Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Eba Yezid El Bestami

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
varolan her şey Allah ın tecellisi olduğundan . alemde olan herşey bize Allahı isaret eder. Canlı ve cansız tüm mevcudat Allahı zikreder . fakat bizler bunu göremeyiz , hissederiz . Peygamberfendimizse bunu görmüştür. Örneğin insanlar , güzel bir meyve görünce hemen ne kadar güzelmiş deriz, oysa dememiz gereken Elhamdülillah, rabbim bunu ne kadar güzel yaratmış olması gerekir. Hem insanlar aşık olursa her yerde sevdiğini görür, artık o sevdiğinden başka kimseyi göremez. İşte Allah dostları böyledir, onlar nereye baksa Allah ı görürler.
"Ve her kim de onlara baksa, Yüce Allah'ın (cc) emir ve yasaklarını üzerlerinde görüp ibret alır" diye cümlene katkıda bulunmak istedim sevgili Ruşen.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
İbni Arabi ve Vahded-i Vücud Felsefesine Reddiye


Onlar, şeytanın dostları oldukları için, her sözleri şeytani vasıflar taşımaktadır.

Hemen hepsi, Fütuhat sahibinin söylediklerini söylüyorlar. “Hakikat kapısı” diye bir tekerlemeden bahsedip duruyorlar. Onlara göre, bu alem hayal alemiymiş!

Demek ki, onların gerçek diye üzerinde durdukları şey, hayalden başka bir şey değilmiş. Bunu iyi anlıyorsun değil mi?

Zaten şeytanın görevi gerçekleri insanoğluna olduğundan başka türlü göstermektir.

Yüce Allah kadim kitabında buyurmaktadır:

“Her kim Rahman olan Allah'ı zikredişi görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı arkadaş ederiz; artık o onun yanından hiç ayrılmaz ve sürekli bir biçimde kötülükleri telkin eden bir arkadaş olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihayet zikrimize karşı körlük edip yoldan çıkan o adam, bize geldiği zaman, kötü arkadaşına der ki: “Keşke seninle benim aramda iki cihetin sonu (doğu ve batı kadar uzak) kadar uzaklık bulunsaydı ve de seni hiç görmese idim meğer ne kötü bir arkadaşmışsın sen!” (Zuhruf: 36-38)

AIlah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa derin bir sapıklığa sapmış olur.

Onlar (müşrikler) O’nu bırakıp sadece birtakım dişileri çağırıyorlar. Aslında inatçı şeytanı çağırmaktadırlar.

Allah onu (şeytanı) lanetledi. O da: “Yemin ederim ki kullarından bir pay edineceğim dedi.

Onları mutlaka saptıracağım. Muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım. Kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar. Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattıklarını değiştirecekler. (Dedi) Kim Allah’ı bırakıp da, şeytanı veli edinir, dost tutarsa elbette apaçık hüsrana düşmüştür.

(Şeytan) onlara söz verir, onları ümitlendirir. Halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.” (Nisa: 116-120)

“İş bitirildikten sonra şeytan onlara şöyle dedi: “Allah size gerçek vaad etti; ben size vaad ettim, ben sözümden caydım! Benim, sizi küfre zorlayacak bir gücüm yoktu. Yapmış olduğum iş sizi sadece isyana davet ve teşvik etmek oldu, siz de benim davetime gönüllü koştunuz. O halde kendinizi bırakıp da beni yermeyin! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni! Ben önceden zaten beni Allah 'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim! Doğrusu zalimler için acı bir azab vardır.” (İbrahim: 22)

Sahih bir hadisde Allah'ın Resulü; Cebrail'i, melekleri bir saf halinde toplarken gördüğünü, şeytanların müminleri teyid için gönderilen melekleri görünce onlardan kaçtıkları; Yüce Allah'ın, mümin kullarını melekleriyle teyid ve takviye ettiğini rivayet etmiştir.

Bu konuda Yüce Allah da, kitabında şöyle buyurmaktadır:

“Hani Rabbin meleklere vahyetmişti: Ben sizinle beraberim, müminleri takviye edin!” (Enfal: 12)

“Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın! Üzerinize ordular gelmişti de, biz onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik.” (Ahzab: 9)

“...Resul mağarada bulunduğu zaman, arkadaşına: “Kederlenme, Allah bizimle beraberdir” dediği zaman, Allah ona yardım etmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla korumuş yardım etmişti.” (Tevbe: 40)

Şeytani vasıflar içinde bulunan bu adamlara, cin ve insanlardan, insan şeklinde bir takım ruhlar gelir ve onlarla konuşur. Onlar da bunları melek taifesinden sanar. Tıpkı, yıldızlara ve putlara tapan insanlara hitap eden ruhlar gibi.

Müslümanlar arasından ilk defa çıkan bu tip adamların başında ki Ebu Ubeyd oğlu Muhtar'dır. Bu adamın geleceğini Allah'ın resulü haber vermiştir.

Müslim'de rivayet edilmiştir:

“Yakında Sakifoğulları içinden müthiş bir yalancı ile, helak edici bir adam çıkacaktır.”

Bu müthiş yalancı Ebu Ubeyd oğlu Muhtar'dı. Helak edici ise, Yusuf oğlu Haccac'ı Zalim'dir.

Ashabdan İbni Ömer ve İbni Abbas'a:

“Bu Muhtar kendisine vahiy indiğini söylüyor” diye haber verildiğinde, onlar; “Doğrudur” diye karşıladılar haberi.

Ve Yüce Allah'ın şu ayetini zikrettiler:

“Şeytanların kime indiğini haber vereyim mi? Onlar, günah işlemeye hazır iftiracıların hepsine iner.” (Şuara: 221)

Muhtar'ın çılgın iddiaları kendisine ulaştırılan bir başka zat da, şu ayeti zikretmiştir:

“Üzerine Allah’ın ismi zikredilmeyen (hayvan) leri yemeyin! Bu, kesinlikle bir fısktır. Ve muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için dostlarına vahyederler. Şayet onlara itaat ederseniz muhakkak siz de müşriklersiniz.” (En'am: 121)

İbni Arabi'nin, Fütuhat adlı kitabını kendisine indirdiğini söylediği ruh, işte bu ayetlerdeki şeytani ruhlardandır.

Onun içindir ki, o, bazı belli yiyecek ve yalnız kimsenin olmadığı yerlerde tek başına yaşamaktan bahseder. Bu yalnızlıklar (İnzivaya çekiliş) cin ve şeytanlar ile münasebete geçmenin yollarından biridir. Onlarsa bu rabıtayı evliyanın Rabbi ile rabıtası olarak kabul eder ve millete de bunu telkin ederler. Halbuki ise bu rabıta sadece şeytanla yapılan bir rabıtadan başka bir şey değildir.

Ben kendisini bu hale kaptırmış nicelerini tanırım. Bunlardan bazılarını şeytanlar havalarda taşır, bir yerlere götürür sonra getirir. Bazılarına şeytanlar çalınmış mallar getirir ve onlar da bu çalınmış malların sahiplerini bilir kendilerine iade eder. Bu şekilde dünyalıklarını da temin etmiş olurlar. Bunlara benzer bir takım şeylerin içinde bulunurlar bahsini ettiğimiz adamlar.

Bunların hali şeytanı vasıf taşıdığından, Resul ve nebilerle tezat halindedirler. “Fususu'l- Hikem, Fütühat-ı-Mekkiye” sahibinin ve benzerlerinin sözlerinde bu tezatlar bol bol görülür.

O, Nuh kavmini, Hud kavmini ve Firavunu över ve tebcil eder ama, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Harun gibi Resul ve nebilerde eksiklikler bulur. Küçük düşürür onların kadirlerini.

Cüneyd bin Muhammed ve Selh bin Abdullah Tusteri gibi büyük Müslümanlarca makbul olan şeyhleri kötüler ama, Hallac-ı Mansur gibi, gerçek velilerce makbul sayılmayan kişileri över ve yüceltir. Hayali ve şeytani kaynaktan aldığı haberler içinde, bu büyüklerin kötülenmesi vardır.

Halbuki ise. Cüneyd-i-Bağdadi (Allah, kendi yanında onun kadrini daha da yüceltsin) İslam dininin önderliğini yapmış imamlardandı.

Kendisine “tevhid nedir?” diye sorulduğunda; “Hadis olanla kadim olanı birbirinden ayırmaktır” diye cevaplamıştır. Büyük imam Cüneyd bu cevabıyla yaratanla yaratılanın, sonradan olma ile kadim olanın arasını kesin ayırmış, gerçek tevhidi dile getirmiştir.

