Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Sınır ve Sab'r

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Hz. Musa'nın İlim Taleb Etmesi


Daha sonra "Musa "Sana doğru öğretilen ve faydalı ilimden bana da öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?" dedi" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:


Birinci Mesele


Ebu Amr ve Ya'kûb son kelimeyi râ ve şın harfinin fethast ile reşedâ şeklinde okumuşlardır. İbn Abbas (r.a)'ın bunu,râ ve şın'ın zammesi ile ruşuda şeklinde okuduğu rivayetedilmiştir. Diğer kıraat imamları ise râ'nın zammesi ve şin'ın sükûnu ile, ruşdâ şeklinde okumuşlardır. Kaffal şöyle der: "Bunlar, aynı manaya gelen değişik kullanışlardır. Nitekim Arapça'da aynı manada, neker ve nükr denilmesi gibi, reşed ve rüşd de denilir. Bu yine tıpkı sekam ve sukm; seğal ve şûğl, behal ve buhl ve adem ve udm denilmesi gibidir. "Rüşden" ifadesi, -ti; ü Uİ* "Rüşd bulunan bir ilim" demektir. Kaffâl şöyle der: "Bu kelime şu iki manaya gelebilir:

a) Bu rûş'de, Hz. Musa ile ilgilidir ve manası "Sen bana sana öğretilenden oğretesin ve beni irşâd edesin" demektir.


b) Bu rü'd, Hz. Musa ile ilgilidir ve manası "Sen bana sana öğretilenden öğretesin ve beni irşâd edesin" demektir.



Bu Talepteki Âdâb


Bil ki bu ayetler, Hz. Musa (a.s)'ın. Hızır'dan öğrenmek istediğinde, pekçok edeb ve inceliğe riâyet ettiğine delâlet etmektedir:

1) Musa (a.s) kendisinin Hızır'a ittibâ edeceğini bildirmiştir. Çünkü o, "Sana tabi olabilir miyim?" demiştir.


2) O, bu tâbi olma hususunda, izin istemişti, çünkü o, "kendimi sana tâbi kılmam için bana müsaade eder misin?" demiştir ki, bu ileri derecede bir tevazudur.


3) Hz. Musa (a.s), "bana da öğretmen için" demiştir ki bu, kendisine cehaleti; hocasına da ilmi nisbet etmektir.


4) Hz. Musa (a.s) başındaki min ba'ziyyet ifade eder. Binâenaleyh o ondan, Allah'ın kendisine öğrettiği şeylerin bazısını kendisine öğretmesini istemiştir ki bu da, Hz. Musa'nın ne kadar mütevazı olduğunu göstermiştir. Buna göre Hz. Musa Hızır'a sanki, "Ben senden, sana ait olan ilim hususunda, beni kendine denk kılmanı istemiyorum. Tam aksine ben senden, çok çeşitli olan ilminden sadece bir kısmını bana vermeni istiyorum demiştir. Bu, tıpkı fakir bir kimsenin zengin bir kimseden malının bir kısmını istemesi gibidir.


5) Hz. Musa'nın, "sana öğretilen ilimden" ifadesi, o ilmi ona, Allah'ın öğrettiğini itiraf etmedir.


6) Hz. Musa'nın "doğru ve faydalı ilim" şeklindeki sözü, ondan doğruyu ve hidayeti talep etmektir. Doğrunun tahakkuk etmemesi halinde, (yerini) azgınlık ve sapıklığın aldığı bir şeydir.


7) Hz. Musa'nın, "sana Öğretilen ilimden, bana da öğretmen için"ifadesi, "Hz. Musa'nın Hızır (a.s)'dan, Allah'ın Hızır'a yaptığı muamele gibi kendisine muamelede bulunmasını istemesi" manasında olup bunda, bu öğretim esnasında Hızır'ın, ona bulunduğu lütuf ve inamın, öğretimi esnasında Allah'ın Hızır'a karşı gösterdiği in'âm ve lütfa benzediğine birîma bulunmaktadır. İşte bundan dolayı, "Ben, kendisinden bir harf öğrendiğim kimsenin kuluyum, kölestyim" denilmiştir.


8) İttibâ, o fiilin başkasına ait olmasından dolayı, o başkasının işinin bir mislini yapmak, demektir. Binâenaleyh biz, "Lâ ilahe illallah" dediğimizde, bilesin ki, yahudiler de bizden önce aynı kelimeyi söylüyorlardı. Bundan dolayı, bu kelimeyi söyleme hususunda, bizim onlara ittiba etmiş olmamız gerekmez. Çünkü biz bu cümleyi, onlar onu söyledikleri için, söylemiyoruz. Tam aksine biz bunu, söylenmesini gerektiren delil bulunduğu için söylüyoruz. Ama biz, beş vakit namazı, Hz. Peygamber'in fiiline muvafık olarak yaptığımızda, biz bu namazı Hz. Peygamber o şekilde yapıp kıldığı için biz de yapıp kılıyoruz. Bu sebeple hiç şüphesiz, bu beş vakit namaz fiili hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ittibâ etmiş oluyoruz. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hz. Musa'nın, "sana tâbi olabilir miyim?" ifadesi sırf hocası o fiili yaptığı için, hocasının yaptığı fiillerinin benzerini yapma hususunda ona tâbi olacağına delâlet eder ki bu da, öğrenimde bulunan kimsenin tâ baştan, hocasına teslim olması. münazaa ve itirazları bırakması gerektiğinde delâlet eder.


9) Hz. Musa'nın, "tâbi olabilir miyim?" cümlesi bütün işlerinde mutlak manada
ona tâbi olmayı istediğine, bunun herhangi bir kayıtla mukayyet olmadığına delâlet eder.


