Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Seyri Süluk

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
RABITA DERSİN EN ÖNEMLİ BÖLÜMÜDÜR
Rabıtasız ders olmaz. Rabıtasız dersi, bir mahalle camiinin imamı da tarif eder. Mürşid-i Kamil, muazzam bir nur olarak tasavvur edilir. Arş-ı Âzam olan kalb-i saadetlerinin altına kalp, bu dünyanın genişliğinde bir kap şeklinde düşünülerek konur. Sâlik, "Ya Rabb! Füyuzât-ı İlâhîni, üstazımın gönlünden, benim kalbime lutfet." diyerek, en az on-on beş dakika kadar tefekkür eder.
Allah’ın feyzinin, rahmetinin, bereketinin, lütuf ve inayetinin, Peygamberimiz (s.a.v.)’in kalb-i saadetlerine, oradan da yarım hilal şeklinde tasavvur edilen mânevî halkanın en sonunda oturan Mürşid-i Kâmil’in kalbine aktığını farz ederek, gönlünü İlâhî çeşmeye açar sâlik. Esad-ı Erbili (k.s.), kişinin kalp arsasına feyzin gelebilmesi için gerekli şartları şu şekilde sıralar:
-“Dînî emirlere sıkı sıkıya bağlılık.
-Dünyanın gereksiz süsüne değer vermemek.
-Kalbi isyanla kararan münkirlerin inkarından uzaklaşmak."

Rabıtadan Gaye

Mürşidin sûretini hatırlamaktan maksat, Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.v.)’nün ahlakıyla ahlaklanmaktır. Üsve anlamında, hareketi bir başkasınca taklit edilen kimse manasına gelen rabıta, Peygamberimiz (s.a.v.)’in ve Allah (c.c.)’ımızın muhabbetinde yok olmaktır. Rabıta hâlinde bir mürid, Esad-ı Erbili (k.s.)’nin sadrından yukarısını yeşil bir nur hâlinde görünce Pîr Efendimiz: "Bu hâl fenâ fir’-Rasûl (Rasûlullah’ın aşkında yok olma) hâlidir." buyururlar.

Ğaybet

Kendisini, su üstünde saman çöpü veya ağaç yaprağı gibi, seccade üzerinde kaybolmuş bir vaziyette bilmektir ğayb hâli. Bir derviş rabıta yaparken, ğaybet hâli zuhur edince, Şah-ı Nakşbend (k.s.): "Bize rabıtayı bırak, yedi kat semayı yok bilerek gönlünü, Arş-ı Azam’a aç." der. Bu kelamla o dervişin, fenâ fi’llah (Allah’ın muhabbetine kavuşma) saadetine erişeceğini müjdeler. Cenâb-ı Hakk’ın Musa (a.s.)’ya konuştuğu gibi: "Ey Rabbine itaat edip huzura eren nefis! Hem hoşnut edici, (O’na teslim olup, O’nu görüyormuş gibi ibadet eden, ihsan sahibi bir mü’min olarak) hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir. Ve (Şeytanın hilesine aldanmayan, ihlaslı, samimi kullarım arasına girerek) Cennetime gir." (Fecr: 27-30) Cemalime ve Zâtıma er hitabının muhatabı olmaya başlar. Hakk’dan gayri her şeyi bırakır. Ömrünü hebâdan, ilmini riyadan, nefsini ve ehlini ateşten, dilini gıybetten, namusunu haramdan korur.
Rabıtanın Lügat ve Istılâhi Anlamı

