Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Seyri Süluk

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
İRŞÂDIN ÖNEMİ
Cenâb-ı Hakk’ın: "Biz bir Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz." (İsra: 15) "Her kavmin bir yol göstericisi vardır." (Ra’d: 7) "Ve bizi takva sahiplerine önder kıl!" (Furkan: 74) ferman-ı İlâhîsi, "Rabbim beni terbiye etti de edebim ne güzel oldu." hadis-i şerifi, Kur’ân-ı Kerîm’in talimi, taharet ve abdestin alınması, Cibril-i Emin’in delaletiyle sema katlarının geçilmesi, rehbersiz yol katedilemeyeceğini öğretmektedir bize.
Ekim ve dikimi, ağaç ve bakımı çiftçiden, bahçıvandan; doğrama ve mobilyayı marangozdan; ev ve binayı mühendisten; dikiş ve nakışı terziden; tıbba ait bilgileri doktordan; her hususta malumatı bir örnekten talim eder insan.
Babasını kaybeden yetim, anasından mahrum olan öksüz, açlıktan karnına taş bağlayan fakir, Fedek’ten gelen arazinin mahsulünü yoksullara dağıtan zengin, Cibril’in önünde Kur’an öğrenen talebe, Ashab-ı Suffe’de tâbilerini eğiten muallim, en iyi şekilde çocuklarını yetiştiren aile reisi, halkına ve bütün insanlığa saadet getiren devlet başkanı ve her yönde insanlığa numûne olan Peygamberimiz (s.a.v.), en güzel mürşittir âleme. "Yemin ederim ki size! Allah’a ve son güne ümit besleyip de Allah’ı çokça ananlar için Allah’ın Rasûlünde pek güzel bir örnek vardır." (Ahzab: 21)
İkrama layık bir insan şöyle dursun, işinin ehli bir sanatkârın elinde sair mahlukat bile bir çok işlemlerden geçerek faydalı bir hâle gelir. Dağların altında saklı, tozlu topraklı, şekilsiz maden taşları, fabrikada işlenerek; içindeki demir, kurşun, bakır, gümüş ve altınlar çıkarılarak değer kazanır. Budanıp, ilaçlanarak verimi artırılan bağ çubuklarından elde edilen üzümler, dalından kesilip, teknelerde çiğnenip, ocakta kaynatılarak pekmez olur. Güller ezilip-süzülür, fabrikada işlenir de en kıymetli esans olur. Fıkhen, eğitilmeyen köpeğin bile getirdiği av makbul değildir. Terbiyeden geçen şahin kuşunun hizmet ve değeri ise hiç tartışılmaz.
Ârif-i Billah Ebû Ali Dekkak (k.s.) (ö. 405/1015): “Kendiliğinden biten ağacın meyvesi olmaz. Bir meyvesi olsa dahi, tatsız olur. Alemde her şey sebebe bağlıdır. Terbiye yolundan olmayan mânevî doğuş, özürlü olur.” der (Behcetü’s-Seniyye; M. b. Abdullah Hânî). Peygamberimiz (s.a.v)’e: "Hurmaları aşılatalım mı Ya Rasûlallah?" diyen sahabeye Efendimiz (s.a.v.): "Tabiatini bozmayın." buyurur. Aşılattıklarında, iri iri tatlı hurmalar olunca, Peygamberimiz (s.a.v.): "Dünyayı, siz Ben’den daha iyi biliyorsunuz. Ben de ahireti sizden iyi biliyorum." buyururlar. Esâd-ı Erbili (k.s.) (ö. 1349/1931)’nin dergahında mânevî vazife verilen, evrad ü ezkâr alan kimseler için, "Aşılanmak" tabiri kullanılır.
Âdem olamaz ahsen-i takvîm ile ekrem
Takvadır eden ehlini insan-ı mükerrem

İlm ü amel etmezse eğer kalbini tenvir
Şeytan kesilir nefs-i habisi ile âdem

Takva eğitimi olan tasavvuf ocağında, nefsini ıslah ile rûhunu kemale erdirmeyen, hayvani bir hayat yaşar. Sami Ramazanoğlu (k.s.) (ö. 1984), Yahyalı’yı teşrifinde, etrafını çevreleyen o günün müderrisi hocalara: "Kim bizim zikrimizden ayrılırsa onlar için sıkıntılı bir hayat vardır.” (Tâhâ: 124) ayet-i celilesinin gereğince, ehlullahın yoluna girmeyenlerin de aynı akıbete düşeceğini anlatırlar. Hocalardan Mustan Efendi, Şeyh Mustafa Efendiye* (ö. 1939): "Kendimi Üstaz-ı Ekremin yanında, yularsız merkeb gibi gördüm." der ve mânen aşılanır, evrad ve ezkârını talim ederek, mürşid-i kamilin terbiyesi altına girer.
Dört mezhep imamımız ve ulema-i kiram; takva, ihlas ve ihsan mektebinin müdavimleridir.
İmam Malik (r.a.): "Fıkhı öğrenip de tasavvufu öğrenmemiş olan, fasıklığa; tasavvufu öğrenip, fıkhı öğrenmemiş olan, zındıklığa düçar olabilir; hem fıkhı ve hem de tasavvufu bir arada cem eden de hakikate ulaşır, der." (Aliyyü’l-Kârî, Fıkh-ı Maliki Şerhi, c.1, s. 33)
Ârifân-ı İlâhînin hayatlarına baktığımız zaman müşâhede etmekteyiz ki, gördükleri her varlık onları ibret ve irşada sevketmiştir.
Bayezid-i Bistami (k.s.) (ö. 234/848) rastladığı bir köpeğin, hâl diliyle: "Benim suçum ne ki bana köpek derisi, sana ise insanlık hilatı giydirdiler?" dediğini işitir. Üzerim kirlenip, abdestime-namazıma mani olmasın diye, yanından geçen köpekten kendini koruyunca da: "Üzerin pis ise, onu yedi bardak su temizler. Ama senin eteklerini çekişin kibrinden ise, yedi derya gönlündeki kiri temizleyemez." der köpek. Köpeği gördüğünde rengi değişip, yüzünü ekşittiğinde hayvan ona: "Yaratığını beğenmeyiş, Yaratanına dokunmaz mı?" deyince, ağlamaya başlar Bayezid (k.s.). Gel seninle arkadaş olalım da bana hatalarımı haber ver deyince, köpek: "Ya Bayezid! Sen, halkın makbûlüsün, ben ise merdûduyüm. Bir meclise varsan, seni baş köşeye koyarlar, beni ise kapı dışına atarlar." der ve ilave eder. "Sen tevekkül ehli de değilsin. Senin evinde bir küp buğday var, benim ise hiçbir şeyim yok. Allah’a teslim olur, ne bulursam onu yerim." Bayezid (k.s.), bu sözler karşısında duygulanarak, göz yaşlarıyla şöyle seslenir: "Ariflik iddiasında bulunan Bayezid’e köpekler de yoldaş olmuyor Ya Rabbi!"
Cüneyd-i Bağdadi (k.s.) (ö. 297/909): "Murakabemde, Hakk’ın beni her an müşahede ettiğini tefekkür edişimde, bana bir kedi yol gösterdi." buyurur. Yoldan geçerken bir kedinin, fare deliğini gözetlerken, tüyünü bile hareket ettirmeden, pür dikkat avını beklediğini görür.
Bunun üzerine kalbine şöyle bir nida, ses gelir.
-Benim aşkımı, feyzimi, tecelli ve nurumu gözlemede, himmet ve gayretini bir kediden daha aşağı tutan Cüneyd.
Cüneyd-i Bağdadi (k.s.), bu söz üzerine, gösterdiği dikkatle, maksat ve gayesine ermiştir.

 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL VE İRŞÂDI
Mürşid-i Kâmil, seyr ü sülükle, Allah’a kavuşma nimetine eren, cezbeyle beşeri sıfatlardan kurtulan, İlâhî güzellikleri kazanan, güzel ahlakla edeplenen; nazarı, bakışları devâ, kelamı şifâ olan kimsedir. İrşâd ise irfan sahibinin, insanları, Allah’ın yolunda ilerlemeleri için söz ve davranışları ile teşvik etmesidir. Allah’ın doksan dokuz güzel isminden biri de "er-Reşîd" dir. İrşadın zıddı idlal, saptırmaktır. Şeytanın hilesiyle ilk hataya düşen de, atamız Adem (a.s.)’dir. İnsanları Allah’a ilk önce davet eden de Adem (a.s.)’dir. "Andolsun ki Biz, her ümmete: "Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının!" diye uyaran bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)





Bütün enbiyanın gece gündüz demeden insanları uyarmalarına örnek teşkil eden örnek, kendisine bizim gibi bir insanın, deli, yalancı dediği Nuh (a.s.)’un: "Ey Rabbim! Ben kavmimi gece-gündüz davet ettim.” (Nuh: 5) niyâzında yeralmaktadır. Kavminin, irşadından vazgeçmezsen seni taşlarız, demelerine mukabil yılmamış, onlarla dokuz yüz elli yıl mücadele etmiştir. On asır zarfında yedi veya ****en kişiye ulaşabilmiştir ancak. Peygamberimiz (s.a.v), panayırlarda, kapı kapı dolaşarak insanları Hakk’a davet etmiş, hatta kendisine en büyük sihirbazsın diyen Ebû Cehlin bile, yirmi dokuz defa kapısını çalmıştır. En büyük eza gördüğü Taif seferinde, Habeş Kralı Necaşi’ye, İran kisraı Hüsrev Perviz’e, Bizans kralı Herakliyus’a, Mısır hakimi Mukavkıs’a, Yemame meliki Hevde’ye, insanlık kurtulsun küfürden diye bütün âleme gönderdiği mektuplarda, irşad ve tebliğden bir an geri kalmamıştır. "Onlar iman etmeyecekler diye, neredeyse Sen kendine kıyacaksın.” (Şuara: 3)
Peygamberlerden boşalan irşad görevi, "Alimler, peygamberlerin varisleridir.” (Buhari, İlim, 10) buyrulan, ulemaya tevdi edilmiştir. Aynı zamanda her Müslüman da bu ulvî görevle memurdur. "Hepiniz çobansınız, eliniz altındakilerden sorumlusunuz." (Müslim, İmaret, 5)
"Günah işleyenlerin bulunduğu bir toplumda, (bu günahları) önlemeye gücü yeten kimseler olduğu halde bunu engellemezlerse, Allah’ın, kendi nezdinden onların hepsini kapsayan bir azabın gelmesi pek yakındır.” (Ebû Davud, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel)
"Şunu yeminle söylüyorum ki, siz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırmaya çalışırsınız; aksi halde Allah, size, içinizden en kötülerinizi musallat eder. Sonra hayırlılarınız dua eder, fakat duaları kabul olmaz.” (Ebû Davud, Melahim, 17; Tirmizi, Fiten, 9)
"İnsanların en hayırlsı en çok okuyanı, en müttaki olanı, iyiliği en çok emredeni, kötülükten en fazla sakındırmaya çalışanı ve en çok sıla-i rahim yapanı, akrabayı ziyaret edenidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 432) İrşada ilk defa nefsimizden başlar, merkezden muhite doğru yayılırız. "Ey iman edenler! Bizzat kendinizi ve aile efradınızı cehennem ateşinden koruyun.” (Tahrim: 6)
"Hem ailene (ümmetine) namazı emret, hem de kendin ona sabırla devam et!” (Taha: 132) Bu ayet-i celilenin inişiyle Efendimiz (s.a.v.), bir ay, mescide giderken ehlini ve iyalini namaza çağırmıştır. Yakın akrabayı, "En yakın hısımlarını uyar.” (Şuara: 214) emr-i İlâhîsi ile irşad eder. Üstazımızın, daha televizyon yokken, sinemaya, isyanı seyretmeye giden yakınını yüksek sesle ikaz ederek yoldan çevirdiği, komşularından fenalığa gidecek olan birini, iltifatlarla kazandığı hiç unutulmaz. Memleket ve milleti, bütün insanlığı, "Yetmiş iki millete kurban ol aşık isen." deyip Yunuscasına kucaklayarak, "Gel, gel, her ne olursan ol yine gel!" deyip Mevlana gibi, alemi bağrına basarak irşad ve ıslaha koşmak en kutsal görevimizdir.
İrşad; niyyet, söz ve amelin doğruluğuna, nasihat ve muhatabın tavrına göre olmalıdır. "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl: 125)
Hatalı abdest alan yaşlıya, Hasan’la Hüseyin Efendilerimiz, "Amca hakem ol, hangimiz güzel abdest alacak." dediklerinde, tastamam alınan abdesti gören amca, "İkiniz de abdesti güzel alıyorsunuz, asıl yanlış alan benim." demesi, yaşlının hatasını yüzüne vurmadan, bizzat tatbikatle göstermeleri, irşadda en güzel örnektir bize.
İrşatta izlenecek yolu Rabbimiz şu ayetlerle beyan eder: "Sen yalnızca Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli olsaydın, kesinlikle etrafından dağılıp gitmişlerdi. O halde onları bağışla, bağışlanmalarını dile ve yapılacak işlerde onların görüşlerini al.” (Al-i İmran: 159)
Musa ve Harun (a.s.)’a ve onların şahsında bütün irşadçılara yapılan tavsiyede, Allah’a sığınma, O’nun zikrinden hiçbir zaman ayrılmama öğütlenmektedir. "Sen ve kardeşin mucizelerimle gidin ve beni anmakta gevşeklik etmeyin. Firavun’a gidin; çünkü o, pek azıttı. Varın da ona yumuşak dille söyleyin, belki dinler veya korkar.” (Taha: 42-44)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI

İstikâmet
"Bu yol keramet yolu değil, istikamet yoludur." Yunus Emre’nin: "Bu kapıdan odunun da eğrisi girmez." düsturunca, insanları eğiten bu mektebin mürebbilerinin bariz sıfatı istikamettir. Nebiyyi Muhterem (s.a.v.)’in saç ve sakallarını ağartan; namaz, oruç, hac ve zekat ayetlerinden ziyade, "O halde emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hud: 112) ayet-i celîlesi olmuştur.
Bir kimsenin hayatı boyunca emr-i İlahi’ye aykırı bir davranışta bulunmadan takip ettiği yoldur istikamet. Ümmilerin intisabı kolay ama seyr ü sülûku (mânen yükselmesi, Allah’a vuslatı) zordur. Âlimlerin intisabı zor da olsa ‘seyr ü sülûku’ kolaydır. İlim nurdan bir perdedir. Nefsine tâbi olanlar bu perdeyi zor yırtarlar. Fakat, teslim olunca da şer’-i mübin’e riayet ettikleri için kolayca mesafe katedip Hakk’a ulaşırlar.
Hâce Muhammed Bahâuddîn Nakşbend (k.s.) (ö. 791-1389): "Bu yol akreb (hedefe en çabuk ulaştıran) yoldur." der. Allah (c.c.)’a; üç, yedi, nihayet kırk gün gibi kısa zamanda eriştirir. Gelibolu’da askerlik yapan, Kadirî mensubu, kutb-ı cihan, Yahyalı’yı2 irşad ve ıslahıyla yaşanacak bir belde hâline getiren, mânevî mimar Yahya Efendi (k.s.), nefsini bir türlü ıslah edemez. Bu hâle taaccüp eden üstazı, mürakabe hâlinde iken onun üzerinde bir kul hakkı olduğunu müşahede eder. "Yahya Efendi! Nefsinizi ne kadar ezmeye çalışsam muvaffak olamıyorum. Nefsiniz yılan gibi ayağa kalkıyor." deyince, Yahya Efendi, Gelibolu’dan yola çıkar memleketine gelir, üzerinde hakkı olan hanımıyla helalleşir ve nefsi kısa sürede ıslah olur.
Şeyh Mustafa Hulusi (k.s.), az bir zamanda terakki edip icazet alınca dergâh-i Esad’dan, bu hâle hayret edenlere üstazı şu cevabı verir: “Evladımız, emr-i İlahi’ye son derece riayetiyle öyle bir ocak kurmuş ki; bir kibrite ihtiyacı var, onu da yakmayalım mı?” İrtihâlinde raziyye ve merziyye* makamlarını (kendileri Allah’tan, Allah’ın da kendilerinden hoşnut olduğu mertebeyi) ve cennet-i alaya girişi beyan eden Fecr sûresinin son ayetlerini okur. Kabre girince de melekler: "Biz bu zâta ne sual sorabiliriz ki, bu ay Receb-i Şerif, Üstazı başında, kendisi de ilmiyle âmil biri." deyip onu, Rasûlullah (s.a.v.)’ın sohbet halkasına, cennet ve Cemâl’e ısmarlayıp giderler.
____________________
*Nefsin Basamakları

Nefs-i Emmâre sâhibi, işlediği hatayı günah saymayan, yaptığnı hata olarak bilse bile korkusuzca hareket eden kişidir. İçtiği sigaraya, nimet olarak verilen nefesleri heba ettiğine aldırış etmeyen kimsedir o. Allah korusun yüzde doksanı imansız giden bu insanlara ne kadar da nasihat edilse söylenilenin tesiri olmaz. Biz sigarayı misal olarak verdik; bu husus diğer haramlarla kıyas edilebilir.
Sigara mübtelası yaptığı hatadan dolayı kendini ayıplarsa bunlar Nefs-i Levvâme sıfatında olanlardır. “Ne kadar fena bir adamım bir türlü içkiden, kumardan, zinadan ve her türlü hayasızlıktan kurtulamıyorum.” diye yakınır durur. Tevbe ederse, umulur ki Mevlamız af ve mağfiret eder.
İçtiği sigaranın küllerini de yiyecek kadar sigaraya meyyal ancak Allah korkusundan menhiyata meyil etmiyor, hata ve kusur işlemiyorsa bu kişiler Nefs-i Mülhime sahipleridir. Bu mertebede olan mülhime sahipleri günahından ağlar-sızlar, bir de bakarsın gafletle güler-eğlenir. Dün ağlayan kimdi bugün eğlenen kim? Mülhime sahiplerinin kalbini bazan nur bazan da zulmet kaplar. Bir kararda durmaz; tevbe eder, gönlünde tekrar isyana meyil başlar.
Nefs-i Mutmainne sahipleri, Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın Musa (a.s.)’ya konuştuğu gibi Allah’tan gelen hitaba nâil olan gönül erleri, Hakk’ın dostlarıdır. Günahlarından, hatalarından bile geçmişlerdir. Üstadımız Hacı Hasan Efendi (k.s.) (ö. 1914-1987)’nin anneleri gibi mustakîm olur onlar. “Hamilelik devresinde ete ihtiyacım, şiddetle muhabbetim olduğu anda deseler ki bana, bu et haramdır, helal et de olsa benim gözüme köpek eti gibi gelir, tiksinirim o gıdadan.” der Aişe annemiz (r.anha).
Kader oluğundan akan, yılan veya akreb ne olursa olsun Hakk’dan Dost’tan, geldi der; lütfun da hoş, kahrın da hoş der Nefs-i Râziyye ashabı. Şikayet edip, taşkınlık gösterip feryat etmez hiçbir zaman. Şikayet etmemek ona zevk olur bu makamda.
Allah’tan gelene rıza gösteren salih kullardan Mevla razı olur bu hâli ile Nefs-i Merzıyye sıfatına erişir sadık kul.
Nefsi râziye ve merzıye makamlarına gelen kişi bundan sonra rûhi olgunluğunu tamamlayarak Nefs-i Kâmileye makamına erer.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI


FİRÂSET
İnce anlayış, sezgi, keşif ve ileri görüşlülük olarak tanımlanır firaset. "Elbette bunda düşünce ve anlayışı olanlara deliller vardır." (Hicr: 75) ayetinde belirtilen "mütevessimin" kelimesi, firaset olarak tanımlanır hakikat ehline göre.

İnsanın fiziki yapısından ahlaki yönünü sezmek diye de tarif edilir firaset. Yahyalı’nın nahiye müdürü, yoldan geçen bir hocaya, "Bu zat iki evli." der. Sebebini: "Adımlarını atışından anladım." sözleriyle açıklar. Kılavuz Hafız diye maruf bir âşıka da, "Vallahi bu zât, bin kişiye denktir." senasında bulunur. "Nerden bildiniz?" diyenlere: "Etrafına bakmadan, ayaklarının ucuna nazar ederek, huzurlu yürüyüşünden fark ettim." der.
"İlmü kıyafeti’l-eser"le Araplar, İslam’dan önce, ayak izlerinden, kişinin ahlaki yapısını haber verirlerdi. Efendimiz (s.a.v.), hicretlerinde, iz sürücünün delaletinden istifade etmişlerdir.
Firâset iki kısma ayrılır:
1- Riyazi.
2- İlâhî.
Riyazi metotla, aç kalarak bile isabetli tahminler yapanlar olmuştur. Hristiyanın biri aç kalmak suretiyle sihirbazlığa soyunur. Hâl ehli bir zat, "Ben bu sihirbazı öldüreceğim." diye eline silahını alıp kapıyı çalar. Hristiyan kapıyı açmaz. "Elindeki silahı bırak da açayım." der. Ehl-i hâl zat ona: "Sen bu hâle nasıl eriştin?" der. O da, "Nefsime zor geleni terk ederek." diye cevap verir. Arif olan kişi: "Nefsine İslam’ı teklif et, kabul edecek mi?" deyince: "İslam’ı nefsime teklif ettim de kabul etti." diyerek, Kelime-i Şehadet getirip Müslüman olur.
İlâhî firasetin, "Ey iman edenler! Allah’a sığınıp korunursanız, O size, iyiyi kötüden ayırt eden furkan, bir ölçü verir." (Enfal: 29) ayetinde, İlâhî bir nur olduğu beyan edilir. "Mü’minin firasetinden sakınınız. Zira o Allah’ın nuruyla bakar." (Suyûti, el-Camiu’s-Sağir, 1, 24) Münafıkların konuşma tarzından (Münafikun: 4), mü’minlerin secde eserinden (Feth: 29) tanınmaları, "Onları simasından tanırsın." (Bakara: 273) ayetleri, firasete işarettir. İlâhî firaset, sünnet-i seniyyeye uyan, nafile taatlerle Allah’a yaklaşan, gözünde, kulağında, elinde, ayağında nur olan kimselere hastır. Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (k.s.) (ö. 273/887 veya 283/897), yoldan geçen bir kâfir için, "Bu adamda iman nuru var." buyurur. Yıllar sonra kâfire, bu söz hatırlatılınca, "Kabrine gidelim, aynı sözü tekrarlarsa iman ederim." der. Kabre vardıklarında, Efendi Hazretleri kabrinden kalkarak, "Cennet ehli mi, yoksa cehennem ehli mi olmak daha iyidir?" deyince kafir, Kelime-i Şehadet’i getirerek Müslüman olur.
Hace Muhammed Baba Simâsi (k.s.) (v. 755), tabileriyle Muhammed Bahaeddin (k.s.)’in evinin yanından geçerken, "Bu evden bize bir ârif, Allah erinin kokusu geliyor." buyurur. Doğunca da bağrına basıp, "Biz bunu şimdiden kabul ettik." diyerek, onun ileride kemal ehli bir zât olacağını firasetleriyle haber verirler.
Es’ad Erbili (k.s.), Galata köprüsünden geçerken, o dönemde askerliğini yapmakta olan Sami Ramazanoğlu (k.s.)’nu görür ve ona, "Makamımıza geçecek olan asker geliyor mu?" buyurarak, Allah’ın kalplerine bahşettiği irfan nuruyla, bu sırrı keşfeder.
Adana’dan iki kişi, İstanbul’a Es’ad-ı Erbili (k.s.)’yi ziyarete gelir. Hizmette bulunan Sami Efendimiz (k.s.) için birbirlerine, "Bu delikanlı kim?" derler. Adana’dan denince, "Belki doğum yeri Adana olabilir ama edebine, ahlakına bakılacak olursa bu delikanlı, Medineli." diye övgüde bulunurlar.
Söylenildiğine göre, üstazının huzuruna, gusül abdesti almadan çıkmazlarmış. Şimdi ise, sandalyelerde ayak ayak üstüne atan kimselere de tesadüf edilebiliyor.
Es’ad-ı Erbili (k.s.), büyük bir cemaatin huzurunda, "Melek görmek ister misiniz?" deyince, "Evet" derler. Pir Efendimiz de, "O melek Adana’lı Sami evladımız." buyururlar. Sami Efendimiz (k.s.) konvoy hâlinde Niğde’den Adana’ya giderlerken; trafik memuru, geriden takip eden arabayı durdurur ve, “Allah için söyleyin, önde giden taksideki zat, peygamber miydi yoksa melek miydi?" diye sorarak şaşkınlığını ifade eder.
Biz, Kayseri imam Hatip Okulunda okurken, Hacı Hasan Efendimiz (k.s.) teşrif ettiler okulumuzu. Arapça hocamız Süleyman Uğur Bey, üstazımızı görünce, birden afallar, "Bu zat-ı âlî kim?" der. Daha sonra girdiği bütün sınıflarda, Yahyalı’lı öğrencilere seslenerek, "Sizin memleketinizden bir kâmil veli gördüm, ona son derece saygı gösterin." der.
Efendimiz (s.a.v.): "Cenâb-ı Hakk’ın velileri onlardır ki, görüldüklerinde Allah (c.c.) hatıra gelir." buyurur. Hayız hâlinin bitimini öğrenmekten utanan bir kadın, İmâm-ı Azam (rh.a.) (ö. 150/767)’ın önüne, yarısı beyaz, bir yarısı da ala bula olan bir elmayı bırakır, gider. Hz. İmam (rh.a.) da, tamamen temizlenmeyi ifade için, elmayı ikiye bölüp kadına vererek yüksek firasetini ortaya koyar.
Esadı Erbili (k.s.): "Firaset, kerametten üstündür." buyurur. Nefsini mutmain, tamamen Hakk’ın emrine itaat eden bir makama eriştiren; ruhunu geliş gayesine uygun bir hareketle kemâle ulaştıran; malını ve bedenini, her şeyini Rabbimize feda eden salih kullar ancak gerçek firasete, ince anlayışa nail olurlar.
Yahyalı’nın Elmabağ köyünde; bakımlı, güzel, yemyeşil bir bahçede, suların şırıl şırıl aktığı, kuşların öttüğü bir anda Üstazımız, kendisini ziyarete gelenlere sohbet buyuracaklardı. Tam karşılarında da kimseden rencide olmamalarına rağmen ahlakî bakımdan kötü bir adam oturuyordu. Bize yapacakları sohbetin mâneviyatını zedeler düşüncesiyle endişelendim. Onu incitmeden kaldırayım dedim. Bahçenin bir tarafı güneşli diğer tarafı gölgeli idi. Adam güneşli tarafta oturuyordu. "Amca güneşli tarafta oturuyorsun gölgeye gel." dedim. Efendimiz de bu ince anlayışı sezerek: "Evladımız doğru söylüyor, şöyle gölgeye gelin." buyurdular.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI
SOHBET VE NASİHAT
Gece, gündüz bıkmadan usanmadan kavmini davet eden Nuh (a.s.)’un,1 "Onlar mü’min olmayacaklar." diye, canından olacak derecede say ü gayret gösteren2 Efendimiz (s.a.v.)’in ve varis-i enbiya olan mürşid-i kamillerin hayatlarını bu yolda feda ettiren en önemli konudur nasihat.
Nasihat edecek insanın şu üç vasfı haiz olması gerekir:
1- Seyr ü Sülûk: İçini-dışını nûr-i İlahi ile tezyin etmek.
2- Güzel Ahlak.
3- Hâlinden başkalarını istifade ettirmek.
Sami Ramazanoğlu (k.s.)’nu ziyaretimizde: "Eğer sohbette huzur oluyorsa, evladımız, kardeşlerimizin dersleriyle meşgul olsun Hasan Efendi." buyurdular. Yıllarca vaizlik yapan bir hocaefendiye Üstazımız: "İlminiz Allah tarafından lutfedilen ilim olmazsa, dışarıdan doldurulan kuyunun suyunun bıkkınlık verdiği gibi, insanlara usanç verir. Eğer gönülden kaynarsa, tabanından kaynayan suyun lezzeti gibi, insanlar neşe duyar." tavsiyesinde bulunurlar. Kendilerine cemaatten biri: "Efendim! Saatlerimizin yelkovanını siz mi çeviriyorsunuz da vakit bir anda tamam oluyor?" der. Cemaatten bir diğeri de "Ağlaya ağlaya kafamda su kalmadı." esprisinde bulunur. Niğde’nin Bor ilçesinde, dâmad-ı Âlileri Hafız Ahmet Dinç’in imamlık yaptığı Paşa Camiinde, yatsı namazından önce vaaz ederler. Sohbetin hazzından dolayı kendinden geçen cemaat, ezan okumak için minareye doğru giden müezzini defalarca tutarak mani olurlar. Merkezî sisteme bağlı olan camilerin cemaati de, "Bizi mest eden bu kıymetli zât-ı ali kimdir?" diyerek koşup gelirler. Kuyuların acı olan suyu, mübarek tükrükleriyle bal olur da, ağızlarına Fahr-i Kainat (s.a.v.)’ın Fem-i Saadetlerinden ikramda bulunduğu üstazımızın sohbeti bal olup gönüllere şifa olmaz mı Hakk’ın izniyle. Adana’nın Kozan ilçesinde Hasan Basri Bey, "Hiç tükenmeyen bu ilmin kaynağı nereden?" diye sorunca, Üstazımız: "Fişimizi Habibullah (s.a.v)’ın prizine takıyoruz, menba O." buyururlar. Hiç şüphesiz bu sır; ilmine hayran olan ulema-yı kirama, Emir Buhari (k.s.)’nin: "Babam! Bir kimsenin medresesi arş-ı âzam, hocası da Fahr-i âlem (s.a.v.) olursa ona kim güç yetirebilir." cevabında yatar.
Pisliğe bulaşan bir kaşık, ne kadar yıkansa da onunla yemek yemeyi insanın içi kaldırmaz. Yemeği temiz kaşıkla yemek ister. İnsanlarımız, ahlaken mazbut, arınmış gönül erbabının, tecelli-yi İlahiye mazhar velinin sohbetini arıyor. Şeyh Mustafa Hulusi (k.s.)’nin ziyaretine gelenleri çekemeyenlere bir zâtın verdiği cevap şu olur: "Biz arı gibiyiz. Bal olan çiçeklere konarız."
Nasihatçi, Hizmetini
Allah Rızası İçin Yapar
Üstazımıza, vaazlarına mukabil maddi yardımda bulunmak istediklerinde, "Biiznillah isyandan kurtardığım bir genç bizim için en büyük kazançtır." der. Kendilerini dünyaya bağlayan sebebin de Allah’ın kullarına hizmet olduğunu belirtirlerdi. Bütün enbiya-i izam, "Ben tebliğime karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükafatım alemlerin Rabbinden başkasına ait değildir."3 buyurmuşlardır. "Cenab-ı Allah seninle bir şahsa hidayet ederse senin için ondan hasıl olacak sevap o kadar büyüktür ki; üzerine güneş doğan eşyanın hepsinden hayırlıdır."4 Kutsî hadisde ise, "Kulumun bana en ziyade makbul taati yalnız rıza-yı İlahi için insanlara nasihat eylemesidir."5 buyurur Efendimiz (s.a.v.).
Sohbet İki Türlüdür