“Fusus” sahibi ise böyle bir tevhidi inkar eder. Hayali ve şeytani bir hitabında der ki:

“Ey Cüneyd! Kadim olanla, muhdes olanın arasını, ancak kadim ve muhdes olmayan biri ayırd eder. Onun için Cüneyd; “Tevhid, Kadim olanla, muhdes olanın arasının ayrılmasıdır” demekle, hata işlemiştir.”

İbni Arabi'ye göre, Cüneyd, hata işlemiştir. Çünkü, İbni Arabi'ye göre; muhdes olanla kadim olanın vücudu aynıdır.

Nitekim o, “Fusus” adlı kitabında şöyle söylemektedir:

“Allah'ın isimlerinden biri “El-Aliyy” (Yani, yüce) dir. Vücud aleminde O'ndan başkasının vücudu olmadığına göre, kime yücelik etmektedir? Yahut da, O, kimden ve neden yücedir? Bu, “Ne veya kim?” dediğimiz, O'ndan başkası değildir ki...

Demek, O'nun yüceliği ancak kendisi içindir ve O, mevcudun aynıdır. Böyle olunca, muhdes, yani, sonradan olan ve eşya diye isimlendirdiğimiz şeyler de, kendi zatı için yücedir. Bu alemde sonradan var olan her şey, yine O'dur. O, batın olduğu gibi, zahirin de ta kendisidir. Bu varlık aleminde, O'nu gören, O'ndan başkası değildir. Varlıkta konuşan da O'ndan başkası değildir. Bu varlık aleminde, Ebu Said'i Harraz ile ve başka insan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur.”

Şimdi, Cüneyd gibi İslam dininin büyüklerinden birini, tevhid anlayışında hatalı bulan bu Vahded-i-Vücutçuya deriz ki:

İlim ve sözle, iki şeyin arasını temyiz edip ayıran bir kimsenin, bu iki şeyden ayrı olan, üçüncü bir varlık araması büyük hatadır ve de şart hiç değildir. Çünkü, insanlardan her biri, kendisi ile başkasının arasını gerçekten de temyiz ederek ayırır. Halbuki ise, bu temyizle ayıran kimse, temyiz edilenle eden dışında bir üçüncü şahıs değildir. Böylece, kul kendisinin kul olduğunu bilir, fakat, kendisi ile yaratıcısının arasını ayırır. Yüce halkedici Allah da, kendi zatı ile, yarattıklarının arasını temyiz eder ve bilir ki, kendisi onların Rabbidir; onlar da O'nun kullarıdır.

Nitekim, Kur'anın bir çok ayetlerinde bu husus açıkça belirtilmiştir.

Gönülden, hiçbir ard niyet beslemeksizin Kur'an'a iman eden gerçek müminler için, her türlü ölçü Kur'andadır. Yani iddia ve inançlara hakimlik yapacak tek kaynak Kur'andır. Ama mülhitler gurubu, Tilimsani'nin iddiasını tekrarlayıp durmaktadırlar bir hakikatmış gibi...

Vahded-i Vücut inancı içinde olanların en sivrilmişi bu adamdır.

Kendisine, İbni Arabi'nin “Fusus”u okunduğu ve:

“Kur'an sizin Fususunuza muhalifdir” denildiği zaman;

o, “Kur'an, baştan başa şirktir, tevhid ancak bizim sözümüzdedir” diye karşılık vermiştir.

Yine bu adama;

“Varlık aleminde ikilik olmadığına göre, kişinin kendi karısı ona helal oluyor da, neden kız kardeşi haram oluyor?” diye sorulduğunda;

“Bize göre hepsi de helaldir! Ancak kalb gözleri gerçeklere, hakikatlara kapalı olanlar böyle dediler. Biz onların bu telakkileri üzerine; “Sizin üzerinize haramdır!” dedik.” diye cevaplamıştır.

Bu sözler tam bir küfür olmakla birlikte, ayrıca da tezatların tezadını taşımaktadır içinde. Zira, hakikatlerin perdelendiği kimdir? Perde olan kimdir? Kime perdelenmektedir ve kim perdelemektedir, neyle perdelemektedir?

Bu sözlerdeki açık tezaddan dolayı, onların şeyhlerinden biri, talebesine bir keresinde şunları söylemiştir:

“Sana biri, bu alemde Allah'dan başka bir varlık vardır derse, gerçekten büyük bir yalan söylemiştir.”

Bu söze karşılık, mürid, şöyle söylemiştir:

“Madem ki, bu alemde Allah'dan başkası yoktur öyleyse yalan söyleyen kim olmaktadır?”

Bunlardan biri, bir başka kimseye; “Bu alemdeki varlıklar, Hak'kın mazharlarıdır” dediği zaman. Söz söylenen kişi şunu sormuştu:

“Mazhar, mezahirin aynı mıdır, yoksa başkası mıdır? Eğer, başkasıdır, derseniz bir nispet dahilinde vücudda ikiliği kabul etmiş olmuyor musunuz? Yok başkası değil de kendisi ise o zaman hiçbir fark yoktur ve böyle olunca da, yalan söylemiş olan da, Hakkın bizzat kendisi olmuyor mu?”

Biz bunların iç yüzlerini ortaya dökücü bir çok örnekleri başka başka yerlerde de yazdık. Ve onların her sözünün gerçek anlamını ve maksadını bildirdik...

Fusus sahibi; “Ma'dum (yokluk) bir şeydir ve Hak'kın vücudu bunun üzerine feyezan (taşmak, fazla gelmek, fazlalık) etmektedir.” demektedir. Böylelikle o, vücudla sübut (apaçık ortada olan)ı, birbirinden ayrı olarak görmektedir.

“Ma'dum, dışta sabit olan şeydir.” diyen Mutezile mezhebi mensupları, hak yoldan çıkmış olmakla birlikte, İbni Arabi'den çok daha hayırlı idiler. Çünkü, bunlar;

“Yüce Allah, alemde varlıkları sabit olan eşya için bir vücut yaratmıştır ve bu vücud asla Yüce Allah'ın vücudundan değildir.” demişlerdir.

İbni Arabi ise, Cenab-ı Hak'kın vücudunun,? yokluk üzerine taştığını söylüyor. Ona göre, Yüce Allah'ın vücudunun dışında bir vücud yoktur.

İbni Arabi'nin en yakın yoldaşlarından Sadreddin-i-Konevi de, mutlakla muayyenin arasını ayırır. Çünkü o, felsefeye daha çok yakındır. Onun için de Ma'dum'un, herhangi bir şey olduğunu kabul etmemiş; Cenab-ı-Hak'kı “Vücud-u Mutlak” olarak, görmeyi tercih etmiştir. Bu konuyu açıklamak için de, “Miftahu Gaybi'l-Cem ve'l-Vücud” adlı bir de kitap yazmıştır.

Yüce Allah'ı mutlak bir vücud olarak görmek, böyle bir kabul, O'nu inkar etmekten, yok bilmekten daha şedit bir ifadedir. Çünkü, şartlı mutlak, akli biri bütündür. Onun için de, görünür ve bilinir alemde değil, zihinlerde var olur. Şartsız mutlak ise, tabii bir bütünlüktür ve olduğu gibi, var olduğu biçimde ortadadır, gözler önündedir. Mutlak'ın hariçte, görünürde bir vücudu olduğu ileri sürülürse (ki hariçte ancak muayyen olan şeyler olabilir) böyle bir halde, mutlak olanın hariçte vücudunun var olduğunu kabul edenlere göre, muayyenden, sınırlıdan bir parça (cüz) olmuş olur. Böyle olduğu taktirde, Cenab-ı-Hak'ın vücudu, ya hariçte son bulur veyahut da, yarattıklarının vücudundan bir cüz, bir parça olması lazım gelir; veya, mahlukatın vücuduyla birleşerek aynı olması lazım gelir.

Bu durumda sorarız bu densizlere:

Hiç parça, cüz, bütünü yaratabilir mi?

Bir şey kendi kendini yaratabilirmi?

Yokluk, hiçlik, her hangi bir varlığı yoktan var edebilir mi?

Yahut bir bütünün parçası, kendi bütününü meydana getirebilir mi?

Bu vahed-i-vücudçular, hulul ve ittihad kelimelerini kullanmaktan sakınırlar. Çünkü hulul diye bir mafhum kabul edilirse, o zaman, bir hulul eden, bir de hululü kabul eden olmalıdır. Yani, ikili bir hal kabul etmek lazımdır. İki vücudun varlığını kabul etmek gerekir. İttihad da aynı durumdadır. Bir birleşme varsa ortaklıkta eğer, iki şey de kendiliğinden var olacaktır tabii olarak. Bir yanda birleşen, öbür yanda birleşmeyi kabul eden olarak iki varlığın kabulünü gerektirir ittihad.

