Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Şiilik 1 -

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
I. ŞİÎLİK[1]

A) Kısaca İzahı:


Şiilik, îslâm siyasî mezheplerinin en eskisidir. Şiilerin ve mez*heplerinin Hz. Osman (RA)'ın son dönemlerinde ortaya çıktığını, Hz. Ali (R.A.)'m döneminde ise gelişip yayıldığım daha önce izah et*miştik.

Hz. Ali (R.A.) insanlarla oturup kalktıkça insanlar onun hayra*nı oluyorlar, kabiliyetini, ilmini ve dindarlığını son derece beğeni*yorlardı. Aşırı uçlar, insanların bu duygularını istismar edip, kendi görüşlerini yaymaya başladılar.

Emevîler döneminde Hz. Ali (R.A'.)'ın çocuklarına karşı yapılan zulüm ve işkenceler çoğalıp had bir safhaya varınca, Resulûllah'm soyundan olan bu insanlara karşı sevgi hisleri gittikçe arttı, insan*lar bunlara, zulüm neticesinde şehid olanlar nazarıyla bakmaya baş*ladı. Bu yolla Şiî mezhebinin çerçevesi gitgide genişledi ve mezhebin mensupları çoğaldı.

Bu mezhebin temel prensipleri îbn-i Haldun'un, «Mukaddime» adlı eserinde zikrettiği şu esaslardan ibarettir:

«Hilafet meselesi, ümmetin görüşüne başvurulan umumî mese*lelerden değildir. Halife olacak kişi de ümmetin tayini ile başa gele*cek birisi değildir. Hilafet, dinin temel prensibi ve İslâm'ın bir esa*sıdır. Herhangi bir peygamberin bundan gafil olması, onu ihmal et*mesi ve bunu ümmete bırakması asla caiz değildir. Bilakis peygam*berlerin, ümmete imam tayin etmesi onun üzerine bir görevdir. İma*mın da, büyük küçük bütün günahlardan beri olması gerekir.»

Bütün şiîler Ali b. Ebi Talib (R.A)'ın, Peygamber Efendimiz (S. A.V.) tarafından seçilmiş bir Halife olduğu ye onun, ashab-ı kiram (R.A.)'ın en efdali olduğu hakkında ittifak etmişlerdir.

$üler, sahabe-i kiram içinde de Hz. Ali'yi bütün sahabeden üstün sayanların bulunduğunu ileri sürmektedirler. Ilımlı bir Şiî olan îbn-i Ebil Hadid, Hz. Ali'yi bütün sahabeden üstün sayan sahabîler ola*rak şunları zikretmiştir.

Âmraar.b. Yasir, Mikdad b. Esved, Ebu Zer el-Ğifari, Selman el-Farisî, Cabir b. Abdullah, Ubey b. Kâ'b, Huzeyfe, Bureyde, Ebu Eyyûb el-Ensarî, Sehl b. Hanif, Osman b. Hanîf, Ebu el-Heysem ,b. et-Teyhan, Ebu et-Tıfl Âmir b. Vâile, Abbas b. Abdühnuttalip ve oğuîîan ve bütün Haşimoğullan.

İbn-i Ebil Hadid şöyle devam ediyor: «Zübeyr b. Avam da önce*leri bu görüşteydi. Daha sonra bu görüşünden döndü.» İbn-i Ebil Ha*did, Benî Ümeyye'den bazılarının da aynı görüşte olduklarını Sa'd b. el-As'm bunlardan biri olduğunu sölyer.[2]

Bütün şiiler aynı görüşte değildirler. İçlerinde Hz. Ali ve oğulla*rını takdir hususunda çk aşırı gidenler bulunduğu gibi, itidalli dav*rananlar da bulunmaktadır. Mutedil şiîler, Hz. Ali'yi, bütün sahabe-i kiramdan üstün sayma, herhangi bir kimseyi kâfirlikle itham etme*me ve Hz. Ali'yi beşeriyet üstü bir varlık kabul etmeme yolunu tutmuşlardır. Mutedil şiilerden olan İbn-i Ebil Hadid şöyle der:

«Bu meselede, düşüncelerine katıldığımız arkadaşlarımız kurtu*luşa eren kimselerdir. Çünkü onlar, orta yolu tutmuşlardır. Hz. Ali'*nin, âhirette varlıkların en efdali, cennette en üstün derecelisi, dün*yada da varlıkların en üstünü, en çok özellikleri, meziyetleri ve kahramanlıkları bulunanıdır. Ona her düşmanlık eden veya buğzeden Allah Tealâ'nm düşmanıdır. Kâfir ve münafıklarla beraber, ebedî olarak cehennemde kalacaktır. Ancak tevbe ettiği, Hz. Ali'yi sevdiği ve onu dost edindiği tesbit edilen kişi müstesnadır. Hz. Ali'den önce Halife olan faziletli muhacirlere gelince, değil, onlarla kılıçla savaş*ması veya kendisine biata davet etmesi Hz. Ali onların Halifeliğini reddetse, onlara kızsa, yaptıklarını hoş görmeseydi dahi onların he*lak olduklarını rahatlıkla söylerdik. Bunlara Resulullah (S.A.V.) ga*zap etmiş gibidir. Çünkü Resulullah onun hakkında şöyle buyurmuştur: «Sana karşı savaşmak, bana karşı savaşmaktır. Seninle ba*rışmak, benimle barışmaktır.»[3]

Diğer bir hadis-i şerifte ise : «Allahım sen ona dost olana dost ol düşman olana da düşman ol.»[4] buyurmuştur. Bir başka hadis-i şe*rifte de: «Seni ancak mümin bir kişi sever ve sana ancak münafık bir kimse buğzeder.»[5] buyurmuştur. Fakat bizler, Hz, Ali'nin, ken*disinden önce Halife olanlarının hilafetine razı olduğunu, onların peşinde namaz kıldığını, onlarla hısım olduğunu ve onların yemek*lerini yediğini görürüz. Hz. Ali'nin yaptıklarına karşı çıkmaya ve ondan nakledilen meselelerde aşırı gitmeye hiç hakkımız yoktur. Me*selâ : Hz. Ali Muaviye ile alâkasını kestiği için biz de alâkamızı kes*tik, ona. lanet ettiği için biz de lanetledik. Şam halkının ve içlerin*de bulunan Amr b. 'Âs, oğlu Abdullah ve benzeri hayatta kalmış sa*habenin sapık olduklarına hüküm verdiği için biz de onların sapık*lıklarına hükmettik.

Kısaca biz, Hz. Ali ile Peygamber'in arasında sadece bir peygam*berlik rütbesi farkını görüyoruz. Bunun haricindeki bütün meziyet*leri, ikisinin arasında eşit görüyoruz. Hz. Ali'nin kendisine karşı çık*tığı tesbit edilmeyen büyük sahabîlere dil [6]uzatmayız.[7]



[1] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/39.

[2] Şerh-i Nehcül Belâğa, İbn-i Ebil Hadid C. 20, Sh. 221, 222. Baskı: İsa el-Bab el-Halebî.

[3] Hadisin aşağıdaki güvenilir kaynaklardaki metni şöyledir : «Sizin barış içinde olclmıgnuz kimse ile ben de banşıgimdır. Sizin harbettiğiniz kim*seye ben de harp açmişımdır.»

— Tirmizî: Kitab el-Menakıb, bab; 60/ İbn-i Mâce, Mukaddime bab; 11/ Müsned-i İmam Ahmert, C. 2, Sh. 442

[4] Not: «Mecma' el-Zevaid» adlı hadis kritiği kitabı, hu hadisin isnadının zayıf olduğunu söyler. Hadis, İbn-i Mâce'nİn «Mukaddime»sinin 11. ba*bında ve Ahmed tbn-i Hanbel'in müsnedinin 1. cildinin 118-119. sayfala*rında zikredilmiştir.