1- Sohbet-i Cismâniye:
Mürşid-i Kamil bedenle olan sohbetle, ilm-i marifetle6, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerini tanıdıktan sonra, Allah tarafından lutfedilen ilimle, tabilerini Hakk’a ulaştırır. Bişr-i Hafi (k.s.) (ö. 227/841)’nin huzuruna gelip, "Bana Allah’tan haber ver." diyen Ahmet b. Hanbel (rh.a.) (ö. 241/855)’e: “Bu kadar ilminle bu yalın ayak gezen dervişin kapısında ne arıyorsun?” diye sorarlar O da: "Ben ilmi ondan iyi bilirim ama o da Allah’ı benden daha iyi bilir." şeklinde cevap verir.
2- Sohbet-i Rûhaniye:
Bu taife de -sayıları az da olsa- rûhaniyetten istifade edenler mevcuttur. İbrahim-i Metbuli (k.s.) ve Taha el-Harîri (k.s.) (ö. 1292/1875)’ye, Efendimiz (s.a.v.): "Sizin mürşidiniz benim!" buyurmuşlardır. Aslında hepimiz ruhaniyetten faydalanarak, görmediğimiz halde istifade eden üveysiyiz. Çünkü mürşidimiz Mişkât-ı Nübüvvetten7 (Peygamberimiz (s.a.v.)’in nurundan), O da Hakk’tan feyz alır. Ne kadar murakabeden8 (kalbini arş-ı azam’a açıp) feyz alsa bile, mürşidine edep ve erkânda kusur etmez derviş. Çünkü onu, Hakk’a vasıl kılmaya vesile olan O’dur. "O’na vesile arayın."9 ayet-i celilesi bu hakikati bildirir. Peygamberimiz (s.a.v.)’e dahi Cenab-ı Hakk, "Sen de onların yoluna uy."10 ayetiyle, İbrahim (a.s.)’in kıssasında geçen hakikatleri anlatarak, Allah’tan başkasından korkmamayı, hiçbir kimseden bir şey beklememeyi tavsiye buyurur, iktidayı, bir başkasını örnek almayı öğütler. "Sen öğüt ver, çünkü öğüt mü’minlere fayda verir." Din nasihattir! buyurdu Efendimiz (s.a.v). Ashap, "Kimler için?" dediler. Peygamberimiz (s.a.v.): “Allah (O’na can u gönülden teslimiyet), Rasûlü (sünnet-i seniyyelerine uyup, ahlakıyla ahlaklanmak), mü’minlerin idarecileri ve diğer Müslümanlar için (onlara hakkı tavsiye etmek için).”11, buyurdu. Şüphesiz Allah’ın kulları içinde en ziyade sevdiği kimse insanlara nasihat edenlerdir.
________________
[size=-1]1- Nuh: 5[/size]
[size=-1]2- Şuara: 3[/size]
[size=-1]3- Araf: 79[/size]
[size=-1]4- Buhari, Cihad[/size]
[size=-1]5- Ebu Nuaym, Hilye[/size]
[size=-1]6- İlm-i Marifet: Sûfilerin rûhani hâlleri yaşayarak, mânevî ve İlahi hakikatleri tadarak elde ettikleri bilgi, irfan. [/size]
[size=-1]7- Mişkât-ı Nübüvvet: Nübüvvet meşalesi, Mü’minin kalbindeki İlahi nûr.[/size]
[size=-1]8- Murakabe konusu ileriki bölümlerde açıklanacaktır.[/size]
[size=-1]9- Maide: 35 [/size]
[size=-1]10- En’am: 90[/size]
[size=-1]11- Buhari, İman, 42[/size]​
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI
ŞEFKAT VE MERHAMET
Mürşid-i Kâmil, kâfirin, küfürden imana, mü’minin, emr-i ilahiye imtisal ile (Allah’ın emirlerini gözeterek) İslam’a, Müslümanların da, her an Rabbim beni görüp- gözetiyor düşüncesiyle ihsan mertebesine erişmesi için bütün insanlara şefkat gösterir.
Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’in yıllarca yolların temizliğine, hayvanların bakımına, yaşlı insanların, muhtaçların hizmetine koşması ahlak-ı İlâhîdir. "Merhamet edenlere R ahman da merhamet eder. Yeryüzündekilere merhamet edin, göktekiler de size merhamet etsin1." Sırtı karnına yapışmış bir devenin yanından geçerken, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bu dilsiz hayvanların hakkında Allah’tan korkun! Onlara besili olarak binin ve etini de besili olarak yeyin!"2 "Kullarıma haber ver ki, gerçekten ben çok bağışlayıcı ve pek merhamet ediciyim.” (Hicr: 49) Hiçbir peygambere verilmeyen, Allah’ın güzel isimlerinden "Raûf" ve "Rahîm" isimleriyle, engin şefkat ve merhametinden dolayı Habibi Muhammed Mustafa s.a.v.)’yı Cenâb-ı Hakk taltif buyurmuştur Kitab-ı Kerim’inde. (Tevbe: 128) "Muhakkak ki Allah insanlara karşı raûf ve rahîmdir." (Bakara: 143)
Şefaatimiz, dostlarımızdan ziyade muhâliflerimize olacak diyen İmam Şarani (k.s.)’nin sözü, Efendimiz (s.a.v.)’in: "Şefaatim, ümmetimin günahkarları üzerinedir." hadis-i şerifindeki şefkat ve merhmete ne kadar da uygundur. Bütün veliler bu evsaf ve ahlaka bürünmüşlerdir. Üstazımız, yalnız, bir odada bulunurken hiç unutamayacağım şu sözü söylemişlerdi. "Ya Rabbi! Bize muhâlif olanları velayet mertebesine eriştirerek katına al." Şu gerçeği de gözardı etmeyelim. İntikam sahibi olan Mevla, faiz alıp verene Kur’an-ı Kerim’inde, velisine, dostlarına düşman olanlara da Hadis-i kudsîsinde harb ilan ediyor.
Şefkat sadece çocuğunu, üşümesin diye soğuktan korumak için üzerini örtmek, insanlar sıkıntıya düşmesin diye maddi ihtiyaçlarını gidermek değildir. Asıl merhamet, namaz ve dualarımızda: "Ya Rabbi! Ateşin azabından bizi koru." (Bakara: 201), niyaz ve yakarışında belirtilen ikaba, ateşe girmemek, Allah’ın Cemaline ve Zâtına kavuşmak için yapılan ikaz ve uyarılardır. Bu öğüt ve nasihatten mahrum olan ana ve baba, bizim ruhumuzu arştan ana rahmine, oradan da dünyaya getirirken; mürşid-i kamiller de, şefkat ve merhametle, tarif ettikleri evrad ve ezkarla, nasihat ve hayırlı tavsiyelerle, ruhumuzu, bizim geliş yerimiz olan, aslî vatanımıza, arşa götürürler. Bizi ulvî âlemden indiren mi, yoksa kudsî âleme çıkaran mı daha muhteremdir? Varın siz kıyas edin...
_______________
[size=-1]1- İbn Amr bin el As (r.a.)’dan, Tirmizi ve Ebû Davud [/size]
[size=-1]2- Sehl bin Hanzeliyye (r.a.)’den, Ebû Dâvud[/size]​
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI
EDEP VE ERKANLA ZİKRULLAHA TEŞVİK EDER
Yolda bir kağıt üzerinde yazılı ism-i Celâl’i temizleyip, güzel kokularla pâk eden Bişr-i Hafi’yi, arkadaşları içerisinde ikrama layık kılan Rabbimiz, kullarından, ism-i İlâhî’sine saygı duyulmasını ister. Ne latif bir elma bu, diyen âriflerin sultanı Bayezid Bistami, Hakk (c.c.) tarafından: "İsmimi bir elmaya mı verdin?" diye ikaz olunur. "Allah" diye, kucağına atılan yavrusunu almak isteyen babaya; “Bu çocuk bize Hâlikımızın ismini hatırlattı." diye mani olan Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Mevla’ya duyduğu derin saygıyı ifade eder. İsmi ismiyle beraber yazılan Peygamberimiz (s.a.v.)’in, mübarek ismi âlîlerinin, belki saygıda kusur ederiz düşüncesiyle, ashab-ı kiramın yavrularına verilmemesi, ism-i Peygamber anılınca renklerinin değişmesi, ne eşsiz bir sevgidir kudsî değerlere. Gazneli Mahmud’un, çocuğa "vezirin oğlu" diye seslenip, ismini söylememesi, veziri hayrete düşürünce, padişah: "Vezir! Ben bu âna kadar, "Muhammed (s.a.v.)" ismini abdestsiz ağzıma almadım." der. Bayezid (k.s.)’in, zikrullaha başlamadan ağzını gül suyu ile yıkaması, sigaralı ağızları düşünceye sevketmeli. Bunu Hacı Hacı Efendimiz (k.s.):
Dühan, melaik dağıtır
Zikrin tesirin soğutur
Letaiflerin ağıdır
İçmeyene ezadır bu

mısralarıyla ifade eder.
Kimi zikrettiğimizi, O’nun isimlerini, efal ve sıfatlarını düşünerek, tazimle, huzur ve erkanla bir defa "Allah" demek, binlerce defa "Allah" demekten üstündür.
Aşk ile bir kez Allah dese lisan,
Dökülür cümle günah misl-i hazan
Bir defa can u gönülden Allah derse kişi, güz gününde yaprakların döküldüğü gibi bütün günahlarından temizlenir, der mevlit yazarımız Süleyman Çelebi. Dağ başında yalnız kalan birine: "Ne yer, ne içersin?" denilince, "Hû" der. Bu ıssız yerlerde ne ararsın? sorusuna da, "Hû" der. Ne sorulsa, "Hû" diye cevap verince: "Hû demekten gayen Allah demek mi?" denildiğinde, İsm-i Celâl’i işitir işitmez, bir sayha atıp ruhunu teslim eder sahibine.
Zikir, yalnız, dilin lafza-i Celâl’i tekrarı değildir. Yapılan zikirle; ferdî, ailevî, ictimaî görevler, Allah ve Rasûlü (s.a.v.)’nün isteği doğrultusunda yerine getirilir. Ana ve baba, kim olursa olsun her ferdin, evladını Kur’an tilaveti, ehl-i beyt ve Rasûlüllah sevgisiyle yetiştirmesi, tacirin ticaretini, doktorun tabipliğini, muallimin talimini, çiftçinin mahsulünü, her meslek sahibinin vazifesini en güzel bir şekilde icra etmesidir zikir. "İşini sağlam ve düzgün yapanı Allah sever." buyurur Efendimiz (s.a.v.). Talim olunan zikirler, bizi her türlü kötülükten men etmiyorsa, Habîbullah’ın ifadesiyle o zikir ancak, bizi Allah’tan uzaklaştırır. Ayakta iken, otururken, yanımız yatakta iken, Kendisini her hâlimizde zikretmemizi emir buyurur Mevlâ (Al-i İmran: 191). Yaşantımızın her ânını ibadetle ihya edip, gaflete düşmemeye çalışalım. "Her hangi bir topluluk eğer oturdukları meclisten Allah’ı zikretmeden kalkarlarsa, merkep leşi bulunan bir meclisten kalkmış gibi olurlar. Kazançları da pişmanlık olur." (Ebu Hureyre’den Ebu Davud)
Adamın biri, "Hayır kapıları çoktur, hepsini yerine getirmem güçtür, bana bir şey söyle de onu yapayım." deyince, Efendimiz (s.a.v.): "Dilin daima Allah’ın zikri ile yaş kalsın!" buyurur (Abdullah b. Büsr’dan, Tirmizi). Kimi andığımızı tefekkür edersek, zikrullahta huzur meydana gelir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI
İRŞAD EDİCİ BİLGİYE SAHİPTİR
Cenab-ı Hakk, ilim sahibi olmayan kimseye, velayet de lütfetmez. Tâlût’u, Cenab-ı Hakk hükümdar olarak gönderdiğinde: "Onu, Allah, size hükümdar seçmiş ve ona, bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir genişlik vermiştir." (Bakara: 247) ayetiyle, "O, bize nasıl hükümdar olabilir?" diye itiraz edenlere, Rabbimiz tarafından cevap verilmiştir. Zahiren, bir hocanın eğitiminden geçmeyenler ise: "Biz, ona, katımızdan bir ilim öğretmiştik." (Kehf: 65) buyurulan ilm-i ledünle1 (aracısız, Hakk’tan gelen ilimle), marifetle mükafatlandırılırlar.
Abdest azalarını yıkarken, birinci yıkayışta emmareden (nefsin bütün arzularından), ikinci yıkayışta levvameden kurtularak (nurla zulmetin karmakarışık olduğu hâlden), son defasında da mülhimeden arınıp (nurun zulmete galip olduğu makamdan) mutmainneye (iradeyi tamamen Allah’a teslim etme makamına) erişerek, zahiri ve batınî temizliği yapmayı, hiçbir hocadan, kitaptan görmedik ama Üstazımızın mübarek dillerinden işittik. Namazda tekbir alırken, bir elimizle dünya, diğeriyle de uhra muhabbetini atıp, sırf Allah’ın aşkıyla namaz kılmayı da ondan duyduğumuz gibi, Hakk’dan aldıkları ilimle, çevrelerini aydınlattıklarını müşahede ettik.