Bunlara göre ise, vücudda ikilik yoktur.. Bunlar derler ki:

“Hıristiyanlar, sadece Hz. İsa'ya Allah dedikleri için küfre girdiler. Şayet Allah'lık vasfını sadece Hz. İsa'ya has kılmasalardı da, bütün varlıklara şamil kılsalardı, kafir olmazlardı.”

Yine bu mülhidler puta tapanlar hakkında derler ki:

“Onlar, alemdeki mazharlardan sadece bir bölümüne ibadet ettikleri için küfre düştüler. Eğer alemde var olan her şeye ibadet etmiş olsalardı, hata etmemiş ve küfre girmemiş olacaklardı.”

Yine onlara göre, hakikatlara vakıf olan ariflerin puta tapmaları kendilerine bir zarar vermezmiş! Bu tip inanışlar ve hele bu inanışları ilan etmeler, sadece küfür değil, aynı zamanda büyük birer de çelişki örnekleridir.

Çünkü bir tek soru çelişkilerini ortaya dökmeye yeterlidir:

“Peki! Hata eden kimdir ve neye göre hata işlemiştir?”

Onlar daha da ileri gidip, şöyle demektedirler:

“Cenab-ı-Hak, mahlukta olan bütün noksan sıfatlarla, sıfatlanandır.”

Yine onlar diyorlar ki:

“Mahluk, yaratanda var olan bütün yüce sıfatlarla sıfatlanandır.”

Yine onlar, “Fusus” sahibinin söylediklerini kabul ederek demektedirler ki:

“Zatı için Yüce olan, vücudi sıfatların ve ademi (yokluk, hiçlik) nispetlerin hepsini kapsayan bir yüceliğin, bir kemalin sahibi olandır. Bu vücudi sıfatlar ve ademi nispetler, örf, akıl ve şeriat bakımından işler kötülenmiş olsun, isterse makbul sayılmış olsun, hiç farketmez… Çünkü, Allah kendi müsemması içindedir.”

Onlar bu küfür sözlerini sarfederken, bir türlü de kendilerini çelişkiden kurtaramamaktadırlar. Çünkü, hislerle de, akılla da, herkesçe bilinen bir gerçek vardır ve bu gerçek de, O'nun, o olmadığıdır.

Onlar Tilmisani'nin sözlerini kabul ederek şöyle diyorlar:

“Bize keşif hali içindeyken, aklın kabul edemeyeceği bir takım hakikatler açıklanmıştır. Onun için, hakikata ulaşmak isteyen aklı ve şeriatı bıraksın!”

Bu iddiayı yapanlardan birine şunları söylemiştim:

“Herkesçe bilinen bir hakikattir ki, Resul ve nebilerin keşfi, başkalarından daha yüce ve kusursuzdur. Onun için de, Resul ve nebilerin haberini verdiği hakikatler, başkalarınınkine göre en doğru olanıdır.

Resul ve nebiler, insanların kendi akıllarıyla bulamadıkları ve bulamayacakları hakikatleri o hakikatların tek sahibi Allah'dan alarak insanlara getirirler. Bu hakikatler öyle vasıfdadır ki; içinde, insan aklının “Bu da olamaz” diyebileceği hiçbir şey yoktur.

Demek ki Resul ve nebiler, aklın imkansız diyeceği şeyleri değil tersine, olur diyebileceği gerçekleri getirmektedir Resul ve nebilerin, haberini verdikleri gerçeklerin akli açıklığın ve sabitliğin gerçekleriyle çelişmesi hiç mümkün değildir. Çünkü, iki delil de kesindir ve kesin olan iki delil birbiriyle çelişkiye düşmez.

Deliller ister akli olsun, isterse de nakli, eşittir. Böyle olduğu halde, nasıl olur da, kalkıp bu işi, dinin ve aklın açık gerçekleriyle çalışan keşifler yaptığı iddiasında bulunabilir?

Böyle bir iddianın sahibi olan kişiler, sanmıyorum ki, bilerek yalan söylemiş olsunlar. Ancak, bunların zihinlerinde bir takım hayaller beliriyor, onlar da bu hayalleri hariçde, vücudu olan bir şey sanıyorlar. Yani, kendi hayallerine vücud izafe ediyorlar. Sonra, hariçte, bir takım haller görüyorlar ve bu gördüklerini, Allah'ın iyi kullarına nasib ettiği kerametlerden sayıyorlar. Halbuki ise, bütün bu keramet diye gördükleri şeyler, şeytanın aldatıcı oyunlarından başka bir şey değildir.”

Bu adamlar, velayeti Resul ve Nebilikten daha üstün görür ve risaletin hiç ara vermeksizin devam ettiğini ileri sürerler. Bu itikad ve iddia, evvela İbni Sebi olmak üzere birçok kendine veli diyen kişiler tarafından söylenmiştir.

Onlar ayrıca, insanlar için üç şahitlik mertebesi kabul ederek derler.

“Bir kul şuhud mertebelerinin ilkinde seyrederken, alemde bir takım itaat ve isyanlar, iyilik veya kötülükler görür.

Fakat ikinci daha ileri mertebeye yükselince, isyan ortadan kalkar ve sadece itaat ve iyilik görünür gözüne.

Daha ileri olan üçüncü mertebeye çıktığı zaman ise, ne itaat kalır, ne de isyan... Çünkü, bu mertebe her şeyin bir olduğu mertebedir.”

Onların ileri sürdükleri şuhud mertebelerinden birincisi, yani taat ve masiyeti farketme makamı sahih ve şeriata uygun bir görüştür. Taat ve masiyetin farkedilmesi doğru olanıdır. İkinci mertebede, onlar kaderi kabul etmeyi, ona şahitlik etmeyi anlıyorlar.

Nitekim bir kısmı şöyle söylemektedir:

“Kendisine isyan edilebilen bir Tanrı tanımıyorum!”

Allah'a karşı isyan edebilmenin imkanı olmadığını söyleyen bu sapık kişiler şunu da söylemektedirler:

“Günah ve isyanlar, meşiet-i-ilahiyyeden başka bir şey olmayan Hak'ın iradesine karşı gelmektir.”

Halbuki ise, insanların hepsi de Hak'ın hükmü altındadır ister istemez.

Onların bir şairi şunları söylemiştir:

“Şunu, şunu yap demişsin, bana,

Bunun için gücendim sana

Çünkü benim her işim,

Sana itaattir baştan sona.”

Onların bu şekildeki sözleri, Allah'ın Resulü ve nebilerle bildirdiği emirlere ve gönderdiği kitablar vasıtasıyla haberini verdiği hakikatlara aykırıdır. Çünkü, sahibini kötüleme ve azarlamaya müstahak hale getiren isyan, onların zannettiği gibi, iradeye karşı gelmek değil, Allah'ın ve Resulünün emirlerine karşı gelmektir.

Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır mealen:

“İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse Allah, onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar ve orada ebedi olarak kalırlar. İşte gerçek kurtuluş budur. Kim de, Allah'a ve O'nun Resulüne karşı gelir, O'nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah, onu içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.” (Nisa: 13-14)

Biz, varlık alemi (Kevni)nde mevcud olan iradeyle, dini iradenin, kevni emirle, dini emrin farkını az sonra açıklayacağız. Bu mesele hakkında bir kısım sufiler şüpheye düştükleri için, Cüneyd, (Allah ondan razı olsun) onlara bu meseleyi açıklamıştı. Bu konuda Cüneyd'in yolunu benimseyenler doğru yolu bulmuş oldular. Ona itibar etmeyenler ise, sapıtmış oldular.

Çünkü onlar:

“Her şey Allah'ın iradesi ve istemesiyledir ve bu, tevhid inancının esasıdır.” diyerek zorluklara girdiler.

Kendi nefislerinin isteği ile bir özenti haletine düştüler. Onlar böyle bir tevhid anlayışını “Cem-i-evvel” diye ifade ettiler.

Cüneyd, onlara, aradaki farkı ortaya koyan ikinci görüşün gerekli olduğunu açıklamıştır. Onun ortaya koyduğu ikinci görüş de şudur:

“Her şey Allah'ın irade ve kudreti içinde olmakla birlikte, Allah'ın sevdiği, razı olduğu şeyler ile, yasakladığı, kötü olduğunu söyleyip gazaplandığı şeyleri birbirinden ayırmak lazımdır. Bunları birbirinden farklı bilmek vacibdir. Böyle olunca, Allah'ın dostları ile düşmanlarını da birbirinden ayırmak gerekir.”

