Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tasavvuf ; Ayri Bir Din..!

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

tevhid.

New member
Katılım
6 Kas 2008
Mesajlar
62
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Web sitesi
www.tevhid.eu
[FONT=&quot][/FONT][FONT=&quot] Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Allah kimi de hidayete eriştirirse, onun için bir saptırıcı da yoktur. Allah, intikam sahibi, güçlü ve üstün olan değil midir?
Andolsun, onlara:’ Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan, elbette ‘Allah’ diyecekler. De ki:’ Gördünüz mü-haber verin; Allah’tan başka tapmakta olduklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O’nun zararını kaldırabilir mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O’nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi?’ [/FONT]
 
Son düzenleme:

tevhid.

New member
Katılım
6 Kas 2008
Mesajlar
62
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Web sitesi
www.tevhid.eu
Tasavvuf ; Ayri Bir Din..!

[FONT=&quot]TASAVVUF ; AYRI BIR DIN[/FONT]
[FONT=&quot] [/FONT]
[FONT=&quot]Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Soffaya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayılagelmiştir. Araştırmacılar tasavvufun en erken hicrı ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır. [/FONT]
[FONT=&quot]Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Peygamber'in şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Ebu Bekir ve Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur'an'da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir. [/FONT]
[FONT=&quot]Her ne kadar peygamberin bazı arkadaşlarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sufiliğin İslamla alakası bulunmamaktadır. Hatırlayacağınız gibi Peygamber'in arkadaşlarından bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemadiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum" dediğini kaynaklar aktarıyor. Bize gelen rivayetlerde böyle davranan sahabeden bazılarının, bu ibadetleri süresince hanımlarıyla da temasta bulunmadıklarından Peygamber, bu hanımların şikayetleri vesilesi ile haberdar olmuştur. Cevabı sözlerinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır durumun böyle olduğu.[/FONT]
[FONT=&quot]İslam "Lailahe illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan "La mevcude illallah" (Allah'tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı "VAHDETİ VÜCUD" (Vücud Birliğidir)[/FONT]
[FONT=&quot]Allah Kur'an'da: "Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez." (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf, yaratılanların tümünün Allah'ın benzeri olduğu inancındadır. Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddini Arabı FüsüsulHikeminde: "Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik'tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır" (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla kitabında: "Şu halde Firavnun iddia ettiği "Ben sizin yüce Rabbınızım sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk'ın aynı ise de Firavnun suretinde tecelli etmiştir." diye sürdürmektedir inançlarını açıklamayı.[/FONT]
[FONT=&quot]Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür. Yalnızca akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din, tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından ortaya koymaktadır.[/FONT]
[FONT=&quot]Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler.[/FONT]
[FONT=&quot]Birinci olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte, biri diğerinin aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir. İslam akidesinde Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan Yaratıcıdır. Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok idi: Ve Allah, yarattıklarından hiçbirine benzememektedir. Tasavvufta ise Allah ve yarattıklarının tümü bir varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, saliklerini İslam’dan uzaklaştırmıştır. [/FONT]
[FONT=&quot]Esas sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır. İslam dininde kainat yoktan yaratılmıştır; gelip geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan vareden Allah kalıcıdır. Kainat ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır. Tasavvuf bu görüşü benimsemez. Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü yaratılan, yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın görüş alanına çıkmasından başka birşey olmadığı için, ikisi arasında öz ayrılığı yoktur. Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir, birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah'ta vardır (vahdeti vücud). Yaratılma olayı Allah'ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır; yoktan varediş değildir.[/FONT]
[FONT=&quot]Vahdeti Vücud anlayışı, Anadoluda gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides'tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.[/FONT]
[FONT=&quot]Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran'dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur'an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.[/FONT]
[FONT=&quot]Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran'da tutunmakla kalmadığını, bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir.[/FONT]
[FONT=&quot]Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din salikleriyle karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf zamanla dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır. Kaynakların belirttiğine göre müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı şöyle olmuştur: Suriye'nin Ürdün'e yakın bölgelerinde daha yoğun bir hıristiyan kitle ile birarada yaşayan müslümanların bazılarının komşusu hıristiyanlardan: "Sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır" sorusuna aldıkları "Kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah'a adar" cevabı, soru sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol gösterici olmuştur.[/FONT]
[FONT=&quot]Peygamber "Kitab nedir, iman nedir bilmezken" (42/52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu. Lakin kendisine Rabbi Allah tarafından "Ne yapacağını bilmez iken bulunup doğru yol gösterildikten" (93/7) sonra ömründe (hicreti sırasında yalnızca düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya yani inzivaya, yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında yaşayarak, hayatının vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli bunun tam tersini ahlak edinmişlerdir.[/FONT]
[FONT=&quot]İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İs1am'da ise insan için en olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından bir müslümanın hiçbir sebeble kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak müslümanın böylesi bir dünyadan eletek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiç bir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir müslüman olarak. [/FONT]
[FONT=&quot]İslam’da sevap böyle dünyadan eletek çekerek değil, insanların içinde, toplum halinde yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek Allah'ı razı etmekle kazanılır. İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni almış gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah'ın emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledirki Peygamberin gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de uydurmadır.[/FONT]
[FONT=&quot]Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma, kanaatla yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir davranıştır. Zira Allah Kur'an'da bir çok kere "Yiyiniz, içiniz!..." buyurmaktadır. Olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir ki İslam’da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır. [/FONT]
[FONT=&quot]Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır. Mesela oruç bir ay boyunca müslümanlara, daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış, lakin güneş battıktan sonra da yiyip, içmek de (yani dünya nimetlerinden yararlanmak da) gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte, işi kişinin kendine bırakmamaktadır.[/FONT]
[FONT=&quot]Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin nefsini terbiye edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna vücudlar halsiz ve takatsız bırakılmakta, hatta kendilerinin hanımları üzerindeki haklarına riayetten onları alıkoyduğu gibi, hanımlarının de kendileri üzerindeki haklarını onlara vermelerinden bunları alıkoymaktadır. Yani haksızlık etmeyi takva yolu kabul etmektedirler. Kimisi takvasından ve hayası nedeni ile yıllardır hanımı ile ünsiyet etmemesiyle övünebilmektedir. [/FONT]
[FONT=&quot]Kişiyi tamamen bir rahib hayatına sevkeden (budist rahibi veya hırıstiyan keşişi olsun) bu tür davranışların bir benzerini Peygamber'in hayatında görmek mümkün olmadığı gibi Kur'an'dan da buna yol bulabilmek kabil değildir. Kişiyi ruhbanlığa götürecek bu yollar İslam ile kapatılmıştır. Zira ruhbanlık yasaklanmış ve Peygamber dahil kimseden böylesi davranışlar istenmemiş, aksine var olan dünya nimetlerinden onlara esir olmadan kabil olduğunca yararlanılması ve bunun için Allaha çokça şükredilmesi istenilmiştir.[/FONT]
[FONT=&quot]Allah'a teslim olmamış insan elbetteki yürümesi gereken doğru yolu bulamamakta, yolun dışına çıkmaktadır. Allah buna "Fahşa-aşırılık" diyor. Ve insanları aşırılıktan sakınmaya çağırıyor. Doğruyu tesbit insanın kendine kalınca her önüne gelene doğru demesinin önüne geçilememektedir. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımız da yani inziva ve riyazet de kişinin hevasına uyarak kurduklarını doğru kabul etmesi sonucu ortaya çıkarılmış şeylerdir. Rabbi olan Allah'a teslim olanın ise bu gibi kulluk yollarından uzak durmaları gerekir. Zira insanlara doğru yolu bildiren gerçekten Allah’tır.[/FONT]
[FONT=&quot]Tasavvufun bir yandan İran eski dini ile Hind dinlerinden etkilenerek ortaya çıktığı, diğer yandan hıristiyanlarla temas neticesi onlarda bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini yukarıda anlatmaya çalıştık.[/FONT]
[FONT=&quot]Şimdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara devam edelim. Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden ne denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka hususlarda karşılaştırmalar yapalım.[/FONT]
[FONT=&quot]İslam'da zahire göre hüküm verilir. Zahir, insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. [/FONT][FONT=&quot]Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir. [/FONT][FONT=&quot]Örneğin İslamın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir. Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir.[/FONT]
[FONT=&quot]Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın; gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda "Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir" demektedirler. [/FONT]
[FONT=&quot]Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen hatırlayıvereceği gibi mesela "mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kimbilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatında hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır." Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması, zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla doğrulaşmaktadır.[/FONT]
[FONT=&quot]Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri çekecektir. İslamda insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır. Akidevi bakımdan mübtedi bir mutasavvıf "Ben Hakk'ım" diyemezken, seyri sülukta ilerledikçe "Ben Allahım" diyebilmektedir. Bayezidi Bistami "Kendimi tesbih ederim. Benim şanım ne yücedir." derken, İbni Arabi "Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim" diyebilmekte, buna paralel olarak da, Yunus "Bir ben vardır, bende, benden içeru..." diye sürdürmektedir. Ve giderek namazı, niyazı küçük gören, cenneti istiskal edip istemediğini söyleyen ve isteyenlere verilmesini söyleyerek "Bana seni, gerek Seni..." diyenler de bunlardır. [/FONT]
[FONT=&quot]Ve yukarıdaki sözlerimizi doğrulayan tasavvufi tezahhürlerdir. Akidevi açıdan işi o denli ileri götürürler ki "Hatta 'Füsüs ve Fütühatı Mekkiyye' isimli eserlerin sahibi Muhyiddini Arabi "hırıstiyanlar tanrılığı sadece İsa ve annesine hasretmelerinde yanıldılar"(1) demektedir. Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami'de "Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar... Fakat abdal tabakasına girdikten sonra o işi terketmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin"(2).[/FONT]
[FONT=&quot]Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise bunların tümünde yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce örnek bulmamız mümkündür (3). Akidesi, kabul ettiği ana ölçüleri, ana kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din; İslam ve tasavvufun görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin dışında tutanlar için aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır. Biri, diğerinin yerine ikame edilmek istenilen şeylerin herşeyden çok birbirine benzemeye ihtiyaçları vardır. Hiç değilse görünürde sağlanacak bu benzerlikler, düşünce seviyesi düşük olanları kolay kandırabilmektedir. [/FONT]
[FONT=&quot]Allah katında kabul görmeyecek nice sapık dinde de bazı doğruların bulunduğu bilinen bir husustur. Zira herşeyiyle sapık olanların tefriki kolay olması, tefriki güçleştiren unsurlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Mesela bugün demokrasinin ve hatta laikliğin islamlaştırılması, İslamın tümüyle reddedilmediğindendir. Madem ki bu başarılamamaktadır o takdirde demokratik İslamdan ya da laik islamdan bahsetmek gündeme getirilmekte, demokratik ve laik kavramlar İslam'da yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki ne demokrasi, ne de laiklik uzaktan yakından İslam’la ilglidir. Hiç bir surette birbirine yakınlığı bulunmayan bu kavramlar tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve kalplerinden çıkarılmayan İslama sokulmaya, orada yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kadir olsa idiler mutlaka İslam'ı tümüyle, ismi dahil ortadan kaldırmayı ve yerine kendi dinlerini ikame etmeyi isterlerdi. İstemişlerdir de.[/FONT]
[FONT=&quot](1) Bkz. İktibas Dergisi, 104. sayı, 26. Sayfa, 1. sütunda Şeyhülislam Mustafa Sabri'nin Vahdeti Vücud isimli makalesi.[/FONT]
[FONT=&quot](2) Nefahafül Üns; Molla Cami, Osmanlıcaya çeviren: Bedir Yayınevi, Yayıncısı: Mehmed Şevket Eygi, 1. baskı, 1971, İstanbul, Sayfa: 42.[/FONT]
[FONT=&quot](3) Bkz. Nefahat’ül Üns[/FONT]
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Tasavvuf nedir?