10) Hızır (a.s)'tn, ilk başta Hz. Musa'nın, İsrâiloğullarının peygamberi olduğunu ve bunun, kendisine Tevrat verilmiş olan Musa olduğunu kabul ettiği, haberlerle sabittir. Musa, Cenâb-ı Hakk'ın vasıtasız olarak kendiyle konuştuğu ve kendisine apaçık ve kesin mucizeleri verdiği bir zattır. Sonra buna rağmen, makamının bunca yüksekliği ve derecelerinin de yüceliğine rağmen Musa (a.s), bu pekçok çeşit tevazûyu göstermiştir ki, bu da, Hz. Musa (a.s)'ın ilim taleb etme hususunda, her türlü fedakârlığı yaptığına delâlet eder ki ona yakışan da budur. Çünkü pekçok ilmi elde etmiş olan kimsenin, o ilimlerdeki güzellik ve mutluluğu daha çok olur. Binâenaleyh, o kimsenin, o ilimleri talep etmesi daha kuvvetli ve şiddetli olur ve, ilim erbabına olan saygısı da o nisbetle mükemmel ve güçlü olur.


11) Hz. Musa, "bana da öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?" buyurmuş, ooylece önce, ona tâbi olmayı kabul etmiş; ikinci olarak da, ondan, kendisine öğretmesini istemiştir ki, bu da Hz. Musa'nın, Hz. Hızır'a ilk önce hizmet edeceğini: ikinci derecede olarak ondan ilim istediğini gösterir.

12) Hz. Musa, "bana öğretmen için, sana tâbi olabilir miyim?" buyurmuş, bu öğrenme işinde ona tâbi olmadan dolayı, ondan herhangi bir şeyi istememiştir. Buna göre sanki o,"Ben senden, sana bu ittibâma mukabil, mal ve makam istemiyorum. Benim maksadım, sadece ilim taleb etmektir" demek istemiştir.


Hızır'ın "Beraberliğime Dayanamazsın" Demesi


Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hızır (a.s)'ın "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin. Kavrayamadığın oir bilgiye nasıl sabredeceksin?" dediğini bildirmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.


Birinci Mesele


Bil ki, öğrenimde bulunanlar iki kısımda mütalaa edilir:

a) İtimden herhangi bir nasibi olmayan görüşleri incelemeye alışmamış, bir konuyu anlatma veya itiraz etmeyi itiyat haline getirmemiş olan öğrenci


b) Pekçok ilim efde etmiş, istidlal ve itirazlara da alışmış, sonra da, tâm ve mükemmel olma derecesine ulaşabilmek için, kendisinden daha mükemmel birisiyle paşbaşa kalmayı isteyen kimse. Bu ikinci kısımdaki öğrenimi, çok zor ve çetindir. Bu böyledir, zira o öğrenci birşey gördüğünde veya birşey duyduğunda, ona göre bu iş zahiren çoğu kez kabul edilemez bir şey olur; halbuki o iş, gercekteyse hak ve doğru olandır. Binâenaleyh bu öğrenci görüşlere vakıf olduğu, itiraz ve
cedelleşmeyi itiyat haline getirdiği için, işin zahirine aldanır. Fakat henüz kemale ermediği için, o işin sırnna,hakikate eremez. Bu yüzden de çekişmeye, itirazaya ve mücadeleye yönelir ki, bu tür şeyleri duymak, okyanus gibi olan, mükemmel bir hocaya ağır gelir. Böylesi haller iki veya üç defa meydana geldiğinde, o zaman tam bir arzusuzluk ve hoşnutsuzluk meydana gelir ki, işte bu, Hz. Musa'nın mütalaa beyan etmeye alıştığına, isbâtı, ibtâli, istidlali ve itirazı alışkanlık haline getirdiğine bir işaret olmak üzere, Hızır (a.s)'ın "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin" ifadesiyle işarette bulunmuş olduğu husustur. Hızır'ın "Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" ifadesi de, Hz. Musa'nın, eşyanın hakikatlerini olduğu gibi bilmediğine bir işarettir. Biz daha evvel, bu iki durumun bulunması halinde, susmanın zor olacağını, öğretimin çetinleşeceğini, işin, sonunda nefrete, hoşnutsuzluğa varıp dayanacağını ve karşılıklı nefretin doğacağını ve münasebetlerin kesileceğini söylemiştik.



İkinci Mesele


Alimlerimiz, ayet-i kerimedeki "Doğrusu sen, benim yanımda asla sabredemezsin" ifadesiyle fiilden önceistitâ'anın bulunamıyacağına, istidlal ederek, şöyle demişlerdir: Şayet herhangi bir fiile muktedir olma işi (istitâa), fiilden Önce mevcut olsaydı, o zaman, sabra muktedir olma işi, sabır fiilen tahakkuk etmeden önce Hz. Musa'da mevcut olmuş olurdu. Böylece de Cenâb-ı Hakk'ın, "Doğrusu sen, benim yanımda asla sa£>rectemezs/n- ifadesinin, yalana dönüşmesi gerekirdi. Bu böyle olamayacağına göre biz, fiilden önce, "istitâa"nın bulunamayacağını anlıyoruz. Cübbal buna şu şekilde cevap vermek İster: "Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinden kastedilen Hz. Musa'nın ona muktedir olamaması değil, bu işin ona ağır gelmesidir. Bu, tıpkı örfte o ona ağır geldiğinde, "Falanca, falancayı görmeye.o onunla oturup kalkmaya muktedir değildir" denilmesine benzer. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar işitmeye tahammül edemezlerdi"(Hûd.20) ifadesidir. Yani, "Dinlemek onlara zor gelir" demektir. Cübbai'ye şöyle denilebilir: Bu, delil bulunmaksızın, ayetin zahirinden dönmektir ki, caiz değildir. Ben derim ki: Alimlerimizin yapmış olduğu bu istidlali, "kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" ifadesi de desteklemektedir. Çünkü bu ayet, insanın bir şeyin hakikatine vakıf olmadan sabretmesini akıldan uzak görmüştür. Binâenaleyh, şayet "Fiilden önce istitâ'a bulunsaydı, o zaman, o ilme de, o ilim bulunmazdan önce kadir olunabilirdi. Eğer böyle olsaydı, o zaman, o iVım bulunmadığında öa sabrın bulunması., \myans12 görülmezdi. Çünkü, bir şeye kadir olan kimseden, o şeye yönelmesi uzak görülemez. Cenâb-ı Hak, o "sabr"ın imkânsız olduğuna hükmedince biz, fiilden önce istitâ'anın olamıyacağını anlamış oluyoruz.


