Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Eba Yezid El Bestami

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Eba Yezid el-Bestami Nakşibendi yazarlarına göre tarikat şeyhleri silsilesindendir. Yazarlar kendine has yazılar yazarlar ve kendisinden son derece övgüyle bahsederler.

Söz ve kerametlerinden bazıları:

"Kendimi tenzih ederim benim şanımdan yücesi var mı?"[1]

Bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaate dönüp "Ben Allah'ım, benden başka ilah yoktur. Bana ibadet ediniz" deyince, cemaat "zavallı deli" deyip onu terkedip gitmiştir.[2]

Eba Yezid'in kapısını çalan bir adama, Eba Yezid

"Kimi istiyorsun?" diye sorar. Adam

"Eba Yezid'i istiyorum" deyince, Eba Yezid

"Burada Allah'tan başkası yoktur" diye cevap vermiştir.[3]

Eba Yezid şöyle diyor: "Allah'ın bana olan nimetlerinden biri de insanlara acıdığım için cehennemde onların yerine yanmaya razı olmamdır."[4] Bu sözler hıristiyanların Hz. İsa için "O insanları günahlarından kurtarmak için çarmıha gerilmeye razı olmuştur" sözüne ne kadar benziyor.

Hıristiyan Pulos şöyle diyor: "Çarmıha gerilen "Yesu" ölmüş ve bizim günahlarımızı temizlemek ve bizi kurtarmak için cehenneme girmiştir. Bu fedakârlığı da bizim için yapmaktadır."

Filibs şöyle diyor: "Azap çekeceğimiz için üzülen "Yesu" (Hz. İsa) bizi kurtarmak için cehenneme inmiştir." Namaz isimli kitabında Rahip Cevad bin Sebeta şöyle diyor: "Bizim için öldüğüne inandığımız Mesih gömülmüştür. Aynı şekilde cehenneme bizim için girdiğine de inanmalıyız." Bu sözlerle Bestami'nin sözleri arasında büyük benzerlikler vardır. Ve bu sözleriyle sanki ruhbanların "kurtarıcı" teorisini İslâm dinine taşımaya çalışıyor.

Eba Yezid zühdün zirvesine ulaşmış ve Allah katında zahidlerden sayılmıştır. Eba Yezid diyor ki: "Hak Teâlâ beni karşısına aldı ve bana mal, mülk ve krallık teklif etti. Ben istemiyorum deyince bana, o halde ne istiyorsun? dedi. Ben de "İstemeyi istemiyorum" dedim.[5]

Kibir ve gururundan dolayı şöyle diyor: "Abidlerin yoluna girdim baktım ki onların arasında olmak benim yüce makamıma yakışmıyor. Mücahidlerin yoluna girdim, baktım ki onların arasında olmak yüce makamıma uygun değil. Daha sonra oruç tutup, namaz kılanların arasına girdim ve gördüm ki onların arasında kalmak ta bana yakışmıyor. Bunları gördükten sonra Allah'a

"Sana nasıl gelinir?" diye sordum.

"Allah'a bana nefsini bırakta gel" dedi.[6] Bestami'nin dediklerine bakılırsa kendisini namaz, oruç, cihad ve diğer ibadetlerden tenzih etmesi gerekiyor. Çünkü o yüksek bir makam ve yüce bir değere sahiptir. Allah'a ibadeti, korku veya cennete girme isteğiyle yapmıyor. Zira o Allah'a aşıktır. O zaman onun hiç bir ibadete ihtiyacı yoktur veya ihtiyacı kalmamıştır. Ayrıca kıyamet gününde Allah'ın yanında hesabının görülmesini temenni ediyor ve diyor ki: "Herkes hesap vermekten kaçarken, ben hesap vermeyi temenni ediyorum. Allah'ın bana şöyle diyeceğini umuyorum: "Ey kulum." ben de "Lebbeyk" diyeceğim. "O zaman istediğini yapsın" diyecek."[7]

Bestami'ye göre ibadet ve ibadet etmek ikinci derecedeki kulların işidir. Diyorki: "Allah, evliyalarının kalblerindekini okuduktan sonra gördü ki bazıları marifeti taşımaya yeterli değil, o zaman onları ibadetle meşgul etti.[8] Bunun yanı sıra halkı kötülüğe teşvik ediyor, iyilik ve itaatlerin afet olduğunu ilân edip şöyle diyor: İtaatler (iyi ve güzel şeylerde) öyle afetler vardır ki sizleri kötülükleri işlemeye muhtaç eder.[9] Bu söz Nakşiler'in kitaplarında mevcuttur. Kitaplarında bulunmasının sebebi ona karşı çıkıp cevap vermek için değil, onu kabul ettiklerinden dolayıdır.

Bu söz sanki İmam Cerir bin Taberi'nin tefsirinde yazdığı şu söze muhalefet olsun diye söylenmiş. Taberi diyor ki: "Duasında Allah'tan bir korkusu ve tama-ı olmayan kişi ahirette yalancılardandır.[10] Çünkü işlediği suçlardan dolayı Allah'tan korkmuyorsa o zaman Allah'ı tanımıyor demektir."

Şüphe yok ki Ebu Yezid'in Nakşibendiler'in kitaplarından nakledilen bu sözleri İslâm'a tamamen muhaliftir. O zaman kitabın başında da gördüğümüz gibi bu tarikatın prensip ve esasları sünnetten kaynaklanmıyor. Zira kendi kitaplarından naklettiğimiz ibareler Kur'ân ve sünnete tamamen muhaliftir.

Allah bizi ve bu tarikat mensuplarını sünnet ve sünnetin usulüne tabi etsin ve bizi Ebu Yezid'in saçmalıklardan korusun.



[1] el-Mevehib el-Sermediyye (162),

[2] el-Mevehib el-Sermediyye (48), el-Envar el-Kudsiyye (97), Telbis İblis (344),

[3] el-Mevehib (57),

[4] el-Envar el-Kudsiyye (103), Telbis İblis (341),

[5] el-Mevehib el-Sermediyye (?)

[6] Tenvir el-Kulub (469), el-Envar el-Kudsiyye (98),

[7] el-Envar el-Kudsiyye (100),

[8] el-Mevehib (61), el-Envar el-Kudsiyye (104),

[9] el-Mevehil el-Sermediyye (50),

[10] Tefsir İb Cerir Taberi (147/7),


Sevgili arkadaşlar bu yazıyı asmamdaki amaç kesinlikle kimseyi yargılamak değildir.Karşılıklı polemik olsun istemiyorum.Yorum yazacak olan arkadaşlar konu hakkında ki fikirlerini edeb dairesinde paylaşsın ki doğruyu bulmada insanlara ışık olsun.Göstereceğiniz hassasiyete şimdiden teşekkür ederim.Bu arada kesinlikle hakaret içeren her mesaj silinecek ve tatsızlık çıkaran üslubuna dikkat etmeyen üye uyarılacaktır.Dua ile
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
bu inanıs sadece bistami has bir inanış biçimi değildir tasavvufun uluları olarak kabul edilen arabi celaleddin rumi şemsi tebrizi yunus emre gibi zatlarda bu ve buna benzer islama zıt kelamlar sarfetmişlerdir

Şemsi Tebrizi de Kimya Hatun'u ALLAH olarak gördüğünü şöyle anlatmaktadır: "Mevlana Şemsi Tebrizi'nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Maram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle Haydi gidin Kimya hatunu buraya getirin, Mevlana Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır. buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya başladıkları sırada Mevlana Şems'in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems İçeri gel diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit Şems'ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve Kimya nereye gitti? dedi. Mevlana Şems Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir, şu anda da Kimya şeklinde geldi. buyurdu. "[6]


İbn Arabi de ALLAH'ın en güzel görünümünün kadın olduğunu belirterek şöyle demektedir:

"Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey. Nikah (kadın erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Bu sebepten kişinin yıkanması emredilmiştir... Şüphesiz ALLAH, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) ile onu temizlemiştir. Çünkü başka şekilde olmaz. Erkek, ALLAH'ı kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahade denir... ALLAH'ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü ALLAH onlarda çok mükemmel müşahade edilmektedir. Zira ALLAH maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahade edilmez. ALLAH'ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (münasebet)tir." [7]

İmam Rabbani'nin Mektubat’ından da bir örnek verelim: "Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titreyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahu Teala'nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları haline ayrı ayrı zahir oldu. "[8]



Celaleddin er-Rumi'nin Divan'ından nakledilen şu beyitlere bakınız:

"Canım ey nur, kaçma benden, Kaçma benden ey parlayan görünüm, Kaçma benden, kaçma benden.

Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum, Hatta bileğime taktığım Zerdüşt'ün zunnarına bak,

Zunnarı taşırım, yemliği taşırım, Belki nuru taşırım, kaçma benden.

