Devam edeyim:
Kuran'da adı "Maide" (Sofra) olan bir sure var. Sureye isim olan bu kelime ile aslında bunların mesajı veriliyor. Yani insanların "olağandışılıklar" talebine, "olmakta olanın" yani gözümüzün önünde olup bitenin bizzat kendisinin zaten olağanüstülük demek olduğu ile cevap…
"Havarîler "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbinden bize gökten bir sofra indirmesini isteyebilir misin?" diye sormuşlardı da " Eğer inanmış iseniz Allah'ın öfkesini çekmekten sakının" diye cevaplamıştı. Onlar "Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz tatmin olsun da senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona tanıklık yapanlardan olalım" demişlerdi. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa "Allahım! Ey bizim yegane Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir. Bizim için, bütün zamanlar boyunca bir ziyafet ve kudretinden bir işaret olsun. Bizleri rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın" demişti. Allah da "BEN ONU SİZE İNDİRİP DURMAKTAYIM. Artık bundan sonra içinizden kim kâfirlik ederse ona dünyada hiç kimseye vermeyeceğim bir azap ile karşılık veririm." demişti." (5/112-115).
MAİDE: Sözlükte "Sallanmak, sağa sola doğru eğilmek, başı dönmek" demektir. Sofra, üzerinde yemek yenen masa (mâide), kayma (meyd), meydan, saha, alan (meydân), atış alanı (meydanu'r-rimâye), hodri meydan (meydânu't-tahaddî), iş alanı, çalışma sahası (meydanu'l-amel) kelimeleri bu köktendir…
Görüldüğü gibi yemeği ortaya çıkardığı, orta yere koyduğu için de sofraya "maide" denmektedir.
Ayette geçen "Gökten gelen sofra" deyimi "olağandışı mucizeler" anlayışına hayli yatkın dini muhayyilemizde gökten özel olarak tepsi içinde inen bir sofra olarak algılanmıştır. Halbuki Allah'tan böyle bir istekte bulunması talebine karşılık cevap ortadadır. Yukarıdaki pasajda böylesi bir talebe Hz. İsa "Eğer inanmışsanız O'nun öfkesini çekecek işler yapmaktan sakının (takvalı olun)" demekte (5/112), bundan ne anlamamız gerektiğinin dersini verircesine de "Bizim için, bütün zamanlar boyunca bir ziyafet ve kudretinden bir işaret" (5/114) istemektedir. Allah da "Ben onu indirip durmaktayım; hiç kuşkusuz" diye cevap vermektedir. (5/115).
Bizim için "bütün zamanlar boyunca" (evvelinâ ve âhirinâ) bir ziyafet ve "kudretinden bir işaret" olan şey nedir acaba?
Ayette geçen münezziluhâ (onu indiriyorum/ indirip durmaktayım) ifadesinin fiili -tef'il babı olduğu için- bir taraftan bir şeyi çokça yapıp durmada diğer yandan da fiilin kök manasını mef'ule isnat etmekte kullanılır. Bu durumda mana: "Siz gökten sofra indirilmesini istiyorsunuz. Oysa Allah zaten sürekli olarak o sofrayı indirip durmakta… Yeryüzünden biten bitkiler, akan sular, ağaçlar, meyveler, tarlalardan çıkardığınız ürünler, değirmenlerde öğüttünüz unlar hepsi ne ile oluyor sanıyorsunuz? Gökten inen su olmasa, ekip biçtiğiniz toprak, ısındığınız ateş, soluduğunuz hava olmasa, bunlarla ürünler yetişmese ne ile doyacaksınız? Bütün bu rızıklar, Allah'ın tabiat sofrasında zaten sizin için üretilip duruluyor. Tabiatı sizin için sofra kılan, sizi onunla besleyip yaşatan zaten Allah değil midir? İşte bu bütün zamanlar boyunca Allah'tan size inen bir ziyafettir, kudretinin nişanesidir. Şimdi bunu görmeyip hangi mantıkla gökten tepsi içinde sofra indirilmesini bekliyorsunuz?" şeklinde olur.
Burada "fiilin kök manasını mefule isnat etmek" denilen şey "gökten sofra indirmek" deyiminin "yerden ürün bitirmek" deyimine döndürülmüş olması durumudur. Zira Kuran'ın "iş ve oluş" (emr, kevn) tasavvuruna göre yerden biten her ürün demek gökten inen her rızık demektir. Örneğin siz tarlada buğday hasat ederseniz Allah "Size buğday verdik" der. Siz çocuk yaparsınız Allah "Size çocuk bağışladık" der…
Şu halde maide demek, ortada, meydanda, açık tabiatta olan nimetlerin insanoğluna ziyafet olarak (rızık) sunulup durulması ve bunun Allah'ın sofrası manasına gelmesi demektir. Öyle görünüyor ki ayette kastedilen sofra budur. "Bütün zamanlar boyunca indirilip durulan kudretinden bir işaret" bundan başkası olabilir mi?