Kelime anlamı alaka kurmak demektir. Istılahi anlamı ise; gönlü, Allah ve Rasûlü (s.a.v.)’ne teslim edecek olan Mürşid-i Kâmil’in kalbinin altına koyup, nurun doğduğu iki kaşı arasına gözleri dikmektir. Bütün tefsircilere göre: "Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleyin, Allah’dan gereğince korkun ki kurtuluşa eresiniz." (Al-i İmran: 200) ayetinde belirtilen "râbitû", rabıta edin, nöbet tutun kelimesi, memlekete düşmanın girmemesi için sınır boylarında karakol bekleme anlamına geldiği gibi, içte de nefis ve şeytan’ın hilesine karşı, mürşid-i kamile yapılacak rabıtayla, Mevlâ’nın hıfz ü himayesine, korumasına girmektir.
Esad-ı Erbili (k.s.) : "İki kesek bir taşa bela." buyurur. Nefis ve şeytanı, çamurun kurumuş hâli olan keseğe, taşı da akla benzetir. Akıl bazan unutabilir, yanılır, gaflete düşer ama mürşid-i kamilin ruhaniyeti, "Gözüm uyur fakat kalbim uyumaz." hadisi gereğince, her an uyanık olacağı için, sığınıldığında biiznillah-i Teâlâ imdada koşar.
Mevlana (k.s.) (ö. 672/1273): "Bir çoban, elinde sopasıyla, kuzuyu kapacak olan kurtla, ejderhayı uzaklaştırır." misaliyle bize şu dersi verir: Kurt şeytan, ejderha nefis, çoban da akıldır. İmanın temsil ettiği kuzuyu yemek için, kurtla ejderha fırsat kollar. Kurt ve ejderha, elinde sopasıyla bekleyen çobandan ve onun asasından korkarak yaklaşamazlar. Akla benzetilen çoban, gaflete düşebilir. Mürşid-i Kamil ise Allah’ın izni ile, rûhaniyetiyle evladını, her an hazır asker gibi bekler. Hâce Ubeydullah Ahrar (k.s.) (ö. 893/1487), mürşid-i kamille, cismen birlikte bulunulamazsa, rûhen ve kalben ruhaniyetiyle beraber bulunulmasının gerekliliğini şu ayet-i celileyle izah eder. "Ey iman edenler! Allah’dan korkun (razı olmayacağı şeyleri yapmaktan sakınınız, razı olacağı amellere sarılınız) ve doğrularla (imanlarında, ahitlerinde, niyetinde, sözünde, fiilinde ve her hususta düzgün olan kimselerle) beraber olun." (Tevbe: 119)
"Ey inananlar! Allah’dan korkun, O’na yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz." (Maide: 35) ayetinde belirtilen vesilelerin en büyüğünden biri de rabıtadır. Habibullah (s.a.v.), Allah’ın nurundan halk olunduğu için, O’nun yoluna davet eder insanları. Kamil mü’minler de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in nurundan halk olunduklarından, Efendimiz (s.a.v.)’in ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine eriştirmek için tâbilerine rabıtayı tavsiye ederler. Ebû’d-Derdâ (r.a.)’dan rivayetle Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Davud’un duasındandır; O şöyle derdi: "Allahım! Senin sevgini, beni sevgine ulaştıracak ameli Senden diliyorum. Allahım! Sevgini kendi nefsimden daha sevimli kıl! Malımdan, çoluk çocuğum ve soğuk sudan bile daha sevimli kıl!" (Tirmizi)
"Onlar öyle topluluktur ki, onlarla oturan şaki olmaz (Rahmetten mahrum kalmaz).” (Buhari, Daavat) "İnsanların bazıları zikrullahın anahtarıdır. Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatır." (Suyûti, el-Camiu’s-Sağir, I, 377) "Kişi sevdikleriyle beraberdir." (Buhari, Müslim) "Mü’min mü’minin aynasıdır." (Ebu Davud, Edeb) "Kişi dostunun dini üzeredir (huyu üzeredir). O halde kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin." (Tirmizi, Zühd, 45) Hadis-i şerif’leri ve daha sayamayacağımız kadar çok ayet ve hadisler rabıtanın meşruluğunu ve ehemmiyetini bildirir. Allah’ın muhabbetinin dışında gönlünde, hiçbir şey kalmayan ârif-i billah, "De ki, işte benim yolum, (iman ve ihlas)’dır; basiret üzere (ihlas ve samimiyetle, Allah’ın rızasını gözeterek) Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar beraberiz." (Yusuf: 108) emr-i celilesine mazhariyetle, rabıta-i mürşid vasıtasıyla kulları Hakk’a davet eder.