Hz. Musa'nın İtaat Sözü Vermesi


Daha sonra Cenâb-ı Hak Musa (a.s)'nın 'Allah dilerse (inşaallah), beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı deyeceğim" dediğini nakletmiştir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:


Birinci Mesele


Allah'ın, peygamberlerini korumasını(ismetu'l-enbiyâ)tenkid edenler bu ayetle istidlal ederek, şöyle demişlerdir:"Hızır(a.s), Hz. Musa'ya "Doğrusu sen, benim yanımda aslasabredemezsin" demiş, Hz. Musa da, "Allah dilerse (inşaallah), beni sabırlı bulacaksm. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" diye cevap vermiştir. Binâenaleyh, ou iki sözden her biri diğerini yalanlar. Bu sebeple de bunlardan birisinin yalan olduğunun söylenilmesi gerekir. Her iki duruma göre de, peygamberler (a.s)'den yalanın sudur etmesi gerekir." Buna verilecek cevap şudur: "Doğrusu sen, benim ımmda sabredemezsin" ifadesi, genel ve daha çok görülen duruma hamledilir. Böyle olması halinde de onların ileri sürmüş olduğu durum sözkonusu olmaz."


İkinci Mesele


"eğer şöyle olursa" sözü şüphe ifade eder. Ohalde, Hz. Musa'nın, ifadesininmanası, "Eğer Allah benim sabredici olmamı dilerse, senbeni sabırlı bulacaksın" demek olur ki, bu, Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'nın sabırlı olmasını dileyip dilemediği hususunda bir şüphe bulunduğunu gösterir. Tavakkuf -lakamında sabretmenin vacib olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh bu, Allah 'eâlâ'nın, kuluna vâcib kıldığı şeyi bazan, irade etmediğini gösterir. Bu da, ilimlerimizin, "Allah bazan, herhangi bir şeyi istemediği halde, emreder" şeklindeki sözlerinin doğruluğuna delâlet eder. Mu'tezile ise, "Bu söz insanın ilerde, gelecekte . apacağı şeyler hakkında, edebe riâyet etmek için söylenilmiş bir sözdür" demektedir. Uu'tezile'ye şöyle denilebilir: "Eğer bu edebin anlamı doğru ise, o zaman matlub hakkuk etmiştir. Eğer bozuk ise, bu batıl ve gayesiz sözün zikredilmesinde ne gibi : edeb olabilir?"


Emr Vûcub Bildirir


Ayet-i kerimedeki "Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim"ifadesi, emrin zahirinin, vücûb ifade ettiğine delâlet eder.çünkü bu ayetin delâletine göre, emredileni yapmayanisyankâr olur. İsyankâr İse, Cenâb-ı Hakk'ın, "kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır"'(pn, 23) r-eyanından dolayı, ilahi cezaya müstehak olur ki, bu da emrin zahirinin vücûb ifade ettiğini gösterir.


Dördüncü Mesele



Hızır (a.s)'ın Hz. Musa'ya "Kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" şeklindeki sözü, Hz. Musa'nın ilim
ve bilgisini azımsadığını gösterir. Hz. Musa'nın Hıztr (a.s)'aAllah dilerse (inşaallah) beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim " remesi de, yoğun bir tevazu hususunu, bir tahammül ve alçak gönüllülüğü ortayakoymaktır ki, bütün bunlar, öğrenimde bulunan kimsenin, kusursuz bir tevazu sergilemesi gerektiğini gösterir. Öğreten kimseye gelince, öğrenimde bulunan kimseye sert davranmasının ona yarar sağlayacağını ve onu güzele iteceğini görürse, ona düşen, bu metodunu devam ettirmesidir. Çünkü onun bu tür şeylere göz yumması öğrenciyi mağrur olma ve kendini beğenme hissine sürükler ki bu da, onun öğrenimine mani olur.
Daha sonra Hızır, (Hızır da), "Bana tâbi olacaksan, (bil ki) ben sana bir açıklamada bulunmadıkça bana hiçbir şey sorma" demiştir. Yani, "Manasını ve sebebini bilemediğin şeyler kabilinden benden sadır olduğunu gördüğün şeylere dair, bana bir şey sorma. (Eğer böyle yaparsan), o zaman ben onları doğrudan doğruya anlatırım" demektir, İbn Amryâ'sız olarak harekeli lâm ve şeddeli nün ile şeklinde okumuştur ki "sakın sorma" demektir. Yine İbn Amr'in yâ ve şeddeli nûn ile şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir ki, bu aynı zamanda Nafi'in de kıraatidir. Diğer kıraat imamları ise, şeddesiz olarak diye okumuşlardır ki, manaları birdir.

Devam edecek
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Gemiye Binmeleri


"Bunun üzerine gittiler. Nihayet, gemiye bindikleri zaman o, bunu deüverdi. Dedi ki: ''içindekileri boğasın diye mi, onu deldin?" Andolsun, sen büyük biriş yaptın" (Hızır), "Sen, beraberimde sabretmeye asla güç yetiremezsin demedim mi?" dedi. "Unuttuğumdan dolayı, beni muaheze etme. Şu işimdebana güçlük yükleme" dedi"(Kehf, 71-73).

