Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şiilik 1 -

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Peki, bu mektebin bel kemiğini teşkil eden bu öğretisi, İslam dininin öğretileri içerisinde yer almış mıydı? Birileri; “bu sizin iddianızdır. İslam dininin öğretileri içerisinde böyle bir şey yoktur” diyebilirler. Yani, bu mektebin bizzat Hz. Resulullah’ın döneminden itibaren başlaya gelebilmesi için, bu öğretinin açıkça ya İslam dininin ana temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, ya da Hz. Resulullah’ın sünnetinde yer bulması gerekir. Aksi taktirde bu öğreti, içtihat sonucu İslam dinine getirilen bir yorumdan öteye gitmez. Acaba Kur’an-ı Kerim veya Hz. Resulullah (s.a.a)’ın sünnetinde Ehl-i Beyt İmamları’nın imametine dair bir açıklama var mıdır? İşte bunun için İslam dininin öğretilerini bir daha gözden geçirmemiz gerekir.

Ehl-i Beyt mektebi, bu inancının hem Kur’an-ı Kerim, hem de daha açık ve net olarak Hz. Resulullah (s.a.a)’ın sünnetinde yer aldığı görüşündedir. Buna kanıt olarak da Kur’an-ı Kerim’in ilgili ayetleriyle, Hz. Resulullah’ın sünnetinden örnekler zikrediyor. Biz bu kanıtlarından bazılarına sitemizin kitap bölümünde yayınladığımız “Ehl-i Beyt Mektebi’nde Temel İnançlar” adlı kitabımızın “İmamet” bölümünde değinmişiz. İsteyenler oradaki delilleri görebilirler.

Ancak burada şu kadarını belirtelim ki Ali Şialığı, yani Hz. Resulullah (s.a.a)’dan sonra ümmetin imametinin Hz. Ali’ye ait olduğu inancı, bizzat Hz. Resulullah’ın öğretileriyle başlamış ve Hz. Resulullah’ın döneminden itibaren ashabın önde gelenlerinden büyük bir bölük bu inanca sahip olmakla meşhur olmuş, hatta daha ötesi, Ali Şialığı ismini bizzat Hz. Resulullah bu bölüğe vermiştir. Bu inanç, özellikle de Hz. Resulullah (s.a.a)’ın dünyadan rihlet etmesiyle ortaya çıkan birinci halife Ebu Bekir’in hilafete seçilmesi olayı karşısında hem Hz. Ali (a.s)’nin aldığı tavır, hem de Hz. Ali’nin imam olması gerektiği inancıyla ashaptan büyük bir topluluğun Ebu Bekir’e biat etmeyi reddederek, Hz. Ali’nin etrafında toplanmasıyla daha da belirginlik kazanmıştır.

Bu mevzudaki bilgiler, yalnızca Ehl-i Beyt kaynaklarında yer almamıştır. Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarını inceleyen her insan, kolaylıkla bu hususta yeterli bilgi elde eder. Bu hususta biz, Ehl-i Beyt kaynaklarında yer alan rivayetlerle değil, bizzat Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin rivayetlerinde yer alan bir -iki hadis zikredeceğiz:

Suyûti, “ed-Dürr-ül Mensur Fi Tefsiri Kitabullahi Bil Me’sur” adlı tefsir kitabında İbn-i Asakir rivayetiyle Cabir bin Abdullah’tan tahric ederek demiştir ki: “Hz. Peygamber (s.a.a)’in yanındaydık; Ali (a.s) çıkageldi. Hz. Peygamber (s.a.a) buyurdu ki: “Nefsim kudret kabzasında olan Allah’a andolsun ki, bu ve şiası, kıyamet gününde kurtulmuşlardır, muratlarına ermişlerdir.” Derken, “İnanlar ve iyi işlerde bulunanlar ise; işte onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır” [29] ayeti nazil oldu.” [30]

İbn-i Adiyy, İbn-i Abbas’tan tahric eylemiştir; demiştir ki: “İnananlar ve iyi işlerde bulunanlar ise; işte onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır” ayeti indiği zaman Resulullah (s.a.a) Ali’ye, “Onlar sensin ve şiandır; kıyamet günü Allah rızasını kazanmış ve ondan razı olmuş bulunacaksınız” buyurdu.” [31]

İbn-i Mardavayh Hz. Ali (a.s)’den rivayet ve tahric eylemiştir; demiştir ki: “Resulullah (s.a.a) bana, Allah Teala’nın “İnananlar ve iyi işlerde bulunanlar ise; işte onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır” ayetini duymadın mı? Onlar sensin ve senin şiandır; benimle onların buluşacakları yer, Kevser havuzunun yanıdır; ümmetler hesaba geldikleri zaman onlar, yüzleri ak olarak çağrılacaklardır” dedi. [32]

Bu hadislerin bir kısmını de İbn-i Hacer, Darukutni’den tahric ederek “Savaik-ül Muhrika” adlı kitabında zikreder. Ümmi Seleme (r.a) Hz. Peygamber (s.a.a)’in “Ya Ali, sen ve ashabın cennettesiniz” buyurduğunu rivayet etmiştir.

İbn-i Hacer’in nakline göre, Hafiz Cemaluddin Zerendi İbn-i Abbas’tan tahric eylemiştir; demiştir ki: “Hz. Resulullah (s.a.a), Allah Teala’nın “İnananlar ve iyi işlerde bulunanlar ise; işte onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır” ayeti nazil olduğunda, Hz. Ali’ye: “Ya Ali, onlar sen ve senin şiandır. Kıyamet günü Allah’a, onun rızasını kazanmış ve ondan razı olmuş bir halde kavuşacaksınız; düşmanın ise, kızgın ve elleri boynuna bağlı olarak ulaşacaktır” buyurdu.” [33]

İbn-i Asir de bu hadise “en-Nihaye” adlı kitabında yer vererek, Hz. Peygamber (s.a.a)’in “Ya Ali, sen ve şian, Allah’a, onun rızalığını kazanmış ve ondan razı olmuş bir halde kavuşacaksınız; düşmanınız ise, kızgın ve ellerini boynuna bağlı olarak ulaşacak” buyurduğunu, sonra da ellerini nasıl bağlı olduğunu göstermek için ellerini boynuna götürdüğünü zikreder. [34] Bu hadisi İbn-i Hacer, ‘Savaık’ında ve diğerleri başka yollardan tahric ederler ki, bu da hadisin, hadis erbabı katında şöhretine delalet eder.

Yine Zamahşeri, ‘Rabi-ül Abrar’ adlı kitabında Hz. Resulullah (s.a.a)’dan rivayet eder; buyurmuştur ki: “Ya Ali, kıyamet günü olunca ben yüce Allah’a sığınırım, sen benim kuşağıma yapışırsın; benimle Allah’a tevessül edersin; evladın sana yapışırlar, evladının şiası da onlarla Allah’a tevessül ederler.”

Görülüyor ki, Ali şiası (Ali taraftarlığı) terimi, bizzat Hz. Resulullah (s.a.a)’ın sözlerinden alınmadır. Sanki Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali hakkında buyurmuş olduğu “Ben kimin mevlası (efendisi) isem Ali de onun mevlasıdır, [35] Ali’nin konumu bana nispet, Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir, [36] Ali benim kardeşim, yardımcım ve vasimdir, [37] Ali benim ilmimin kapısıdır, Ali benden sonra her mü’minin velisidir, [38] Ali’yi sevmek iman, Ali’ye buğzetmek ise münafıklık nişanesidir, Ali hakladır, hak da Ali iledir; hak Ali’nin ekseninde döner, [39] Ali Kur’an’ladır, Kur’an da Ali iledir; Havz-u Kevser başında bana kavuşuncaya kadar bu ikisi birbirinden ayrılmazlar [40]ve benzeri yüzlerce tavsiye ve tekitlere rağmen, ashabının ve onlardan sonra gelen ümmetinin Hz. Ali hususunda iki gruba ayrılacaklarını, bir grubunun Ali’nin yanında yer alıp Ali şiası olurken, ikinci grubun Ali’den kopacağını önceden görüyor ve biliyordu. Dolayısıyla bu ikazlarla onları uyarıp, Ali’den ayrılmanın İlahi gazapla sonuçlanacağını bildiriyordu ki, her yönden galip hüccet Allah’ın ve Allah Resulü’nün olsun ve yarın kimse, ben bunun farkında değildim, deme bahanesi arkasına saklanmasın.

Evet, İslam tarihinin Asr-i Saadet’le ilgili bölümünü biraz devşirdiğimizde, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın ashabının, Ehl-i Beyt’i üstün görüp, öne geçiren Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resulullah (s.a.a)’ın kendinden sonra Hz. Ali’nin İslam ümmetinin imamı olmasını istediğini ortaya koyduğu, yukarıda örneklerine işaret ettiğimiz açıklamaları karşısında iki gruba ayrıldıklarını görmekteyiz. Bir grup, nass karşısında içtihat etmenin caiz olmadığını kabullenerek, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın bu açıklamaları ve Kuran-ı Kerim’in Ehl-i Beyt’i üstün görüp, öne geçiren ayetlerine hiçbir yorum getirmeden teslim olurken, ikinci grup, bu hususta kendi içtihat ve görüşlerine yer verir ve görüşleri, herhangi bir gerekçeyle farklı olduğu taktirde, kendi görüşlerini öne geçiriyorlardı. Bu bölünme hatta Hz. Resulullah (s.a.a)’ın kaydı hayatta bulunduğu dönemde bile ihsas ediliyordu. Ashaptan bir grup, özellikle Hz. Ali’ye yakınlığı ile tanınırdı. Öyle ki, bunlar “Şiatu Ali” (Ali Taraftarları) olarak tanınır ve bu isimle anılırlardı. Buna karşın ashabın içerisinde kalbinde Ali’nin düşmanlığını taşıyanlar da vardı. İbn-i Abbas diyor: “Biz, kimin münafık olduğunu, onun Ali’ye karşı olan düşmanlığıyla tanır, teşhis ederdik.” Bu ölçeği, Hz. Resulullah (s.a.a) onlara vermişti. Çünkü Hz. Resulullah (s.a.a), ashabına, Ali’yi sevmenin iman, Ali’ye karşı düşman olmanın da münafıklık nişanesi olduğunu bildirmişti. Ashaptan bazıları da, ne Hz. Ali’ye karşı kalbinde düşmanlık hissediyor, ne de Hz. Ali’nin şiası sayılacak kadar, o Hazret’e yakınlık gösteriyorlardı.

Bütün sahabe, Ali’nin şiası olsaydı, bir bölüğü “Ali’nin şiası” diye anılmazdı. Gerçekten de Hz. Peygamber’in zamanında da Ali taraftarları olan, onu imam bilen; Hz. Peygamber’in sözlerini şerh ve tefsir eyleyen, hikmetlerini hükümlerini tebliğ eden zat olarak onu tanıyan sahabe az değildi. İşte Ali şiası sözü, bu bölüğe ait bir hususu ad olmuştu. Nitekim lügat ehli de bunu söylemiştir. Nihaye’ye, Lisan-ül Arab’a ve emsali diğer lügat kitaplarına müracaat edilirse bu adın, Ali’ye uyanlara, evladına ve onların taraftarı olanlara verildiği görülecektir.

