuttum."

Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kaplayıp, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler.

Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır:

Ben, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve enbiyâyı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defâsında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm. "Her kim dünyâda kurtuluşa ermek ve saâdete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in meclisine devâm etsin!" buyurmuştu.

İbn-i Kudâme şöyle söylemiştir:

"1166 (H.561) yılında Bağdad'a girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sâhipti. Onun gibi bir zâta daha hiç rastlamadık."

Abdülkâdir Geylânî hazretleri felsefe ile meşgûl olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünyâ rûh, âlem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yâhut tamâmen değişir. Bu îtibârla sonra gelenler önce gelenleri dâimâ tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dînin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri îtikâdın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sînâ ve Fârâbî gibi zâtlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgûl olduklarından sapıtmışlardır.

Şeyh Muzaffer Mansur der ki:

Birkaç kişi ile Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yanına gitmiştik. Elimde, felsefe ile ilgili kitaplar vardı. Bizi süzdükten sonra kitabı görmeden bana; "O elindeki kitap ne kötü bir arkadaştır." buyurdu. Bu esnâda oradan ayrılıp kitabı bir yere koymak ve bir daha taşımamak hatırıma geldi. Kitabı çok seviyordum. İçerisindeki çok şeyi de ezberlemiştim. Tam kalkacaktım, bana dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Şaşırıp kalkamadım. "Şu kitabı bana versene."buyurdu. Vermek için kitabı açtım. Bir de ne göreyim kitabın sahifeleri bembeyaz olup, hiçbir şey yazılı değildi. Kitabı kendisine verdim. Tek tek sahifelerine baktıktan sonra bana geri verdi. "İşte İbn-i Dâris'in Fedâil-ul-Kur'ân (Kur'ân-ı kerîmin fazîletleri) kitabı." buyurdu. Baktım gerçekten onun güzel bir hatla yazılmış bir nüshası idi. Bana; "Kalb ile tövbe etmek ister misin?" buyurdu. "Evet." dedim. "Öyleyse kalk!" dedi. Kalktım. Zihnimde felsefe ile ilgili bütün öğrendiklerimi unuttum. Daha önce onları hiç okumamış gibi oldum.

Dîne uygun olmayan bir şeye müsâade etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve kerâmetleri ile meşhûrdur." diye konuşuldu ve bu arada;"Ben derece bakımından Yûnus aleyhisselâmı geçtim." dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü. Yaslandığı yastığı yere doğru attı. Gidip baktıklarında adamın öldüğünü gördüler. Vefâtından sonra o şahıs rüyâda neşeli olarak görüldü. "Nasılsın?" diye sorulduğunda; "Şeyh Abdülkâdir hem Allahü teâlânın, hem Yûnus aleyhisselâmın yanında bana şefâatçı olduğu için, Allahü teâlâ beni affetti. Yûnus aleyhisselâm hakkında söylediğim o söz sebebiyle hesaba çekmedi." dedi.

Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî hazretleri; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefât etti.

Abdülkâdir Geylânî hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gâyet câzib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din husûsunda aslâ tâviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerîm ve lütufkâr kimse olamaz." kanâati hâkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alâkasını muhâfaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıyâ onun vâsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, âzâd ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında helâlden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:

"Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!"

Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.

Fakîrlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yâhut hastalansalar, kendisiçarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzûmlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyârete gelenlere saygı gösterir, tevâzu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.

Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesîle ederek, araya koyarak Allahü teâlâya duâ ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki:

"Sıkıntıda olan bir kimse beni vesîle edip Allahü teâlâya yalvarsa derhâl sıkıntısı gider. Şiddet ânında her kim benim ismimi ansa derhâl rahata kavuşur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, derhâl işi görülür."

Bir kere de; "Her kim her rekatında Fâtiha'dan sonra on bir İhlâs okuyarak, iki rekat namaz kılarsa, selâmdan sonra da on bir defâ Allah'ın Resûlüne salât ve selâm getirip benim ismimi anarak yalvarırsa, Allahü teâlânın izni ve yardımıyla derhâl işi görülür." buyurdu.

Temiz bir hanım, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın dağda iken, ihtiyaç için mağaraya girdiğinde daha önce ona âşık olan bir ahlâksız da ardından girdi. Kadına yanaşıp, onun nâmusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak bir yer bulamadı. Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; "Yardım et (yetiş, imdâd) ey Gavs-ül-a'zam, ey insanların ve cinlerin gavsı, yardımcısı, yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn (dînin ihyâ edicisi), yetiş ey Seyyid Abdülkâdir!" deyip feryâd etti. O anda Gavs-ül-a'zam medresede abdest alıyordu. Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Ahlâksız, arzusuna kavuşamadan, nalınlar kafasına ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular. Kadın, o mübârek nalınları alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve başından geçeni anlattı.

Müridlerinin, talebelerinin tövbesiz vefât etmemeleri için duâ etti:

"Allah'ım! Ceddim, Habîbin Muhammed aleyhisselâm ve kullarından takvâya erenlerin hâtırı için, hiç bir mürîdimin, talebemin rûhunu tövbesiz alma." diye yalvardı.

Bir defâsında; "İyi müridlerin hâli mâlum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık." buyurdular.

Bir kere de; "Bana gözün alabileceği kadar bir kitap verildi. Onda kıyâmete kadar talebelerimin isimlerini gördüm." buyurmuştur.

Cinler de kendisinden çekinir, itâat edip sözünü dinlerlerdi.

Ebû Saîd Abdullah bin Ahmed isminde birinin kızına cinler musallat olmuştu. Hâlini, Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerine arz etti. O da; "Falanca yere git. Oraya cinlerin reisi uğrayacak. Ona benim gönderdiğimi söylersin, hâlini anlatırsın. O sana yardımcı olur." buyurdu. O şahıs denilen yere gitti. Kendisini Abdülkâdir Geylânî'nin gönderdiğini ve kızının durumunu anlattı. Cinlerin reisi kızına musallat olan cini cezâlandırdı. Ebû Saîd cinlerin reisine;"Bugüne kadar senin kadar Abdülkâdir'in emrine cân u gönülden itâat eden görmedim." deyince; "Abdülkâdir Geylânî hazretleri her gece evinden bakar, cinleri seyreder. Cinler onu görünce korkularından sağa sola kaçışırlar. Allahü teâlâ sevdiği kulun emrine birçok insan ve cin verir." dedi.

Duâsı makbûl idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; "Babamı rüyâda azâb içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkâdir'e git, bana duâ etsin. Belki Allahü teâlâ beni azapdan kurtarır." dedi. Bunun için sana geldim. Babama duâ ediverin de azaptan kurtulsun." dedi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri sükût buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyâsında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; "Baba, dün azâb içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?" diye sordu. Babası; "Şeyh Abdülkâdir bana duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsı hürmetine beni azaptan kurtardı." dedi.

Tabiblerin tedâvî edemediği hastalar ona gelirler, duâsı bereketiyle şifâ bulup giderlerdi. Bir defâsında Halîfe Mustencid'in akrabâsından karnı şiş bir hastayı getirdiler. Elini sürüp, duâ ettiğinde Allahü teâlânın izni ile iyileşti.