[5] Aşağıdaki kaynaklarda bu hadisin metni şöyledir: «Münafık kişi Ali'yi sevmez. Mii'min olan da ona buğzetmez.» Tirmizî, Kitab el-Menakıb hah, 20/Nesaî; Kitab el-İman bab, 19/Müsned-î Ahmed b. Hanbel C. 6, Sh. 292

[6] Şerhi Nech eI-BeIağa, İbn-i Ebil-Hadid C. 3

[7] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/39-41.
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şiilik 2 - Şiiliğin Doğduğu Yer Ve Zaman:

Şiilik 2 - Şiiliğin Doğduğu Yer Ve Zaman:

B) Şiiliğin Doğduğu Yer Ve Zaman:


Daha önce izah ettiğimiz gibi Şiilik, üçüncü Halife Hz. Osman (R.A.) zamanında ortaya çıktı, Hz. Ali (R.A.) zamanında ise Hz. Ali (R.A.)'ın hiçbir katkısı olmaksızın büyüdü ve gelişti. Hz. Ali (R.A.)' in üstün kabiliyetinin istismarı buna vesile olmuştu. Hz. Ali vefat edince şiilik, mezhepler haline geldi. Bazıları çok aşırı iken bazıları mutedil idi. Fakat her halükârda şiiler, ehl-i beyte bağlılıkta aşın bir taassuba kaçmalarıyîa tanınmışlardır.

Emeviler dönemi, Hz.Ali (R.A.)'in şiüer tarafından takdir edili*şinde, aşın davranıimasma teşvik e'diyordu. Çünkü Muaviye (R.A.) kendi döneminde, oğlu Yezid ve daha sonra gelen Emeviler dönemin*de, Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar devam eden kötü bir âdet meydana getirmişti. O da; Cuma hutbelerinin sonunda, hidayet ön*deri Ali b. Ebi Talib (R.A) 'e lanet okunmasıydı. Diğer sahabîler bu tutumu şiddetle eleştirdiler. Muaviye ve valilerini bundan sakındır*dılar. Peygamberimizin zevcesi Ümmü Seleme (R.A.) Muaviye'ye yaz*dığı bir mektupta bundan vaz geçmesini isteyerek şöyle demiştir.

«Siz minberlerinizden Allah'a ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali b. Ebî Talib'e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben ş'ahidim ki Resulullah (S.A.V.) de Ali'yi severdi.»

Buna ilâveten Muaviye'nin oğlu Yezid döneminde, hadis-i şerif*te zikredildiği gibi cennet gençlerinin efendileri olan iki kardeş Ha*san ve Hüseyin'in ikincisi yani Hz. Hüseyin zalimce öldürüldü, kanı heder edldi, dinin yasaklan çiğnendi. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in kız-îan esir cariyeler olarak Yezicve gönderildi. Halbuki bunlar Resulullah'm kızının çocukları ve kendisinin temiz soyundandı.

İnsanlar bütün bu olupbitenleri gördü, bunlara engel olamadı, ve bunları önlemeye gücü yetmedi. Dolayısıyla mecburen öfkelerini yuttular, ister istemez susmak zorunda kaldılar, gitgide ızdırap ve hınçları arttı. Bunun neticesi olarak ta, Enıevilerin aşın derecede iş*kenceye tâbi tuttuklan kimseleri, aşın derecede büyütmeye başladı*lar.

Evet, düşünce ve duyguların devamlı baskı altında tutulması ki*şiyi, davranışlannda ve yargilannda aşmlığa sevkeder. Çünkü, şef*kat ve merhamet duygulannm kabarması, kendisine acınan kişiyi yüceltir ve kutsallaştır.

Şiilik ilk önce Hz. Osman (R.A.) ödneminde Mısır'da başladı. Çünkü Şiiliğin propagandasını yapanlar, Mısır'da bu iş için uygun bir ortam buldular. Şiilik, daha sonra Irak'a sıçradı ve orayı merkez edindi. Mekke, Medine ve Hicaz topraklannda bulunan diğer şehir*ler, sünnet ve Hadis'in beşiği olmaya devam ederken Irak şülerin karargâhı haline gelmişti.

Acaba neden Irak, Şiiliğin merkezi olmuştur? Bunun birkaç se*bebi vardı.

1) Hz. Ali (R.A'.) hilafeti boyunca Irak'ta kaldı. Orada insan*larla görüştü, Iraklılar Hz. Ali'yi takdir etmeyi gerektiren faziletle*rini bizzat gördüler ve hiçbir zaman Emevîlere kalben dost olmadılar.

2) Hz. Muaviye, hilafeti döneminde Irak'a vali olarak Ziyad b. Ebih'i gönderdi. Ziyad, görünüşte muhalefeti ortadan kaldırdıysa da insanların kalbinden, karşı gelme duygularını süenıedi.Ziyad'dan sonra Yezid devrinde Irak'ın valiliğini Ziyad'ın oğlu yaptı. Bunun dö*neminde Emevîlere karşı ilk ayaklananlar Iraklılar oldu.

3) Âbdülmelik b. Mervan döneminde iktidar Mervan oğulları*na geçince Âbdülmelik vali olarak Irak'a meşhur Haccac'ı gönder*di. Haccac baskıyı daha da artırdı. Her baskı arttıkça şülik mezhebi de güçlendi.

4) Diğer yandan Irak, eski medeniyetlerin birleştiği bir yerdi. Irak'ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalmtı-lan bulunuyordu. Aynca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşünce*si katılmıştı. Bu medeniyet ve düşünceler Irak'ta birbirleriyle yoğu-ruldular böylece Irak, îslâm fırkalannın birçoğunun meydana geldi*ği bir yer oldu. Özellikle felsefe ile ilişkisi olan fırkalar... işte bu se*bepledir ki Irak'ın düşünce yapısına uygun bir çok felsefî görüşler, şülik mezhebine karıştı.

5) Bütün bunlara ilâveten Irak, ilmi araştırmaların beşiği ve Iraklılar da zeki insanlardı. Bunlar hakkında İbn-i Ebil Hadid şöyle der: «Resulullah (S.A.V.)'in, devrinde yaşayan Araplarla bu toplu*luk arasında bana göre fark şudur: Bunlar Iraklıdır., Küfe sakinle-rindendir. Irak toprağı, devamlı heva ve heveslerine uyan kişiler, acaip inanç sahipleri ve harika mezhepler'yetiştirir. Bu iklimin hal*kı gözü açık, araştmcı, görüş ve inançlan inceleyici ve mezheplere itiraz edici bir karaktere sahiptir. Fars krallan olan Kisralar döne*minde bunlann içinden «Mâni» «Deyson» «Mazdek» ve benzeri ki*şiler çıkmıştır. Hicaz'ın karakteri ise böyle değildir, Hicaz halkının kafa yapısı da bu zihniyette değildir."

Bu izahlardan anlaşıldığı gibi Irak eskidenberi düşünce ve inanç*ların birbirleriyle yarıştığı bir saha idi. Bu sebeple siyasi ve itikadı mezheplerin Irak'ta meydana gelmesi çok tabii ye şiiîiğin burada ya*yılıp gelişmesi çok normaldi.[8]

[8] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/41-43
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şiilik 4 - Şii Mezhebinin Fırkaları:

Şiilik 4 - Şii Mezhebinin Fırkaları:

Şii Mezhebinin Fırkaları:


Şiiliği kısaca tanıtırken «şiilik» adını «çok aşın giden veya bu*nun aksine hareket eden ve bu ikisi arasında orta yolu tutan» insan*ların taşıdığını söylemiştik.

Çok aşırı gidenler, Hz. Ali'yi ilâhlık mertebesine çıkarmışlardır. Daha az aşırı olanlar ise Hz. Ali'yi peygamberlik derecesine yükselt*mişler ve onun, Resulullah (S.A.V.)'den üstün olduğunu iddia etmiş*lerdir. Şimdi aşırı giderek, îslâmdan çıkan bu aşın uçların bir kıs*mını izah edelim.