Bu konuda Yüce Allah, mealen şöyle buyurmaktadır:

“Biz kendilerini Allah'a adamış Müslümanları mücrim suçlularla bir mi tutacağız? Ne biçim hükümler veriyorsunuz siz?” (Kalem: 35-36)

“Yoksa iman edip de bizim yap dediğimiz işleri işleyenleri, yeryüzünde isyan ederek fesat çıkaranla bir mi tutacağımızı sandınız? Demek biz, Allah'a karşı gelmekten kaçınanlarla, isyan edip günah işleyenleri bir tutacağız öyle mi?” (Sa'd: 28)

“Yoksa biz, kötülük yapan kimseleri, hayatlarında ve ölümden sonra, iman edip imanlarının gereği yararlı iş yapanlarla bir mi tutacağız sandınız? Ne kadar yanlış hükümlere varıyorsunuz ve kendinizi aldatıyorsunuz!” (Casiye: 21)

“Körle gören, iman edip imanının gereği yararlı iş işleyenle, isyan edip kötülük işleyen asla bir olmaz, olamaz. Ne kadar da dar düşüncelisiniz siz!” (Mü'min: 58)

Kur'anda buna benzer açık ayetler çok olduğundan, bu ümmetin ilkleri ve onların yolunda giden İslam büyüklerince tutulan yol ve kabul edilen inanç şudur:

Allah, bütün mevcudatın yaratıcısı, Rabbi ve Malikidir! Ne dilerse, neyi nasıl isterse o öyle olur. O, dilemedikçe, istemedikçe hiçbir şey olmaz. O'ndan başka ibadete layık ilah, hükümedici yoktur.

İşte böyle olmakla beraber, yine de O, itaat ve ibadeti emretti. İsyanı, itaatsizliği ise haram kıldı. O, bozgunculuğu ve fesadı sevmez, küfre ve kötülüğe razı olmaz. Her ne kadar, O'nun iradesi ve kudreti ile oluyorsa da, fuhuşu, bütün aşırılıkları kötülemiştir. Hiçbir kötü hareketten memnun olmaz, tersine kötü davrananlara buğz edip kızar. Böyle şeyleri yapanları kınayarak azabına muhattab edeceğini söyler.

Üçüncü şuhud mertebesine gelince:

Bu mertebe, “Şu itaattir, şu isyandır” yahut “Şu iyidir, şu kötüdür” diyerek bir ayırım yapmamaktır. Zira, bu mertebede olan kişi, mevcudu bir vücud olarak görür. Onlara göre, bu vücud birliği görüşü, müşahedesi, Allah'a ulaşan yolun, Allah dostluğunun en yüce mertebesidir.

Gerçekte ise böyle bir görüş ve itikad, Allah'ı tanımada, onun fiillerini idrak etmede, ayetlerine muhatap olmada, sapıklığın en son mertebesidir. Allah düşmanlığının en ileri gitmiş bir halidir. Çünkü böyle bir görüşün sahibi ister istemez, Allah düşmanı olan Yahudi ve Hıristiyanları kendisine dost edinir. Her türlü küfür ehli bunların yakınları haline gelir.

Allah'u Teala ise şöyle buyurmaktadır mealen:

“Ey müminler, sakın yahudiler ile hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar biribirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o artık onlardandır.” (Maide: 51)

“Vücud Birliği” itikadına sahip bir kimse, şirkten ve putlara tapınmaktan kendisini alakoyamaz. Ben bunlardan uzağım demez, diyemez. Böylesine, Allah'ın kendisine dost edindiği İbrahim Aleyhisselamın tevhid dininden çıkmış olur.

Yüce Allah Kur'anda buyurmaktadır:

“İbrahim'de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var; onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizden ve sizin Allah'dan gayrı taptıklarınızdan uzağız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir tek olan Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret varolacaktır.” Yalnız İbrahim'in, babasına; “Senin için Allah'dan mağfiret dileyeceğim. Fakat sana Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyi önlemeye gücüm yetmez.” demesi hariç. Bu söz sizin için bir örnek değildir. Çünkü bir kafir için mağfiret dilenmez.” (Mümtehine: 4)

Yine Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim'in puta tapanlara söylediği şu sözleri nakletmektedir:

“Sizden evvelki atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyormusunuz? İşte bu taptığınız putlar benim düşmanımdır. Benim dostum ancak bu alemlerin Rabbi olan Allah'dır.” (Şuara: 75-76)

Başka bir ayeti celilede Yüce Allah mealen buyuruyor ki:

“Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerin, babaları veya oğulları veya kardeşleri, yahut da akrabaları olsa bile, Allah'a ve Resulüne karşı geliyorlarsa, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte, Allah iman denen nimeti bunların kalblerine yerleştirmiş, tarafından bir ruh göndererek onları desteklemiş, teyid etmiştir.” (Mücadele: 22)

Vücudun birliğinden bahseden ve şuhudun üçüncü mertebesine erdiğini sanan bir kimse için, itaat ve masiyet diye bir şey olmadığını söyleyen ve buna, ulaşılacak, ulaşılabilecek hakikatin en son noktası olarak bakan bu sapıkların bir kısmı, kendi itikadlarını anlamak için bir takım kitaplar tertip ve telif ettiler. İbni Fariz'in “Nazmi's-Süluk” adlı kasidesi bunlardan biridir. Fariz bu kasidesinde diyor ki:

“Hiçbir zaman, bana, benden başkası namaz kılmamıştır.

Benim namazım da kendimden gayriye olmamıştır.

Devamlı olarak ben ona, o bana ibadet etmekte,

Zatım ile, bana namaz kılan arasında bir fark yoktur elbette.

Ben, benden bana gönderilmiş bir Resul oldum,

Zatımı, ayetlerimle kendime delalet eder buldum.

Dua edersem eğer, icabet eden ben olurum ben,

Çağrılırsam eğer, icabet eder, çağırıp dua eden.

Fariz'in sözleri bunlara benzer biçimde sürüp gitmektedir. Bu adam ölümün kendisine yakınlaştığını gördüğünde de şunları söylemiştir:

“Benim yolum sizce olmuşsa da sevimli,

Umduğuma kavuşamadım, yitirdim bütün günlerimi.

Nefsim, zaferinden emindi bir zamanlar,

Bugün, vakit geçmişken anlıyorum ki, boş ve batıl şeylermiş onlar...”

İbni Fariz, önceleri kendisini Tanrı sanıyordu. Fakat Allah'ın melekleri, canını almak üzere hazır olduğu son anda, zannının batıl olduğu apaçık gözlerinin önüne serilmiş ve asla kendisini kurtaramayacak olan yukardaki sözlerini sarfettirmiştir ona bu görüş.

Yüce Allah, eksiksiz kitabında buyuruyor ki:

“Yerde ve gökte ne varsa, hepsi de Allah'ı tesbih eder; O, aziz ve rahimdir.” (Hadid: 1)

Evet, yerde ve gökte ne varsa, herşey Allah'ı tesbih eder ve hiçbiri de (Haşa) Allah değildir.

Şanı yüce Allah buyuruyor:

“Göklerin ve yerin mülk ve hakimiyeti O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye kadirdir. Evvel de O'dur, Ahir de... Zahir de O'dur, batın da... Varlığı aşikar olup, gerçek mahiyeti insan için bilinmezdir Ama, O, herşeyi hakkıyla hiç eksiksiz bilir.” (Hadid: 2-3)

Müslim'in sahihindeki bir hadisi şerifde şöyle buyrulmaktadır:

“Allah'ın Resulü dua ederlerken şöyle buyururlardı:

“Ey arşın ve yedi kat gökyüzünün Rabbi olan şanı yüce Allah'ım! Ey bizim ve bütün yaratıkların Rabbi! Ey küçücük taneleri yaran; Tevrat, İncil ve Kur'anı inzal buyuran! Yaptıkları ve yapacakları senin elinde bulunan her canlının şerrinden sana sığınırım! Sen evvelsin, senden evvel hiçbir şey yoktur. Sen ahirsin, senden sonra hiçbir şey varlığını sürdürecek değildir. Sen zahirsin, senden daha açık bir varlık yok. Sen batınsın ve senden daha yakin kimse yok. Rabbim! Borcumu öde ve beni zengin yap!”

