Kur'an Anlaşılır Bir Kitaptır!
Kur'an ile irtibat konusunda iki yönlü bir durum vardır. Birincisi, ön kabullerden sıyrılma azmi içinde Kur'an'a yönelmektir. İkincisi de; aklını ve kalbini kendisine açan kişileri, Kur'an'ın yönlendirmesidir. Kur'an düşünce ve eylemlerimizin temel kılavuzu ise, ondan edineceğimiz bilgiyi ancak yaşayarak inançlaştırabiliriz. İnsanları zandan ve taklitten kaçınmaya ve akıl etmeye sevk eden Rabbimiz, inanmamız gerekenleri de, anlayamayacağımız veya sadece bir kısım zümrelerin anlayacağı bir kapalılıkta sunmamıştır. Rabbimiz "... Kitabı açıklanmış halde..." (Enam,6/114) indirmiştir. Kur'an tahsile ve ihtisasa sahip özel bir sınıfa değil, tüm insanlar (en nas)a hitap etmektedir. Öğüt ve ibret alınması, düşünülmesi için kolaylaştırıldığı vurgulanmaktadır (Kamer,54/17,22,32,40; Yusuf,12/2). Kur'an ayetlerinin apaçık olduğu (Hadid,57/9; Bakara,2/118 vd.) da belirtilmiştir. Kur'an'ın anlaşılamadığı iddiası, anlamayan kişilerin değişik nedenlerden ötürü, onu gündemlerine almamalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa azılı kafirler bile Kur'an'ın mesajını anlamışken (Siz, onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir grup vardı ki, Allah'ın kelamını işitirler de, iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi. Bakara, 2/75 ) halis bir niyetle ona yönelenlerin Kur'an'ın açık ve genel mesajını anlamamaları mümkün değildir. Mekke müşrikleri genellikle Kur'an'ın anlaşılırlığı hakkında değil, kaynağı hakkında tartışma açmış ve itirazlarda bulunmuşlardır.
Yine Kur'an'dan biliyoruz ki, her Rasul apaçık anlatması için kendi kavminin diliyle gönderilmiştir "Onlara iyice açıklasın diye, her elçiyi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik... (İbrahim, 14/4). Ve Rabbimizin "Akletmeniz için onu Arapça bir Kur'an yaptık" (Zuhruf,43/3) buyruğu, vahyin, Arapça konuşan bütün muhatapları tarafından anlaşılacağı vurgusunu ön plana çıkarmaktadır. Kur'an lafızlarının kavranıp kavranmadığı, getirdiği mesajın eylemleşmesi veya ona gösterilen tepkilerle anlaşılır. Bu açıdan baktığımızda da vahyî mesajın kavranması ve eylemleşmesi konusunda, Arapça bilmemek, mazeret oluşturmamalıdır. Kaldı ki, Kur'an'a inanmayan Arapların, Kur'an'ın Arapça dışında bir dil ile nazil olması karşısında nasıl mazeret uydurmak isteyeceklerini de bilmekteyiz "Eğer biz onu yabancı (dilde) bir Kur'an yapsaydık derlerdi ki: 'Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap'a yabancı bir söz mü (geliyor)?'... (Fussilet, 41/44). Bu konuda Arapça'ya yapılan vurgu, Kur'an'ın inzal olduğu orijinal lisana işaret olduğu kadar, o ilahi hitabın her insanın anlayabileceği bir beşeri dil sınırlan içinde sunulmuş olduğu vakıasına da bir işarettir. Arap dili üzerinde özel ihtisas gerektiren konular dışında, Arapça bilmeyen ama Kur'anî ıstılahlara ve mevcut çalışmalara dikkat eden bir okuyucu, güvenilir meallerden, mukayeseli bir biçimde yararlanarak, Kur'an'ın mesajını, Kur'an'ın müminlere yüklemek istediği İslami kimliği ve sorumluluğu yeterli düzeyde anlayabilir. Zaten özel ihtisas gerektiren konular, iyi Arapça bilenler için dahi uzmanlığı, birikim sahibi olmayı ve istişari iletişimi gerekli kılmaktadır. Kur'an'ın herkesçe anlaşılabilir mesajını kavramak ve eylemleştirmek ile bazı detay ve dilbilimsel konuların tahkiki birbirine karıştırılmamalıdır.