Bil ki Hz. Musa ve o alim, bahsedilen şart üzere anlaşıp gittiler. Derken, gemiye binmeleri gereken bir yere vardılar ve gemiye bindiler. O bilgin, gemiyi delmeye başladı. Ben derim ki: Anlaşılan, o âlim zat, geminin duvarını (bordosunu) delmeye teşebbüs etti. Böylece, gemidekilerin boğulmalarına sebebiyet vermeyecek derecede
gemide göze çarpan bir kusur meydana getirmek istemişti. İşte o esnada Hz. Musa ona, "İçindekileri boğasın diye mi, onu deldin?" demiştir. Bu ifadeyle ilgili iki bahis vardır:

Birinci bahis: Hamza ve Kisâî ehlehâ kelimesini fail yaparak, yâ'nın fethastyla "ehli boğulsun diye" şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları muhatab sîğasıyla şeklinde okumuşlardır ki, bunun manası, "Sen, bu gemidekileri boğasın diye" şeklinde olur.


İkinci bahis: Musa (a.s), zahiren kabul edilemez bu şeyi müşahede edince, önceki belirlenen şartı unutmuş, işte bundan dolayı bu sözü söylemiştir.

Peygamberlerin (a.s) masum oldukları hususunu tenkit eden kimseler, bu ayetle şu İki bakımdan istidlal etmişlerdir:

1) O alimin, peygamberlerden olduğu delil ile sabittir. Ama buna rağmen Musa (a.s) ona, 'içindekileri boğasın diye mi?" demiştir. Binâenaleyh, eğer, Musa (a.s) Du sözünde doğru ise, bu ondan (Hızır'dan), o peygamberden büyük günahın sâdır olacağını gösterir. Yok eğer Musa (a.s) yalan söylüyorsa bu, Hz. Musa'dan yalanın sudur ettiğine delâlet eder.


2) Hz. Musa, o alime itirazda bulunmayacağını taahhüd etmiş, aralarında da Döylece kuvvetli bir sözleşme vuku bulmuştu. Ama buna rağmen Hz. Musa, o antlaşmaya muhalefet etmiştir ki, bu bir günahtır.

Bunların birinci görüşlerine şu şekilde cevap verebiliriz: Hz. Musa (a.s) o alimden şudur eden bu alışılmadık şeyi görünce, bu sözü söylemiştir. O, o alimin kötü bir şey yaptığına inandığı için bunu söylememiş, tam aksine o işin izahına ve gerekçesine .akıf olmayı arzuladığı için, böyle demiştir. Nitekim, sebebi bilinmeyen ilginç bir şey nakkında, "işte o, büyük bir iştir, imr'dir" denilir. Nitekim iş büyük ve çok olduğunda (Emire'l-emru) denilir. Şair de, "Görülmedik, çok korkunç bir belâ" der. İkincisine de şu şekilde cevap verilir: O, bunu unuttuğu için yapmıştır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz, Musa, konulmuş olan şartı ihlâl edince, o âilimin sadece, "Sen. beraberimde sabretmeye asla güç yetiremezsin" dediğini; tam o sırada :a Hz. Musa'nın, "Unuttuğumdan dolayı, beni muaheze etme" diyerek özür beyan ertiğini haber vermiştir. Hz. Musa bu. sözüyle, âlimin o tavsiyesini unuttuğunu, ,-tutanın ise, herhangi bir biçimde muaheze edilemeyeceğini kastetmiştir.


Musa (a.s), "Şu işimde bana güçlük yükleme" demiştir. arapca'da bir şey bir şeyi sarıp bürüdüğünde, ii»j (Rehikahu); birisine bir güçlük, -eşakkat yüklediği zaman da o kimse için M ittjı (Erhakahu iyyâhu) denilir. Sana göre mana, "Bana güçlük yükleme işimi zorlaştırma" şeklinde olur. Bu iş de,
Hz. Musa'nın Hızır'a tâbi olmasıdır. Yani, "Bana, sana tâbi olmamı güçleştirme. Onu bana, göz yumman ve münakaşayı bırakman suretiyle kolaylaştır" demektir. Usrâ kelimesi, iki damme ile usurâ şeklinde de okunmuştur.


Hızır (a.s)'ın Bir Çocuğu Öldürmesi


"Yine gittiler. Nihayet, bir oğlan çocuğuna rastgeldikleri zaman o, bunuhemen öldürdü, Musa dedi ki: "Tertemiz (masum) bir canı, diğer bir cankarşılığı olmaksızın öldürdün ha! Andolsun ki, sen kötü bir şey yaptın." Bensana, "beraberimde sabretmeye asla güç yetiremezsin" demedim mi?" dedi.(Musa), "eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlıketme. Artık ben, seni kesinlikle mazur sayarım'' dedi"
(Kehf, 74-76).

Bil ki, gulâm kelimesi, bazan, bulûğa ermiş genç delikanlı anlamını da taşır Bunun delili, "ihtiyarın görüşü ve fikri, delikanlının (gulâm) bulunmasından, (ont bizzat yapmasından) daha üstündür" denilmiş olmasıdır. Böylece bu ifade de, şeyh (ihtiyar) kelimesi, delikanlının (gulâm) zıddı, mukabili kabul edilmiştir ki bu da "gulâm" kelimesinin, genç delikanlı anlamına geldiğini gösterir. Gulâm kelimesinin aslı "Clmâya alabildiğine düşkün ve arzulu olmak" anlamına gelen Iğtllâm tabiridir Bu hal ise ancak Delikanlılarda olur. Bu lafzın, küçük çocuk anlamını kapsadığı da aşikârdır. Kur'an'da, Hızır (a.s)'ın, o çocukla, o çocuklarla oynuyorken mi, yoksa yalnız iken mi karşılaştığı; onun müslüman mı, yoksa Kâfir mi olduğu; yalnız yaşayıp yaşamadığı; buluğa erip ermediği, vb. hususlarda bir açıklama bulunmamaktadır Bu kelime, her ne kadar büyük kimseler hakkında da kullanılsa bile, küçüklere itlak edilmesi daha uygundur. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "diğer bir can karşıhğ. olmaksızın" ifadesi, çocuktan ziyâde, baliğ olan kimselere daha uygun düşer. Çünk-çocuk başkasını öldürse dâhi, (kısasen) öldürülmez. Yine, Hızır (a.s)'ın, o çocuğun başını koparmak veya başını duvara vurmak ya da başka bir yol ile öldürdüğü
hususunda da, Kur'an'da, bunları gösterecek bir şey yoktur. İşte bu öldürme esnasında Hz. Musa "Tertemiz (masum) bir canı, diğer bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha! Andolsun ki, sen kötü bir şey yaptın" demiştir. Bu konuda birkaç bahis vardır.