Halk sıkıntıları olunca ona gelirdi. Bir seferinde Dicle Nehri taşmış, sular Bağdad sokaklarına kadar gelmişti. Herkes korku ile Abdülkâdir Geylanî hazretlerine baş vurdu. Abdülkâdir Geylâni hazretleri oraya geldi. Bastonunu nehrin kenarına dikti. "Daha ileri gitme!" dedi. Allahü teâlânın izni ile nehrin suyu o andan îtibâren azalmaya başladı.

Muhammed Ezher şöyle anlatır:

Bir sene Allahü teâlâdan devamlı bana evliyâsından birini göstermesini istedim. Bir gece rüyâmda İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyâret ettim, orada birisi vardı. İçimden onun evliyâdan biri olduğunu geçirdim. Uyanınca Ahmed bin Hanbel'in kabrine koştum. Rüyâda gördüğüm zât orada duruyordu. Önümden geçip Dicle'ye doğru gitti. Ziyâretimi acele yapıp onu tâkib ettim. Dicle Nehrinin iki tarafı, bir adımlık mesâfe oluncaya kadar yaklaştı ve adımını atarak geçiverdi. Sonra o zât medresesine gittiğinde rüyâda ve uyanık iken gördüğü zatın Abdülkâdir Geylânî hazretleri olduğunu anladı.

Onu gören tesiri altında kalır, mübârek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Cumâ günleri câmiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.

Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.

Gavs-ül-âzam, Medîne-i münevvereden Bağdad-ı Dârüsselâma gelirken, yolda hırsızlardan birine rastladı. Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-âzam ona; "Sen kimsin?" buyurdu. Hırsız; "Ben çölde yaşıyanlardanım." dedi. Gavs-ül-âzam ona, isminin mâsiyet, günah mürekkebi ile yazılmış olduğunu açıkladı. Hırsızın kalbinden, bu heybet ve azamet sâhibi kişinin Gavs-ül-âzam olması muhtemeldir düşüncesi geçti. Hırsızın kalbinden geçeni kendisine söyledi ve; "Evet, ben Abdülkâdir'im." buyurdu. Hırsız, derhal mübârek ayaklarına kapandı ve dilinden; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Allah için bana bir ihsânda bulun!" sözleri çıktı. Gavs-ül-âzam, hâline acıdı ve kabinin düzeltilmesi için, Allahü teâlâya duâ etti. Hitab geldi; "Ey Gavs-ül-âzam, hırsızı doğru yola ulaştır. Onu sevgililer hidâyetine irşâd eyle, onu kutublardan biri eyle!" Hırsız, eşsiz teveccühleri ile kutublardan oldu.

Meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir râhip şöyle anlatır:

Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki İslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya kaldım. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Bana; "Irak'a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür." buyurdu.

Yine on üç kişilik bir hıristiyan cemâati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad'a gidin. Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz." diyordu.

Bu hâdiseler, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Yoksa, İslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve formaliteye ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i şehâdeti söyleyip mânâsına inanınca müslüman olur.

Allahü teâlânın izni ile bir anda birçok yerde bulunurdu.

Ramazân-ı şerîfte bir gün, ayrı ayrı yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı iftâra dâvet etti. Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin dâvetini kabûl etti, aynı anda dâvet edenlerin evlerinde iftarda bulundu, onlarla birlikte yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sığmaz kerâmet, bir anda Bağdad'a yayıldı. Huzûrunda hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-âzam o akşam tekkesinden çıkmadığı, iftarı burada yaptığı hâlde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek yemesi ve bu yemeğin aynı anda olması nasıl olur? diye düşündüğü zaman, Gavs-ül-âzam, o hizmetçisine dönerek; "Onlar doğru söylüyorlar, herbirinin dâvetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda herbirinin evlerinde yemek yedim" buyurdu.

Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamıyacağını söylerdi.

Bir kadın, çocuğunu Abdülkâdir-i Geylânî'ye getirip; "Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim." dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devâm ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. "Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer." dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; "Kum bi-iznillâh!" yâni Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitâben; "Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin!" buyurdu.

Bâzan sevdiklerine mânâ âleminde çeşitli şeyleri gösterirdi. Ali bin Yâkub anlatır:

Bir kere daha yanına gitmiştik. Başını eğip, murakabeye dalınca, ondan bir nûrun yükseldiğini gördüm. Gözümden perde kalktı, melekleri, onların tesbihlerini ve kabirdekileri, onların hâllerini, derecelerini, tesbih ettiklerini gördüm. Her insanın alnındaki yazıları okumaya başladım. Hulâsa bana gaybî, gizli pekçok şey malûm oldu. Beni oraya götüren Hocam Ali bin Hîtî, aklıma bir şey olmasından korkuyorum deyince, göğsüme vurdu ve ondan sonra gördüklerimden dolayı hiç korkmadım.

Ebü'l-Hacer Hâmid Hirânî anlatıyor:

Bir gün Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin medresesine gittim ve huzûrunda oturdum. Bana; "Ey Hâmid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın." buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nûreddîn beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. O günden beri devamlı Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin o sözünü hatırlarım.

Bir gün bir cemâatle terasta durup, Buhârâ tarafına dönerek, güzel bir koku aldı ve; "Benim vefâtımdan yüz elli yedi sene sonra, dünyâya Muhammedî meşreb birisi gelir, ismi Behâeddîn Muhammed Nakşibendî'dir. Bana mahsus nîmetlere kavuşur." buyurdu ve dediği gibi oldu.

Evliyânın büyüklerinden ve mürşid-i kâmillerin en meşhûrlarından olan bu zât, Muhammed Behâeddîn-i Buhârî Nakşibend hazretleri idi.

Allahü teâlâ ona eşyânın aslını, neden meydana geldiğini gösterirdi.

Bir gün devlet ileri gelenlerinden birisi huzûruna gelmişti. Tesirli nasîhatlarını dinledikten sonra memnuniyetinden on kese altını ortaya koyup, bunlar senindir." dedi. Abdülkâdir Geylânî hazretleri almak istemedi. Çok ısrar edince, içinden ikisini aldı ve sıktı. Elinin altından kan akmaya başladı. O şahsa; "Bunları bana getirmekten hiç mi hayâ etmedin?" dedi. Onları helalden kazanmadığını göstermiş oldu.

Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü. Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyurur ki:

"Kerâmetler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerâmetini gizlemeyen dünyâya düşkündür. Bana talebe olan yâhut evlâdımdan ve halîfelerime bağlı olup, kerâmet derecesine ulaşıp, maksatsız kerâmet izhar edenin yüzü iki dünyâda kara olur."

Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:

"İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması."

"Şükrün esası, nîmetin sâhibini bilmek, bunu kalb ile îtirâf etmek ve dille söylemektir."

"Büyük âlimlere tâbi olunuz; bid'at yoluna, dinde olmayıp, sonradan çıkarılan şeylere sapmayınız. İtâat ediniz, muhâlefet etmeyiniz. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sâbit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız."

"Kalb dünyâ arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkânı yok, âhireti sevmiş olamaz."

"Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzûndur. Peygamber efendimiz; "Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzûndur." buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşgûldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir."

"İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Peygamber efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."

İlk önce yapılması lâzım olan şeyler husûsunda:

"Mü'minin, en önce farzları yapması lâzımdır. Farzları bitirdikten sonra, vâcib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nâfilelerle meşgûl olur. Farz borcu varken sünnet ile meşgûl olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın, sünnetleri kabûl olmaz. Ali bin Ebî Tâlib'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: "Üzerinde farz borcu olan kimse, kazâsını kılmadan nâfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazâsını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nâfile namazlarını kabûl etmez." Mümin, bir tüccara benzer. Farzlar onun sermâyesi, nâfileler de kazancıdır. Sermâye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz." buyurdu.

Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:

"Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla berâber ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak.

Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allahü teâlânın kitabının ve Resûlünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felâh, bulur kurtuluşa erersin."

Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünyâ lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve O'nun katında bulunan nîmetler olmalıdır. Dünyâdan (haram ve şüphelilerden) ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında âhirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sâdece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de âhiret için hazırlık yap."

Faydasız şeyleri bırakmak husûsunda:

"Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünyâ ve âhirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyâdan alınacak, âhirete götürüleceksin. Dünyâda rahat ve hoş bir hayat arama. Resûl-i ekrem; "Hayat, âhiret hayâtıdır" buyurdu."

İyi zan sâhibi olmak hakkında:

"Müslümanlar hakkında iyi zan sâhibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda âhireti düşünen âlimlere sor."

Duâ hakkında:

"Allahü teâlâdan dünyâ ve âhiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duâya devâm et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rızâ gösterme nîmetini ihsân eder. Eğer Allahü teâla senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana râzı ve memnûn olacağın bir hâl verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için duâ edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muâmele etme hâlinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama hâline çevirir. Eğer dünyâda borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.

Âhiret işlerini önce yapmak husûsunda:

"Âhireti sermâyen, dünyâyı bu sermâyenin kazancı yap. Zamânını, önce âhireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyânı sermâye, âhiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamânını, âhiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riâyet etmezsin. Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kazâ namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, hevâ ve isteğine hattâ şeytâna tâbi olursun. Âhiretini dünyâya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar âhiret yolu, Rabbine tâat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevâsında ona uydun. Sonunda dünyâ ve âhiretin hayırlısını kaçırdın. Dünyâ ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyâdan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve sermâye kabûl etseydin, dünyâ ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyâya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itâat edersen, Allahü teâlânın has kullarından olursun."

Yapılan nasîhatı kabul etmek hakkında:

"Kardeşinin sana yaptığı nasîhatı kabul et. Ona muhâlefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resûl-i ekrem; "Mümin, müminin aynasıdır." buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasîhatlerde samîmîdir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır."

Acele etmemek husûsunda:

"Acele etme. Acele eden, ya hatâ yapar veya hatâlı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isâbet kaydeder veya isâbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allahü teâlâdandır. Umûmiyetle aceleye sebep, dünyâlık toplama hırsıdır. Kanâat sâhibi ol. Kanâat bitmeyen bir hazînedir."

Gaflet hakkında:

"Allahü teâlâdan hakkıyla hayâ ediniz. Gaflette olmayınız. Zamânınız, zâyi olup gidiyor. Hâlbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binâları kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzûrunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Hâlbuki Allahü teâlâyı anmak, âriflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan her şeyi unutturur."

Allah için yapılmayan işler hakkında:

"Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hâli nasıl? Cemâat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızâsını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, âdî ve bayağı niyetlerin için tövbe et.

İnsanlara gösteriş için, onların rızâlarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünyâ hapishânesindesin. Resûl-i ekrem dâimâ tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sâdece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."

Allahü teâlânın sevgisinde samîmiyetin nasıl belli olduğu hususunda:

"Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini muhâfaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamânında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize;"Ben seni seviyorum." deyince; "Fakirlik için bir elbise hazırla." buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum." deyince; "Belâ için elbise hazırla." buyurdu."

Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dâir:

"Halinizden şikâyette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Doğruluk üzere devâm edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hâllerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Dâimâ ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.

Allahü teâlâya, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, aslâ karşılıksız kalmaz. Onun için bir ân olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâfâtını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir ânlık cesâreti netîcesinde kazanmıştır. Allahü tealâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle berâberdir." buyuruyor (Bekara sûresi: 153)

Hayâtı fırsat bilmeye dâir:

"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz."

Kabir ziyâretine dâir:

"Kabirleri ziyâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir."

Günahlardan sakınmak husûsunda:

"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günâhını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu."

Vefâtı: Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında sizden başkasıyla yâni Allahü teâla ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahü teâlâ beni ve sizi magfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.

Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:

Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu.

Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu.

Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir." buyurdu.

Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allahü teâlânın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allahü teâlâ, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu.

Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.

Vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki, kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar hâlinde ziyâretine geldiler. Bu ziyâretler günlerce devâm etti.

Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin kız ve erkek pek çok çocuğu vardı. Nesli onlar vâsıtasıyla dünyânın çeşitli yerlerine Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve Anadolu'da yayılmıştır. Oğullarından Ebû Abdurrahmân Şerefeddîn Îsâ Mısır'a hicret etmiş olup şimdi Mısır'daki Kâdirî şeriflerin dedesi odur. Torunları, Kuzey Afrika'da daha çok Şerif ve Şurefa gibi isimlerle, Irak, Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylânî diye anılmaktadır.

Eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) El-Gunye li-Tâlibî Tarîk-ıl Hak: Îmân, ibâdet ve ahlâkî konuları ihtivâ eder. 2) El-Fethurrabbânî vel-Feyz-ur-Rahmânî: Vâzlarından meydana gelir. 3) Fütûh-ul-Gayb: Bu eser vâzlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir. 4) El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye: Duâ ve virdlerden meydana gelir. 5) Mektûbat: On beş mektuptan meydana gelir.

ALTININ VAR MI?

Bir gün Abdülkâdir Geylânî'ye; "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye sordular. Buyurdu ki:

"Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Aslâ yalan söylemedim. Yalanı kâğıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın." dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; "BeniAllahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad'a gidip ilim öğreneyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı bulup ziyâret edeyim." dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan mîrâs kalan ****en altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selâmet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem." dedi. Küçük bir kâfile ile Bağdad'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıyâ çıka geldi. Kâfilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var." dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili." dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kâfileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var." dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım." dedim. Eşkıyâ reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum." dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kâfileden aldıkları malları sâhiplerine geri verdiler. İlk defâ benim vesîlemle tövbe edenler, bu altmış kişidir."

ATEŞİN ODUNU YİYİP BİTİRDİĞİ GİBİ

Abdülkâdir Geylânî'nin sohbetleri ile hasta gönüller şifa bulur, katı kalpler yumuşardı. İnsanların mânevî hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedâvî ederdi. Hasedin, kıskançlığın Allahü teâlânın gazâbına sebeb olacağını şöyle anlatır:

Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin îmânını zayıflatır. Mevlânın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz; "Allahü teâlâ, hasetçi kimse nîmetimin düşmanıdır," buyurdu." diye bildirmiştir. Resûl-i ekrem bir hadîs-i şerîfte; "Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer." buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin husûsunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nîmetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsânından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok câhil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasîb olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.

BU İHTİYARI HİMÂYE ETSİN!..

Gavs-ül-a'zam bir gün, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyâret etti. Yanında evliyâdan bir cemâat da vardı. Kabrin başında okudular. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel kabirden çıktı, elinde gömlek vardı. Gömleği verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra İmâm-ı Ahmed; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Fıkıh, tasavvuf ile helâlin, haramın ilmi sana muhtaçtır." buyurdu.

