Marksist Demokrasi
Halk demokrasisi bahsinde de işaret edildiği gibi, demokratik siyasete ilişkin Marksist yaklaşımın kökleri sınıf analizine dayanır. Bu yaklaşımda siyasi iktidar dar bir biçimde seçime ilişkin haklar veya grupların lobicilik ve kampanya yapma yoluyla çıkarlarını ifade edebilmeleri anlamında anlaşılmaz. Bundan ziyade, daha derin bir düzeyde siyasi iktidar, iktisadi iktidarın ve özelde üretken zenginliğe eşit olmayan bir sahip olma durumunun dağılımını yansıtır.
Bu bağlamda liberal demokrasinin Marksist eleştirisi, demokrasi ile kapitalizm arasındaki iç çelişkiye, yani liberal demokrasinin ifade ettiği siyasi eşitlik ile kapitalist sistemin kaçınılmaz bir şekilde ürettiği sosyal eşitsizlik arasındaki çelişkiye odaklanmaktadır. Dolayısıyla liberal demokrasiler, bir hakim sınıfın tesis ettiği iktidar tarafından manipüle ve kontrol edilen "kapitalist" veya "burjuva" demokrasileridir.
Bu anlamda Marksizm plüralist demokrasinin kendine özgü bir eleştirisini sunar. Toplumda sınıf iktidarı eşitsiz bir şekilde dağıtıldığı sürece, siyasi iktidar da yaygın ve eşit bir şekilde dağıtılamaz. Aslında birçok bakımdan Marksist görüş, plüralizmin elitist eleştirisiyle paralellik arz eder. Her iki görüş de iktidarın nihai olarak bir azınlığın elinde toplandığını ileri sürer. Temel farklılık, bu azınlığın "iktidar eliti" mi yoksa "yönetici sınıf" mı olduğudur.
Bununla beraber başka önemli farklılıklar da teşhis edilebilir. İlk olarak elitistler iktidarın çok çeşitli kaynaklardan (eğitim, sosyal statü, bürokratik konum, siyasi bağlantılar, zenginlik vs.) geldiğini ileri sürerken, Marksistler iktisadi faktörün, özellikle de üretim araçlarının mülkiyet ve kontrolünün belirleyici önemine vurgu yaparlar.
Dahası, elitistler, örneğin parçalanmış bir elit grubu arasında rekabet mevcut olduğunda, siyasetin bir ölçüde demokratik baskılar yoluyla şekillenebileceğim' kabul ederler ve elitist yönetimin önemi konusunda daha az nettirler. Buna karşılık Marksistler, yönetici sınıfın kendi çıkarlarını gerçekleştirme arzusunda olduğunu ve bundan dolayı diğer sınıflara sadece kapitalizmin istikrarını sağlamak ve eşitsiz sınıf iktidarı sistemini devamlı kılmak için tavizler verdiğini savunma eğilimindedirler.
Ancak, modern Marksistler, seçimli demokrasiyi bir göz boyamadan ibaret görerek reddetmeye daha az isteklidirler. Örneğin Avro-komünistler devrim düşüncesini terk etmişlerdir ve onun yerine barışçıl, yasal ve demokratik bir "sosyalizm yolu" fikrini benimsemişlerdir. Jürgen Habermas ve Claus Offe (1984) gibi IMeo-Marksistler, yine de kapitalist demokrasinin çelişkilerine ve belki de ona mündemiç istikrarsızlığa dikkat çekmişlerdir.
Bu yaklaşımda bir yandan demokratik süreç hükümeti amansız bir şekilde yükselen kamu harcamalarına ve özellikle iktisadi ve sosyal hayatta devletin sorumluluklarının gelişen bir biçimde genişlemesine götüren halkın taleplerine cevap vermeye zorlar; diğer yandan ise kapitalizmin uzun-vadede ayakta kalması, yüksek vergilerin teşebbüs üzerinde olumsuz etki yaptığı ve sürekli artan kamu borçlanmalarının daimi bir yüksek enflasyona yol açtığı bir mali kriz tarafından tehdit edilmektedir.