Şia sözünün, Ali’yi seven ve ona buğzetmeyen ashabın tamamına söylendiğini ileri sürmek doğru bir yorum olamaz. Çünkü bir kimseyi sevmek ve ona buğzetmemek, tek başına onun şiası olmak için kifayet etmez; burada bir hususiyetin de olması gerekir ki bu da, o şahsa uymak, onun tarafını tutmaktır. Bu özellik olmadan birisine, birisinin şiasıdır demek, ancak mecazi bir itibarla olabilir. O halde bu sözle, ashaptan bir kısmının kastedildiği şüphe götürmez bir olaydır ki onlarda bulunan bir özellik, onları diğer ashaptan ayırmış ve kendilerine bu ismin verilmesini sağlamıştır. Bu özelliğin diğer ashapta da olmadığı da bellidir. Çünkü aksi taktirde yalnızca onlara Ali şiası denilmezdi.

Ebu Hatem-i er-Razi diyor: “İslam dini içinde Resulullah (s.a.a)’in döneminde ilk ortaya çıkan isim “Şia” ismidir. Bu isim, Ali’ye yakınlıklarıyla meşhur olan ashaptan dört kişinin: Ebuzer, Salman, Miktad ve Ammar’ın lakabı idi.” [41]

Hatib-i Bağdadi “el- Kifaye” adlı kitabında diyor ki; Ebu Abdullah bin Ahrem el-Hafiz’a, Buhari’nin neden Sahabe Ebu Tufeyl’den hadis nakletmediği sorulunca; “Çünkü o Ali bin Ebu Talib’in şiası idi” cevabını verdi.” [42]
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İbn-i Haldun ise şöyle yazıyor: “Ashaptan bir grup, Ali’nin taraftarlığını yapıyor, onun hilafete diğerlerinden daha layık olduğunu savunuyorlardı. Ancak ondan başkasının hilafete seçildiğini görünce, buna çok hüzünlenip üzüldüler. Fakat dinde sabit kadem olduklarından ve birlik ve beraberliğe çok önem verdiklerinden kendi aralarında izhar ettikleri hüzün ve üzüntülerine ilaveten fazla bir itirazda bulunmadılar.” [43]

Ustad Muhammed Kürd Ali ise demiştir ki: “Ashabın büyüklerinden bir grup, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın döneminden itibaren Ali taraftarlığı ile tanınmaktaydı. Bu cümleden biri, Salman-i Farisi’dir. O; “Biz Hz. Resulullah’a Müslümanların hayrını istemek, Ali bin Ebu Talib’i imam edinip, onu sevmek üzere biat eyledik” derdi. Bunlardan bir diğeri de, Ebu Said-i Hudri’dir. O; “İnsanlar beş şeye emredildiler, onlar ise onların dördüne amel edip, birini de terk ettiler” derdi. Ona: “Amel edilen o dört şeyin ne olduğu sorulunca da, o: “Namaz, zekat, Ramazan ayının orucu ve hac” diye cevaplandırdı. Bu arada ona: “İnsanların terk ettiği o bir şey neydi?” denince de, O: “Ali bin Ebu Talib’in velayeti” cevabını verirdi. Ona: “Bu da mı onlarla beraber farzdı?” diye sorulunca da, O: “Evet” derdi. Bu sahabelere, Ebuzer el-Gaffari, Ammaber bin Yasir, Huzeyfe bin Yeman, Züşhadeteyn Huzeyme bin Sabit, Ebu Eyyub-i Ensari, Halid bin Said bin el-Ass ve Kays bin Sa’d bin Ubade gibilerini de misal olarak zikredebiliriz.” [44]

Ünlü Ehl-i Sünnet yazarı doktor Sübhi Salih ise bu hususta şöyle der: “Hz. Resulullah (s.a.a)’ın döneminde bile sahabe içerisinde Hz. Resulullah’ın damadı Ali’nin taraftarlığını yapanlar bulunmaktaydı. Ebuzer el-Gaffari, Mikdat bin Esved, Cabir bin Abdullah, Ubey bin Ka’b, Ebu Tufeyl Öber bin Vaile, Abbas bin Abdulmuttelip ve bütün oğulları, Ammar bin Yasir ve Ebu Eyyub-i Ensari bu cümleden ashap arasında yer almaktaydı.” [45]

Abdullah Emin ise, Şiilik hakkında şöyle der: “Şiiliğin temeli, hilafet husussunda Ali efendimizin yanında yer alıp, bu önemli mevkie onun daha layık olduğu inancıyla ona yardım eden ashaba dayanmaktadır.” [46]

Ustad Muhammed Abdullah İnan ise bu konuda şunları yazıyor: “Şiiliğin ilk olarak Haricilerin bölünmesi esnasında ortaya çıktığını sanmak bir hatadır. Aslında Şiilik, Allah Teala’nın: “En yakın aşiretini uyar” [47] emrini indirdiğinde, Allah Resulü’nün yakın akrabalarını toplayıp onlara peygamberliğini açıkladığı sırada onlardan bir cevap gelmezken, Hz. Ali’nin Peygamber-i Ekrem’e iman ettiğini ve her sahnede kendilerinden yardımını esirgemeyeceğini ilan etmesi üzerine,Allah Resulü’nün Hz. Ali’ye işaretle onlara: “Bu, benim kardeşim, vasim ve sizin içerinizdeki halifemdir; onu dinleyin ve ona itaat edin” açıklamasını yaptığı dönemden itibaren ortaya çıkmıştır.” [48]

Bütün bu açıklamalar şunu gösteriyor ki, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın ashabı, Hazret’in kendinden sonra başta Hz. Ali (a.s) olmak üzere, Ehl-i Beyt İmamları’nın İslam ümmetinin önderleri olmasına dair olan isteği ve Kur’an-ı Kerim’in Ehl-i Beyt’i üstün tutup, öne geçiren ayetleri karşısında iki ana kola ayrılmıştır.

Bir kol, Peygamber-i Ekrem’in ve Kur’an-ı Kerim’in bu yöndeki açıklamaları karşısında hiçbir yorum yapmaksızın teslim olmuş, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın döneminden itibaren ağırlığını bu yönde koymuş ve Hz. Ali başta olmak üzere, Ehl-i Beyt’in öne geçmesini istemiş, bunu savunmuştur.

Ancak Hz. Resulullah’ın rihletinden sonra, kendileri gibi düşünmeyen ashap tarafından herhangi bir gerekçeyle bunun önünün tıkandığını görünce de, yine başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i Beyt’i örnek alarak, hüzünlenmiş ve cari gidişata itiraz etmişse de, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın rihlet etmesiyle henüz yeni filizlenmekte olan İslam dininin dağılıp yıkılmasını beklemekte olan İslam düşmanlarına bir fırsat vermemek gayesiyle fazla ileri gitmemiş ve İslam’da, kapanmasına imkan bulunmayacak bir gedik açılmasına meydan vermeyerek, birlik ve beraberlik yolunu seçmiştir.

İkinci kol ise, Kuran-ı Kerim’in ve Hz. Resulullah (s.a.a)’ın bu açıklamaları karşısında, kendileri için içtihat etme hakkı tanımış ve Hz. Ali’nin henüz genç olduğu ve hilafete daha yaşlı birinin geçmesi gerektiği, yahut Hz. Ali’nin kafirlerden bir çoğunu öldürmüş olması nedeniyle Arap kabilelerinin kolay kolay ona boyun eğmeyeceğini, ya da hem nübüvvet hem de hilafetin Haşımoğulları’nda olmaması gerektiği, yahut Hz. Resulullah’ın kendinden sonra Hz. Ali’nin Müslümanların önderi olmasına dair olan isteğinin, bir İlahi emir olmayıp, akrabalık ve benzeri sebeplerden dolayı Hazret’in şahsi görüşü olduğu gibi mülahazalarla Hz. Resulullah (s.a.a)’ın rihletinden hemen sonra, mübarek naşının gusül ve kefeniyle ilgilenmeyi Hz. Ali ve yaranına terk edip, Hz. Ali ve yaranının yokluğundan da yararlanarak, “Sakife” denen yerde toplanarak birinci Halife Ebu Bekir’in başa geçmesini sağladı.

Ancak Hz. Ali ve yaranı bu hareketi meşru kabul etmeyip Ebu Bekir’e biat etmeği reddetti. Hatta Sahih-i Buhari’nin Hayber gazvesi babında geldiği üzere, Hazret altı ay gibi uzun bir süre bu muhalefetini devam ettirip, biat etmekten sakındı. Fakat Müslümanların bu dağılmışlığından İslam dininin pusuda bekleyen iç ve dış düşmanlarının istifade etmeğe çalıştıklarını ve bu durumu sürdürmenin İslam’da telafisi mümkün olmayacak bir gedik açacağını görünce de, Hz. Resulullah (s.a.a)’dan aldığı tavsiyeye uyarak, kendi tabiriyle zehirden daha acı olsa bile ağzının yarını yutkundu. Gözünde diken kalmış ve boğazında kemik tıkanmış bir insanın durumunda olsa bile sabretmeyi daha yeğ buldu. Ancak yine de başa geçmişlerden İslam ve Müslümanların yararına olan nasihatlerini esirgemedi ve karşılaştıkları her zorlukta onların imdadına koştu. Ona tabi olan sadık yarları da mevlalarını taklit ederek aynı siyaseti sürdürdüler.

Görüldüğü üzere, Ehl-i Beyt mektebinin temelini teşkil eden Hz. Resulullah (s.a.a)’dan sonra İslam ümmetinin imamet ve önderliğinin Hz. Ali’ye ait olduğuna dair inancı Peygamber-i Ekrem’in kaydı hayatta bulundukları dönemden başlamış, Hazret’in dünyadan göçmesinden hemen sonra Ebu Bekir’in hilafete seçilmesinin gündeme yerleşmesiyle de daha belirginlik kazanmıştır. Peygamber-i Ekrem’in dünyadan göçmesinden hemen sonra İslam ümmetinin önderliği hususunda cereyan eden olaylardan azıcık haberi olan hiçbir kimse bu hakikati inkar edemez.

Fazl bin Abbas’ın, Sakife’de cereyan eden Ebu Bekir’in hilafete getirildiği haberinin yayılır yayılmaz, orada toplanmış olan topluluğa hitaben söylemiş olduğu: “Ey Kureyş topluluğu, hilafet sizin hakkınız değildir. Biz onun ehliyiz, siz değil. Bizim efendimiz (Hz. Ali) ona sizden daha evladır” [49] sözü işte bu inanca dayanmaktadır.

