Güzeldi Asiye. Mısır’da ondan güzeli yoktu. Kadınlar kendi arasında Asiye’nin güzelliğini çekiştirirlerdi:-Kaşsa kaş, gözse göz, bizde de var en biçimlisi. Boy, pos, endam desek, fazlamız var eksiğimiz yok. Öyleyse nedir onda fazla olup, bizden esirgenen? Büyü mü, tılsım mı?
İçlerinde en ferasetlisi ve kalben Asiye’ye en yakını:
-Ah! Diyordu, onda fazla olup bizde eksik kalanı görmüyorsunuz. Bizler ışıkta görünürüz. Asiye ışığın ta kendisi. Bizim güzelliğimizi mücevherler, ipekler, güller, yaseminler tamamlar. Asiye’ninkini kendi iç aydınlığı. Bizde süs duran Asiye’ de sadeliktir. Asiye’yi güzel kılan ahlaktır. Hallerine dikkat edin, bunu siz de anlarsınız.
Güzel yüzlü, güzel huylu Asiye bir zalime, Firavun’a yazgılıydı. Evlenmeyi kabul ettiği genci , önce kendisine gösterdiği yüzüyle tanımıştı. Yakışıklı ve akıllıydı. İyi yetişmişti, güzel konuşuyor, kibar davranıyordu. Güzel olan şeylere ilgi duyuyordu. Asiye’ ye karşı saygı ve sevgide kusur etmiyordu.
Asiye, Firavun’a saray terbiyesinin kazandırdıklarını, onun tabii halidir sandı. Zamanla kendine açık etmediği yönlerini fark etti. Yine de eşine kötülüğü konduramadı. Haşinliğini hükümdarlığının gereğinden bildi. Kibrini ağırbaşlılığına verdi. Sonra sonra, günlerini ve gecelerini paylaştıkça her gün onun yeni bir kötülüğüne şahit oldu. Ve nihayet tanrılığını ilan eden Firavun’da binlerce firavun gördü. Gördükleri yüreğine kara geceler gibi indi. Her zaman gülümseyen o güzel çehre korkuyla gölgelendi.
Asiye’nin Ordusu
Asiye korkuyordu. Firavun ilahlığını ilan edeli beri korku Asiye’nin en tanış duygusu olmuştu. Bu azgınlığın Firavun ve beraberindekileri felakete götüreceğini seziyordu.
Evlendiklerinden bu yana, her akşam ülkenin meselelerine dair uzun uzun konuşurlardı. Firavun, Asiye’nin aklına , muhakemesine hayrandı. Hemen her şeyi ona danışır, fikrini alırdı. Danışmadığı tek şey, Mısır’ın yerlileriyle İsrailoğulları arasında yaptığı zalimce ayırım oldu. Ama Firavun anlatmasa da , anlatamadıkları bir şekilde Asiye’nin kulağına geliyordu. İsrailoğullarının en ağır işlerde , tas ocaklarında, inşaatlarda, boğaz tokluğuna ölesiye çalıştırıldığını öğrenmişti. Görkemli ehramların harcına binlerce cesedin karıştığını biliyordu. Bilmediği, Firavun’un zulmü güç olarak bilmesiydi.
İsrailoğullarının durumu Asiye’nin işittiklerinden de beterdi. Sürekli aşağılanıyorlar ve dövülüyorlardı. Firavun’un adamları onlara aman vermiyordu. Sırtlarında şaklayan kırbaçlar biçarelerin neredeyse soluk almalarını yasaklıyordu. Çalışamayacak kadar güçsüz olanlardan haraç alıyorlardı. İsrailoğulları çoluk, çocuk her bakımdan perişan ve açtılar.
Asiye meseleyi açmak istediğinde, Firavun onun karşısına Honus ve Sethe’nin kendinde bütünleştiği tanrı olarak dikilmişti; iyilik kadar kötülük de tanrılığın yetkilerindendi ve bundan dolayı asla onu kimse suçlayamazdı. Asiye bu korkunç tanrıdan ürktü, sustu. Kalbi konuştu: Keşke vicdanin da bir tanrısı olduğunu bilseydi”.
Asiye’nin İnancı
Asiye kendini bildi bileli Mısır’ın tanrı ve tanrıçalarına ısınamamıştı. Küçükken annesinin koruyup kolladığı kimsesiz ve yaşlı adam ona, bir zamanlar Mısır’da Yakup ve Yusuf peygamberin yaşadığını anlatmıştı. O peygamberler, insanları, yeri, göğü, görünen, görünmeyen bütün varlıkları yaratan Allah’ın elcileriydiler. Onların zamanında Firavunlarda Allah’a iman etmişlerdi.
Asiye büyüyüp de yanlışı doğrudan, yalanı gerçekten ayırt ettiği çağlara geldiğinde yaşlı bilgenin ona anlattıkları rehber oldu. Bu yüzden kalbi insanların uydurduğu tanrılara kapalı kaldı.
Mısırlılar Yusuf’un dinini çoktan unutmuşlar, görüp de akıl erdiremedikleri, hissedip de çözmeye çalışmadıkları her şeyi tanrı olarak kabul etmişlerdi. Yerin, göğün, güneşin, ayın, havanın, suyun, ölümün, aşkın ayrı ayrı tanrıları vardı. Bunlara, toplumdaki gelişmelere göre yeni tanrılar ekleniyordu.
Asiye “Bu insanlar acaba neden yaratanını düşünmüyorlar da, yaratılanlarda takılıp kalıyorlar?” diye hayret ediyordu. Oysa, tanrı diye bildikleri her şey; güneş, ay, hava, su… Bütün varlıklar ilahi gerçeğin işaretiydi; “Bunu bir anlayabilseler. Anlayabilseler ki, her şeyi yaratmaya muktedir olan, ne zamana sığar, ne mekana.” Diyordu. Sonra sessizce fısıldıyordu; “Ama benim kalbime sığıyor.”