***
İnsanlar söze dayalı apaçak delilleri (ayâtun beyyinat) yetersiz bularak neden ısrarla olağandışı mucizeler istemekte ve olmayınca da peygamberleri reddetmektedirler? Acaba Kuran bu tür taleplere ne cavap vermektedir?
"Kendilerine doğru yolu gösteren rehber geldiğinde insanların imana yanaşmamasının nedeni "Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?" demelerinden başka bir şey değildir. Söyle onlara: "Eğer yeryüzünde yürüyen melekler iskân etmiş olsaydı, elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik." (17/94-95).
Dikkat edilirse ayet tüm insanlar hakkında genel bir ilke koyuyor; İnsanların imana yanaşmamalarının nedeni 'Bizim gibi bir beşerden peygamber mi olurmuş' demeleridir… Bu ilke geçmişe dönük bütün zamanlar ve mekanlar için geçerlidir. Çünkü genelleme yapılıyor.
Demek ki insanlar kendileri gibi yiyip içen, çarşılarda dolaşan bir insanı/beşeri peygamberliğe layık görmemekte ve ondan "olağandışılıklar" beklemektedirler; "Peygamber dediğin okuyup üfürür, bir el çırpmasıyla dağları oynatır, Uhut dağını altın yapar, yerden hazineler fışkırtır, gökten sofra indirir. Bizim gibi birisi bu, böyle peygamber mi olur?" anlayışı, insanların zihninde eski dünya dinlerinden kalma bir alışkanlıktır.
Çünkü o dinlerin din adamları, kahinleri, mecnunları (cinlerle konuşan medyumları) bunu yapmaktaydılar. Yani bir takım sihir, büyü, tılsım oyunlarıyla gizemli bir havaya bürünmekte ve bunun kendilerine Tanrı tarafından verildiğini iddia etmekteydiler. Karşılarında "ümmi" yani bu din bezirganı sınıfından olmayan, halkın/umumun içinden gelen birinin peygamberlik iddiasını duyunca bunu "meslek dışı!" bularak dışladılar. "Alelade birisi bu, hani nerede mucize, kehanet, sır, tılsım, büyü?" dediler…
Hala da öyledir…
Geçmişte yaşamış insanlar böyle yaptığı gibi, bugünde ve gelecekte de böyle yapmaya devam edeceklerdir. Çünkü mucize, kehanet, sır, tılsım, büyü dini olan "tapınak dinleri" ile, söz, akıl ve vicdan dini olan "gerçek hayat dini" tarih boyunca hep birbirine karıştırılmıştır. Hatta birinciler ikincisini hep bastırmış, istila etmiştir.
Hala da öyledir…
Oysa Kuran bu tür bir din anlayışını reddetmekte ve mücize ve kehanet talebinin geçmişte de, ümmi peygamber zamanında da reddedildiğini, Allah'ın yönteminin bu olmadığını söylemektedir;
"Bizi mucizelerle peygamber göndermekten alıkoyan şey, onu yorumlayanların yalanlamasıdır. Semud kavmine o dişi deveyi verdik. Ama onlar bunu hiç kâle almadılar. Biz ayetleri ancak uyarıp korkutmak için göndeririz." (17/59).