Tasavvuf nedir?

Sual: Tasavvuf nedir?
CEVAP
Tasavvuf, kalbi saf yapmak, kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Tasavvuf hâl işi olduğu için, yaşayan bilir, tarif ile anlaşılmaz.

Tasavvuf ilmi, kalb ile yapılması ve sakınılması gereken şeyleri ve kalbin, ruhun temizlenmesi yollarını öğretir. Buna (Ahlak ilmi) de denir.

Tasavvuf ehli, kendi derecesine göre, tasavvufu tarif etmiştir. Birkaçı şöyle:

Tasavvuf, dinin emirlerine uyup, yasaklarından kaçarak kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak demektir.

Tasavvuf, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden kaçmaktır.

Tasavvuf, nefsin iman ve itaat etmesi, bütün ibadetlerin ve bütün hayırlı işlerin hakiki ve kusursuz olmasıdır. Allahü teâlânın lütuf ve ihsanı ile daha yükseklere çıkanlar da olur.

Tasavvuf, fâni olan her şeyden yüz çevirip, baki olana bağlanmaktır.

Tasavvuf, İslam ahlakı ile süslenmektir.

Tasavvuf, ölmeden önce ölmektir.

Tasavvuf, baştan başa edeptir, tamamen edepten ibarettir.

Tasavvuf, kadere rızadır.

Tasavvuf, Hak teâlâya inkıyaddır, kayıtsız şartsız teslimiyettir.

Tasavvuf, emeli bırakıp amele devam etmektir.

Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmaktır.

Tasavvuf, namaz, oruç ve geceleri ibadet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazifesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir. Bunu yapan, vasıl olmuş, yani maksada kavuşmuştur.

Tasavvuf, insanı, ibadetlerde gereken ihlasa ve insanlara karşı gereken güzel ahlaka kavuşturan yoldur. İnsana bu yolu mürşid-i kâmil öğretir.

Tasavvuf, her sözünde, her işinde, dine yapışmaktır.

Tasavvuf, ızdırap çekmektir. Sükun ve rahatlıkta, tasavvuf olmaz. Yani, aşıkın maşuku aramaya çalışması, maşuktan başkası ile rahat etmemesi gerekir.

Tasavvuf, Resulullahın mübarek kalbinden çıkıp, evliyanın kalblerine gelen bilgilerdir.

Tasavvuf, kendi nefsinin ayıplarını, kusurlarını anlamaktır ve dine uymakta kolaylık ve lezzet hasıl olmaktır ve gizli olan şirkten, küfürden kurtulmaktır.

Tasavvuf, herkese merhametli olmak ve ruhsat olan ameli terk etmektir.

Tasavvuf, Allahü teâlâyı, görür gibi ibadet etmektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor.)
[Buhari]

(Bir kimse, iki salih komşusundan nasıl utanıyorsa, gece gündüz, kendisi ile beraber olan iki melekten de öyle utanmalıdır!)
[Beyheki]

Allahü teâlânın gördüğüne inanan, Onun beğenmediği bir şeyi yapabilir mi? Yanındaki iki meleğin, günah ve sevapları tespit etmekle görevli olduğunu yakînen bilen kimse, kötü işler yapabilir mi?

Tasavvufun yediyüzden fazla tarifi yapılmıştır. Hepsinin özü ehemmi, mühimme tercihtir. Yani çok önemli işi, önemli işten önce yapmaktır.

Ağlayan bir kimse görsek, hangi üzücü şeyin bu kimseyi ağlattığını bilemeyiz. Eğer ayağına diken battığı için ağlıyorsa, diken bize batmadığı için, ona verdiği ızdırabı anlayamayız. Bir delinin, ne için güldüğünü bilemeyiz. (Şunun için gülüyorum) dese bile, o hadise deliye tesir ettiği gibi bize tesir etmez. Aşığın hâli bir başkadır. Tasavvuf da böyle bir hâl işi olduğu için biz bilemeyiz.