Bir mektebe oldu ki müdâvim
Allah idi zatına muallim

Müsabakaya girip boyayla, cilayla, çeşit çeşit renklerle duvarını süsleyen Çin’li ustanın esrarengiz sanatına karşı; kum, kireç ve çimento karışımı harcıyla, duvarını sıvaya sıvaya âyine gibi yapıp, karşı duvardaki süsleri, kendisinde pırıl pırıl parlatan Rum usta gibi, zikir ve fikirle, Hakk’a duyduğu derin saygı, haşyet ve tazimle kalbini nurlandıran hâlis kul da; kitaplardan, hocalardan aldığı ilimle; kafasını tezyin eden ulemanın ilmini, fen ve sanatını gönlüne aksettirerek âlemi tenvir eder.*
Hata ve kusurları biiznillahi Teâlâ müşahede ederek giderir. Kendilerine tabi olanları Allah ve Rasûlüne âşık bir kul hâline getirmektir gayeleri.
Kendisinden geçerek gaybet hâlini yaşayan mânevî evladına Şah-ı Nakşbend (k.s.): "Bizi bırak Allah’a dön." der.
Üstazımız, âşıklarından biri için: "Peygamberimiz (s.a.v.)’in mânevî defterine bu evladımızın ismini biz kaydettirdik." buyururlar.
Müridin hedefi, Peygamberimiz (s.a.v.)’in aşkına ermek olmalı. Oradan da Rabbimizi bulmalı. Bu asıl gayeye erişemeyen bizleri de öğüt ve nasihatleriyle ıslaha çalışırlar. Hedefi gözetleyenlere sükûtî irşadlarını yaparken, bizlere de sözlü uyarılarla istikameti tayin ederler. İrfan çiçeklerinin açtığı, tecelli nurlarının aksettiği gönül bahçelerinin eşsiz nimetlerini, şeytan ve nefis kurtları yeyip talan etmesin diye, dînî görevlerimizi anlatırlar saatlerce.
Kalplerde zuhur eden mânevî hastalıkları yüzümüzde müşahede ederek, ikazlarda bulunurlar. Sanayi Camii’nde2 vaazlarını tamamladıktan sonra Üstazımız, birden, heyecanla, "Zinaya yaklaşmayın; çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur." (İsra: 32) ikaz-ı İlahisi ile seslenir cemaate. Meğer son anda camiye giren, bu fena fiili yapmayı aklına koyan kimseyi Allah’ın izni ile hissetmişlerdir. Bir cana kıymayı tasarlayan adamı da, "Allah’ın haram kıldığı canı, haklı bir sebep olmadan öldürmeyin." (İsra: 33) ayet-i celilesiyle ve hadis-i şerif’lerle, öğüt ve nasihatleriyle bu menhiyattan kaçındırırlar. Efendimiz (s.a.v.)’in hürmetine, isyanı sebebiyle ıslah olmayan, şekli değişip hayvan simasına dönmeyen, fakat kalbi, gönlü bozulan kimseleri her fırsatta ikaz ederler. Nefisleri için kızmazlar, Allah rızası için gayrete gelirler.
Tevazu ve hilmiyetle, "Mü’minlere kanatlarını indir." (Hicr: 88) edeb-i İlâhîsi ile alçak gönüllü ve şefkatli davranırlar insanlara. "Kafirlere karşı çok çetin, çok şiddetlidirler. Kendi aralarında merhametlidirler." (Feth: 29) esasını da koruyarak, Allah için sevgi ve Allah için buğz kanatlarıyla bir dervişin irfan semasında kanatlanacağını haber verirler.
1947 yılında vapurla gittikleri Hac yolculuğunda yaşlı bir zât Üstazımıza, -kendi sûretini âyinede görerek- kötü isnatlarda bulunur. Çok genç olan Üstazımız, gayet beşûş bir çehre ile: "Amca! Bu saydığınız fena huylara tövbe etmek için bu yola çıktık." buyurur. Memleketine döndüğünde, bu olgunluğa, kemâle hayran kalan amca, intisap ederek: "Beni kendine köle ettin." der.
Mahallemizde en çok, su sebebiyle kavga çıkardı. Su pek yeterli değildi. Üstazımızın bahçesine akan suyu gasp eder biri. Üstazımız hiç kızmadan: "Bu su ile abdest al, guslet, temizlen." der ve geçerler. Öyle bir kalbe maliktirler ki, o gönül, Hakk’tan gayrı bir endişeyi taşımaz. Rabiatü’l-Adeviyye (r. anha) kendisine, "Şeytan’a buğzeder misin?" diyen şahsa: "Allah (c.c.)’a sevgiden ona yer kalmadı." buyurur. Peygamberimiz (s.a.v.): "Düşmanını cezalandırmaya muktedir isen, o nimetin şükrünü af ile yerine getir." "Hilmiyyet (yumuşak huyluluk) gösteren, insanların gözünde büyüklük kazanır. Anlayış gösterenin kemâli artar." hadis-i şerifleriyle bu huyun güzelliğini haber verirler. "Kim af ve ıslah ederse, onun mükafatı Allah’a aittir." (Şûra: 40) buyurur Rabbimiz.
____________________
1- İlm-i Ledün: Hakk’ın katından gelen bilgi. Mutasavvıflar, bütün ilimlerin Allah katından geldiğine inanırlar. Ancak şer’î ve zahiri ilimler, melekler ve Rasûl aracılığı ile gelir. İlham ise aracısız olarak doğrudan Hakk’tan gelir. Onun için ilhama, ilm-i ledün denilmiştir. Bu ilim kişiye özgü mahrem bir bilgidir.