Ayet metinleri, her dilde olduğu gibi delalet ettikleri anlam itibari ile kat'ilik veya zannilik taşımaktadırlar. Eğer ayetin lafiz ve ibarelerinden amacı ve delaleti net olarak anlaşılıyorsa, mutlak anlamdan veya delaletin kat'iliğinden bahsedebiliriz. Bu konuda dilin fonksiyonundan ziyade, mesajın netliği önemlidir. Kur'an'ın mutlak hükümleri de bu tür ayetlerdir. "Gaybı Allah'tan başkasının bilemeyeceği", "Meleklerin Allah'ın kızları olmadığı" "Şirkin en büyük zulüm olduğu", "Kıblenin Mescid-i Haram olduğu", "Domuz etinin, leş ve kanın haramlılığı" gibi konular delalet itibari ile kafi, yani evrensel ye mutlak hükümleri oluşturmaktadırlar. Öte yandan "Müslümanların işleri aralarında şûra iledir" hükmünde olduğu gibi, bazı ayetlerin anlamı net olarak anlaşılmakla beraber, taşıdıkları hükmün keyfiyetinin nasıl olacağı bir ihtiyarilik taşımaktadır, îşte hükmü anlaşılan ama uygulanması belirli bir şekilde sınırlanmayan Kur'an lafızları, farklı yorum, görüş ve içtihadlar kaldırabilir. Bununla birlikte delaletinde zannilik bulunan hiç bir ayetin yorumu, Kur'an'ın bütünlüğü ve mutlak hükümlerine aykırı bir biçimde yorumlanamaz. Örneğin zulmü gidermek için inzal olmuş ve şirki zulüm olarak nitelendirmiş olan Kur'an'ın hiç bir ayetinden, delaletindeki zannilik dolayısıyla; "İslam akaidi" kitaplarının bir çoğunda yer alan ve "fasık imamın arkasında namaz kılınabileceği", "zalim sultana itaat edilebileceği" hükümlerindeki gibi; fisk'a veya zulme rıza gösterilebileceği sonucu ve hükmü çıkartılamaz.
Rabbimiz bizlere sonsuz hakikatlerini, sınırlı ve insan idrakinin anlayabileceği beşeri bir dil ile anlatmaktadır. Böyle olunca da beşeri dilde anlatım kolaylığı sağlayan mecazi, sembolik ve temsili anlatım gibi, bazı dil sanatlarının kullanılması tabiidir. Örneğin "Allah'ın eli", "Ayetler karşısında kör olmak" gibi ifadeler -bazı yanlış değerlendirmelerde yapıldığı gibi müteşabih ayetler değil- Kur'an'daki mecazî kullanımlardır. Kur'an ayetlerinin tasnifinde "muhkem" ve "müteşabih" kavramlarıyla karşılaşmaktayız. (Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir. Onlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de mütesabihtir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu te'vil etmek için onun müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez... (Al-i İmran, 3/7) Muhkem ayetlerin Kitab'ın anası olduğu açıklanırken, müteşabihlerin peşine düşenlerin ise kalplerinde eğrilik olduğu ve fitne çıkartmak istedikleri vurgulanmaktadır. Müteşabihlerin "te'vilini Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği de ifade edilmektedir. "...Te'vili gelip çattığı gün..." (Araf, 7/53) ayetinde de görüleceği gibi "te'vil" bir şeyin sonucu, gerçekleşmesi; o şeyin hakikati anlamına gelmekte ve bu kelime ilgili ayette geçen "müteşabih" ifadesinin açıklayanı olmaktadır. Buna göre müteşabih ayetler, lafızları anlaşılamayan değil, taşıdığı anlamın (haberin), te'vilinin (akıbetinin) ve mahiyetinin ne olduğu bilinemeyen nasslardır.