Yüce Allah, yukarda en son olarak zikrettiğimiz ayeti kerimeden sonra şunları buyuruyor:

“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istiva eden O'dur. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir O. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı görür.” (Hadid: 4)

İşte, yüce Allah, bu ve buna benzer daha birçok ayette, göklerle yerin arasında ne varsa, hepsinin sonradan yaratılmış olan bir mahluk olduğunu ve hepsinin de yüce yaratıcısını tesbih ettiğini beyan buyuruyor. Aynı zamanda da, yüce Allah'ın her şeyi en ince noktalarına kadar bildiğini ilan ediyor.

Ayeti celiledeki “O, sizinle beraberdir” deyiminin anlamı; Arap dilinde, “Mea=beraber” lafzı, iki şeyden birinin diğeriyle birleşip karışmış olması anlamı taşımaz.

Mesela Kur'an-ı Kerim'deki şu ayette olduğu gibidir:

“Ey iman edenler! Allah 'dan korkun ve doğrularla beraber olun!” (Tevbe: 119)

Şunda olduğu gibi:

“Muhammed Allah'ın Resulüdür ve onunla birlikte olanlar kafirlere karşı şiddetlidir.” (Feth: 29)

Mesela şurada olduğu gibi:

“Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizli konuşsa, mutlaka dördüncüleri O'dur. Beş kişi gizli konuşsa, mutlaka altıncıları O'dur. Bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar, mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü, onlara yaptıklarım haber verir. Çünkü, Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Mücadele: 7)

Bu ayetteki, beraberlik, geneldir. Bu ayet, ilimle başlayıp yine ilimle sona ermektedir. Bunun için İbni Abbas. Dahhak Sufyan'ı-Sevri ve Ahmed bin Hanbel “Yüce Allah, ilmiyle beraberdir” buyurmuşlardır.

Aşağıda zikredeceğimiz ayetlerde geçmekte olan beraberlik ise, mahiyeti özellik ifade eden bir beraberliktir:

“Muhakkak ki Allah, takva (Allah'tan korkup, yasaklarından çekinme hali) sahibi olan ve iyilik yapanlarla beraberdir.” (Nahl: 128)

“Şüphesiz ki ey Musa! Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm” (Taha: 46)

“... O zaman O, arkadaşına: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” diyordu!” (Tevbe: 40)

Allah'ın Resulü mağarada Hz. Ebu Bekir'e şöyle söylemişti:

Demek ki, Allah, Musa ve Huran ile beraberdir, ama Firavun ile beraber değildir.

Muhammed ve arkadaşı ile beraberdir ama, Ebu Cehil ve öbür düşmanları ile beraber değildir.

Korkan ve sakınanlarla beraberdir, bundan ötürü de iyilik yapanlarla beraberdir ama, haddi aşan zalimlerle beraber değildir.

Eğer bu beraberlikten kastolunan mana, yüce Allah'ın zatı ile ilgili olsaydı, zikredilen ayetlerdeki özel olan haberlerle, genel olan haberler birbiriyle çelişirdi.

Gerçek manası, buradaki beraberliklerin; O'nun yardımının, dostlarına olduğu, düşmanlarına ise olmadığıdır.

“Gökte de, yerde de ilah O'dur” (Zuhruf: 84) buyrulmaktadır ayeti kerimede. Bu ayetin manası, elbette ki, göklerdeki ve yerdeki her şeyin ilahının O olduğudur.

Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmaktadır mealen:

“Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur. O, azizdir, hakimdir!” (Rum: 28)

“Göklerde de yerde de Allah O'dur” (Enam: 3) ayeti celilesi de böyledir.

İmam Ahmed ve diğer ilim sahibi büyük imamlar bu ayetin tefsirinde;

“Göklerde de yerde de mabut ancak Odur” demişlerdir.

Bu ümmetin evveli ve aklı başında imamları, Yüce Allah'ın, yarattığı mahlukatından ayrı ve kendine has olduğunda; bir tahrif ve ta'dil olmaksızın, keyfiyet ve kemiyet cihetine gidilmeksizin, yüce Allah'ın kendini vasıflandırdığı ve Resulünün sıfatlandırdığı sıfatlarla vasfedileceğinde ve noksan ve eksik sıfatlarda vasfetmenin doğru olmadığında, icma ve ittifak etmiştir.

Biz kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki; “O'nun misli ve benzeri yoktur” (Şura: 11) ve O'nun kemal sıfatlarından herhangi biri hakkındaki kelamının da bir benzeri yoktur. İşte O'nun kemal sıfatlarını belirten eşsiz ve benzersiz kelamından bir bölüm:

“Ey Muhammedi De ki: “O Allah, bir tektir. Allah herşeyden müstağni (ihtiyacı bulunmayan) ve her şey O'na muhtaçtır. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir eşi ve benzeri, dengi yoktur.” (İhlas: 1-4)

İbni Abbas, yukardaki ayetlerde geçmekte olan “Es-Samed” sıfatını açıklarken, şöyle demiştir:

“Es-Samed: İlminde, sonsuz olan, alim sıfatının azametinde eşsiz olan, kudretinin üstünlüğünde dengi bulunmayan, hikmetinin genişliğinde nihayet bulunmayan, hasılı, büyüklüğünde hiçbir sonu olmayan ululuk, demektir.”

İbni Mesud ve daha başkaları da şöyle söylemişlerdir:

“Es-Samed: Boşluğu ve noksanı bulunmayan; Ehad ise, benzeri bulunmayan” demektir.

Bu duruma göre, yüce Allah'ın, “Es-Samed” sıfatı, kemal sıfatlar ile muttassıf olduğunu ve her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh bulunduğunu ifade etmektedir. “Ehad” sıfatı ise, misli ve benzerinin olmadığını bildirmektedir.

Biz bu surenin tefsirinde; surenin, Kur'anın üçte birine eşit olduğunu geniş bir biçimde açıklamıştır.




şeyhul islam ibni teymiye
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
Neden teşekkür ettim biliyormusun ? O kadar emek sarfettiğin için. Zamanının büyük bir bölümünü bu konu için araştırmalara girip en sonunda bir alimin reddiyesine başvurup, okuyup, inceleyip, iddialarına (haklı olarak başka bir açıdan) destek verdiğini anlayıp burada bütün insanların tasarrufuna sunduğun için teşekkür ettim.

Reddiyelerin içinde geçen iddiaların hemen hepsine katılmam zaten mümkün bile değil. Ama doğru olan yerleri de olması nedeni ile red de edemediğim bir yazıdır. Daha önce okuduğum bir reddiye olduğu için oradan biliyorum. Ama daha önce okuduğum bir yazı olması nedeni ile okumamazlık da yapamazdım. Yeniden okumuş ve düşüncelerimi tazelemiş oldum.

Reddiye yazarı İbn Teymiyye benim çok fazla itibar ettiğim bir alim değildir. Bu konuyu en son tartıştığım insanı çok fena kırdım, sonrasında ruhumda çok ciddi sıkıntılar yaşadım. O neden ile bu alim hakkında konuşmak yada yazmak istemem. Alimdir, o kadar. Ötesine geçmek istemem.

Reddiyesinin bir çok yerine katılırım, katılmadığım noktaları ise vahdeti vucud meselesinin tasavvuf ehlince nasıl anlaşıldığı konusunu, kendi ilmi çerçevesinde hiç yaşamadan, yada hiç bilgilenmeden yazdığına inanıyorum. Daha önce verdiğin İmam-ı Rabbani (k.s.)'nin mektubatındaki örnekte bulunan düşünce yapısı, bütün tasavvuf ehlince paylaşılan duyguları ve düşünceleri açıklamaya yetiyor. Ehli sünnet inancına uygun olanları alırız, diğerlerine itibar etmeyyiz.
Yazar, zaten hayatı boyunca tasavvuf ve ehline, münkir bir hayat tarzı yaşamıştır. Eleştirisi hep bu çerçevede kalmıştır ve yoğunlaşmıştır. Öğrencisi İbn Kayyım El Cevziyye de aynı yoldan gitmiştir. Bunları takip eden Abdullah İbn Vehhab da günümüzde sapık bir fırka olan Vahhabiliği ortaya atmıştır. Bunu neden yazıyorum; sonuç olarak İbn Teymiyye bir alimdir, ilim sahibidir fakat bazı ictihadlarında yanılgılara düşmüştür. Bu kaynaktan beslenen ibn Kayyım da aynı hataları devam ettirmiş ve ortaya bu sefer haddini ve kendini bilmez bir abdülvehab çıkmıştır. Teymiyye yaşasaydı, en önce onun gırtlağını keserdi oysa. İşte bu örnekte olduğu gibi. Vahdet'i Vucud her insanın anlayacağı, anlamadan anlatacağı bir konu değildir. Hatta anlasa dahi anlatılması sır olan bir konudur. Hani geçenlerde bir örnek vermiştik ya; oğuz ile beraber kızmış köpürmüştünüz "Sana ruhtan sorarlar, De ki; O Rabbimin emrinden ibarettir" ayetinde ruhun keyfiyetini ve mahiyetini hadi açıklayın bakalım demiştik. Oysa; biliyoruz ki, bilenlerin dahi açıklamasına Rabbül Alemin ruhsat vermemiştir.

Alemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa (s.a.v.) dahi buna dahildir. Biz özellikle yazıyoruz ki, anlayın! Bazı şeylere ruhsat yoktur. Neden ? Çünkü kişiye yaşamadığı hali anlatması HARAMDIR! gerçeğini anlatmak istiyoruz. İbn Arabi tasavvuf alimlerince sadrı dar biridir. Ve yolun başında sırrı sadikiyn dusturuna riayet edememiştir. Bununla beraber söyledikleri de kendini bağlar. Şuna benzer ki; sizin bir çocuğunuz olsa isteyerek yada istemeyerek onun ile ilgili bir mahrem konuyu hiç orta yerde açarmısınız ? (Haşa!) Bu gibi konuların lafını bırakın, düşüncesi bile her yönden sakattır. Velevki olduğunu kabul edelim bir an için, bunun zararı sizedir. Sizi dinleyen muhatabınız bu konuda zarar görmez. Siz görürsünüz. İşte bunun gibi, bu konuda zararı da İbn Arabi görmüştür. Canından olmuştur.

Sonuç olarak, kişi sadrını genişletmeden, ilmini arttırmadan bu gibi konulara girmemeli. Çok tehlikeli bir yol olan tasavvuf, bu sebep ile kamil-i mükemmil bir mürşid olmadan adım dahi atılamayacak bir caddedir. Bu gibi konularda senin orada belirttiğin gibi; kendini asrın müceddid ilan edip, beklenen mesih olduğunu dahi iddia edenlerin buluşacağı bir ara sokak olur çıkar bu geniş cadde.

Bu sebep ile; tasavvuf şeriat olmadan yaşanmaz! En başta ne dedik, tasavvufsuz şeriat olur, ama şeriatsız bir tasavvuf; asla!

Şeriat da ilim ile olur. İlim olmazsa, şeriat da olmaz, olamaz, eksik kalır. Eksik olan şeriat değildir, kişinin yaşantısında duyacağı eksikliktir. Dünya ahiretin tarlasıdır, burada ne ekersek orada hasadı elde edeceğiz. Biliyorsunuz ki, İstanbul boğazı çok geniş bir boğazdır, fakat; dünyanın en tecrübeli kaptanları bile, ne kadar tecrübeli olursa olsun yanına klavuz kaptan almadan geçmeye dahi teşebbüs etmez.

Umarım şimdi anlamışsınızdır.
 

must

New member
Katılım
5 Ocak 2008
Mesajlar
5
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Selamun aleyküm
Acizane avam tabakası olarak katılıyorum.
Tasavvufta tarikat ehlinin seyr-i sulük anında yaşadıkları hadiseler vardır. Bu zatlarda seyr-i suluk anını yaşayan kişilerdir.
muhyiddin-i arabi hz. , beyazidi bistami hz. ve bunların arasında hallacı mansur Hz. leri de diğerlerine benzer sözler kullanmışdır.bu kelimelerin ağızlarından çıkmasının sebebi yaşadıkları istiğrak anıdır; yani gördükleri hadiselerden dolayı kendilerinden geçmişlerdir.buna meczublukda denilebilir.kesinlikle yanlış anlaşılmasın meczubluk gördüğünü izah edememe anlatamamadır.bugünün insanlarının kullandığı deli manasında değildir. Muhyiddin arabi Hz. diyorki ''benim makamıma , velayetime gelemeyenler yazdığım kitabları okumasın'' demiştir. Muhyiddin arabi Hz. demişki her şey allah dır. ama onun için gerçekten öğledir.o söylediklerinden mesul değildir çünki kavrayamadığı hadiseyi aktarmıştır. doğrusu ise Said-i nursi Hz. herşey allah tandır; fakat o değildir demiştir. onun da bu söylediklerinden mesul olmadığını söylemiştir.

Daha ayrıntılı yazmak isterdim.bu forum da yazdığım ilk mesajdır. Dayanamayıp o andaki düşüncelerimle yazdım. Hakkınızı helal edin.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
Neden teşekkür ettim biliyormusun ? O kadar emek sarfettiğin için. Zamanının büyük bir bölümünü bu konu için araştırmalara girip en sonunda bir alimin reddiyesine başvurup, okuyup, inceleyip, iddialarına (haklı olarak başka bir açıdan) destek verdiğini anlayıp burada bütün insanların tasarrufuna sunduğun için teşekkür ettim.

Reddiyelerin içinde geçen iddiaların hemen hepsine katılmam zaten mümkün bile değil. Ama doğru olan yerleri de olması nedeni ile red de edemediğim bir yazıdır. Daha önce okuduğum bir reddiye olduğu için oradan biliyorum. Ama daha önce okuduğum bir yazı olması nedeni ile okumamazlık da yapamazdım. Yeniden okumuş ve düşüncelerimi tazelemiş oldum.

Reddiye yazarı İbn Teymiyye benim çok fazla itibar ettiğim bir alim değildir. Bu konuyu en son tartıştığım insanı çok fena kırdım, sonrasında ruhumda çok ciddi sıkıntılar yaşadım. O neden ile bu alim hakkında konuşmak yada yazmak istemem. Alimdir, o kadar. Ötesine geçmek istemem.

Reddiyesinin bir çok yerine katılırım, katılmadığım noktaları ise vahdeti vucud meselesinin tasavvuf ehlince nasıl anlaşıldığı konusunu, kendi ilmi çerçevesinde hiç yaşamadan, yada hiç bilgilenmeden yazdığına inanıyorum. Daha önce verdiğin İmam-ı Rabbani (k.s.)'nin mektubatındaki örnekte bulunan düşünce yapısı, bütün tasavvuf ehlince paylaşılan duyguları ve düşünceleri açıklamaya yetiyor. Ehli sünnet inancına uygun olanları alırız, diğerlerine itibar etmeyyiz.
Yazar, zaten hayatı boyunca tasavvuf ve ehline, münkir bir hayat tarzı yaşamıştır. Eleştirisi hep bu çerçevede kalmıştır ve yoğunlaşmıştır. Öğrencisi İbn Kayyım El Cevziyye de aynı yoldan gitmiştir. Bunları takip eden Abdullah İbn Vehhab da günümüzde sapık bir fırka olan Vahhabiliği ortaya atmıştır. Bunu neden yazıyorum; sonuç olarak İbn Teymiyye bir alimdir, ilim sahibidir fakat bazı ictihadlarında yanılgılara düşmüştür. Bu kaynaktan beslenen ibn Kayyım da aynı hataları devam ettirmiş ve ortaya bu sefer haddini ve kendini bilmez bir abdülvehab çıkmıştır. Teymiyye yaşasaydı, en önce onun gırtlağını keserdi oysa. İşte bu örnekte olduğu gibi. Vahdet'i Vucud her insanın anlayacağı, anlamadan anlatacağı bir konu değildir. Hatta anlasa dahi anlatılması sır olan bir konudur. Hani geçenlerde bir örnek vermiştik ya; oğuz ile beraber kızmış köpürmüştünüz "Sana ruhtan sorarlar, De ki; O Rabbimin emrinden ibarettir" ayetinde ruhun keyfiyetini ve mahiyetini hadi açıklayın bakalım demiştik. Oysa; biliyoruz ki, bilenlerin dahi açıklamasına Rabbül Alemin ruhsat vermemiştir.

Alemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa (s.a.v.) dahi buna dahildir. Biz özellikle yazıyoruz ki, anlayın! Bazı şeylere ruhsat yoktur. Neden ? Çünkü kişiye yaşamadığı hali anlatması HARAMDIR! gerçeğini anlatmak istiyoruz. İbn Arabi tasavvuf alimlerince sadrı dar biridir. Ve yolun başında sırrı sadikiyn dusturuna riayet edememiştir. Bununla beraber söyledikleri de kendini bağlar. Şuna benzer ki; sizin bir çocuğunuz olsa isteyerek yada istemeyerek onun ile ilgili bir mahrem konuyu hiç orta yerde açarmısınız ? (Haşa!) Bu gibi konuların lafını bırakın, düşüncesi bile her yönden sakattır. Velevki olduğunu kabul edelim bir an için, bunun zararı sizedir. Sizi dinleyen muhatabınız bu konuda zarar görmez. Siz görürsünüz. İşte bunun gibi, bu konuda zararı da İbn Arabi görmüştür. Canından olmuştur.