Birinci bahis: Nâfi, İbn Kesir ve Ebu Amr, elif ile zâkiye; diğer kıraat imamları ise, elifsiz olarak zekiyye şeklinde okumuşlardır. Kisaî de, bu iki kelimenin iki ayrı kullanış olduğunu, anlamlarının ise "temiz" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ebu Amr ise, bu iki kelime arasında, mana bakımından fark olduğunu söyleyerek, zâkiye hiç günah işlemeyen; zekiyye ise, günah işleyip de, daha sonra tevbe eden kimsedir" demiştir.


İkinci bahis: Ayetin zahiri, Hz. Musa'nın, bir nefse mukabil, olmaksızın (kısasen öldürülme durumu hariç) Hızır'ın bir cana kıymasını yadırgadığına delâlet eder. Halbu ki durum böyle değildir, çünkü maktulün kanı bazan, herhangi bir sebepten dolayı helâl olabilir. Bunun cevabı ise, öldürme hususundaki en kuvvetli sebebin, kısas olduğudur.


Üçüncü bahis: Nukr, imr kelimesinin ifade ettiğinden daha aşın bir çirkin fiil Hakkında kullandır ki bu, çocuğu öldürmenin, gemiyi delmekten daha kabîh ve çirkin olduğuna bir işarettir. Çünkü gemiyi delmek işi, herhangi bir canı telef etmemiştir. Ve çünkü gemi delinse, bile boğulmamak mümkündür. Ama, burada ise, kesinlikle Dır telef, can zayiatı söz konusudur. Binâenaleyh, bu hadise daha çirkin olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, İA Î4i £*r JÜÜ ifadesindeki imrâ kelimesinin, "şaşırtıcı" ucbâ anlamına geldiği, nukrâ kelimesinin de ucbâ kelimesinden daha şiddetli ve aşın bir kabahati ifade ettiği ileri sürüldüğü gibi, nukr kelimesinin, akılların kabul etmediği, -efislerin kendisinden nefret ettiği şey anlamına geldiği de ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, nukr kelimesi, bir şeyi takbih etmede, imr kelimesinden daha kuvvetli ot mana ifade etmektedir. Bazıları da, imr kelimesinin nukr kelimesinden, daha fazla :r çirkinliği ifade ettiğini ileri sürerek şöyle demişledir: "Çünkü, gemiyi delmek, sekçok canın zayi olması neticesini verebilir. Halbu ki, bu öldürme işi ise, sadece tek bir canı telef etmedir. Hem imr "büyük bir belâ" demektir. Binâenaleyh bu kelime nukr kelimesinden daha aşırı derecede bir çirkinliği ifade eder.

Cenâb-ı Hak, o alimin, Hz. Musa'ya, yapmış oldukları antlaşmayı hatırlatmaktan öteye bir şey söylemediğini haber vererek, ''Ben sana, beraberimde sabretmeye î-.d güç yetiremezsin demedim mi?" buyurmuştur ki bu, Hızır'ın, birinci soru hakkında söylemiş olduğu sözün aynısıdır. Ancak ne var ki o, bu ayette leke "sana" • r meşini ilave etmiştir. Çünkü bu kelime, kınamayı kuvvetlendirir. İşte bu noktada Hz. Musa, "Eğer, bundan sonra sana birşey sorarsam, seninlearkadaşlık etmeye çok arzulu ve düşkün olmama rağmen, benimle arkadaşlık etme" demiştir ki bu ifade, çok şiddetli bir pişmanlığı ortaya koyan bir ifadedir.

Daha sonra Hz. Musa "Artık ben seni kesinlikle mazur sayarım" demiştir ki. onun bundan kastı, onu işte bu yolla medhedip yumuşatmaktır. Çünkü, aralarında çok fazla zaman bulunmamasına rağmen, o bu işe, hem birincisinde hem de ikincisinde katlanmıştır. Bu ayette, geriye, kıraati ilgilendiren üç yerin açıklanması hususu kalmıştır:


1) Versin rivayetine göre, Nâfi, Kâlûn, İbn Amr ve Asım'ın ravisi Ebu Bekir, Kur'anın tamamında, kâfin dammesiyle nukura şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, geçtiği her yerde, bu kelimeyi kâfin sükûnuyia nukra şeklinde okumuşlardır ki, her ikisi de birer kullanıştır.


2) Yakûb hariç, bütün kıraat imamları etif ile lâ tusahionî, şeklinde okurlarken, Yakûbsehibe (arkadaş oldu, birlikte bulundu) fiilinden olmak üzere, (lâ teshabnî) şeklinde okumuştur ki her ikisinde de mana aynıdır.


3) ifadesiyle ilgili çeşitli okuyuş şekilleri vardır:


a) Nâfi ve bazı rivayetlerinde Asım'ın ravisi Ebu Bekir, şeddesiz nün ve dammeli dâl ile J& j* (min ledunî) şeklinde okumuşlardır.


b) jbn Kesir, İbn Amir, Ebu Amr, Hamza, Kisaî, ve Asım'ın ravisi Hafs şeddeli nûn ve dammeli dâi ile, ^Ü j» (min ledunnî) şeklinde okumuşlardır.


c) Asım'ın ravîsi Ebu Bekr, işmâm ile işbâ'sız okumuştur.


d) Asım'dan gelen bazı rivayetlere göre bu kelime, lâm'ın dammesi ve dâl'ın da sükûnuyia ^JJ (ludnî) şeklinde okunmuştur ki, bütün bu kıraatlerin hepsi, bu lafızla ilgili olan kullanışlardır.