Hem demokratik baskılara karşı direnmek, hem de iktisadi çöküş riskiyle karşı karşıya bulunmak, Habermas'a göre (1973) kapitalist demokrasinin meşruluğunu devam ettirmeyi güçleştirmektedir
Devam edecek
Halk demokrasisi bahsinde de işaret edildiği gibi, demokratik siyasete ilişkin Marksist yaklaşımın kökleri sınıf analizine dayanır. Bu yaklaşımda siyasi iktidar dar bir biçimde seçime ilişkin haklar veya grupların lobicilik ve kampanya yapma yoluyla çıkarlarını ifade edebilmeleri anlamında anlaşılmaz. Bundan ziyade, daha derin bir düzeyde siyasi iktidar, iktisadi iktidarın ve özelde üretken zenginliğe eşit olmayan bir sahip olma durumunun dağılımını yansıtır.
Bu bağlamda liberal demokrasinin Marksist eleştirisi, demokrasi ile kapitalizm arasındaki iç çelişkiye, yani liberal demokrasinin ifade ettiği siyasi eşitlik ile kapitalist sistemin kaçınılmaz bir şekilde ürettiği sosyal eşitsizlik arasındaki çelişkiye odaklanmaktadır. Dolayısıyla liberal demokrasiler, bir hakim sınıfın tesis ettiği iktidar tarafından manipüle ve kontrol edilen "kapitalist" veya "burjuva" demokrasileridir.
Bu anlamda Marksizm plüralist demokrasinin kendine özgü bir eleştirisini sunar. Toplumda sınıf iktidarı eşitsiz bir şekilde dağıtıldığı sürece, siyasi iktidar da yaygın ve eşit bir şekilde dağıtılamaz. Aslında birçok bakımdan Marksist görüş, plüralizmin elitist eleştirisiyle paralellik arz eder. Her iki görüş de iktidarın nihai olarak bir azınlığın elinde toplandığını ileri sürer. Temel farklılık, bu azınlığın "iktidar eliti" mi yoksa "yönetici sınıf" mı olduğudur.
Bununla beraber başka önemli farklılıklar da teşhis edilebilir. İlk olarak elitistler iktidarın çok çeşitli kaynaklardan (eğitim, sosyal statü, bürokratik konum, siyasi bağlantılar, zenginlik vs.) geldiğini ileri sürerken, Marksistler iktisadi faktörün, özellikle de üretim araçlarının mülkiyet ve kontrolünün belirleyici önemine vurgu yaparlar.
Dahası, elitistler, örneğin parçalanmış bir elit grubu arasında rekabet mevcut olduğunda, siyasetin bir ölçüde demokratik baskılar yoluyla şekillenebileceğim' kabul ederler ve elitist yönetimin önemi konusunda daha az nettirler. Buna karşılık Marksistler, yönetici sınıfın kendi çıkarlarını gerçekleştirme arzusunda olduğunu ve bundan dolayı diğer sınıflara sadece kapitalizmin istikrarını sağlamak ve eşitsiz sınıf iktidarı sistemini devamlı kılmak için tavizler verdiğini savunma eğilimindedirler.
Ancak, modern Marksistler, seçimli demokrasiyi bir göz boyamadan ibaret görerek reddetmeye daha az isteklidirler. Örneğin Avro-komünistler devrim düşüncesini terk etmişlerdir ve onun yerine barışçıl, yasal ve demokratik bir "sosyalizm yolu" fikrini benimsemişlerdir. Jürgen Habermas ve Claus Offe (1984) gibi IMeo-Marksistler, yine de kapitalist demokrasinin çelişkilerine ve belki de ona mündemiç istikrarsızlığa dikkat çekmişlerdir.
Bu yaklaşımda bir yandan demokratik süreç hükümeti amansız bir şekilde yükselen kamu harcamalarına ve özellikle iktisadi ve sosyal hayatta devletin sorumluluklarının gelişen bir biçimde genişlemesine götüren halkın taleplerine cevap vermeye zorlar; diğer yandan ise kapitalizmin uzun-vadede ayakta kalması, yüksek vergilerin teşebbüs üzerinde olumsuz etki yaptığı ve sürekli artan kamu borçlanmalarının daimi bir yüksek enflasyona yol açtığı bir mali kriz tarafından tehdit edilmektedir.
Hem demokratik baskılara karşı direnmek, hem de iktisadi çöküş riskiyle karşı karşıya bulunmak, Habermas'a göre (1973) kapitalist demokrasinin meşruluğunu devam ettirmeyi güçleştirmektedir
Devam edecek