Müslümanım ben, ama hıristiyanım, brahmanistim, zerduştiyim, Ey yüce Hak, sana tevekkül ettim, kaçma benden. Bir tek tapınağım, mescid, kilise veya puthanem yok benim, Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden, kaçma benden. "[23]

İsterseniz Niyazi Mısri'nin de şu beyitlerine bakınız:

"Bu cihanın halkına bir yolum uğrar benim, Cem'edip bunca kumaşı bir bezistan olurum,

Geh nasara, geh yahudi, gehi tersa (müşrik), geh mecusi, Gahi şia, gah olur, sünni müselman olurum." [24]

İbn Arabi'nin felsefesini satan Şebusteri (öl. 720/1320)'nin şu sözlerine bakalım:

"Önündeki şu perde kalktı mı ne mezhebin hükmü kalır, ne dinin. Bütün şeriat hükümleri senle benden doğar. Çünkü bu hükümler, senin canına, tenine bağlıdır. Arada ben ile sen kalmayınca, Kabe nedir, havra nedir, kilise ne... Cüzi alemden geçip külli aleme varan kişi bu sırrı bilir. Burada hululün da imkanı yoktur ittihadın da. Çünkü birlikte ikilik düşüncesi sapıklıktır. Hak'tan başka bir varlık yok. İster O Haktır de, ister ben Hak'kım de." [25


Şimdi onemli olan bu saçmalıklar değil önemli olan bu saçmalıkları dindenmiş gibi gören günümüz tasavvuf ve tarik ehlinin içinde bulunduğu hal ve durumdur.

allah müslümanları bu tür sapık düşüncelerden uhafaza eylesin
 

oðuz bakar

New member
Katılım
24 Ara 2007
Mesajlar
126
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Yaş
58
ELKARİA KARDEŞ ,

Alıntıların kaynak numaralarının karşılığını yazar mısın ?
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
ELKARİA KARDEŞ ,

Alıntıların kaynak numaralarının karşılığını yazar mısın ?


6. Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, II/56-57, ter. Tahsin Yazıcı, MEB, İst., 1989. .

7. İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 1/212, el-Halebi baskısı, yine Kaşani şerhi, 437, İstanbul baskısı, İbn Arabi'nin kadın aşkı ve kadınlara düşkünlüğü hakkında bilgi için Tercümanu'l-Eşvak kitabına bakınız, s. 75-77, ter. Mahmud Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul, 1991.

8. İmam Rabbani, Mektubat Tercemesi, 1/6, Birinci Mektup, Terceme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968.

23. Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi'l-Mizan, 100-101, Daru Nahdati Mısr, Kahire.

24. Niyazi Divanı, 109, Maarif Kütüphanesi, İstanbul, 1963.25. Dr. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 325, Gülşen-i Raz'dan naklen
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Sevgili el karia ve oğuz bakar aşağıda bi alıntı var.arabinin kadın düşkünlüğünden bahsediyor dediğin kitaba bakarken rastladım.Sizden farklı bi bakış içeren bu yazıya cevabınız ne olacak ziira müntesiplere bu şekilde tevil edilen fikri ve felsefi yaklaşımların iyice anlaşılması gerektiği kanaatindeyim.Dua ile

A L I N T I D I R...