Hızır'ın Yıkılacak Duvarı Düzeltmesi


"Yine gittiler. Nihayet bir memleket halkına vardılar, oranın ahalisinden yemek istedikleri halde, onlar kendilerini misafir etmekten kaçınmışlardı.Derken, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular da, o (Hızır), bunu doğrultuverdi. (Musa), "Dileseydin, elbette buna karşı bir ücret alırdın" dedi (Hızır), "işte, dedi, birbirimizden ayrılmamızın vakti geldi, şimdi sanasabredemediğin o şeylerin içyüzünü haber vereceğim"(Kehf, 77-78).
Bil ki, o belde Antakya'dır. Bunun, Eyle olduğu da ileri sürülmüştür. Burada, şöyle birkaç soru sorulabilir:


Bazı Sorular ve Cevapları


1) Yemek istemek, kerîm kimselerin âdetlerinden değildir. Binâenaleyh, daha nasıl Kz. Musa ve o alim bunu yapabilmişlerdir? Çünkü, ihtiyacım arzedip yiyecek istemek, Hz. Musa'nın âdeti değildi. Baksana, Cenâb-t Hak, Hz. Musa'dan naklen, onun Medyen suyunun yanına geldiğinde, "Ya Rabbi, bana indireceğin hayra gerçekten "j'ntacım!" (Kasas,24) dediğini (yani ihtiyacını yalnız Allah'a arzettiğini) beyan etmiştir.

Cevap: Aç kimsenin yemek istemesi bütün şeriatlarda mubah olan bir iştir. Hatta Dazen, açlıktan dolayı büyük bir zarar meydana geleceği hissolunduğunda, bunu yapmak vacib olur.


2) Cenâb-ı Hak niçin, buyurmuştur? Halbuki O'nun demesi gerekmez miydi?


Cevap: Tekrar, bazen tekîd ifade eder. Nitekim şair,:

Bu beyitte ikinci defa geçen gurâb kelimesi, tekrar edilmiştir) demiştir.

3) Ziyafet, mendûb olan şeyler cümlesindendir. Binâenaleyh, onu yapmamak, mendûbu yapmamak olur. 8u ise, pek yadırganacak bir husus değildir. Öyleyse daha nasıl Hz. Musa makamının yüceliğine rağmen, kendisinden dolayı, "Eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık ntme" (Kbm, jç) o âlime verdiği sözden kendisini caydıracak derecede şiddetli bir öfke içine girmiş olabilir? Hem, Döylesi bir öfke, Allah'ın kelîmı olan Musa şöyle dursun, bir gece yemek yiyemediği çın, en basit insana dahi yakışmaz?


Cevap: Muarızın, "Ziyafet, mendûb olan şeyler cümlesindendir" şeklindeki sözüne karşı biz deriz ki: Ziyafet bazan, mendûbdur, bazan da, misafirin, yememes^ halinde ölecek bir noktaya gefmi$ olması durumunda, farz şeyler cümlesinden olur İfadenin takdiri, bizim bahsettiğimiz şekilde olursa, o aşırı öfke bir gün yemek yememeden ötürü olmamış olur.


Bu noktada onlar, "O açlıktan ölecek dereceye varmamıştı. Bunun delili ise, onun, "Dilseydin, elbette buna karşı bir ücret alırdın" demesi ve, oduvarın düzeltilmesine mukabil bir ücret talep etmesidir. Binâenaleyh, şayet o açlıktan ölece!' noktaya varmış olsaydı, o bu işi (duvar düzeltme işini) yapamazdı. Bu sebeple onun, bu iş mukabilinde, (yemek yeme yerine) ücret talep etmesi daha nasıl olabilir?" derlerse, biz deriz ki: Bu açlık, belki de çok fazlaydı. Ancak ne var ki, neticesi, ölüm olacak bir dereceye varmamıştı.



Onları Misafir Etmeyen Köy


Daha sonra Cenâb-ı Hak ''Onlar, kendilerini misafir etmekten kaçındılar" buyurmuştur. Bununla ilgili iki bahis vardır:

Birinci bahis: Arapça'da bir şahsın birini misafir etmesi hakkında dâfehu denir Bu kelimenin temel esprisi, "o misafirin o kimseye yönelmesi, manasına dayanmaktadır. Bu, Arapların, (Dâfe's-sehmu am'l-garadı) "Ok hedefinden saptı" şeklindeki deyimlerinden alınmadır. Bunun bir benzeri de. "ziyaretçisi oldu" anlamında olan, döndü, saptı manasına gelen el-izvirâr kelimesinden olan ijlj (Zârehû) fiilidir. Yine, onu konaklattı, misafir etti manasında. denilir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den de, "O beldenin ahavalisi cimri kimselerdi" dediği rivayet edilmiştir.


İkinci bahis: Kıssa kitapfannda şunu gördüm: "O belde halkı, böyle bir ayetin nasıl olduğunu duyduklarında, utandılar; bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir yük altın getirerek, "Ey Allah'ın Resulü, biz bu altın ile, ıjfıi "kaçındılar" ifadesindeki bâ'yı te'ye çevirmeni, böylece de kıraatin "onları misafir etmeye, ağırlamaya geldiler" şeklinde olmasını arzuluyoruz" dediler. Buna göre mana "o beldenin halkı, Hz. Musa İle o alimi misafir etmek için geldiler" şeklinde olur. Bu kimseler, "Bizim bundan gayemiz, bu kınamayı ve tâ'n edilmeyi kendimizden uzaklaştırmaktır" dediler. Ama, Hz. Peygamber (s.a.s) bunu kabul etmedi ve: "Bu tek noktayı bile değiştirmek, Allah'ın kitabına yalan sokuşturulması manasına gelir, bu da, ulûhiyyeti rencide eder" dedi. Biz bu misalden, Kur'ân'ın tek noktasını dahi değiştirmenin, hem ubûbiyyetin.hem de ubûdiyyetin iptal edilmesine sebeb olacağım anlıyoruz.