Bir gece Resûlullah efendimizi rüyâda gördü. Bu arada İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'i de gördü. Bir eliyle sakalını tutmuş, Resûlullah efendimizden ricâ ediyor ve; "Ey Allah Resûlü! Oğlun Muhyiddîn Seyyid Abdülkâdir'e buyur da, bu zayıf ihtiyârı himâye etsin." diyordu. Resûlullah efendimiz tebessüm buyurarak: "Ey Seyyid Abdülkâdir! Bu şeyhin ricâsını kabûl et." buyurdu. Resûlullah'ın emri ile, onun ricâsını kabûl etti ve sabah namazını Hanbelîlerin namazgâhında kıldı. Hâlbuki Hanbelî namazgâhında imâmdan başka kimse olmazdı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri oraya gelince, pek çok kimse de ardından gelip, mescidi doldurdu ve boş yer kalmadı. "Eğer Gavs-ül-a'zam hazretleri o gün, Hanbelî namazgâhında hazır olmasaydı, Hanbelî mezhebi unutulacaktı." denilmiştir. Bundan sonra Hanbelî mezhebine göre ibâdet etti.

HIRSIZIN HİDÂYETİ

Abdülkâdir Geylânî, küçükken yaşı bir gün,
Tarlaya, çift sürmeye, gitmiş idi gündüzün.

Öküzün kuyruğundan, tutunmuş gider iken,
Hayvan dile gelerek, konuştu ona birden.

Dedi: "Ey Abdülkâdir, şunu bil ki şüphesiz,
Seni, bu işler için, yaratmadı Rabbimiz."

Korktu ve eve geldi, dedi ki: "Anneciğim,
Bana izin verirsen, Bağdat'a gideceğim.

İlim tahsîl etmektir, gitmekte asıl gâyem,
Ayrıca evliyâyı, ziyâret ederim hem."

Annesi memnun olup, dedi ki: "Ey evlâdım,
İlim öğrenmen idi, benim dahi murâdım."

Koltuğunun altına, dikerek kırk altını,
Dedi ki: "Doğruluktan, ayırma lisânını.

Git, yolun açık olsun, emânet ol Allah'a,
Belki de görüşmemiz, nasîb olmaz bir daha."

Abdülkâdir böylece, annesinden ayrılıp,
Bağdat'a yola çıktı, bir kervana katılıp.

Bir müddet yol gidip de, geçince Hemedan'ı,
Âniden eşkıyâlar, bastılar bu kervanı.

Kervanda mal ve eşya, var ise her ne kadar,
Teker teker sorarak, gasbeyleyip aldılar.

Abdülkâdir'e dahi, sordu bir eşkıyâ;
"Ey çocuk, üzerinde, neyin var, mal ve eşyâ?"

Dedi: "Benim sâdece, kırk altınım var ki hem,
Onları koltuğumun, altına dikti annem."

İnanmadı eşkıyâ, onun bu sözlerine,
Gitti ve ikincisi, geldi onun yerine

O da alay ederek, sordu: "Ey fakir çocuk,
Yanında mal ve para, neyin var, söyle çabuk."

Ona dahi dedi ki: "Kırk altın var yanımda,
Onlar da dikilidir, koltuğumun altında."

İnanmadı ise de, o dahi buna yine,
Gidince haber verdi, bunu reislerine.

Reisleri çağırtıp, sordu ki o da tekrar:
"Ey çocuk doğru mudur, yanında altın mı var?"

Dedi: "Evet efendim, kırk altınım var ki hem.
Koltuğumun altına, dikmişti tek tek annem."

Söylediği o yeri, sökerek eşkıyâlar,
Altınları görünce, şaşıp dona kaldılar.

Reisleri dedi ki: "Pekâlâ ey evlâdım,
Ne için doğrusunu, söyledin anlamadım.

Eğer söylemeseydin, bulamazdık biz bunu,
Niçin sen bile bile, söyledin doğrusunu."

Dedi ki: "Ben anneme, sözverdim ki efendim,
Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeyim.

Doğrudan sapmamaya, söz vermiştim anneme,
Değer mi altın için, bu ahdimden dönmeme."

Reis bunu duyunca, başladı ağlamaya,
Dedi: "Eyvâh benim de ahdim vardı Allah'a.

Lâkin bunca senedir, yaparım eşkıyâlık,
Şu andan îtibâren, tövbe ettim ben artık."

Diğer eşkıyâlar da, bakarak bu reise,
Dediler: "Bizler dahi, vazgeçtik öyle ise."

Hâlisen tövbe edip, o gün bunca eşkıyâ,
Aldıkları ne kadar, var ise, mal ve eşyâ,

Tekar sâhiplerine, vererek teker, teker,
O günden îtibâren, o işi terk ettiler.

SEN NASIL MÜSLÜMANSIN

Bir gence buyurdu ki: "Oğlum, senin maksadın,
Sâdece yemek içmek, olmasın aman sakın!

Buna düşkün olanın, kıymeti çünkü evlat,
Çıkardıkları ile ölçülür, aman dikkat!

Dünyâda bir günâhı, terk ederse bir insan,
Cennet'te onun aslı, edilir ona ihsân.

Oğlum, şöyle düşün ki, ölürsün bu gün artık,
Bu düşünce içinde, yap ölüme hazırlık.

Allah'ı sevdiğini, söylüyorsun ey insan,
Niçin bir musîbette, edersin peki isyân?

Sabredebiliyorsan, bir belâ geldiğinde,
Hakîkat payı olur, senin bu dediğinde.

Eğer isyân edersen, musîbet geldiği an,
O zaman bilmiş ol ki, yalandır o iddiân.

Bir gün Resûlullah'a, bir müslüman gelerek,
Dedi: "Yâ Resûlallah, seviyorum seni pek."

Resûl, ona cevâben, buyurdu ki: "Ey kimse,
Peki, fakirlik için, hazırlan öyle ise!"

Birisi de gelerek arz etti ki: "Efendim,
Allahü teâlâya, pekçoktur muhabbetim."

Resûlullah ona da, buyurdu ki: "Ey insan,
Öyleyse belâ ile, musîbete hazırlan!"

Gavs-ı a'zam, bir gün de, buyurdu ki: "Aman hâ,
Gafletle yaşayıp da, isyân etme Allah'a.

Zîrâ yeri gelince, "Müslümanım" diyorsun,
Ne garip iddiâ ki, dînini bilmiyorsun.

Hâlbuki sen dînini, bilmeyince mükemmel,
Hangi esâsa göre, yaparsın peki amel?

Yalnız dîni bilmek de, yetişmez yine sana,
Zîrâ amelsiz ilim, vebâldir bir insana.

"Lâ ilâhe illallah", söylemek kâfi değil.,
Bunun icâbını da, yapmalısın bil-fiil.

Öyleyse ilk evvelâ, güzel öğren dînini,
Sonra da buna göre, yap bütün amelini.

Sırf amel yapmakla da, bitmiyor yine işin,
Zîrâ yapmak gerekir, her işi Allah için.

Buna "İhlâs" denir ki, mühimdir bu da gâyet,
İhlâssız amellerin, faydası olmaz elbet.

Kalp gözlerin açılsın, istiyorsan sen eğer,
Bir mânevî tabip bul, ona teslim ol, yeter.

Başını, o tabibin, koyuver eşiğine,
Îtirâzda bulunma, onun hiç bir işine.

O Allah adamının, bir şefkatli nazarı,
Süpürür kalbindeki, bütün kir ve pasları.

Ve onun bir kelâmı, şifâdır kalp derdine,
O her ne emrederse, hemen getir yerine.