*Çinliler kendilerine güvenerek Rumlara karşı övündüler: “Resim sanatında dünyada bizden daha üstünü yok.” dediler. Buna karşılık Rumlar da: “Hayır, bu iddianız doğru değil, biz daha mahir kişileriz.” dediler. Bu iddialar adil bir padişahın kulağına gitti. Padişah:
“Ben sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginizin dediği doğru.” dedi.
Çinliler de Rum diyarının ressamları da hazırlandılar.
Çinli ressamlar: “Bize bir oda verin, bir oda da siz alın, herbirimiz burada hünerlerimizi sergileyelim, işimiz bitince padişah gelsin baksın ve kimin daha üstün olduğuna karar versin.” dediler.
Kapıları karşı karşıya iki odadan birini Çinli ressamlara, diğerini Rum diyarının ressamlarına verdiler.
Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Padişah bunun üzerine hazinesini açtı.
Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekte onlar da bu boyalarla çeşitli resimler, süsler yapmaktaydı.
Rum ressamları ise:
“Pas giderilmeden ne boya işe yarar ne de resim.” diye düşünüyorlar habire her yeri cilalayıp duruyorlardı.
Rum diyarının ressamları bu düşünceyle günlerce duvarları cilalayıp durdular. Sonunda her yer pırıl pırıl oldu. Gökyüzü gibi berrak bir hâl aldı.
Nihayet Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıklarından emindi ve yaptıkları bu güzel işten dolayı çok sevinçliydiler.
Padişaha haber verildi. Padişah gelerek önce Çinli ressamların resip yapıp süsledikleri odaya girdi, resimleri gördü, bütün yapılanlar fevkalade şeylerdi. Çinli ressamların yaptıklarını beğenerek takdir eden padişah buradan çıkarak Rum diyarının ressamlarının bulundukları odaya girdi. Bir Rum ressam, Çinli ressamların resim yaptıkları odayı görmeye mani olan aradaki perdeyi kaldırdı. Çinli ressamların yaptıkları süsler ve resimler bu odanın cilalanmış duvarlarına yansıdı. O odada ne varsa burada da öyle, hatta daha güzel ve daha parlak bir biçimde görünmeye başladı.
Rum diyarının ressamlarının bulundukları oda, dille tarifi mümkün olmayan bir hâldeydi ve bu hâliyle Çinli ressamların odasından binlerce defa daha güzeldi. Böylece Rum diyarının ressamları bu imtihanı kazanmış oldular. (Kaynak: Mesnevide Geçen Bütün Hikayeler, Haz: Mehmet Zeren, Hazen, 1996, sh. 60-62)
2-Sanayi Camii: Kayseri’nin Yahyalı İlçesi merkezinde yeralan ve Hacı Hasan Efendi (k.s.)’nin zaman zaman irşad vazifesinde bulunduğu camidir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI
ALLAH (c.c) KATINDA OLANLARLA MEYLEDER
Hırka ve taca, ünvan ve şecereye takılıp kalmaz mürşid-i kamil. Bunu Yunus Emre;
Dervişlik olaydı tac ile hırka,
Biz dahi alırdık otuza kırka.
şeklinde çok güzel ifade eder.
Olgunluğun işaretini iki maddede özetler Muhyiddin-i Arabi (k.s.):
1- Mahviyet
2- Mahfiyet.
Nefsaniyetin, benliğin yok olup, kişinin, Hakk’ın katında var olması, iradenin Allah’ın iradesinde yok olması, ahlak-ı seyyienin, kötü ahlakın yerini ahlak-ı hamidenin, güzel ahlakın almasıdır mahviyet. Mahfiyet, kendisine Allah’tan bahş olunan güzel rüyaları, keşifleri, sırları, kerametleri, tecelliyatı, gönülde beliren nurları ve varidatı, Hakk’dan gelen feyz ve ilhamatı, güzel duygu ve hisleri gizlemektir.
Enbiyadan biri vahyi rüyada alır. Cenab-ı Hakk, bir altın tası gizlemesini emreder. Nebi ne kadar gizlese de altın tas ortaya çıkar. Sebebini Rabbimizden sorar. Hâlikımız da: "O altın tas, güzel amellerdir. Kişi taatini, kendisini ne kadar gizlese de biz onun sevgisini kalplere yerleştiririz." buyurur.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI
İNSANLARIN HALLERİNE GÖRE İRŞAD
Büyük bir marifetle, gelenlerin hallerine göre biiznillah irşadda bulunurlar. "Süt emen çocuğa bal, bal yiyene de süt vermezler." İnanç bakımından bozuk olanlara, iman esaslarını; ibadette kusurları olanlara da, Cenab-ı Hakk’ın emirlerine uyup, yasakladıklarından uzaklaşmanın, kulluğun gereği olduğunu; taatlere devam edenlerin de, Allah’ı görür gibi ibadet etmelerini, biz O’nu göremesek dahi, Allah’ın bizi müşahede ettiğini tefekkür ederek, "ihsan" mertebesinde kulluğumuzu yerine getirmemiz gerektiğini her fırsatta hatırlatırlar. Mevlana Celaleddin-i Rûmi’nin hocası Seyyid Burhaneddin (rh.a.), namazda "Allah" diye feryat ederek bayılır. Kendisine geldiğinde, bu hâlin sebebi sorulunca: "Kur’an’ı indirenin sadâsını duydum." der. Yahyalı’nın Sanayi Camii’nde Üstazımız namaz kılarken sağa sola çok tatlı bir şekilde meylediyorlardı. Bu hâle taaccüb edenlere: "Kişi, Allah’ı görürcesine ibadet ederken vücudu elden çıkıyor." buyurmuşlardı.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİL'İN VASIFLARI
BAŞ OLMA SEVDÂSINDAN GEÇER
Müşrikler, Efendimiz (s.a.v)‘i, "Davandan vazgeç sana en güzel kızı nikah edelim." diye şehvetle, "En verimli araziyi tapulayalım." diye servetle, "Başımıza şah edelim." diye şöhretle aldatmaya kalkıştıklarında, O, bütün bunlardan uzak kalarak, "Kastım, rızâyı Bârî’dir." buyurdu.
Gizli şehvet olarak tanımlanan riyaset sevdası olmaz gönüllerinde. Sami Ramazanoğlu (k.s.), Üstazımıza görev verirlerken: "Kendini nasıl hissediyorsun Hasan Efendi?" buyurduklarında, "Efendim! Ebubekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm)’ye adres gösteren bir çocuk mesabesinde görüyorum kendimi. Acaba, bu büyük zatlara yol gösteremez de vebalde kalır mıyım diye düşünüyorum." deyince, Sami Ramazanoğlu (k.s.), Üstazımızı tebrik ederler.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÜRŞİD-İ KÂMİLLE GÖRÜŞME ÂDÂBI
Rabıta döneminde, devamlı rabıta; murakabe döneminde ise, vakitleri devamlı murakabe ile geçirmeli salik.
Mürşid-i kamilin huzurlarında, kalbi, devamlı istifade için açık bulundurmalı; avını bekleyen biri gibi, gözünü, gönlünü mürşidinden ayırmamalıdır. Efendimiz (s.a.v)’in Cenab-ı Hakk’ı müşahedesini; "Göz ne şaştı, ne (de sınırı) aştı." diye ifade eder ayet-i kerime.
Asker arkadaşıyla konuşur gibi, bağırıp-çağırarak konuşmamalı. Hakk’a ermek için sözlerini tutup edebe riayet ederek, mehabetini gönlünden kaybetmemeli mürşidin. "Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin (saygısızlık etmeyin) ve Allah’tan korkun, çünkü Allah işitir, bilir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin ve O’na birbirinize bağırır gibi yüksek sesle söylemeyin ki, haberiniz olmadan amelleriniz hiçe iniverir. Kesinlikle Allah ve Rasûlü’nün yanında seslerini kısanlar (yok mu), işte onlar o kimselerdir ki, Allah kalplerini takva için imtihan etmiştir. Onlara hem bir bağışlama, hem de büyük bir mükafat vardır." (Hucurat: 1-3)
Ulu orta her şey de sorulmaz. Başımız ağrısa ilacını da ondan istememeliyiz. İmanımıza, ibadet ve dürüst bir yaşantımıza, ahlaka ait sorular, gönüllerinin ferahlı olduğu anda, müsaade istenerek sorulur. "Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın." (Mâide: 101) Ona can u gönülden teslim olmalı; gaipten, uçup kaçmaktan haber vermesini beklememeli. Devesi kaybolan kişiye Efendimiz (s.a.v): "Allah bildirmezse ben de bilemem." buyurdular. Musa (a.s.)’ya, Hızır (a.s.): "O halde bana tabi olacaksan, ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında da bana soru sorma." (Kehf: 70) demiştir. "Edepsiz insan, dünyada da uhrada da mahrumdur."
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
SÂLİK'İN VASIFLARI VE AHLÂKİ YAPISI
Allah’ın emirlerini gözetip, nehyinden kaçan, "Peygamber size ne emir verirse onu tutun, yasakladığından da sakının." (Haşr: 7) ayet-i celilesine riayetle nefsini arıtıp, ruhunu durultan salik, şu hususlara azami dikkat gösterir:
1-Devâm-ı Vuzû
Nefis, cin ve insan şeytanlarının şerrinden emin olmak için devamlı abdestli bulunur. Yatsı namazını eda ettikten sonra, yatmadan önce abdest alıp iki rekat namaz kılar; dualarla, zikirlerle, gününü nasıl geçirdiğinin hesabını inceden inceye yaparak, mânevî sır perdesinin açıldığı ânı gözeterek yatağına girer salik.
2-Devâm-ı Halvet
İnsanlardan ayrı yaşamanın gayesini celvet, halkın irşad ve ıslahı için görür salik. Akünün dolmasından maksat, kendisinden arzu edileni yerine getirmek olduğu gibi, derviş de gece ve gündüzleri rabıta ve murakabesiyle, arştan inen feyiz ve tecellilerle dolarak, alemi tenvir eder.
Nefsi ıslah için insanlardan ayrılıp, daracık bir mekanda azıcık yiyecekle yetinip vakit geçirmenin anlamı olan halvet; ashab-ı kiramın talip olduğu çileyi örnek alarak, "Zâhirde halkla, batında Mevla ile" olmaktır. Dışarıya kapalı, Allah’a açık olan o mekanda, vücûdu da kabir yaparak, "ölmeden evvel ölme" sırrına erişmektir. "İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır." hadis-i şerifinin muhatabı olmaktır merğub olan, övülen halvet.
3-Savm (Oruç)
Oruçtan gaye, sadece yemekten-içmekten, cinsi münasebetten uzaklaşmak değil, bütün azayı, ne için yaratılmışsa onun için kullanmaktır; oruç sayesinde takvaya ulaşmaktır. Yemekten-içmekten münezzeh Mevla’nın ahlakıyla ahlaklanmaktır. Arifler; yalan, dedikodu, iftira v.s. gibi çirkin bütün hasletlerin zuhurunda keffaret tutarlar, Allah (c.c.)’tan gayri düşüncelerde ise oruçlarını kaza ederler.
4-Sükût
Peygamberimiz (s.a.v.)’in, "İki hususta teminat verenin cennete girmesine kefilim." diye buyurdukları, dil ve namus, hataların en çok zuhur ettiği yerlerdir. "Her ne söz söylerse, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır." (Kaf: 18) "Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve sağlam söz söyleyin." (Ahzab: 70) ayetlerine riayet eden kamil insanlar, kâlden ziyade hâl diliyle konuşurlar.
Elvan lakabıyla anılan rahmetli Ali Yıldız, Üstazımıza, Sivaslı İsmail Hakkı Toprak (rh.a.) (ö. 1973)’ın evlatlarından birini getirir. Lisanen konuşmadan gönüller konuşmaya başlar ve uzunca, derin bir sükuttan sonra veda edilir.
Şah-ı Nakşbend (k.s.): "Sükûtumuzdan istifade edemeyen, sözümüzden faydalanamaz." buyurur. Hâl diliyle konuşabilmek, kalplerden faydalanabilmek için, gönül frekanslarının tutması gerekir. Büyüklerin sükûtu tercih etmeleri, hâl diliyle konuşmaları sebebiyledir.
5-Zikir*
İnsan, üç hâlin dışında değildir. Ya ayaktadır, ya oturur, ya da yanı yerdedir. "Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye tefekkür ederler, düşünürler." (Âl-i İmran: 191), "Onlar, ne bir ticaretin ne de bir alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadığı erlerdir." (Nur: 37) ayetleriyle mü’minin her an zikrullahda olduğu belirtilir. "Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş, kendilerini, Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar." Nefislerinde, aile ve komşu ilişkilerinde, ticaretlerinde ve bütün davranışlarında emr-i İlâhiye kulak verirler.
Unutkan olmamızdan dolayı bize insan denmiştir. En çok gaflete düştüğümüz iki husus ise:
1-Ezelde verdiğimiz söz.
2-Hiçbir zaman unutmamamız gereken Hâlikımızdır.
Unutmanın zıddı hatırlamaktır. Hatırlamanın Arapça karşılığı ise zikirdir. "Rabbiniz değil miyim? diye şahit gösterdiği zaman, "Evet Rabbimizsin, şahidiz." dediler (A’raf: 172) Ve, "Unuttuğun vakit Allah’ı an." (Kehf: 24)
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
ALLAH'I ZİKRETMEK GÖNÜLLERE ŞİFÂ VERİR
1. Zikrin Anlamı
Zikir kelimesi hatırlama manasına gelir. Yalnız bu hatırlama, güzel olan, hayırlı olan, iyi olan işlerde vuku bulan bir hatırlamadır. Eğer bir insanın iyiliği, güzelliği anlatılmışsa, "Geçen gün sizi zikretmiştik." denir. Eğer kötülüğünden bahsedilmişse, "Zikriniz geçti." denmez. Öyleyse; namaz zikirdir, insanlar arasında iyi münâsebetler, güzel komşuluk, aile arasında güzel geçim, ticari hukuka riâyet, bir mü’minin gönlünü almak zikirdir. Çünkü Allah (c.c.)’ı hatırlatan her şey zikirdir.
Mânevî hayata baktığımızda meşâyihi kiramın, kendilerine tâbi olan insanların Allah’a itaat etmeleri, Rasûlullah (s.a.v.)’ın ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine ulaşabilmeleri için birer vasıta olduklarını görürüz.
2. Zikrin Gayesi
Zikir yapılmasından maksadımız, ‘Muhlis’ vasfını kazanmaktır. “La ilahe illallah diyen cennete girecektir.” buyrulmaktadır. Ama ‘Muhlisan’ şartı vardır. Nedir bu tabirin manası? Muhlisan, herşeyi Allah (c.c.)’ın rızası için yapmak demektir. ‘Muhlis’ ve ‘Muhlas’ tabirleri farlıdır. ‘Muhlis’, ismi fâildir. ‘Muhlas’ ismi mef’uldür. Bu farkı talebeliğim esnasında düşünürdüm. Kastamonu’ya gittiğimizde Mehmet Fevzi Efendi (ö. 1989), bana bakıp: ‘Muhlis kesbîdir, Muhlas vehbîdir.’ diyerek meseleyi derhâl halletti. ‘Muhlas’ olabilmek için uğraşmalıyız. Böylesi bir kimseye, rıza-ı İlâhinin dışında birşey yaptıramazsınız. Hesabı kitabı yoktur, her yaptığı Allah rızası içindir. İşte zikrin neticesi budur.
Mürşid dediğimiz zaman ‘dönüştürücü’ aklımıza gelir. Bulunulan hâlden, Peygamberimiz (s.a.v.)’in istediği güzel hâle, ahlâka dönüşmektir gaye. Vazife almak hususunda da eksiklikler var. Uluorta, ‘Kim vazife alacak?’ deniliyor. İnsanlar birbirine bakıyor. Bunun hiçbir anlamı yok. Aldıktan birkaç gün sonra bu vazife unutulacaktır. Bir kere, cezbolunması gerekir. Kalben muhabbet edilmesi gerekir. Bu muhabbet, bu zevk olmadan vazife alınmaz.
Girişler üç çeşittir. Birincisi; sadece Mevla’nın rızası için girenler. Bunlar hakikaten faydalanan kimselerdir. Allah’ın muhabbetine, bu yol vasıtasıyla ulaşmaya çalışırlar. Kimileri de, ‘Şu girdi, bu girdi, ben de gireyim.’ diyerek vazife alırlar. Öteki çıktığı zaman tabî o da çıkacaktır. Bir üçüncüsü de teşviklerle ders alanlardır. Bunlar da ne kadar teşvik edilirlerse o kadar yol alırlar.
İslâm ahlakındaki en büyük gaye; ne yaparsak yapalım, yaptığımız işi Allah rızası için yapmaktır. Birinci şart budur. Muhlas olabilmektir. Sonra ‘takva’ gelir. Şeyh Mustafa Efendimiz (k.s.)’in de dediği üzere, tıpkı günümüzde doktora gitmeden bazı âletlerle bazı ölçümlerin yapılması gibi, bizim de kendimizi ölçeceğimiz iki tane işaret vardır. Birincisi, ibadet-ü taati zevkle yapabilmektir. Efendimiz (s.a.v.)’in buyurduğu üzere, arş-ı âzâmın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıftan birisi de, ibadet-ü taatini zevkle yapan gençtir. İnsanlar bu noktada ikiye ayrılır. Emir olduğu için yapanlar, bir de zevkle yapanlar. İkinci ölçümüz ise Allah korkusunun artmasıdır. Bu zikirleri yapmaktan maksat, takvanın meydana gelmesidir. Bu zikirler sayesinde, iki sınıf insandan, zevk almak için ibadet yapan insanlardan olmaya çalışırız. İbadetimizi zikirler sayesinde zevk içerisinde yaparız. Kuru kuruya değil, manasını düşünerek ve o anda yaşayarak ibadetini yapan insanlarla bizim aramızda fark vardır.
3. Zikrin Âdâbı
Binlerce defa ‘Allah’ demektense huzurla bir defa ‘Allah’ demek daha üstündür. Tesbihi nasıl çektiğinizi bilmeden, anlamını düşünmeden yapmaktansa, anlamını düşünerek, azametini tefekkür ederek ve onun hayata geçirilmesinin idrakinde olarak yapılan zikir evlâdır.
Faraza, duyduğum kadarıyla, beş yüz defa Allah diyoruz. Fırsat bulamazsak olur ama sandalye üzerinde falan değil, daha sakin ve karanlık bir ortamda, dış âlemle irtibatımızı keserek, kalbimize, gönlümüze dönerek bunu yapmalıyız. ‘Kur’an gece indirildi.’ buyrulmasının bir anlamı, bir sırrı vardır. İsrâ Sûresi’nde Cenab-ı Hakk Habibini Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya gece yürüttüğünü haber veriyor. Geceleri göz dinlenir, kulak dinlenir, kalp dinlenir ve kişi bütün potansiyeli ile kendisini zikre verme imkanı bulur. Sami Ramazanoğlu Hazretleri (k.s.), gündüz yapılan taatle, gece yapılan taat arasındaki farkı, "Eğer ders, gece yapılmaz da gündüz yapılırsa, kazaya kalan oruç gibi olur." buyurarak haber vermektedir. Temiz bir seccade üstünde oturulur, huzurla ‘Allah’ denir. Beş yüzünde dil damağa yapıştırılır ve hareket ettirilmez. Ocağın üzerine su koyduğumuzu düşünelim. Ocağı açarsınız ve su ısınmaya başlar. Başlangıçta parmağımızı suya değdirirken, daha sonra dokunamaz oluruz. Nihayetinde neredeyse buharına da parmağımızı yaklaştıramayız. Önceleri hafif atışlar hissedilir, sonra gümbür gümbür kaynar. Kalb de aynen bunun gibidir. Önceleri yanar, bazen iğne batar gibi gelir insana. Daha sonra ara ara vuruşlar meydana gelir. Koşup da durduğumuzda, heyecanlandığımızda olduğu gibi kalbimiz sanki fırlayıp yerinden çıkacakmışçasına hareket eder. İkinci beş yüz de içe verilmek sûretiyle kalb zikre geçer, gönül arınır, temizlenir.
4. Ferdî ve Cemaat Hâlinde Zikir
Zikir, ferdî ve cemaat hâlinde olmak üzere ikiye ayrılır. Ahmet b. Hanbel Hazretleri’nin Müsned’inde de geçtiği gibi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e Ali (r.a) gelmiş ve: "Ya Rasûlallah! Benim için bir telkinde bulun." demişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de mübarek gözlerini yumarak üç defa kelime-i tevhidi okumuşlardır. O da huzur ve huşû içinde Peygamberimiz (s.a.v.)’i takip etmiştir. Bu, ferdî zikre örnektir. Bir de cemaat hâlinde olan zikir vardır. Ashâb-ı Kiram’ın bir araya toplandığı bir mecliste Peygamber Efendimiz (s.a.v.): "Cennet bahçesine uğradığınız zaman meyvelerinden yiyin." buyurmuşlardır. Ashab, cennet bahçesi ve meyvelerinden maksadın ne olduğunu sorduğunda Efendimiz (s.a.v.): "Zikir halkalarıdır.” buyurmuşlardır.
Kur’an-ı Kerim’de de geçen aşk ehli bir basîr zümre, ‘Ulu’l el-bâb’ vardır. Bu insanlar gönül ehli insanlardır. Asırlar boyu devam ettiği söylenen salihlerle meşâyihin çatışması aslında yoktur. Cenab-ı Allah sevdiği kullarını dinde ince anlayış sahibi kılıyor. Fakihler, şer-i meselelerde delilleri ortaya koyarak yürümüşlerdir. Aşk ehli insanlar, bunları bilmekle beraber, zâhiri yönü asla terketmeden işin kalbî, ruhî, mânevî yönüyle ilgilenerek bilginin esasına erişmişlerdir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.): "Kişi bildiği ile amel ederse, Cenab-ı Allah ona bilmediğini mâlum kılar." buyurmuşlardır. Evliyâullahın bu vasıta ile eriştikleri bir nur vardır, bir haz vardır. Biz buna ehil olmamakla birlikte, ehil olanların yanlarında bulunduk, sohbetlerinden istifade ettik.
5. Açık ve Gizli Zikir
Hâl ehli insanlardan gördüğümüz, duyduğumuz kadarıyla, açık zikir ve gizli zikir telkini şeklinde iki usûl bulunmaktadır. Efendimiz (s.a.v.) ölmek üzere olan bir kimseye kelime-i tevhidi telkin etmişlerdir. Bu, açık zikre örnektir. Gizli zikir ise Kur’an-ı Kerim’de sayılamayacak kadar çok Ayet-i Kerime’de haber verilmiştir. Uyuyan adamı nasıl uyandırırız? O’na ‘Abdullah! Abdullah!’ diye sesleniriz ve onu uyandırmaya çalışırız. Uyandıktan sonra bağırmaya gerek var mıdır?
Allah (c.c.) hepimizi ıslah etsin, ortak bir hastalığımız var; o da gaflet hastalığı. Bu hastalığın ilacı Hakk’ı tavsiye etmektir. Bu da insanların durumlarını gözönüne alarak yapılmalıdır. İtikadi hata içerisinde bulunan, inanç hususunda tamamen ters olan bir kimseye zikir telkini yapamazsınız.
Zikir, hatırlatma manasına geldiğine göre sadece hatırlatma amacıyla ibadet ve taat konusunda bilgi verilir. Bu konuda elinden geldiğini yapmaya çalışan insana da husûsi zikirler telkin edilir.
İmam-ı Rabbani Hazretleri (ö. 1034/1624)’ni unutmayalım. İmam-ı Rabbâni Hazretleri Vahdet-i Şuhûd makamında olduğu için, delilleri ortaya koymak sûretiyle hareket etme yoluna gitmiştir. Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin başını çektiği bir zümre ise herşeye fenâ makâmından bakmak sûretiyle meselelere yaklaşır. Her ikisinin de geldiği nokta aynıdır. İmam-ı Rabbâni Hazretleri, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nde olduğu gibi hem zâhiri hem de bâtınî yönde söz sahibidir. Bizim gibi insanlar bunları tefrik edemeyeceği, ayırt edemeyeceği için hep İmam-ı Rabbâni Hazretleri’nden bahsediyoruz. Bildiğimiz kadarıyla Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin eserlerini okuyarak İslam’a girenlerin sayısı çok fazladır. O’nun kitaplarını okuyarak İslam’a giren, O’na hayran olan pekçok insan var. İlkokul çocuğu cebiri, bir bilmeyenli, iki bilinmeyenli denklemleri, kök almayı, sinüsü, kosinüsü, tanjantı, kotanjantı herhalde bilecek değildir. Ne yapacaktır, birer-ikişer sayacaktır; toplamayı, çıkarmayı yapacaktır, belki bölmeye ikinci sene sıra gelecektir.
Daha, toplamayla, çıkarmayla meşgul olanlar, kalkıp da cebirle, geometriyle meşgul olacak olurlarsa, tabîidir ki Muhyiddin’i Arabi Hazretleri’ne olmadık sözler söyleyeceklerdir. Keşke o makama gelinebilse, bu büyük zât anlaşılabilse.
İmam-ı Rabbâni Hazretleri kötülük içindeki insanlara zikir telkininde bulunup-bulunmama hususunu soran talebelerine, bu insanlara da zikir telkininde bulunulması gerektiğini, umulur ki kurtulmalarına vesile olacağını ifade etmişlerdir.
6. İnsanın Yaratılışında Yer Alan
Dört Unsur (Anâsır-ı Erbaa)
Bedenimizin yapısında eskilerin deyimiyle anâsır-ı erbaa vardır. Su, hava, ateş ve toprak. Eksikliğimiz olduğu için kendimizden örnek verelim:
Üstadımızın sohbetlerinde bağırma meydana gelir, duramaz, meclisin ortasına yürürdüm. İzmir’den bir cemaat gelmişti. Cemaate, Hacı Hasan Efendimiz (k.s.), Sami Ramazanoğlu Efendimiz (k.s)’den bahsediyorlardı. Bu esnâda ben bayılıp düşmüşüm. Bu hâdise Sami Efendimiz (k.s.)’e haber verildiğinde, ‘Unsûr-u narisi yanmış.’ buyurmuşlar. Dikkat ederseniz bir mürşid tarifi yapacağım: "Şeyh, vücuddaki anasır-ı erbaa’nın dozajını ayarlayan kimsedir." Bu, kafayı oynatma değil, düzeltme mesleğidir. Bu sebeble kafasını oynatan kaç kimse vardır? Hakiki bir mürşid, bırakın kafayı oynatmayı, hasta hâli sıhhate dönüştürür Allah’ın izniyle.
Cezbe, kalbin Allah’a yönelmesidir. Ses hızı, ışık hızı onun yanında çok yavaş kalır. Vücud yapımızdaki dört unsurun dozajını ayarlayıp, nefsin esaretinden kurtarıp, ruhun emrine verilmesine mânevî hayat diyoruz. Mürşid de bunu gerçekleştiren kimsedir. Mâneviyyat bizi kendimize zulmetmekten kurtarır. Hz. Adem yasak meyveden yeyince Cenab-ı Hakk: "Nefsine zulmettin." buyurmuştur. Mürşidler de bizlerin elinden tutup, bizleri Rasûlullah (s.a.v.)’ın muhabbetine ve Zâtının aşkına teslim ediyorlar. Bu dört madde nefsin eline geçerse ne olur? Hava nefsin elinde olursa, her tarafı yakıp yıkar. Ruhun elinde olursa ‘hû’ya dönüşür. Asr-ı Saadet hayatındaki, değerini ölçemediğimiz, "Hangisine uyarsanız kurtuluşa erersiniz." diye buyrulan o güzide insanların ahlakını kendine örnek edinen insanlar ortaya çıkar ve huzur ortamı meydana gelir.
7. Beş Rûhânî Zikir Merkezi (Letâif-i Hamse)
Vücutta, sadrımızda beş tane letâif vardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Bunlar emir âlemidir. Halk da bedenle alakalıdır. Gönül, Allah’ı zikrettiği zaman ne bir ticaret, ne de bir alış-veriş onları Allah’ın zikrinden alıkoyar. Nasıl alıkoyar ki? "El kârda gönül yarda" sözü mucibince, el dünya işiyle uğraşırken, gönül yâr olan Allah’la meşgul olur. Kafa ile gönül birbirinden ayrıdır. Sami Efendimiz Hazretleri (k.s.) ne güzel ifade buyuruyor; bir araba ile misal veriyor. Arabanın motoru, çalışmasını temin ediyor, direksiyonu da sağa sola, nereye gidecekse onu yerine getiriyor. Gönül bir motor gibi Allah’ı zikreder, kafa da dünya işlerini tedbir eder, ayarlar. Bütün işlerimiz kalple alakalı olacak olursa o işte yalnızlık olmaz. Ticarette, günlük işlerimizde, yaptığımız bütün fiillerimizde haksızlığa gitmeyiz. Kalb salih olursa vücut da salih olur. Kalb fesada giderse vücut da fesada gider, göz harama bakar, kulak isyana düşer. El, hayır yapması gerekirken hırsızlığa meyleder. Memleket fesada uğrar. O bakımdan bütün insanlığın kurtuluşu kalbi ihyaya bağlıdır. Efendimiz (s.a.v)’in Mekke döneminde inen ayetler, daha çok kalbî olan vazifeleri bildirir.
8. Letâiflerin Zikre Geçmesi
Zikir başta lisan ile olur. ‘Allah’ dedikçe kalb dediğimiz yer yanmaya başlar, sonra vurur. Vurduğu zaman iç aleme döner. O zaman sağ memenin iki parmak altında olan rûh letâifinin üzerinde durulur. Aynı haller burda da gerçekleşir, ardından normal hâle geçer. Huzur hâlini izah etmek gerçekten zordur. “Tatmayan bilmez.” dendiği gibi izahta zorlanıyoruz. Sır dediğimiz yer kalbin üst kısmındadır. Hafî dediğimiz yer ruhun üst kısmıdır. Ahfâ döşümüzün ortasıdır. Dışardan belli olmaz ama Esad-ı Erbili Hazretleri’nin: “Gül yaprağının her noktası güldür.” buyurdukları gibi vücudun da her noktası Allah’ı zikreder.
Letâiflerin herbirinin biner perdesi ve nûru vardır. Sadırda bulunan beş letaifin ve vücûdun maddi yapısını
oluşturan su, hava, ateş, toprak ve nefsin Mevla’yı zikretmesiyle sâlik -nehirlerin deryaya akması gibi- rahmet okyanusuna kavuşur; vahdet deryasında kaybolarak vuslata erer. Günümüzde dersler, rızıkta temizlik tam hasıl olmadığı için, letaiflerin hareketiyle geçiliyor.
Günümüzde insanımız mânâdan ziyade maddeye yönelmiş durumda. Çoğumuz, "Menfaatim ne olacak? Geleceğim, geçimim ne olacak? Çoluk çoluğum ne olacak?’’ gibi endişelerin içinde kaybolmuş durumda. Allah u Teala’nın istediği, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yaşadığı gibi bir hayatı nasıl yaşar, çevremde de yaşatılmasına nasıl gayret ederim? Bunları düşünenlerimizin sayısı çok az. Eğer bu düşünceyi sağlayacak olursak, ahireti dünyanın önüne alacak olursak, Allah (c.c)’ın aşkını ve muhabbetini nefsâni arzuların önüne alacak olursak, birbirimizle olan ilişkilerimiz, ailemizle, çoluk çocuğumuzla olan ilişkilerimiz, bütün maddî değerlere bakış açımız değişecektir. Yaptığımız zikirlerin bizde yapacağı en büyük etki, maddeyi de Allah (c.c)’ın emrine vermek olacaktır.
Her şeyimizi, düşüncemiz uğrunda feda etme aşkı ve zevki temin edilirse, zikrimizin amacı yerine gelmiş olur. Toplumda îsâr yerine getirilirse, “Bugün ben alışverişte siftah yaptım, komşum yapmadı.” diyebilecek insanlar yetişecek olursa, o toplumda huzursuzluk olur mu? Olmaz. Savaşlarda tam ölmek üzere olan ve suya ihtiyaç duyan Ashab-ı Kiram, yanındakini göstererek suyun kardeşine verilmesini ister. Bir diğeri, diliyle ifade edemese bile gözüyle yanındakini işaret eder. Böyle bir toplum elbetteki huzur içinde olur. Mühim olan, gönlü derviş edebilmektir. “Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değildir.” sözü önemlidir. Tevacüt ve cezbe halleri, çoşkunluk halleri, şer-i şerife uygun davranılacak olursa câizdir. Aksi halde büyük tehlikeler zuhur edebilir.
Rabbinin huzurunda hesap vereceğinin bilincinde olan, zikirle kalbî eğitimini yapmış insanların oluşturduğu toplumlarda huzursuzluk da olmayacaktır. Ayakta iken, otururken ve yan olarak yatarken, her an üzere zikri bize Cenab-ı Allah haber vermektedir. Toplumdan uzaklaşmadan, zikir meclislerinin lezzetinden Cenab-ı Allah hepimizi nasibdâr eylesin.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
FENÂ HALLERİ
Fenâ, yok olmak; kötü ahlaktan güzel ahlaka geçmektir. Allah’ın halk etmesiyle dünyaya, olgunluğun son sınırı olan, "Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, O da senden razı olarak Rabbine dön." (Fecr: 27-28) hitabındaki hâl ile Allah’a kavuşmaktır fena.
1. Fenâ fi’l-İhvan
Allah’a vuslatın, kavuşmanın yollarını açmak için evvela: "İyilik ve takva üzere yardımlaşın da, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın." (Maide: 2) âyetinde ifade edilen salihlerle, Yusuf (a.s.)’un: "Benim ruhumu Müslüman olarak al ve bizi salihler arasına kat." (Yusuf: 101) duasında istenen hayırlı kimselerle bulunmak gerekir ki bu, fenâ fi’l-ihvan hâlidir.
Hasan Türkmenoğlu Hocamız (İpek Hoca) (ö. 2002): “Verdiğim bir kısım (diş, nikah vs.) fetvalardan dolayı, Efendim beni öyle ikaz etti ki döğecek zannettim.” derdi. Asıl dost, bizi Ahiret’te, mesul olacağımız hatalardan dolayı irşad eden kimsedir. Develi ilçesine bağlı Tombaklı köyünden, H. Ahmet Yalçın Efendi bize: "Üstadımın bana verdiği öğüt ciltler dolusu kitap olurdu." derdi. Şeyh Mustafa Hulusi (k.s.)’nin bir grup evladı aralarında şöyle bir ahid yaparlar. "Hangimiz hata ederse, bir diğeri onu ikaz etsin." Sırtımızı sıvazlayıp yüzümüze gülenden, bize bol müjdeler veren kimselerdense -Hasan-ı Basri (k.s.)’nin dediği gibi- ahiret ahvali hakkında, ciğerlerimizi sökercesine nasihat edenler daha üstündür. Asıl kardeş de onlardır. Unutmayalım! Dünya kardeşi değil, âhiret kardeşi olalım. İhtiyaç ânında ister dünya, ister ahiret olsun, kardeşini kendisine tercih eden bahtiyar zümreden olalım.
2. Fenâ fi’ş-Şeyh
Bize, Efendimiz (s.a.v)’in ve Cenab-ı Hakk’ın sevgisini aşılayan Nebilerin varisleriyle hemhâl olmak, fenâ fi’ş-şeyh olmaktır. "Hidayet eyle bizi doğru yola! O, kendilerine nimet verdiğin mesutların yoluna." (Fatiha: 6-7) buyrulan seçkin kulların sevgisine nail olmaktır fenâ fi’ş-şeyh hâli. "Her kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet ihsan ettiği Peygamberler, dosdoğru kişiler, şehitler ve salihlerle birliktedirler. Bunlar ise ne güzel arkadaştır." (Nisa: 69) Üstazımız sohbetlerinde: “Menkıbelerden, evliya ve asfiyanın hallerinden fenafi’l-ihvan ve fenafi’ş-şeyh olanlar çok istifade ederler; fenafi’r-Rasûl olanlar da hadis-i şeriflerden zevk duyarlar; Kur’an-ı Kerim okumaktan ise fenafi’llah olanlar haz alırlar.” buyurdular.
Emir Sultan (k.s.) (ö. 833/1429)’ın halifelerinden -aynı zaman da üçlerden olan Ace baba- Ace Sultan sürekli, efendilerinin kerametlerinden anlatarak çok büyük bir neşeye gark olur. "Salihler anıldığı zaman, Allah’ın rahmeti yağar." buyurur Efendimiz (s.a.v).
Fenâ fi’ş-şeyh olmak, Hakk’ın boyasıyla boyanan, her an Mevla’ya dayanan, her âzâsından Rahmâni kokular gelen Mürşid-i Kâmil’in, Allah’ın emrine tâzimini ve sünnet-i seniyyeye uymasını, riayetini hayatımızda yaşamaktır. Şeklini hatırlamaktan maksat, her fırsatta, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ve Zât-ı Kibriya’nın sevgisini, tavsiyesini yerine getirmektir. Şeklinden ziyade onu bir nur olarak hatırlamak en güzel yoldur.
3. Fenâ fi’r-Rasûl
"Seni anamdan, babamdan çok seviyorum." diyen Ömer (r.a.)’e, Efendimiz (s.a.v)’in: "Beni kendi nefsinden, canından da fazla sevmedikçe imanda kemale eremezsin." hadis-i şerifinin ve: "Peygamber, mü’minler için canlarından daha sevgilidir." (Ahzab: 6) hitab-ı İlâhîsinin mazharı olmaktır fenâ fi’r-Rasûl.
Mehmet Akif (ö. 1936)’in, "Safahat"ında anlatılan bağrı yanık Seylan’lının, Rasûlüllah (s.a.v)’ın kabr-i saadetini kuşatan demir parmakçıkların önünde feryat ederek ruhunu Hakk’a teslim etmesi, Yaman Dede (ö. 1962)’nin, renginin atıp, duvara yaslı kalmasının sebebi olan, "Hatırıma Peygamberimiz gelince kendimden geçiyorum." sözü, fenafi’r-Rasûl hâlidir.
Değil insanlar, Sıddîk (r.a.)’in ayağını sokan yılan, Peygamberimiz (s.a.v.)’in irtihâlinde, kafasını yerlere vura vura ölen deve, hutbe okurken üzerine çıktığı hurma kütüğünün, Efendimiz (s.a.v)’in firakıyla inlemesi, hep Rasûlüllah (s.a.v)’ın aşkındandır.
Konya’da yaşlı bir amca Üstadımız Hacı Hasan Efendi (k.s.)’nin çok hoşuna gider. Oradaki ilgili bir zât da onun hakkında şunları söyler. "Dersini yapıp, murakabe hâlinde iken amca, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir kürsi üzerinde onun karşısında oturur." Şeyh Mustafa Hulusi (k.s.) bir seher vakti postu üzerinde çok ağlar. Sebebi sorulduğunda, "Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i gördüm. Yemyeşil bir kürsinin üzerinden aşağıya indi, alnımdan öpüp kucakladı beni." der. Sami Ramazanoğlu (k.s.)’nun iki yerde renklerinin değiştiği söylenir: Biri, Üstazı Esad-ı Erbili (k.s.) anıldığında, diğeri de Ravza-i Pâki Nebi’de, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mescidinde.
Efendimiz (s.a.v.)’e çok âşık bir kardeşimize Nebiler Nebisi (s.a.v.), "Yüzümdeki nûra tahammül edemezsin ama mühr-ü saadetime bak." buyururlar. Onda yok olmak bütün gayretiyle sünneti seniyyesine uymakla gerçekleşir.
4. Fenâ Fillah
Bütün eşyayı, Yunusça, yaratandan dolayı sevmek, Hakk’ı bulup halka hizmet etmek, "İman edenlerin Allah’a sevgisi daha kuvvetlidir." (Bakara: 165) hitabına erişmek fenâ fi’llah makamıdır.
"İştiyakım, arzum, isteğim, aşkım Allah (c.c.)’adır." buyuran Server-i Kainat (s.a.v)’a, irtihâlinde, "Kıyamete kadar yaşaya da bilirsin, şu anda emr-i Hakk zuhur da edebilir." denildiğinde, "Ümmetimden ayrılmak zor ama, Rabbime kavuşmaya can atıyorum." buyurarak Allah’a olan özlemini ifade eder.
Muhyiddin-i Arabi (k.s.) (ö. 638/1240): "Allah’a olan aşkım, yedi kat semaya dökülse, sema kurşun gibi erir." der.
Ebü’l-Hasen Harakani (k.s.) (ö. 425/1033): "Cenab-ı Hakk, kırk yıldır gönlüme nazar eder de, kendi aşkından başka bir şey göremez." der.
Muhammed Baki (k.s) (ö. 1014/1605), bir gecede Kur’an’ı hatmeder; sabah namazına kadar ibadetle meşgul olur; güneş doğana kadar yirmi bir Yasin-i Şerif okur, sonra da ellerini arşa kaldırarak: "Geceler ne çabuk geçiyor, yâ Rab!" diyerek Mevla’nın aşkına doyamadığını ifade eder. “Ariflerden bir zata, ‘fenafi’r-Râsûl’ hâlinden anlatır mısınız?" denilince, "Biz, kendimizde fâni olamadık ki, fenafi’r-Rasûl olalım." demişti. Yerden göğe kadar haklı bu zât. Peygamberimiz (s.a.v)’in: "Göz açıp yumuncaya kadar, ondan da daha az bir zaman da olsa bizi nefsimize terk etme Ya Rab!" dua ve niyazlarını her an yerine getirerek Rabbimizin şu hitabına da kulak verelim: "Onlar bir kusur işledikleri veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı anıp ve hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenlerdir." (Al-i İmran: 135) Başta nefsimizin şerrinden kurtularak nefsi, mutmain, tamamen Mevla’nın emrine itaatkar bir hâle getirmeliyiz. Şeytanın iğvasına, aldatmalarına kanmayarak, Hâlikımızı zikretmeliyiz. "Her ne zaman şeytandan bir vesvese sana dokunacak olursa hemen Allah’a sığın." (Araf: 200)
Dünyanın âlâyişine, süsüne kapılıp, ahireti ve oradaki güzellikleri, Allah’ın lutfedeceği nimetleri unutmamalıyız. "Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (A’lâ: 16-17) "Kişi arkadaşının dini (ahlakı) üzeredir." hadis-i şeriflerine dikkat ederek, konuşup-görüştüğümüz kimselerde iki özellik aramalıyız: Ya zikrettirmeli, ya da Allah’ın yüce kudretini ve görevlerimizi fikrettirmeli, düşündürmeli. İnsanların kötü huylarından daima uzaklaşmalıyız. Aleyhisselat ü vesselam Efendimiz’in beyanlarına göre, zalimlerle göz göze gelmemiz bile kalbimizi yaralar. Nefsin emrini, şeytanın aldatmasını, dünyanın yersiz cazibesini terketmedikçe ve kötü sıfatlı insanların şerrinden emin olmadıkça fena hâline, yersiz duygulardan güzel duygulara, ahlak-ı Muhammediye’ye erişemeyiz.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MÂNEVİ TEDÂVİ YOLARI
Mânevî Nesep
Cismimizin babası Adem (a.s.) olduğu gibi, ruhumuzun babası da Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dır. Onun varisleri olan mürşid-i kâmilleri de mânevî baba kabul ettiğimiz için, Sıddîk-ı Âzam’dan bu zamana kadar gelen Pîrân-i İzâm’ın, altın halkada yeralan, silsilede geçen meşâyih-i kirâmın bir bir adları zikredilerek ruhlarına bir Fatiha ile üç İhlâs-ı Şerif okunur. Maddi nesebi olmayan, nasıl makbul sayılmazsa, mânevî nesebi olmayan da düşük çocuk kabul edilerek itibar görmez. Rûhumuzu, arştan yere indirerek bu dünyaya gelmemizi ana ve babamız sağlamışsa, mânevî babalarımız da bizi tarif ettikleri evrad ve ezkâr ile tekrar geliş yeri olan arşa uçururlar. Yere inişimize "hubût" (iniş); arşa seyrimize, Hakk’a kavuşmamıza, "uruc" (çıkış) kavsi derler. Elbette, Allah’a kavuşturan, muhabbetine eriştirenlerin, bu noktada hak ve hukukları daha fazladır.
Öncelikle Yapılması Gereken Vazife
Cenab-ı Hakk’a olan görevler yerine getirilir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in, ashâbının ve müsbet ulemanın görüşlerine uygun bir inanca sahip olunur. Farzlar (namaz, oruç, hac, zekat) edâ edilir, bilhassa kul hakkı ödenir, vacip, sünnet ve müstehaplara riayet edilir. Mecelle kaidelerinde de olduğu gibi, "Evvela mania kaldırılır, sonra yola devam edilir." "Kâbiliyet vermiş de ona kötülük ve takvasını ilham etmiştir." (Şems: 8) ayet-i celilesinde belirtildiği üzere, başta isyan ve azgınlıktan tam manasıyla vazgeçer sâlik. Allah’a giden yolun engelleri kaldırılarak Mevla’nın muhabbetine, zâtına süratle gidilir. Şah-ı Nakşbend (k.s.): "Yolumuz akreb, Allah’a en çabuk kavuşturan yoldur." buyurur.
Evrâd ü Ezkâr
Maddi hastalıklarımızın tedavisi için, bitkilerden ve hayvansal yağlardan nasıl ilaçlar temin ediliyorsa, kalbimizin de mânevî hastalıkları (kin, kibir, hasetlik, gıybet, hile, onu-bunu aldatma, hırs, koğuculuk, hayvani duygu, şehvet, şöhret, dünya hırsı) için Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden çıkartılan tavsiyelerle şifaya kavuşmaya ihtiyacımız vardır.
"Biz Kur’an’dan öyle âyetler indiriyoruz ki, mü’minler için şifa ve rahmettir." (İsra: 82) Hastasına ilaçlarını takdim eden doktor, perhizlerini de tenbih ettiği gibi, gönül doktorları da, yapılması meşru olmayan hasletleri haber verir tabilerine. "Peygamber size ne verdiyse (her ne emir verdiyse) onu alın ve yasakladığından (ana ve babaya isyan, yetim malı yeme, ölçü ve tartıda haksızlık yapma, ticari ahlaksızlığa gitme; faiz, zina, içki, kumar, başkasının hakkını gasbetmekten) vazgeçin." (Haşr: 7)
Evrad Okumadan Evvel
Riâyet Edilmesi Gereken Hususlar
1- Seherde kalkılır.
2- Varsa kaza namazı eda edilir.
3- Teheccüd namazı kılınır.
4- Karanlık bir mekan seçilir.
5- Temiz bir seccade üzerinde oturulur.
6- Güzel kokular kullanılır (Gül esansı tercih edilir).
7- Rabbimizin bizi müşahede ettiği, gördüğü düşünülür.
8- Hata ve isyanlarımız gözönüne alınır.
9- Niyetimiz rıza-i İlâhî olur.
10- Sâlik, kendini Haremeyn-i Şerifeyn’de (Beytullah ve Peygamberimiz’in mescid-i saadetinde) kabul eder.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
GÜNLÜK YAPILACAK EVRÂD U EZKÂR
"Silsile-i Şerif"ten sonra yanık bir kalple, göz yaşlarıyla istiğfar-ı şerif okunur.
Doktor, hastasına ilaçlarını verirken, ne zaman kullanacağını da tembih eder. Aksi halde ilaçların pek tesiri olmaz. Evrad ü ezkarın çekilme zamanı da, değerini Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğumundan alan, "Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, keyfiyeti meçhul olarak, Rabbimizin, her gün dünya semasına inerek: “Dua eden yok mu duası kabul edilecek; bir haceti olan yok mu isteği verilecek; istiğfar eden yok mu, günahları affolacak, bağışlanacak?" (Ebû Hüreyre (r.a.)’den) diye nida olunan seher vaktidir.
Sami Ramazanoğlu (k.s.): "Seherde yapılmayan vazife, kazaya kalan oruç gibidir." buyururlar. Rahmet-i İlâhînin yağdığı seher anındadır pîrân-i İzâm’ın gönüllere teveccühü, mânevî yardımı, Hakk’ın feyzini kalplere aktarması.
Sâdık kullar, ateşin azabından, "Seher vakitlerinde bağışlanma dileyenleri koru derler." (Al-i İmran: 17)
Sâlihler, geceyi ibadetle geçirdikleri gibi, seher vakitleri de yatmaz, Cenâb-ı Hakk’dan kusurları için af talep ederler. Müttakiler, Hakk’dan korkup emrine uyup, nehyinden kaçarlar. "Gecede pek az uyurlardı. Ve seher vakitleri onlar istiğfar ederlerdi." (Zariyat: 17-18)
Hz. Yakub (a.s.)’un oğulları, babalarına: "Ey babamız! Bizim için Allah’a istiğfar eyle. Biz gerçekten büyük günah işlemiştik." dediler. Hz. Yakub (a.s.) da dedi ki: "Sizin için Rabbime sonra istiğfar edeceğim. Şüphesiz O ğafurdur, rahimdir." (Yusuf: 97-98) ayetlerinde Yakub (a.s.), oğullarına istiğfarı, duaların kabul olunacağı seher vaktine tehir etmiştir.
Seher, dört mevsim içinde, suların çağladığı, kuşların ötüştüğü, güllerin, çiçeklerin açtığı, tabiatın çimenlerle donatıldığı ilk bahar gibi kıymetlidir. Rabbi ile, maşûk-i hakikiyle mahrem olmak için âşıklar, seheri iple çekerler. Nihayetinde de, "Geceler ne tez geçiyor Yâ Rab!" diye yakınırlar. Yunus’un:
"Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni.”