Kur'an'ın anlaşılması onun gereği gibi okunması şartına bağlıdır. Bu umdenin en çarpıcı tefsiri "...Okumakta ve öğretmekte olduğunuz Kitab'a göre Rabbe halis kullar olunuz..." (Al-İmran, 3/79) ayeti ile yapılabilir. Buradaki öğrenim "kıraat" değil, "talim"dir. Talim, ilahi buyruğun uygulama ile örneklendirilmesi olayıdır. Kur'an okuma eylemi durağan değil, aktif bir çabayı gerekli kılmaktadır. Yani Kur'an okuma sadece bir bilgilenme değil, bilginin uygulamaya dökülmesi halidir. Dolayısıyla Kur'an üzerine yapılacak çalışmaların programlanmasında, teori ile pratiğin veya bilgi ile amelin birbirinden bağımsız olmadığına öncelikli olarak dikkat edilmeli, eğitimin İslami mücadelenin tamamlayıcı parçası olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Kur'an'ın anlaşılması için oluşturulan "tefsir usulü" disiplininin taşıdığı bazı yanlış ön kabuller, bizzat Kur'an'ın anlaşılmasında önemli engeller oluşturmaktadır. Bunların en önemlisi ise "nesh teorisi"dir. Tefsir usulü çalışmalarında yaygın olarak kabul görmüş bu teoriye göre, Rabbimizin Kitabı'ndaki bazı ayetlerin (nasih) diğer bazı ayetlerin (mensuh) hükmünü geçersiz kıldığı iddia edilmektedir. Eski şeriatların neshi ile ilgili ayetlerden (Al-i İmran,3/50; Nahl.16/101; Bakara,2/106; Rad,13/39) kalkarak, bazı Kur'an ayetlerinin hükmünü de iptal etme yanlışına düşen "nesh teorisi"; ilgili ayetleri Kur'an bütünlüğünde değerlendirerek değil; çelişik rivayet ve kaideleri temel alarak oluşturulmuştur. Kur'an'a eksiklik ve çelişki izafe eden bu teorinin mensupları, bazı hükümlerin tedrici olarak inzal oluşunu veya "tertil" (merhale) meselesini Kur'an bütünlüğü içerisinde doğru kavrayamayarak bu hataya düşmüşlerdir. Kur'an'da çelişki olmadığını ("Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı." Nisa, 4/82 ) bildiren kelâmullah'ı temel almayan bu anlayış, kendi ota kabullerine bağlılık uğruna, bazı ayetlerin hükmünün iptal edildiğine fetva verirken, adeta dinin yegane kaynağının, bağlayıcı olup olmadığını tartışmaya açmıştır.
Kur'an'daki konu bütünlüğüyle ve ayetlerle çelişen rivayet veya hükümler geçersiz sayılmalıdır. Bu tür rivayet ve hükümler, değişik beyan ve tefsirlerle ve senet zincirindeki sağlamlık gerekçe gösterilerek savunulmamalıdır. Kur'an bütünlüğüyle çelişen her türlü rivayet ve anlayış terk edilmelidir. Bu ölçünün zayıflamaya başladığı, İslam tarihinin ilk dönemlerinden bu yana, rivayet ekolünün güç kazanmasıyla taklid yaygınlaşmış ve kitlelerin Kur'an ile doğrudan temas kurmaları adeta engellenmiştir.
Tefsir usulü kitaplarında, ayetlerin nüzul sebeplerini sadece hadislere dayandırma yaklaşımı da, Kur'an'ın önceliği konusunda yaşanan paradokslardan birisidir. Oysa ayetlerin nüzul ortamını anlamaya en başta Kur'an bütünlüğünden kalkarak başlamak gerekir. Bu ölçüye dikkat edilmediğinde, ilk inzal olan ayetlerde karşılaşılan "...namazlarında gaflet içindedirler" (Maun,107/5) veya "namaz kılanı engelleyen"(Alak,96/9-10) lafızlarını, Kur'an bütünlüğü içinde değerlendirilmediğinden, çok çelişik izahlar içine girilmiştir. Bu hükümler Kur'an beyanının ilk dönemlerine aittir. Ve Kur'an bütünlüğü içinde baktığımızda bu ayetlerin indiği nüzul ortamı içinde anlaşılırlığı fevkalade kolaydır. Zira Kur'an'da namazın, İbrahim dininin devam ede gelen bir pratiği olduğu ve vahyin Mekke döneminde de bu ibadeti Ehl-i Kitap arasında yerine getirenlerin varlığı öğrenilebilmektedir. Bu sorunun açılımında da görüldüğü gibi, doğru olan; tarihi rivayetlerle ayetleri anlamak değil; karşılaşılan sorunla ilgili rivayetleri, Kur'an bilgisi ile analiz etmektir.