Kalp derdiyle ilgili, olan ihtiyâcını,
Ona arz et, o bilir, bu derdin ilâcını.

Her hangi musîbetle, karşılaşırsan şâyet,
Günâhını düşünüp, istiğfâra devâm et!

Hep günah işlemekle, gelir çünkü her belâ,
Ve aslâ bir kuluna, zulmetmez Hak teâlâ.

Ölüm ve âhireti, düşün ki ey evlâdım,
Ecelin yaklaşıyor, ardından adım adım.

Bu gaflet pamuğunu, çıkar at kulağından,
Zîrâ ölüm yakındır, sana belki yarından.

Henüz ecel gelmeden, kendine gel ki artık,
Zîrâ öldükten sonra fayda vermez pişmanlık."

BİZİM YOLUMUZ

Oğlu Abdurrezzâk'a şöyle vasiyet eyledi:

Ey oğlum! Allahü tealâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk, başarı ve muvaffakiyet ihsân eylesin! Sana Allah'tan korkmanı ve O'na tâat üzere olmanı, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim.

Ey oğlum! Allahü teâlâ bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu yolumuz, Kitap ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selâmeti, el açıklığı, cömertlik, cefâ ve ezâya katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.

Ey oğlum! Sana vasiyet ederim! Derviş yâni Allah adamlarıyla berâber ol. Meşâyıha, tasavvuf büyüklerine hürmeti gözet! Din kardeşlerinle iyi geçin! Küçük ve büyüklere nasîhat üzere ol. Dinden başka şey için kimseye düşmanlık etme!

Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana tevfîk versin! Fakirliğin hakîkati, senin gibi olana muhtaç olmaman, zenginliğin hakîkati ise, senin gibi olandan bir şey istememendir. Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden, Allah'tan başkasına ihtiyaç duymayan birisini görürsen, ona ilim ile değil, rıfk, yumuşaklık, güler yüz ve tatlı söz ile muâmele eyle! Zîrâ ilim onu ürkütür, rıfk, yumuşaklık ise çeker ve yaklaştırır.

Ey oğlum! Zenginlerle sohbetin, görüşmen izzet ile, onlara değer vermeyerek, fakirlerle görüşmen ise, kendine değer vermiyerek olsun.

İhlâs üzere ol! İhlâs, insanların görmesini hâtıra getirmeyip, yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır. Sebeplerde Allahü teâlâya dil uzatma. Her hâlde Allahü teâlâdan gelene râzı ve sükûn üzere ol. Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere bulun: Alcak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle, nefsinin arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemenle olur.
 
Katılım
25 Eki 2007
Mesajlar
55
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
MEHMED ZAHID KOTKU (ra)

Osmanli'nin son asrinda iyice çoraklasan tasavvufî hayata bir canlilik getiren; ayni zamanda hadisçi ve büyük âlimdir. Naksi tarikati büyülerinden Ahmed Ziyâüddin el-Gümüshanevi Halifelerinden Ömer Ziyâeddin Efendi ve Mustafa Feyzi Efendi'nin yaninda tasavvufa intisabini tamamladi. Ilk tahsilini daha önce tamamlamisti. 1. Cihan Harbinde askere alindi. çesitli cephelerde hizmet verdi, yaralandi.

Askerden sonra Istanbul camilerindeki derslere devam etti. Hifzini tamamladi. Degisik hocalardan icazet aldi. Tekkelerin kapatilmasindan sonra imamliga bas1adi. Hem imamlik, hem de ölü gönülleri uyarma vazifesine devam etti. çevresinde sevenler halkasi olustu. Dalgalar misali bütün yurt çapinda yayildi. Bütün Islâm âleminde tanindi. Bu arada Râmuzu'I-Ehâdis'den yaptigl hadis dersleri büyük ilgi gördü.

Daha sonra bu dersler kitaplasti; faydasi umumilesti. Yanina gelenler cazibesine kapilirdi. Üzerinde Islâmi bir heybeti vardi. Tane tane konusur, herkes rahatlikla her konustugunu anlayabilirdi. Sünneti bütünüyle yasamaya çalisirdi.

Hayatniin son demlerinde hastalandi. Hastaligi ayakta gezmesine mani idi. Ama, vazifesine yine devam etti. 1980 senesinde Hacc'a gitti, dönüsünde, daha da agirlsmisti. 13 Kasim 1980'de, özlediklerine kavustu. Allah rahmet eylesin.
Rahmetullahi alyh`in adi Mehmed Zahid, soyadi Kotku idi. Kendisinin naklettigine gore babsi ona: "Oglum Mehemmed!" diye hitap edermis. Soyadinin "mutevazi" manasina geldigi nufus cuzdaninin basina not edilmis idi. Tevelludu 1315 hicri kameri (Rumu: 1313, Miladi: 1897) yilinda Bursa sehrinde, kale icinde Turkmenzade Cikmazi`ndaki baba evinde vaki olmustur.


Ailesi


Baba ve annesi Kafkasya`dan 1297`de goc eden muslumanlardandir. Dedeleri Kafkasya`da Sirvan`a bagli eski bir hanlik merkezi olan Nuha`dandir ki burasi dag eteginde, ipekcilikle meshur, ahalisi musluman, halen Azeri Turkcesi konusulan bir yerdir.


Babasi Ibrahim Efendi Burasa`ya 16 yaslarinda iken gelmis, Hamza Bey Medresesinde tahsil gormus, muhtelif yerlerde imamlik yapmis, hazret-i Peygamber (SAS) sulalesinden bir Seyyid`dir; 1929`larda 76 yaslarinda iken Bursa ovasindaki Izvat koyu`nde vefat etmis ve oraya defnolunmus, ehl-i tarik bir kimsedir.


Annesi Sabire Hanim, Mehmed Zahid Efendi 3 yaslarinda iken vefat etmis, Pinarbasi Karristani`na gomulmustur.


Bu anne ve babadan dogma agabeyi Ahmed Sakir (1308-1335) subaylik yapmis, Kudus`te Canakkale`de bulunmus, siperlerde hastalanmis ve 28 yaslarinda iken vefat edip Sogutlucesme`ye defn olunmustur. Ayni anneden bir kucuk kardesi olmussa da cok yasamamis bir kac aylik iken vefat etmistir.


Babasinin ikinci evliligi yine Dagistan muhacirlerinden, fatma Hanim`la olmustur. Ondan dogma uc kiz kardes halen hayattadirlar. Bunlardan Pakize Hanim`in efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarindan ve Ismail Hakki Tekkesi seyhlerinden merhum Ahmed Efendi (K.S)`dir.


Tahsili, Askerligi


Mehmed Zahid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruc Bey Ibtidaisinde okudu, Maksem`deki Idadiye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebine girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayisiyla 18 yaslarinda askere celb olundu. 14 Nisan 1322`de asker oldu, senelerce askerlik yapti, cok tehlikeli gunler gecirdi, hastaliklar atlatti. Ordunun Suriye`den cekilmesinden sonra, binbir guclukle Istanbul`a dondu.


10 Temmuz 1335`de Cuma gununden itibaren de 25 K. 30 subede yazici olarak vazifeye devam etti. Kendi hatira defteri kayitlarindan 1338 Martlarinda henuz bu vazifede oldugu goruluyor.