diye ifade ettiği zümredendir onlar.
Üstazımız, çocukluğundan itibaren pâk bir hayat geçirmesine rağmen, "Yüz on bir istiğfarı tamamlayıncaya kadar hatalarım bitmiyor, karınca kadar işlediğim hata, gözüme Erciyes dağı gibi görünüyor." buyururlardı. Bizim de Erciyes dağı gibi hatalarımız, karınca gibi görünmesin gözümüze.
Efendimiz (s.a.v.)’in son anlarında en çok okudukları; "Sübhanallahi ve bihamdihi estağfirullahe ve etûbü ileyh." duasını çokça okurlardı. Haşa günahı olduğundan değil, bize örnek olmak için. Allah’ın azametinden dolayı, "Allah’ım! Seni hamd ile tesbih eder, hatalarım sebebiyle senden özür diler, sana yönelirim Rabbim." diye yalvarırlardı.
"Hem de Allah’dan mağfiret dileyerek bütün hallerinizde sizi bağışlamasını isteyin. Çünkü Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Müzzemmil: 20)
Peygamberimiz (s.a.v.): "Israr ile (nedamet, pişmanlık ve azm ile) küçük günah yoktur. İstiğfar ile de büyük günah yoktur." (Keşfü’l-Hafâ, 11, 490, 3071) "Kim istiğfara devam ederse, Allah onun için her sıkıntıdan bir çıkış yolu, her kedere bir ferahlık ve çare kılar ve onu ummadığı yerden rızıklandırır." (Ebû Dâvud)
"Estağfirullah el-azîm" dendikten sonra, "Kulun diyeceği (şu dua) istiğfarın efendisidir. Kim gönülden inanarak bunu gündüzün söylerse ve o gün akşam olmadan ölürse, o, cennet ehlinden olur. Kalpten inanarak bunu gece söyleyip de sabah olmadan o gece ölürse, yine o, cennet ehlinden olur." (Buhari, Nesai ve Tirmizi) buyrulan "Seyyidü’l-İstiğfar" bir adet okunur.
"Öyle ise şimdi iyi bil ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Hem kendi günahın için, hem de mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için Allah’tan bağışlanma dile." (Muhammed: 19) ayetindeki tevhid sırrına ermek, Peygamberimiz (s.a.v.)’in "Kul, büyük günahlardan kaçınıp, tam bir ihlas içinde, "Lâ ilâhe illallah" derse, arşa değin ona gök kapıları açılır." (Tirmizi) "Hiçbir amel "lâ ilâhe illallah’"ı geçemez. O (silmedik) hiçbir günah bırakmaz." hadis-i şeriflerindeki müjdeye nail olmak için "Lâilâheillallahu’l-Melikü’l-Hakku’l-Mübîn." tesbihi çekilir. Bir defa da, "Muhammedü’r-Rasûlullahi Sadiku’l-Vadi’l-Emîn" denir.
"Salât ü Selâm", "Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim" duası Peygamberimizle mânen irtibat kurularak okunur. "Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat etmektedirler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin ve tam teslimiyetle O’na selam verin." (Ahzab: 56) "Kim bana bir kere salavat-ı şerife getirirse, Allah ona on salat eder (rahmet eder, onun) on günahını siler, (onu) on derece de yükseltir." (Nesâî) "Kıyamet gününde bana en yakın olacak kişi, bana en çok salat ü selam getirendir." buyurur Nebiler Nebisi (s.a.v.). İmam Şa’rânî (k.s.): "Salât ü Selâm’a çokça devam edenler, Rasûlullah (s.a.v.)’ı evvela rüyada, sonra da açıktan görürler." der.
Ahmed er Rufâî (k.s.) (ö. 578/1182), Rasûlullah (s.a.v.)’ı rüyasında görmediği gün, tecdîd-i iman ve tecdîd-i nikahla, yeniden iman ve nikahını tazelerdi. İçinde bulunmuş olduğu yüksek Peygamber (s.a.v.) aşkı ve bağlılığı kendisinde böyle bir hassasiyet oluşturmuştu.
Adetleri belirtilen istiğfar, tevhid ve salat ü selam’dan sonra üç İhlas, bir Felak, bir Nâs sûresi, Allahümme salli ve Fâtiha-i Şerif’e okunur. Hasıl olan sevap, Peygamberimiz (s.a.v.)’in ruh-i tayyibelerine, ehline, ashabına, pîrân-i izâmın ruhlarına gönderilir. sâlikin hâline göre, "Allah" Lafza-i Celâli talim edilir.
Dinin ve bu münevver yolun tasdik ettiği, Allah’ın hayırlı kulundan vazife alınır. Emredilmeyen kimsenin yaptığı tarife, verdiği ezkâra, şeytanın hilesi karışır. Tasdik olunan icazetli bir kimse ise, dersleri, zikirleri nuruyla verdiği için şeytan asla yaklaşamaz. Kendi kendimize tatbik etmemiz son derece sakıncalıdır. Verilen evradın dışında istiğfar, tevhid, salat ü selam ve sair zikirler, sayı tayin etmeden okunur. Kur’an-ı Kerim’le, hadis-i şerifler ve nafile taatlerle gecemizi-gündüzümüzü, bütün vakitlerimizi ihya etmeye çalışırız.
Verilen evrat ve ezkarın yapılmamasında bir sorumluluk var mı? diyenlere cevabımız: "Münafığın üç alameti vardır. Söylerse yalan söyler. Verdiği söze muhâlif davranır (sözünde durmaz). Emanete hiyanet eder." Hadis-i Şerif’idir. Alınan ders, bir ahit, bir sözleşmedir. Riayetsizlik bizi, amelde nifaka götürür Allah korusun.
Seherde yapılamayan vazife, gündüz de yapılır. Hepsini bir anda yapmak mümkün olmazsa, ara ara da yapılabilir. Görev alınırken niyetimiz, "Bu aldığım ders vasıtasıyla ben, Rabbime kavuşacağım." olmalı. Atılan adımdan asla dönülmemeli. "İki günü denk olan ziyandadır." Hadis-i Nebevi’sine kulak vererek daha ileriye adım atmalı. Mecnun nasıl, Leyla’nın çadırına varıncaya kadar durup-dinlenmedi ise, biz de aynen onun gibi bedenle yaptığımız taatle, gece-gündüz yolumuza devam etmeliyiz. O çadıra vardıktan sonra da, bedenimiz ruhumuza dahil olarak irfan semasına uçmalıyız.
Yapılan Vazifede Haz ve Huzurun
Bulunmamasına Sebep Şunlardır:
1- Şer’î görevlerdeki kusurlar.
2- Dünyanın geçici zevklerine duyulan ilgi.
3- Kalbi fesat insanlarla düşüp kalkma.
İbadet, sırf Mevla rızası için yapılır. Şer’î edeplerde kusurumuz yoksa, bundan keder edilmez.
Şâh-ı Abdullah Dehlevî (k.s.), (ö. 1240-1824) Mazhar-ı Can Canan Hazretlerine söylediği: "Oğlum! Burası tuzsuz taş yalamaktır." sözüyle, güzel rüyaya, kalplerden geçenleri bilmeye, keşif ve keramete meyletmemeyi öğütler. Keramet bir veli için puan kaybıdır. Yol, keramet yolu değil, istakâmet yoludur.
Cüneydi Bağdâdî (k.s.): "İki ışıkla yürürüz. Sağ elimizde Kur’an, diğer elimizde de sünnet-i seniyye." der.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
MUKADDİME DERSİ
Mukaddime dersi, târikat-ı âliyeye dahil olacak seyr ü sülûk adayı için bir ön hazırlık niteliği taşımaktadır. Uygulaması aşağıdaki sıralamaya göre yapılır:
1- Silsile-i Şerif*
33 veya 111 İstiğfâr*
1- Seyyidü’l-İstiğfar Duası*
33 veya 111 Tevhid
33 veya 111 Salavât-ı Şerîfe
3- İhlâs-ı Şerif
1-Felak
1-Nâs
1-Allahümme Salli (Allahümme Salli A’lâ Muhammedin ve A’lâ Âli Muhammed Kemâ Salleyte A’lâ İbrâhîme ve A’lâ Âli İbrâhîme İnneke Hamîdün Mecîd.)
1- Fâtiha-i Şerif (Hâsıl olan sevap Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, Âli’nin, Ashabının ve Pîrân-ı İzâmın ruhlarına hediye edilir.)
500-Lafza-i Celâl
* Silsile-i Şerif kitabımızın sonbölümünde yer almaktadır.
* Seyyidü’l-İstiğfar Duası:
* İstiğfar, Tevhid, Salavât-ı Şerîfe ve Lafza-i Celâl’in okunma adedleri sâlikin kaabiliyetine göre, ehli tarafından belirlenmektedir. Sâlik, kendi isteği doğrultusunda, almış olduğu dersi azaltıp, çoğaltmamalıdır.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
ASIL DERSİN TARİFİ
Mukaddime dersi diye tarif olunan, ilk vazifeye düzenli bir şekilde devam edilir, kaza namazları da kılınırsa, asıl vazife için istihare yapılır. "İstihare yapan eli boş dönmez, (salihlerle) istişare eden pişman olmaz, iktisat eden yoksul düşmez." (Taberani, Mu’cemü’l-Evsat) buyurur iki cihan güneşi Muhammed Mustafa (s.a.v.). Üç veya yedi gün istihare yapılır. Rüyalar birbirinden güzel görülürse, ehline danışıldıktan sonra izin verilmesi hâlinde; silsile-i şerif, istiğfar, tevhit ve salât ü selamla birlikte şu dualar okunur:

1- Eûzü besmele çekip bir defa Fatiha-i Şerif okunur. Diğer sûrelere sadece besmelerle başlanır.
1- Âyete’l-Kürsî
1- İnşirah Sûresi
1- Kevser Sûresi
1- Nasr Sûresi
3- İhlâs-ı Şerif
1- Felak Sûresi
1- Nâs Sûresi
1- Allahümme Salli (Allahümme Salli A’lâ Muhammedin ve A’lâ Âli Muhammed Kemâ Salleyte A’lâ İbrâhîme ve A’lâ Âli İbrâhîme İnneke Hamîdün Mecîd.)
1- Fatiha-i Şerif
Hâsıl olan sevap, evliyãy-ı kirâmın ruhlarına hediye edilir.
Ölüm tefekkürü (tefekkür-ü mevt)
Râbıta-i Mürşid
1000- Lafza-i Celâl
Lafza-i Celâl’in sayısı kişinin durumuna göre ehli tarafından artırılıp eksiltilebilir. Sâlik derslerinin sayısını kendisi belirleyemez ve derslerinde istediği şekilde değişikliğe gidemez.
500- Tevhid (Kadınlar için)
1000- Tevhid (Erkekler için)
Tevhid okumadan evvel 3 İhlas-ı Şerif, 1 Fatiha-i Şerif okunur ve hâsıl olan sevap Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, Âli’nin, Ashabının ve Pîrân-ı İzâmın, Abdülkadir Geylâni (k.s.)’nin ruhlarına hediye edilir.
 

