Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismi ile başlarım. Her ne kadar ihtilâf-ı ümemden nâşî edyân ve mezâhib muhtelif ise de, hikmetleri, müstakîm olan tarîkın ahadiyyeti ile makam-ı akdemden, kelimelerin kalbleri üzerine inzâl eden Allâh’a hamd olsun
Vaktâkî Hak Sübhânehû ve Teâlâ kabil-i ta’dâd olmayan esmâ-i hüsnâsı haysiyetinden onların “ayn”larını görmek diledi; -ve eğer diler isen, vücûd ile muttasıf olmasından nâşî emri hasr eden kevn-i câmi’de kendi “ayn”ını görmekliği ve onunla kendi sırrı, kendine zâhir olmasını diledi dersin-. Zîrâ bir şeyin kendi nefsine kendi nefsi ile / rü’yeti, o şeye mir’ât gibi emr-i âharda kendi nefsine rü’yeti gibi değildir. Çünkü, ona kendi nefsi manzûrun-fih olan mahallin verdiği bir sûrette zâhir olur. Öyle ki bu mahallin vücûdu olmaksızın ve onun ona tecellisi bulunmaksızın, ona sûret zâhir olmaz idi. Halbuki Hak Teâlâ âlemin küllîsini, kendisinde rûh olmayan tâmmü’l-hilka vücûd-i cesed olarak halk etmiş idi. Binâenaleyh, gayr-i mücellâ bir âyîne gibi idi. Ve hükm-i ilâhînin şânındandır ki, muhakkak o, bir mahalli ancak “nefh-i ilâhi” ta’bîr olunan rûh-i ilâhîyi kabûl etmesi lâ-büd olarak tesviye etti. O da ancak lem-yezel ve lâ-yezâl olan tecellî-i dâim feyzini kabûl etmek için tesviye olunan bu sûretten istı’dâdın husûülüdür. Ve ancak kabil kaldı. Ve kabil ise, ancak onun feyz-i akdesinden vâkı’ olur. Böyle olunca emrin küllîsi, ondan ibtidâ eylediği gibi, ona râci’ olur.- İmdi emr, mir’ât-ı âlemin cilâsını iktizâ etti. Binâenaleyh Âdem, bu âyînenin ayn-ı cilâsı ve sûretin rûhu oldu.(M.İbn-i Arabi Fusus-ul Hikem)
Kale Muhyiddini tehrumu mutaleatu kutubina ala men leyse minna
(Yani diyor;bizim kitaplarımızı bizden olmayan yahut bizim nazarımızla bakmayana mütalaa etmek haramdır.
Vahdet-i vucuttan bahseden fikren seradan süreyyaya çıkarak,kainatı arkasında bırakıp nazarını Arş-ı Ala'ya diken, istigraki bir surette kainatı madum sayıp,herşeyi doğrudan doğruya kuvvet-i iman ile Vahid-i Ehad'den görebilir.Yoksa kainatın arkasında durup kainata bakan ve önünde esbabı gören ve ferşten nazar eden, elbette esbap içinde boğulup,tabiat bataklığına düşmek ihtimali var.Fikren arşa çıkan Celaleddin-i Rumi gibi diyebilir;kulağını aç herkesten işittiğin sözleri,fıtri fonograflar gibi Cenab-ı Hak'tan işitebilirsin.
Yoksa Celaleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı ayine şeklinde görmeyen adama;Kulak ver herkesten kelamullahı işitirsin desen,manen arştan ferşe sukut eder gibi hilaf-ı hakikat tasavvurat-ı batılaya giriftar olur.
Yani ,M.Arabi'nin kelamını anlayacak ehliyette değilsen tekfir edrsin.
Kanuni'nin şeyh-ul İslamı İbn-i Kemalin fetvası
onu da tekfir etmezsen)
""Kullarından bir kısmını ilim ve ihsana mümtaz ve enbiya ve mürseline varis eden Cenab-ı Hakka'a hamd ve sena ve ehl-i dalali ıslaha mebus olan nebiyy-i zişan ile şer'-i metîni icraya ced ve gayret eden âl ve âshabına eda-yı selat-i selamı intiha olunduktan sonra, malum olsun ki mukteda-yı ehl-i tahkik Hazret-i Şeyh-i Azam kutbul arifin Muhyiddin Muhammed bin Ali el-Arabi et-Tai el-Hatemi el-Endülüsi hazretleri müctehid-i kamil ve mürşid-i fazıldır. Menakıb-i acibe ve keramet-i harikuladesi ve müridin ulema ve fuzalaca kabul ve tasdik edilmiştir. İnkar edenleri hata-yı azime giriftar ve inkarda ısrar edenlerin de düçar-ı dalal olacakları aşikardır...Bazı ibarelerinin elfaz-ı meanisi malum ve emr-i ilahi ve şer'-i nebeviye makrun isede bazı münderecatın ehl-i keşf ve tevhiddeen ma-aadasının idraki fevkınde olmasıyla meani-i maksuda vakıf ve muttali olmayanların (isra suresi 36. ayet) kavl-i kerime ittibaen sükut ve itirazdan ictinab etmeleri vacibtir. ""
Elhasıl.ben müslümanım diyene sen müslüman değilsin dememek Emr-i ilahi olsa gerek.