Kur'an ile irtibatı zorunlu olan bütün İslami mezhep, ve ekoller, sahabe toplumundan farklı silsilelerle cem edilmiş olarak devraldıkları ve nesiller boyu taşıdıkları Kur'an'ın kesin ve kesintisiz haberini bize çelişkisiz olarak ulaştırmışlardır. Rabbimizin "zikri koruma" vaadi de belki bu şekilde gerçekleşmektedir. Kur'an'dan kalkarak biliyoruz ki, Kur'an lafzı, Arapça lisan ile Hz, Muhammed'in kalbine ilkâ olmuştur. Onu kavrayıp ezberlemek için dilini depreten Resulullah @(s)'a uyarıda bulunan Allah, "Onu toplamak ve okutmak bize aittir" (Kıyamet,75/16-18) hitabıyla Kur'an'ın derlenerek (cem edilerek) inzal olduğunu bildirmiştir.
Diğer taraftan Kur'an'ın mushaf olarak toplanması veya Kur'an tarihiyle ilgili rivayetler, sahih olmaları kaydıyla, ancak Resulullah @ döneminde cem edilmiş olan Kur'an'ın çoğaltılması konusuyla irtibatlandırılabilir. İnançta kesin (yakın) ölçü sahibi olunmasını isteyen Kur'an'ın kendisi de temel bir inanç konusudur. Ve kendi derlenişini, bizzat Rasul'e inzal olurken Allah tarafından "cem" edildiği şeklinde açıklamıştır.
Kur'an ile irtibatımızda "asıl hedef detay konulara haps olmak değil, Kur'an'ın mesajını ve yüklediği temel görevleri üstlenmek olmalıdır. Bunun için de anlaşılır olan Kitab'a, nefsî taassuplarımızdan ve ön yargılarımızdan arınmaya çalışarak yaklaşmamız gerekmektedir. Biz zihnimizi ve kalbimizi Kur'an'a açtıkça, o da bize kendini açacaktır. Kur'an ancak kendini taşıyanlara kendini açmaktadır. Kur'an'ı taşımak ise her türlü zulüm ve şirke, ifsad olmuş zihniyet ve kurumlara karşı tavır alıp, hakkın şahidliğini üstlenme kararlılığına bağlıdır.
Selamlar!
Kur'an ile irtibat konusunda iki yönlü bir durum vardır. Birincisi, ön kabullerden sıyrılma azmi içinde Kur'an'a yönelmektir. İkincisi de; aklını ve kalbini kendisine açan kişileri, Kur'an'ın yönlendirmesidir. Kur'an düşünce ve eylemlerimizin temel kılavuzu ise, ondan edineceğimiz bilgiyi ancak yaşayarak inançlaştırabiliriz. İnsanları zandan ve taklitten kaçınmaya ve akıl etmeye sevk eden Rabbimiz, inanmamız gerekenleri de, anlayamayacağımız veya sadece bir kısım zümrelerin anlayacağı bir kapalılıkta sunmamıştır. Rabbimiz "... Kitabı açıklanmış halde..." (Enam,6/114) indirmiştir. Kur'an tahsile ve ihtisasa sahip özel bir sınıfa değil, tüm insanlar (en nas)a hitap etmektedir. Öğüt ve ibret alınması, düşünülmesi için kolaylaştırıldığı vurgulanmaktadır (Kamer,54/17,22,32,40; Yusuf,12/2). Kur'an ayetlerinin apaçık olduğu (Hadid,57/9; Bakara,2/118 vd.) da belirtilmiştir. Kur'an'ın anlaşılamadığı iddiası, anlamayan kişilerin değişik nedenlerden ötürü, onu gündemlerine almamalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa azılı kafirler bile Kur'an'ın mesajını anlamışken (Siz, onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir grup vardı ki, Allah'ın kelamını işitirler de, iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi. Bakara, 2/75 ) halis bir niyetle ona yönelenlerin Kur'an'ın açık ve genel mesajını anlamamaları mümkün değildir. Mekke müşrikleri genellikle Kur'an'ın anlaşılırlığı hakkında değil, kaynağı hakkında tartışma açmış ve itirazlarda bulunmuşlardır.