Rabıta Şekilleri

a-Rabıta-yı Mevt
b-Rabıta-yı Mürşid
c-Rabıta-yı Huzur

a-Rabıta-yı Mevt

Yabani ot ve yaramaz maddeler, ölüm düşüncesiyle atılır; kalp, tefekkür-ü mevtle verimli bir hâle gelir.

b-Rabıta-yı Mürşid

Ölüm düşüncesiyle, günahlardan duyulan nedametle yumuşayan gönül, mürşid-i kamilin arş-ı âzam olan kalbinin altına konarak rabıtaya geçilir. Bu sayede Allah’ın feyzi kana kana içilir. Rabıta güneşi ve zikrullah ateşiyle yanan, iğne gibi batan ve kuvvetle çarpan kalp ile, fena ahlak mikropları yok olur ve güzel ahlak elde edilir.
Yola devam eden âşıkın, sâlikin, rabıtayla Hakk’ın feyzini, mürşid-i kamilin gönlünden içmesi, barajlardan gelen ceryanın, trafo vasıtasıyla evlere taşınması gibidir. Süt emen yavrunun, yağ ve bal gibi yemekleri yeme hâline gelinceye kadar, anasından süt emmesi, kafesteki kuşun kanatlanıp uçuncaya kadar, anasının getirdiği yiyeceklerle büyümesi gibi değerlendirilmelidir rabıta.