Sonuç olarak, kişi sadrını genişletmeden, ilmini arttırmadan bu gibi konulara girmemeli. Çok tehlikeli bir yol olan tasavvuf, bu sebep ile kamil-i mükemmil bir mürşid olmadan adım dahi atılamayacak bir caddedir. Bu gibi konularda senin orada belirttiğin gibi; kendini asrın müceddid ilan edip, beklenen mesih olduğunu dahi iddia edenlerin buluşacağı bir ara sokak olur çıkar bu geniş cadde.

Bu sebep ile; tasavvuf şeriat olmadan yaşanmaz! En başta ne dedik, tasavvufsuz şeriat olur, ama şeriatsız bir tasavvuf; asla!

Şeriat da ilim ile olur. İlim olmazsa, şeriat da olmaz, olamaz, eksik kalır. Eksik olan şeriat değildir, kişinin yaşantısında duyacağı eksikliktir. Dünya ahiretin tarlasıdır, burada ne ekersek orada hasadı elde edeceğiz. Biliyorsunuz ki, İstanbul boğazı çok geniş bir boğazdır, fakat; dünyanın en tecrübeli kaptanları bile, ne kadar tecrübeli olursa olsun yanına klavuz kaptan almadan geçmeye dahi teşebbüs etmez.

Umarım şimdi anlamışsınızdır.


zaten tasavvuf ehlinin bu reddiyeye katılması beklenen bir durum değildir çünkü tasavvuf ehli için varsa yoksa ibni arabı bakın raddiyede arabı bir başka tasavvuf büyüğü olan cüneydi bağdadiyi yalancılıkla suclamakta ibni teymiye ise cuneyd bagdadiyi savunmakta bu durum bile sizi tatmim etmemektedir

ben eminimki ibni teymiye ibni arabi hakkında hüsnü zanda bulunsaydı onu ibni arabıden fazla sevecektiniz


bu abdulvehhab dediğiniz kişide iftira attığınız kişinin babasıdır muhammed bin abdulvehhabdır garibim bişeyden haberi yok sapık oldu kafir oldu her turlu iftiraya maruz kaldı onun hakkınıda gözetleyen rabbımız vardır elbette
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
İftira mı ? Muhammed bin Abdullah'a mı yoksa babası AbdulVehhab'a mı ? Arapça bilgin olsa (ibn) oğlu anlamında kullanıldığını sorma gereği dahi duymazdın. Dedim ya, boş yere uğraşıyorum sizin gibiler ile. Anlama kapasitenizi okumak için değil, farklı mecralar için kullanıyorsunuz.


garibim bişeyden haberi yok sapık oldu kafir oldu her turlu iftiraya maruz kaldı onun hakkınıda gözetleyen rabbımız vardır elbette
Bir mügmin, kafir bir kişi hakkında dahi son nefesini teslim etmediği sürece "kafir" damgasını vuramaz. Son nefesin, ne şekilde verileceği sadece Allah'u Zülcelal hazretlerinin bilgisi dahilindedir. Kişi, bu bilgiyi bildiği halde halen birine "kafir" diyorsa, hem kendisini "kafir" etmiş olur Allah korusun, hemde Allah'a şirk koşmuş olur ki, külli zarar eder.
Herkesin hakkını gözetleyen Allah'tır (cc). Rab kelimesini yazarken büyük yazın ki, kasd edilenin de Allah (cc) olduğunu anlayalım.

Gereksiz şeylere espri olsun diye (örnek:EuzubillahimineR...) gösterdiğiniz ihtimamı Allah'ın (cc) ismi şerifine de gösterirseniz hoş olur.

Neyse, seninle muhabbet fazla nefsi oluyor.

"Selametle"
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
Selamun aleyküm
Acizane avam tabakası olarak katılıyorum.
Tasavvufta tarikat ehlinin seyr-i sulük anında yaşadıkları hadiseler vardır. Bu zatlarda seyr-i suluk anını yaşayan kişilerdir.
muhyiddin-i arabi hz. , beyazidi bistami hz. ve bunların arasında hallacı mansur Hz. leri de diğerlerine benzer sözler kullanmışdır.bu kelimelerin ağızlarından çıkmasının sebebi yaşadıkları istiğrak anıdır; yani gördükleri hadiselerden dolayı kendilerinden geçmişlerdir.buna meczublukda denilebilir.kesinlikle yanlış anlaşılmasın meczubluk gördüğünü izah edememe anlatamamadır.bugünün insanlarının kullandığı deli manasında değildir. Muhyiddin arabi Hz. diyorki ''benim makamıma , velayetime gelemeyenler yazdığım kitabları okumasın'' demiştir. Muhyiddin arabi Hz. demişki her şey allah dır. ama onun için gerçekten öğledir.o söylediklerinden mesul değildir çünki kavrayamadığı hadiseyi aktarmıştır. doğrusu ise Said-i nursi Hz. herşey allah tandır; fakat o değildir demiştir. onun da bu söylediklerinden mesul olmadığını söylemiştir.

Daha ayrıntılı yazmak isterdim.bu forum da yazdığım ilk mesajdır. Dayanamayıp o andaki düşüncelerimle yazdım. Hakkınızı helal edin.
Aleyküm selam must kardeşim. Maaşallah bu kadar kısa cümleler ile ancak bu kadar net anlatılırdı. Allah (cc) razı olsun. Ama gel gör ki bu arkadaşlar şimdi senden istiğrak halinin manasını,Kur'an da var olup olmadığını, ayet ayet örnek olarak vermeni de isterlerse hiç şaşırma.

Çok güzel açıklamışssın gerçekten kendi adıma teşekkür ederim.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
İftira mı ? Muhammed bin Abdullah'a mı yoksa babası AbdulVehhab'a mı ? Arapça bilgin olsa (ibn) oğlu anlamında kullanıldığını sorma gereği dahi duymazdın. Dedim ya, boş yere uğraşıyorum sizin gibiler ile. Anlama kapasitenizi okumak için değil, farklı mecralar için kullanıyorsunuz.



Bir mügmin, kafir bir kişi hakkında dahi son nefesini teslim etmediği sürece "kafir" damgasını vuramaz. Son nefesin, ne şekilde verileceği sadece Allah'u Zülcelal hazretlerinin bilgisi dahilindedir. Kişi, bu bilgiyi bildiği halde halen birine "kafir" diyorsa, hem kendisini "kafir" etmiş olur Allah korusun, hemde Allah'a şirk koşmuş olur ki, külli zarar eder.
Herkesin hakkını gözetleyen Allah'tır (cc). Rab kelimesini yazarken büyük yazın ki, kasd edilenin de Allah (cc) olduğunu anlayalım.

Gereksiz şeylere espri olsun diye (örnek:EuzubillahimineR...) gösterdiğiniz ihtimamı Allah'ın (cc) ismi şerifine de gösterirseniz hoş olur.

Neyse, seninle muhabbet fazla nefsi oluyor.

"Selametle"


Bu Konu İle İlgili Ne Yapmak İstiyorsunuz ?[COLOR=#b0a00] Forumda Yorum Yaz

[/COLOR]

sayın cok bilmiş radikal islam lafı en son söylenecek adama söyledin hemde soyu arap olan ana dili arapça olan birisine söyledin buyrun okuyun abdulvehhab kimmiş okuyun muhammedin babasımıdır oğlumudur








Es-Seyhu'n-Necdî lakabıyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab'in (d. 1703 Uyeyne - ö.1787 Deriye, Riyad) düşünceleri çevresinde oluşan dinî, siyasî hareket. Harekete Vehhabilik adı karşıtlarınca yakıştırıldı. Hareket içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini Ibn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler. Vehhabilik bir inanç hareketi olarak başlamakla birlikte, kısa zamanda siyasî bir nitelik kazandı. Arap yarımadasında etkinlik kurarak devlet durumuna geldi. Günümüzde, Suudi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır.