Hölderlin'in bu dizesi, insanın, varolan ve varlık içerisinde nasıl bir 'konum'a sahip olduğuna ilişkin temellendirici bir yargı ihtiva eder. Bu bakımdan Heidegger, Hölderlin'e ve şiirin özüne ilişkin o ünlü yazısında, şiirin kurucu niteliğini öne çıkarır. İnsanın yeryüzünde şairane mukim olması, bir bakıma, onun dil aracılığıyla, kendini varlığa açması ve varlığın kendine açılma imkanlarını aramasıdır. Şairden hareketle, düşünür, dilin, varlıkla bir konuşma olduğunu belirtir. Bu, insanın kendisinin de bir söyleşi olmasıdır aynı zamanda.
Edeple edebiyata ilişkin düşünmeye bu mısranın çağrışımlarıyla başlamanın şöyle bir boyutu da var: Şiir, şuurla müştak olması itibariyle hem akla, hem de bir bulanıklığa imada bulunur. Bu yüzden olsa (ya da hikmetlerinden biri bu olsa) gerek, Yüce Allah, 'Biz O'na şiir öğretmedik' buyurur. Çünkü vahiy, saf ve katışıksız hakikat olarak, aklı aşan, aklı öteleyen ve çevreleyen bir kaynaktır; böyle olduğu kadar, insanın şuurundaki muhtemel bulanıklıkları da gidererek, onu daima kesrete karşı teyakkuza çağırır ve İlahi Merkez'de tutunabilmesinin imkanlarını işaret eder. Edeple edebiyatın aynı kökenden olmasında da, edebiyatın kutsal ve geleneksel anlamına ilişkin bir esas nokta buluruz. 'Sakın terk-i edepten...' diyen şair, sadece manevi değere sahip bir mekana değil, aynı zamanda yüce bir insanlık düzeyine yani mekanete yönelik olarak da insanı uyarmaktadır. Edebiyat, insanın edebi kuşanmasında bir yol, bir yordamdır bu yönüyle. Bu, kutsal edebiyatta dolaysız olarak böyledir, geleneksel edebiyatta ise sonuçları bakımından. Tekkelerdeki 'edep ya hu' levhasına bakarken, bende hep edeple Hu arasındaki ilgiyi diri tutma çabasının, varlığın evi olarak dil içerisinde nasıl gerçekleşebileceğine ilişkin düşünceler uyanır. Madem, varlık dilde ikamet etmektedir, edep ise Hu'yla mümkün ve zorunludur, o halde, edip, edebi, edebiyatla arayacak ve gerçekleştirecektir. Büyük Bilge'nin, 'edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslamiyye ile müteeddip olmalı, matbuat nizamnamesini, vicdanlarındaki hiss-i diyanet tayin etmelidir' ikazında da, bu geleneksel önerme yeniden dile gelir ve modernlere yönelik şefkatli bir ikaz olarak kendisini gösterir. Edebin edebiyatla ilişkisini modern zamanlarda yitirmiş bahtsız insanlar olarak, (bunun sadece tekil birkaç örnekle sürdüğünü görmenin geçici bahtiyarlığı içinde de olsa) bu ilişkinin aynı zamanda, 'düşünce-eylem bütünlüğü'yle de ilgili olduğunu belirtmek durumundayız. Konevi, sıdk sözcüğünün bir anlamının bu olduğunu söyler: özü sözü bir olmak. Söz, sahibinin halinden çıkmıyorsa, onun herhangi bir ahlaki etkinliğinden söz edemiyoruz. Yunus'un, 'söz ola kese savaşı' dediği türden bir sözden söz ediyorsak eğer. Yoksa sözün de bittiği bir yer vardır ve orada pür edep söz konusudur. 'Bir dem gelir söyleyemez/Bir sözü şerh eyleyemez' insan orada. Orada artık hikmet'in dili, sembol ve sükuttur. Bir haldir bu, eğer uzun sürerse makama dönüşür ve salik, bir zaman orada ikamet eder. Yine edeple edebiyatı temellendiren bir Peygamber sözü, 'ben yüce ahlakı tamamlamak için geldim'dir. 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız' haberi de bunu ima eder. Allah'ın nitelikleriyle nitelenme yolunda yürüyen insan için edep artık sürekli bir hale gelir. O hal ve melal içinde söylenen her söz, edeplidir, edebin tüm görkem ve zenginliğine sahiptir. Bugün böylesi yüksek sözler söylemenin neredeyse imkansız olduğu bir çağdayız. Bu çağda, 'Sevgili', Hz. Mevlana'nın, o gerçek aşk erinin söylediği gibi, tüm çabaların erişmek istediği gerçek bir maksud değildir. Büyük Bilge İbn Arabi'nin Tercümanu'l-Eşvak'ta, Hz. Mevlana'nın Divan-ı Kebir'de sözünü ettiği Sevgili, tüm sevgilerin kaynağı olan Vedut'tur, etiyle kanıyla sevgili değil. Hz.Mevlana, bu yüzden ne söylediysem hep Sen'den söz ettim, oysa, benim divanesi olduğum varlığın Sen olduğunu bilemediler, onu bir sevgili zannettiler, der. İbn Arabi ise, tüm arzuların Kendisi'ne yöneldiği Sevgili'den Nizam diye söz ettiği için kınanır ve Tercümanu'l-Eşvak'a bir şerh yazma ihtiyacı hissederek, edebin de edebiyatın da kaynağının, tüm varlığın Vacib olan Vücud'undan geldiği Zati Varlık olduğunu açıklar. Biz, edebin edebiyatla nasıl bir ilişki içinde olduğunu onlardan öğreniriz. Onlardan, yani, İbn Arabi'den, Hz. Mevlana'dan, Niyazi-i Mısri'den, Yunus Emre'den, Hacı Bayram-ı Veli'den, Fuzuli'den, Şeyh Galib'den. Galib Dede, bu ilişkiyi Hüsn ü Aşk'ta gözkamaştırıcı biçimde taçlandırır. Mesneviyi okurken, insanın, kişisel doğasının sınırlarını nasıl aşarak, İlahi Varlık'a doğru yöneldiğini, orada, kendisini bekleyen Deniz'e nasıl karıştığını, ölümlü olan beden içerisinde tutsak bir halde sıkışıp kalmış olan ruhun nasıl ölümsüzlüğün ab-ı hayatını içtiğini okuruz. Orada, edepli olmanın ve bunu bir makama dönüştürebilmenin sırlarını buluruz. Çeşitli çetin vadilerden geçeriz, ateşlerde yanarız, sınavlar veririz ve nihayet simyaya ulaşırız. Aslında edebiyat, kibrit-i ahmerin peşinde geçen çileli bir arayışın adıdır. Sürekli edep hali içinde olabilmenin ıstıraplı ama bir o kadar şevkli yoludur. Şevkin aşktan üstün bir düzey olduğunu da bize edebiyat öğretir. Bu, bize niçin irfan ehlinin çoğunun aynı zamanda şair olduğunu da yeterince açıklamaktadır. Şiir, sözün (vahiyden sonra) efendisi olduğuna göre, insan, en yüksek edep düzeyine orada ulaşmaktadır. Yani edeple edebiyat, irfan sahiplerinin dilinde söze dönüşmektedir. Bu sözle Hölderlin'in 'sözlerin en tehlikeli' olarak nitelediği şiir arasında nasıl bir ilişki var, bu tartışmaya değer bir sorun ve 'karşılaştırmalı felsefe ve edebiyat' araştırıcıları için kışkırtıcı olsa gerek. Ne var ki, biz, buna sadece şöyle bir dokunup geçmek durumundayız. Ayrıca şairin söz ettiği 'tehlike', bir tekinsizlikten çok, uzantıları bakımından sözle hal arasındaki o tehlikeli ilişkiye işaret etmeye çalışıyor sanırım. Çünkü canda bir karşılığı olmayan söz, dönüp yine canı vuracaktır. Canı ve cananı birlemeye çabalayan söz ise, edebiyatın, bizatihi edebin kendisi olduğunu sürekli söyleyip duracaktır. Edepten süzülmeyen edebiyatın, özellikle aydınlanmayla birlikte nerelere savrulduğunu birlikte izliyoruz. Bir ürüne dönüşen söz, yine merğub bir metadır ama, sadece metadır işte. Saadet çağında olduğu gibi, kılıçtan keskin, oktan delici ve merhametten daha yatıştırıcı değildir. Ne nasıl söylenirse kaç satar hesabıyla söylenen söz, hem içeriği boşaltılmış, kof ve zamana dayanıksızdır, hem de muhatap açısından en küçük bir diriltici soluğa sahip değildir. Çünkü söz, halden çıkmalıdır, çünkü dil, anlamdır, anlamın bizatihi kendisi olmalıdır. Öyle ki, geleneksel edebiyatta, hangi sözün hangi manevi düzeyden söylendiği bile önemlidir. Bu yüzden, manevi yolculuğuna yeni başlamış birine, kılavuzları mesela Yunus Divanı'nı hemen okutmazlar. Çünkü, Yunus, sözlerini birkaç makamdan konuşarak söylemiştir ve bu Divan'da karışık bir haldedir. Rıza makamında söylenmiş şiirle, istiğna makamında dile gelmiş olan farklıdır. Cem makamında irad edilen sözle, teferrüd makamında dile dönüşen mazmun ve mecazlar ayrıdır. Yola henüz koyulmuş olan, bu makamlardan habersiz olduğundan, sözün anlamını ve değerini doğru kavrayamaz. Bugün, geleneksel edebi verimlerin eskilere oranla doğru ve yeterli biçimde şerhedilememesindeki güçlük biraz da burada yatmaktadır. Hele söz konusu edilen söz, İbn Farıd gibi bir vecd ve istiğrak ehline ait olursa. Kaldı ki, bir Şeyhi ya da Fuzuli gazelinin, bir Niyazi-i Mısri nefesinin, bir Yunus ilahisinin (nefesinin), bir Kaygusuz Abdal devriyyesinin doğru anlaşılmasında, okuyanın, edebin neresinde oluşunun da en azından değerleyici bir rolü olacaktır. Bütün bunlar bize, edebiyatın bir edep, bir terbiye, bir ruh olgunlaşması, bir tekamül çabası, bir yol arayışı, bir hal ve bir melal olduğunu gösterir. Edebiyatın yeniden bu niteliğine kavuşması için, söz sahiplerinin kendi manevi çabalarına tanık olmak üzere söz söylemeleri gerekmektedir. Bir dertle ağlanıp bir aşkla söylenmemiş sözün, dinleyen üzerindeki etkisi, uçucu, geçici olacaktır. Ama yüzyıllar öncesinde, bir edebi kuşanmanın nişanesi olarak söylenmiş söz ise, zaman geçtikçe tazeliğini koruyacak, ona her yaklaşana, her yaklaşıldığında yeni şeyler söyleyecek, ayağa kaldırıcı, diriltici ve dönüştürücü bir işlevi olacaktır. Bu ilişkinin yeniden kurulmaması halinde, 'Ben bir acep ile geldim/Kimse halim bilmez benim/Ben söylerem ben dinlerem/Kimse dilim bilmez benim' diyen büyük Yunus'un ima ettiği üzere, üzerine uyuşarak yattığımız o muazzam gelenekten habersizliğimiz sürüp gidecek, edeple edebiyat arasındaki küslük ebediyyen devam edecektir.
 

oðuz bakar

New member
Katılım
24 Ara 2007
Mesajlar
126
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Yaş
58
Şeyh tökezlemeleri (DOĞRUSUYLA EĞRİSİYLE AYNEN AKTARMA)

Ülkemizin her noktasında yüzlerce tarikat ve cemaat kümesi ve bunlara müntesip yüz binlerce kişi var ve kahir ekseriyet, “Şeyh ne derse doğrudur, imam her zaman haklıdır!” teslimiyeti içersinde. Oysa Allah(c.c.)’ın ilk emri “Oku!” ve “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!” diyen bizzat Cenab-ı Hakk’ın ta kendisi.
Peki Şeyh ve imam yanılmaz mı?
Elbette yanılır!
Bir Müslüman ilmi ve mevkii ne olursa olsun bir ölümlünün yanılmayacağı ve hata yapmayacağına inanıyorsa o Müslüman’ın imânını gözden geçirmesi gerekir, çünkü o kişi bu inancıyla, müntesip olduğu kişiyi bir Katolik’in Papa’yı koyduğu makama koymuş olmaktadır. Tabii, “İmam her an yanılabilir, şeyh her an hata yapabilir” beklentisi içerisinde olmak da ilmî ve ahlâki değildir. Bu konuda kişiyi rahat ettirecek tek şey, dinini tam ve doğru bilmesidir. Çünkü hiç bir Müslüman müntesip olduğu tarikat veya cemaatin ilke, zikir ve öğretileri ile hesaba çekilmeyecek, ya ne ile hesaba çekilecek, elbette ki Kur’an, Sünnet ve mensubu oldukları mezhep imamlarının öğretileri doğrultusunda hesaba çekileceklerdir. Bırakınız müridi, şeyh ve imamlar da bu esaslar dahilinde Cennet yahut Cehennem ehli olacaklardır. Bu bahiste evliya ile bu konuları uzaktan yakından duymamış sıradan bir Müslüman arasında fark yoktur. Gelelim Şeyh’in hata yapıp yapmayacağı konusunda örneklemeye.
İsterseniz ortalığı karıştırmamak için geçmişten, ilmî ve fiili üstünlüğü tartışılmayan bir Şeyh’ten, İsmail Hakkı Bursevî’den bir örnek verelim. Bursevi, Celvetiyye Tarikatının şeyhidir, İbni Arabi’nin bu topraklardaki en büyük savunucularındandır. Hafızdır, hattattır, bestekârdır, tam 136 eser kaleme almıştır. İki defa cihada katılmış, iki kere Hacca gitmiştir. Yani, sonraki tarikat şeyhleri arasında Bursevi’ye müsavi kişi pek yok gibidir. İşte bu Bursevî, “Zahir uleması Allah erlerinin deccalı ve Firavunlarıdır” demektedir.“Zahir uleması” dediği, mesela Kütüb-i Sitte’nin müellifleri yine meselâ Ebu Hanife, İmam Şafi gibi mezhep imamlarıdır. Bursevî’nin “Ulema” dediğinde saygı duyduğu kişi, “Zahir” değil “Batın uleması” olan Muhyiddin İbn Arabî’dir.
Bir Müslüman,“Şeyh” tir, “Tasavvuf ehlidir” diye Bursevî’nin bu görüşüne katılabilir mi? Diyelim ki katıldı ve Türkiye, hatta bütün dünyada bu görüş egemen görüş haline geldi, o zaman ortada İslâmiyet diye bir şey kalır mı? “Zahir uleması” gözden düşüp “Batın uleması” hüccet kabul edilince ortalık “Batın uleması” ile dolmaz mı? “Zahir uleması” için “Deccal” diyen Bursevî elbette ki kendisini “Batın uleması” olarak kabul ediyordu ve tarikatına mensup müritleri “Batın uleması” Bursevî’yi itirazsız onaylıyorlardı.
Peki, bir “Batın uleması” olarak, Kur’an tefsiri Ruhul Beyan’ında Bursevî, İbn Ömer(r.a.)’den rivayetle, “Hz. İbrahim Peygamber’in yakılmakla cezalandırılmasını teklif edenler Arap acemlerindendir, yani Kürtlerdendir” dedikten sonra, ne diyordu?
Diyordu ki:
“Hayatıma yemin ederim ki, insanlara cefa ve eziyet vermelerinde şimdi de ileri gidiyor ve ondan ayrılmıyorlar. Halil İbrahim’in dini olan İslâmiyet’in ahlakından ve amelinden onlar üzerinde bir eser göremezsin. Kürtlerin ahlakları onların mallarını talan etmektir. İşleri zulümdür, hırsızlıktır, öldürmektir ve yol kesmektir. Vallahi bunlar, yani Kürtler Müslüman değildir. Allah, insanlar arasında bunların benzerlerini çok etmesin. Sakın bunların en Salihleriyle bile arkadaşlık etmeyin ve bunların bastığı toprağa da basmayın! (Harun Ünal, Uydurma Hadisler, c.1, s.161)”
Gel de şimdi “Batın” ı “Zahir” den üstün tut! Bu bir fitne değil midir? Böyle bir tefsiri ancak Osmanlıyı bölüp parçalamak isteyen biri yapabilir. İnsaf edin, bu ifadelere Allah(c.c.) ve Resulü(s.a.v.) râzı mıdır? Bursevî bu ifadeleri “Keşif yoluyla” aldıysa, şeytanın tuzağına düşmüş değil midir? Elbette ki öyledir, iyi de, hani “Keşifte yanılma olmaz” dı..
Şeyh Nazım Kıbrısi’nin “Yukarıdan talimat alıyorum” ve “Annan Plânına evet demek Allah’ın emri” demesinden buralara geldik.
Nasipse yarın Arabîden örnek verip konuyu noktalayacağız.