Hz. Ali ve yaranının Ebu Bekir’e biat etmeği ret etmesi de bu inançtan dolayıdır. Tarih-i Yakubi bu hadiseye işaretle şunları yazıyor: “Muhacir ve Ensar’dan bir topluluk Ebu Bekir’e biat etmeyi reddedip, Ali’nin yanında yer aldılar. Abbas bin Abdulmuttelib, Fazl bin Abdulmuttelib, Zübeyr bin Avam bin As, Halid bin Said, Mikdat bin Amir, Selman-i Farisi, Ebuzer el-Gaffari, Ammar bin Yasir, Bera bin Azib ve Ubey bin Ka’b bu cümleden ashap arasında bulunmaktaydı.” [50]

Böylece Hz. Resulullah (s.a.a)’dan sonra İslam ümmetinin önderliğinin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu savunan güçlü bir topluluk ortaya çıkmıştı. Onlar, Sakife’de cereyan eden Ebu Bekir’in hilafete getirilmesi olayına itiraz ediyor ve konunun tekrar gözden geçirilerek hilafet mevkiinin Hz. Ali’ye devredilmesini talep ediyorlardı. Onlar, Hz. Fatime’nin evinde toplanıyor, Sakife’de cereyan eden hadisenin, İslam ümmetinin önderliği hususunda karşılaşılan bir talihsizlik olduğunu ve bunun nasıl önlenebileceğini tartışıyorlardı.
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bir tane ayet söylemedin, bir sahih hadis yazmadın, ne diyeyim sana, ben nefsimden konuşmam, sen masal gibi yazmaktan başka bir şey yapmıyorsun
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yakubi bu hususta şunları yazıyor: “Ebu Bekir ve Ömer’e Ensar ve Muhacirlerden bir bölüğün Ali ile birlikte (muhalefet kastıyla) Resulullah’ın kızı Fatime’nin evinde toplandıkları haberi ulaştı. Bunun üzerine, bir grupla birlikte hareket edip o eve hücum ettiler...” [51]

Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden İbn-i Kuteybe ise, bu olayı şöyle anlatıyor: “Ebu Bekir (r.a), bir grubun kendisine muhalefet amacıyla Ali (a.s)’ın evinde toplandıklarını öğrenince, Ömer’i onlara gönderdi. Ömer, Ali’nin evine gelip onlara seslendi, ama onlar dışarı çıkmayı reddettiler. Bunun üzerine Ömer, odun getirilmesini istedi ve: “Ömer’in canı elinde olana andolsun ki, ya dışarı çıkarsınız, ya da evi içindekilerle birlikte yakarım” dedi.[52]

Tarihçiler, bu olayda Ömer’e, evde Peygamber-i Ekrem’in kızı Fatime’nin de bulunduğunun hatırlatıldığını, Ömer’in de: “Hatta o bile olsa, yine yakarım” cevabını verdiğini ve bu hengamede Hz. Fatime’nin yüce sesle: “Ey babam, ey Resulullah, senden sonra şu İbn-i Hattab ve İbn-i Ebu Kuhafe’nin elinden çektiklerimiz nedir?” diye feryat ettiğinide kaydetmekteler.[53]

Evet, Ömer’in deyimiyle “felteten” düşünülmeden aceleyle gerçekleştirilen Ebu Bekir’e biat meselesi, artık onlara her şeyi unutturmuştu. Artık ne Allah Teala’nın “De ki, ben çektiğim zahmet karşılığında sizden akrabalarımı sevmekten başka bir ücret istemiyorum” [54] ayetini hatırlıyor, ne de Peygamber-i Ekrem’in “Fatime benim pare tenimdir; kim, onu incitirse, beni incitmiştir; kim de beni incitirse, Allah’ı incitmiştir” sözü onları ilgilendiriyordu. Değil Peygamber’in biricik kızı Fatime’yi incitmemek; onlar bu uğurda Fatime-i Zehra, Hz. Ali ve cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan ve Hüseyin de dahil olmak üzere, o gün o evde toplanan herkesi diri diri yakmayı bile göze almışlardı.

Evet, onlar hilafet uğruna her şeyi göze almışlardı; ne pahasına olursa olsun mutlaka bu makamı elde etmeleri gerekirdi. Artık Peygamber-i Ekrem’in izin almadan içeri girmediği ve Fatime’den izin gelinceye kadar dışarıda beklediği kapıyı tekmeyle kırarak, yahut ateş vurup yakarak içeri girmek onlar için fark etmezdi. Onlar için mühim olan, muhalefet amacıyla içeride toplanmış olanların dışarı çıkarılması ve hangi yöntemle olursa olsun, onların bu emellerini suya düşürebilecek bu muhalefet hareketinin çok büyümeden bastırılmasıydı.

Şimdilik olayın bu yönü bizi ilgilendirmiyor. Onlar, Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine karşı gösterdikleri bu cefalarının hesabını Allah’a vereceklerdir. Bizim burada üstünde durmak istediğimiz husus, bu değildir. Bizi ilgilendiren, o gün Hz. Ali ve ona tabi olan ashabın önde gelenlerinden büyük bir bölüğün, onların hilafet kararlarını tanımamaları ve bu hususta hakkın Ali’ye ait olduğunu savunmalarıdır. İşte bu, biz Ehl-i Beyt mektebinin inanıp savunduğu şeydir. Bu, bizim inancımızın sonradan değil, o zamandan beri var olduğunu göstermektedir. Bu, bazı yazarların ısrarla ispatlamaya çalıştığı, Ehl-i Beyt mektebinin Peygamber-i Ekrem’den sonra İslam ümmetinin önderliğinin Hz. Ali’ye ait olduğu inancının çok sonraları doğduğuna dair iddialarını suya düşürmektedir. İşte bizim vurgulamak istediğimiz husus budur. Bütün bu olup bitenler, Ehl-i Beyt mektebinin, temelini Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve Hz. Resulullah (s.a.a)’ın sünnetinde bulan, İslam ümmetinin önderliğinin, başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i Beyt’e ait olduğu temel inancının, Peygamber-i Ekrem’in kendi döneminden başladığını, Hazret’in vefatından sonra ortaya çıkan hilafet meselesinde de, varlığını daha belirgin olarak hissettirdiğini açıkça gözler önüne sermektedir.




--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 178

[2] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 173

[3] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 173

[4] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 172

[5] - Bihar-ül Envar c. 2 s. 173

[6] - Nehc-ül Belağa Abdülbaki Gölpinarlı'nın tercümesi s. 167, Nehc-ül Belağa 208. hutbe

[7] - Kasas: 83

[8] - Nehc-ül Belağa Abdulbaki Gölpinarlı'nın tercümesi s. 168, 167, 169, Nehc-ül Belağa 3. hutbe

[9] - Nehc-ül Belağa Abdulbaki Gölpinarlı'nın tercümesi s. 168, 167, 169, Nehc-ül Belağa 3. hutbe

[10] - Fezail-üs Sehabe Feth-ül Bari'nin s. 142

[11] - Tarih-i Dimeşk Ali bin Ebu Talib bölümü c. 2 s. 464, Şevahid-üt Tenzil Haskani’nin c. 1 s. 334, El-Müstedrek Hakim’in c. 3 s. 126, 127, Üsd-ül Gabe c. 4 s. 22, Menakib-i Ali bin Ebu Talib İbn-i Meğazili’nin s. 80, Kenz-ül Ummal c. 15, s. 129, Kifayet-üt Talib s. 220, El-Menabik Harezmi’nin s. 40, El-Mizan Zehebi’nin c.1 s. 415, El-Cami-üs Sağir Suyuti’nin c. 1 s. 93 vs.

[12] - Tarih-i Bağdat c. 4 s. 204, El-Menakib İbn-i Meğazili Şafii'nin s. 124, Lisan-ül Mizan c. 5 s. 19, Sahih-i Tirmizi c. 5 s. 301, Hilyet-ül evliya c. 1 s. 63, Mesabih-üs Sünnet Beğavi’nin c. 2 s. 275, Riyaz-ün Nezre c. 2 s. 255, Tarih-i Dimeşk Ali bin Ebu Talib bölümü c. 2 s. 459 vs.

[13] - İhkak-ül Hak c. 5 s. 501 İbn-i Meğüazili'nin Menakibi

[14] -Ehl-i Sünnet kaynaklarında Hz. Ali (a.s)'dan toplam 536 hadis nakledilmiştir. Bunlardan ise sadece ellisinin sahih diğerlerinin ise sahih olmadığı belirtilmiştir. Ehl-i Sünnet'in en önemli hadis alimi olan Buhari ise bu hadislerden sadece yirmisine kendi kitabında yer vermiştir. Bkz. Esma-üs Sehabe Er-Rüvat İbn-i Hazm'in s. 44

[15] - Bkz. Sahih-i Tirmizi 3701, 3714, Müsned-i Ahmet 10576, 11166, 11192, 11351, 22240, Sünen-i İbn-i Mace 115 numaralı hadisler

[16] - Tarih-i Taberi c. 10 s. 60

[17] - Ikd-ul Ferid c. s. 301, Şerh-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebu-l Hadid'in c. 4 s. 56, 57

[18] - Müruc-üz Zeheb c. 2 s. 393, 394, Tezkiret-ül Havvas s. 88

[19] - Rekibtussefine Mervan Hüleyfat’ın s. 559

[20] - Numan Ebu Hanife’nin ismidir.

[21]- El-Milel ven Nihel Şehristani’nin

[22] - Bu hususta bkz. Taha Hüseyin’in “Neşet-ül Fikr-il Felsefi” adlı kitabı, c. 2 s. 28, Doktur, Muhammed Ammare’nin “Tayyarat-ül Fikr-il İslami” adlı kitabı s. 203 ve El-Vaili’nin Hüvviyet-üt Teşeyyü” adlı kitabı s. 137, 140

[23] - Ulama’nın Seyfhakkındaki düşüncelerini daha detaylı olarak görmek için, Abdulbaki Gölpinarlı’nın tercüme ettiği “Abdullah bin Seba’nın Masalı” adlı kitaba müracaat edin.

[24] - Hutat-üş Şam c. 1 s. 251

[25] - Ebu Bekir’in hilafete seçildiği toplantı

[26] -Terihte ve Günümüzde Caferilik İsmail Mutlu’nun s. 21, 22 naklen 12. Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu s. 35, 36,

[27] - Tarihte ve Günümüzde Caferilik İsmail Mutlu’nun s. 22

[28] - Ayni kaynak s. 23

[29] - Beyyine: 7

[30] - ed-Dürr-ül Mensur tefsiri c. 6 s. 379

[31] - Nur-ül Ebsar Fi Menakib-i Al-i Beyt-ül Muhtar Şeblenci’nin s. 80, 102

[32] - ed-Dürr-ül Mensur tefsiri c. 6 s. 379, Şevahid-üt Tenzil Hakim Haskani’nin c. 2 s. 356, 366, Tefsir-üt Taberi c. 3 s. 146, Feth-ül Kadir Şevkani’nin c. 5 s. 477, Ruh-ül Meani Alusi’nin c. 30 s. 207, Kifayet-üt Talib Genci Şafii’nin s. 244, El-Menakib Harezmi’nin s. 62, 187, el-Fusul-ül Muhimme İbn-i Sabbağ Maliki’nin s. 107, Nezm-i Dürer-i Simtayn Zerendi Hanefi’nin s. 92, Tarih-i Dimeşk Ali bin Ebu Talib bölümü İbn-i Asakir’in c. 2 s. 442, Yenabi-ül Meveddet Kondozi Hanefi’nin s. 62, 74, 270, Tezkiret-ül Havas Sibt bin Cevzi’nin s. 18 vs.

[33] - Savaik-ül Muhrika s. 96, 161

[34] - İbn-i Esir’in “en-Nihaye Fi Garib-il Hadis vel- Eser adlı kitabı c. 6 s. 379

[35] - Müsned-i Ahmet 906, 915, 1343, 2903, 17749, 18476, 18497, Sünen-i İbn-i Mace 113, 118, Sahih-i Tirmizi 2646numaralı hadisler vs. Hz. Resulullah bu hadisi Gadirihum denen yerde buyurmuştur. Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek için sitemizin kitap bölümünde yayınlanan imamet bahsine müracaat edebilirsiniz.

[36] - Sahih-i Buhari 3430, 4066, Sahih-i Müslim 4418,4419, 4420, 4421, Sahih-i Tirmizi 2658, 2666, Sünin-i İbn-i Mace 112, 118, Müsned-i Ahmet 1384, 1408, 1423, 1424 vs. numaralı hadisler. Bu hadisle ilgili daha fazla bilgi edinmek için sitemizin kitab bölümünde yayınlanan imamet bahsine müracaat edebilirsiniz.

[37] - Mecme-üz Zevaid c.9 s. 121, Hasais-ül Emir-ül Mü’ninin Nesai’nin s. 86, Riyaz-ün Nazre c.2 s. 300 vs.

[38] - Müsned-i Ahmet 2903, 19081, 21883,21889, 21979 vs. numaralı hadisler. Bu hadisle ilgili daha fazla bilgi için sitemizin kitap bölümündeki imamet bahsine müracaat edebilirsiniz.