Günümüzdeki şiiler, bunların Şiiliğini reddederler. Biz de bunla*rın müslüman olduklarını kabul etmeyiz. Aşırı giden şii guruplar şunlardır:[13]



1) Sebeiyye:


Bunlar, Abdullah İbn-i Sebe'ye tâbi olanlardır. İbn-i Sebe' Hiyreli bir Yahudi idi. Kendisini müslüman olarak gösteriyordu. Anne*si siyah bir cariye olduğu için İbn-i Sebe'ye «Siyah kadının oğlu» an*lamına gelen «îbnüssevda» da denilirdi. Bu kişinin Hz. Osman (R.A.) ve valileri alyhinde aşırı propaganda yapanlardan bir olduğuna işa*ret etmiştik.

İbn-i Sebe', bozuk düşüncelerini ve fitne zehirini müslümanlar arasında peyderpey yayıyordu. Görüşlerine esas olarak Ali İbn-i Ebî Talib'i almıştı. îbn-i Sebe', Tevratta her peygamberin bir vekili ol*duğunu gördüğünü, Hz. Ali'nin de Hz. Muhammed'in vekili olduğu*nu, Hz. Muhammed, peygamberlerin en üstünü olduğu gibi Hz. Ali'*nin de vekillerin en üstünü olduğunu ve Hz. Muhammed'in tekrar dünyaya döneceğini insanlar arasında yaymaya başlamıştı.

îbn-i Sebe' bu hususta şöyle der: «Mesih İsa'nın döneceğini söyleyipte Muhammed'in döneceğini söylemeyene hayret ederim.» İbn-i Sebe' bu görüşünden daha da ileri giderek, Hz. Ali'nin «Allah» oldu*ğuna hükmetti. Bu sözler kendisine ulaşınca Hz. Ali onu öldürmek ' istedi. Fakat Abdullah ibn-i Abbas buna mâni oldu ve Hz. Ali'ye şöy*le dedi: «Eğer onu öldürürsen, arkadaşların seninle ihtilafa düşer*ler. Halbuki sen Şamlılarla tekrar savaş etme karanndasm.». Bunun üzerine Hz. Ali îbn-i Sebe'yi Medain'e sürgün etti.

Hz. Ali (R.Â.) şehit edilince İbn-i Sebe' insanların Hz. Ali'yi sevmelerini ve şehit oluşuna çok üzülmelerini istismar etti. Hz. Ali'*nin ölümü hakkında insanları saptırmak ve onların inançlarım boz*mak için karakterine uygun olarak çeşitli yalanlar yaymaya başladı, îbn-i Sebe'öldürülenin Hz. Ali olmayıp, onun şekline giren bir şey*tan olduğunu, Hz. İsa'nın göğe çekildiği gibi Hz. Ali'nin de göğe çe*kildiğini anlatmaya başladı ve şöyle dedi: «Yahudi ve Hristiyanlar Meryemoğlu îsa'yı öldürdükleri iddialarında yalancı oldukları gibi Hariciler de Hz. Ali'yi (R.A.) öldürdükleri iddialarında yalancıdırlar.

Yahudi ve Hristiyanlar, asılmış bir kişi gördüler, onu İsa'ya ben*zettiler. Hz. Ali'nin öldürüldüğünü söyleyenler de böyledir. Hz. Ali'ye benzeyen bir kişinin öldürüldüğünü gördüler, onun Ali olduğunu zan-' nettiler. Halbuki Ali göğe çekildi. Gök gürültüsü onun sesi, şimşek çakması ise onun gülümsemesinin bir eseridir.»

Sebeîler, gök gürültüsünü işittikleri zaman şöyle derler «Esselâ-mü aleyke ya Emireî müminin» (Selâm senin üzerine olsun ey mü*minlerin emiri).

Ömer İbn-i Şurahbil, Abdullah İbn-i Sebe'ye şöyle söylenildiğini nakleder. «Hz. Ali öldürüldü». İbn-i Sebe'de şöyle cevap verdi. «Eğer bize bir kâse içinde onun beynini dahi getirseniz, öldüğüne inanma*yız. O, gökten inip, bütün yeryüzüne hükmetmeden ölmiyecektir.»[14]

Sebeilerden bazıları şöyle derdi: «îlah, Hz. Ali ve ondan sonra gelecek olan imamlara huîül etmiştir.» Bu söz, ilâhların bazı insan*lara hulul ettiğini, ilâhın ruhunun, liderden lidere intikal ettiğini id*dia eden bir kısım eski dinlerin görüşüne uygundur. Nitekim eski Mısırlılar, Firavunlar hakkında bu iddiada bulunurlardı.

Sebîlerden bir zümre de ilâhın, Hz. Ali ile birleştiğini iddia et*mişler ve ona «Allah işte sensin- demişlerdir. Hz. Âli (R.Â.) yukarı*da da izah ettiğimiz gibi, bunları yakmak istedi.

EI-Farku Beynel Firak, Abdulkahir el-Bağdadî.[15]



2) Ğurabiyye:


Bu gurup da aşın fırkalardan biridir. Bunlar, Sebeîler gibi Hz. Âli'yi ilâhi aştırmamış! arsa da O'nu hemen hemen Hz. Muhammed (S.A.V.)'den üstün saymışlardır. Bunlar, peygamberliğin aslında Hz. Ali'ye ait olduğunu, fakat Cebrail'in, hatâ ederek Hz. Ali yerine Hz. Muhammed'e geldiğini iddia ederler. Bunlara «Kargacılar» anlamı*na «Ğurabiyye» deniiişinin sebebi; bunların, «Karganın kargaya ben*zediği gibi Hz. Ali de Hz. Peygamber'e benzer» demeleridir.

Âlimler, bu tutarsız sözü çürütmüşlerdir. Bu âlimlerden biri olan İbn-i Hazm de «Fisal» adlı kitabında bu sözün mânâsız olduğunu or*taya koymuştur.

Aslında bu söz, tarihi bilmemek ve gerçekleri çiğnemekten baş*ka birşey değildir. Hz. Peygamber'e peygamberlik geldiğinde Hz. Ali, dokuz yaşında küçük bir çocuktu. Peygamberlik gibi ağır bir vazi*feyi yüklenecek yaşta değildi. Dokuz yaşındaki bir kişi dinen sorum*lu bile değildir. Nerde kaldı ki dini insanlara tebliğ edecek güçte olsun!..

Yukarıdaki iddianın, gerçeklere ters düşmesine gelince; Hz. Âli (R.A.) fizikî yönden Hz. Muhammed (S.A.V.)'e benzemiyordu. Herbirinin kendisine mahsus bir vücut yapısı vardı. Buna rağmen, fizikî bakımdan tamamen birbirlerine benzediğini farzetsek bile Hz. Mu*hammed (S.A.V.)'e peygamberlik gönderildiği anda bu benzerliğin mevcut olduğunu iddia etmek, efsaneden başka birşey değildir. Çün*kü kırk yaşındaki olgun bir kişi ile dokuz yaşındaki bir çocuğun bir*birlerine benzemeleri imkânsızdır. O halde nasıl olur da Cebrail, ol*gun bir kişi ile çocuğu birbirinden ayırdedemez? Yine, nasıl olur da «Karganın, kargaya benzediği» derecede Hz. Ali, Hz. Muhammed'e benzemiş olur?[16]


[13] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/45.

[14] el-Fisal sh. 4-180

[15] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/45-46.