Yine Kur'an'dan biliyoruz ki, her Rasul apaçık anlatması için kendi kavminin diliyle gönderilmiştir "Onlara iyice açıklasın diye, her elçiyi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik... (İbrahim, 14/4). Ve Rabbimizin "Akletmeniz için onu Arapça bir Kur'an yaptık" (Zuhruf,43/3) buyruğu, vahyin, Arapça konuşan bütün muhatapları tarafından anlaşılacağı vurgusunu ön plana çıkarmaktadır. Kur'an lafızlarının kavranıp kavranmadığı, getirdiği mesajın eylemleşmesi veya ona gösterilen tepkilerle anlaşılır. Bu açıdan baktığımızda da vahyî mesajın kavranması ve eylemleşmesi konusunda, Arapça bilmemek, mazeret oluşturmamalıdır. Kaldı ki, Kur'an'a inanmayan Arapların, Kur'an'ın Arapça dışında bir dil ile nazil olması karşısında nasıl mazeret uydurmak isteyeceklerini de bilmekteyiz "Eğer biz onu yabancı (dilde) bir Kur'an yapsaydık derlerdi ki: 'Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap'a yabancı bir söz mü (geliyor)?'... (Fussilet, 41/44). Bu konuda Arapça'ya yapılan vurgu, Kur'an'ın inzal olduğu orijinal lisana işaret olduğu kadar, o ilahi hitabın her insanın anlayabileceği bir beşeri dil sınırlan içinde sunulmuş olduğu vakıasına da bir işarettir. Arap dili üzerinde özel ihtisas gerektiren konular dışında, Arapça bilmeyen ama Kur'anî ıstılahlara ve mevcut çalışmalara dikkat eden bir okuyucu, güvenilir meallerden, mukayeseli bir biçimde yararlanarak, Kur'an'ın mesajını, Kur'an'ın müminlere yüklemek istediği İslami kimliği ve sorumluluğu yeterli düzeyde anlayabilir. Zaten özel ihtisas gerektiren konular, iyi Arapça bilenler için dahi uzmanlığı, birikim sahibi olmayı ve istişari iletişimi gerekli kılmaktadır. Kur'an'ın herkesçe anlaşılabilir mesajını kavramak ve eylemleştirmek ile bazı detay ve dilbilimsel konuların tahkiki birbirine karıştırılmamalıdır.
Ayet metinleri, her dilde olduğu gibi delalet ettikleri anlam itibari ile kat'ilik veya zannilik taşımaktadırlar. Eğer ayetin lafiz ve ibarelerinden amacı ve delaleti net olarak anlaşılıyorsa, mutlak anlamdan veya delaletin kat'iliğinden bahsedebiliriz. Bu konuda dilin fonksiyonundan ziyade, mesajın netliği önemlidir. Kur'an'ın mutlak hükümleri de bu tür ayetlerdir. "Gaybı Allah'tan başkasının bilemeyeceği", "Meleklerin Allah'ın kızları olmadığı" "Şirkin en büyük zulüm olduğu", "Kıblenin Mescid-i Haram olduğu", "Domuz etinin, leş ve kanın haramlılığı" gibi konular delalet itibari ile kafi, yani evrensel ye mutlak hükümleri oluşturmaktadırlar. Öte yandan "Müslümanların işleri aralarında şûra iledir" hükmünde olduğu gibi, bazı ayetlerin anlamı net olarak anlaşılmakla beraber, taşıdıkları hükmün keyfiyetinin nasıl olacağı bir ihtiyarilik taşımaktadır, îşte hükmü anlaşılan ama uygulanması belirli bir şekilde sınırlanmayan Kur'an lafızları, farklı yorum, görüş ve içtihadlar kaldırabilir. Bununla birlikte delaletinde zannilik bulunan hiç bir ayetin yorumu, Kur'an'ın bütünlüğü ve mutlak hükümlerine aykırı bir biçimde yorumlanamaz. Örneğin zulmü gidermek için inzal olmuş ve şirki zulüm olarak nitelendirmiş olan Kur'an'ın hiç bir ayetinden, delaletindeki zannilik dolayısıyla; "İslam akaidi" kitaplarının bir çoğunda yer alan ve "fasık imamın arkasında namaz kılınabileceği", "zalim sultana itaat edilebileceği" hükümlerindeki gibi; fisk'a veya zulme rıza gösterilebileceği sonucu ve hükmü çıkartılamaz.