c-Rabıta-yı Huzur

Yedi kat semayı yok bilip, arş-ı âzamdan Allah’ın feyzini alma hâline gelinceye kadar rabıta yapar salik. Sadırda bulunan letaifleri (kalp, ruh, sır, hafi, ahfa) zikredip, nefis, zikr-i kül, zikr-i sultani ve nefy ü isbat dersini de tamamlarsa talip, rabıtayı terk ederek, kalbini arş-ı âzama açarak, murakabe (Ayet-i Celîle’lerle, Allah’ın her an kendisini gözetlediğini tefekkür etme) dersine geçer. Rabıtayı huzur da budur. "Siz nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir." (Hadid: 4)
Hâlik-ı Lemyezel, isimlerinden bir isimle tecelli ettiği semavat ve arz, hayat ve ölüm, karada yaşayan hayvanat ve suyun altındaki mahlukat hakkında; tefekkür edip, düşünüp akletmiyor musunuz, buyurur Kitab-ı Kerîm’inde. Rabbimize kavuşmak için, bütün isimlerinin tecellisine mazhar olan mürşid-i kamilin ruhaniyetini, nur şeklinde düşünerek, kalbi Allah’ın zikrine, Mevla’nın aşkına yönlendirmek daha önemlidir.
Bir fidanın gelişmesi için yapılan her türlü bakım, -toprağı, gübresi, sulanması, ilaçlanıp budanması-; istiğfar, tevhit, salat ü selam, ölüm tefekkürü ve zikre benzer. Rabıta ise güneşe benzer. Güneş olmayınca, diğer işlemlerin hiçbir anlamı kalmaz. İlla güneşten gıdalanmak gerekir. Bahçelerimizde, güneş görmeyen meyveler küçük, tatsız ama güneşten istifade eden elmalar; sulu, tatlı, kırmızı ve büyük olur.
Esad-ı Erbili (k.s.): "Bedenle yapılan taatlerle, rûhî taatler arasındaki fark, trenle karıncanın yürüyüşü gibi dir." buyurur. Rabıta, rûhî bir taat olduğu için, saliki çabuk terakki ettirir, manen yükseltir. Sami Ramazanoğlu (k.s.) da: "Rabıta; dersin rükn-i âzamıdır, yarısından fazla olması gerekir. Yoksa şeytan, nefis, Allah’ın muhabbetine, Habib’inin aşkına bir adım dahi ileri attırmaz." buyurur.
Rabıtasını, dersinde yerine getiren salik, diğer vakitlerde de, namaz sonlarında da tekrarlarsa, vücudu zikre geçerek hayvaniyetten kurtulur. "Allah, iman edenlerin velisidir, yardımcısıdır. Onları karanlıklardan (küfür, sapıklık, cahillik, ahlaksızlık, fasıklık, bile bile hataya düşme, nefsinin arzusuna uyma, nankörlükten), aydınlığa çıkarır (ruhlarına terbiye, gönüllerine huzur bahşeder)." (Bakara: 257) "İşte size Allah’tan bir nur [Her türlü sapıklıktan kurtaran Peygamber (s.a.v.)] ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir. Allah o kitapla rızasına uygun hareket edenleri selamet yollarına iletir. Onları, izniyle karanlıklardan aydınlığa (cehâlet, küfür ve şaşkınlık zulmetlerinden tevhidin yakîn nuruna) çıkarır." (Maide: 15-16)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
RABITA, MANEVİ GIDAMIZ
Toprağın içindeki bileşikler bitkileri, bitkiler de hayvanları, bitkilerin, hayvanların ürettikleri de insanları büyütüp, geliştirir. Rabıta rûhî hayatımızın devamı ve insan-ı kamilin yetişmesi için mânevî bir gıdadır.
Arabanın motoru mesabesinde olan kalb, bünyeye canlılık verdiği gibi, Allah’ın feyzini (İlâhî nazarını), aşkını, muhabbetini gönlünde taşıyan mürşid-i kamilin, arş-ı âzam olan (dokuzuncu kat semada bulunan, bütün varlığı kuşatan, Allah’ın kudret ve azametinin tecelli ettiği yer olan,) kalb-i saadetlerinin altına konulan kalb de, Hakk’ın nûrunu kana kana içerek sıhhat ve afiyete kavuşur.
“Beni (muhabbetimi) ne yer aldı ne de sema, ancak kâmil mü’minin kalbi aldı.” buyrulan bir gönülden, İlâhî tecellilere (gayb âleminden kalbe akseden nurlara), vahdet-i vücud (Allah’tan başka her şeyi yok bilme) ve şühûda (Cenâb-ı Hakk’ı hâlik, ğayrını mahluk bilme hâline) eren, fenâ ve bekâ sırrına mazhar olan kalb sahibinin derûnundan içilmez mi hiç aşkın şarabı?

Vâsi olmuş kalbi ânın, vasfedemem ey yâren,
Yerleri, gökleri koysan, katiyyen doldu demem.

Yedi kat semayı yok farzedip, Arş-ı Âzama açılan gönül âlemi, murakabe (Allah’ın her yerde görüp, işittiğini bilme) sayesinde nasıl istifade ediyorsa, sadık müridde, Rahman olan Allah (c.c.)’ın feyzinden, rabıta-i mürşid vasıtasıyla aynı istifade gerçekleşir.
Rabıta, alaka ve bağ anlamına gelir. Kafada, gönülde mürid, şeyhiyle beraber olmak sûretiyle, Allah’ın muhabbetine erişmeye çalışır.

Zikredin dâimâ Bir’i,
Delil edin ğavsı, pîri.