HASAN DEMİR , YENİÇAĞ , 2.1.2008
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
valla arabi rumi ibni farid şemsi tebrizi yada başka bir tasavvuf ehli kadın düşkünü olmuş olmamış bu pekte önemli değil kanaatindeyim zamanın şartlarına göre nikahına alır yada cariye hükmüne göre davranır önemli olan ortaya atmış oldukları islamla taban tabana zıt olan idaalarıdır

ibni arabinin füsusul hikem kitabındaki bazı idaaları şöyledir


Kur'an âyetlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sırat-ı müstakim üzere olduklarını,

Firavun'un iman-ı kamil bir mü'min olduğu gibi, Nuh kavminin de mü'min bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah, onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığını, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu,

Hz. Harun'un israil oğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığını, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun suretinden bir suret olduğunu,

Nuh kavminin Ved, Yegus, Yeûk, Suva ve Nasr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü oldukların, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğunu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığını,

bir şey var olmadan önce Allah'ın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının Allah'ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri şeyleri söylemesine rağmen, Ibn Arabi bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Resûlüllah'tan, hatta Allah'tan aldığını söylemiş ve Resûlüllah'ın, kendisine bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir.


Bizler Allah'ın zahiri suretleriyiz, O'nun tecellisiyiz. Alem ve kevn aslında bir hayal olduğu için biz O'yuz."
(Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 159. Bosnevi, 345.)


Arif, her şeyde hakkı gören kimsedir.”
[Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 192. Bali, 375]

“Sen kulsun, sen Rabsın, kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir. Sen Rabsın, sen kulsun. Çünkü muahedende kendini O’na bağladın.” [Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 92. Bosnevi, 1, 450. Bali, 134]

“Bir açıdan halk haktır, ibret alınız.”
[Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 79. Bosnevi, 1, 352]

"Halık (yaratıcı) ile mahluk bir tek şeydir .”
[Muhyiddin İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 78]



"Bu itaat'in üstünkörü ve ihlaslı olması lazımdır. Şartsız ve tam olmalıdır. Mürid, te'vilsiz cevapsız, özürsüz ve tepkisiz şeyhin emirlerine harfiyen bağlı kalır. Şeyhin emri akıldışı, hatta haram işlemeyi de emretse, harfiyen bu emirlere itaat etmesi lazımdır . Şeriate muhalefet ettiğini görsen bile, ona itiraz etmeyi aklına getirmemelisin. Çünkü insan masum değildir." (Kaynak: Muhyiddin Arabi,
Tedbirat, 226, 227'den)

Şeyhül Ekber ( !!!) Muhyiddin-i Arabi şöyle demektedir:

“... Şâyet (Allah, cehennemdekileri) cennet’e çıkarırsa, onlar muhakkak ki (bundan) azap duyarlar ve cennet’e girmek onlara zarar verir. Tıpkı, gül kokularının domuzlan böceklerine zarar vermesi gibi...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 168. )


Sofular diğer konularda olduğu gibi, cennet ve cehennem konusunda, gerçeği tersine çevirmeye çalışmışlardır. Böyle yapmaları “Sofizm” mesleğinin ana kuralıdır. Denilebilir ki, İslâm dininde kötülenen her şeyi sofular övmüş, övülenleri ise kötülemişlerdir. Öyle ki, sofistlerin saldırısından melekler dahi kurtulamamıştır; Şöyle ki:

“Azrâil ne kişi durur kasd idebile cânuma
Ben onun kasdını gine kendiye zindan eyleyem.”
“Ya Cebreil kim ola hükm ide benüm âhuma,
Yüzbin Cebreil gibiyi bir demde perrân eyleyem.”
(Yunus Emre Divânı, sayfa 94.)

Diyor ki, “Azrâil kim oluyor benim canımı alacak, ben onun kasdını kendisine zindan ederim.”
“Cebrail kim oluyor benim sözüme hükm etsin, benim sözüme karşı vahiy getirsin, yüz bin Cebraili bir anda uçururum, yok ederim.” iddiasında bulunuyor.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
MUHYİDDİNİ ARABİ VE NUH KAVMİ

Muhyiddin-i Arabi “Üçüncü Fas’ta” Allah’ın noksan sıfatlardan tenzih edilmesine karşı çıkıyor, kendisine gerekçe olarak ta Kuran’daki bazı ayetlere keyfi batıni manalar vererek delil getirmeye çalışıyor. Bundan da amacı Vahdet-i Vücûd görüşünü kabul ettirmeye çalışmaktır. Bu çerçevede olmak üzere Nuh kavmini örnek göstererek, aslında bunların putlara tapmakta haklı olduklarını, her şeyin Allah olduğu hesabıyla putlarında Allah olduğunu savunmakta, Nuh peygamberi haksızlık ve hilekarlıkla suçlamaktadır.
İşte sofist mantığı böyledir, bir taraftan Kuran’a dayandığı intibaını vererek, ayetlere yanlış ve ters manalar vermekte, diğer taraftan Kuran’da öğretilen en temel gerçeklere karşı çıkmak suretiyle, Peygamberi suçlayıp, putperestleri savunmaktadır. Böyle davranmakta da hiçbir sakınca görmez zira onun inancında zaten hakikat diye bir şey yoktur. Bundan dolayı bir sözün Kuran ayeti olması veya bir putperest tarafından söylenmiş bir söz olması arasında, hakikatin izahı yönünde Sofist için bir fark yoktur. Sofist için tek amaç yapacağı av ve bu avdan sağlayacağı dünyevi hasıladır. Bu hasıla maddi olabileceği gibi, övgü gibi nefsani moral içerikli de olabilir.