Tasavvufta makamlar
Tasavvuf erbabından Mevlana Abdurrahman Cami hazretleri buyuruyor ki:
Tasavvufta, makamların sonuna varan mutasavvıflar iki çeşittir:

Birincisi
,Peygamber efendimiz aleyhisselamın izinden giderek, kemale erdikten sonra, insanları irşad için halk derecesine indirilmiş irşad ehli olanlardır.

İkincisi
,yükseldikleri derecelerde bırakılıp insanların yetişmesi ile vazifeli olmayanlardır. Bunlara evliya denir.

Tasavvuf yolunda yürüyenler de iki kısımdır:

Birincisi
,Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız Onu ister. [Yunus Emre’nin, "Bana seni gerek seni" demesi böyledir.]

İkincisi
de Cenneti isteyen taliblerdir.

İmam-ı Rabbani
hazretleri buyurdu ki:
(Tasavvuf ehlindeki haller ve marifetler, muhabbetin fazla olmasından hasıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor ki, başka şeylerin ismi ve cismi hatırlarına gelmiyor. Başka bir şey görmüyorlar. İster istemez, sevgi sarhoşluğu ile, üzerlerini bu halin kaplaması ile, başka şeyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan başka bir şey görmüyorlar. [Hallac-ı Mansur’un "Enel-hak" demesi gibi.] Bu hallerin ve marifetlerin ötesinde başka kemaller ve üstünlükler vardır ki, o, kemalatın yanında bu haller ve marifetler, okyanus yanında bir damla gibidir.)

Tasavvuf
,Yahudi veya Yunan filozoflarının uydurması değildir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Resulullah efendimizden gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resulullahın, Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalble zikrettiği muteber eserlerde yazılıdır.

Zikir ve nefs muhasebesi, Resulullah ve Eshab-ı kiram zamanında da vardı. Hicri 2. asır sonlarında, Ehl-i sünnetten, kalblerini gafletten koruyanların ve nefslerini Allah’a itaate kavuşturanların bu hallerine Tasavvuf ve kendilerine Sofi ismi verildi. Kendine ilk defa sofi denilen zat, Ebu Haşim Sofidir.

Tasavvuf
,İslam ahlakı ile ahlaklanmak için gereken bilgileri öğreten bir ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına ait bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf da kalbin, ruhun, kötü huylardan kurtulmasını öğretir, kalb hastalıklarının alametleri olan kötü işlerden uzaklaştırır, Allah rızası için güzel iş ve ibadet yapmayı sağlar. Zaten dinimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra buna uygun iş ve ibadetin Allah rızası için yapılmasını emreder. Kısaca din, ilim, amel ve ihlastan ibarettir.

İmam-ı Malik
hazretleri buyurdu ki:
Fıkhı öğrenmeden tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkhı öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at ehli, sapık olur. Her ikisini edinen hakikate kavuşur. (Merec-ül bahreyn)

Kalbin, kötü huylardan temizlenmesi için, Allah için olmayan her şeyin sevgisini kalbden çıkarmak gerekir. Bu yolda ilerlemek Peygamberlerin ahlakındandır.

Kötü sıfatlar
,cahillik, öfke, riya, kin, haset, kibir, ucup cimrilik, mal ve makam sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplamaktan korkmak, suizan, övünmek gibi şeylerdir.

Güzel huylar
,ilim, tefekkür, rıza, hayâ, tevazu, merhamet, mürüvvet, cömertlik gibi güzel işlerdir.
Kötü sıfatlardan kurtulmak ve güzel huylarla süslenmekle kalb temizlenmiş olur.

Huzura kavuşmak için
Dünya ve ahiret iyiliklerine, rahat ve huzura kavuşmak için birinci olarak doğru bir iman sahibi olmak gerekir. Doğru bir imana kavuşmak için, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek ve inanmak gerekir.

İkincisi
, insanların saadeti için gereken şey, dinin emir ve yasaklarını öğrenmektir. Dinimizde bildirilen helalı, haramı ve diğer hususları öğrenmek ve buna uygun hareket etmektir.

Üçüncüsü
,kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesidir. Nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup amel etmek gerekir.

Bir kimse doğru imana kavuşur, dinin emirlerini seve seve yerine getirirse enbiyaya, evliyaya ve melaikeye benzer ve onlara yaklaşır. Aynı cinsten olan şeyler, birbirini çektiği gibi onlar tarafından yanlarına çekilir. Çok büyük bir mıknatısın bir iğneyi çekmesi gibi onu yüksekliklere çekip Cennete kavuşmasına sebep olurlar.

Manen yükselmek dünya ve ahiret saadetine kavuşmak bir uçağın uçmasına benzetilirse, iman ile ibadet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, yani benzinidir. Tasavvufun iki gayesi vardır: Birincisi, imanın yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Kalblere imanın yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur.) [Rad 28]

Zikir, her işte, her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, Onun rızasına uygun iş yapmak demektir.
İkinci gayesi, ibadetlerde kolaylık, lezzet hasıl olması için, nefsten doğan sıkıntıların giderilmesidir. İbadetleri kolaylıkla, seve seve yapmak ve günah olan işlerden de nefret edip uzaklaşmak, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür.

Evliyalığa kavuşturan yol tasavvuftur
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

İslam dininin bir sureti, bir de hakikati, özü vardır. Sureti, önce iman etmek, sonra, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymaktır. İslam dininin suretine kavuşanların nefsi emmareleri inkârda ve isyan etmektedir. Bunların imanı, imanın suretidir. Kıldıkları namaz, namazın suretidir. Oruç ve başka ibadetleri de böyledir. Çünkü, nefs-i emmare, insan varlığının temelidir. Herkes (Ben) deyince, nefsini göstermektedir. İşte, bunların nefsleri iman etmemiş, inanmamıştır. Böyle kimselerin imanları ve ibadetleri hakiki, doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, yalnız surete kavuşmayı kabul buyurmuştur. Bunları, razı olduğu Cennetine sokacağını müjdelemiştir. Yalnız kalbin inanmasını kabul buyurması, nefsin inanmasını da şart koşmaması, Onun büyük ihsanıdır.

Evet, Cennet nimetlerinin de, hem suretleri, hem hakikatleri vardır. İslam dininin suretine kavuşanlar, Cennetin suretinden pay alacaklardır. Dünyada, İslam dininin hakikatine kavuşanlar, Cennetin hakikatine kavuşacaklardır. Surete kavuşmuş olanlarla hakikate kavuşmuş olanlar, Cennetin aynı bir meyvesini yiyecek. Fakat, herbiri başka tat alacaktır. Resulullah efendimizin mübarek zevceleri Cennette, Resulullahın yanında olacak, fakat duydukları lezzet başka olacaktır. Eğer, başka olmasaydı, bu mübarek zevcelerin, bütün insanlardan [peygamberlerden] daha üstün olmaları lazım gelirdi. Her üstün olan kimsenin zevcesinin de, bunun gibi üstün olması gerekirdi. Çünkü zevceler, Cennette zevclerinin yanında olacaktır. İslam dininin suretine kavuşanlar, buna uydukları zaman, ahirette kurtulabileceklerdir. Buna uyanlar, umumi evliyalığa, yani Allahü teâlânın rızasına, sevgisine ermiş demektir. Bununla şereflenen, tasavvuf yoluna girebilecek, (Vilayet-i hassa) denilen özel evliyalığa kavuşabilecek kimse demektir. Bunlar, nefs-i emmarelerini itminana ulaştırabilirler. Şunu iyi bilmelidir ki, bu vilayette, yani İslam dininin hakikatinde ilerleyebilmek için, İslam dininin suretini elden bırakmamak lazımdır.