Devam edecek
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Duvarı Düzeltmesi


Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Derken, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular da, o (Hızır), bunu doğrultuverdî" buyurmuştur. Yani, "O ikisi o beldede, eğrilmiş, neredeyse devrilecek olan bir duvar gördüler" demektir.
Buna göre şayet, "irâde, dileme, canlılara has bir vasıf iken, bu nasıl duvar hakkında söylenebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifade, istiare yoluyla söylenmiş bir ifadedir. Bunun şiirde, benzeri olan pekçok örneği vardır. Nitekim şair:
"Mızrak Ebu Berâ'nm göğsünü diliyor ona yöneliyor, ama Ukayi oğullarının kanlarına ise hiç rağbet etmiyor!" demiştir. Ferrâ:beytini nakletmiştir ki bu beytinde şair, âkil olmayan dehre (zamana) fiil izafe etmiştir. Bir çoban da,demiş, baltalara "çıkmak ve yarmak" isteme izafe etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de bu fadenin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Vakta ki o öfke Musa'dan uzaklaşıp sükût 6uldu"(Aral. 154); "... ona ancak "ol" demesinden ibarettir. O da oluverir"(Yasin,82) ve "gök ile yer9' isteye isteye geldik" dediler" (Fussiiet, ti) ayetleridir.
Ayetteki yankadda'nın izahına gelince: Arapça'da, bir şey hızlıca düştüğünde, inkadda denilir ki bu, (şahinin) inişe geçişi manasına gelen, JîtfıJi Jo&\ deyiminden olup bu kadda fiilinin mutavaat sîğasıdır. Bu fiilin, j^-i (kızardı) kelimesinin humre kızarma masdarından olması gibi, nakd (yıkmak) masdarından geldiği söylenmiştir. Yine bu kelime, nakd masdarından olmak üzere, şaz olarak yunkada şeklinde okunmuştur. Yine bu kelime, Arapça'da, "Pınar, uzunlamasına yarıldı" anlamınagelen deyiminde olmak üzere, entenkâda şeklinde de okunmuştur.
Ayetteki ifadesinin manasına gelince, bu hususta şunlar söylenmiştir:
a) O, onu yıktı, sonra yaptı.
b) O, onu eîiyle düzeltti.
c) O, ona elini sürdü de, bunun üzerine o dosdoğru oldu. düzeldi. Binâenaleyh bu, onun mucizelerinden o!muş olur.
Bil ki o alim, böyle yapıp, o andaki durumları da mutlaka yemek yeme zorunda olmalarını gerektirince, işte bundan dolayı Hz. Musa, daha önce, "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme" (Kehf, 76) dediğini unuttu'da "Dileseydin, elbette buna karşı bir ücret alırdın " dedi-Yani, "sen, yiyecek elde etmek için, ayrıca diğer işlerinde kullanabileceğin bir ücreti, bu yaptığına mukabil isteyebilirdin" demektir. Bu ifade, (tebia-uydu) fiilinde olduğu gibi, deki tâ aslî harf kabul edilerek şeklinde de okunmuştur. fiili, tıpkt fiilinin 'den olması gibi, (Tehize) fn'inin ifteâle veznine aktarılmış şeklidir.


Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın Ayrılmaları


Bil ki Musa (a.s) bu sözü söyleyince, o alim, 'İşte birbirimizden ayrılma vakti geldi" dedi. Burada birkaç soru sorulabilir:
Birinci soru: Bu ifadedeki haza lafzıyla neye işaret edilmiştir? Buna, şu iki şekilde cevap verilir:
a) Musa (a.s) "Eğer bundan sonra sana birşey sorarsam, benimle arkadaşlık etme" diyerek, bundan sonra, kendisine yeni bir soru sorması halinde bu ayrılığın meydana geleceği şartını koşmuştu. Binâenaleyh, Musa (a.s), bu soruyu sorunca, o zaman o alim onu terkeöerek, "İşte, bu benimle senin ayrılışımtzdır" demiştir ki, buradaki hazâ ile, üzerinde anlaşma yapılmış olan ayrılmaya işaret edilmiştir.
b) Bu ifadenin, (sorulan) üçüncü soruya işaret olmasıdır. Yani, "Bu itiraz, bizim ayrılığımızın sebebidir" demektir.
İkinci soru: Hak Teâlâ'nın, "işte, bu benimle senin aynhşımızdır" ifadesi ne demektir?
Cevap: Bunun manası, "İşte birbirimizden ayrılma vakti geldi" şeklindedir. Böylece, "ayrılmak" masdarı, zarfa muzâf kılınmıştır. Kafffil, Arap dili alimlerinin bir kısmından şunu nakfstmiştir: Beyn kelimesi, münasebet, vuslat, ilgi demektir. Zira Cenâb-ı Hak da "Andolsun, aranızdaki (bağ) parça parça olmuştur" (Enam, 94) buyurmuştur. Buna göre mana, "Bu, aramızın ayrılığı, yani aramızdaki münasebetlerin sona ermesidir" şeklinde olur. Bu, bir kimsenin tıpkı, "Allah, ben ve senden hangimiz yalancı ise, onu rezil rüsvay etsin" demesi gibidir. Yani "birimizi" demektir. Zeccâc da böyle söylemiştir. Daha sonra o alim kimse Hz. Musa'ya "Sana, asla sabredemediğin şeylerin içyüzünühaber vereceğim" demiştir. Yani, "Bu üç sorunun hikmetini haber vereceğim" demektir. Te'vil kelimesinin aslı, Arapların, "iş ona varıp dayandı, vardı" manasındasöyledikleri, (Âle-l-emru ilâ keza) şeklindeki deyimlerine varıp dayanır. Binâenaleyh (Mâte'vîluhû) denildiğinde, bunun manası, "Onun varacağı yer neresidir, bu iş nereye varacaktır?" şeklindedir.