Tasavvufi Yetismesi ve Dini Hizmetleri


Istanbul`da bulundugu esnada cesitli toplantilara, derslere, cemilerdeki vaazlara devam etti. bilhassa Seydisehirli Abdullah Feyzi Efendi`yi cok sevdigi anlasiliyor. bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma gunu namazi Ayasofya camii`nde edadan sonra Vilayet onunde bulunan Fatma Sultan Camii yanindaki Gumushaneli Tekkesi`ne giderek Seyh Omer Ziyaeddin Efendi`ye intisab eyledi. gunden gune gune ahvalini terakki ettirdi.


Bu zat-i serifin, 18 Kasim 1337 Cuma gunu vefatindan sonra postnisin-i irsad olan Tekirdagli Mustafa Feyzi Efendi`nin yaninda tahsil'i kemalata devam etmis, muteaddit defalar halvete girmis, 27 yaslarinda halifetnameyi aldiktan sonra ondan Ramuzu'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delailu'l-hayrat icazetnamelerini de almis, Bayezit, Fatih ve Ayosofya camii ve medreselerinde derslere devam etmis, bu esnada hafizliginida tamamlamistir. Bu aralarda hocasinin isareti uzere muhtelif kasaba ve koylerde dini hizmet ifa etmistir.


Tekkelerin kapatilmasinda sonra Bursa`ya donmus, evlemis, 1929'da da vefat eden babasi yerine Bursa ovasinda ki Izvat koyunde 15-16 sene kadar imamlik ettikten sonra Uftade Cami-i Serifi'nin imam-hatipligine tayin edilerek sehirde hisar icindeki baba evine yerlesti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.


1952 Araliginda Gumushaneli Dergahi postnisini ve eski tekke arkadasi Kazanli Abdulaziz Bekkine'nin vefati uzerine, Istanbul'a nakl olarak fatih'te bulvara nazir Ummu Gulsum Mescidi'nde vazife gordu.


1.10.1958 tarihinde Fatih Iskenderpasa Camii Serifi'ne naklolundu ve vefatina kadar bu vazifede kaldi.


Vefati


Mehmed Zahid Efendi Rahmetullahi Aleyh omrunun son yillarinda rahatsiz idi; ayakta gezmesine ragmen; siddetli agrilardan muzdaripti. 1979 yazinda uzun zaman kalmak uzere gittigi Hicaz'dan, agir hasta olarak 1980 Subatinda donmek zorunda kalmisti. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin ucte ikisi alindi.


Ameliyattan sonra tedricen duzeldi, hatta 1980 Ramazaninda hic aksatmadan orucunu tuttu. Hatimle teravih kildi, vaaz etti, yazin Balikesir Ilica'ya, Canakkale Ayvacik sahiline agriyan ayaklari icin goturuldu, hac mevsimi gelincede Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsizligi nuks etmis ve agrilar tekrar baslamisti. Hacci guclukle ihvadan sonra 6 Kasim 1980'de cok hasta olarak Istanbul'a dondu. Tam bir hafta sonra 13 Kasim 1980'de Persembe gunu ogleye yakin, dualar, yasinler, tesbih ve gozyaslari ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.


Cenaze namazi 14 Kasim 1980 Cuma gunu Istanbul Suleymaniye Camii'nde muhtesem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafindan kilinarak, mubarek vucudu, Kanuni Suleyman turbesi arkasinda, kendisinden feyz aldigi hocalari ve ustadlarinin yanindaki istirahatgahina defnolundu.


Bu esnada Suleymaniye, Sahzedebasi, Fatih ve cevrelerinde trafik durmus, Suleymaniye'nin ici ve avlusu kamilen doldugu gibi, cemaat sokaklara tasarak Esnaf Hastahanesi'nin yanina kadar uzanmisti. Vefatini duyanlar icinde Anadolu'nun en uzak sehirlerinden oldugu kadar Avrupa'dan da gelenler vardi.


Uzakta bulunan muhiblerinden cogu da vaktinde haber alamama yuzunden cenazesine yetisememislerdi.


Vefati Islam Alemi'nde buyuk uzuntuye yol acmis, Suudi Arabistan'da, Kabe'de, Kuveyt'te ve daha baska sehirlerde giyabinda cenaze namazi kilinip, dualar edilmis, ajanslar bu elim vefat haberini yayinlamislardi.


Vefat tarihi olan 13 Kasim 1980 tarihli takvim yapraklarinda tevafukan cok manidar ibareler yer aliyordu. Mesela bunlarin birindeki su parca ne kadar sayan-i taaccubdur:


Akramdan Aglama Oldugum gun tabutum yuruyunce Bende bu dunya derdi var sanma! Bana aglama, "Yazik, yazik!" "Vah, vah" deme! Seytanin tuzagina dusersen vah vahin sirasi o zamandir. Yazik yazik asil o zaman denir. Cenazemi gordugun zaman "Elfirak, elfirak!" deme! Benim bulusmam asil o zamandir. Beni mezara koyunca elvada demege kalkisma! Mezar cennet toplulugunun perdesidir. Mezar hapis gorunur amma, Aslinda canin hapisten kurtulusudur. Batmayi gordun ya, dogmayi da seyret! Gunesle aya batmadan ne ziyan gelir ki? Sana batma gorunur amma, Aslinda o dogmadir, parlamadir. Yere hangi tohum ekildi de yetismedi? Neden insan tohumu icin, Bitmeyecek, yetismeyecek zannina dusuyorsun? Hangi kova suyu salindi da dolu olarak cekilmedi? Can Yusuf'un kuyuya dusunce niye aglarsin? Bu tarafta agzini yumdun mu o tarafta ac! Cunku artik hay-huy'un, Mekansizlik aleminin boslugundadir.


Allah-u Teala ve Tekaddes Hazretleri derecatina ulya eyleyip, biz aciz u nacizleri de fuyuzat ve sefaatindan feyz-yab u nasibdar buyursun. Amin bi-hurmeti Seyyidi'l Murselin (SAS) ve alihi ve sahbihi ve men tabiahum bi ihsanin ila yevmi'd-din ve'l-hamdu lillahi rabbi'l-alemin.
 
Katılım
25 Eki 2007
Mesajlar
55
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
SULTAN SEYYİD GAVSİ SANİ ABDÜLBAKİ EL HÜSEYNİ (Ks)

Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilibey, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayarak Menzil'i mekan edinen Gavs Hz.leri ve oğulları (Seyda Hz.leri ve Seyyid Abdülbaki Hz.leri) kıyamete dek sürecek irşad faaliyeti sergilemektedirler. Peygamber soyundan gelen bu aile, Şah-ı Nakşibendi (k.s.)'ın Kasr-ı Arifan'da başlattığı irşadın ikincisini her türlü çileye rağmen, devam ettirmektedirler. Bu yüzden Menzil'e Seyda Hz.leri (k.s.) ikinci Buhara demiştir. Gerek Gavs Hz.leri, gerek Seyda Hz.leri ve gerekse Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu yerlerde Allah'ın rızasını kazanmaktan başka gayeleri olmamıştır. Rıza-ı Bari hayatlarının parçası olmuş ve bu uğurda diyar diyar gezmişler ve bu uzun yürüyüşten sonra , Menzil en son durakları olmuş. Böylece göç ve hicret hayatını yaşayarak Resulüllah'a mutabaat yaptılar.