[39] - Tarih-i Bağdat c. 14 s. 321, Tarih-i Dimeşk Ali bin Ebu Talib bölümü c. 3 s. 119, el-İmamet ves- Siyaset c. 1 s. 73, Feraid-üs Simtayn c. 1 s. 177, el-Menakib Harezmi’nin s. 56, Fet-ül Kebir Nebhani’nin c. 2 s. 131, el Müstedrek Hakim’in c. 3 s. 124, Cami-ül Usul İbn-i Esir’in c. 9 s. 420 vs.

[40] - el-Müstedrek Hakim’in c. 3 s. 24, Savaık-ül Muhrika İbn-i Hacer’in s. 122, 124, 191, el-Cami-üs Sağir Suyuti’nin c. 2 s. 56, Feyz-ül Kadir Şevkani’nin c. 4 s. 358, Yenabi-ül Mevedde Kondozi’nin s. 40, el-Menakib Harezmi’nin s. 110, Kifayet-üt Talib s. 399, Tarih-ül Hülefa Suyuti’nin s. 173, Nur-ül Ebsar Şeblenci’nin s. 73

[41] - Revzat-ül Cennat 88

[42] - Rekibtü-s-Sefine s. 618

[43] - Tarih-i İbn-i Haldun c. 3 s. 364

[44] - Rekibtü-s Sefine s. 619 naklen Hutet-üş Şam c. 5 s. 251

[45] - Rekibtü-s Safine s. 619 naklen En-Nezm-ül İslamiyye s. 96

[46] - Rekibtü-s Sefine s. 619 naklen Abdullah Nimet’in Ruh-üt Teşayyu kitabından

[47] - Şuara: 214

[48] - Rekibtü-s Sefine s. 619, naklen Ruh-üt Teşayyu s. 20

[49] - Tarih-i Yakubi c. 2 s. 124

[50] - Aynı kaynak

[51] - Tarih-i Yakubi c. 2 s. 126

[52] - İbn-i Kuteybe’nin el-İmamet ves- Siyaset kitabı c. 1 s. 9

[53] - Ayrıca bkz. Tarih-i Teberi c. 3 s. 198, Tarih-i Ebu-l Feda c. 2 s. 64, İkd-ül Ferid c. 5 s. 12, A’lam’ün Nisa c. 4 s. 114, el-Futuh İbn-i A’sam’in c. 1 s. 12, Şer-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebu-l Hadid’in c. 2 s. 65, uMuruc-üz Zeheb Mesudi’nin vs.

[54] - Şura: 23
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Istemediğin Kadar Hadis Var.ama Sunniler Kabul Etmiyor.neyle Ilgili Hadis Istiyorsun.ebu Bekirin Ne Olduğu Ile Ilgili Mi Yoks Gadir-hum La Mi Ilgili.defalarca Yazdim Sunnilere Ama Inanmiyorlar.unutma Ki Bende Onceleri Inanmazdim Taki şii Oluncaya Kadar
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bak bukadar yazı da bir sahih hadis var Ali’nin konumu bana nispet, Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir, [36] bumu sana delil yazık vallahi yazık, körü körüne gitmek, zaten başka bu yolda nasıl gidilebilirki. Bak Alinin konumu nisbet ediliyor orada anlıyorsan ne demek istenildiğini...
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
allah allah size göre 1 tane.DE GİT.SİZİN HADİSLERİNİZ Mİ SAHİH.BENDE Şİİ OLMADAN ÖNCE BUHARİYE MUSLIME FILAN INANIYORDUM.SONRA BALTIM TAMAMEN SAÇMALIK.AKILSIZLIK.ALLAHA SUKUR KURTULDUM BUNDAN.ARTIK EHLI-BEYTE SARILDIM.
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Sizin hadis mi?, seninle bu üslupla ben nasıl yazışayım, sen hani örnek verdiğin gibi, Buhariden, Tırmiziden bana haber ver bakalım sana göre bunlar sahih hadis kitabı değilmi değilse neden yazında örnek var ondan, peki diğer görüşlerine dayanak olan hadis kitabı hangisi, ben bunu görmedim. Kendi içinde tezatsın hem bu kitablara inanmıyor hem örnek veriyorsun. Gerçekten kulaktan dolma bilgilerle oda değil de neyse öyle diyelim yazılarla bu yola girişin sen zaten şiaya girmeden önce Hanefiymişin ya fıkhını bile bilmemiştin ki, sen hiç Sünni olmadın ki, şiayı da bilmiyorsun yarın onu da başka bir şeyle değiştirirsin Allah bilir.
Yazık sana bak o kitaplara saçmalık diyor, ama oradan alıntı yazıp görüşüne haklılık kazandırıyorsun gülünç oluyorsunuz
 

sunnetehli

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
33
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Siiler Ve Takiyye

Siiler Ve Takiyye

Şia ve Yalan



<<Şia>> lafzı söylenir söylenmez, onunla birlikte hemen <<yalan>> da akla gelir.bunlar, sanki aralarında fark olmayan eş anlamlı iki kelime gibidirler. Bu iki kelime, mezhebin kurulup Şii akidelerinin ortaya çıkarıldığı gün birbirine yapışmışlardır. Şiilik yalan üzerine kurulmuştur ve yalanla ayakta durmaktadır.

Şiilik yalan mahsulü olduğundan, Şiiler yalan’a takdis ve tazim süsü verdiler ve ona kendi isminden başka bir isim takarak “takiyye” adını verdiler. Onlar takıyye ile sakladıklarının tersini, gizlediklerinin zıddını izhar ederler. Takıyyeye bağlılıkta son derece ileri giderler; hatta onu dinlerinin bir esası, temeli ve aslı sayarlar; bunun masum kabul ettikleri imamlarından birine nispet ederler. Onların Buharileri olan Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, bu hususla ilgili şunu rivayet eder: <<Takıyye, benim ve ecdadımın dinidir; takıyyesi olmayanın dini yoktur.>>[1] bunu söyleyen Şiilerin, iddialarına göre, beşinci imamları Ebu Caferdir!

el-Kuleyni, yine Ömer el-Acemi’den Ebu Abdullah’ın << Ey Ebu Ömer, dinin onda dokuzu takıyyedir; takıyyesi olmayanın dini de yoktur>>, dediğini nakleder.[2]

Kuleyni, Ebu Basirden de şu rivayeti nakleder: <<Ebu Abdillah, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi. Ona, gereçketen Allah’ın dinindenmidir diye sorduğum da, evet Allah’ yemin olsun ki, takıyye Allah’ın dinindendir, dedi>>[3]

İşte Şiilerin mensup oldukları din ve inandıkları akide budur! Bu hakkın gizlenmesi ve batılın izharından başka bir şey değildir. Onlar, bu hususta bir de hadis uydurarak şöyle derler: <<Ey Süleyman b. Halid, Ebu Abdillah’ın “Ey Süleyman sizin dininiz öyle bir dinidir ki, Allah onu gizleyeni aziz, açığa vuranı da zelil eder”, dediğini nakleder>>[4]

Bu durum Allah’ın şu kelami il nasıl bağdaşır: <<Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun>>[5] ve <<EY Muhammed artık sana buyurulanı açıkça ortaya koy. Puta tapanlara aldırış etme>>[6]

Allah’ın Resulü sav. de, Veda Haccı’nda dinini ilan ve akidesini izhar ederek şöyle buyurur: <<Tebliğ ettim mi?>> orada bulunanlar hep bir ağızdan <<evet>> derler. Bunun üzerine <<Şahit ol Ya Rabb! Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin; nice tebliğ olunan kişi vardır ki, onu bizzat işitenlerden daha iyi anlar>>.[7]

Hz. Peygamber yini şöyle buyuruyor: <<Allah, bizden bir şey işitip onu, işittiği gibi başkalarına bildiren kişinin yüzünü ak etsin, nice tebliğ olunan kişi vardır ki, onu bizzat işitenlerden daha iyi anlar>>[8] ve <<Bi ayet bile olsa, benden işittiğinizi tebliğ edin>>[9]

Yüce Allah, nebilerini ve Resullerini şu ayetleriyle över: <<Allahın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah’tan korkarlar ve Ondan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap gören olarak yeter>>.[10]

Allah, Ashabı Kiram’ı da şu ifadelerle över: <<İnananlardan, Allah’a verdiği ahdi yerine getirenler vardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahdlerini hiç değiştirmemişlerdir. Bu sebeple Allah, doğruları doğrulukları ile mükafatlandırır. İkiyüzlüleri de dilerse azablandırır veya tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah bağışlayandır, merhamet edendir>>[11], <<….Allah yolunda cihad eden, yerenin yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir…>>[12]

Allah, münafıkları yalanları sebebiyle zemmederek şöyle buyurur: <<Ey Muhammed! İki yüzlüler sana gelince: “Senin şüphesiz Allah’ın peygamberi olduğuna şehadet ederiz” derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir, bunun yanında Allah, iki yüzlülerin yalancı olduklarını da bilir.>>[13] Allah münafıkların özelliklerini de şöyle belirtir: <<İnananlara rastladıkları zaman, <<inandık>> derler, elebaşlarıyla baş başa kaldıklarında, <<Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz>> derler>>.[14] Allah onların uğrayacağı cezayı da şöyle açıklar: <<Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlara yardımcı bulamayacaksınız>>.[15]

Resulullah sav. yalanı yasaklayıp zemmetmiş, doğruluğu ise emredip övmüştür. Nitekim Buhari ve Müslim şu hadisi rivayet ederler: << Doğruluktan ayrılmayın; zira doğruluk, iyiliğe, iyilik ise cennete götürür. İnsan doğrulukta ve doğruyu aramakta sebat ederse, Allah indinde sıddik olarak yazılır. Yalandan kaçının; zira yalan kötülüğe, kötülük ise cehenneme götürür. İnsan, yalan söylemekte, yalancılıkta ısrar eder, yalanı aramakta diretirse, Allah indinde yalancı olarak yazılır>>.[16]

Süfyan b.Abdillah es-Sakafi, Resulullah’ın, <<Din kardeşine bir şeyi yalan olarak söylemiş olman, onun da bunu tasdik etmesi, büyük bir hiyanettir>>, dediğini işittiğini söyler.[17]

Takıyye Din ve Şeriattır

Bu din, Müslümanların Allah’ın emri ve Peygamberin vasiyeti ile inandıkları bir şeydir; ancak Şiiler, bu hususta akideye hatta temel akidelerine bile yalan katmışlardır.

Mesela Şiilerin <<Saduk>>’ları ve muhaddislerinin üstadı el-Kummi , meşhur risalesi <<el-İtikadat>> şöyle der: <<Takıyye vaciptir; onu terk eden namazını terk eden gibidir>>, <<Takıyye vaciptir; el-Kaim ortaya çıkıncaya kadar onu terk etmek Caiz değildir. Onun hurucundan önce takıyyeyi terk eden kişi, Allah’ın dininden, İmamiyenin inancından çıkmış, Allah’a ve imamlara muhalefet etmiş olur. Cafer es-Sadık’ as. <<Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır>>(Hucurat: 9/13) ayetinin manası sorulduğunda <<Takıyye ile amel edeniniz, en muttaki olanınızdır>> demiştir>>.[18]

Resulullaha’a, <<Takıyyesi olmayan bir mümin, başı olmayan ceset gibidir>>,[19] yalanını isnad eden bir topluluk, niçin takıyyeyi inançlarının esaslarından saymasın.