Sırlı İşlerin İç Yüzleri


Gemiye gelince, denizde iş yapan yoksullarındı. Ben onu kusurlu göstermekistedim. Zira arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almakta olan birhükümdar vardı. Çocuğa gelince, onun anası da babası da İman etmişkimselerdi. Bunun için onları, bir azgınlık ve bir kâfirliğin bürümesindenendişe ettik. Diledik ki, bunun yerine Rableri kendilerine daha temiz vehayırlı, şefkate daha layık bir evlat versin. Duvara gelince bu, o şehirde ikiyetim çocuğun idi. Altında ise, onlara ait bir define vardı. Babaları iyi biradamdı. Binâenaleyh. Rabbin diledi ki, ikisi de rüştlerine ersinler, böylecedefinelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinden bir merhametti. Ben bunu. Kendigörüşümle yapmadım. İşte sabredemediğin şeylerin iç yüzü"(Kehf. 79-82)


Zahir ve Batın


Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
Bil ki, buradaki üç mesele, tek bir şeyde bir araya gelirler ki, o da şudur: Peygamberler (a.s)'in hükümleri (işlerin) zahirlerine bina edilmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber(s.a.s) de,
"Biz, zahire göre hüküm veririz; sırlan üstlenen ve bilen ise, Allah'dır" buyurmuştur. Bu alimin hükümleri ise, işlerin zahirine değil, tam aksine, işin aslında mevcut olan sebeplere bina edilmiştir. Bu böyledir, zira, "zahir" (dış görünüş), hem birinci hem de ikinci meselede bu tasarrufu mubah kılan açık bir sebep bulunmaksızın, insanların malları ve canları hususunda tasarrufta bulunmayı haram kılar.
Çünkü, gemiyi delmek, ortada açık bir sebep bulunmaksızın insanın mülkünü eksiltmek demektir. Çocuğu öldürmek de, zahir bir sebep bulunmaksızın, masum bir canı yok etmek demektir. Üçüncü meselede geçen "yıkılmaya yüz tutmuş olan duvarı düzeltmek de" zahiri bir sebep olmaksızın, bir yorgunluk ve meşakkati üstlenmek demektir. Binâenaleyh, bu üç meselede o âlimin hükümleri zahiri sebeplere dayanmamış, tam aksine, işin aslında gözetilmesi gereken sebeplere dayanmıştır ki, bu da o âlime Cenâb-ı Hakk'ın, sayesinde, işlerin içyüzüne vakıf olacağı ve eşyanın hakikatini bilebileceği akli bir kuvvet verdiğine delâlet eder. Binâenaleyh, Hz. Musa'nın şeriatları ve hükümleri bilmedeki derecesi, işleri, zahirlerine hamletmek; o âlimin derecesi ise, eşyanın içyüzüne, işlerin hakikatlarına vakıf otmak, eşyanın gizli sırlarına muttali olmak üzerine dayanır.
İşte bu yolla, o âlimin ilimdeki derecesinin, Hz. Musa'nın derecesinin üstünde olduğu ortaya çıkmış olur.


Diyerek sevgili radikal'in mesajına büyük müfessirden bir ışık, bir destek katalım katalım istedik inşallah...



 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
Hayy ve Kerim (Azze ve celle) razı olsun Bekir kardeşim. Fahruddin Razi (k.s.)'nin yorumu ile daha geniş bir anlam yakalamış olduk. Mübareğin anlatımına bir cümle ile bizde katılalım inşaallah; Musa (a.s.)'ın mürşidinin Hakk olan bir ilimde aynel yakin olması gerekir ki, yani aldığı ilminin gereği olarak, yaşaması gerekir ki; bu da Adetullah'tır. Çünkü; Rabbi Zülcelal ilmi ile amil olmayanı, alim hükmünde kabul etmiyor. Onları; kitap yüklü merkep sıfatında görüyor. Tabiki, kendi U'lul Azm bir peygamberine merkeb sıfatlı birini göndermesi düşünülemez dahi.

Bir diğer husus da o dur ki; gönderdiği öğretmenin mertebesi öğrencisinden illa yüksek olacak değil. Hatta, o an ki hali ile belki ilmi derece açısından yüksekliği varsa bile sonraki safhada öğrencinin, mürşitin derecesini yakalama ve hatta mürşidini geçme hukuku, bu dahi Adetullahtır ki; bir mürşid, yetiştirdiği talebesini en az kendi makamına çıkarmak ile mükelleftir. Mürşitliğin Allah katındaki sorumluluğu burada başlar ve İndallah'ta bu meseleden mesuldur, sorumludur.

Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelen Cebrail (a.s.) haddi zatında melektir. Ve geliş anında, ilmi olarak Resulullah (s.a.v.) efendimizden o anki hali ile farklıdır. Fıtraten Resulullah'ın (s.a.v.) makamının yüksek olması buna muhalif bir şey de değildir. Bilmediği konuda elbette öğrenip ve bu öğrendiği ile amel etmeye başlayıncaya kadar ki hali öğrenciliktir. Zaten her mürşid, öğrenci olmadan, mürşit olmaz. Öğrenci olacak, öğrendiği ile amel edecek, o konuda yakini bulacak ki, daha sonra bu konuda irşad edebilme beceri ve kaabiliyeti kazansın. Buna en güzel örnek de, Resullauh (s.a.v.) efendimizin, tebliğe başladıktan bir süre sonra, sadece insanlara değil aynı zamanda cinlere de Resul olarak gönderilmiş olması, yani sakaleyn olması hasebi ile bir gece toplu oldukları halde yanlarına gitmiş ve tebliğ vazifesini ifa etmiştir. Çünkü, emr o zaman gelmiş, nasıl yapılacağı öğretilmiş ve öğrendiğini yerine getirerek o aleme de mürşit olduğu, bir Peygamber olduğu gerçeği tezahur etmiştir.

MAAŞALLAH, sabah sabah cuma'nın bereketi olsa gerek Allah'u Alem. Güzel başladı, güzel devam eder inşaallah.
 
Üst Alt