[16] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/47.
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Tebrik Ederim.biryazi Ancak Bu Kadar Yalan Içerebilir.ben Kopyalardim Senin Yerine Yorulmasaydin.teşşekkur Ederim Ne Kadar Hazirci Ve ön Yargili Oldğunu öğrendim.allah Hidayete Erdirsin Seni.amin Amin
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ben alim görüşünü eklemeyi tercih ederim yalan saydığın yerleri sende aynı şekilde Ayet ve hadislerle gösterirsin yalan söylemiş olurum, aksi halde sen yalancı konumuna düşersin. Kopyala yapıştırdan kasıt nedir, ne yani ben alimin görüşünü nakletmeyeyimmi. Siz ancak zanna uyan bir topluluksunuz buyrun yazılan bu yazının yalan saydığınız bölümlere sizde delil getirin. Hiç olmazsa yazdığım yazıların müelliflerini belirtiyorum, sizler gibi kendi yazımmış gibi göstermiyorum, inanın sizin mezhebinizi sizden daha iyi biliyorum ve iddia ediyorum siz bağlı bulunduğunuz mezhebi zerre kadar tanımıyorsunuz
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
O Kadar çok Yalan Var Ki.1.cisi Ibn Sebe Diye Biri Yoktur Ve Yaşamamiştir.bunun Ilgili Yazi Forumda Var.2.şia Asla Kuranin Efendimiz Yerine Hz.ali Ye Geldiğini Idda Etmez.bunu Yapan Kafirdir.
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kardeşim öncelikle Sana şia Yi Anlatiyim..........................
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
CAFERİLİK
Caferilik, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın mezhebine mensup olmak demek olup, Hz. Resulullah (s.a.a)'dan sonra İslam camiasının önderliğinin ilki Hz. Ali olan on iki imama ait olduğuna inanan Ehl-i Beyt mektebinin ortak ismidir. Bu mektebe aynı zamanda İsnaaşeriyye, İmamiyye, Şiilik ve Alevilik de denmektedir. Ancak bu mektep, Türkiye'mizde daha çok Alevilik ve Şiilik isimleriyle tanınırken; İran, Irak, Azerbaycan, Lübnan, Bahreyn, Suriye, Afganistan, Arabistan, Pakistan Bengladeş ve Hindistan gibi, aynı inancı paylaşan Ehl-i Beyt dostlarının yoğun olduğu ülkelerde Şiilik ve Caferilik isimleriyle meşhur olmuştur.

Burada şunu da vurgulamalıyız ki, bu mektebe Caferi mezhebi denilirken, onun da İslam camiası içerisinde ortaya çıkan Hanefi, Şafii, Maliki, Hambeli Zahiri, Sevri ve diğer İslami mezhepler türünden bir mezhep olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü mezhep, belli bir ilmi kariyer ve şartlara haiz olarak içtihat derecesine ulaşan bir alimin, İslam dini üzerinde ortaya koyduğu yorum ve fetvalar mecmuasına denir. Oysa bu mektep, kendisini müntesip kıldığı İmam-ı Cafer Sadık ve diğer imamları müçtehit olarak kabul etmiyor. Aksine; imamların Allah Teala'nın emri ve Hz. Resulullah'ın açıklaması ile tayin edilen birer ilahi hüccet olduklarına inanır. Dolayısıyla da İmam Cafer Sadık da dahil olmak üzere, on iki imamın din konusunda yaptıkları açıklamaların, onların kendi içtihatları sonucu vardıkları şahsi fetva ve yorumları değil de, bizzat Allah Teala'nın Resul-ü Ekrem'e indirdiği dini öğretinin özü olduğuna inanır.
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bana anlatmana gerek yok sen anla yeter, ve sen şiayı hangi Ayete yada hangi Hadise (sahih) dayandırıyorsun bunu bana açıkla hikaye değil. Bu anlattığının içinde ben Şiaya delil olan şeyleri göremedim Ayet gibi Hadis gibi
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Aslında bu mektebe mezhep ismini veren de bu mektebin kendi mensupları değildir. İslam camiasında her hangi bir müçtehidin fetvalarına uyan diğer İslami fırkalar bu mektebe mezhep ismini yakıştırmışlardır. Onlar, kendi yöntemlerine mezhep ismini verdikleri gibi, bu mektebin öğretilerinin daha çok Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'dan geldiğini ve diğer imamların böyle bir şansı yakalayamadıklarını görünce, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın da kendilerinin müntesip olduğu müçtehitlerden biri gibi sıradan bir müçtehit olduğuna inandıklarından, kendi mezheplerine kıyasla bu mektebe de Caferi mezhebi ismini koymuşlardır. Oysa bu mektep, kendisini bir mezhep olarak nitelendirmemektedir.

Bu mektep, Hz. İmam Cafer Sadık da dahil olmak üzere ne Hz. Resulullah'tan sonra İslam camiasının önderleri olduğuna inandığı on iki imamın, diğer İslam ulemasının yaptığı gibi, normal ilim tahsil sürecini geçiren müçtehitler olduğuna inanır, ne de on iki imamdan gelen açıklamaların onların İslam dini üzerinde yaptıkları içtihat sonucu vardıkları şahsı yorum ve fetvaları olduğunu kabul eder. Bu mektep, imamlardan gelen açıklamaların Hz. Resulullah'ın açıklamalarının aynısı olduğuna inanır. O halde bu mektep, imamların açıklamalarının İslam dini üzerinde yapılan bir yorum değil, bizzat İslam dininin kendi öğretileri olduğu görüşündedir.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere; bu mektebe Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın döneminden sonra, o Hazret'in bu mektebin ilkelerini ortaya koymakta diğer imamlara oranla daha fazla imkan yakalamasından dolayı "Caferiyye" (Caferilik) ismi verilmiştir. Bu mektep, o Hazret'in döneminden önce Ali taraftarlığı anlamına gelen "Şiatu Ali" ismiyle tanınırdı ki, daha sonraları bu terim, halk arasında o kadar bir yaygınlık kazanmıştır ki, "Şia" kelimesi Hz. Ali (a.s)'ye intisap edilmeksizin, tek başına kullanıldığında bile, maksadın bu mektebi kabul edenler olduğu anlaşılmaya başlamıştır. Yoksa bu mektep, on iki imamın on ikisinin de aynı statüye sahip olduklarını ve hepsinin öğretilerinin aynı olup, Hz. Resulullah'ın öğretilerinden başka bir şey olmadığı inancındadır.
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Benim sözüm babamın sözüdür; babamın sözü ceddimin sözüdür; ceddimin sözü de Hüseyin’in sözüdür, Hüseyin’in sözü de Hasan’ın sözüdür; Hasan’ın sözü ise Ali bin Ebu Talib’in sözüdür; Ali bin Ebu Talib’in sözü ise, Resulullah’ın sözüdür; Resulullah’ın sözü ise Allah’ın sözüdür.” [1]

Yine o Hazret kendisine bir soru soran şahsa şöyle buyurmuştur: “Andolsun Allah’a ki biz, kendi heva hevesimiz ve görüşümüze dayanarak bir şey söylemeyiz; biz Rabbimizin dediğinden başka bir şey de demeyiz. Eğer sana bir hususta bir şey söylediysem, mutlaka bu Resulullah’tandır. Biz kendi reyimizle bir şey demeyiz.” [2]

Hz. İmam Bakır (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Eğer biz size kendi reyimizle bir şey söylersek, bizden öncekilerin saptıkları gibi biz de saparız; hayır, biz ancak Rabbimizin Peygamberi’nin bize açıkladığı şeyleri size söyleriz.” [3]

Yine o Hazret şöyle buyurmuştur: “Eğer biz sizlere, kendi rey, heva ve hevesimize dayanarak bir şey söylersek, helak olmuşlardan oluruz; hayır biz, diğerlerinin altın gümüşlerini toplayıp sakladığı gibi, Hz. Resulullah (s.a.a)’dan alarak toplayıp sakladığımız hadisleri söyleriz.” [4]

Yine Hz. İmam Sadık (a.s) kendisine bir soru soran şahsı cevapladığında, o adam: “Eğer bu hususta şöyle- şöyle söylenirse, nasıl bir görüş olur?” deyince; Hazret ona: “Dur bakalım, ben bir hususta bir cevap verirsem, bu, Hz. Resulullah’tandır. Biz, şöyle-şöyle olur şeklinde görüş belirtenlerden değiliz” [5]diye cevap vermişlerdir.