Tasavvuf yolunda ilerlemek, Allahü teâlânın ismini çok zikretmekle olur. Bu zikir de, İslam dininin emrettiği bir ibadettir. Zikretmek, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde övülmüş ve emredilmiştir. Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için, İslam dininin yasakladığı şeylerden sakınmak şarttır. Farzları yapmak, insanı bu yolda ilerletir. Tasavvuf yolunu bilen ve yolculara önderlik edebilen bir Rehber [Mürşid] aramak da, İslam dininin emrettiği bir şeydir. Maide suresinin 35. âyetinde, (Ona kavuşmak için vesile arayınız) buyuruldu. (Vesile, insan-ı kâmil demektir). Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, İslam dininin sureti de, hakikati de lazımdır. Çünkü, evliyalık üstünlüklerinin hepsi, İslam dininin suretine uymakla ele geçer. Peygamberlik üstünlükleri de, İslam dininin hakikatinin meyveleridir. Her üstünlükte Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymak lazımdır.

Evliyalığa kavuşturan yol tasavvuftur. Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için, Allah’tan başka her şeyin sevgisini kalbden çıkarmak lazımdır. Allahü teâlânın ihsanı ile, kalb hiçbir şeyi görmez olursa, (Fena) denilen şey hasıl olur. (Seyr-i ilallah) tamam olur. Bundan sonra, (Seyr-i fillah) denilen yolculuk başlar. Böylece, (Beka) denilen şey hasıl olur ki, aranılan da budur. İslam dininin hakikati buradadır. Buna kavuşan zata (Veli) denir ki, Allahü teâlânın razı olduğu, sevdiği kimse demektir. Burada (Nefs-i emmare) mutmainne olur. Nefs, küfürden kurtulup, Allahü teâlânın kaza ve kaderinden razı olur. Allahü teâlâ da, ondan razı olur. Kendini anlar. Büyüklük, kendini beğenmek hastalığından kurtulur.
(2/50)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
Tasavvufun çıkışı

Tasavvufun çıkışı

Sual: Vehhabiler ve bunlara aldanan bazı bid’at ehli, evliyanın yolunu yani tasavvufu, tarikatı kastederek, bunların sonradan çıktığını, bid'at olduğunu söylüyorlar. Tasavvufun dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Bu hususta Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:

Zahirdeki kemalatın ve manevi makamların hepsi Resulullah efendimizden gelir. Zahirdeki kemalata, yükselmeye sebep olan emirlerini, yasaklarını bizlere din âlimleri bildirdi. Kalbin, ruhun temizlenmesine yarayan gizli bilgileri ve kalb işlerini tasavvuf büyükleri bize ulaştırdı. Kalbe ve bedene yarayan bilgilerimizin hepsi Resulullahtan gelir.

Hazret-i Ömer vefat edince, oğlu Hazret-i Abdullah, (İlmin onda dokuzu gitti) buyurdu. Bazılarının bu söze şaştığını görünce, (Dediğim ilim, herkesin bildiği abdest ve gusül gibi bilgiler değil, Allahü teâlâyı tanıtan bilgilerdir) buyurdu.

Tasavvuf, Resulullahın yolunu gösterir. Tasavvuf büyükleri, kendi hocaları vasıtası ile Resulullaha bağlanmıştır. O büyüklerin çalışma usulleri, sonradan uydurulmuş şeyler değildir. Fena, beka, cezbe, süluk, seyr-i ilallah ve benzerleri gibi isimler, sonradan verilmiş ise de, bu isimlerin bildirdikleri şeylerin hepsi Resulullah efendimizden gelmektedir.

Nefahat kitabında bildirildiği gibi, fena, beka gibi isimleri ilk bildiren zat, Ebu Said-ül Harraz’dır. Zikir de, Resulullahtan gelmiştir. Resulullah efendimiz, peygamber olduğu bildirilmeden önce, mübarek kalbi ile zikretmiştir. Resulullahın çok zaman sükut ettiği, sessiz, düşünceli durduğu; dost, düşman her tarihçinin kitabında yazılıdır. Bu halde bulunmak, isimleri sonradan çıkan şeylerin Resulullahta da bulunduğunu göstermektedir. Bu isimler, hadis-i şerifleri açıklamak için konulmuştur. Mesela tefekkür; fikri, bâtıldan hakka doğru çevirmek olup, (Az bir zaman tefekkür etmek, bin sene nafile ibadet yapmaktan daha faydalıdır) hadis-i şerifinden alınmıştır.

Eğer, (Tasavvuftaki usuller, vazifeler, kazançlar Resulullahtan gelmiş olsaydı, ayrı ayrı tasavvuf yolları ve tasavvuf sarhoşluğu, dine uygun görünmeyen şeyleri söylemek olmazdı) denirse, böyle değişik sözler ve hâller, insanların istidatlarının, başka başka olmasından ileri gelmektedir. Resulullahtan gelen nisbette, feyzde ve tesirde hiç değişiklik yoktur. Bunun çeşitli insanlara, çeşitli mizaçlara tesiri başka başka olmaktadır. Bir insanın bile çeşitli zamanlardaki hâli, mizacı başka başka oluyor.

Bütün kemalat, Resulullahtan gelmektedir. Fakat herkesin yaratılışına, hazırlığına göre, başka başka tesir etmektedir. Resulullah efendimiz hayatta iken de, herkesin istidadına göre konuşur, mana ve esrarı başka başka sunardı. Resulullah efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir’e ince bilgiler anlatırken, yanlarına Hazret-i Ömer gelince, sözü değiştirdi. Sonra Hazret-i Osman gelince, sözü daha da değiştirdi. Hazret-i Ali geldi, başka türlü anlatmaya başladı. Çünkü, her birinin istidadı başka başka idi. (5/59)

Lâ ilâhe illallah demek
Tasavvufta en çok, Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesi söylenir. (Sözlerin, zikirlerin efdali, en faydalısı, lâ ilâhe illallah demektir) hadis-i şerifi güneş gibi her yerde ışık salmakta iken, bunu söylemek, sonradan meydana çıkmış denilebilir mi? Tasavvuf demek, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak demektir.

O halde, tasavvuf zaman-ı saadette yok idi, sonradan meydana çıktı, diyen kimse, sünnet-i seniyyeyi yıkmak isteyen bir İslam düşmanı değilse; menfaat sağlamak, cahilleri aldatmak için şeyhlik perdesi altında İslam’a yakışmayan kötülükleri yapanları anlatmak istiyordur. Böyle tasavvufçular ne kadar çok kötülense yeridir. Bu kötü kimseler, Müslüman göründükleri için, Müslümanlık kötülenebilir mi? Talebesine kötülük yapan öğretmen var diye, öğretmenlik mesleğine kötü damgası basılabilir mi? Evet, bazı cahiller, ahlaksızlar [ve misyonerler] şeyh şekline girdi. Tasavvuf adı altında her kötülüğü yapanlar oldu. Fakat bunlara bakarak, Resulullahın sünnetine yapışan, her kötülükten sakınan Allah adamlarına dil uzatmak pek yanlıştır.

Tasavvuf ehli buyuruyor ki:
İyi olan da, kötü olan da, iyilik yapabilir. Kötülük yapmamak ise, ancak Allah adamlarının özelliğidir. Sıddıklar günah işlemez. (Mektubat-ı Masumiye 2/106)

Allahü teâlâya kavuşmak, Allahü teâlâya yaklaşmak, Allahü teâlâyı tanımak, Allahü teâlâyı sevmek, feyz almak, nurlanmak, ârif olmak, ilm-i bâtın sahibi olmak gibi şeyler, hep kalb ile olur. Bunlara akıl eremez, anlayamaz. Allahü teâlâ, her şeye kavuşmak için bir sebep yaratmıştır. Bir şeye kavuşabilmek için, o şeyin sebebine yapışmak lazımdır. Bildirdiğimiz şeylere kavuşmanın sebebi, kalbi masivadan temizlemektir. Mahlukların varlığını, sevgisini kalbden çıkarmaktır. Buna, (Fena-i kalbi) denir. Kalb, Allah’tan başka her şeyi tam unutursa, yukarıda bildirdiğimiz şeyler, kendiliğinden kalbe dolar. Kalb, görülmeyen, tutulmayan bir şeydir. Yani madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek dediğimiz et parçası ile ilgisi vardır. Aklın, dimağ [Beyin] ile olan ilgisi gibidir. Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lazım değildir. Sıvıyı boşaltmak lazımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalb de böyledir. Mahlukların sevgisi, hatta düşünceleri kalbden çıkarılınca, Allah sevgisi, feyz, nur, marifet, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahluklardan temizlemeye sebep de, Ehl-i sünnet itikadı, haramlardan sakınmak, farzları ve nafile ibadetleri yapmaktır. Nafile ibadetlerden, tesiri en çok ve süratli olanı, zikir yapmak ve Allahü teâlânın Velilerinden biri ile beraber bulunmaktır.