Şiiler, takıyye ile ilgili olarak, masum kabul ettikleri imamlarından şunları naklederler:

Onlara göre ilk masum imam olan Ali b. Ebi Talib şöyle demiştir: <<Takıyye müminin en üstün amelidir; mümin, kendini ve kardeşlerini facirlerden onunla korur>>.[20]

Üçüncü imamları Hüseyin b. Ali şunu söyler: <<Takıyye olmasaydı, dostumuz kim, düşmanımız kim bilinmezdi>>.[21]

Dördüncü imamları: <<Allah müminin bütün günahlarını affeder, onu dünyada ve ahirette temizler; ancak şu iki günahı affetmez: Takıyyeyi terk etmek ve kardeşlerinin haklarına riayet etmemek>>.[22]

Beşinci imamları el-Bakır lakabı ile meşhur olan Muhammed b. Ali b. El-Hüseyin’in de şöyle dediğini naklederler: <<Takıyyeden daha değerli ne vardır! Takıyye müminin cennetidir>>,[23] <<Eğer başınızda adaletsiz ve zalim bir idare varsa, onlarla zahiren kaynaşın, içinizden de karşı çıkın>>.[24]

<<es-Sadık>> lakaplı Ebu Abdillah künyeli altıncı imamları Cafer b. El-Bakırdan da şu rivayet edilir: <<Ey Habib! Allah’a yemin olsun ki, benim için yeryüzünde takıyyeden daha değerli hiçbirşey yoktur; takıyye yapanı Allah yüceltir, takıyye yapmayanı ise, alçaltır>>.[25]

Yedinci imamları olan Musa b. Cafer, talebesi Ali b. Suveyd’e şöyle yazmıştır: <<Bizim söylediğimiz veya bize nisbet olunan bir şey duyduğun zaman, hilafının doğdu olduğunu bilsen bile, sakın hiçbir şey söyleme; çünkü sen, onu niçin söylediğimizi ve hangi sebeple vaz ettiğimizi bilemezsin. Sana bildirdiğimize inan, gizlemeni istediğimiz şeyi ise ifşa etme>>.[26]

Sekizinci imamları Ali b. Musa şöyle der: <<Vera’sı olmayanın dini, takıyyesi olmayanın imanı yoktur. Allah katında en üstününüz takvası en çok olanınızdır>>. Kendisine, ne zamana kadar böyle olacağı sorulduğunda, <<Bilinen vakte kadar, yani Kaimimizin ortaya çıkacağı zamana kadar. Kim,, Kaimimizin ortaya çıkışından önce takıyyeyi terk ederse, bizden değildir>>, dedi.[27]

İşte Şiilerin yalan hususundaki inançları, onu kutsallaştırmaları ve ondaki aşırılıkları bunlardır. Bütün bunlardan sonra, hiçbir kimse, onlara güvenebilir, sözlerini tasdik edebilir ve kendileriyle gidip anlaşabilir mi? Hindli Şii bilgin es-Seydi <<İmdad İmam>>, şu sözleriyle bunu doğrulamaktadır: <<İmamiye ve Ehli Sünnet mezhepleri, farklı cihetlere doğru akan iki ırmak gibidirler ve kıyamete kadar da birbirleriyle uzak olarak akacaklardır. Birleşmleri imkansızdır>>.[28]

Muhibbudin el-Hatip de, risalesine vermiş olduğu şu isimle bunu dile getirmiştir: <<İmamiye Şiası Dininin Üzerine Kurulu Olduğu Ana Esaslar ve Onunla Bütün Fıkra ve Mezhepleri de Dahil Olmak Üzere İslam Esaslarının Birleştirilmesinin İmkansızlığı>>.

Doğru ile yalan nasıl birleştirilir? Doğru söyleyen ile yalancı bir araya gelebilirmi? Zira yalancı, yalanı zaruri ve vacib saymakla kalmıyor, aynı zamanda onu Allah’a yaklaşmak için en büyük vesile olarak görüyor!

Takıyye Düpedüz yalandan Başka Bir şey Değildir

Bazı Şiiler takıyyeye karşı çıktılar ve takıyyeden maksadın yalan söylemek değil, nefsin korunması ve şerden kurtulmak için gerçeğin (emr) gizlenmesi olduğunu söylediler.

Gerçek böyle değildir; zira onlar takıyye ile yalan ve aldatmayı kastederler ve inandıklarının tersini izhar ederler. Bunun böyle olduğuna şunlar delil teşkil etmektedir:

Muhammed b. Yakub el-Kuleyni, el-Kafi de şunu rivayet eder: <<Münafıklardan bir kimse olmüştü. Hüseyin b. Ali dışarı çıkıp onun cenazesi ile birlikte yürümeye başladı. O sırada dostlarından biriyle karşılaştı. Ona nereye gidiyorsun diye sorduğunda, namazını kılmamak için bu münafığın cenazesinden kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine Hüseyin sağımda durmaya bak, benden ne duyarsan aynısını söyle, dedi. Münafığın velisi (imam) tekbir alınca Hüseyin de tekbir alarak şöyle dua etti: Ey Allah’ım falan kuluna tam bin defa lanet et. Ey Allahım bu kulunu insanların ve beldelerin içinden geçir, cehennemine ulaştır ve ona en şiddetli azabını tattır, çünkü o, düşmanlarını dost edinmiş, dostlarına düşman olmuştu. Nebi’nin Ehli Beytine buğzederdi>>.[29]

Bu yalanın bir benzerini Resulullah’a isnad ederek ona iftirada bulunan Şiiler, Ebu Abdillah’ın şu rivayetini naklederler: <<Abdullah b. Ubey b. Selul ölünce, Hz. Peygamber onun cenazesine iştirak etti. Hz. Ömer resulullah’a, Allah seni onun kabrinde dua etmekten nehyetmedi mi, diye sordu. Resulullah cevap vermedi. Bunun üzerine Ömer tekrar, Allah seni onun kabrinde dua etmekten nehyetmedi mi, diye sorduğunda, Resulullah şu cevabı verdi: Sana yazıklar olsun! Benim nasıl dua edeceğimi nereden bileceksin! Dedim ki, Allahım onun karnını ateş ile doldur, kabrini ateşle doldur ve onu ateşe at. Ebu Abdillah, O (Ömer) böylece Resulullaha söylemek istemediği bir şeyi söyletti, dedi>>.[30] Bu, takıyye hususunda Şiilerin itikadıdır. Şöyle ki, onlara göre ,Resulullah, Allah’ın hakkında istigfarda bulunmasını menettiği bir münafık için istigfar ediniyor görünerek insanları aldatıyor. Resulullah böylece, rivayet ettikleri üzere, ashabının yaptığının tersini yapmak suretiyle Allah’a ve emirlerine muhalefet ediyor; çünkü onlar, Resulullah’ın onun için dua mı, yoksa beddua mı ettiğini bilmiyorlar. İşte bu sebeple ashabın rahmet diledikleri kişiye, aynı anda Hz. Peygamber lanet ediyor. Böylece resulullah’ın içi dışına, dışı içine uymamış oluyor. Onlara göre –Allah korusun- Ömer’e söylemek istediği husus buydu.
 

sunnetehli

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
33
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İslamın son derece güçlü olduğu bir devirde Resulullah’ı Abdullah b. Ubey’e beddua bulunmaya sevkeden nedir? Diye sorabilirsin. Abdullah b. Ubey İslam’dan ve onun şevketinden korktuğu, bir takım fayda ve menfaatlata tamah ettiği için münafıklık etmiştir. Şiiler ise bu uydurma haberi yalnızca çirkin akidelerini kuvvetlendirmek için kullanmışlardır. Onlar böylece Resulullah’ın da tıpkı imamalrı gibi takıyye –yani yalan- ile amel etmiş olduğunu göstermek istiyorlardı. İşte bu, nesi muhafaza ve kötülükten korunmak için işi (inancı) gizlemektedir, dedikleri Şiilerin takıyyeleridir. Hiçbir kimse bunun yalan ve münafıklık olduğundan şüphe edemez. Takıyyenin sırf münafıklık olduğunu açıklayan bir diğer rivayeti Kuleyni,, Muhammed b. Nüslim’den nakleder: <<Ebu Andillah’ın yanına vardım; yanında Ebu Hanife vardı. Ona, canım sana feda olsun, garib bir rüya gördüm, dedim, bana ey Müslim’in oğlu, işte onu bilen burada oturuyor dedi ve eliyle Ebu Hanife’yi işaret etti. Bunun üzerine ben, rüyamda evime girmiştim, o sırada zevcem bana karşı gelerek üzerime bir çok ceviz attı, doğrusu bu rüya beni çok şaşırttı, dedim. Ebu Hanife, sen zevcenin miras meselelerinde ona karşı çıkıyorsun ve bu konuda ihtilaf ediyorsunuz; şiddetli bir sıkıntıdan sonra, inşallah isteğine kavuşacaksın dedi. Bunun üzerine Ebu Abdillah, doğru söyledin ya Ebu Hanife, dedi.>>

<<Ebu Hanife çıkıp gittikten sonra Ebu Abdillah’a canım sana feda olsun, bu nasıbınin tabirinden hoşlanmadım, dedim. Ebu Abdillah üzülme, ne onların tabiri bizim tabirimize, ne de bizim ki onlarınkine uyar; senin rüyanın tabiri onun söylediği gibi değildir, dedi. Ben, canım sana feda olsun, ona hatalı olduğu halde <<doğru söyledin>> demen ve bunun üzerine yemin etmenin sebebi nedir, diye sordum. Ebu Abdillah, evet onun hatada isabet ettiğine dair yemin ettim, dedi>>.[31]

Bilindiği üzere Ebu Hanife, kendisinden korkulacak derecede makam mevki sahibi bir kimse değildi; üstelik idarecilerin öfkesine hedef olan bir insandı. Sonra o, Ebu Abdillah’tan ne kendisini övmesini ne de rüyasını soran kişiyi kendisine yöneltmesini istemişti. Ebu Abdillah bizzat Ebu Hanifeyi övmüş, Muhammed b. Muslim’in rüyasını tabir etmesini istemişti. Daha sonra onu tasdik etmiş ve tabirinin doğruluğuna dair yemin etmişti; onun meclisinden ayrılmasından sonra da onu hatalı olmakla suçlayıp ondan teberi etmişti. Buna ne demek lazım? Bunun nifaktan başka bir ismi olabilir mi?

Bunun bir benzeri de, yine Kuleyni’nin bir ayetle ilgili olarak Kafi’de rivayet ettiği şu haberdir: <<Musa b Uşeym şöyle der: Ebu Abdillah’ın yanında idim, Bir kimse, ona, Allah’ın Kitabından bir ayetle ilgili bir soru sordu, o da cevap verdi. Sonra bir başkası gelerek aynı ayet hakkında sordu, o da cevap verdi. Sonra bir başkası gelerek aynı ayet hakkında sordu, ona birinciye verdiği cevabın tam tersini söyledi. Bu bana öyle dokundu ki, kalbimin adeta bıçaklarla doğrandığını hissetim. Kendi kendime, bir vav harfinde bile hata yapmayan Ebu Katade’yi Şam’da bıraktım da, böyle büyük hatalar yapan bir kimsenin yanına geldim, dedim. Benn böyle düşünürken bir başkası daha geldi ve ona yine aynı ayeti sordu. Bu sefer her iki cevaptan farklı bir cevap verdi, o zaman kalbim rahatladı ve bunun takıyye olduğunu anladım>>.[32]

İnsaflı kişiler bu konuda ne derler? Bu nasıl bir takıyyedir? Bu tanakuz ve tezatlara, onları hangi kötülük sevketmiştir? Bununla hangi musibetten kurtulmuşlardır? Dini ve dünyevi meselelerde, böyle bir itikada sahip olan bir kimseye güvenilebilinirmi? Böyle bir insan, Kitab’a ve Sünnet’e inanırmı? Keşke bilebiseydim… Onların, ne zaman takıyye ile amel edip, ne zaman etmediklerini kim bilebilir? Bu dini bozmak, İslam’ın temelini yıkmak, Allah’ın Kitab’ının ayetleri ile oynamak değil midir?