Rabbimiz bizlere sonsuz hakikatlerini, sınırlı ve insan idrakinin anlayabileceği beşeri bir dil ile anlatmaktadır. Böyle olunca da beşeri dilde anlatım kolaylığı sağlayan mecazi, sembolik ve temsili anlatım gibi, bazı dil sanatlarının kullanılması tabiidir. Örneğin "Allah'ın eli", "Ayetler karşısında kör olmak" gibi ifadeler -bazı yanlış değerlendirmelerde yapıldığı gibi müteşabih ayetler değil- Kur'an'daki mecazî kullanımlardır. Kur'an ayetlerinin tasnifinde "muhkem" ve "müteşabih" kavramlarıyla karşılaşmaktayız. (Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir. Onlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de mütesabihtir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu te'vil etmek için onun müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez... (Al-i İmran, 3/7) Muhkem ayetlerin Kitab'ın anası olduğu açıklanırken, müteşabihlerin peşine düşenlerin ise kalplerinde eğrilik olduğu ve fitne çıkartmak istedikleri vurgulanmaktadır. Müteşabihlerin "te'vilini Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği de ifade edilmektedir. "...Te'vili gelip çattığı gün..." (Araf, 7/53) ayetinde de görüleceği gibi "te'vil" bir şeyin sonucu, gerçekleşmesi; o şeyin hakikati anlamına gelmekte ve bu kelime ilgili ayette geçen "müteşabih" ifadesinin açıklayanı olmaktadır. Buna göre müteşabih ayetler, lafızları anlaşılamayan değil, taşıdığı anlamın (haberin), te'vilinin (akıbetinin) ve mahiyetinin ne olduğu bilinemeyen nasslardır.
Kur'an'ın anlaşılması onun gereği gibi okunması şartına bağlıdır. Bu umdenin en çarpıcı tefsiri "...Okumakta ve öğretmekte olduğunuz Kitab'a göre Rabbe halis kullar olunuz..." (Al-İmran, 3/79) ayeti ile yapılabilir. Buradaki öğrenim "kıraat" değil, "talim"dir. Talim, ilahi buyruğun uygulama ile örneklendirilmesi olayıdır. Kur'an okuma eylemi durağan değil, aktif bir çabayı gerekli kılmaktadır. Yani Kur'an okuma sadece bir bilgilenme değil, bilginin uygulamaya dökülmesi halidir. Dolayısıyla Kur'an üzerine yapılacak çalışmaların programlanmasında, teori ile pratiğin veya bilgi ile amelin birbirinden bağımsız olmadığına öncelikli olarak dikkat edilmeli, eğitimin İslami mücadelenin tamamlayıcı parçası olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Kur'an'ın anlaşılması için oluşturulan "tefsir usulü" disiplininin taşıdığı bazı yanlış ön kabuller, bizzat Kur'an'ın anlaşılmasında önemli engeller oluşturmaktadır. Bunların en önemlisi ise "nesh teorisi"dir. Tefsir usulü çalışmalarında yaygın olarak kabul görmüş bu teoriye göre, Rabbimizin Kitabı'ndaki bazı ayetlerin (nasih) diğer bazı ayetlerin (mensuh) hükmünü geçersiz kıldığı iddia edilmektedir. Eski şeriatların neshi ile ilgili ayetlerden (Al-i İmran,3/50; Nahl.16/101; Bakara,2/106; Rad,13/39) kalkarak, bazı Kur'an ayetlerinin hükmünü de iptal etme yanlışına düşen "nesh teorisi"; ilgili ayetleri Kur'an bütünlüğünde değerlendirerek değil; çelişik rivayet ve kaideleri temel alarak oluşturulmuştur. Kur'an'a eksiklik ve çelişki izafe eden bu teorinin mensupları, bazı hükümlerin tedrici olarak inzal oluşunu veya "tertil" (merhale) meselesini Kur'an bütünlüğü içerisinde doğru kavrayamayarak bu hataya düşmüşlerdir. Kur'an'da çelişki olmadığını ("Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı." Nisa, 4/82 ) bildiren kelâmullah'ı temel almayan bu anlayış, kendi ota kabullerine bağlılık uğruna, bazı ayetlerin hükmünün iptal edildiğine fetva verirken, adeta dinin yegane kaynağının, bağlayıcı olup olmadığını tartışmaya açmıştır.