Feyz almak için, bu feyze kavuşmuş olan salih bir kimseyi bulmak, onu sevmek, onun yanında yetişmek lazımdır. Vehhabi Feth-ül mecid kitabı da, bunun lazım olduğunu bildiriyor. 335. sayfasında, (Allahü teâlâyı sevmeye kavuşturan on sebepten dokuzuncusu, Allah’ın sadık olan sevenlerinin yanında bulunmaktır. Onların sözlerini dinleyip faydalanmaktır. Onların yanında az konuşmaktır) diyor. Böyle salih kullara Mürşid-i kâmil veya Rehber denir.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvanın kaynağı, âriflerin kalbleridir.) [Taberani]

(Salihleri anmak, günahları temizler.) [Deylemi]

(Âlimin yanında bulunmak ibadettir.)
[Deylemi]

(Âlimin yüzüne bakmak ibadettir.) [Deylemi]

(Zikir, sadakadan daha faydalıdır.)
[ibni Hibban, Beyheki]

(Zikir, nafile oruçtan daha hayırlıdır.) [Deylemi, Beyheki]

(Her hastalığın şifası vardır. Kalbin şifası, Allahü teâlâyı zikretmektir.)
[Deylemi, Beyheki, Münavi]

(Derecesi en yüksek olanlar, Allahü teâlâyı zikredenlerdir.)
[Beyheki]

(Allahü teâlâyı çok zikredeni, Allahü teâlâ sever.) [Beyheki]

Tasavvuf, zikretmek ve ârifleri hatırlamak, onları sevmek ve Resulullahın yoluna yapışmaktır. Bu ve benzeri hadis-i şerifler ve bunların çıkarılmış oldukları âyet-i kerimeler, tasavvufu emretmektedir. Böyle tasavvuf kötülenebilir mi?

Allah’a kavuşturan yollar
Sual:
Kitaplarda, Nakşi veya Kadiri yoluyla Allah’a kavuşanların olduğu yazılı. Allah’a kavuşturan yol çok mudur?
CEVAP
Necmeddin-i Kübra hazretleri, (İnsanları Allahü teâlâya kavuşturan yollar, insan sayısı kadar çoktur) buyurdu. Bu söz, talipleri yetiştirmek yolunu bildiriyor; yoksa itikatlarında hiçbir ayrılık yoktur. Bütün Evliyanın itikatları, imanları birdir. Hepsi, Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadındadır. Sanat sahiplerinin çeşitli iş kollarına ayrılmaları da, öyle rahmettir; fakat itikatta ayrılmak, parçalanmak, böyle değildir. Resulullah efendimiz, (Cemaat rahmettir. Ayrılık azaptır) buyurdu. (M. Nasihat)

Her şeyden, her mahlûktan Allahü teâlâya giden bir yol vardır; çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sahibini bulan zeki bir kimse, o yolu ve o manevi bağı görür, anlar. Allahü teâlânın rızasına, marifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri kadardır, sözü de doğrudur. Bu yolların hepsinden vasıl olmak, ahkâm-ı İslamiye’yi yapmaya bağlıdır. Bütün yolların başlangıcı İslamiyet’tir. Yani İslamiyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tasavvuf yolları, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir. (Mektubat-ı Masumiyye)

Bu büyüklerin kitaplarını okumak, sohbetin yarısıdır. Yani büyük bir zatın kitabını severek okuyan kimse, sohbetinde bulunmuş gibi ondan faydalanır.
 

tevhid.

New member
Katılım
6 Kas 2008
Mesajlar
62
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Web sitesi
www.tevhid.eu
TASAVVUF GEREKLIMIDIR ?


