Ma’lûmdur ki, bir kelimenin “lügavî” ma’nâsı ayrıdır; “ıstılahî” ma’nâsı da bütün bütün ayrıdır. Istılahî ma’nâ; o işin ehil ve erbâbı tarafından kullanılan ma’nâdır. Meselâ; tasavvufa âit bir kelimeyi mutasavvıflardan; kelâma âit bir kelimeyi ilm-i kelâm ulemâsından; tıbla alâkalı bir terimi doktordan; siyâsetle alâkalı bir deyimi siyâsetçilerden sormak lâzımdır. Eğer onların kullandığı ma’nâda o kelimeye ma’nâ verilmezse, hatâ edilmiş olur. Meselâ; “demokrasi”nin lügat ma’nâsı; “halkın otoritesi” (hürriyyet) demektir. Demokrasinin mâzîsi, takrîben 2000 yıl evvele dayanır. Demokrasi, Yunan feylesoflarının geliştirdiği beşerî bir sistemdir.
Bunlara göre demokrasi:
“İnsanın hiç bir kánûn altına girmeden, kendi aklınca dilediği gibi hareket etmesi gerektiğini ileri süren bir düşüncedir. Yâni, insânın ne beşerî kánûnları, ne de İlâhî kánûnları dinlemeden, herhangi bir baskı altında kalmadan ve başkasını da baskı altına almadan kendi hevâ ve hevesine göre yaşaması gerektiğini ileri süren bir düşüncedir.”
Bugünün feylesoflarının kabûl ettikleri demokrasi’nin ta’rîfine gelince:
“Demokrasi, halkın kendi kendini idâre etmesidir. Yâni, kendi idârecilerini kendilerinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da bizzât kendilerinin çıkarmalarıdır.”
Mâdem her iki ta’rîfe göre de demokrasi, beşerîdir; öyle ise Kur’ân nazarında merdûddur, gayr-ı meşrû’dur.
Demokrasinin daha geniş ma’nâsını anlamak için, bu sahada yazılan eserlere mürâcaat edilebilir. 2000 küsûr seneden beri kullanılan bir kelimenin ıstılahî ma’nâsı değiştirilemez. O hâlde, ba’zı kesimlerin demokrasi gibi ba’zı terimleri kendilerine göre ta’rîf etmelerine i’tibâr edilmez.
Gerek sosyalizm, gerek komünizm, gerekse demokraside dîn, devlet işlerine karışamaz ve dîni esâslara dayalı devlet kurulamaz. Onların ta’bîrince, dînî esâslara dayanan sistem “teokrasi”; dînî esâslara dayanmayan sistem ise “demokrasi” vb isimler ile isimlendirilir.
Bütün dünyâ siyâsetçilerinin ta’rîf ettiği böyle bir demokrasiyi meşrû’laştırmaya kalkışan kişinin misâli; tıb noktasında bütün dünyâ profesörlerinin verdikleri bir karâra karşı, hiç tıbla ilişkisi olmayan bedevî bir insânın onların o karârlarını beğenmeyip, hepsinin yanlışını isbât etmeye kalkışmasına benzer.
“Demokrasi, halkın kendi kendini idâre etmesidir. Yâni, kendi idârecilerini kendilerinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da kendilerinin çıkarmalarıdır.”
Bedîüzzamân Hazretleri, İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde “şerîat” kelimesini ise şöyle ta’rîf etmektedir:
“İnsândaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i akliyye Sâni tarafından tahdîd edilmediğinden ve insânın cüz-i ihtiyârîsiyle terakkísini te’mîn etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muâmelâtta zulüm ve tecâvüzler vukúa gelir. Bu tecâvüzleri önlemek için, cemâat-ı insâniyye çalışmalarının semerelerini mübâdele etmekte adâlete muhtâcdır. Lâkin, her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyâc vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kánûn şeklinde olur. Öyle bir kánûn, ancak şerîattır.” (age, s.84)
Bedîüzzamân Hazretlerinin şerîat hakkında yaptığı bu ta’rîf, şu âyet-i kerîmelerden mülhemdir:
ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلى شَريعَةٍ مِنَ الْاَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَ الَّذينَ لَايَعْلَمُونَ
“Sonra ey Rasûlüm! Seni dînden bir yol, bir şerîat üzere muvazzaf kıldık. Onun için sen, o şerîata uy da, bilmeyen kimselerin hevâlarına tâbi’ olma!” (Câsiye, 18 )
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً
”Ey Peygamberler! Sizden her biriniz için Biz bir şerîat kıldık.” (Mâide, 48 )
Bu ta’rîfler muvâcehesinde anlaşıldı ki: Şerîat ayrıdır, demokrasi bütün bütün ayrıdır. Şerîatın demokrasi ile hiçbir alâkası yoktur. Çünkü, şerîat İlâhî kánûnlar mecmûâsıdır, demokrasi ise beşerî sistemdir. Şerîat semâvîdir, demokrasi ise arzîdir.
...
Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri cumhûriyyet”i şöyle ta’rîf etmektedir:
“Eskişehir mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdâfaatımda dahi yazılmamış bir eski hâtırayı ve latîf bir vâkıa-i müdâfaayı aynen beyân ediyorum.