Bundan da öte, Şiilerin idialarına göre, imamları takıyye sebebiyle haramı hela, helalı haram saymışlardır. Mesela Kafi’de Eban b. Tağleb’ten şu rivayet edilir: <<Ebu Abdillah’ın şöyle dediğini işittim: Babam zamanında, takıyye gereğince doğan ve atmacanın öldürülmesinin helal olduğuna dair fetva verirdi. Ben ise, onlar için takıyyi gerekli bulmuyorum; onlar haramdır>>.[33]

Bu konuda ne söylenebilir? Onun helal diye fetva verdiği haram değil midir? Ey Allah’ın kulları, din ve şeriat bumudur? Onun, avamdan birinin bile haram olarak kabul ettiği bir şeyin helal olduğuna dair fetva vermesi caizmidir? Onların iddia ettikleriimamet ve ismet nerededir?

Bakınız Cenabı Hakk bu konuda ne buyuruyor: <<Ey Muhammed de ki, Allah’ın kulları için yarattığı zinet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir>>.[34] Allah Yahudilerin ve hristiyanların zemmi için de şöyle buyurur: <<Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler>>.[35] Resulullah da bu hususu şu sözle açıklar: <<Onlar kendilerine helal kıldıkları bir şeyi helal kabul ederler; kendilerine haram kıldıkları bir şeyden de sakınırlar>>.[36]

Yüce Allah, bir şeyi haram yahut helal kılmanın yalnız kendisine ait olduğunu; Peygamberinin bile bu hususta hiçbir hakkının olmadığını şu ayetle beyan etmiştir: <<Ey Peygamber, Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine yasak ediyorsun>>.[37]

Haramı helal, helalı haram kılan sadece el-Bakır değildir! Şiilerin inançlarına göre, bütün imamlar, Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram sayma hakkına sahiptirler. Bu yüzden el-Bakır, haramı helal, helalı haram saymıştır.

Şianın büyük muhaddisi Ebu Amr Muhammed el-Keşşi kitabında şu rivayeti nakleder: <<Hamdeveyh, es-Sakafi’den, o, Ebu Hazma Makıl el-Iclı’den, o Abdullah b Ebi Yafur’dan şöyle rivayet eder: <<Ebu Abdillah’a Allah’a yemin olsun ki, bir hurmayı ikiye ayırıp şu helal, şu haramdır desen, helal dediğin helal, haram dediğinin de haram dediğine inanırım. (Acaba Ebu Abdillah bu söze karşı çıkıp reddetti mi? Hayır üstelik şöyle dedi) Allah sana rahmet etsin, Allah sana rahmet etsin>>.[38] İşte Şiilerin övdükleri tikadları budur. Ebu yafur’un bu sözü üzerine el-Cafer şunuda söylemiştir: <<Abdullah b. Ebi Yafur’dan başka hiçbir kimse, Allah’ın hakkımızda farz kıldığını bize eda etmemiştir.>>.[39]

Şiilerin dokuzuncu imamları Muhammed b. Ali b. Musa, kendisine Şia’nın ihtilafı hakkında bir soru sorulduğunda şu cevabı vermiştir: <<İmamlar, istediklerini helal, istemediklerini haram kılan kimselerdir>>. Böyle bir inancı olan kimsenin diğer meselelerde yalan söylemiyeceğini nasıl inanılabilir? Helal-Haram konularında kendisine güvenilmeyen bir kimseye, mübahlar konusunda nasıl güven duyulabilir?

Sonra el-Bakır’ı, fetvayı vermeye zorlayan kimdir? Cafer’in sözünden anlaşılan, babasının fetvasının Emevi sultanlarını hoşnut etmek için verilmiş olacağı hususudur. Zira o, <<(Babam) Emeviler devrinde fetva veriyordu>> diyor. Bunu böyle kabul etsek bile, acaba Şiiler doğru olduğuna inandıkları şu rivayete ne diyeceklerdir: <<Cabir’in, bizzat el-Bakır’dan naklettiği bu rivayete göre Resulullah şöyle demiştir: Kim zalim bir sultanı, Allah’ı gazaba getirerek hoşnud ederse, Allah’ın dininden çıkar>>.[40] Şiiler, haram’ı helal kılmayı Allah’ı gazablandırmak saymıyorlar mı?

Ali b. Ebi Talib, iddialarına göre, bir hutbesinde şöyle demiştir:<< İman, sana zararı dokunacak bir yerde doğruluğu, fayda temin edecek olana yalana tercih etmendir>>.[41]

Artık hiçbir kimse, takıyyenin sırf yalan olduğundan şüphe edebilir mi?

Bu hususla ilgili birkaç misal verelim :

Bu konuda pek çok misal mevcuttur. Mesela Seleme b. Muhriz’den şu rivayet nakledilir: <<Ebu Abdillah’a, bana vasiyet eden bir ermani’nin öldüğünü söyledim, ermani’nin ne olduğunu sordu, onun dağlarda yaşayan bir Nebati olduğunu, öldüğünde terikesini bana vasiyet ettiğini, geriye yalnız bir kızı kaldığını söyledim. Bana, terikesinin yarısını al, dedi. Bu haberi Zerare’ye söylediğimde, o senden takıyye yapmış, malın tamamı kıza aittir, dedi. Bunun üzerine tekrar Ebu Abdiilah’ın yanına gittim. Ona, Allah sana hayırlar versin, dostlarımız, senin bana karşı takıyye yaptığını söylüyorlar, dedim. O, hayır, Allah’a yemin olsun ki sana karşı takıyye yapmadım; fakat kefil olmandan korktum; bunu hiç kimse anladımı, dedi. Hayır, dedim. Ebu Abdillah, kıza malın kalanını da ver, dedi>>.[42]

Bakın Ebu Abdillah, Seleme b. Muhriz’e önce malın yarısını almasını, sonra da tamamını kıza vermesini söyledi. Bu iki şıktan ancak birisi doğru olabilir. O, ya malın yarısını almak hakkına sahiptir, ya da hiçbir şey alamaz. Eğer hiçbir hakkı yoksa, niçin önce yarısını almasını söyledi; şayet hakkı varsa niçin ikinci seferde fikrinden döndü? Zürare b Ayun ne arkadaşı ve yoldaşı, ne de bir mukallidi olduğu halde imam niçin korkuyordu? Bir kimsenin, takıyye adına, doğru ifadeyle yalan ile, Allah ve Resulünün emirleri hilafına fetva vermesi caiz midir?

Feraiz meseleleri, içtihadla değil, nasslarla sabittir. Nassları değiştirip ve bozup, tersine fetva veren bir kimseye diğer meselelerde itimad edilebilir mi? Yine Kuleyni’nin Kafisinde naklettiği, bu rivayete çok benzeyen bir rivayet daha vardır. Buna göre Abdullah b. Muhriz şöyle der: <<Ebu Abdillah’a, bana vasiyette bulunan bir kimsenin öldüğünü ve geriye kızının kaldığını, bu adamın mirası hakkında ne diyeceğini sordum. Bana, mirasının yarısını kıza, yarısınıda Mevlalara ver dedi. Bu meseleyi dostlarımıza danıştığımda onlar, hayır, Allah’a yemin olsun ki, Mevlalara verilecek bir şey yoktur dediler.bunun üzerine Ebu ABdillah’ın yanına tekrar gidip, dostlarımız Mevlalara verilecek bir şey yoktur, o sana karşı takıyye yapmıştır diyorlar dedim. Ebu abdilah, hayır, Allah’a yemin olsun ki, sana karşı takıyye yapmadım; fakat terikenin yarısından almandan korktum; eğer korkmuyorsan diğer yarısını da kıza bırak, Allah sana kefil olacaktır, dedi>>.[43]

Bu iki rivayetten anlaşılıyor ki, Şiiler yalana, sadece nefsi korumak, zatı, muhafaza etmek için cevaz vermekle kalmamışlar, hiçbir sebep olmaksızın yalan söylemişlerdir. Soru soranAbdullah b. Muhriz ve Seleme ne emevilerden, ne de Abbasilerdendir; her ikisi de hakiki Şii olup <<masum imam>>’ın taraftarındandır. Aynı şekilde, Cafer verdiği batıl fetvayı icabı değil, Maslahat icabı yalan yere verdiğini de belirtmiştir.

Şii imamlar, takıyyenin sadece yalandan ibaret olduğunu da açıklamışlardır. Mesela Ebu Basir, Ebu Abdillah’aran şu rivayeti nakleder: <<Ebu Abdillah, takıyye Allah’ın dinindendir, dediğinde gerçekten Allah’ın dininden midir, diye sordum. Şöyle cevap verdi: Evet, Allah’a yemin olsun ki, takıyye Allah’ın dinindendir. Nitekim Yusuf onların yüklerini yükletirken bir su kabını kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münadi şöyle bağırdı: Ey kervancılar siz hırsızsınız>> (Yusuf 70) Halbuki onlar hiçbir şey çalmamışlardı>>.[44]

Şii muhaddis el-Keşşi’nin naklettiği rivayet bundan daha açıktır: <<Hüseyin b. Muaz b. Muslim en-Nahvi, Ebu Abdillah’tan şunu nakleder: Ebu Abdillah bana, duyduğuma göre halkı camiye toplayıp onlara fetva veriyormuşsun dedi. Ben de evet zaten buradan ayrılmadan sana bunu soracaktım; ben camideyken bir kimse yanıma gelip bir şey soruyor, ona bu hususu anlatırken senin söylediklerini haber veriyorum dedim. Bunun üzerine Ebu Abdillah, bildiğin gibi yap, ben de öyle yapıyorum dedi.>>[45]

Onların imam dedikleri bu kimse, insanlara yalan söylemelerini ve başkalarını aldatmalarını emrediyor. Yüce Allah <<Ey inananlar! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun>>,[46]<<Ey inananlar Allah’tan sakının ve dürüst söz söyleyin>>[47] buyururken, bu anlayışa ne demeli? Burada ki mesele, yani takıyye, Allah’ın bu zikrettiğimiz ayetlerine ters düşmektedir. Şiiler, sadece yalan söylemekle kalmıyorlar, üstelik onu emrediyorlar ve Allah’a yaklaşmada bir fazilet sayıyorlar, mezheplerini bunun üzerine kuruyorlar. Onların hadis ve tefsir kitapları, bu nevi yalan ve batıl sözlerle doludur.

Onlar, bu durumdan şikayet eden bir kimseyi, bu hilafı, tenakuz ve yalandan ibaret olan takıyyenin maslahat ve maksada dayandığını belirterek suçlarlar. Mesela el-Keşşi, Ebul Hasan Musa el-Kazı’ın hapishanede iken taraftarlarında birine şöyle yazdığını zikreder: <<Bizim davetimizi kabul edeceğine inandığın kimseyi, Rabbinin yoluna çağır. Biz hapiste olduğumuz için üzülme. Bizden mervi veya bize nispet edilen bir haber sana ulaştığında, yanlış olduğunu bilsen bile, sakın bu batıldır deme; zira sen onu niçin söylediğimizi nasıl vasıflandırdığımızı bilemezsin>>[48]

Onlar, sadece yalan söylemekle kalmazlar, üstelik insanları buna teşvik ederler. Mesela Ebu Abdillah’tan şu rivayette bulunurlar: <<Sizden her kim, farz namazını vaktinde kılar ve sonra onlarla tahiyye namazı kılarsa, Allah bu kimseye yirmibeş derece sevap yazar. O halde böyle yapmaya devam edin>>.[49]

Bir kimsenin, Kuran ve Sünnet’e aykırı bir söz işitip, bu imamlardan birisinden rivayet edilmiştir diye alması ve onun batıl olmadığına hükmetmesi, aklan uygun bir şey midir? Bu sözün, sadece imamlardan sadır olması, Kitab ve Sünnet’e uygun düşmemesi halinde, onu kabul etmeyi gerektirmez; çünkü İslam’da esas olan, sadece, tenakuz ve hilaftan uzak bulunan Allah’ın Kitabı ve Resulünün Sünnet’idir.