Mânevî Olgunluğa Erişmek

Dil öğrenimi için hazırlık sınıfına; deryaya dalabilmek için, havuzlarda yüzmeye; yuvada yavru kuşun yiyeceğini kendi kendine temin edip uçmasına kadar, anası vasıtasıyla yemlenmesine; barajlardan gelen elektiriğin, trafo vasıtasıyla, kablolarla evlere taşınıp, evlerin aydınlanmasına benzer rabıta. Aynen bunun gibi derviş de (kendisini Mevlâ’ya veren kişi), belli bir döneme gelinceye kadar, on letaifi (insanın göğsünde bulunan kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ ve bedenle alakalı bulunan su, hava, ateş, toprak ve nefs derslerini) geçinceye kadar, mânevî vasıta mesabesinde olan, mürşid-i kâmilin Allah’ın hazinesi olan gönlünden içer Hakk’ın feyzini.
Murakabe hâline gelmeden, vasıtasız Mevlâ’dan istifade edeceğim diyen sâlikin durumu, (mânevî olgunluğa ermeye aday kişi); elektriğini trafo vasıtasıyla almayan lambanın patlamasına; uçacağım diye yavru kuşun, pat diye yere düşüp parçalanmasına; yüzme bilmeyen bir kimsenin denizde boğulmasına; yabancı dille eğitim yapacak talebenin, hazırlık sınıfını terk edip sınıfta kalmasına benzer.

Mânevî Yükseliş

Rabıta döneminde sâlik, bir ağacın köklerinin toprakla münasebeti sayesinde, dal ve budak salması, yaprak ve meyve vermesi gibi, Üstazının kalb-i münevverleri (nurlu kalpleri) vasıtasıyla, mânevî derece ve makamlar elde eder. Kur’an-ı Kerim’de geçen nefsin mertebelerini aşar. Fecr Sûresinin son ayetlerini yaşar. “(Allah mü’min kullarına ise) Ey nefs-i mutminne! (Kâmil bir iman sahibi olarak huzura ermiş olan nefis!) (Sen Rabbinden) razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! Artık (salih) kullarımın arasına katıl! Ve (onlarla) Cennetime gir!”
Nefsin mertebelerini şiir hâlinde Mustafa Hulûsî (k.s.) ne güzel açıklar:


“Emmare koymaz irfan,
Gönül etmesin karar,
Geçmeyen olur hayvan,
Levvâmeye yol lazım.

Mülhime zevk ü safa,
Orda görmezsin cefa,
Mutmainne derdine şifa,
Oraya izzet lazım.

Nefs-i Radiyye nerde,
Çalış var gör de,
Daima olur nurda,
Oraya dikkat lazım.
Nefs-i merdiyye durur,
Görmeyen gözü kördür,
Ora giren kutuptur,
Sıdk ile teslim lazım.

Makamatın rütbesi,
Kutbum kulların hası,
Makbul ânın duası,
Arayıp bulmak lazım.”

Ahlâkın Dönüşmesi

Üstazının kalbinden faydalanmayan kimsenin -toprakla ilgisini kesen ağacın kuruması gibi- göz pınarları kurumaya, gönül yaprakları, irfan çiçekleri ve meyveleri pörsümeye yüz tutar. Bu halde olan kişi bir zaman sonra taatlerde de tembellik göstermeye başlar.
Nasıl kaynayan su içindeki zararlı mikropları öldürüyorsa, aynı şekilde güneş gibi olan rabıta da, İlâhî ateşle kalbi yakarak kalpdeki kötü ahlak tohumlarını kökünden sökerek, silip atar. Gazabı, hilmiyyete, yumuşak huyluluğa; kibri tevazua; hayvani ve şehevi duyguları iffete, namusu korumaya; her türlü kötü davranışı güzel ahlaka dönüştürür. Herkesin örnek alacağı güzel bir hâle bürünür rabıtayla kişi.
Ne kadar rabıta yapsam da istifade edemiyorum diyen kimsenin hâli de şuna benzer. Arsasına su tutan kişinin arkı sağa sola açılacak olursa tarlaya su gelmez. İlâhî edeplere riayetsizlikle; dilin, yalan gıybet, dedikodu, iftira, söz getirip götürmelerle; kalbin, kendi namusu varken başkasının namusunu düşünmesi, haset ve kin ateşiyle yanmasıyla, Dînî emirlere riayet arkı bozulacak olursa, gönül arsasına feyiz gelmez.
Sâdık derviş, edebin en güzel tarifi olan sünnet-i seniyyeye, Peygamberimiz (s.a.v.)’in söz ve fiillerine riayetle, şeyh-i kamile muhabbetle, rabıtayla, arştan inen mânevî nimetle, insan-ı kamil olmaya aday olur. Yüzünden, gözünden, her zerresinden nur lemaan etmeye, fışkırmaya başlar. Kendisine, “Şu ne güzel adam, biz de böyle olsak.” dedirterek, hâliyle irşad eder insanları.