fetih

New member
Katılım
16 Şub 2007
Mesajlar
1,994
Tepkime puanı
355
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Uzay Ýstasyonundan Alooooo Kimse Yokmuuuuu :)
ÖLÜM TEFEKKÜRÜ
"Her nefis, (her nasıl olsa ve her nerede bulunsa) ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi hayırla da şerle de deneriz. Sonra da hep bize döndürüleceksiniz. (Yeniden diriltilip Hakk’ın huzuruna varıp, mükafat ve cezanızı göreceksiniz.)” (Enbiyâ: 35), ayet-i celilesiyle bizi irşad edecek iki esasa tam manasıyla riayet ederiz.
1- Nâtık (konuşan), Kurân-ı Kerim. "Şüphesiz bu Kur’an, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir." (İsra: 9)
2- Sâkit (konuşmayan) ölüm. "İnsanlara öğüt için ölüm tefekkürü yeterlidir." (Câmiussağir) "Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Ahiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder." (Tirmizi, Kıyame, 24; Ahmed b. Hanbel, 1, 387)
-Efendim, gönlüm yumuşamıyor, diyen birine üstazı:
- Evladım, kabirleri ziyaret et, der.
- Yine katı kalbim, deyince:
- Ölenleri, kabre konanları kendin gibi kabul et der.
- O kimse gönlü yumuşayıp, gözyaşlarını tutamaz.
Cennetü’l-Bâki’de medfun bulunan kardeşini ziyaret eden kimseye kardeşi mânâ âleminde şöyle der: "Buraya kolay kolay girilmiyor, günahlarımıza çokça tevbe edelim, Mevlamıza dönelim."
Hesabın şiddetinden her zaman korkarız. Bir ârif, Muhammed b. Vâsî (ö. 127/745) ve Abdullah b. Mübarek (ö. 181/797)’ten hangisi evvel cennete girecek diye seyreder. Abdullah b. Mübarek cennete evvel girer ve sebebini şöyle açıklar: "Benim bir gömleğim vardı, onun iki. O, iki gömleğin hesabından dolayı arkadan geldi."
Son ânında Sami Ramazanoğlu Üstadımız (k.s.) üç-beş defa "Allah" der. Yanındakileri de, "Rabbim! Seni anıyorum." diye şahit tutar. Bu zât Kutbu’l-Aktab ve Gavsü’s-Sakaleyn olduğu halde son andan böyle korkar. "Korkusuzluk felakettir." sözüyle de bizleri irşad eder. Dört bin Nebiyi tetkik eden Lokman (a.s), "Allah’ı ve ölümü unutmayınız." nasihatinde bulunur bizlere.
Kalp arsası evrad ve ölüm tefekkürü ile hüzünlenir, gözden yaşlar akıp yüzler ıslanırsa, arştan inen füyuzat-ı İlâhî, mürşid-i kamile yapılan râbıta-i şerîf vasıtasıyla gönülleri nura gark eder.
Lafza-i Celal kabiliyete göre dıştan ve içten tarif edilir. İsyandan kaçılarak, kalbe atılan mânevî tohumlar gelişip meyve vermeye başlar. Evvela kalp yanar, batar, sonra kuvvetli bir şekilde çarpmaya başlayınca, mükafatını bizzat Rabbimizin verdiği kalp zikri ehlince tarif edilir. Bütün letaifler bu tarzda ehil kimseler, icazetli kişiler tarafından öğretilir. Vücut, hayvaniyetten, zulmetten kurtularak nûra boyanır ve mükerrem insan olunur.
"Allah, o kitapla rızasına uygun hareket edenleri selamet yollarına iletir. Onları izniyle karanlıklardan nura (cehâlet, küfür ve şaşkınlık karanlıklarından hakiki tevhid nuruna) çıkarır." (Maide: 16)
 
Üst Alt