Muhammed Ibn Abdülvehhab'in düşünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanışmasıyla (1744) siyasi bir hareket niteliği kazandı. Ibn Abdülvehhab, Deriye'de düşüncelerini Emir Muhammed'in gücü ile yayarken, Emir Muhammed bu düşüncelerle Arabistan'a hakim olma imkânını kazanıyordu. Çünkü Ibn Abdülvehhab, insanların şirk içinde bulunduğunu, bunların mal ve canlarının kendisine inanan kişilere helal olduğunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanın getirdiği ganimet olgusuyla yandaşlarını çoğaltıyor, gücünü artırıyordu. Ibn Abdülvehhab'in ölümünden sonra hareketin siyasî niteliyi daha da ağırlık kazandı. Muhammed bin Suud döneminde başlayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürüldü.19. yüzyılın baslarına gelindiğinde (1811) Vehhabilik adına hareket eden Suud Emirliği Halep’ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
sayın cok bilmiş radikal islam lafı en son söylenecek adama söyledin hemde soyu arap olan ana dili arapça olan birisine söyledin buyrun okuyun abdulvehhab kimmiş okuyun muhammedin babasımıdır oğlumudur
Sen yenisin galiba!.. :rolleyes:

Forumun arşivine girersen konu hakkında (az yada çok) düşüncelerimizi görürsün. Herhalde vahhabilerin yaşantısını görsen, bunların din ve iman ile hiç bir işleri yok, külli kafir hepsi der çıkarsın sanırım.

Bu konu ile ilgili olarak bildiklerimi yazıyorum. Diğer insanların copy-paste ilmine! saygı duymadığım için, sert eleştiri yapıyorum. Okuyanların kendi değer yargıları ile bunlardan bir sonuç çıkarmasını umuyorum. İlla benimki ak seninki kara desem bile, kişi zaten inanacağına inanır. Yani sen haşa Muhyiddin Arabi'yi yahut Beyazıd-i Bestami (k.s.) gibi insanları (haşa ki haşa) tekfir etsen de; etmesen de, biz inanacağımıza inanmışız. Bu saatten sonra kemikleşmiş olan eğilmez. ya kırılır, yada mukavemeti ile kırar.

Soyunuz arap olabilir ama arapçanın ana diliniz olmadığı da su götürmez bir gerçek.

Açıkcası; Muhammed İbn Abdülvehhab'ın kim yada kimlerin veledi olduğu umrumda değil. Ortaya çıkardığı fitneyi eleştiriyorum ben. Vahhabi meşrebindeysen, elbette alınırsın bu sözlerden, ehli sünnet itikadında biri isen, cedel etmene gerek yok.

dedik ya,"selametle"!...
 

must

New member
Katılım
5 Ocak 2008
Mesajlar
5
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
kardeşim radikalislam
  • emin ol eğer ibn Abbas R.a hazretlerindeki ilim bende olsaydı bırak istiğrak halini bu forumda bulunan bütün üyelerin hayatlarının başlangıcından sonuna kadar ne varsa kuran-ı kerimden bulur ve yazardım. :)
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
:(
Sen yenisin galiba!.. :rolleyes:

Forumun arşivine girersen konu hakkında (az yada çok) düşüncelerimizi görürsün. Herhalde vahhabilerin yaşantısını görsen, bunların din ve iman ile hiç bir işleri yok, külli kafir hepsi der çıkarsın sanırım.

Bu konu ile ilgili olarak bildiklerimi yazıyorum. Diğer insanların copy-paste ilmine! saygı duymadığım için, sert eleştiri yapıyorum. Okuyanların kendi değer yargıları ile bunlardan bir sonuç çıkarmasını umuyorum. İlla benimki ak seninki kara desem bile, kişi zaten inanacağına inanır. Yani sen haşa Muhyiddin Arabi'yi yahut Beyazıd-i Bestami (k.s.) gibi insanları (haşa ki haşa) tekfir etsen de; etmesen de, biz inanacağımıza inanmışız. Bu saatten sonra kemikleşmiş olan eğilmez. ya kırılır, yada mukavemeti ile kırar.

Soyunuz arap olabilir ama arapçanın ana diliniz olmadığı da su götürmez bir gerçek.

Açıkcası; Muhammed İbn Abdülvehhab'ın kim yada kimlerin veledi olduğu umrumda değil. Ortaya çıkardığı fitneyi eleştiriyorum ben. Vahhabi meşrebindeysen, elbette alınırsın bu sözlerden, ehli sünnet itikadında biri isen, cedel etmene gerek yok.

dedik ya,"selametle"!...


en sonunda dediğim yere geldinmi demekki abdulvehhabın birşeyden haberi yokmuş onun hakkınıda oana atılan iftiralarıda allah sizlerden sormayacak sanmayın

Soyunuz arap olabilir ama arapçanın ana diliniz olmadığı da su götürmez bir gerçek

:D:D:D;););) yahu anam benimle konuşurken sen yanımdamıydın
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
en sonunda dediğim yere geldinmi demekki abdulvehhabın birşeyden haberi yokmuş onun hakkınıda oana atılan iftiralarıda allah sizlerden sormayacak sanmayın
Dediğin herhangi bir yere gelmediğim gibi, hala ısrar ve inad ile anlamamazlığa vuruyorsunuz. Madem arabsın, ana dilin arapça o halde bilmen gerekir. Arab çocukları babalarının isimleri ile k-ü-n-y-e-l-e-n-i-r ve Muhammmed Bin Abdullahvehhab demek; Abdülvehhabın oğlu Muhammed demektir. Muhammed bin abdulvehhab da Uyeyne'li Şeyhi Necd-i olarak da anılan sapık bir meşreb kurucusudur. En başta babası ve kardeşi bu hareketine karşı gelmiştir. Rasulullah (s.a.v.) efendimize attığı iftiraları, İslam Dini'ne soktuğu fitnelerin hesabını o verecek vermesine de, sizler de onun borazanlığını yapmaktan ne kadar sorumlu olursunuz; o da Rabbimin (cc) bildiği konu.

Bitirme tezi vahhabilik olan bir insana soracağın en berbat bir soru olmuştu. Arşivi tara derken boşuna yazmadık. Bir zahmet edip, copy-paste yapmaktan fırsat bulup baksaydın, o zaman anlardın.

Neyse, sen ilk değil, son da olmayacaksın.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
Dediğin herhangi bir yere gelmediğim gibi, hala ısrar ve inad ile anlamamazlığa vuruyorsunuz. Madem arabsın, ana dilin arapça o halde bilmen gerekir. Arab çocukları babalarının isimleri ile k-ü-n-y-e-l-e-n-i-r ve Muhammmed Bin Abdullahvehhab demek; Abdülvehhabın oğlu Muhammed demektir. Muhammed bin abdulvehhab da Uyeyne'li Şeyhi Necd-i olarak da anılan sapık bir meşreb kurucusudur. En başta babası ve kardeşi bu hareketine karşı gelmiştir. Rasulullah (s.a.v.) efendimize attığı iftiraları, İslam Dini'ne soktuğu fitnelerin hesabını o verecek vermesine de, sizler de onun borazanlığını yapmaktan ne kadar sorumlu olursunuz; o da Rabbimin (cc) bildiği konu.

Bitirme tezi vahhabilik olan bir insana soracağın en berbat bir soru olmuştu. Arşivi tara derken boşuna yazmadık. Bir zahmet edip, copy-paste yapmaktan fırsat bulup baksaydın, o zaman anlardın.

Neyse, sen ilk değil, son da olmayacaksın.



tabi tabi kesin öyledir bulmuşsunuz garip abdulvehhabı saydırın küfürleri

adamın adı muhammed tabı saygısızık edemessınız böyle bir isme değilmi


yönetimden radikal islamdenen sahsın uyarılmasını rica ediyorum insanların inanclarını sapıklık olarak niteliyemez
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
Ateistler de kendilerince bir inanç sahibi! Ama ben onları da "sapık" olarak görüyorum. Diikat edin, sapık diyorum. Haşa kafir demiyorum ki, hiç kimsenin son nefesinin ne olacağını bilmiyorum. Belki o son nefesten az önce kelimeyi tevhidi söyler ve kurtulur, belke de ben son nefeste Allah korusun küfr üzere giderim. Her şeyin sonunu en baştan sadece Allah'u Zülcelal bilir.
 

hksozer

New member
Katılım
18 Ara 2007
Mesajlar
97
Tepkime puanı
41
Puanları
0
Yaş
53
Tasavvuf; bütün özünü ve gücünü şeriat’ten alır. Şeraitsiz bir tasavvuf tasvir dahi e

Tasavvuf; bütün özünü ve gücünü şeriat’ten alır. Şeraitsiz bir tasavvuf tasvir dahi e

Tespitleriniz çok güzel.Tasavvuf çok ince ve hassas bir konu yanlışa düşmemek gerekir.Tasavvuf erlerinin yazdıklarını iyi yorumlayabilmek için konuyu iyi özümsemek doğru olur.
 
Üst Alt