Asıl Râbıta

Üsve, hareketleri bir başkasınca taklit edilen kimse anlamına gelen rabıta, sadece şekil ve şemaile yapılmaz. İyilik ve takvada birbirleriyle yardımlaşıp, kötülükten kardeşlerini vaz geçirerek fena fi’l-ihvan, Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.v.)’nün yoluna rehberlik eden şeyh-i kâmile muhabbetle fena fi’ş-şeyh, Peygamberimiz (s.a.v.)’i canından daha ziyade severek fena fi’r-Rasûl, Allah (c.c.)’a her şeyden daha fazla saygı ve sevgi göstererek fena fillah olan Hak dostunun, ahlak-ı fâzılasıyla ahlaklanmaktır asıl rabıta. Kendisini adım adım takip eden müridine Bayezid (k.s.): “Değil izimize basmak, derimizi de giysen, sözümüzü tutmadıkça fayda vermez.” der.
Şeyhim şeyhim diyen birine, üçlerden bir zat: “Evladım, senin şeyhim dediğin kadar ben, Rabbim desem kurtulurum.” der. Velayetin nûrunu taşıdığı için mürşid-i kamilleri, nübüvvet ve risaletin mührünü taşıdıkları için de Enbiya-i İzam’ı severiz. Şahsına değil tutkumuz, taşıdıkları mana ve esraradır.
Kendisinde âdemiyyet kokusu bile kalmayan, nafilelerle Hakk’a yaklaşan, her zerresinden Rahmânî koku duyulan ârif-i billaha yapılan rabıtayla, Rasûlü Ekrem (s.a.v.)’e ve Cenâb-ı Hakk’a kavuşmaktır asıl gaye.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
RABITA, MANEVİ GIDAMIZ
Nefis ve şeytanın, insanı kahretmek için ilk meşgul olduğu yer sadır’dır. "O sinsi vesvesecinin şerrinden (insanların Rabbine sığınırım), o ki, insanların göğüslerine vesvese verir durur. Gerek cinlerden, gerekse insanlardan olsun." (Nas: 4-6)
İbn-i Sina (ö. 428/1037): “Nefsin ilk ilgilendiği, sine ve gönüldür. Gönlü istila ettikten sonra, kalp aracılığı ile diğer azalara yayılarak onları ifsat eder.” der. İmam Gazali (rh.a) (ö. 505/1111), kalbi bir kuyuya; el, ayak, göz, kulak v.s.’yi o kuyuya akan su arkına benzetir. Arktan gelen sular pis olursa, kuyu necasetle dolar. Temiz, berrak sular akarsa bal olur. İşte bu sebeple mürşid-i kamiller; kalbi, nefis ve şeytanın tasallutundan kurtarmak için zikir telkininde bulunurlar.