Kur'an'daki konu bütünlüğüyle ve ayetlerle çelişen rivayet veya hükümler geçersiz sayılmalıdır. Bu tür rivayet ve hükümler, değişik beyan ve tefsirlerle ve senet zincirindeki sağlamlık gerekçe gösterilerek savunulmamalıdır. Kur'an bütünlüğüyle çelişen her türlü rivayet ve anlayış terk edilmelidir. Bu ölçünün zayıflamaya başladığı, İslam tarihinin ilk dönemlerinden bu yana, rivayet ekolünün güç kazanmasıyla taklid yaygınlaşmış ve kitlelerin Kur'an ile doğrudan temas kurmaları adeta engellenmiştir.
Tefsir usulü kitaplarında, ayetlerin nüzul sebeplerini sadece hadislere dayandırma yaklaşımı da, Kur'an'ın önceliği konusunda yaşanan paradokslardan birisidir. Oysa ayetlerin nüzul ortamını anlamaya en başta Kur'an bütünlüğünden kalkarak başlamak gerekir. Bu ölçüye dikkat edilmediğinde, ilk inzal olan ayetlerde karşılaşılan "...namazlarında gaflet içindedirler" (Maun,107/5) veya "namaz kılanı engelleyen"(Alak,96/9-10) lafızlarını, Kur'an bütünlüğü içinde değerlendirilmediğinden, çok çelişik izahlar içine girilmiştir. Bu hükümler Kur'an beyanının ilk dönemlerine aittir. Ve Kur'an bütünlüğü içinde baktığımızda bu ayetlerin indiği nüzul ortamı içinde anlaşılırlığı fevkalade kolaydır. Zira Kur'an'da namazın, İbrahim dininin devam ede gelen bir pratiği olduğu ve vahyin Mekke döneminde de bu ibadeti Ehl-i Kitap arasında yerine getirenlerin varlığı öğrenilebilmektedir. Bu sorunun açılımında da görüldüğü gibi, doğru olan; tarihi rivayetlerle ayetleri anlamak değil; karşılaşılan sorunla ilgili rivayetleri, Kur'an bilgisi ile analiz etmektir.
Kur'an ile irtibatı zorunlu olan bütün İslami mezhep, ve ekoller, sahabe toplumundan farklı silsilelerle cem edilmiş olarak devraldıkları ve nesiller boyu taşıdıkları Kur'an'ın kesin ve kesintisiz haberini bize çelişkisiz olarak ulaştırmışlardır. Rabbimizin "zikri koruma" vaadi de belki bu şekilde gerçekleşmektedir. Kur'an'dan kalkarak biliyoruz ki, Kur'an lafzı, Arapça lisan ile Hz, Muhammed'in kalbine ilkâ olmuştur. Onu kavrayıp ezberlemek için dilini depreten Resulullah @(s)'a uyarıda bulunan Allah, "Onu toplamak ve okutmak bize aittir" (Kıyamet,75/16-18) hitabıyla Kur'an'ın derlenerek (cem edilerek) inzal olduğunu bildirmiştir.
Diğer taraftan Kur'an'ın mushaf olarak toplanması veya Kur'an tarihiyle ilgili rivayetler, sahih olmaları kaydıyla, ancak Resulullah @ döneminde cem edilmiş olan Kur'an'ın çoğaltılması konusuyla irtibatlandırılabilir. İnançta kesin (yakın) ölçü sahibi olunmasını isteyen Kur'an'ın kendisi de temel bir inanç konusudur. Ve kendi derlenişini, bizzat Rasul'e inzal olurken Allah tarafından "cem" edildiği şeklinde açıklamıştır.
Kur'an ile irtibatımızda "asıl hedef detay konulara haps olmak değil, Kur'an'ın mesajını ve yüklediği temel görevleri üstlenmek olmalıdır. Bunun için de anlaşılır olan Kitab'a, nefsî taassuplarımızdan ve ön yargılarımızdan arınmaya çalışarak yaklaşmamız gerekmektedir. Biz zihnimizi ve kalbimizi Kur'an'a açtıkça, o da bize kendini açacaktır. Kur'an ancak kendini taşıyanlara kendini açmaktadır. Kur'an'ı taşımak ise her türlü zulüm ve şirke, ifsad olmuş zihniyet ve kurumlara karşı tavır alıp, hakkın şahidliğini üstlenme kararlılığına bağlıdır.
Selamlar!