Aynı şekilde, akıllı bir insanın bazısı bazısına ters düşen bir şey duyup ve götürüp <<bu tamamen haktır ve doğrudur>>, demesi mümkün müdür? Gerçeğin bir tek olduğu malumdur. Bir kimsenin sözlerinin birbirini tutmaması ve görüşlerinin tenakuz halinde olması, yalanın açık alametlerindendir.

Şiilerin, bir mesele hakkında ileri sürdükleri bir görüş, muhakkak o meseledeki başka bir görüşle teat teşkil eder. Hatta hadis ravilerinin içinde bile, hakkında hem sika, hem de zayıf diye bir kavil olmayan birisine rastlamak biraz zordur. Öyle ki, bazılarının sika dediği raviyi, diğeri Esfel-i Safiline indirerek lanetlilerin lanetlisi yapar.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Kafi c:2 s.219

[2] Kafi c.2 s.217

[3] Kafi c:2 s.217

[4] Kafi c.2 s.222

[5] Maide 67

[6] Hicr 94

[7] Buhari

[8] Tırmızi

[9] Buhari

[10] Ahzab 39

[11] Ahzab 23,24

[12] Maide 54

[13] Münafıkun 1

[14] Bakara, 14

[15] Nisa, 145

[16] Buhari

[17] Ebu Davud

[18] Kummi, el-İtikadat

[19] Tefsiru Askeri, s. 162

[20] Tefsiru Askeri, s. 162, Matbaatu Caferi, Hind

[21] Tefsiru Askeri, s. 162, Matbaatu Caferi, Hind

[22] Tefsisru Askeri, s. 164

[23] Kafi c.2 s.220

[24] Kafi c.2 s.220

[25] Kafi c.2 s.217

[26] el-Keşşi, Rical, s.365

[27] el-Erdebili, Keşful Gumme s. 341

[28] Mishabuz Zulm s.41-42

[29] Kuleyni, el-Kafi, c. 3, s. 189

[30] Kafi c.3 s.188

[31] Kuleyni c. 8 s.292

[32] Kafi c.1 s. 163

[33] Kafi c.6 s.208

[34] Araf 32

[35] Tevbe 31

[36] Tırmızi

[37] Tahrim 1

[38] el-Keşşi, Rical, s. 215

[39] el-Keşşi, Rical, s. 215

[40] Kafi c.3 s737

[41] Nechul Belaga

[42] Kafi c. 7 s. 86-87

[43] Kafi c.7 s.87-88

[44] Kafi c.2 s. 217

[45] el-Keşi Rical s. 218

[46] Tevbe 119

[47] Ahzab 70

[48] el-Keşşi; Rical, s. 368

[49] Kafi s.1


http://www.kerbela.be/makaleler/10.html
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ya bunların akımı bilgiye dayanmıyor, delile dayanmıyor, hadis bile söyleseler, ki çok az hadis kabul ederler, yalancı oldukları ve güvenilmedikleri konusunda tüm mezheb alimleri ittifak etmiş. Yani bence tartışmanın anlamı yok, İslamı bilmiyor, Kur'anı bilmiyorsan her tarafa çekilirsin, ama bunlara vakıfsan ayağın sabit kalır. Ayrıca bu mesajlarla forumun db sini boşuna şişrmemek adına, cevap vermiyorum o malum şahsın yazdığına. Ben yazımda bi ton sahih hadise yer verdim kendisi masal anlatmış, ayrıca buhariye saçmalık diyor yazısında buhariden hadis aktarıyor. Allah böyle şaşırtır adamı sen Sünniliğin içinde doğmuşun anlamamışın sonradan şii olmuş onu nasıl anlayacan ya neyse kapattım ben mevzuyu bu forum şia forumu değil
 

sunnetehli

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
33
Tepkime puanı
0
Puanları
0
ŞİİLER NİÇİN TAKIYYE’YE İNANIRLAR?



Şiiler, takıyyeye inanma ve onunla amel etme sebeplerini açıklasalar da, bütün diğer meselelerde anlaşılmazlığa düştükleri gibi, bu konu da da ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bir grup <<takıyye canı, ırzı ve malı korumak için vaciptir>> derler[1]



Şeyhut Taife et-Tusi, tefsiri et-Tıbyan’da <<Takıyye canı korumak için vaciptir; acak hakkı açıkça söylemenin cevazı hususunda ruhsat olduğunu da rivayet olunmuştur…., Museyleme’nin kıssasından, takıyyenin bir ruhsat, hakkı açıklamanın ise bir fazilet olduğu anlaşılmaktadır>>, der.[2]



Şeyh Saduk da şöyle demiştir: <<Takıyye vacibdir. Kaim zuhur etmediği sürece onu kaldırmak caiz değildir. Kim, Kaim’in zuhurundan önce takıyyeyi terk ederse, İmamiye inancından çıkmış, Allah’a, Resulüne ve imamlara muhalefet etmiş olur. Es-Sadık’a <<Allah indinde en değerliniz, ondan en çok çekinenizdir>>ayeti sorulduğunda, <<Takıyye ile en çok amel edeniniz, en müttaki olanınızdır>>, cevabını vermiştir>>.[3]



Şiiler, Ali b. Ebi Talib’in de, <<Takıyye müminin en üstün amelidir. Onunla kendisini ve kardeşlerini facirlerden muhafaza eder>>, dediğini nakleder.[4]



Onlardan bir grup da, <<Takıyye, ister canı korumak için, isterse başka bir şey için olsun vacibdir>>, dediler. Kuleyni, Zürare’den, Ebu Cafer’in şöyle dediğini nakleder: <<Her zaruret anında, takıyye mümkündür; bu zarureti, takıyye sahibi herkesten iyi bilir>>.[5]



Şeyh es-SAduk da, Cabir’den şu rivayette bulunur: <<Allah Resulü’ne, ey Allah’ın Resulü, insanlar Ebu Talib’in kafir olarak öldüğünü söylüyorlar, dedim. Bana ey Cabir, Rabbin gaybı en iyi bilendir; beni semaya çıkardığı gece Arşa vardığımda, dört ışık gördüm; bana: Bu, Abdulmuttalib, bu, amcan Ebu Talib, bu, baban Abdullah; bu da, amcanın oğlu Cafer b. Ebi talib’dir denildi. Ben de, ey Allah’ım, onlar bu dereceye nasıl nail oldular, dediğimde, onlar imanlarını gizledikleri ve ölünceye kadar küfürlerini izhar ettikleri için bu dereceye nail oldular, dedi>>.[6]



Şii müfessit et-Tabersi <<..ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır>> (3/28) ayetinin, nefsi korumak için dinde takıyye yapmanın caiz olduğuna delil teşkil ettiğini söyler.[7]



Tusi, Müseyleme kıssası ile ilgili olarak Hasan’ın rivayetini zikrettikten sonra, <<bu takıyye için bir ruhsattır, gerçeği izhar etmek ise, fazilettir>> der.[8]



Lutfullah es-Safi, kitabı <<Meal Hatib …>> de, <<Evet, Şia Muaviye, Yezid, Velid ve Mansur gibi zalim sultanların ve emirlerin idare ettiği İslam ülkelerinde yaşayan Müslümanların takıyye yapmalarını caiz görmüş ve onunla amel etmişlerdir.>> der.[9]



Hindli Şii alim Seyyid Ali, <<İmamiye malı ve canı korumak için takıyyenin caiz olduğuna inanır>>, demiştir.[10]



Kuleyni, Zürare’nin Ebu Cafer’den naklettiği şu rivayeti zikreder: <<Şu üç şeyde hiçbir kimseye karşı takıyye yapmam: İçki içmek, ayaklara meshetmek ve hacc esnasında muta nikahı>>.[11]



İbn Babeveyh el-Kummi de, kitabında bu rivayetin bir benzerini nakleder: <<İmam, içki içmek, ayakları meshetmek ve hacc mutası hususunda hiç kimseye karşı takıyyede bulunmadığını söylemiştir.>>[12]



Gerçekten Şiiler, ister canı korumak, isterse başka bir şey için oldun, bütün meselelerde takıyyeyi vacib sayarlar. Daha doğrusu onlar, yalana fena halde alışmışlar, ona cevaz vermişler ve ona başka bir isim takarak fazileti ile ilgili hadisler uydurmuşlardır.



Şiiler, imamlarından gelen farklı kaviller, çelişkili görüşlerle karşılaştıklarında gene takıyyeye ihtiyaç duymuşlar, ona sığınmışlardır. Kendilerine hata ve unutmadan masum olan imamlarının tek bir şey hakkında nasıl olup da ihtilafa düştükleri, bir seferde cevaz verdikleri bir şeyi bir başka zaman nasıl haram kıldıkları; aynı şey hakkında bir vakitte başka, diğer bir vakitte başka şeyler söyledikleri şeklinde bir itirazda bulunduğu zaman ise, onların yani imamlarının, her iki durumda da, bunları takıyye icabı yaptıklarını söylemekten başka verilecek bir cevap bulamamışlardır. İnsaf sahibi Şiiler, bunu itiraf etmişlerdir.



Bu hususla ilgili bazı misaller:



Üçüncü asrın tanınmış Şii alimlerinden Ebu Muhammed el-Hasan en-Nevbahti, Ömer b. Rebah’tan şu rivayeti nakleder: <<Ebu Cafer’e bir mesele sordum, cevap verdi. Sonra bir başka sene yine aynı meseleyi sordum; birincidien farklı bir cevap verdi. Ebu Cafer’e cevabın bu mesele hakkında bir önceki sene vermiş olduğun cevaba uymuyor, dediğimde, Ebu Cafer: Olabilir, cevabımız takıyye icabı verilmiştir, dedi. Bu cevap, benim, EBu Cafer ve imameti hakkında şüphelenmeme sebep oldu. Daha sonra, Ebu Cafer’in taraftarlarından olan Muhammed b. Kays isimli bir kimseye rastladım. Ona, Ebu Cafer’le aramızda geçenleri şöyle anlattım: Ebu Cafer’e bir mesele sordum, bana cevap verdi. Bir başka sene aynı şeyi sorduğumda, daha önceki cevabının trsini söyledi. Ona, niçin böyle farklı cevap verdiğini sorduğumda, takıyye icabı öyle yaptığını söyledi. Allah biliyorki, ben o meseleyi, ona vereceği fetvaya uymak ve onunla amel etmek için samimiyetle sormuştum, başka bir amacı yoktu. Üstelik, ben bu haldeyken takıyye yapmasına bir sebep de yoktu. Bunun üzerine Muhammed b. Kays, belki yanında takıyye yapması gereken bir kimse vardı, dediğinde, hayır onun yanında sorusu olan, benden başka hiç kimse yoktu; fakat o, her iki cevabı da rast gele vermiştir. Geçen sene verdiği cevabı hatırlayamadığı için aynı cevabı veremedi dedim. Bu konuşmalardan sonra Ömer b Rebah: Ne şekilde ve hangi sebeple olursa olsun, batıl fetvaveren ve Allah’ın vacib kılmadığı bir yerde takıyye yaparak huzur içinde kapısını kapatan bir kimse, imam olamaz, deyip, onun imametini reddeder. Aynı şekilde, imamın sadece emrul bil maruf ve nehyu anil münker yapması gerektiğini de belirtir>>.[13]