“Orada benden sordular ki: ‘Cumhûriyyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyâya gelmeden, ben dîndar bir cumhûriyyetçi olduğumu elinizdeki târihçe-i hayâtım isbât eder. Hulâsâsı şudur ki: O zamân, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivâda idim. Bana çorba geliyordu, ben de tânelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim.
“İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: ‘Bu karınca ve arı milletleri, cumhûriyyetçidirler, o cumhûriyyet-perverliklerine hürmeten tânelerini karıncalara verirdim.’ Sonra dediler: ‘Sen, selef-i sâlihîne muhâlefet ediyorsun?’ Cevâben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn; her biri hem halîfe, hem reis-i cumhûr idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahâbe-i kirâma elbette reis-i cumhûr hükmünde idi. Fakat, ma’nâsız isim ve resim değil, belki hakíkat-ı adâleti ve hürriyyet-i şer’ıyyeyi taşıyan ma’nâ-yı dîndar cumhûriyyetin reisleri idiler.’ ” (Şuâlar, s. 279)
Bedîüzzamân Hazretlerinin yukarıda zikredilen “cumhûriyyet” ta’rîfi ile “demokrasi” ta’rîfi mukáyese edildiğinde görülecektir ki; cumhûriyyet ayrıdır, demokrasi ise bütün bütün ayrıdır. Cumhûriyyet, hakíkí ma’nâda kullanılsa ve lâfızdan ibâret kalmasa, hakáik-ı Kur’âniyyeye muhâlif değildir; belki hakáik-ı Kur’âniyyeye tam tamına muvâfıktır ve ta’bîr bakımından da İslâmî bir ta’bîrdir. Zîrâ, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ
“Onlar, işlerinde meşveret ederler.” (Şûrâ, 38 )
Bir başka âyet-i kerîmede ise şöyle buyurulmaktadır:
وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ
“İş husûsunda onların re’ylerini al, fikirlerine mürâcaat et, müşâveret et.” (Âl-i Imrân, 159)
Bu âyet-i kerîmelerin sarâhatine ve hukúk-ı İslâmiyyeye göre Kur’ânî bir devletin idâresinde “Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâya muhâlif olmamak şartıyla cemâatin re’yiyle milletin idâre edilmesi” demek olan “cumhûriyyet” meşrû’dur, cumhûrun re’yi bu ölçüler içerisinde mu’teberdir.
Demokrasi ise; cumhûriyyetten çok daha ayrı bir cereyândır.
...
Bu asrın ta’bîrince demokrasiye “sağcılık”; sosyalizm ve komünizme de yine bu asrın ta’bîrince “solculuk” denilmektedir. Halbuki, Kur’ân nazarında bu asır insânlarının sağ dedikleri de soldur; sol dedikleri de soldur. Kısaca, Kur’ân’ın ta’yîn ettiği sistemin dışındaki bütün sistemler soldur. Tarîk-i îmân ve Kur’ân “sağ”dır; tarîk-i küfür ve dalâlet ise “sol”dur.
Evet, ahkâm-ı Kur’âniyyeye tamâmen muhâlif olan demokrasiye bu asır insânlarının “sağ” demeleriyle veyâ “İslâmî demokrasi” nâmını vermeleriyle hüküm değişmez.
Bu husûsta Bedîüzzamân (ra) şöyle buyurmaktadır:
“Küfür ile îmân ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyyete karşı komünist mücâdelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek îcâb ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler, hakları var; ‘Sağ İslâmiyyet, sol komünistlik, ortası da Nasrâniyyet’ diyebilirler. Fakat, bu vatanda küfr-i mutlaka karşı îmân ve İslâmiyyetten başka bir dîn, bir mezheb olamaz. Olsa, dîni bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü, hakíkí bir Müslüman hiçbir zamân Yahûdî ve Nasrânî olamıyor. Olsa olsa dînsiz olup tam anarşist olur.
“İnşâALLAH, Maârif ve Adliye Vekîlleri gibi sâir erkânlar da bu ehemmiyyetli hakíkatı tam anlayacaklar. Sağ-sol ta’bîri yerine, hak ve hakíkat ve Kur’ân ve îmân kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-i mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahrîbâtlarından kurtarmağa çalışmalarını rahmet-i İlâhiyyeden bütün rûh u canımızla niyâz ve ricâ ediyoruz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 434)
Evet, Kur’ân nazarında bütün kâfîrler “ashâb-ı şimâl” (Vâkıa, 41); bütün mü’minler de “ashâb-ı yemîn” (Vâkıa, 27) olarak tesmiye olunmuşlardır. Bu sebeble Kur’ân şâkirdlerinin ve Risâle-i Nûr talebelerinin en mühim vazîfesi, bu asır insânlarınca “sol” olarak kabûl edilen sosyalizm ve komünizmi müdâfaa etmek olmadığı gibi; yine bu asır insânlarınca “sağ” olarak kabûl edilen demokrasiyi de müdâfaa etmek değildir. Belki, doğrudan doğruya ahkâm-ı Kur’âniyyeyi müdâfaa etmektir.
(REDDÜL EVHAM-4 İsimli Eserden Alınmıştır..)