Yani: Bizi mucize göndermekten alıkoyan şey, mucize gelse bile onu tevil edenlerin/yorumlayanların (evvelun) yine de onu yalanlayacak, inkar edecek olmalarıdır. Böylesi kişilere mucize bile fayda vermeyecektir. Kaldı ki kalplerinde kendi istekleri ile iman olmadıkça imanmak zorunda kalacakları bir mücize karşısında mecburen inanıyor görünmelerinin de bir faydası yoktur. Bu nedenle onların güce dayalı delil (sultanun mubin) taleplerine karşılık söze dayalı delil (ayâtun beyyinât) ile karşılık veriyoruz. Ki "söze" kim inanıyor kim inanmıyor ortaya çıksın. Kaldı ki onların istediği mucize türünden güce dayalı delilleri izhar edecek gücümüzde var. Fakat kendi özgür iradesi ile "inanan" ile "inanmayan" ortaya çıksın istiyoruz. Bu da ancak "söz" ile olacağından insanlığı eşit şartlarda imtihan ediyoruz. İmtihanın sorularını herkese eşit şekilde soruyoruz. Kimseye kopya vermiyoruz, iltimas geçmiyoruz. İmtihanın gereği neyse onu yapıyoruz. Böylece her ümmete (topluluğa, halka, çağa, uygarlığa) peygamber göndermişizdir (16/36), keza her peygambere de söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) vermişizdir (14/9)…
Kimi müfessirler bu ayetin açıklamasında, Hz. Muhammed'e (s.a.v) mucize olarak sadece Kuran'ın, önceki peygamberlere ise bir takım olağandışı mucizelerin verildiği kanaatindedirler. Bu görüş tutarsız ve çelişkili görünüyor. Çünkü bütün peygamberlere verilen aynıydı. Hiç birisine de (insanları imana getirmek için) söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinat) dışında bir şey verilmemişti. Öncekilere verilmişti ama sonrakine verilmedi diye peygamberler arasında ayrım yapılamaz. (la nuferruqu beyne ahadin min rusulih). Öyle görünüyor ki bu görüş Kuran'ın "genel ilke" olarak ortaya koyduğu naklî delillere ve "insanlığın eşit şekilde imtihan edilmesi, soruların herkese aynı sorulması" şeklindeki aklî delile ters düşmektedir. Sözkonusu genel ilkeyi şu tür ayetlerden çıkarıyoruz:
"Sizden önce kimler geldi kimler geçti haberiniz var mı? Nuh, Ad ve Semud halkları ve onlardan sonrakiler… Bunların durumunu ancak Allah bilir. Onlara peygamberleri söze dayalı apaçık delillerle (beyyinât) gelmişti. Kuşku ve tereddüt içinde "Bunlara inanamayız, yo hayır, olacak şey değil" demişlerdi. Peygamberleri demişti ki: "Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah'tan şüphe edilir mi? O sizi günahlarınızı bağışlamak için çağırıyor ve belirli bir süreye kadar mühlet veriyor." Ama onlar "Siz de bizim gibi bir insansınız, bizi babalarımızın taptıklarından döndürmek istiyorsunuz. Madem öyle bize apaçık mucize getirin!" demişlerdi. Peygamberleri onlara "Doğru, biz de ancak sizin gibi bir beşeriz, fakat Allah kullarının yönelişine göre karşılığını verir. Allah'ta bir karşılığı olmadıkça size mucize getirmek bizim haddimiz değildir. Müminler Allah'a dayanıp güvenmelidir" demişlerdi. (Ve devamla) "Allah'a niçin güvenip dayanmayalım ki? O bizlere yürüyeceğimiz yolları gösterdi. Yaptığınız eziyetlere göğüs gereceğiz; dayananlar sadece Allah'a güvenip dayanmalıdır…" (14/9-12).
Görüldüğü gibi bu ayetler "bütün" peygamberler için geçerli "genel ilke" koymaktadır. Ayette çoğul kipiyle ve genelleyerek "Nuh, Ad, Semud ve onlardan sonrakilere peygamberleri (rusul) söze dayalı apaçık deliller (beyyinât) ile gelmişlerdi…Onlar da madem öyle bize mucize getirin demişlerdi" denmektedir. Bu bütün peygamberlerin halklarının karşısına aynı Hz. Muhammed (s.a.v) gibi "söz ile açıklama yapmaya dayalı delil" (beyyinat) ile çıktıklarını ve mucize talepleri karşısında aynı Hz. Muhammed (s.a.v) gibi cevap verdiklerini gösterir.
Peygamberlerin ve halkların zaman zaman karşılaştıkları bir takım alışılmadık, insanların olağandışı, doğaüstü dedikleri olaylara gelince şu hadis belki bir fikir verebilir;
"Güneş ve ay Allah'ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar ne bir kimsenin ölümü ne de yaşaması için tutulurlar. Ancak Allah Azze ve Celle bunlar ile kullarını uyarır. Güneş ve ayın tutulduğunu görürseniz, Allah'ın zikrine, dua ve istiğfara koşun. Sonra şöyle buyurdu; Allah'a yemin ederim ki sizin hiç biriniz kölesi ve cariyesinin zina etmesinden Allah'tan daha kıskanç değildir. Ey Ümmeti Muhammed! Vallahi siz, benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız" (İbn Kesir).
Hz. Peygamber'in bu sözü çocuğunun ölümünün bir güneş tutulması gününe denk gelmesi üzerine yayılan söylentiler üzerine söylediği unutulmamalıdır.