FAS III’de şöyle demektedir :

“III Fas, Nuh kelimesindeki Subbuhhi Hikmetin özü :”
“Bil ki hakikat erbabı nazarında Allah’ı Tenzih onu Tahdit ve Takyit etmektir. Hakkı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebi noksan kimsedir.”
“Şu hale göre mutlak tenzih yoluna sapan kimse farkında değildir ve zanneder ki doğru yolu tutmuştur. Hal bu ki o yolunu kaybetmiştir. Çünkü Hak için mahlukların hepsinde Zuhur yani belirme vardır. Her bir anlayışta Bâtın olan da yine O’dur. Şu halde Hakk’ın âlemin suretinden zahir olan şeye nisbeti bedeni idare eden ruhen surete nispeti gibidir.”
“Hakk’ı tenzih etmeyip teşbih eden kimsede böyledir. (ikisi arasını birleştirmek lazımdır diyor.) Sen Hakk’ın sureti ve Hak da senin ruhun olduğu cihetle sen Hak için cismani bir suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir.Şu hale göre de öğen de, öğülen de ancak O’dur.”
“O halde tenzih edersen onu bağlamış olursun, teşbih edersen onu mahdut kılmış olursun.”
“Eğer her iki emri birleştirir, yani teşbih ve tenzih arasını cem edersen doğru yolu bulr. İlâhi bilgide İmam ve Seyyidlerden olursun.”
“Bu hale göre sen Hak değilsin, belki sen O’sun ve sen onu aynı şeyde Mutlam ve Mukayyet olarak görürsün.
“Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse kemislihi şey’in dedi. Nefsini tenzih etti; O işitici ve görücüdür’ dedi kendisini teşbih etti.”
“İşte Nuh peygamberde kavmine bu iki davet arasını birleştirseydi elbette bu davete uyarlardı.”
“Nuh, kavminin halinden bahisle dedi ki, onlar davete uymak hususunda üzerlerine vâcip olan şeyi bildikleri için benim davetime karşı kulaklarını tıkadılar. Şu ifadeden Tanrı ârifleri Nûh’un kendi kavmini zemmederken (kötülerken) onları öğdüğünü anladılar ve Nuh’un bu davetinde

Fürkan yani ayrılık olduğu için ona yaklaşmadıklarını bildiler.”


“O halde Nuh kavmini hile ile davet ettiği için kavmi de hile ile icabet gösterdiler.”
“Nuh’un kavmi yaptıkları hile ile (birbirlerine) İlâhe’nizi terk etmeyiniz; Vedd’ı, Suva’ı, Yegus’u, Yauk’u ve Nesr’i bırakmayınız dediler. Çünki onlar bu putları terk ettikleri vakit onlardan vazgeçtikleri nisbette Hak’dan câhil oldular. Çünkü Hakk’ın her bir Mâbud’da (putta) bir veçhi (yüzü) vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez...Böyle olunca her Mâbud’da (putta) Allah’tan başkasına ibadet olunmadı. Olgun ve ergin bir kul der ki, sizin İlâhınız ancak tek bir İlâhtır. Şu hale göre O nerede belirirse ona kulluk edin. Takva ehlini müjdele, çünkü onlar İlâh dediler. Tabiaat demediler. Nuh kavmi, aralarında bir çoklarını dalâlete düşürdüler, yani tek olan ilâh’ın çeşitli yönlerini ve nisbetlerini saymak hususunda halkı şaşırttılar.”
“Kül (’tabiat’ her şey) Allah için ve Allah ile ve belki ancak Allah ise de.”
“Sen yere gümüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. III den alıntılar.)

Muhyiddi-ni Arabi’ni bu iddialarını Kur’an’la karşılaştırırsak, Kur’an’dan ne kadar uzak ve karşı olduğunu görürüz, şöyle ki:
Allah konusun da, “Bil ki hakikat erbabı nazarında Allah’ı Tenzih, onu Tahdit ve Takyid etmektir. Hakk’ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebi noksan kimsedir.” demesi çok sapık bir iddiadır. Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmek, Kuran’da “Sübhan” kelimesiyle ifade edilmektedir, bu kelimenin manası; Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksikliklerden tenzih etmek, yani bu tür noksanlıkların Allah’ta olamayacağını ifade etmektir. Örneğin; Allah’ın zülüm etmeyeceğini, hastalanmayacağını, ölmeyeceğini, uyumayacağını, unutmayacağını v.s. Gibi hususları kapsayan bir sözdür. Muhyiddi-i Arabi’nin bu gibi hususları, Allah’ın zatı için kabul etmeyenleri, câhillik ve edep noksanlığıyla itham etmesi, ancak kendisine yakışan bir husustur. Aynı zamanda karşı çıktığı bir Kuran öğretisidir. Kuran’dan mealen :

- O, öyle Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. 59/23

Görüldüğü gibi, Allahı, Allah’a yakışmayacak vasıflardan tenzih etmek, Kuran’ın öğretisidir ve doğru olan da budur. Muhyiddi-i Arabi’nin, Kuran’a karşı çıktığı açıktır.


Ayrıca, Muhyiddi-i Arabi’nin Vahdet-i Vücûd görüşünü savunmak için. “Hak için mahlukların hepsinde Zuhur yani belirme vardır.” - “öğen de, öğülen de ancak O’dur.” - “sen O’sun” - “Hakk’ın her bir Mâbud’da (putta) bir veçhi (yüzü) vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez...Böyle olunca her Mâbud’da (putta) Allah’tan başkasına ibadet olunmadı.” - “Sen yere gömüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” gibi ifadelerle putlara ilâhlık atfetmekte ve aslında putlara tapanların Allah’a taptıklarını iddia etmektedir. Bu ise daha önce de belirttiğim gibi, Kuran’ın tevhid yani Allah’ı tekbir İlâh kabul etme öğretisine ters bir anlayıştır.


Ayrıca, Muhyiddi-i Arabi’nin, “Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse kemislihi şey’in dedi. Nefsini tenzih etti; O işitici ve görücüdür’ dedi kendisini teşbih etti.” demesi, Muhkem olan ve 42 şûra 11 ayetinde belirtilen “Allah’ın mislinin olmaması” yani eşi benzeri dengi olmaması hususuyla, benzerlik bakımından müteşabih olan, Allah’ın işitici ve görücü olma hususunu kullarınkiyle bir sayarak sanki yaratıkların görme ve işitmesiyle, Allah’ın, görme ve işitmesini aynı şeymiş gibi muhkemleştirerek, Allah’la kullar arasında eşitlik kurmaya çalışıyor, böylece yaratıklarda Allah gibidir iddiasında bulunuyor.



Halbuki, Allah’ın görme ve işitmesi kainata hakkıyla vakıf olması, hiçbir şeyin hiçbir özelliğiyle ondan gizlenememesi demektir, haliyle bu kapsama görme ve işitme de girmiş olur fakat bu kulların görme ve işitmelerinden ayrıdır. Allah’ın görme ve İşitmesiyle, kulların görme ve işitmesi hiçbir surette bir birlerine misil olamaz, misil olarak düşünmek kulları Allah’a ortak koşmak demektir. Bundan dolayı özellikle, Allah’ın zatı konusundaki muhkem ayetleri esas almadan, kesinlikle müteşabih ayetlere mana verilmemelidir. Aksi bir davranış, Kuran’a uygun olmuş olmaz



Muhyiddi-i Arabi’nin, dolayısıyla sofistlerin şaşırtmalı, aslında aptalca mantıklarına dikkat etmek lazımdır.Örneğin; şöyle derler. Allah var mı, var. Yaratıklar var mı, var. Bunu dedikten sonra da. Var olma özelliğini esas alarak Allah’la yaratıkları bir sayar. Birisi çıkıp ta bunlardan birine, domuzlar var mı, var. Sen varmısın, varsın. O zaman sende domuzsun derse kabul etmez hemen red eder. Bunlar ise kainatla birlikte, kainatta bulunan her çeşit pisliği ilâh saymakta mahzur görmezler. “Sen yere gömüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” Sözleri, Kuran’a göre açıkça, Allah’a şirk koşmadır. Zaten kendiside bunu inkar etmeyerek, Nûh peygamberi suçlamakta ve putperestleri savunmaktadır. o putperestler ki, Allah onlara gazap ederek, Tufanla dünya hayatından yok etmişti; ve Kuran’da onlar için şöyle denmiştir, mealen :

- Andolsun Nûh’u da kavmine gönderdik: “Ey kavmim, dedi, Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka İlâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizi büyük bir günün azâbın(ın inmesin)den korkuyorum.” 7/59
- Kavminden ileri gelen bir cemaat dedi ki: şüphe yok biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz. 7/60
- Dedi ki: Ey kavmim!. Ben de hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben âlemlerin Rab'bi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. 7/61
- Size Rabbimin vahyettiklerini -dinine ait hükümleri- tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben Allah Teâlâ'dan sizin bilmediklerinizi biliyorum. 7/62
- Yoksa size Rab'biniz tarafından sizden olan bir zat vâsıtasıyle -sizi korkutmak için ve sizin de sakınmanız ve rahmete erebilmeniz için- bir zikrin gelmesine mi şaştınız? 7/63
- Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanı da suda boğduk. Çünkü onlar bir kör kavim olmuşlardı. 7/64
 

oðuz bakar

New member
Katılım
24 Ara 2007
Mesajlar
126
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Yaş
58
ANLAŞILABİLİR OLAN KUR'AN YETERKEN , ANLAŞILMASI İÇİN 40 TAKLA ATTIRILMASI GEREKLİ KONULAR BENİ AŞIYOR MÜCAHİD KARDEŞ . BENİM KAPASİTEM DE YETMİYOR KISACASI . PROGRAM AYARLARIMIN DIŞINA ÇIKIYOR .