İmam Gazali (rh.a), "Dikkat ediniz, (halk) yaratma da, emir de O’nundur." (Araf: 54) ayetinde geçen “Halk” (yaratma) kelimesini; su, hava, ateş, toprak ve nefisten ibaret olan bu beden olarak (âlemi halk); emir kelimesini de, "âlemi emir" olarak anlar. Kişi sadırda bulunan kalp, ruh, sır, hafî ve ahfa’yı zikirle ihya ederek, "Onları, Allah, karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara: 257) Kelâm-ı İlâhî’si doğrultusunda; küfürden, nifaktan, şehevi ve hayvani duygulardan, şek ve şüpheden, tereddütsüz imana, İslam ve ihsana (Allah’ı görür gibi taat yapmaya) kavuşturur.
Sol memenin altında bulunan, nuru sarı, Adem (a.s)’in kademi, ayağı altında olan kalp; zikirle, bilhassa rabıta ile, Hakk’ın feyzini mürşid-i kamilin arş-ı âzam olan gönlünden içerek yanar, batar ve şiddetle vurmaya başlar, tarif olunmaz bir zevk hasıl olursa; mükafatını bizzat Rabbimizin ihsan buyurduğu, dil hareket etmeden yapılan, Sıddık-ı Âzam’a öğretilen kalp zikri talim edilir ehlince. Sağ memenin altında, kırmızı renkte nuru olan Nuh (a.s.)’ın kademi altında yeralan ruh bulunur. Kalbin üzerinde, nuru beyaz olan, Musa (a.s.)’nın kademi altında bulunan yerde sır; ruhun üst kısmında, nuru siyah, İsa (a.s.)’nın kademi altında hafi; döşün tam ortasında yerini alan, nuru yeşil olan, Cenab-ı Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın kademi saadetlerinin altında ise ahfa bulunur. Bu merkezlerde kalpdeki gibi haller olur, bu merkezler zikre başlarsa o vakit, "Onların sadırlarında, içlerinde kin namına (hasetlik ve her türlü ahlaki rezalet) ne varsa hepsini söküp atmışızdır." (Araf: 43) buyrulan cennet ehlinin halleriyle hallenir derviş. Şeytan ve nefsin istilasından sadır ülkesi kurtulur biiznillahi teala. Hükmü altında bulundurduğu sadır ülkesini kaybeden, alnın ortasında yerini alan nefis de, ister istemez teslim olur. Manen, kılıç elinde gelen mürşid-i kamilin katletmesiyle kötülüğünü atan nefis, Allah’ı zikirle durulmaya başlar. "Gerçek kurtuluş bulmuştur onu (nefsi) temizlikle parlatan." (Şems: 9)
Emir aleminin zikrinden sonra, halk alemi (su, hava, ateş ve toprak) diye belirtilen beden de zikr ile nura kavuşmaya başlar. Vücudun her zerresi de zikrullaha geçerek, zikr-i küll olur beden. Çam kozalağı gibi düşünülen vücut; ânî, tepeden tırnağa nura boyanarak zikr-i sultani olur. Nurdan yaratılan ruhla, kötülüğün menbaı olan nefis, zikir sayesinde birbiriyle anlaşır ve bedende sulh temin edilir. Zaten tasavvufun anlamı da budur.