Kuleyni, Zürare b Ayun’dan Ebu Cafer’in şu rivayetini nakleder: <<Ebu Cafer’e bir mesele sordum, cevap verdi; sonra bir başkası gelip aynı meseleyi sorduğunda, ona, bana verdiğinin tersi bir cevap verdi. Bir başka adam daha gelip aynı şeyi sorduğunda ise, ilk iki cevaptan farklı bir cevap verdi. Bu iki kişi meclisten çıktıktan sonra ona, Ey Allah Resulünün oğlu, taraftarlarınızdan iki kişi bir mesele sormak için ta Irak’tan geldiler; onarlın her birine diğerine verdiğinden farklı cevap verdin, dedim. Bunun üzerine bana, Ey Zürare, bu, bizim içinde sizin içinde daha hayırlıdır, dedi ve şöyle devam etti : Babama, taraftarlarınız, yanında ihtilaf ederek çıkmış olsalar bile onları savaşa veya ateşe sevk etseniz, giderlerdi, dedim>>.[14]



El-Keşşi, bu rivayetin bir benzeri onun oğlu altıncı imam el-Cafer’den nakleder: <<Ebu Abdillah…., Muhammed b. Ömer’den şunu rivayet eder: <<Ebu Abdillah’ın yanına girdim; bana, tanından ayrıldığında Zürare nasıldı, diye sordu. Güneş batıncaya kadar ikindi namazını kılmıyordu dedim. Ona namazını ashabının vakitlerinde kılmasını, aksi takdirde çok kızdığımı söyle, dedi. Bunun Zürare’ye bildirdiğimde, şöyle dedi: Allah’a yemin olsun ki, senin onun hakkında yalan söylemeyeceğini biliyorum; fakat o bana terk edilmesini iğrenç bulduğum bir şey emretti>>.[15]



Zürare, Cafer b. Muhammed el-Bakır’ın <<İstitaat>>ın tefsiri meselesinde tenakuz ve tezada düştüğünü görünce, <<bana bilmediği halde istitaat’ı açıklayan o, yani Ebu Abdillah el-Cafer değil midir? Sizin bu adamınız, kelam ilminden hiç nasib almamış, dedi.[16]



Bunun benzeri bir başka rivayet de, yedinci imamları Cafer’in oğlu Musal Hasan’dan rivayet edilir. El-Keşşi bunu sene ile birlikte Şuayb b. Yakub’dan nakleder: <<Ebul Hasan’a evli olduğunu bilmeden evli bir kadınla evlenen kimseni,n durumunu sordum. Cevap olarak kadının recm edileceğini, eğer bilmiyorsa adama bir şey gerekmeyeceğini söyledi. Bunu Ebu Basir el-Muradi’ye anlattığımda, vallahi kadın recmedilir, adama had cezası tatbik edilir, - elini gögsüne götürerek- zannederim arkadaşımızın ilmi kemale ermemiş, dedi>>.[17]



Bu Ebu Basir, Cafer b. Bakır’ın, <<O bahtiyarları yani Bureyd b. Muaviye, Ebu Basir, Muhammed b. Müslim ve Zürareyi cennetle müjdeler; bunlar Allah’ın helal ve haramı konusundaki eminleri, en seçkinlerdir. Bunlar olmasaydı, nübüvvet haberleri kesintiye uğrar, unutulup giderdi>>,[18]



Daha önceleride Şiiler, Hz. Hasan ve Hüseyin’den ra. gelen buna benzer tezad ve tenakuzlardan müşteki olmuşlardır. Nevbahti bu şikayetleri zikreder ve şöyle der: <<Hüseyin şehid edildiğinde, taraftarlarında bir grup şöyle demişlerdir: Hasan ve Hüseyin’in yaptıkları işi anlayamıyoruz; şayet Hasan’ın taraftarlarının çokluğuna ve güçlü olmasına rağmen Muaviye ile sulh yapıp savaşmaktan aciz olduğunu kabul etmesi gerekli ve doğru bir iş ise, taraftarları az ve zayıf olan Hüseyin’in , daha çok adamı olan Yezid’le, kendisinin ashabının tamamının ölümüne müncer olan muharebesi batıldır ve vacib değildir; çünkü şayet Hüseyin yezid’le savaşmaktan vazgeçip sulh taleb etseydi, Muaviye ile savaşmaktan vazeçen Hasan’dan daha çok mazur görülürdü. Eğer hüseyin’in, kendisi, çocukları ve taraftarları katledilinceye kadar Yezid’le savaşması vacib ve doğru bir iş ise, yanında çok sayıda taraftarı bulunduğu halde Muaviye ile savaşmayı bırakan Hasan’ın yaptığı iş batıldır. Bu yüzden bir kısım Şiiler, Hasan ve Hüseyin’in imametinden müştekil oldular ve onlardan ayrılarak diğer Müslümanların içine karışıp dağıldılar>>



Hindli Şii alim, <<Esasul Usul>> isimli kitabında, imamlarından naklen şunları bildirir: <<İmamlardan rivayet olunan mesur hadisler gerçekten çok farklıdır. Öyle ki, her hadisin mukabilinde ona zır olan bir başka hadis vardır; üzerinde ittifak edilen hiçbir haber yoktur ki, ona tezad teşkil eden başka bir haber bulunmasın, nitekim bu durum, Şeyhut Taife et-Tusi’nin <<et-Tehzib>> ve <<İstibrar>> ının başında açıklandığı gibi, bazılarının Şiilikten çıkmasına sebep olmuştur>>.[19]



Takıyyenin diğer bir sebebi de, Şii taraftarına teşeyyu üzere olduklarını yalan vaadlerle ispat etmeye çalışmış olmalarıdır. Kuleyni, Ali b. Yaktin’den şu rivayeti naklerde: <<Ali b. Yaktin oğluna şöyle demiştir: Ebul Hasan, Şia’nın yüz senedir emellerle büyüdüğünü söylemiştir; böyle söylemesine rağmen söylendiği gibi olmamıştır. Ali de şöyle demiştir: Size söylenen, yalnız bir kaynaktan gelmektedir; fakat Cafer’le ilgili olan mesele bahsedildiği gibi olmuştur. Bizim işimiz ise, henüz gerçekleşmedi; emellerle uyarlandık durduk. Eğer bize, bu iş, iki ya da üç yüzyıldan aşağı olmaz denseydi, kalpler katılaşır, insanların hepsi İslam’dan dönerdi; fakat onlar, insanların kalplerini ısındıracak, rahatlamalarını sağlayacak şeyler söylediler>>.[20]



Nevbahti’nin kitabında, Süleyman b. Cerrir’den naklettiği bir rivayet bundan daha açıktır: <<O taraftarlarına şöyle demiştir: Rafizilerin imamları, taraftarlarına iki kelime beyan ederler. Onlar bu iki kelime sayesinde, imamlarında hiç birinin asla yalan söylemediğine inanırlar. Bunlar <<beda>> ve <<takıyye>> dir. Şii imamlar, olmuş ve olacağa ait haberler ve yarın ne olacağının bilinmesi hususunda, taraftarlarına, kendilerini, peygamberlerin makamında gösterirler. Taraftarlarına, yarın ve ileride gelecek günlerde şöyle şöyle olacaktır dediler. Söyledikleri grçekleştiği zaman, biz size, bunun böyle olacağını daha önce söylemedik mi? Allah2ın nebilerine bildirdiklerini biz de biliriz; Allah’tan ilim, alırız, dediler. Eğer olacağını söyledikleri şey tahakkuk etmezse, taraftarlarına, Allah’ın bu hususta beda yaptığını söylediler. Takıyyeye gelince, helal, haram ve din ile ilgili diğer konulardaki meseleler çoğalınca, imamlar gelen sorulara cevap verdiler. Soru soran taraftarları, aldıkları cevabı ezberlediler ve daha sonra yazıp tedvin ettiler. İmamlar ise, vermiş oldukları cevapları hıfz etmediklerinden, bir süre sonra unuttular; çünkü meseleler, ne bir günde, ne bir ayda, daha doğrusu farklı senelerde, farklı zamanlarda ve aylarda rivayet olundu. Böylece bir mesele hakkında muhtelif ve birbirine zıt cevaplar, farklı meselelerde de birbirinin aynı olan cevaplar ortaya çıktı.. taraftarları bu durumu anlayınca, cevaplardaki karışıklığı ve farklılığı imamlara yüklediler; sebebini sordular ve öğrendiklerinde de onları ayıpladırlar.



Bu nasıl caiz olabilir? Zira imamları kendilerine, <<biz bu cevabı takıyye icabı verdik, nasıl istersek öyle cevap veririz; çünkü bu bize kalmış bir iştir. Biz, size faydalı olan şeyi, bekanızın nerede olduğunu, düşmanımızı savuşturmayı sizden daha iyi biliriz>>, demekteydiler. İmamların yalan söyledikleri ne zaman ortaya çıktıve onların hak veya batıl üzere oldukları ne zaman bilindi de, Ebu Cafer’in taraftarlarından bir grup bu iddiada bulundu ve Ebu Cafer’in imametini kabul etmediler>>.[21]



Takıyye inancının ortaya çıkmasında amil olan bir başka zaruret de, Şii imamlardan, Resulullah’ın ashabını övdükleri, Kuran’ın şahadetine göre üstünlüklerini itiraf, imamet ve liyakatlarını ikrar ettikleri yolunda bazı haberlerin olmasıdır. Bunun yanı sıra Hz. Ali’nin ve Ehli Beyt’in ashabın kendilerine beyat ettiklerini bildirmeleri, onlara kızlarını vermeleri, aralarında güçlü ve güzel münasebetler kurmaları; zaman zaman Şia’dan teberi edip onları zemmetmeleri, akidelerinin bozukluğunu açıklamaları, onların şaşırmalarına ve takıyyeye sarılmalarına sebep oldu; zira Şiilik yalnızca Hz. Muhammed’in sav. ashabından teberi, onlara ve dostlarına karşı şiddetli düşmanlık besleme, Ehli Beyt’e bağlılık iddia etme ve sadece kendilerine samimiyet gösterme esası üzerine kurulmuştur. Şiiler bu çıkmazla karşılaştıklarında, kurtuluşu, imamlar bunu ancak takıyye gereği söylediler; fakat açığa vurduklarının aksine inanıyorlardı, demekte bulmuşlardır.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Muhtelif Şia Kitapları

[2] Tusi, Tefsiri Tıbyan

[3] Kummi, el-İtikadat

[4] Tefsiru Askeri, s. 163

[5] el-Kafi

[6] Camiul Ahbar

[7] et-Tabersi, Mecmaul Beyan Ali İmran Suresi 28. Ayetin Tefsiri

[8] et-Tusi, et-Tıbyan

[9] es-Safi, Meal Hatib fi Hututihi Arida, s.39

[10] Mishabuz Zulm s.71

[11] Kafi c.1 s.39

[12] Kummi, Men La Yehduruhul Fakih, c.1 s.16

[13] Nevbahti, Fıraku’ş Şia s80-82

[14] Kuleyni Kafi s. 37

[15] el-Keşşi, Rical s. 128

[16] el-Keşşi, Rical s. 133

[17] el-Keşşi, Rical s. 154

[18] el-Keşşi, Rical s. 152

[19] Esasul Usul, s.15

[20] Kuleyni, Kafi s.223

[21] Nevbahti, Fırakuş Şia s. 85-87
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Sünni Hadislerini Kabul Edince Bile şia Nin Hak Olduğunu Göstermek Icin Sunni Hadilserini Kullaniyorum
 
Üst Alt