GEÇMİŞTE YAŞAMIŞ ŞAHISLARIN DİREKT KENDİLERİNE BİR ŞEY SORAMAYACAĞIM İÇİN İSİMLERE BİR ŞEY DİYEMİYORUM . SADECE FİKİRLER YANLIŞ VEYA DOĞRU DİYEBİLİRİM . ŞU ŞAHIS ŞUDUR DEMEYİ UYGUN GÖRMÜYORUM .

ONLAR GEÇMİŞ BİR ÜMMETTİ . İYİLİKLERİ , KÖTÜLÜKLERİ İLE .
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
Konuyu açan Mücahid kardeşimin samimiyetine binaen hazırladığımız bu açıklamalı bilgilerin samimi olan insanların gönüllerinde olması muhtemel şüpheleri gidereceği kanaatindeyim.

Öncelikli olarak her insanın bilmesi gereken bir düsturdan söz etmek istiyorum. İnsanlara gerekli olan nedir ? Şeriat mi ? Yoksa; tarikat (tasavvuf) mi ? Elbette ve her zaman şeriat’tır bu sorunun cevabı. Kişi, hayatındaki imtihanını şeriat ölçüleri içerisinde yaşar. Çünkü; şeriat zahire göre hüküm verir. Zahire göre nizam ve intizam sağlar. Zahire göre değerlendirilir. Her insanın kendi içerisinde bir maneviyatı olduğu gerçeği, her ne kadar hak ise de; şeriat’te buna yer yoktur. Şeraitin önem verdiği manevi bir tek konu vardır: İman! Bu manevi değeri de dil ile ikrar için şart koşar ki; bu olgu da manevi durumdan sıyrılıp zahiri konuma ulaşır. Fiil şeriat kurallarında değerlendirilir. Fikir ve niyet ise, manevidir. Eylemden sorumlu tutulamaz. Çünkü kalpleri ancak Allah (cc) bilir. Niyetin de icra alanı kalbte olduğuna göre, buranın sahibinden başkası bunu bilemez. Kişi niyetini şer’an dili ile açıklarsa o takdirde bilinebilir. Fakat bunu yapmadığı takdirde, kıyas ve hüküm eyleminin sonuçlarına ve durumuna göre değerlendirilir. Bu neden ile şeriat’e kaal denir, tasavvufa ise hal. Kaal ve hal iç içe olursa hakikat meydana gelir. Yaşandığı takdirde marifet çıkar ortaya. Tek başına kaal olur, ama tek başına hal olmaz. Hal; kaal’e muhtaçtır. Bunun gibi, tek başına şeriat, insan için yeterlidir, ama şeriat olmadan tasavvuf tek başına adım dahi atamaz. Nasıl atsın ki; tasavvufun ana maddesi ilim’dir. Tasavvuf da ne cahil, ne deli (aklı başından tamamen gitmiş) bulunmaz, bulunamaz. Aynısı da şeriat için geçerlidir. Bütün insanlar ayetlere muhatabdır, emir ile mükelleftir. Sadece meczuplar ve çocuklar (cahil, bilgisiz, henüz öğrenmemiş oldukları için) bu kapsamın dışındadır. Allah (cc) bazı ayetlerini muhkem, bazılarını ise müteşabih olarak göndermiştir.
Yüce Rabbül Alemin (cc)(bir rivayette belirtildiği gibi) “Davut (a.s.) Allah’a sordu: Ey Rabbim! İnsanı yaratmadaki hikmetin nedir ? Allah-u Teala (cc) şöyle buyurdu: Ey Davut! Ben bir sır’rım. Bilinmek istedim”

Bu bilinme merhalesi de aşama aşamadır. Kul önce nefsini bilecek, ondan sonra Rabb’ını bilecek. Bütün bunların hepsi de merhale merhaledir, fakat yine bunların hepsi “edep” iledir. Edep olmadan tasavvufa girilmez, zaten kabul edilmez. Edilse bile, sırıtır, farkındalığının ucuzluğundan kurtulamaz. Tasavvuf nefsin susup, gönüllerin konuştuğu alandır. Bu alanda ne edepsize yer vardır, nede edepsizliğe. Bu yolun büyükleri bu yerlere illa edep ile varmışlardır. Bu kadar terbiye ve edep ile hareket etmenin tek bir gayesi vardır: Mutlak Olan’a (cc) vasıl olmak. Hal böyle iken; şimdi durup düşünülmesi gerekir; Madem bu yol bu kadar edep ile beraber anılıyor, bu yolun büyükleri sayılan Mevlana’lar, Şems’ler,Arabi’ler yahut Bestami’ler (k.s.ecmain) nasıl olur da edepsizliğe imza atarlar. Bahsi edilen konular, zamanımızın Salman Rüşdi gibileri tarafından atılan çamurların izleri ile günümüze kadar gelmişlerdir. Son zamanlarda da hatırlarsanız eğer, amerikada Vedud isminde Müslüman (!) bir kadın içlerinde çoğunluğu erkek olan bir gruba namazda imamlık yapmış ve kadından da imam olur tezini bir nevi aklı sıra doğrulama yoluna gitmişti. Oysa; bütün İslam Alemi biliyor ki, kadından erkeklerinde aralarında bulunduğu bir topluluğa imam olması İslam akidesinin çok çok uzağındadır.

Tasavvuf; bütün özünü ve gücünü şeriat’ten alır. Şeraitsiz bir tasavvuf tasvir dahi edilemez; çünkü batıldır!

Konu başlığında sözü edilen Bayesiz-i Bestami (k.s.) şeriatı hakkı ile yaşayan zamanının irfan ehli’dir. Derdi ki: "Otuz yıl mücahede işinde çalıştım, bunun sonunda anladım ki; kul için en zor şey ilim ve ilmin gereğini yapmaktır. Mansur misali bazen Şeriat'e aykırı sözler ağzımdan çıkmış malum.. Vahdet hali.. ince sır…” Derdi ki: "Ağzımdan Şeriat'e aykırı böyle sözler döküldüğünü duyarsanız, üzerime kama ve kılıçlarla saldırınız." İrfan sahibinin vasfını sordular. Şu cevabı verdi: "Tıpkı cehennem ehli gibi... onlar ölmek ve dirilmek bilmeyen hayata sahiptirler, yanarlar, yanarlar, ama bunları yakan bir başka ateştir, aşk ateşidir, muhabbet ateşidir..."

Böylesine şuurlu ve hikmetli sözler sarfeden bir insan, şimdi nasıl olurda iddia edildiği gibi edebe aykırı sözler ve lafızlarda bulunabilir. Hangi cüret bunu O gibi insanlara meşru kılabilir. Böyle bir saçmalık kabul edilemez. Haddi zatında bu gibi sözler, şeriata aykırılığın ötesinde; Allah katında kul hakkına girer, iftira hükmündedir. Resulu Ekrem (s.a.v.) efendimiz bir hadislerinde “Alimin eti zehirlidir” buyuruyor. Yani gıyabında aleyhine yönelik söylediğiniz her söz sizi zehirler. Kaldı ki; bu tür konulara eğilen her insanın ahvaline baktığımız zaman gördüğümüz tek gerçek: Tasavvufun “t” harfinden dahi haberi yok! Yaşamadığına düşman yani! Bu şuna benzer ki; bir insan ressamdır, bir gün kalkar üç boyutlu bir resim çizer. Görmek isteyen biraz mücadele ederek ana temayı görmeye çalışır ve mantığını anladıktan sonra da gözü alışınca görür. Ama resmin yüzeysel yerlerine bakıp, görmekten vazgeçen kişi ise der ki; “güya ressam olacak, kargacık burgacık bir şeyler karalamış resim diye millete yutturuyor.” Oysa bilse! Gerçekten görmek istese ne harikulade bir görüntü var ve bunu yapmak için gerçekten çok ciddi bir emek verilmiş olduğunu bir anlasa! Rüyaya inanır ama rüya ile amel edilmez gerçeğini savunur. Bir yerde doğrudur da bu söylemi. Ama biraz daha ilerlese bu konuda, salih rüyaların peygamberliğin 46 cüzünden bir cüz olduğunu da görecektir. Aynı bu mantık ile devam edildiği zaman alimlerin ve ariflerin; Peygamberlerin varisleri olduğu gerçeğini de kabullenecektir.

îmam-ı Rabbani (k.s) Mektubat ta buyurur:
“- Bayezid-i Bistami’nin Sübhan sözünün manası hakkı tenzihdir. Kendini tenzih değildir. Bayezid-i Bistami, Sübhani sözünü yolun ortasında iken söylemiştir. Sonra bundan geçip kemale kavuşmuştur.”