Bu yürüyüşü önce Gavs Hz.leriyle köy köy gezerek başlamış Seyda Hz.leri döneminde kalabalıklara dönüşmüş ve Seyyid Abdülbaki Hz.lerin de ise zirveye ulaşmıştır. Bu irşad halkasının içinde Şeyh Abdurrahman-ı Tahi, Şeyh Fethullah, Şeyh Muhammed Diyauddin, Şeyh Ahmed-el Haznevi gibi sadatlar sıralanmış, mekan değiştirenlerin yerine Gavs Hz.leri, Seyda Hz.leri ve Seyyid Abdülbaki Hz.leri aynı heyecanla bu yolu bugüne dek taşıyarak onların yollarını takib etmişlerdir.

Nöbeti devraldığı zat, hem kardeşi, hem yol arkadaşı, hem mürşidi Seyda Hz.leridir. hayattayken arkasında iki büklüm bir vaziyette büyük bir adabla peşisıra yürümesiyle dikkati çeken Seyyid Abdulbaki Hz.leri ilerisini haber verircesine nöbeti Seyda Hz.lerinden devralmıştır. Babaları Gavs Hz.leri olan bu ikili, ailenin gözbebekleridir adeta.

Seyyid Abdulbaki Hz.leri tâ çocukluk yaşlarda hastalığa yakalanmış, zayıf ve bitap düşmüştür. Malum bizim gibi zayıf insanlar için hastalık günahlara kefaret olan ilaçtır ama, büyük zatlar için makam almalarına veya bir basamak ilerisine sıçramak için verilen ilaçtır. Verem hastalığına yakalanmış, ama hasta haliyle Siirt'te, oradan da Van'a okumaya gitmeyi ihmal etmedi. O zamanları medrese talebeliğinin yanısıra , tevbe de veriyordu. Bir yandan hastalık, bir yandan talebelik ve bir yandan da Gavs Hz.lerinin emri doğrultusunda irşada yardımcı olmasıyla alametlerini tâ o günlerde belli etmesi büyüklüğüne işarettir.

Gavs Hz.leri Van'a gönderdi. Van'da ne oldu? Kısa zamanda irşad halkası genişledi ve çoğaldı. Kötü hallerini bırakan halkaya dahil oluyordu. Tabii bu arada rahatsız olanlar muhalefet etmeye başladılar. İstemeyenler ve çekemeyenler oldu. Münkirler boş durmadılar, hemen şikayet ettiler. İki-üç gün tevkif edildikten sonra Seyyid Abdulbaki Hz.lerini genç yaşta 30 gün süreyle tutukladılar. Molla Ahmed bu durumu Gavs Hz.lerine açıklamaya çekinir, rahatsızlık duyacağını hesap ederek önce tereddüt etti ve nihayet Seyyid Sıtkı'ya söyler. Zaten Seyyid Abdülbaki Hz.leri hastaydı. Bir de hapishane hayatı eklenince, bütün bunları Gavs Hz.leri işitirse ne yapar düşüncesiyle Molla Ahmed'in anlattıklarını dayıları açıklar.Dayıları Seyyid Sıtkı diyor ki:

"Ben Gavs Hz.lerine söyleyince, Gavs Hz.leri öyle oldu ki, öyle ferahlandı ki, inanın çiçek gibi açıldı. Öyle tebessümle bana dedi ki:

-Ondan büyük nimet ne var? Allah'a şükredelim. İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibendi, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne hepsi içerde mapus kaldı. Onlara mutabaatı oldu. Bazıları hata yapıyor, suç işliyor, tevkif ediliyor ve ceza altına giriyor. Bu Allah'ın yolunda tevkif edilmiş ve nezaret altına alınmış ne kadar büyük nimettir. Ne kadar şükretsek azdır."

O yörenin insanları kötü işleri bırakıp, yola gelmesinden rahatsızlık duyanlar Yüzbaşı'ya şikayet ediyorlar, o da huduttaki yüzbaşıya bildiriyor, derken yirmibeş muhtardan imza toplayarak gözaltına alıyorlar.

30 günden sonra serbest bırakıyorlar. Gerçi şikayet edenlerin ekserisi hakikati görünce pişmanlık duymuşlar ve yola girmişler. Baktılar ki ne kadar çile çekiyorsa bu zat, o kadar Allah (C.C.) daha fazla veriyor. Bu durumu idrak edenler hemen diz çöküp halkaya dahil oluyorlardı. 30 günden sonra Menzil'e geliyorlar, daha sonraları tekrar okumak için gidip geliyorlardı. Allah'ın dostları hepsi çekmiş, eziyet onlar için lezzet ve taddır.Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin terbiyesinde başta Gavs Hz.lerinin ve Molla Derviş gibi Hocaların katkısı büyüktür. Seyda Hz.leri nasıl ki Gavs Hz.lerinin emrinde nasıldı, Seyyid Abdülbaki belki iki-üç misli daha fazla Seyda (k.s.)'ın emrindeydi. Seyda Hz.leri ağabey-kardeş ilişkisinin ötesinde can yoldaş idiler. Seyyid Abdulbaki Hz.leri Gavs (k.s.)'ın döneminde bile Seyda Hz.lerinin karşısında sanki ölü ve cansız gibiydi, yani teslimiyet çoktu. Zaten Seyyid Abdülbaki Hz.lerinin bu halleri , onun ileride Seyda Hz.lerinden sonra büyük bir zat olacağını haber veriyordu. Adabı ve halleri "Seyda Hz.lerine layık olmaya çalışacağım" mesajını ortaya koyuyordu.

Nitekim de Seyda Hz.leri bu dünyadan göç ettikten sonra irşad daha da kat kat arttı.Seyyid Abdulbaki Hz.leri hastalık çektiği için genç yaşlarda çok zayıfmış, ince yapılıymış. Gavs Hz.lerini Ankara'ya yolladı, o hastalık geçti, dönüşte kilo almaya başladı. Böylece o zayıflık da üzerinden alınmış yerine heybet hakim olmuş. Hem de öyle bir heybet ki, sima olarak artık babası Gavs
Hz.lerine benziyordu. Seyda Hz.lerinin sofilerinden Gavs'ı tanımayanlara, Seyyid Abdulbaki'yi görmeniz kâfi deniliyor. Gerçekten de, Gavs'ı görenler yüzcek benzediğini söylüyorlar. Hastalık, hapis, eziyetler derken sabır yürüyüşünü Seyda Hz.lerinin arkasında adapla yapıyordu. Seyda Hz.lerinin halifelik öncesi ve sonrası emrinden çıkmayan birisi varsa o da Seyyid Abdulbaki Hz.leri idi. Hayatında iki şey mukaddes biliyordu: birisi Gavs Hz.leri ve Seyda Hz.leri, diğeri ise Kur'an ve hadis...