A- İSLÂM VE TEVHİDİ ANLAYIŞ
Kulları için İslam'ı lâyık gören ve bu dinin insanlara örnekliği için de Muhammed (AS)'ı görevlendiren Allah (CC); önceki peygamberlerle gönderdiği mesajın bağlılarınca bozulması, heva ve heveslerin insanlara "din" olarak sunulması neticesi içinden çıkılmaz bir din/hayat sistemi olan anlayışlardan insanların etkilenmelerini önlemek için Kur'an'ı koruması altına almıştır. Böylece İslam'ın temeli olan Tevhid de bulandırılmasın, yabancı kültürlerin şirk kokan inanışlarından etkilenmesin diye.
Tevhid, Allah'ı zati sıfatları itibariyle tek bilmek ve taşıdığı sıfatlardan herhangi birini olsun bir başka varlıkta görmemek demektir. Bu tanıma aykırı bütün kabuller tevhidin dışında kalırlar ve Kur'an bu dışarıda kalışa özel bir isimle ‘şirk=ortak koşma’ demiştir.
Kişiler yaptıklarına şirk demeseler, ortak koşmayı kendilerine yakıştırmasalar da Allah, kendi hükümlerinden başka hüküm­lere tabi olmayı da kendine, hüküm vermede ortak koşma/şirk olarak nitelemektedir.
Teslimiyet, yani İslam olma; Allah'ın elçileri vasıtasıyla gönderdiği vahye/Kur'an'a tabi olmak demek olduğuna ve vahyin dışında herhangi bir şeye tabi olmak da İslam olmadığına göre, kişi ancak vahye teslim olmakla, kendisi için vahyin tartışılmaz üstünlüğünü kabullenerek İslam olabilir ve İslam kalabilir. Kişinin sadece Allah (CC)'ı kendini terbiye edici Rabb olarak kabullen­diğini söylemesiyle ancak İslam'a girebil­diğini de biliyoruz.
Allah (CC) Peygamberi (as)'ın, dinle ilgili tüm yaşantıda "Üsvetül hasene-güzel örnek" olarak alınmasını, ibadetlerini O'nun yaptığı gibi yerine getirmelerini O'na rağmen din konusunda heva ve heveslerine uymamalarını açıklamış ve uyarmıştır Kitabı Mübin'inde.
B-MÜSLÜMANLARIN DURUMU
Tüm bu uyarılara, "dininizi ikmal ettim" ikazlarına/uyarılarına rağmen; dört halife döneminden itibaren akın akın bu din'e giren topluluklar, çoğunlukla sadece "şehadet geti­rerek" ama bu dinin muallimlerinin harplerde şehid olmaları neticesi sayılarının azlığı sebe­biyle tevhid'in gerçeğini kavramadan eski dinlerinden getirdikleri ne kadar islam dışılık varsa beraberlerinde getirdiler. Önceleri farkedilmemesine rağmen bozuk fikirler zaman­la tevhidi anlayışta yaralar açmaya başladı. Çeşitli görüş ayrılıkları onulmaz/tamir edile­mez yaralar açarak fırkalaşmalara (sünni-alevi, zahiri-batıni vs. gibi), müslümanların birbirlerini öldürmelerine varan kavga ve ihtilaflara sebep oldu.
Ümmet işte bu durum içerisindeyken, toplumdaki bunalım ve bunun sebep olduğu bıkkınlık/ümitsizlik veren hal, bazılarının Hint ve Yunan felsefelerinden gelen mistik anlayışların etkisiyle de toplumdan uzak­laşmalarına, kendi başlarına inzivaya çekil­melerine sebep oldu. Zamanla, siyasi rejimle­rin/iktidarların da hoşuna giden bu hal teşvik edildi. Daha sonraları bu ekol ‘Tasavvuf’ adıyla müslümanların gündeminde yer alma­ya başladı hicri 2-3. yüzyıllarda.
Tasavvuf, kelime ve kavram olarak ne Kur'an'ın andığı ne de sünnette izine rastlan­mayan ve tamamen ana ilke ve kavramlarıyla İslam dışından taşınan, İslam'a karıştırılmış bir yaşayıştır.
Tasavvufun bir alt sınıfı olan Tarikat adabı/şartları, isimleri meşhur olmuş şeyhlerce yazdıkları kitaplarında belirlenmiştir. Tarikat'ın ana esaslarından olan rabıta ve zikir Mehmed Zaid Kotku'nun "Tasavvufi Ahlak" isimli kitabında Abdulhakim Arvasi'den naklen şöyle anlatılıyor özetle:
"Rabıta, salikin şeyh ile hemhal olması, onun ahlakı ile ahlaklanması, yani şeyh'de yok olmasıdır. rabıta üç kısımdır: l- Pirin suretini sadece hayalinde tasarlamak, 2- Pirin suretini kalbin­de tasavvur etmek, 3- Kendini, şeyh kılığına bürümek ve onda yok olmaktır.
Şeyh Abdulhakim Arvasi'ye göre şeyh öldükten sonra, dirisinden daha fazla rabıtaya cevap vermektedir. Çünkü şeyhin ruhaniyeti zaman ve mekanla kayıtlı değildir.
Muhammed b. Abdullah Hani/Sühreverdi de müridlerin adabı bahsinde "zamanımızda evla olan evlilikten kaçınmaktır" demiş ayrıca mürit için şart olan işleri şöyle sıralamıştır.
a) Kalbinde, şeyhin fiillerine itiraz olma­malıdır. Aklına yatmayanı te'vil etmelidir.
b) Hatırına gelenleri şeyhine anlat­malıdır.
c) Şeyhin sözleri ile amel etmeli ve gönülden teslim olmalıdır.
d) Şeyhin elinde, yıkayıcı önüne konan ölü gibi olmalıdır.
e) Mürid, her işini şeyhe danışarak yapmalıdır. Oğul-kız evlendirmek, yolculuğa çıkmak gibi.
Bu yaşayış şekli (tasavvuf) her ne kadar içinde islami motifler taşısa da, zamanla tevhidi anlayışı farklı yorumlamaları neticesi ayrı bir din hüviyetine büründü. İleri gelenle­rinin yazmış oldukları kitaplarında İslam ahlakına uymayan davranışlar(1) açıkça anlatılarak, İslami kavramlar te'vil yoluyla (2) tamamen farklı anlamlarda kullanılmaya başlandı.
B- İSLÂM VE TASAVVUFİ ANLAYIŞIN KARŞILAŞTIRILMASI
İslam'da uluhiyet anlayışının özellikleri
"a- Tecdid: Allah'ı tüm varlıklardan ayırmak,
b- Tenzih: Allah'ı her türlü şeyden uzak tutmak,
c- Tevhid/Teklik: Tecrit edilmiş İlah'ı tek bir Allah'a irca etmek" iken,
Tasavvufda
"Bütün eşya, insan ve kainat Allah'ın bir parçası ve boşluktaki görün­tüsüdür ve Allah'dan başka mevcut yoktur" diyerek, İslam alimlerinin şirk olarak nitelen­dirdikleri "Vahdet-i Vücud" (3) görüşü benimsenmiştir.
Bu bilgileri kısaca şemalandınrsak:
İSLAM DİNİNDE:
— Şeriat zahire göre hüküm verir.
— Delillerin kaynağı Kur'an ve Sünnettir.
— Şari Allah'tır (Hüküm koyucu)
— İnsan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler artar/çoğalır.
— Allah, yarattıklarının hiç birine benzemez: "(O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." : 11(42)
TASAVVUF'DA:
— Aslolan zahir değil batın'dır.
— Delillerin kaynağı rüya ve mükaşefedir.
— Şari Veli ve Gavs'dır.
— İnsan mertebe kateddikçe mükellefiyetleri azalır.
— Yarattıklarının tümü Allah'ın benze­ridir.
(Fusüs-ül Hikem, Sahife: 78-79)
Netice olarak Kur'an'ın tarif ettiği veliler/müslümanlar Allah'ın hizmetinde kişiler iken, tasavvufun velileri Allah'ı hizmetlerine almış kişiler olarak görülmektedirler. (4)
KAYNAKÇA VE ÖRNEKLER
1 - Molla Cami-Nef ahat'ül Üns, Bedir yayınları: 1971, Cilt: l, Sahife 42, 528, 529. Imamüddin Abdulvahhab El-Barisi. Yayınlayan: Mehmet Şevket Eygi.
— Menakibül Arifin (Ariflerin menkıbeleri) Ahmet Eflaki, Tercüme: Tahsin Yazıcı C. l/324.
— Veliler Başbuğu Şah-ı Nakşibendi Yazar: Nusrullah Efendi. Eseri takdim: M. Şevket Eygi, Buhara Yayınları/İstanbul Sahife: 28, 29, 150,151.
— Dr. Mustafa Kara, Rubaiter-Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi. Gülşen-i Raz'dan naklen: "iman küfür, küfür de iman olmadıkça hiçbir Tanrı kulu gerçekten müslüman olamaz".
2. MEKTUBAT: 445. Mektup-
Mevzuu: Şeyh Şerafettin Yahya Müniri tarafından söylenen şu cümlenin tahkiki: "Sâlik kâfir olmadıkça, kardeşinin başını kesmedikçe, anası ile tezevvüc etmedikçe müslüman olamaz."
NOT: İmam-ı Rabbani bu mektubu Molla Şemseddin'e yazmıştır.
Bu cümlenin te'vili:
a) Burada küfürden murad, tarikat küfrüdür. Bu dahi, cem mertebesinden ibarettir. O cem mertebesi dahi, kapanma yeri, İslamın güzelliği ile küfrün çirkinliği arasında imtiyazın olma­ması makamıdır. Hatta, İslam nasıl güzel görülüyorsa, küfür dahi aynı şekilde güzel bulunmaktadır.
b) "Kardeşinin başını kesmedikçe müslüman olamaz" tabirinden murad, kendisi ile beraber doğan şeytandır. O'nun arkadaşı bulunmakta ve kendisini daima şerre ve fesada götürmektedir.
c) "Ana ile tezevvüc etmedikçe, yani annesi ile evlenmedikçe" cümlesindeki "anası" tabirinden murad, onun ayan-ı sabitesi olsa gerektir. Zira bu, ayan-ı sabite onun hariçte vücut bulup zuhura gelmesine bir sebeptir.....
3. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili. Cilt: l, sahife: 572-578 (1971 Baskısı).
4. Müzekkin Nüfus - Aslan Yayınları, Sahife : 437, 517
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Evet, tasavvuf İslam'ın özüdür. Ancak, tasavvuf yolu ile alakalı, tarih boyunca "tanımlama zorlukları ve kavram kargaşaları" yaşanmış, bu nedenle de zaman zaman, ciddi şekilde yanlış anlaşılmalardan doğan tezatlar insanların aklını kurcalamıştır. Ağır hizmet yoludur tasavvuf. İşte bu yüzden, bu ağır yüke gerek ilmen, gerek fikren hazır olamayan kişilerin erken iştiraki ve bu konuda beyan ettikleri, "sehven" maksadını aşan ifadeler nedeni ile de eleştiri oklarını iyice üzerine çeker olmuştur.

Yukarıda ki yazılarda alıntı yapılan; ne sebep ve hangi aşamada yazıldığı belli olmayan, cımbızlanmış yazıların emaresi ile, tasavvuf ehli hakkında bir noktaya varabilmek hem acelecilik, hem insafsızlık olur.