İmam-ı Yafiî anlatır: Birisi Abdümihman bin Yahya'ya tevekkülden sordu, “Elini ejderhanın ağzına soksan ve bileğine kadar ağzına girse. Allahü Teala ile olup, başkasından korkmamandır" buyurdu. Bayezid Bestami (k.s.) hazretlerine de tevekkülden sormaya gittim. Kapıyı çaldım. Birden "Abdurrahman'ın sözü sana kafi gelmedi mi?" buyurdu. Kapıyı açın dedim. "Sen beni ziyarete gelmedin, cevabını da kapının arkasından aldın" buyurdu. Ve bana kapıyı açmadı, Gittim, bir sene sonra ziyaretine geldim. Bir ay miktarı yanında kaldım. Bu zaman içinde kalbimden geçen her şeyi bana haber verirdi.

ON ŞEY

Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.) buyurdu ki: "Şu on şey beden üzerine farzdır:

1) Farzları noksansız yerine getirmek,
2) Haram kılınan şeylerden kaçınmak,
3) Allah için mütevâzî olmak,
4) Müslüman kardeşlerine eziyet etmekten sakınmak,
5) İyi ve kötü herkes için hayır isteyen olmak,
6) Allahü teâlânın mağfiretini arzulamak,
7) Her işte ve her hâlükârda Allah rızâsını gözetmek,
8) Öfkeyi, gurur ve taşkınlığı, zulüm ve haksızlığı, üzücü ölçüde mücâdeleyi terketmek,
9) Kendi kendine nasîhatçı olmak, nefsi terbiyeye çalışmak,
10) Ölüme bilerek hazırlanmak."
Bütün bunları ilim ve irfanı ile yaşamış olan bir insan için yapılan suçlamaları ve iftiraları “müslümanım” diyen her insanın vijdanına havale etmek gerekir.

Yine bir gün bir mecliste sohbet esnasında şunları söylüyor:mücahede konusunda on iki sene nefsimin demircisi oldum. (nefsimi parlatmak için onu on iki sene dövdüm.) beş sene nefsimin aynası oldum. bir yıl nefsimle kalbimin aynasına baktım. birden belimde bir zünnarın durmakta olduğunu görmeyeyim mi? bu zünnarı kesmek için on iki sene uğraştım. sonra yine baktım ve bu sefer içimde bir zünnarın olduğunu gördüm. bunu kesmek için de beş sene didindim. zünnarı nasıl kestiğimi düşünürken keşfim açıldı. halka baktım, hepsini ölü halde gördüm. cenaze namazlarını kılmak için üzerlerine dört kere tekbir getirdim.”

Tasavvuf konusunda yine bir başka zamanın alimi Cüneyd-i Bağdadi (k.s.) bakın ne buyurur: "Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir". "Tasavvuf, mâsivâ ile alakayı keserek, Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır". Masiva ile alakayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan her şeyi terk etmek demektir.

Masiva şâibesinden dili tathîre çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış.

Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk'ın kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan güneşiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini araştırmaktır; irfan ise bir nevi sezerek anlayıştır, ayrı bir mevhibedir. İlmini bilene mahsus bir haldir, yaşamak gerekir.
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
Bu konuda yapılan asılsız iddiaları, yine bu yolun erleri tarafından defalarca okunup bu hikmete göre amel ettikleri gerçeğini gözönünde bulundurarak ayette ne buyuruyor ona bakalım: "Eğer yer ile gökte Allah (cc)'tan başka ilahlar olsaydıhiç şüphesiz bunların ikisi de fesada uğrar ve yok olurdu. O halde arş'ın Rabbi olan Allah (cc) onların vasfetmekte oldukları şeyden münezzehtir." (Enbiya : 22)

Demek ki tasavvuf ehli sizlerin asılsız iddialarınızdan da uzaktır. Allah (cc) herşeyi hakkı ile yaratıp, Ezel ve Ebed (cc)dir. Meleklerin bile cinsiyetinin muğlak olduğu konuda haşa! Yüce Rabbül Alemini (cc) kadın şekli ile vasfetmek; ancak ve ancak "lain" şeytanların işidir. Bunlara inanmak da elbette cahillerin işidir.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
Bu konuda yapılan asılsız iddiaları, yine bu yolun erleri tarafından defalarca okunup bu hikmete göre amel ettikleri gerçeğini gözönünde bulundurarak ayette ne buyuruyor ona bakalım: "Eğer yer ile gökte Allah (cc)'tan başka ilahlar olsaydıhiç şüphesiz bunların ikisi de fesada uğrar ve yok olurdu. O halde arş'ın Rabbi olan Allah (cc) onların vasfetmekte oldukları şeyden münezzehtir." (Enbiya : 22)

Demek ki tasavvuf ehli sizlerin asılsız iddialarınızdan da uzaktır. Allah (cc) herşeyi hakkı ile yaratıp, Ezel ve Ebed (cc)dir. Meleklerin bile cinsiyetinin muğlak olduğu konuda haşa! Yüce Rabbül Alemini (cc) kadın şekli ile vasfetmek; ancak ve ancak "lain" şeytanların işidir. Bunlara inanmak da elbette cahillerin işidir.


git kitaplarından araştır arkadaşım böyle asılsız idaa demekle olmuyor bu işler

sizin zamanın buyük zatlarınız bile bu sözleri temize cıkarmak için kılıktan kılığa girmişlerdir
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
git kitaplarından araştır arkadaşım böyle asılsız idaa demekle olmuyor bu işler

sizin zamanın buyük zatlarınız bile bu sözleri temize cıkarmak için kılıktan kılığa girmişlerdir
Bu konuyu açan sevgili Mücahid kardeşim terbiyesi ile yazması gerekenler yazsın demişti. Sanırım kapsam alanı dışında kaldın. Senin açından üzücü.

Bir ara salman rüşdü denilen yazarda sizin cenahlarda geziyordu. Şimdi boğazına durdu, yediği ekmeğin dahi tadını alamıyormuş. Biz, her konuda her yazarı okuruz. Bizim büyük zatlarımız zaten okumazsak bizi ayıplar. Sünneti Kur'an önderliğinde algılamayan ise zaten kendisine en büyük zararı vermiş olur. Alimler ve arif-i billah bu gibi konularda sükut eder ki, karşıdaki kişi kendi hezeyanlarında daha derinlere girmiş olup da küfrünü arttırmasın ister. Ama biz dar kalıplı insanlar (ben, yani kendim) tutamayyız kendimizi illa cevap veriririz. Halbuki her insan, ne yaparsa kendine yapar.

Üslubuna bakılırsa kof bilgiler ile gelmişsin. Bildiğin yanıldığına yetmiyor. Senin bütün yazdıklarına cevabım şu olur benim. Onyedi bitti Onsekizinci yılından gün aldı bu tasavvufa gireli böyle rezalet görmedim. Bu işler dışardan gazel okumak ile olmuyor. İşin içine girip birde oradan bakmak gerekiyor. Taklidi imandan geçmen gerekiyor. Tahkike inmen gerekiyor. Hani bazı sanatçı olmak isteyenlere şan dersi verenler ikaz ederler ya: "kafa sesini verme, gırtlağından ver." İşte sizinkisi bu minvalde aynı hesaba geliyor. Kafa sesin ile konuşuyorsun. Göğüs ve gırtlağın yırtılır diye hançerene inemiyorsun. Her alim yanılıyor ama senin itibar ettiğin alim yanılmıyor. Neden ? Çok fazla enaniyet gösteriyorsun da ondan.

Kendi fikirlerin olmadığı gibi, başkalarının yazdıklarına itibar ederken doğruluk, zaman ve hakikat çizgilerinin üzerine bastığının farkına varamıyorsun. İsmail Bursevi (k.s.) zamanının alim geçinenlerini kasd ederken, sen bütün zamanlara şümul sayıyorsun. Hakikaten okuduklarını idrak edemiyorsun. Basiretin mi bağlandı nedir ?

Bu zamanda dahi ismail Bursevi (k.s.) hazretlerinin dediği türden alimcikler! mevcut. Bunların zamanın süfyanı veya deccali denilse yeridir. Din'i itikadı bozan her şey, her söz, her eylem ifsad ehline hizmetdir. Oysa İslam alimleri; hepsinin de temel iddiası İslam hizmetkarı olmaktır. Davaları bu yol üzerine kuruludur. Sırat-ı müstakim bu yol ile sağlamlaşır. Din nedir ? Şimdi sıralarsın, din; namazdır, din; oruçtur, din; zekattır vs. Oysa Din; sadece ahlaktır! Ahlak yoksa, bilki imanda olmaz. İman yoksa bilki itikad da olmaz. İtikadın yok ise, bil ki; Dinin de yoktur. Kimin ne dediği yada demediğinden ziyade Kur'an'ın ne diyor sen O'na bak!