Evet; Ehl-i Beyt mektebi, diğer İslami mezhepler gibi, rey ve görüşe dayalı olan bir mektep değildir. Ehl-i Beyt mektebi, Hz. Resulullah (s.a.a)’dan alınan İslam dininin hiçbir yoruma tabi tutulmaksızın sunuluşudur.

Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'ın diğer imamlara oranla bu mektebin ilkelerini daha fazla ortaya koymasının sırrı ise, imamların içinde bulundukları siyasi şartlarda yatmaktadır. Bu husus İslam tarihi hakkında azıcık bilgisi olan herkes tarafından açık seçik olarak bilinmektedir. Bilindiği üzere, on iki imamlardan hiç biri Hz. İmam Sadık (a.s)'ın yakalayabildiği hür ortamı yakalayamamıştır.

Hz. İmam Sadık dışındaki imamların içinde bulundukları siyasi baskı ortamı, ya Ehl-i Beyt imamlarını toplumdan soyutlayarak bir köşede inziva hayatını sürdürmek zorunda bırakmış, ya da büsbütün hürriyetleri ellerinden alınarak, o mübarek zatlar zindan köşelerinde yaşamaya mahkum edilmişlerdir. On iki imamın ilki ve büyüğü olan Hz. Ali (a.s)'nin irad buyurmuş olduğu: "Allah'ım, Kureyş ve yardakçılarına karşı hakkımı senden istiyor, senden yardım diliyorum. Resulullah'a olan yakınlığımı inkar ettiler, elimdeki kabı baş aşağı çevirdiler; başkasından fazla layık olduğum işte, hakkım olan mevkide benimle kavgaya giriştiler. "Hak alınır da, verilir de; istersen gamlara batarak dayan; istersen acıklanarak öl" dediler.

Bir de baktım gördüm ki, Ehl-i Beyt’imden başka ne bir yardımcı var bana, ne de bir yaru-yaver. Onların tehlikeye düşmelerini reva görmedim. Gözlerime toz-toprak dolmuştu; gözlerimi yumdum; ağzımın yarını dertle, elemle yuttum; zehirden acı olan bıçaklarla doğranmaktan çetin olanbu işe dayanıp sabrettim" [6] sözleri o Hazret'in nasıl bir baskı ve sıkıntı içinde bulunduğunu çok açık ve net olarak ortaya koymaktadır.

Yine o Hazret hilafete seçildikten sonra Kufe mescidinde irad buyurmuş olduğu “Şıkşıkıyye” ismiyle maruf olan bir hutbede o günlerdeki esefli halini şöyle dile getiriyor: "Andolsun Allah'a ki Ebu Kuhafe'nin oğlu, onu bir gömlek gibi giyindi; oysa o daha iyi bilirdi ki, ben hilafete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; sel benden akardı; hiçbir kuş uçtuğum zirveye çıkamazdı. Böyle olunca, ben de hilafetle arama bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım.
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öyle bir körlük ki, ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu ise kocaltıp ihtiyarlaştırır; inanan ise, Rabbine ulaşıncaya kadar bu zulmette zahmet ve çile çeker.

Gördüm ki, sabretmek daha doğru; sabrettim; ama gözümde diken vardı; boğazımda da kemik tıkanmıştı; mirasımın yağmalandığını görüyordum.

Derken birincisi, onu kendinden sonra İbn-i Hattab'a atıp gitti. Sonra İmam, A'şa'nın şu beytini okudular:

Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm;

Cabir'in kardeşi Hayyan'la bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?

Ne de şaşılacak şey ki, yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı. Bu iki kişi hilafeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, hilafeti düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bırakırsa üstündekini helak olma uçurumuna götürür, atardı. Allah'ın bekasına andolsun ki, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı, yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya yeldi-durdu.

Uzun bir zaman çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; halifeliği bir topluluğa bıraktı ki, ben de bunların biriyim sanıldı.

Allah'ım sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşüldü ki, bu çeşit kişilere katıldım ben?! Fakat inerlerken ben de onlarla indim; uçarlarken ben de onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla beraber oldum. Derken içlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü de, damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; ötekileri de, öyle işler yaptılar ki, anmak bile çirkin.

Nihayet kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde ki, iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracağı yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; Allah malını, devenin ilkbahar otlarını, çayırı-çimeni yiyip sömürdüğü gibi yediler, sömürdüler.

Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi, tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu; karnının dolgunluğu onu bu hale getirdi; o da işini tamamladı gitti.

Derken, halkın benim etrafıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni ezen bir şey olmadı; her yandan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; öyle ki, kalabalıkta Hasan ile Hüseyin, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar; bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı.

Ama işi elime aldıktan sonra bir bölük, biatten döndü, ahdini bozdu; diğer bir bölük de, ok yaydan fırlar gibi fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de, itaatten çıktı; sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın: "İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz; sonuç çekinenlerindir" [7] buyurduğunu duymamışlardı. Evet, andolsun Allah'a, elbette duydular da, ezberlediler de; fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi hoş geldi onlara.

Ama şunu da bilin ki, andolsun tohumu yarana, insanı yaratana, bu topluluk biat için toplanmasaydı ve Allah'ın bilginlerden, zalimin tıka basa tokluğu karşısında mazlumun aç kalmasına rıza göstermemeleri gerektiğine dair, almış olduğu ahd-ü peymani olmasaydı, yine de hilafet devesinin yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu, ilkinin kasesiyle suvarır giderdim. Siz de biliyorsunuz ki, sizin bu dünyanız, benim katımda dişi bir keçinin aksırığından daha değersizdir." [8]
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bak hala hikaye anlatıyorsun, nedir bunun kaynağı vahiy mi, hadismi nedir, he pardon sizler hadislerin tümünü neredeyse reddediyordunuz değil mi? :)
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Demişlerdir ki; Hutbelerinde söz, buraya gelince, Irak ili halkından biri kalktı, Hazret'e bir kağıt sundu. Hazret kağıdı okumaya daldılar. Okuyup bitirince, İbn-i Abbas: "Ey Mü'minlerin Emiri, sözünü bıraktığın yerden devam etsen" dedi. Bunun üzerine, Hz. Emir-ül Mü'minin buyurdular ki: "Heyhat! Ey İbn-i Abbas, bu, erkek devenin , esridiği zaman ağzına gelen bir köpüktü; geldi, gene geriye gitti."

İbn-i Abbas dedi ki: "Andolsun Allah'a ki, hiçbir konuşma bu konuşma kadar beni üzmemiştir. Neden Emir-ül Mü'minin istediği şekilde konuşma imkanını bulamıyor?!" [9]

Hz. Ali'nin bu konuşması, Hazret'in hangi şartlar altında bulunduğunu, hatta üzerindeki baskı ortamının hilafet döneminde bile kalkmadığını göstermeye yetmiyor mu?