Bu nedenle konuyu ya daha derin ve bilimsel, hem de yapıcı incelemek, ya da hüsnü zan mantığı ile irdelemek doğru olacaktır.
 

fani olaný istemem

New member
Katılım
12 Nis 2008
Mesajlar
251
Tepkime puanı
46
Puanları
0
Yaş
52
Tasavvuf zamanımızda yeterli görülen İslâmın zaruri 5 şartının ötesinde birçok fantaziyi de gerektiren lüzumsuz bir faaliyet değil, İslâmın ta kendisidir.

İslâmın 5 şartı yapılması emredilenlerin sadece küçük bir bölümüdür.
Ayrıca hiçkimse farzların bir kısmını yok saymak yetkisinde değildir.
Bu gün hercümerc içinde bulunan dünya insanının mutluluğa ulaşması ise ancak Tasavvuf ile Kur’ândaki İslamı yaşamakla mümkün olacaktır.
Tasavvuf Kur’ân-ı Kerim’in bütünü ile amel etmektir. Kur’ân-ı Kerim’in sadece fizik vücudumuzu alâkadar eden âyetleri ile değil, nefsimizi ve ruhumuzu vazifeli kılan âyetleri ile de amel etmektir.
Tasavvuf, Peygamber Efendimiz S.A.V. ve sahâbenin yaşadıklarını yaşamaktır. Gelmiş geçmiş bütün peygamberler ve onlara tâbî olanların da yaşadıkları hayat da tasavvuftu.
Tasavvuf, Allah’ın bize tevdi ettiği 3 emaneti de (Ruh, Fizik vücut ve Nefs) Allah’a teslim etmektir. İrşad’a ulaşmaktır. Bu ise İslâm olmaktır.
İslâm kelimesinin ilk muhtevası tek Allah’a inanmak, ikinci muhtevası teslim, üçüncü muhtevası ise sulh ve sükûndur. Kim İslâm olmak şerefine ulaşmışsa, o kişi üç açıdan sonsuz saadete erişmiş olur.
1. İç âlemde, ruhun bütün hasletleri nefse geçtiği için sulh ve sukûna ulaşılmıştır. Çünkü artık nefs ve ruh arasında çatışma yoktur.
2. Dış âlemdekilerle sulh ve sukûna ulaşılmıştır. Çünkü nefsin afetleri artık yoktur ki diğer insanlarla anlaşmazlıklar olsun.
3. Allah’u Tealâ Hz. ile en iyi ilişki kurulmuştur. Yüce Rabbimizin her emri yerine getirilmekte ve her nehyinden kaçınılmaktadır. Artık nefsin sahip olduğu faziletler (yani ruhun hasletleri) emirleri yapmaya büyük arzu duymakta, nehiyleri (yasakları) ise hiç işlememektedir. Çünkü nefsteki yasakları talep eden afetlerin hepsi yok olmuştur.
Görülüyor ki İslâm bir sonsuz saadetin (Fussilet-35), hazzül aziymin oluşması için ulaşılması gereken bir merhaledir.
Allah insanlardan başka yarattığı her şeyi insan için yarattığı cihetle (Casiye-13) en çok insanı sevmektedir. En çok sevdiği mahlûkunun mutlu olmasını istemesi ise tam olarak yerli yerine oturmaktadır. İşte bu sebeple Allah, insanın irşada ulaşmasını emretmektedir (Bakara-186, Şura-47). Çünkü ancak irşada ulaşan kişi İslâma ulaşmıştır, ve de sonsuz mutluluğa ulaşmıştır. İnsan-ı Kâmil olmanın son aşamasına varmıştır. Saadet açısından insan-ı kâmil olmuştur. Velâyetin kademeleri olan ,
1. Fenâ (Ruhun Allah’a teslimi)
2. Bekâ
3. Zühd
4. Teslim (Vechin, fizik vücudun teslimi, muhsin olmak)
5. Ulûl Elbab
6. İhlâs kademeleri tamamlanmıştır.
İnsan-ı kâmil olmanın ikinci ve asıl muhtevası “İrşad edebilme” yeteneğidir. Bu yetenek, insanın kendisinde mevcut olduğu kanaatinde olması ile mevcut olmaz. “Mürşid” olabilmek, ihlâs’a ulaştıktan sonra, Tövbe-i Nasuh’a (Tahrim-8) Allah’u Zülcelâl Hz. tarafından davet edilmek ve yüce Rabbimiz tarafından salâha ulaştığının tebliğ edilmesi ile gerçekleşir. Ve gönül gözü açık olanlar onun başının üzerindeki nuru görürler (Tahrim-8).
Unutulmamalıdır ki daha hikmetin ilk kademesi olan “Ulûl Elbab” (Lübb-ün sahibi olmak) kademesinden başlayarak son üç kademede (daimî zikir) “zikri daim” asıldır (Al-i İmran-190,191). Salâhta ise “zikri külli” (vücudun bütün azalarının Allah’ı zikri) esastır.
7. Böylece salâh kademesi (7. kademe) oluşur. Salâh’ın son üç kademesinden ilk ikisinde, iradenin Allah’a bağlanması ve ref edilmesi yaşanır. Salâhın son kademesinde ise Allah her devirde sadece bir kişiyi tasarrufu altına alır.

Görülüyor ki sadece fizik cesedimize ait vazifelerin değil, nefsimize ait ve ruhumuza ait vazifelerin de ifa edilmesi farz kılınmıştır. Bu ise Allah ile kul arasındaki ilişkiler açısından kitabın bütününe tâbi olmaktır (Al-i İmran-119). Bu açıdan kitabın bütününe tâbî olmak Kur’ân-ı Kerim’in bütününe tâbî olmaktır. İslâm olmak ise, gördük ki ancak Kur’ân-ı Kerim’in bütününe tâbî olmakla gerçekleşebiliyor.
Kitabın bütününe tâbî olmak ruhun, fizik vücudun ve nefsin, bize verilen 3 emanetin de Allah’a teslim edilmesidir. Bu 3 emanetin, Allah’a teslimi işlemi ise Tasavvuftur. Peygamber Efendimiz ve sahabenin ulaştıkları merhaledir ve yaşadıkları hayattır, İslâm şerefine ermektir. Tasavvuf ; Allah’a teslim olmak, İslâm’ı, Kur’ândaki İslâm’ı yaşamaktır. Tasavvuf, İslâm’ın hayata geçirilmesidir.
Öyleyse İslâm = Tasavvuftur.
Madem ki Allah irşadı farz kılmıştır (Bakara-186 ve Şura-47); İrşad 3 cesedin de Allah’a teslimidir, İslâm olmaktır, tasavvuftur.
Teslim farzdır.
İslâm farzdır.
Öyleyse Tasavvuf farzdır.
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
islam dindir...hak dindir...kaideleri, köşeleri olan alaca olmayan bir dindir...tasavvufun islam dininde ki yeri bu kurallarla yaşama sanatıdır...islamın hikmet yönüne yakındır ki bir kalıbın içerisindeyken insan düşüncelerinin en uc sınırlarını yakalayabilmesidir...inceliktir...vesselam
 

gercegi_arayan

New member
Katılım
13 Kas 2008
Mesajlar
12
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
41
peki vahdeti vucud ve kutup gavs evtad gibi konular hakkinda ne dusunuyorsunuz?
 

casus021

New member
Katılım
30 Ocak 2007
Mesajlar
1,475
Tepkime puanı
380
Puanları
0
Yaş
40
Konum
istanbul
Web sitesi
www.islamportali.net
Tasavvuf, güzel ahlâktır. (İ. Kettânî)

Tasavvuf, kalbi temizlemektir. (Ebû Ali Rodbârî)

Tasavvuf, edebe riâyettir. ( Ebû Muhammed Cevîrî)

Tasavvuf, i'tirâzı bırakıp, emredilene peki demektir. (Ebû Sehl Sa'lûkî)

Tasavvuf, nefsin kötü isteklerini terk etmektir. (Ebû Hüseyn Nûrî)

Tasavvuf, faydasız işleri terk etmektir. (Ebû Saîd İbni Arabî)

Tasavvuf, vakti değerlendirmek ve vaktin kıymetini bilmektir. (İbni Osman Mekkî)

Tasavvuf, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Tasavvuf, kimseye ezâ ve cefâ vermemek, herkese lütûf ve ihsânda bulunmak, hastalık ve musîbetleri herkese izhâr etmemek, düşmanlarını affetmek, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine kavuşmayı usûl ittihaz etmektir. (Ahmed Şirbâhî)

Güzel ve çirkin huylar

Kalbin, kötü huylardan temizlenmesi için, Allah için olmayan herşeyin sevgisini kalbden çıkarmak gerekir. Bu yolda ilerlemek Peygamberlerin ahlâkındandır.