"Biz bu meselleri insanlara beyan ve irad ediyoruz. Bunları hakkıyla ancak ilim ve iz'an sahipleri idrak ederler." (Ankebut : 43)

"Alimlerle cahiller hiç bir olur mu? Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünürler" (Zümer : 9)


Allah (cc) iz'an nasip etsin anlamayanlara.
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
İBN ARABİYİ TEKFİR EDEN ALİMLER

İmam Şahabudin Ahmed bin Yahya bin Abi Hajlah El-Tilmisani el-Hanefi.

İmam Abdul Latif es-Saudi (ö 736 Hicri)

İmam el-Hüseyin bin Abd'ur-Rahman bin Muhammed bin Ali el-Hüseyin el-Alevi eş-Şafi ''el-Ahdal'' olarak meşhurdur.

Sultan el-Ulema İzzuddin Abdul Aziz bin Abdus Selam bin Ebil Kasım es-Sulami eş-Şafi

İmam Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Yusuf daha çok İmam İbni el-Jaziri eş-Şafi olarak tanınmaktadır.

İmam el-Katalani

İmam Beduruddin İbn Cema'a

İmam İmaduddin Ahmed bin İbrahim el-Vasiti

İmam Ebu Hayyan Muhammed bin Yusuf el-Endulusi ''İbni Ebi Hayyan'' ismiyle meşhurdur

İmam Takuyuddin Şeyhul İslam Ali bin Abdul-Kaafi es-Subki eş-Şafi

İmam el-Hafız Takuyiddin el-Fasi

İmam Bahauddin es-Subki

İmam Şerafeddin İsa bin Mesud ez-Zevavi el-Maliki

İmam Nureddin Ali bin Yakub el-Bakari eş-Şafi

İmam Necmeddin Muhammed bin Ukail el-Balisii eş-Şafi

İmam Ebu Umame Muhammed bin Ali İbni en-Nakkaş el-Mısri eş-Şafi

İmam Cemaleddin Abdullah bin Yusuf bin Hişam daha çok İmam İbni Hişam olarak tanınmaktadır.

İmam Şemseddin Muhammed el-E'ieri eş-Şafi

İmam Lisanuddin Muhibuddin İbni el-Hatib el-Endulusi el-Maliki

İmam Şemseddin Ebu Abdullah Muhammed el-Musuli eş-Şafi
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
git kitaplarından araştır arkadaşım böyle asılsız idaa demekle olmuyor bu işler

sizin zamanın buyük zatlarınız bile bu sözleri temize cıkarmak için kılıktan kılığa girmişlerdir

Sevgili el karia yazılan yazılara edeb dairesinde gelen ilk cevaba verdiğiniz bu tepkili üslubu kınıyorum.Amacımız herkes dağarcığındaki ve araştırmalarındaki doğruları ortaya koysun ve bunu samimiyetle yapsın.Dayatmalardan uzak olsun paylaşımlar.Şayet böyle yaparsak Mevla, okuyan kardeşlerimizin de maksimum saviyede fayda temin etmesini sağlıyacaktır yazılanlardan. Bu tavrınızı değiştirmenizi öneriyorum,aynı tepkiye muhatap olan siz olduğunuzda da emin olun tavrım aynı olacaktır.Kavga ve ithamdan uzak samimi paylaşımlarda bulunmak temennisi ile.Unutmayalım mü'minler ancak kardeştir.Dua ile
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
Sevgili el karia yazılan yazılara edeb dairesinde gelen ilk cevaba verdiğiniz bu tepkili üslubu kınıyorum.Amacımız herkes dağarcığındaki ve araştırmalarındaki doğruları ortaya koysun ve bunu samimiyetle yapsın.Dayatmalardan uzak olsun paylaşımlar.Şayet böyle yaparsak Mevla, okuyan kardeşlerimizin de maksimum saviyede fayda temin etmesini sağlıyacaktır yazılanlardan. Bu tavrınızı değiştirmenizi öneriyorum,aynı tepkiye muhatap olan siz olduğunuzda da emin olun tavrım aynı olacaktır.Kavga ve ithamdan uzak samimi paylaşımlarda bulunmak temennisi ile.Unutmayalım mü'minler ancak kardeştir.Dua ile


sayın mucahid bu arkadaşımız son derece kışkırtıcı beyenatlar vermektedir

ayrıca uslubumun neresinde terbıyesızlık edebe aykırılık var anlıyamadım

bu arkadaş bızlerı cahil ilan ediyor yazısı edep dahili oluyor bizler cevap veriyoruz edepsiz oluyoruz


ben şunu belirmek istiyorum bu arkadaş idaaların asılsız olduğunu idaa ediyor

imam rabbanı mektubatında ibni arabının sarfettiği sözleri hayretle karşılamasına rağmen şeriate aykırı bulmasına rağmen şeriate uyrululur gibi sözler sarfetmiştir

uymasada uydururuz demeye çalışmışıtır el insaf artık
 

elkaria

Member
Katılım
25 Kas 2007
Mesajlar
271
Tepkime puanı
3
Puanları
18
Yaş
43
Sual: İbni Arabi hazretlerine dil uzatılıyor. Evliyaya dil uzatmak caiz midir?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri, Mektubat’da buyuruyor ki:
(Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddin-i Arabinin, birçok sözlerinin ehl-i sünnete uymaması, şaşılacak şeydir. Hataları keşfinde, kalbde doğan bilgilerde olduğu için, ictihaddaki hatalar gibi bir şey söylenemez. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnete uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim.

Onun hakkında konuşanlardan bir kısmı haddi aşıyor, bir kısmı büsbütün mahrum kalıyor. Evliyanın büyüklerinden olan M.Arabi hazretleri, keşflerindeki hatalardan dolayı büsbütün reddedilemez. Onun vahdet-i vücud bilgisi, görünüşte, ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu gösterdim.) [m.266]



demmekki neymiş sayın radikal islam biz cahil değilmişiz demmekki böyle sözler sarfedilmişki mudafacılarıda olumuş ve temize çıkarılmaya çalışılmız buyrun buna ne diyeceksiniz.
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Elkaria uyarımı tekrardan okursan seni edepsizlikle itham etmediğimi görürsün.Sadece edeple yazılan bi yazıya verdiğin "SEN GİTTE" tarzında ki kişisel tepkiyi kınadım.Anlatmak istediğimiz aslolanın kişilerin değil, fikirlerin tartışılması gereğidir.Yoksa münazara hiç bi sonuca ulaşmaz kişiler ve isimler üzerinde kilitlenir kalır.Umarım bu yanlış anlaşılma düzeltilmiştir.Dua ile
 

radikal

New member
Katılım
10 Şub 2007
Mesajlar
2,635
Tepkime puanı
1,763
Puanları
0
Yaş
50
Konum
Gönül aleminden
demmekki neymiş sayın radikal islam biz cahil değilmişiz demmekki böyle sözler sarfedilmişki mudafacılarıda olumuş ve temize çıkarılmaya çalışılmız buyrun buna ne diyeceksiniz.
Sayın elkaria; cahillik kitap taşıma ile gitmez. Kitapları beyninizin içinde taşımanız ile son bulur. Taşımak için günümüzde başka araçlar var zaten. Siz gördüğüm kadarı ile gönüllü olarak taşıyorsunuz. Ama bence içine girmelisiniz. Yani okumalı ve sonra insalığın gereği; düşünmelisiniz!


Kaynak olarak verdiğiniz mümtaz şahıs, Nakşibend halkasının en büyüklerinden İmam-ı Rabbani'dir (k.s.) ve benim itibar ettiğim ve her sözünü büyük bir zevk ile okuduğum zat-ı muhteremdir. Verdiğiniz kaynak sizden daha ziyade bizi haklı çıkarıyor. Diğer mektublarını da alın okuyun.

Saygılarımla!
 

rusen_alp

New member
Katılım
11 Mar 2007
Mesajlar
1,475
Tepkime puanı
86
Puanları
0
Yaş
42
Konum
ruhlar aleminden
varolan her şey Allah ın tecellisi olduğundan . alemde olan herşey bize Allahı isaret eder. Canlı ve cansız tüm mevcudat Allahı zikreder . fakat bizler bunu göremeyiz , hissederiz . Peygamberfendimizse bunu görmüştür. Örneğin insanlar , güzel bir meyve görünce hemen ne kadar güzelmiş deriz, oysa dememiz gereken Elhamdülillah, rabbim bunu ne kadar güzel yaratmış olması gerekir. Hem insanlar aşık olursa her yerde sevdiğini görür, artık o sevdiğinden başka kimseyi göremez. İşte Allah dostları böyledir, onlar nereye baksa Allah ı görürler.
 
Üst Alt