İşte buradan, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin hadis kaynaklarında, Hz. Resulullah'ı sadece iki yıl gibi kısa bir müddet görme imkanına sahip olan Ebu Hureyre'den 5374 civarında hadis nakledilirken, çocukluk döneminden beri yirmi üç seneden fazla bir süre zarfında Hz. Resululullah (s.a.a)'ı vefat edinceye kadar deve yavrusunun annesini izlemesi gibi hiç ayrılmadan izlemiş olan, bizzat Hz. Resulullah (s.a.a)'ın kendi eliyle terbiye ettiği [10] ve hakkında buyurmuş olduğu: "Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır; kim ilim öğrenmek isterse, o kapıdan gelsin" [11] veya "Ben hikmetin eviyim, Ali ise onun kapısıdır; kim hikmet almak istiyorsa, o kapıdan gelsin" [12] yahut "Ben neyi öğrendimse, onu Ali'ye de öğrettim, o benim ilmimin kapısıdır" [13] şeklindeki övgülerle ümmete nübüvvet ilminin kapısı olarak tanıttığı, Hz. Ali gibi bir zattan ise sadece elli civarında sahih hadis nakledilmesinin sırrı da gün ışığına çıkmış olur. [14]

Diğer imamların nasıl bir baskı altında bulunduklarını ise, artık anlatmaya gerek yoktur sanırım. Hz. Resulullah (s.a.a)'in ümmetine, cennet gençlerinin efendisi olarak tanıtıp, [15] secdede iken bile mübarek omzuna bindiklerinde onları üzmemek için, kendilerinin mübarek omzundan ayrılıncaya kadar secdesini uzattığı, bir an bile ağlamalarına tahammül etmeyip, onların ağladıklarını gördüğünde minberinden inerek kucağına alıp tekrar minberine sözünü devam ettirmek üzere geri dönecek kadar itina gösterdiği, biricik torunları Hz. Hasan ve Hüseyin (a.s)'e nelerin reva görüldüğünü hatırlamak, bu mübarek zatların hangi şartlar altında bulunduklarını açık olarak gösterdiğini söylemeye bir gerek yoktur.
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Hz. Hasan'ı zehirleyerek şehit eden; İslam aleminden öte, İnsanlık aleminin yüz karası olan Kerbela faciasını yaratarak, Hz. Hüseyin ve yaranını feci şekilde susuz şehit edip, Peygamber-i Ekrem'in ehli ayalını esir ederek, kafir çocuklarına reva görülmeyecek ihanetlerle köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaştırdıktan sonra, Şam şehrinde ne sıcaktan, ne de soğuktan koruyan harabe bir evde tutsak tutan; buna da yetinmeyip, büyük bir iş başarmışçasına, zafer kutlaması havasında galibiyet sarhoşluğuna kapılarak, şarap kadehlerinin tokuşturulduğu Yezid'in meclisinde Peygamber'in namusunu hicapsız olarak namehrem gözlerin çirkin bakışlarına sergileyen; "Haşimoğulları padişahlıkla oynadılar; yoksa ne gaipten bir haber gelmiştir, ne de bir vahiy inmiştir; keşke Bedir'de öldürülen büyüklerim olsaydı da Haşimoğullarından onların intikamını nasıl aldığımı görselerdi" [16] diyerek açıkça inançsızlığını göstermekten çekinmeyen; hicri doksan dokuz yılında halife Ömer bin Abdulaziz'in döneminde yasaklanıncaya kadar, elli sekiz senelik bir zaman zarfında kendilerine bağlı saray alimlerine kıldırttıkları Cuma namazlarının hutbelerinde Allah'ın aslanı, Hz. Resulullah'ın yaveri ve sırdaşı Hz. Ali gibi mübarek bir zata haşa, lanet okutturan; [17] Ehl-i Beyit'in faziletini gizlemek uğruna Ehl-i Beyt'in faziletlerinin nakledilmesine koydukları ambargoya ilaveten, kendileri ve yandaşları için saray alimlerine yalan fazilet uydurtarak Allah Resulü'nün diline yalan bağlamaktan bile sakınmayan; yarattıkları terör ortamıyla Ehl-i Beyt dostlarından yaşama hakkını alan; Ehl-i Beyt sevgisiyle tanınan Meysem-i Temmar ve Hücr bin Adiy ve arkadaşları gibi mukaddes zatları şehit etmeleri yanı sıra Müslümanları Ehl-i Beyt sevgisini taşıyan komşularını ihbar etmeye teşvik eden, Sıffın savaşını başlatarak aralarında Ammar-i Yasir, Haşim-ül Mirkal, züşşehadeteyn Hüzeyme bin Sabit, Uveys-i Karani gibi salih insanların ve Bedir erlerinden yirmi beş ashabın da bulunduğu yüz bin kadar Müslüman'ın kanının akıtılmasına sebebiyet veren [18] zalim Emevi hükümdarlarının döneminin hali zaten malumdur.

Zalim Emevi hükümdarlığının yıkılıp, yerini Abbasi zulmüne bıraktığı dönemlerde de şartların Ehl-i Beyt imamları ve Ehl-i Beyt dostları için kolaylaşmadığı, aksine daha da ağırlaştığı İslam tarihinden azıcık bilgisi olan herkes tarafından bilinmektedir.

Sadece Hz. İmam Sadık (a.s) kendi dönemine denk gelen, Emevioğullarıyla Abbasoğullarının hilafet kavgası sonucu ortaya çıkan siyasi otorite boşluğunun yarattığı nispi hürriyet ortamından yararlanarak dedeleri Hz. Resulullah'tan kendilerine ulaşan ilmi yayma imkanını yakalamıştır ki, tarih kitapları o dönemde Hz. İmam Sadık (a.s)'ın verdiği eğitime katılan dört bin civarında öğrencisinin bulunduğunu kaydetmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, bu mektep bu dönemden sonra "Caferiyye" Caferilik ismiyle anılmaya başlamıştır. İşte Ebu-l Hasan-ül Veşşa, Kûfelilerden bir topluluğa, Kûfe Mescidini kastederek; "Ben öyle bir zamana eriştim ki, bu camide takva ehlinden dokuz yüz kişiyi duydum, hepside bana Cafer bin Muhammed dedi ki diye ondan hadis rivayet ederdi" [19] demekle bu gerçeği dile getirmektedir.

Tabiin’in büyükleri o Hazret’in derslerine katılır ve bundan dolayı iftihar ederlerdi. Ehl-i Sünnet’in iki büyük mezhebi olan Hanefi ve Maliki mezheplerinin kurucuları, İmam Ebu Henife ve İmam Malik de bu öğrencilerdendi. Ebu Hanife’nin, Hz. İmam Sadık (a.s)’ın derslerine katıldığı iki senelik öğrenciliğine işaretle söylemiş olduğu: “Eğer o iki yıl olmasaydı, Nu’man [20] helak olurdu” şeklindeki meşhur sözü, o Hazret’in bu ilmi çalışmalarının ne kadar etkin olduğunu açıkça göstermektedir.

Yine Sufyan bin Uyeyne, Sufyan-ı Sevri, Eyyup Sicistani, Yahya bin Said-ül Ensari gibi ilim ve takvayla şöhret bulan kimseler, o Hazret’in derslerine katılmaktan iftihar duyan öğrenciler arasında yer almaktaydı.
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden olan Şehristani de o Hazret’in bu ilmi çalışmalarına işaretle şöyle demiştir: “Cafer bin Muhammed Es-Sadık, büyük ilim, kamil hikmet, dünyaya karşı zahit ve tam anlamıyla vere ve takva sahibi bir zattır. Medine’de bulunduğu sürece taraftarlarına ilim öğretmiş ve kendi dostlarına ilim sırlarını açmıştır.” [21]

İşte bunun içindir ki, bu mektebe "Caferiyye" Caferilik ismi verilmiştir. Yoksa bu mektep, Caferilik olduğu kadar, Aleviliktir; Alevilik olduğu kadar, Hasancılıktır; Hasancılık Olduğu kadar, Hüseyinciliktir; Hüseyincilik olduğu kadar, birer birer diğer Ehl-i Beyt imamcılığıdır ve bilahare on iki imamcılık olduğu kadar, Muhammedicilik, tek kelime ile İslam dinin ta kendisidir.

CAFERİLİĞİN DOĞUŞU
Caferilik konusunu ele alan genellikle Ehl-i Sünnet mezheplerine mensup bazı yazarların, bu mektebe karşın çok olumsuz ve insafsızca bir tavır sergilediklerini esefle görmekteyiz, okumaktayız. Acınarak belirtmeliyiz ki, kuru taassupları yüzünden ne zahmet çekip bu mektebin öz kaynaklarına müracaat etme tenezzülünde bulunan, ne de böyle bir lüzumu gören, bu tip yazarlar, bu mektebi eleştirirken, bu mektebin muhalifleri tarafından uydurulduğu belli olan, bir takım yalan yanlış bilgilere ve hatta iftiralara istinat ederek onun; İslam dinini bölüp yıkmak amacıyla İslam dininin düşmanları tarafından ortaya çıkarılan, bir bölücülük hareketi olduğu iddiasında bulunabilecek kadar cüretkar ve kaygısız olabiliyorlar.

Hatta, hali malum bu yazarların, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın Ehl-i Beyti ve seçkin ashabının yolu olan bu mektebi karalamak için onun, İslam dinini içten çökertmek gayesiyle Abdullah bin Seba ismindeki bir Yahudi dönmesi tarafından uydurulan bir mezhep olduğu safsatasını yapacak kadar ileri gittiklerine ve kitaplarında aslı astarı olmayan Abdullah bin Seba masalını ballandıra ballandıra anlattıklarına şahit olmaktayız.

Bu yazarlar, ilk olarak hilafet makamının aslında Hz. Ali’ye ait olduğu görüşünü ve hatta buna da yetinmeyip, Ali’nin Allah olduğunu iddia ettiğini, işte Ehl-i Beyt mektebinin temelinde böyle bir şahsın bulunduğunu döne döne kitaplarında zikrederler. Maksatlarıysa, Müslümanlara bu mektebi İslam dışı bir mektep olarak taktim etmek ve böylece onları, Hz. Resulullah’ın Kur’an’ın eşi olarak ümmetine emanet edip, kıyamete kadar bu ikisinin birbirinden ayrılmayacağını ve bu ikisine sarıldıkları taktirde asla sapmayacaklarını bildirdiği, Ehl-i Beyt’den uzak tutmaktır. Çünkü zalim Emevi hükümdarlarını aklamak ve onların İslam ve Müslümanlara reva gördükleri zulümleri tevcih etmek bunu gerektirir, bunun için başka bir alternatif bulunmamaktadır.

Oysa; tahkik ehli tarihçiler, adı geçen kişinin tarihte yaşamış olduğundan bile şüphe etmekte ve Emevi yandaşlarının Ehl-i Beyt mektebini karalamak amacıyla böyle bir düzme hikayeyi uydurduklarını açıkça ortaya koymaktalar. [22]

Bu hususta daha geniş bilgi edinmek için, araştırmacı insanları, merhum Abdulbaki Gölpinarlı’nın tercüme ettiği “Abdullah bin Seba’nın Masalı” adlı kitaba müracaat etmelerini tavsiye ederken, şu kadarını belirtelim ki, bu masal ilk olarak Taberi’nin tarihinde yer almıştır. Ancak bu masal birilerinin işine geldiğinden çok geçmeden Ehl-i Beyt mektebine saldırmak isteyenlerin diline destan olmuştur.

Abdullah bin Seba’nın masalını ilk olarak Taberi’nin naklettiğine işaret etmiştik. Şimdi Taberi’nin bu masalı kimden naklettiğine ve bu rivayetin senedinde kimin bulunduğuna kısaca bir göz atalım.

Taberi tek başına naklettiği bu masalı Sayf bin Amr Et-Temimi’den nakletmiştir. Bu kişi ise, bütün hadis ve biyografı alimlerinin nezdinde, Emevi yandaşlığına ilaveten, zındıklık, yalancılık, iftiracılık ve hadis uydurmacılığıyla meşhurdur.

Yahya bin Muin onu, “Sayf bin Amr Et-Temimi, hadis açısından çok zayıf biridir, bir kara para ondan daha hayırlıdır” şeklinde değerlendirir.

Ebu Davut onun hakkında: “Onun bir değeri yoktur, çok yalancıdır” diyor.

Nesai onu, “Zayıf biridir, hadislerine itina edilmez, sıka ve güvenilir değildir” sözleriyle eleştirir.

İbn-i Hayyan onun hakkında: “O, uydurma hadisleri nakleder, zındıklıkla itham edilmiştir, kendisi de yalan hadis uydurur” der.

İbn-i Edi ise şöyle der: “Seyef zayıf biridir, onun hadislerinden bazıları meşhurdur, ancak geneli münker hadislerdir, itina edilemez durumdadır.”

Hakim onu şöyle değerlendirir: “Onun hadisleri terkedilmiştir, kendisi de zındıklıkla suçlanmıştır.” [23]

Şimdi bu Abdullah bin Seba düzmesini dillerinden düşürmeyenlere sormak lazım. Acaba Peygamber-i Ekrem’in Ehl-i Beyti, Ammar-i Yasir, Ebuzer, Selman-i Farisi, Meysem-i Temmar, Ebu Eyyub-u Ensari gibi binlerce salih insan ile geçmişte ve şimdide milyonlarca Müslüman’ın tabi olduğu böyle bir mektebi, ulamanın zındık olarak nitelediği bir oyunbazın düzmeleriyle itham etmek ve onu hak mezhep olarak nitelendirdikleri mezhepler düzeyinde bile görmemek, açık bir zulüm ve insafsızlık değil de nedir?

Faraza Abdullah bin Seba denen bir kişi tarihte yaşamış olsa ve yalancı Seyf bin Amir’in düzmesi o sapık görüşü savunsa bile, bunun Ehl-i Beyt mektebiyle ne ilgisi vardır? Ehl-i Beyt mektebinin inancını Ehl-i Beyt’in kendinden mi yoksa bir paranoyaktan mı öğrenmek gerekir? Ehl-i Beyt mektebinin görüşlerini Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, kısacası on iki imam mı açıklamaya yetkilidir, yoksa kim olduğu, ne olduğu belli olmayan ruh hastası bir paranoyak mı? Özellikle ulemanın müfteri ve zındık olduğunu açıkça belirttiği Sayf bin Amir’in düzmelerine dayanarak bir mektep hakkında hükmetmeyi hangi akıl ve hangi vicdan kabul eder.

Ama Ehl-i Beyt mektebi inancında olmayan her yazar yukarıda bahsi geçen yazarlar gibi düşünmemiş, yazmamıştır. Onların içerisinde bu düzmenin Ehl-i Beyt mektebiyle yakından uzaktan bir ilişkisi bulunmadığını açıkça ortaya koyanlar da olagelmiştir.
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Sana son sözüm var sen ikide bir Allah hidayet etsin diyerek tekfir ediyorsun ya, sende tevbe et, Kur'an oku, ve nasıl Müslüman olurum nasıl Müslüman kalırım diye kafa yor. Ayrıca hadis diye uydurduğunuzun dayanağı yok sahihlik derecesi yok. Üzerinde ittifak yok, masal anlatıyorsun sen, yani kopylayıp yapıştırıyorsun :)
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bu hususta Ehl-i Sünnet bilginlerinden Muhammed Kürd Ali şöyle yazıyor: “Caferi mezhebinin İbn-i Savda ismiyle maruf olan, Abdullah bin Seba’nın bidatlarındanolduğuna dair bazı yazarların ortaya sürdükleri görüşlerine gelince, bu sadece bir vehim olup, onların bu mezhep hususunda tahkike dayanan bilgilerinin azlığından kaynaklanmaktadır. Kim, Caferilerin adı geçen bu kişi hakkındaki görüşlerinden, Caferi mezhebini benimseyenlerin onun görüş ve fiillerinden ibraz ettikleri bizarlıklarından, Caferi mezhebi ulamasının istisnasız olarak bu kişiyle ilgili ortaya koydukları ta’n ve karalamalarından haberi olursa, bu iddianın doğruluktan ne kadar uzak olduğunu anlar.” [24]

Evet, Ehl-i Beyt mektebini kabul etmediği halde konuya biraz insaflıca yaklaşan yazarlar da olagelmiştir. Onlar, Ehl-i Beyt mektebinin de en azından sonradan İslam dini içinde ortaya çıkan, kendilerinin mensup oldukları herhangi bir müçtehidin yorum ve fetvalarından ibaret olan mezhepler türünden bir mezhep olarak algılanması gerektiğini belirtiyorlar.

Ancak bunlar da bu mektebin kendilerinin mensup oldukları mezheplere herhangi bir üstünlüğü olmadığını ve sıradan bir mezhep sayılması gerektiği mesajını vermek gayesiyle, bu mektebin doğuş tarihinin kendilerinin mensup oldukları mezheplerin doğuş tarihine yakın bir döneme denk geldiği üzerinde ısrarla duruyorlar.

Bu yazarlardan biri, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’dır. Ona göre, Şiilik (Caferilik) Hicri birinci asırdan sonra bir mezhep olarak teşekkül etmiştir. O, “Şiatu Ali” kelimesinin daha öncelerden Müslümanlar arasında kullanıldığını kabullenmekle birlikte, bunun Şiiliğin bir mezhep olarak bu kelimenin kullanıldığı tarihten itibaren var olduğuna delil teşkil etmeyeceğini savunur. Zira ona göre, bu kelime o günlerde günlük dildeki anlamı olan “taraftar” manasında kullanılırdı, belirli bir inanış tarzını ifade etmek anlamda değil.

O, bu görüşünü şöyle dile getirir: “Hz. Ali’nin bütün Müslümanlarca teslim edilen ve yüceltilen şahsi meziyetleri, ilmi, takvası, kahramanlığı, cesareti ve nihayet Hz. Peygamberin (s.a.s) amcasının oğlu, Medine’deki muâhât (Müslümanlar arasındaki kardeşlik akdi) sırasında kardeşi ve damadı oluşu söz konusu olduğu taktirde, bu hususlarla ilgili ilk tezâhürlerin daha Resulullahın (s.a.v.) sağlığında mevcut olması son derece doğru ve tabiidir. Ancak buradaki tezâhür, bir fırka veya ayrı bir zümre teşkil etmek şeklinde değil, mânevi bir bağlılık ve samimi bir dostluktur. Aynı şekilde gerek Sakîfe toplantısı [25] sonrasında, gerek Hz. Osman zamanında zuhur eden karışıklıklar sırasında Hz. Ali’ye teveccüh gösteren hareketleri ve Hz. Ali’nin hilafetinde onun yanında yer alan Müslümanların davranışları bir ‘fırka’ hareketinin tezâhürleri olarak değerlendirilemez.” [26]

Tarihte ve Günümüzde Caferilik kitabının yazarı İsmail Mutlu da bu yazarlardan bir diğeridir. O, yukarıda naklettiğimiz Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın görüşünü aktardıktan sonra şöyle devam eder: “Biz de Şiiliğin birinci asrın sonlarında teşekkül ettiğini savunan yazarların görüşlerini daha isabetli buluyor ve bu hususta bu yazarların fikirlerine yer vermek istiyoruz.” [27]

O, daha sonra kendisi gibi düşünen İrfan Abdulhamid’in sözlerinive bu görüşüne delil olarak yer verdiği Zeydi imamlarından İbn-i Murtaza’nın sözlerini naklettikten sonra onlara teyit olarak şöyle devam ediyor:

“Gerçekten de İbn-i Murtaza’nın bu görüşü, Şia’nın Peygamberimiz zamanında veya Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıktığı görüşünü kesin bir şekilde reddetmektedir. Çünkü Şii kaynaklarda ismi geçen Ammar (r.a) gibi Sahabiler Hz. Ali’nin taraftarı olarak zikredilir ve Şiiliğin Peygamberimiz zamanında varlığına bu taraftarlık delil olarak gösterilir. Oysa bu Sahabilerin Hz. Ali’yi sevmeleri daha önce de ifade ettiğimiz gibi, ıstılahî manada bir taraftarlık değildi. Nitekim yukarıdaki ifadelerde de dikkat çekildiği gibi, bu Sahabiler ne Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den ayrılmışlar, ne de onlara sövmüşlerdir. Eğer bunlar iddia edildiği gibi, ıstılahî manada Şii olsalardı, bu iki Sahabiden uzaklaşmaları, onlara sövmeleri, onların verdikleri vazifeleri yapmamaları gerekirdi. Bu durum Şiilikteki takiyye, yani inancını gizleme ile de izah edilemez. Çünkü bu iki halife döneminde Müslümanlara en ufak bir baskı uygulanmıyordu.” [28]

Evet bu yazarlar, Ehl-i Beyt mektebinin (Caferiliğin) doğuş tarihini mümkün olduğu kadar kendilerinin müntesip oldukları mezheplerin ortaya çıkış tarihine yakınlaştırmaya çalışıyorlar. Onların bu çabalarını doğal karşılamak gerekir. Onların, Ehl-i Beyt mektebini İslam dini üzerinde yapılan sıradan bir yorum tarzı değil de, İslam dininin devamı olarak algılamalarını bekleyecek değiliz ya. Onlar başka türlü düşünemezler. Aksi taktirde kendi gidişatlarını tevcih etmekten aciz kalırlar.

Ama acaba durum onların çizdiği tablodan mı ibarettir? Yoksa başka bir şey mi vardır? İşte bunu anlamak için, Asr-i Saadet’e dönüp, Ehl-i Beyt mektebinin bel kemiğini teşkil eden öğretisinin (imamet anlayışının) bizzat İslam dininin metninde yer alan bir öğreti mi, yoksa Ehl-i Beyt mektebine mensup olanların sonradan içtihat ederek İslam dinine getirdikleri bir yorum mu olduğunu anlamak zorundayız.

Bilindiği üzere, Ehl-i Beyt mektebinin (Caferiliğin) bel kemiğini teşkil eden öğretisi, imamete dair inancıdır. Ehl-i Beyt mektebi, Hz. Resulullah (s.a.a)’dan sonra İslam ümmetinin önderliğinin başta Hz. Ali olmak üzere On iki Ehl-i Beyt İmamı’na ait olduğu, onların Allah Teala’nın tayini ve Hz. Resulullah’ın açıklamasıyla belirlenen İlahi önderler oldukları inancındadır. Kim, bu inancı kabul ederse, diğer teferruatta başka türlü düşünse bile Caferi’dir. Aksi taktirde diğer teferruatta Ehl-i Beyt mektebiyle birleşse de Caferi değildir.
 

islamakidesi

New member
Katılım
31 Tem 2006
Mesajlar
42
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Bak yukarıda yaratarak diyorsun yazıda, küfre giriyorsun tekrar tekrar yaratmak Allah'a mahsustur kullar yaratamaz, işte Din nedir bilmiyorsun senin küfrüne vesile olacak değilim daha fazla, sen hikayelerle uyuma uyan diyorum son olarak
 

caferi_humeyni

New member
Katılım
13 Şub 2006
Mesajlar
242
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Elbette yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bu mektebe Hz. İmam Cafer-i Sadık (a.s)’ın döneminden sonra “Caferiyye” Caferilik ismi verilmiştir. Bu, o mektebin o Hazret’in döneminde doğduğu anlamına gelmemektedir. Hayır, bu mektep Hz. Resulullah’ın döneminden itibaren vardı. İsmi de Caferilik değil, Ali taraftarlığı anlamına gelen, Ali Şialığı (Şiat-u Ali) idi. Sadece o Hazret’in döneminde bu mektebin öğretileri, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)’ın çabalarıyla daha yaygınlık kazandığı için, Şialık ismine Caferilik ismi de eklenmiştir.
 
Üst Alt