Letaiflerin Nurlarının Görülememesi

Bütün letâiflerin nurları vardır. Yalnız bu nurlar helal lokma yiyen insanlarda görünür. Üstadımızın anlattıklarına göre, Adana taraflarında Kürt Mustafa Efendi diye bir zât, letaif derslerini, nurlarını görerek geçmiş. Kesin ifade edemeyiz yalnız her meşayihin bir nûru vardır. Her peygamberin de kendine mahsus bir nûru olsa gerek. Letâiflerin nurları, o nurların aksidir.
Çevrede olumsuzluklar çok. O nurların görülerek geçildiği dönemde faiz yok, zina yok; medreseler, dergahlar açık; hilafet müessesi var; her şey düzgün. Herkes Cenab-ı Hakk’a ibadet ü taat içerisinde. Anormal durumlar görülmüyor. Şimdi ise bunun tam tersi. İnsan, faizi yemese bile faiz ile muamele görenin bir çayını içtiğinde mânen bozuluyor. Yiyeceklerde bozulmalar çok. Helal-haram gözetilmeden üretilen yiyeceklerden kaçınılmasını şiddetle tavsiye ediyoruz. Bunlar çok etki yaptığı için, letâif derslerinde nurlar görülmeden dersler geçiliyor.

Âfak ve Enfüs (İç ve Dış Âlem)
Her ne kadar letâif dersleri bir bir aşılıyorsa da yine de bunların geçilmesi sâlik için yeterli değildir. Bunun ötesinde on sekiz bin âleme açılmak gerekir. Nefsin yedi mertebesi, ruhun beş mertebesi, sırrın da altı mertebesi toplamında on sekiz mertebe ediyor. Bu âlem de, on sekiz bin âlem. İnsana da âlemi suğra deniyor. Bir âlemi ekber var; dışımızdaki âlem, buna âfak diyoruz. Bir de içimizde bir âlem var buna da enfüs diyoruz. Nil, Seyhan, Ceyhan gibi değişik ırmakların denize aktıkları şekilde insan da vahdet denizine akar ve kendisinden bir eser kalmaz. Bu mertebelerde, çalışmaya göre, fenâ halleri, bekâ halleri, vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd halleri zuhur etmeye başlar. Bu, on sekiz mertebenin yanında bir de her letaifin kendi arasında biner perdesi vardır. Bunlar geçildiğinde derviş on sekiz bin âleme kendini açmış oluyor. Mesela kalbin, o yanıp batması, vurması, normal hâlinde zevkiyle birlikte kendi içinde bin hicap, bin tane perdesi var. Bunlar da geçilecek. Nasıl geçilecek? Dille haber verilemez ki. O, kalbin hallerindendir. Ancak böyle izah edebiliriz.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
NEFY-Ü İSBAT
Sadırda bulunan beş letaif (kalp, ruh, sır, hafî, ahfa), nefis, zikr-i küll ve zikr-i sultani dersleriyle, "Allah’ın zikri ile huzur bulan gönül." (Ra’d: 28) şeytan ve nefsin elinden kurtularak nefy ü isbat, "Kelime-i Tevhid" "Lâilâhe illallah" zikrine geçer.
Hızır (a.s.)’ın, Abdü’l-Hâlik Gucdüvânî (k.s.)’ye (ö. 575/1179 veya 595/1199) talim ettirdiği, zikrin efdali olarak belirtilen Kelime-i Tevhidi, bir Alman doktor, hastasını ameliyatında, hastanın nefes borularında gördüğü gibi Afrika ormanlarında da ağaçların, "Tevhid" kelimesini yazdığı bizzat müşahede edilmiştir. "Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi (Kur’an’ın hakikatini, Peygamberlerin nübüvvetinin doğruluğunu, İslâm’ın yüceliğini) göstereceğiz ki, Kur’an’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun." (Fussilet: 53) Kelime-i Tevhid, nefy ü isbat; nefes göbek altına alınarak yapılır. "Lâ" kelimesi, kalpten başlayarak uçları iki omuzdan arş-ı azama kadar yükselir.
"Kelime-i Tevhid"in "elif"i, nefsin bulunduğu alın kısmından, çeneye kadar iner.
"İlâhe" kelimesi sağ omuza, "Hafi" letaifinin bulunduğu yere nakşedilir, nurdan yazılır. "Kelime-i Tevhid"in, "Lâ ilâhe," nefy, (Allah’tan başka hiçbir şey yoktur) bölümü böylece tamamlanır.
"İllallah" kelimesi de, sağ omuzdan kalbe verilir. Hâle göre üç, beş, yedi, on bir, on beş, on yedi ve yirmi bir kere nefes almadan, "Lâ ilâhe illallah" zikri yapılır. Tevhidden sonra nefessiz bir defa, kalpten ruha kadar "Muhammedürrasûlullah" denir.
İki nefes arası gaflete düşmemek için, "İlâhî! Ente maksûdî ve rızâke matlûbî.", “Allah’ım! Arzum ve isteğim Senin rızandır." denir. Bu zikir hakkıyla yapılınca iman, kemâl bulur, olgunlaşır. Bu derste, Allah’tan gayriye meyletmemek, sevilen her şeyi O’nun rızası için sevmek, en çok riayet edilmesi gereken bir husustur.
 
Üst Alt