Öyle ki , Seyda Hz.leri şu işi yap, hemen yapıyordu. Ağabey-kardeş ilişkisi teslimiyet çerçevesinde geçti. Zaten Mürşid-i Kâmil'in alameti âdâbıdır. Gavs Hz.leri vefat edince bütün işleri Seyda Hz.leri yapıyordu. O yıllar en büyük yardımcısı Seyyid Abdulbaki (k.s.)idi. Hayatını âdâb ve teslimiyet üzerine tanzim etmişti. Gavs Hz.lerine de öyle candan ve aşktan bağlıydı ki,
onun dar-ı bekâya irtihali Seyyid Abdulbaki (k.s.)'ın iç dünyasında fırtına estirmiş, adeta şok hali yaşamasına sebep oldu. Öyle bir şok ki beraber yaşadıkları Seyda Hz.lerini bile bir an unuttururcasına, 21 gün biat etmemiş Gavs Hz.lerinin merkadına günlerce yüz sürmüş ve onu kaybetmenin hüznünü yaşıyordu. Tabii bu şoktan çıkmama hali Seyda Hz.lerine beyatını
geciktirmesine sebep olmuş. Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline itiraz edenler olmuş ama , o bütün bunlara aldırış etmeden Gavs (k.s.)'ın merkadına yapışmıştı. Yine birgün Seyyid Abdulbaki Gavs'ın merkadında, Seyda Hz.leri de merkadda o arada Kur'an okuyor. İşte o sıra ne olduysa orda oluyor, Seyda Hz.leri:

"Abdulbaki otur..." diyor ve beyatı o anda gerçekleşiyor. Hatta, maneviyatta Gavs'ın (k.s.) Seyda Hz.lerine üç sefer:

"- Raşid, S. Abdulbaki'ye dikkat et. Onu sana teslim ettim" dediği rivayet ediliyor. Böylece, Seyda Hz.leri bu ikaz karşısında Seyyid Abdulbaki (k.s.)'ına "otur" diyerek emaneti veriyor. Kelimenin tam anlamıyla bu emanet Seyyid Abdulbaki'ye (k.s.) verilen en büyük hediyeydi. Artık o şok hali
üzerinden kalkıyor, yeni bir hayata başlamanın sevinci üzerini kaplıyordu. Gavs (k.s.)zamanındaki beraberlik eskisinden daha da çok koyulaşarak Mürşid-Halife ilişkisine dönüşüyor. Seyda Hz.leri halifeliği Molla Abdulbaki ile beraber ikisinin icazetini bir perşembe akşamı veriyor. Seyda Hz.lerinin sofileri Menzil'e ziyarete gittiğinde hep onu Seyda Hz.lerinin arkasında iki büklüm gördü ve hafızalarımızda hep o hali kaldı. Ayrıca Seyyid Abdulbaki sırt ağrılarından dolayı Seyda Hz.lerinin emriyle ameliyat da olurlar.Seyda Hz.leri de dar-ı bekâya irtihal edince bütün yük Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin omuzlarına binmiştir. Nasıl ki, Gavs zamanında en büyük destekçi

Seyda Hz.leri idi, Seydamızın döneminde de en büyük yardımcı Seyyid Abdulbaki Hz.leri idi. Şimdi Menzil'in işleri daha da yoğunlaşmıştır. Bir yandan camii inşaatı, diğer yandan merkad inşaatı ve diğerleri bunun en büyük göstergesidir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı için, Seyyid Abdulbaki Hz.leri büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerini başlatarak, Gavs (k.s.) ve Seyda (k.s.)'ın bıraktığı temelleri daha da genişletmişlerdir.

Önce Türk-i Cumhuriyet'lere yönelik bir seyahatı başlatırlar. Daha sonra bu yolculuktan sonra umre hazırlığına koyulur. Türk-i iller ve Umre yolculuğu derken, Menzil'e döner dönmez merkad ve camii inşaatını gerçekleştirir. Sene içinde de Afyon'u ve Pursaklar'ı ziyaret ederek hem irşad hem de mutabaat yapıyorlar. Seyda Hz.lerinden devraldığı yük, beş-on misli daha da artarak
bu dönemde şeritle (iple) tevbe verme metodunun görülmesi bu dönemin en belirgin özelliğini ortaya koyması bakımından mühimdir. O kadar yük artmış ki, Allah'ın rahmeti ve kudreti olmasa hiç bir insanın bu yükü taşıması mümkün değildir. Bütün bu eziyetleri Allah için çekiyorlar. Her türlü insanın nefes kokusuna normal bir insan, değil bir gün, bir saat bile dayanamaz. Öyle oluyor ki, camii tıklım tıklım, üstüste secde ediliyor, nefessizlikten dayanılmaz hale geliyor. Böyle olduğu halde, hem camii inşaatı, hem Menzil'in işleri, hem sırt ağrıları, hem de irşad faaliyetlerini bıkmadan usanmadan, aralıksız bir şekilde yürütüyorlar. Fakat, Allah-ü Teala ona göre kuvvet vermiş. Allah'ın muhabbeti olmazsa ve sadatların muhabbeti olmazsa bütün bu işlerin yapılması imkânsızdır.

Bel ağrılarına rağmen yine de irşaddan geri kalmıyor, devamlı sofilerin hizmetinde. Rahatsızlığını bile hiçbir zaman dile vurmaktan haya edinen bir mizacı var. Hastalığını soranlara, sıkılgan bir vaziyette anlatmaktan imtina ediyor, ancak ve ancak sırtını çeviremediğini görerek anlaşılıyor. Dikkatle bakıldığında kendini ve sırtını çeviremediği gözlerden kaçmıyor. Bunlara rağmen irşad faaliyetlerine yılmadan usanmadan ve sorumluluk duygusuyla devam ediyorlar. Bu vazifeyi madem yapacaksan, tam yapacaksın şuuruyla hareket ediyor. Allah (C.C.) ecirlerini artırıyor.

Seyyid Abdulbaki Hz.leri denilince ilk evvela âdâb akla geliyor. Gavs (k.s.)'ın Şah-ı Hazne'ye bağlılığı ve Seyda Hz.lerinin Gavs'a teslimiyeti, Seyyid Abdulbaki (k.s.)'ında zirveye çıkarak âdâba dönüşmüştür. Diğer halifelerde de var ama, Seyyid Abdulbaki'de tarif edilmez bir şekilde
bambaşka...

Seyda Hz.lerinin ardından merkadı ve camiiyi yapması, evlere ve çeşmelere el atması gibi faaliyetlerine de akıl sır ermiyor. Yani tasarrufatına akıl ermiyor ve çok hızlı başladı. Tabii hep Allah'tan geliyor. Bu dönemde çorba daha da fazla kaynıyor, ekmek daha çok çıkıyor, tabiri caizse on misli oldu.

İşte bu yoğun faaliyetinde Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin dilinden sohbet bile işitemez olduk. Zaten fırsat yok. Sohbet ederse, tevbe veremezsin ve irşadın aksamasına yol açar. O bakımdan hiç boş durmuyor, o yüzden sohbete sıra gelmiyor. Seyda Hz.leri Gavs'tan sonra yaklaşık iki sene çok sohbet etti, sonradan birdenbire bıraktı. Vefatına yakın veda niteliğinde sohbetleri oldu o kadar. Fakat, Seyyid Abdulbaki Hz.leri irşadı devraldıktan sonra sohbet etmemesi, yukarıda işaret ettiğimiz hususlardan kaynaklanmaktadır. Bu dönemde amel, zikir ve akıl ön planda. Muhabbetten ziyade çalışmak, bu dönemin en belirgin özelliği.

İşin özü, fazla söze ne hacet, Seyyid Saki Hz.lerinin de buyurduğu gibi:

"Artık emeklemeyi bitirdik, şimdi Amel zamanı..."

Allah-u Teala ve Tekaddes Hazretleri derecatina ulya eyleyip, biz aciz u nacizleri de fuyuzat ve sefaatindan feyz-yab u nasibdar buyursun. Amin bi-hurmeti Seyyidi'l Murselin (SAS) ve alihi ve sahbihi ve men tabiahum bi ihsanin ila yevmi'd-din ve'l-hamdu lillahi rabbi'l-alemin.
 
Üst Alt