Kötü sıfatlar, câhillik, öfke, riyâ, kin, hased, kibir, ucup cimrilik, mal ve makam sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplamaktan korkmamak, sû-i zan, övünmek gibi şeylerdir.

Güzel huylar, ilim, tefekkür, rızâ, hayâ, tevâzu, merhamet, mürüvvet, cömertlik gibi güzel işlerdir.

Hak yolunda ilerlemekten maksat, kötü sıfatlardan kurtulmak ve güzel huylarla süslenmektir.

Tasavvuf, Yahudi veya Yunan filozoflarının uydurması değildir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Resulullahtan gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resûlullahın, Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalble zikrettiği mu'teber eserlerde yazılıdır.

Zikir ve nefs muhasebesi, Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm zamanında da vardı. Hicrî 2. asır sonlarında, Ehl-i sünnetten, kalblerini gafletten koruyanların ve nefislerini Allaha itâ'ate kavuşturanların bu hâllerine Tasavvuf ve kendilerine Sofî ismi verildi. Kendine ilk defa sofî denilen zât, Ebû Hâşim Sofî'dir.

Tasavvuf, İslâm ahlâkı ile ahlâklanmak için lâzım olan bilgileri öğreten bir ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf da kalbin, rûhun, kötü huylardan kurtulmasını öğretir, kalb hastalıklarının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırır, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zaten dinimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra buna uygun iş ve ibâdetin Allah rızâsı için yapılmasını emreder. Kısaca din, ilim, amel ve ihlâstan ibârettir.

Huzûra kavuşmak için

Dünya ve âhıret iyiliklerine, rahat ve huzûra kavuşmak için birinci olarak doğru bir îmân sâhibi olmak gerekir. Doğru bir îmâna kavuşmak için, Ehl-i sünnet i'tikâdını öğrenmek ve inanmak gerekir.

İkincisi, insanların saâdeti için lâzım olan şey, dinin emîr ve yasaklarını öğrenmektir. Dînimizde bildirilen helâlı, harâmı ve diğer husûsları öğrenmek ve buna uygun hareket etmektir.

Üçüncüsü, kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesidir. Nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup amel etmek lâzımdır.

Bir kimse doğru îmâna kavuşur, dinin emîrlerini seve seve yerine getirirse enbiyâya, evliyâya ve melâikeye benzer ve onlara yaklaşır. Aynı cinsten olan şeyler, birbirini çektiği gibi onlar tarafından yanlarına çekilir. Çok büyük bir mıknatısın bir iğneyi çekmesi gibi onu yüksekliklere çekip Cennete kavuşmasına sebep olurlar.

Ma'nen yükselmek dünya ve âhıret saâdetine kavuşmak bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, ya'nî benzinidir. Tasavvufun iki gâyesi vardır: Birincisi, îmânın yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Âkıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ buyurdu ki:

(Kalblere îmanın yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur.) [Ra'd 28]

Zikir, her işte, her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O'nun rızasına uygun iş yapmak demektir.

İkinci gâyesi, ibâdetlerde kolaylık, lezzet hâsıl olması için, nefisten doğan sıkıntıların giderilmesidir. İbâdetleri kolaylıkla, seve seve yapmak ve günâh olan işlerden de nefret edip uzaklaşmak, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür.

İmâm-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki:

(Fıkhı öğrenmeden tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkhı öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at sahibi, sapık olur. Her ikisini edinen hakikate kavuşur.) [Merec-ül bahreyn]
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
peki vahdeti vucud ve kutup gavs evtad gibi konular hakkinda ne dusunuyorsunuz?


Zahiri zamanda ve zahiri mekanda bizlerle beraber yaşamadığına inandığımız Yüce Allah'ın (cc) bazı kullarını (sabikun, mukarrebun gibi...) öne geçirmesinden kaynaklanan, bizler gibi acz ve idrak kabiliyeti sınırlı kulların, bir nevi, konuya anlam getirip açıklamaya çalışmak için sığındığı kelimeler topluluğuna denir.

Anlam ve mahiyeti ise, işte o bambaşka bir şeydir ve gerçeği aramak gerekir. Gerçeği aramak da senin gibi ismi olarak değil de, "gerçeği anlamaya çalışmak" ile mümkün olabilir, desek?..
 
L

levodopa

Guest
Peygamberinizin tavsiyesine kulak verin: “Fitne uykudadır. Allah onu uyandırana, yakana ve körükleyene lanet etsin.


Konuyle ne ilgisi var.herhalde lanet okumayi cok seven bir insansiniz.gun gelir sizi bulur o lanet...

muaviye hayrani tam ehli sunnet fetih...keske o gunde olsaydinizda yezidin ehli sunnet ordusunda olsaydiniz.
 
R

RESULUN_IZINDE

Guest
Kutup kainati yoneten erenlerin basi...diye tarif ediliyor.Siz bunu kabul ediyormusunuz.ve ehli sunnet sayilmak icin bunu mu kabul etmek lazim.
 

mhmt

New member
Katılım
7 Kas 2006
Mesajlar
2,965
Tepkime puanı
715
Puanları
0
Şu başlığı atarken elin nasıl vardı klavyeye..Allah affetsin..

selametle..
 
R

RESULUN_IZINDE

Guest
ama su gercek var.tasavvufcurlada hosgoru vardi.hem onlari savunup hemde boyle herkesi tekfir etmek cok tezat.
 

fani olaný istemem

New member
Katılım
12 Nis 2008
Mesajlar
251
Tepkime puanı
46
Puanları
0
Yaş
52
Bu tip yazıları yazan ve yayan gruplar bellidir.Ya iktibas dergisi takımı yada hanifdostlar sitesi (yaşar nuri takımı) hep aynı yazılar aynı kısır döngüler dayanakları yok. Tasavvufun islamın kendisi olduğunu anlatan onlarca Ayet var.Ama onlar inanmazlar.
 
Son düzenleme:

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
Kutup kainati yoneten erenlerin basi...diye tarif ediliyor.Siz bunu kabul ediyormusunuz.ve ehli sunnet sayilmak icin bunu mu kabul etmek lazim.

Bahsettiğin tarif eksik söylüyor, belki bir çok daha şeyler içeriyor anlam bakımından. Ama, bunu illa ehli sünnet kabul edecek diye bir kural yada şart da yok. Sadece, nasip işi.

Ehli tasavvuf elbette mütevazidir. Ama bu hakkına tecavüz edeni de hoş görecek diye bir anlama da gelmez değil mi.

Hasta bir insan, bir başkasının hastalığı ile ilgilenmek zorunda değildir. Önce kendisini iyileştirmek mecburiyetindedir. ben şuan kanser hastasıysam, senin tutulmuş olduğun gribi önemseyeceğimi sanman, sadece seni bağlar. bunun gibi yani.

Ama bir gerçek varki; hiç bir tasavvuf ehli kafiri dahi tekfir etmez. son nefeste ne var ? kimse bilemez.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt