Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Altın Silsile

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Derviş Muhammed Semerkandî (k.s.)

Orta boylu, güzel yüzlü, buğday tenli, aksakallıydı. Azaları düzgün yapılı ve mütenasipti. Zahir ve batın ilimlerini bilen bir veliyi-kamil idi. Herkesin anlayacağı dilden konuşma özelliğine sahipti. Kabiliyet ve yetenekleri ortaya çıkarıp geliştirmede mahirdi. Cezbe ve istiğrakı sahi ve temkînine galip, isimsizliğe talip bir gönül eriydi. Bu yüzden "Derviş Muhammed" diye anılırdı.

Altın Silslle'nin 21. halkası Derviş Muhammed, Semerkantlı. Kadı Muhammed Zahid hazretlerinin kız kardeşinin oğlu. Emaneti ondan aldı. İlim ve irfanı ondan okudu. Onun gönül tezgahında muhabbet dokudu ve erenler kervanına katıldı.

Dayısına intisap etmeden önceki gençlik yıllarında tam on beş yıl züht, riyazet ve mücahide ile geçirdi. Barınağı viraneler, azığı açlık, işi zikir ve fikir olmuştu. Bir gün açlıktan iyice mecalsiz düşmüştü. Basını semaya kaldırıp acizliğini itiraf ile "Allahım" diye yakardı. Hak Teala hemen karşısına Hızır'ı hazır etti. Hızır ona:

- Sabır ve kanaat sahibi bir kul olmak istiyorsan dayın Kadı Muhammed Zahid'e git. Gireceğin mana yolunu o, sana öğretir, dedi.

Derviş Muhammed bunun üzerine Muhammed Zahid'in dergahına koştu. Teslim oldu. Onun himmeti altında hizmete başladı. Derslerinde yetişti, sohbetinde pişti. Halkı Hakka çağırabilecek bir kemale erişince şeyhi ona hilafet hırkası giydirdi. Şeyhinin vefatından sonra da postuna oturdu ve 970/1562 yılında vefat edinceye kadar bu hizmeti sürdürdü. Kabri Semerkant civarında Büster kasabasının Dasferar köyündedir.

Şeyhliği sırasında Semerkant bölgesinde dalalet ve bidatlerle mücadele etti. İnsanlara tebliğ ve irşad hizmeti götürmek için azimle çalıştı. Pek çok mürit ve müntesip yetiştirdi. Fakat, belki bilinmezliği ihtiyar ettiğinden, belki de Ubeydullah Ahrar ve Kadı Muhammed Zahid gibi, eserleri ve halifeleri İslam dünyasının her taratma yayılmış gönül sultanlarından hemen sonra gelmesinden, biraz gölgede kaldı. Bu yüzden gerek kendisi ve gerekse kendisinden hemen sonra emaneti devralan Hacegî Muhammed İmkenegî hakkında kaynakların verdiği bilgiler, yok denecek kadar azdır.

Derviş Muhammed'in yaşadığı yıllarda Osmanlı ülkesinin basında Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman gibi güçlü sultanlar bulunmaktaydı. îlmî, edebî ve tasavvufi hayat oldukça canlıydı. Merkez Efendi ve Sünbül Efendi gibi Halveti şeyhleri sultanların yakın çevresini tesirleri altına almış ve onların gönül dünyalarını aydınlatmaya çalışmaktaydı.

Nakşibendiyye'nin Ahrariyye kolu şeyhleri, daha Ubeydullah Ahrar'ın sağlığında tesirlerini sultan Fatih'e kadar duyurmuşlardı. Fatih Sultan Mehmed'in büyük bir saygı duyduğu ve duasını talep için elçiler gönderdiği Ubeydullah Ahrar'ın halifeleri daha bu yıllarda Anadolu'ya ve hemen ardından İstanbul'a ulaştılar. Simavlı Abdullah İlahî, bunların ilkidir. Abdullah îlahînin yetiştirdiklerinden Fatih'te medfün Emir Buharı ve Nefehatü'1üns mütercimi Bursalı Lamii Çelebi, Ahrariyye'nin önemli temsilcilerinden olmuşlardır. Kaynaklar, ilk Nakşibendi erenlerinden bazılarının Timur ordusu içinde Anadolu'ya geldiğini yazmaktadır. Timurlularla ilişkisi bulunan Nakşiler, önceleri Osmanlılara yaklaşmakta tereddüt etmişlerse de Fatih döneminde Ubeydullah Ahrar ve Molla Cami ile bu yol açılmış oldu. Ubeydullah Ahrar'ın halifeleriyle başlayan bu çığır, Osmanlı ülkesinde uzun, süre etkili olamadı.

Nakşibendiyenin Osmanlı ülkesinde en etkili olduğu dönem, Mevlana Halid el-Bağdadî'den sonraki dönemdir. İmam-ı Rabbanînin Müceddidiyye'si ile başlayan bu ikinci tanışma, Mevlana Halid ile zirveye ulaştı ve XIX. asırda Nakşilik İstanbul, Anadolu ve Balkanlar'da en yaygın tarikat konumuna geldi.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Hacegi Muhammed İmkenegî (k.s.)


Esmer tenli, yuvarlak, aydınlık yüzlü, seyrek sakallıydı. Feyz ve cez-besi yüksekli. İbadet ve zühde düşkündü. Kerameti zahir ve bahir olmakla birlikte sırrım insanların gözünden saklardı. "Kendisini bilen, Rabbını bilir" kaidesince kendi özündeki gerçeğe ermeğe büyük gayret sarfederdi. Tasavvufî disiplinin maddî ve manevî izleri hayatında görülebilecek olgunluktaydı.

Altın silsilenin 22. halkası Hacegî Muhammed îmkenegî, 21. halkadaki Derviş Muhammed'in oğlu ve halifesi. 918/1512 yılında Semerkand ile Buhara arasındaki İmkene köyünde doğdu. İlk temel İslamî bilgileri de, ileri seviyedeki tasavvufi incelikleri de babasından öğrendi. Sağlığında vekili, ölümünde halifesi oldu.

Hacegî, "hoca" anlamına gelen ve Nakşî şeyhlerinin adlarının basında "şeyh" manasına kullanılan "hace" kelimesinden. Sonundaki nisbet "ya" sı sebebiyle Farsça kaideye göre "h" harfi "g"ye dönüşmüştür. "Hacegî" hacegan yoluna mensup demektir.

"İmkenegî", İmkene'li anlamına. Aynı kaideye göre nisbet "ya"sı gelince "h" sesi "g"ye çevrilmiş.

Osmanlı devletinde tasavvufun en canlı olduğu yıllarda yaşayan bu gönül eri de babası gibi, meçhul kalanlardan. Bir asra yakın ömür sürerek 1008/1599 yılında vefat ettiği ve yaklaşık 38 yıl şeyhlik ettiği halde Osmanlı ülkesinde pek tanınmıyor. Belki bugün Taşkent ve Buhara kütüphanelerinde komünist zulmünden kurtulabilen kitaplarda onlara dair bilgiler bulunabilir. Ayrı bir araştırma konuşu. Bizim en önemli kaynağımız olan Abdullah b. Muhammed el-Hanî'nin el-Hadaiku'1-verdiyye fî hakaik ecillai'n- Nakşbendiyye, adlı eserinde bilgiler çok sınırlı. Ancak orada adı geçen Şerhu silsileti'z-zeheb diye bir eser var ki, biz henüz ona ulaşamadık. Türkî cumhuriyetlerin kapılarının açılmasından sonra sanırız ki. bu araştırmalar daha da kolaylaşacaktır.

ve minallahi't-tevflk.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Muhammed Bâkî Billâh (k.s.)

Ortaboylu, kırmızı tenli, seyrek sakallıydı. Vefatında henüz sakalının çok az bir kısmı ağarmıştı. Uzlet ve riyazat ehliydi. Kur'an tilavetine düşkündü. Geceleri az uyurdu. Az yemek ve az konuşmak onun tabii hali olmuştu.

Müceddid-i elif-i sânî; yani hicri ikinci bin yılın yenileyicisi unvanının haklı sahibi İmam-ı Rabbani hazretlerinin mürşidi. Hacegân pirânının ulularından.

O'nun hayat coğrafyası bugün Afganistan'ın baş şehri olan Kabil'den, Özbekistan'da Buhara yakınındaki Semerkant'a, oradan Hindistan'ın Delhi'sine kadar, Acem, Türkistan ve Hind diyarını içine alır.

673/1565 yıllarında Kabil'de doğdu. Gençlik yıllarında dini ilimler tahsili için Semerkant'a gitti. Orada bir süre dini ilimler tahsiliyle meşgul oldu. Ardından gönlüne tasavvuf yoluna sülük arzusu düşünce kendini Hâcegi Muhammed İmkenegi'nin kapısında buldu. Batın alemi kendisine bu gönül Sultanı eliyle açıldı. Üveysi-meşreb olduğu için gerek Şah-ı Nakşbend, gerekse Ubeydullah Ahrar hazretlerinden feyz aldığı kaydedilir. Hz. Ahrar, kendisine üveysi yolla emaneti yükledikten sonra onu Hindistan tarafına yolladı. Hindistan'da Delhi civarında Cihânâ-bâd'a yerleşti. Çevresine iman ve irfan nuru seçmeye başladı. Hindu, ya da putperest halka İslâm'ı, müslümanlara da tasavvufu anlatarak Ahmed Faruk es-Serhîndî'nin yetişeceği ortamı hazırladı.

Nazarı etkileyici, konuşması cezbedici, tavırları sevimliydi. Bu yüzden meclisine katılanlar, kısa zamanda muhib ve müntesibi olurlardı. Teveccüh ettiği kimselere nazarlarından cezbe aksederdi. 1014/1605 yılında Delhi'de öldü. Kabri Delhi'de Kadem-i Saadet resminin bulunduğu cami civarındadır.

Cemal Tecellisi

Anlatıldığına göre büyük oğlu Abdullah, elinde bir ayna olduğu halde babasının yanına geldi. Muhammed Baki Billah dedi ki:

- Oğlum, elindeki aynada bir suretine bak bakalım!

Abdullah, çevirip bakınca aynada kendisini değil, babasını gördü. Hem de Mimsiyah sakallı babasını bembeyaz sakallı ve nurlu yüzüyle.

Gördüklerinden şaşkına dönen Abdullah'ın halini farkeden babası:

- Şaşkınlığa gerek yok. Aynada yüzümde ve sakalımda gördüğün beyazlık ve nur, Allah'ın cemal nurudur. Bizden değil, dedi.

Kur'an okumaya düşkünlüğü sebebiyle geceleri çok az uyurdu. Tanyeri ağarıncaya kadar Kur'an ve özellikle de Yasin okurdu. Tanyeri ağardığını görünce de:

- Aman Allahım, geceler ne çabuk geçiyor? diye hayıflanırdı.

İmam-ı Rabbani'nin Hüsn ü Şehâdeti

Talebesi İmam-ı Rabbanî'nin şeyhi ve emaneti devraldığı mürşidi hakkında söyledikleri ise şöyle:

- Nakşı meşayıhının ulularındandı. Velayet makamının en üst noktasında, kutbiyyet sırrına ermiş bir Muhammedî-meşreb erdi. Arifler serdarı, mesnedimiz, mürşidimiz irfan sahibi üstadımız Muhammed Baki Billah.

rahmetullahi aleyh.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî (k.s.)

Uzun boylu buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Kaşları siyah ve hilal biçimindeydi. Gözlerinin beyazı oldukça beyaz, siyahı daha siyahtı. Bakışları canlı ve keskindi. Çekme burunlu, dudakları ince kırmızı renkliydi. Ağzı orta büyüklükteydi. Dişleri inci gibi düzgün ve parlaktı. Sakalı gür ve büyükçeydi. İkinci hicrî bininci yılın yenileyicisi yani "Müceddid-i elf-i sanî." Nakşî, Kadirî, Suhreverdî, Çiştî ve Kubrevî tarikatlarından icazetli Rabbani imam ve Rahmani mürşid.

Altın silsilenin 24. halkası "İmam-ı Rabbanî" lakabıyla anılan mürşidimizin asıl adı Ahmed b. Abdülahad el-Farukî. "Farukî" nisbesi, ikinci halife Hz Ömeru'l Faruk'un soyundan olmasından "İmam-ı Rabbani" Allah adamı imam,demek Müceddid-i elf-i sanî" şöhreti, Hz Peygamber'in "Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyen (müceddid) gönderecektir." (Ebu Davud, Mışkat, l, 82) hadis-i şerifi gereği, ikinci bin yılın başında gelen "müceddid" sayılmasından.

İmam-ı Rabbani, 971/1563 yılında Hindistan'da Delhi ile Lahor arasındaki Serhind denilen yerde doğdu. İlk hocası babası. Ondan Arapça ve İslamî ilimler tahsil etti. Küçük yaşta hıfzını tamamladı. Kemaleddin Keşmiri'den aklî ve nakli ilimleri, İbnu'l-Haceri'l-Mekkî île Abdurrahman b. Fihri'l-Mekkî'den muteber hadis kaynaklarını, Behlul Bedahşanî'den de fıkıh, tefsir ve diğer islamî konulara dair eserleri okudu. Onyedi yaşında iken icazet alacak seviyeye geldi. İlim tahsili sırasında bazı eserler telifiyle meşgul olacak kadar ilme ve telife yatkındı. Küçük yaşlardan itibaren tasavvuf yoluna olan meyli sebebiyle babası eliyle Kadiriyye, Suhreverdiyye ve Çiştiyye gibi tarikatlara intısab etti.

Babasının vefatından sonra hac vesilesiyle memleketinden ayrıldı. Hac dönüşü Delhi'ye geldiğinde Nakşbendi ulularından Muhammed b. Baki billah'a intisab etti. İki aydan biraz fazla bir zaman içinde seyr ü sülukunu tamamladı.

İmam-ı Rabbani, Hind-Moğol hükümdarlarından Ekber-Şah'ın başlattığı, karma yeni bir din, ihdası fikrine karşı "saf ve temiz İslam"ı bütün güzellikleriyle savundu ve Ekber'ın oğlu Cihangir'in ve ona tabi olanların İslamî vasata ermelerini sağladı. İrşad, tebliğ ve mücadelelerle geçen ömrünü 63 yaşında noktaladı ve Serhind'de 1034/1625 yılında vefat etti. Serhind kabristanında medfundur. Türkçe telaffuzu bazan 'Serhend" şekliınde ifade edilen bu yerin doğru adı Serhind'dir. Hindistan sınırı demektir.

Denizin Denize Kavuşması Gibi

İmam-ı Rabbanî, Nakşî yolunu öğrendiği şeyhi Muhammed Baki billah île Delhi'de karşılaştı. Ancak bu karşılaşma, tesadüf eseri meydana gelmiş değildi. Belki de Bakibillah'ın Delhi'ye gelişi, ilahî kaderin "Muceddid-i elf-i sanî" olarak takdir buyurduğu Ahmed Farukî'yi yetiştirmek içindi. Şeyhi Hacegî Muhammed Emkenegî tarafından İmam-ı Rabbanî'yi irşad için gönderilen M. Bakibillah ile İmam-ı Rabbani'nin buluşması iki denizin birbirine kavuşması gibiydi. Ahmed Farukî, sahip olduğu üstün kabiliyet sayesinde iki ayda şeyhinin yanında sülukunu tamamladı. İmam-ı Rabbani, bunu bizzat kendisi Mektubat'ında (l,333 vd 190 Mektup) ve ondan naklen el-Hanî, el-Hadaiku'1-Verdiyye adlı eserinde anlatmaktadır. Mektübat'ın verdiği bilgilere göre İmam-ı Rabbani, "lafza-i celal" zikriyle başladığı sülukunu gaybet, fena, cem', sahv ve sekr hallerinden geçerek "müşahede"ye erdiği şeklinde anlatır. Müşahede halinde bütün zerreleri Hakk Teala'nın görüldüğü aynalar olarak tanımlar. Onun ardından Hakk'ı, varlığının bütün zerreleri ile beraber görür. Bunu, Hakk'ı kainata bitişik, ya da ayrı olmayarak, içinde veya dışında bulunmayarak müşahede hali izler. Bunun ardından, Hakk Teala'yı kainat île ilişkisi olmayan ve keyfiyeti bilinemeyen bir ilgi içinde bilir. Nihayet keyfiyet, ya da tenzih ile de olsa müşahede edilen Hakk'ın tekvîn (yaratma) sıfatıdır.

Bu halleri anlattıktan sonra şeyhi tarafından kendisine irşad icazeti verildiğini ve bu emre uyarak irşada başladığını anlatmaktadır.

Yaşadığı Dönem

İmam-ı Rabbanî'nın yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Bunlardan özellikle imam ile çağdaş olan Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya, çalıştığı din, en çok Hinduizmden etkileniyordu. Sultan, hindulara yaranmak, onların gönüllerini kazanmak istiyordu. Mecüsîlerden ateşe tapmayı, hristiyanlardan çan çalmayı, istavroz çıkarmayı, hindulardan dini gün ve bayramları, merasim ve törelerle ruh göçünü, tenasüh inancını aldı. Devrin tasavvuf mensubu sayılan bazı kimseler filozofların özellikle işrakiyye ve Revakiyye felsefelerinin varlıkla ilgili görüşlerini Hind felsefesiylede karşılaştırarak anlatıyordu. Böylesine karışık ve sultanların uluhiyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani, çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek basına güzellikler dini İslam'ı savundu. Sultan; hapis, işkence, her türlü sindirme politikalarını izlediyse de başarılı olamadı. Hükümdarın uydurduğu din, bütün sapıklıklarıyla tükendi. İmam-ı Rabbani ezilen, yara alan islam'ı yeniden dirilik ve güzelliğiyle hayata koydu. Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi cereyanlardan sokulmak istenen "hulul, ittihad ve tenasüh" gibi düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur'an ve Sünnet çizgisine getirdi. Halk arasında yayılan bid'at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek şeriata bağlılığı perçinledi. İmam-ı Rabbani'nin terbiye anlayışıyla yetişmiş binlerce halife, mürid ve müntesihi, bu düşünceleri Orta Asya, Anadolu, Irak ve Suriye taraflarına da taşıdı.

Eserleri ve Mektubat'ı:

İmam-ı Rabbani, gençlik yıllarında bir takım eserler ve risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı ve Mektup'la irşad, Hz. Peygamber'le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî'nin gerek talebelerine ve halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği kazanmış, tasavvuf ve ahlakta müracaat kitabı olmuştur.

Vahdet-i Vücud -Vahdet-i Şühud:

İmam-ı Rabbanî'nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Vahdet-i vücüd" denilen "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücudu "Vahdet-i şühüd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir. Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışına, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.

Dervişlik, Şeyhe Teslimiyyet

Müridin, şeyhine bağlılıkta "Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması gerektiğini" öğütlerdi. Minnet ve ıstırabı aşkın levazımı sayardı. Yoksulluk, sıkıntı ve derd, çaresiz katlanılacak hususlardandı. Çünkü dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıkta olurdu. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O'ndan ne gelirse razı olmaktır.

Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Değilse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.

Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani'yi gördü. İmam ona: "Habibim sen "Allah" de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar" (el-En'am, 6/91) ayetini okudu. Rüyada bu ayetin manası sayesinde Şeyh Abdülhakim'in kalbinde aşk, muhabbet ve şevk meydana geldi. Kalbi "Allah Allah" diyerek uyandı. Uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî'ye gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî'ye Müceddid-i elf-i sanî sıfatını veren odur.

Sahabe ile Veli Arasındaki Fark

Fena, baka, süluk ve cezbe ile Hakk'a yakınlık için, "velayet yakınlığı" tabiri kullanılır. Ümmetin velileri bu "yakîn" ile şereflenmiştir. Ashab-ı kiramın Resülullah (s.a) Efendimizin sohbetiyle elde ettikleri yakınlığa "Nübüvvet yakınlığı" denilir. Nübüvvet yakınlığı, ittiba ve veraset yoluyla gelmiştir. Bu yüzden bu yakınlıkta fena, baka, cezbe ve sülük yoktur ve bu yakınlık, velayet yakınlığından üstündür. Çünkü nübüvvet yakınlığı, asıl yakınlıktır. Velayet yakınlığı ise onun gölgesinde bir yakınlıktır. Velayet yakınlığına ulaşmak için fena, baka, cezbe ve sülük, öncü ve başlangıç sayılır. Eğer yol, nübüvvet yakınlığı caddesine düşecek olursa, o zaman bu öncü ve başlangıca gerek kalmaz. Ashab-ı kiram nübüvvet yakınlığı caddesinden yürümüşlerdir.

Şeriat ve Tarikat

İmam-ı Rabbanî'ye göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir, ikisi arasında ayrılık, gayrılık ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır. Şeriat icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir. Şeriat gayb, hakikat ise şehadet sayılır şeriat gayba imanı emreder, hakikate erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri gereği açıklanmış hükümler, hakka'l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb, iken şehadet aleminde gözükürler. Hakka'l-yakîne eren kimsede meydana gelen, ilimler, şeriat ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa hakka'l-yakîn makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır.

Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz

Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Nakşbendîlik

İmam-ı Rabbanî Nakşbendiyye tarikatının başının Hz Ebü Bekir olduğunu belirttikten sonra, bu yoldaki bağlılığın bütün bağlılıkların üstünde olduğunu anlatır. Çünkü onların bağlılıkları Hz Ebu Bekir (r a)'ın huzuruna bağlı özel bir bağlılıktır. Ayrıca Nakşbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda, sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı Nakşbend,'Biz sonu, öne aldık" buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk'a vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan nasib alırlar.

Veraset İlmi

Cenab-ı Peygamber (s a) buyurur ki "Alimler, Peygamberlerin varisleridir" (Ahmed b Hanbel'ın müsnedi) İmam-ı Rabbanî'ye göre alimler iki tür ilim bırakmışlardır. "Ahkam ilmi, esrar ilmi" Peygamber varisi olmaya layık olan kimse peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin herşeyine varis olur. Murisin bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz. Hz Peygamber (s a) bir başka hadislerinde "Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" buyurmuştur. Burada geçen alim, Hz Peygamber'in her iki mirasına da varis olandır.

Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değil, sahv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır.

Bid'atlerle Mücadele

İmam-ı Rabbanî, her bid'atin bir sünneti ortadan kaldırmasından dolayı bid'atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd'atlerin sünnetleri kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları söylemektedir. Mesela bazı şeyhler, sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar. Oysa ki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol taraftan sarkıtma bid'ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış olmaktadır.

Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır. Namaza myyet konusunda dil ile niyyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı alimler, kalb ile myyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek İmam-ı Rabbanî ye göre bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir. Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.

Velilik

İmam-ı Rabbanî'ye göre velilik fena ve baka hallerinden sonra gelen makamdır. Keramet de veliliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak keramet ve olağanüstü halı çok olan velinin kemalinin de çok olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine olağanüstü hali az olanın veliliği belki daha mükemmeldir. Keramet ve olağanüstü haller, hem "urüc" yani manevi yükseliş sırasında, hem de "hubut" yani kemalat kazandıktan sonra halkın arasına karışmak üzere "iniş" sırasında görülür. Ancak "urüc" sırasındaki olağanüstü haller, "hubut" ve "nüzul' sırasındakinden çoktur. Çünkü biri sebepsizlik alemine yükseliş, öbürü sebepler alemine dönüştür ve sebepler alemine dönüşte temkin daha çok olur.

İmam-ı Rabbani, Nakşîlik yoluna yeni bir üslup kazandırarak kendisinden sonra bu tarikat, Nakşbendiyye-i Ahrariyye-i Müceddidiyye diye anılmıştır.

-rahmetullahı aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Muhammed Ma'sum es-Serhindî (k.s.)


Uzun boylu, buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Gözünün beyazında bir miktar kırmızılık vardı. Havf ve haşyeti galip, daimi huzura malik bir gönül sultanıydı.

Asıl adı Muhammed'di. Günaha düşmekden ve şüphelilere yaklaşmaktan çok sakındığı için "Ma'sum" ikabıyla anılırdı. İmam-ı Rabbani'nin yedi oğlundan üçüncüsüdür. Babamdan sonra, ilim, marifet takva ve yakîn açısından onun yerine en layık olanı olduğundan halefi oldu. Akranları ve tanıyanları kendisine "el-Urvetü'l-vüska" (sağlam kulp) lakabını vermişlerdi.

1007/1598 yılında Serhind'de doğdu. İlk dînî ilimleri önce ağabeyi muhammed Sadık'tan, daha sonra da babasından okudu. Muhammed Tahir el-Lahorî de hocaları arasındadır. Üç ayda Kur'an'ı ezberleyebilecek bir hafızaya sahipti. Babasının ders ve sohbetlerinin aralıksız müdavimiydi. Çok kısa sürede İmam-ı Rabbani'nin müntesibleri arasında temayüz etti. Babası ondaki bu fevkaladeliği sezerek büyük manevi makamlara ereceğini müjdelemişti. Babasının vefatından sonra irşad makamına oturdu. O zaman henüz yirmi yedi yaşlarında bir gençti. Gençliğine rağmen halinin kemali herkesçe müsellemdi. Bir ara hac için Hicaz a gitti Bir sure Medine-i Münevvere'de mücavir olarak kaldı ise de tekrar memleketine döndü. Ömrünün kalan kısmını ders ve irşadla geçirdi. Ders olarak genellikle Beyzavi Tefsiri, el-Mişkat ve el-Hidaye gibi fıkıh ve hadise dair muhtelif eserler okuttu.

Babası gibi, ilim ve tarikat yolunda pekçok hizmetlerde bulundu. Bid'at lerle mücadele etti Yüzbinlerce kişiye inabe verdi. Binlerce halife yetiştirdi. Delhi dergahı bütün İslam dünyasınca meşhur oldu. Arap, Acem, Türk, Tacik pek çok kimse bu ocaktan yetişti. Şeyh Seyfeddin, Şeyh Mirza, Mazhar-ı Can-ı Canan buradan yetişenlerdendir. Nakşbendiyye'nin Müceddidiyye kolu, zamanla Hindistan, Türkistan ve Horasan bölgesinin en yaygın ve en etkili tarikatı haline geldi Bu yüzden bazıları Şeyh Muhammed Masum hakkında "Kıt'aların ve ülkelerin kandili, Hindistan dan Anadolu'ya yeryüzü onun fazl ve bereketiyle aydınlandı" demektedir.

İmam-ı Rabbani'nin Mektübat' ına benzer tarzda ilahî sırlardan ve tasavvufî inceliklerden bahseden üç cildlik Mektübat'ı vardır. Bu eseri, Müstakimzade Sadeddin Süleyman tarafından Türkçe ye çevrilmiş ve İstanbul'da (1277 H ) basılmıştır.

Muhammed Ma'sum 1079/1668 yılında Serhind'de vefat etti Orada medfundur

İmam ı Rabbanî, oğlu Muhammed Ma'sum'la tefe'ül eder Onun doğumunun kendisine hayır getirdiğini söylerdi. Çünkü şeyhi Muhammed Baki Billah île buluşup karşılaşması, Muhammed Ma'sum un doğumundan hemen sonraydı. İmam-ı Rabbani bu yüzden ona özel bir ilgi duyar ve. "Oğlum sende asalet eserleri var. Senin hilkatinde nur-ı Muhammedi'nin hilkat çamurundan bir eser, bir bakiyye mevcut' diye iltifatta bulunurdu. Vefatına yakın sırada oğluna "Bende tasavvuf ehline aid ne varsa hepsini sana verdim. Seninle olan alakam, tasavvuf ve tarikat sebebiyledir. Şimdi onu da sana emanet ediyorum " diyerek onu yerine halef bıraktı.

Nefs ve Fena Hali:

Sordular

- Tasavvuf yolunun yolcularına şeytan sataşır mı'? Şunu söyledi:

-Bu konuda en sağlam ölçüyü Abdulhalik Gucduvani veriyor "Şeytan, Maneviyat yolunun yolcusuna fenaya ermedikçe öfke anında sırayete yol bulabilir. Fakat nefsini fenaya erdirmiş bir kimsede öfkenin yerini gayret, yanı kıskançlık ve düşkünlük alır. Gayret, şeytanı kaçırtır.

"Fena" halini şöyle anlatırdı. Fena hali gelince zat tecellisi arifin bütün benliğini sarar Kul, kendi fiil ve sıfatlarını Hakk'ın fiil ve sıfatları olarak görmeye başlar, kendi fiil ve sıfatlarını hatta zatını görmez olur. Böylece fenaya eren kimse, ikinci bir doğumla kendisine bağışlanan bir varlıkla var olur. Bu vasıflarla "hakkalyakîn"e ulaşana İslamın güzelliği açılır. İslam'ın güzelliğine eren de hayretten, dehşetten ve şaşkınlıktan kurtulur .

Takva ve Arınma:

Takvayı bir arınma işi olarak görürdü Hakk'tan başka şeylerden, masiva kirinden temizlenmedikçe takva gerçekleşmezdi. İç alemde ne göze gelen bir mana ve ne de bir iz kalmamalı ki, "Her şeyden kesilip sadece Allah'a yönel!" (el-Müzzemmil, 73/8) ayetinin sırrı tecelli etsin. Böylece kul kendinden geçer, halk ve emir alemiyle bağlantılardan soyutlanır. "Ey iman edenler, gerçek anlamı neyse o şekilde takva sahibi olunuz." (Al-i İmran, 3/102-103) ayetinde Allah Teala adeta şöyle buyuruyor: Ey zahiri halleriyle müslüman olanlar, Allah a göre "ağyar olan şeyleri bırakın Tertemiz olarak Allah'a koşun Oyalayıcı, bağlayıcı şeylerden kaçın Nefs bağından da kurtularak gerçek hürriyete kavuşun. Bu öylesine bir yöneliş olsun ki, halk alemindeki vücudunuzdan ve emr aleminden olan hususiyetinizden eser kalmasın. Ayetin devamında "Ancak ve ancak müslüman olarak olunuz!" buyurulmaktadır. Ya ölmeden evvel ölmek sırrına ereceksin, ya da müslüman olarak ölmeye çalışacaksınız. Hakiki İslam, tam bir teslimiyete ermektir. Bu ayette tam bir teslimiyetle manen olmuş olmaya fani arzulardan soyutlanmaya teşvik vardır. Bunlar sürekli olmalıdır Böyle ölmeden evvel ölmek sırrı şimşek gibi gelip geçici olursa, tesiri daimi olamaz "Toplu olarak Allah'ın ipine sımsıkı sarılın" şeklinde devam eden ayet Kur'an'a ve onun uygulayıcısı Hz Peygamber (s a) e bağlılığı emretmektedir.

Şühüd veya Müşahede

Muhammed Masum bu konuda şunları söylerdi. Büyükler müşahede halinden yana gözlerini yummuşlardır. Onlara göre vuslat hayaldir, bu yüzden gayb ile yetinir ve bunu bin müşahededen üstün tutarlar. Gayretlerini kulluğa teksif ederler. İmama yetişip ilk tekbiri onunla almayı, bin kere tecelliye ermekten daha güzel sayarlar, zuhurattan ileri görürler. Huzur ve huşu içinde secde yerine bakmayı şühuddan ve müşahededen hoş bulurlar.

Sevgi Üstüne

Mektubat'ında çok ince konuları, nezih bir üslub içinde anlatan Muhammed Ma'sum gerçek sevgiyi sevenle sevilen arasındaki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır. "Sevgilinin sevgiliye nimet vermesi de aç bırakması da bir olmalıdır. Seven, sevdiğinin in'amından da, acı vermesinden de zevk almalıdır. Hatta sevgilinin acı vermesi, nimet vermesinden daha hoştur. Çünkü nimette sevenin menfaati söz konusudur. Acı gelen şeylerde ise sevilenin hoşnudluğu mevzubahstir Bu yüzden acılar, nimetten daha çok, kulu Allah'a yaklaştırır.

Tarikatta sevginin başlangıçtan nihayete kadar lüzumunu şöyle belirtirdi. Sevgi sadık müridi, şeyhinin kemalatını cezbetmeye sevkeden bir güçtür. Sevgi sayesinde murid şeyhinin boyasına boyanır, onun fırınında pişer. Bu sevgi sayesinde gönül dünyası şeyhiyle bütünleşir. Onun aracılığıyla sevgi deryasında dalgıç gibi aşk incileri derlemeye başlar. Ancak sevginin zuhuru çoğu zaman hüzündür Gönüldeki sevgi ateşi dışa hüzün olarak yansır. Nitekim Alemlerin Efendisi, Hz Peygamber (sa) sevgi deryası olduğu halde daima hüzünlü idi. Gülmeleri bile tebessümden ibaretti.

Muhammed Ma'sum, Nakşbendiliğin sohbet yolu olduğu esasından hareketle şunları söylüyor. 'Bid'at ehli kimselerin sohbetinden uzak durmalıdır. Bid'at olan şeylere bulaşmaktan da sakınmalıdır. Kurtuluş sünnettedir.

Kamiller sohbetini aramalı, nakıs kişilerin sohbetinden kaçınmalıdır Çünkü nakıstan kamil gelmez'.

Muhammed Ma'sum emaneti oğlu Muhammed Seyfeddin'e bırakarak Hakka yürüdü.

-Rahmetullahi aleyh.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Muhammed Seyfeddin Serhindi (k.s.)


Uzunca boylu, esmer tenli, güzel yüzlüydü Gözleri büyükçe, sakalının iki tarafı seyrekçeydi. Zahir ve batın ilimleri derlemiş, zühd ve takva ehli bir zattı. Heybetli bir yüzü, müessir bir siması vardı. Yüzünü görenler etkilenir, durumlarına göre tevbe eder veya hidayete ererdi.

Muhammed Masum'un oğlu. İmam-ı Rabbani'nin torunu 1049/1639 yılında Serhind'de doğdu. Tasavvuf ve tarikatte üstadı, babası Muhammed Ma'sum Seyr u sülukunü tamamladıktan sonra babası tarafından Delhi'de irşada memur edildi. Burada ki tekkesi ruhanî bir eğitim merkezi oldu. Halkın her sınıfından binlerce insanla dolup taştı Bu dergahtan pekçok halife yetişti. Burada yetişen halifeler aracılığıyla, Nakşbendiyye'nin Müceddidiye kolu, Afganistan, Türkistan, Irak ve Şam belgeleme kadar yayıldı. Evi ve dergahı kafile kafile gelen ziyaretçilerin konağı oldu. Dedesi İmam-ı Rabbani'nin kendisine karşı büyük mücadele verdiği Ekber Şah'ın torunu ve zamanın sultanı Alemgir Evrengzîb onun bendeleri arasında yer aldı. İmam-ı Rabbani ve oğlu Muhammed Masum'un mücadeleleri böylece meyvesini vermiş oluyordu. Sultan Alemgîr takva ehli bir zat olarak yetişti. Sultanın Seyfeddin Serhendiye intisabının ardından pek çok vezir ve devlet ricali de onun yolunu izledi. Tarikat neşvesiyle marifet deryasına daldı.

Alemgir Evrengzîb İle:

Şeyh Seyfeddin Serhindi'ye bende olan Sultan, şeyhinin gösterdiği nurlu yolda hızla mesafeler katetti. Ülkesinde adaletin hakim olmasını sağladı. Raşid halifeler gibi sünnet-i seniyye yolunda yürümeye büyük özen gösterdi. Sultan maneviyatın cezbesine kendini tam kaptırmıştı. İlerlemiş yaşına rağmen Kur'an'ı hıfz etti. Geceleri zikir, fıkır ve ibadetle meşgul oluyor, manen terakkiye devam ediyordu. Nihayet "letaif'ten "ahfa" mertebesine gelmişti. Kendisine garib bazı ilhamlar ve haller gelince durumu şeyhi Muhammed Seyfeddin'e anlattı. O da onun sıkıntısını manevi tasarruflarla feraha çıkardı. Ayrıca durumu henüz hayatta olan babası Muhammed Masum'a yazdı Muhammed Masum cevabî mektubunda sultanın durumunun sağlam ve gelişmelerin yerinde olduğunu ve sonuçdan pek sevindiğini oğluna bildirerek şunları yazdı: "Sultanın azamet, heybet ve şevketine rağmen, Hakk'a tabi olup size intisab etmesi şükrü gerektiren büyük bir nimettir" Muhammed Ma'sum'un Mektübat'ının III cildinde 221 ve 227 sırada bulunan oğluna yazdığı mektupların muhtevasından sultanın tarikata girmesinden letaif, rabıta ve zikirle meşguliyetinden şeyhin duyduğu sevinç ifade edilmekte ve sultanın emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-ı ani'l-münker konusundaki gayretleri öğülmektedir.

Tarih kitapları Muhammed Seyfeddin'in kendisine intisab eden Alemgirşah Evrengzib'in sarayına gelmesi olayını şöyle nakleder: "Şeyh, şahın sarayına geldiğinde duvarda bir takım resimler görür. Ve bunların derhal indirilmesini söyler. Şah da tereddütsüz itaatle resimleri indirtir. Ve uzunca bir süre sarayda sohbet ederler."

Heybeti ve Etkisi

Muhammed Seyfeddin emr bi'l-maruf ve nehy ani'l-münker konusunda çok titizdi Nitekim Muhammed Ma'sum oğlunun bu durumu hakkında şunları söyler: "Hind ülkesinin neresinde bir münker, bir kötülük işlendiğini duysa hemen onun üstüne gider, onu ortadan kaldırmaya çalışır. Duyduğu bir kötülüğün bir an bile kalmasına dayanamazdı."

Manevi mehabeti sebebiyle sultanlar ve kumandanlar bile huzurunda tam bir edeble el-pençe divan durur, oturmayı su-i edeb sayarlardı

Adamın bin bir gün Şeyh Seyfeddin'in huzurunda durup haline şöyle bir baktı ve kendi kendine "Bu şeyh de amma da büyüklük taslıyor", diye düşündü Muhammed Seyfeddin onun bu manalı bakışından hakkındaki su-ı tefehhümünü keşfederek dedi ki:

- Bende biri büyüklük varsa o Hakk'a aittir Küçüklük ve kusur varsa bendendir.

Muhammed Seyfeddin'in kemalini kabul etmeyen adamlardan biri şöyle bir rüya gördü: Emniyet kuvvetleri kendisini yakalamış bir yandan dövüyorlar, öbür yandan da şunları söylüyorlar:

- "Sen misin bizim şeyhimizin halini beğenmeyen, onu kabul etmeyen? Halbuki o Hakk'ın sevgili kuludur."

Adamcağız uyandığında vücudunda sopaların sızısını hisseder ve bunu şeyhin bir tasarrufu sayarak koşup kendisine intisab eder.

Ney ve Sema

Anlatıldığına göre, Şeyh Seyfeddin bir gün evinde otururken komşuda çalınan bir ney sesi duyar. Ve nağmenin tesiriyle bayılıp düşer. Kolu feci bir şekilde incinir. Kendine geldiğinde der ki:

- Ney ve ilahi dinlemeyi terketmemden dolayı bazıları benim aşktan yana nasipsiz olduğumu sanıyorlar. Halbuki asıl nasipsiz, beni öyle sananlar. Çünkü aşık olan böyle yanık ve sûzişli ney sesini dinlemeye nasıl dayanabilir.

Yine bir gün coşkulu dervişlerinden biri, bir ney ve sema meclisine tesadüf eder. Ney ve semanın tesiriyle vecd ve cezbe içinde uçar gibi okunan ilahileri dinler. Kendisini iç dünyasının coşkusuna kaptırır. Fakat edebinden nara atıp ses çıkaramayınca oracıkta can verir. Bu dervişin durumu Şeyh Seyfeddin'e haber verildiğinde şunları söyler:

"Ney ve sema, duygulu gönüller ve hassas ruhlar için tehlikelidir. Ulemanın bu konuya cevaz vermedeki tereddüdünde şüphesiz bir hikmet vardır."

Vukûf-i kalbî ve Sohbet:

Hergün dergahında 1400 kişiye iki öğün leziz yemekler pişirilir, gerek dervişlere gerekse gelen ziyaretçilere ikram olunurdu. Ziyaretçilerden biri bir gün merak saikıyla sordu:

- Bu yolda aslolan "kıllet-i taam" değil mi? Siz boyuna yediriyorsunuz.

Şeyh Seyfeddin şu karşılığı verdi:

- Gıdayı büsbütün azaltmak vücudu takattan düşürür. Bizim yolumuzun pirleri "vukûf-u kalbî" ve "sohbet" esası üzerinde durmuşlardır. Riyazatta aşırılık, ve açlıkla vücuda meşakkat vermek bazı olağanüstü hallerin meydana gelmesini sağlayabilir. Fakat biz bunları muteber saymayız. Bizim gayemiz zikre devam, Allah'a teveccüh, sünnete ittiba ve meşru işlerle iştigal suretiyle nur ve berekatı arttırmaktır.

Pekçok halife yetiştiren Muhammed Seyfeddin, 1096/1684 yılında Serhind'de vefat etti. Ve oraya defnolundu.

Yetiştirdiği halifelerden başlıcaları: Şah Abbas, Şeyh Sadreddin Sufi, Şeyh Ebu'l-Kasım, Şah İsa ve Seyyid Nur Muhammed Bedayünî'dir. Kendi yerine halef bıraktığı da bu sonuncusudur.

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Nur Muhammed Bedâyûnî (k.s.)



Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallıydı. Kaşları çatıktı; fakat yüzündeki ve alnındaki nur, kaşlarının çatıklığına tatlı bir mehâbet kazandırmıştı. Gözü yaşlıydı. Göz pınarlarından akan yaşlar, yanaklarına doğru derin iz açmıştı. Zahiri ve batini ilimlere vukufu sebebiyle "Allame-i cihan" diye anılırdı.

Altın Silsilenin 27. halkası yine Hind diyarından, fakat bu sefer "Serhindi" ailesinden ve İmam-ı Rabbâni soyundan değil. Seyyidliği sebebiyle "Seyyid Nur" diye anılan Muhammed Bedayünî, Delhi'den. el-Hadaiku'l-Verdlyye ve ondan naklen diğer bazı kaynaklar, nisbesini "Bedvanî" diye anarlarken çağdaş araştırmacı Ebu'l-Hasan Nedvî, onun nisbesini "el-Bedayünî" olarak kaydetmektedir. (bk. el-İmamu's-Serhindî, s. 314, 317)

Nur Muhammed Bedayünî, İmam-ı Rabbâni'nin torunu Seyfeddin Serhindi'nin yetiştirdiklerinden. Dini ilimlerde belli bir merhale katettikten sonra önce Seyfeddin Serhindî'ye, ardından Şeyh Muhammed Muhsin'e intisab etti. Muhammed Muhsin, Muhammed Masum'un önde gelen halifelerindendir. Her iki şeyhten feyz aldıktan sonra otuz beş yıl kadar Delhi'deki Nakşi Müceddidi dergahında hizmet etti. Gönüllere iman heyecanı ve aşk kıvılcımı taşıdı. 1135/ 1722'de vefat etti.

SİYER VE HADİS KİTAPLARI

Gerek sohbetlerinde, gerekse özel mütalaalarında Siyer ve Şemail kitapları ile Hz. Peygamber'in güzel ahlakını ve sözlerini toplayan hadis kitaplarını okumaktan büyük bir hazz alırdı. Okuduklarını sindirmeye ve nefsinde uygulamaya çalışırdı. Sünnet tatbikatına çok düşkündü. Birgün her nasılsa helaya girerken sol ayağını atacakken, dalgınlıkla sağ ayağını atıvermişti. Bu sû-i edebinden dolayı üç gün manevi sıkıntıya düştü. Cenab-ı Hakk'a iltica etti. Üç günden sonra nihayet sıkıntısı zail oldu.

HARAM LOKMA TİTİZLİĞİ

Vera ehliydi, haramdan sakınır, şüphelilere yanaşmazdı. Midesine "haram lokma" girmemesine özel bir özen gösterirdi. Bu yüzden yiyeceği ekmeğin buğdayını bulur, kendi eliyle öğütür, hamuru kendi yoğurur, ekmeği de kendisi pişirirdi. Ekmeği de taze iken değil, bir süre bekletip bayatlattıktan sonra yerdi. Çok yemezdi, belini doğrultacak birkaç lokmacıkla yetinirdi. Bu şekilde nefsini açlığa ve az yemeğe alıştırması sonucu, otuz yıl süreyle adeta gönlünden yiyecek düşüncesi çıkmıştı. Açlık hissettiğinde herhangi bir ayırım yapmadan birkaç lokma atıştırır, onunla yetinirdi.

Kazançlarına dikkat etmeyen dünya ehli zenginlerin yemeklerini yemezdi: "Böylelerinin mallarında haksız kazançlar vardır. Dikkat etmek gerekir." diye sakınırdı.

Zengin birisinden okumak üzre "emaneten" aldığı kitaplara bile üç gün süreyle el sürmezdi. "Çünkü dünya ehli zenginlerin gönüllerinin karanlığı, o kitapların, ciltlerine ve sayfalarına sinmiştir." diye düşünürdü. Üzerine böyle manen karanlıklar sinen kitapların tadı bozulur, okuyana vereceği hazz azalırdı.

İstiğrak ve cezbesi yüksek olduğundan on beş yıl süreyle "gaybet" (l) hali yaşadı. Murakabe sayesinde "sahv" (2) haline geldi. Ancak bu daimi murakabe hali de belini bükmüştü.

ZİNA KARANLIĞI

Keramet ve firaset ehli bir zattı. Yetiştirip yerine bıraktığı halifesi Habibullah Mazhar şöyle anlattı:"Şeyhimiz Seyyid Nûr hazretlerinin keşfi çok sağlıklıydı. Başkalarının kafa gözüyle göremediğini kalb gözüyle görürdü. Nitekim bir kere yanlarına giderken gözüm bir kadına takılmıştı. Yanlarına vardığımda bana: "Sende zina karanlığı görüyorum" demişti.

Kızı kaybolan bir kadıncağız, Seyyid Nûr hazretlerine başvurarak:

- Uzun zamandan beri kızım kayıp, mahvoldum. Ne olur bana yardım edin, dedi. Bedayünî şöyle bir murakabeye vardı ve kadına:

- Sen evine git, kızın filan zaman gelecek, dedi.Kadın evine gitti. Şeyhin söylediği zaman kızı çıkıp geldi. Sevinçle ve hasretle yavrusuna sarılan anne:

- Yavrum nerde kaldın, neler oldu? diye sordu.

Kızcağız şunları söyledi:

- Ben çölde kaybolmuştum. Şaşkın bir haldeydim. Yaşlı biri geldi ve bana rehber olup buraya getirdi.

KESKİN ANLAYIŞI

Bostancının, karpuzun olmuşu ile hamını dışından anlaması gibi, kendisine başvuran kimselerin, iyi niyetli olanları ile kendisini tartmak emelinde olanları firasetle farkederdi. Nitekim iki akl-ı evvel, şeyhi denemek üzre yanına geldi. Kendisine intisab etmek istediklerini söyledi. Şeyh ikisini de tepeden tırnağa şöyle bir süzdü ve ardından:

- Siz önce gidin akidenizi tashih edin, ondan sonra halis bir niyyetle inabe isteyin, dedi. İçlerinden biri, tevbe ve istiğfar ile şeyhin dediğini yaptı ve mürid oldu. Diğeri direnip hüsranda kaldı.

Rivayete göre bir afyon satıcısı, Seyyid Nür'un dergahının yanına bir dükkan açtı. Şeyh, bir sohbeti sırasında bu haram ticaretin, hemen dergahın dibinde yapılmasının feyze mani olduğunu söyledi. Müridleri de bu sözler üzerine gidip dükkanı tahrib ettiler. Durumdan haberdar olan şeyh, çok üzüldü ve üzüntüsünü şu sözlerle açıkladı:

- Sizin bu hareketiniz, bizi eskisinden daha çok incitti. Hak, ancak hak ölçüleriyle yerine getirilir. Zararlı ve yasak olan işleri ortadan kaldırmak, mahkemenin ve icranın işidir. Bizim isimiz sadece tebliğ ve irşaddır.

Şeyhin emri üzre müridler, afyon satıcısını alıp şeyhin huzuruna getirdiler. Afyon satıcısına zararın tazmini teklif edildi. Kısa bir konuşma ve feyizli bir nazardan sonra O da herhangi bir şey taleb etmediğini itiraf ile tevbe etti, şeyhin bendeleri arasına katıldı.

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Mirza Mazhar-ı Can-ı Canan (k.s.)



Uzunca boylu, gökçek yüzlü buğday benizli, siyah sakallı, mehabet ve cemal sahibiydi Yumuşak görünüşüne rağmen heybetliydi Hz Ali'nin oğlu Muhammed b Hanefiyye neslindendi Anaları ve ataları cihetinden cedleri hep veli, ya da veli tabiatlı kimselerdi Özellikle büyük annesinin yaratık-ların teşbihim işitecek bir manevi olgunluğa sahip olduğu rivayet edilirdi

Altın Silsile'nin yirmi sekizinci halkası da Hind diyarından Adı Mirza "Şemseddin' ve "Habibullah' lakaplarıyla anılırdı Belki de çok arzuladığı "şehidlik" sıfatıyla Rabbına kavuştuğu için "Mazhar-ı can-ı canan" diye meşhur olmuştu.

1113/1701 yılında doğdu Küçük yaşlarında Kur'an ve İslamî ilimler tahsil etti Şeyhi Nur Muhammad Bedayünî'nin (ö 1135/1722) vefatında yirmi iki yaşlarında olduğuna bakılırsa pek genç yaşta (onsekiz yaşları civarında) tasavvuf yoluna girdiği anlaşılmış olur Şeyhinin yanında sıkı bir riyazat ve mücahede île nefs eğitiminden geçtiği anlaşılmaktadır Genç yaşta şeyhinin vefatı üzerine çağdaşı bazı şeyhlerin hizmetine girdi, kendilerinden feyz aldı Muhammed Efdal, Hafız Sa'dullah ve Muhammed Abid Sem'ani onun feyz aldıkları arasındadır Yirmi yıl sureyle hizmet ettiği bu şeyhlerin vefatından sonra oturduğu irşad makamında otuz yıldan fazla kaldı

Kendisi şöyle anlatıyor:

"Velayetin ilk derecesiyle, velayet ilim ve varidatını şeyhim Seyyid Muhammed Nur'dan aldım Yedi hakikate ve daha bir takım hallere Muhammed Abid eliyle yedi sene içinde erdim Bu arada Kadiriyye, Çeştiyye ve Sühreverdiyye tarikatı halifeliği île şereflendirildim "

Şeyh Mirza, zühdi yaşayışı severdi Bu yüzden hiçbir zenginden dünyalık kabul etmezdi Kendisi dünyadan elini, eteğini çektiği gibi, muridlerinin de öyle olmasını arzu ederdi Etrafında kendisine hizmet etmek isteyen zengin müridleri bulunduğu halde, kendisi için ne bir tekke, ne de bir ev yaptırmıştı

Altın silsilede yer alan şeyhlere çok düşkündü Gönülden bağlıydı Özellikle imam-ı Rabbanî'yi çok severdi "Bu yolda ne bulduysam büyükleri, şeyhleri sevmede buldum derdi

Tarikat ve tasavvufu, şeriatta ihtisas gibi görür, tarikata meyli "Hak sevgisinin ağır basması' şeklinde yorumlardı Tarikatı sadece bir zikir vasıtası görmezdi Çünkü zikir, herkese emredilen bir konuydu Kalb gözünün açılması da zikri çok yapmakla ancak mümkün olurdu Zikirden gaye zikrin manasına ermekti Daha ilerisi güzel ahlak sahibi olmak Çünkü güzel ahlak, bu ışın kaymağı mesabesinde Bu yüzden sevgili Peygamberimiz "Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" (Muvatta, Hüsnü'l hulk) buyurmuştur

Nefste Kemal Aranmaz

Nefsin yönelişlerine karşı dikkatli olmak konusunda şöyle söylerdi "Tasavvufta kemale eren kimse, hayır ve kemali kendi nefsine izafe etmez Bunların hepsi emanettir ve sahibi Allah'tır Fena haline ulaşan ve muşahedeye eren kaşı, kendini yok sayar Kendinde ve nefsinde hiçliği ve yokluğu yakalayan, yokluğu nefsini tahkir ederek ifade edebilir Eğer tasavvuf ehli, dışa bakar da, varlık yanım, emanet nurlarım gördükten sonra kendi yokluğunu gözden kaçıracak olursa o zaman iddiaya düşer ve yolunu şaşırır" derdi

Şehidlik Arzusu:

Ahir ömründe Hakk'ın kendisine olan in'am ve ihsanlarını şöyle sayardı "Artık gönlümde olmasını beklediğim bir şey kalmadı Hakk'ın sayısız nimetlerine nail oldum O beni hakiki müslü-manlık şerefine erdirdi ilimden yana nasıb verdi Hayırlı işler yapmada sadakat verdi Şeyhlik için tasarruf, keramet ve keşf bahşetti Bana nasıb olmayan zahirî anlamıyla şehidliktir Şehidlik, Hakk'a yakınlığı olan çok yüce bir makam Şeyhlerimizden çoğu şehadet şerbetini içerek göçtüler Ben ise çok acizim, cihada gücüm yetmez Bu yüzden bu ihtiyar halimde şehidliğe erme ihtimalim, görünür şartlara göre çok uzak "Allah Teala, sonunda onun çok arzuladığı bu şehidlik şerefini ayağına getirdi Duasını kabul buyurdu ve onu şehidler mertebesine ulaştırdı 7 Muharrem 1195 (2 Ocak 1781) yılında şeyhin kapışı çalındı Hizmetine bakan derviş kapıya baktı ve gelenlerin ziyaretçi olduğunu haber verdi Oysa ki bu ziyaretçiler Moğol mecusileriydi ve şeyhi öldürmeye gelmişlerdi.

İçlerinden biri sordu:

Şeyh Mirza sen misin? O da:

Evet, cevabını verince soruyu soran Moğol mecusisi hançerini çekti ve Hz Mirza'nın kalbine yakın bir yere sapladı Şeyhimiz o bıçak darbesiyle yere düştü Öldüğünü sanmışlardı Saldırganlar kaçıp uzaklaştılar Durumdan haberdar olan Bahaf Han, tedavi etmesi için doktor gönderdiyse de şeyh kabul etmedi "Eğer bu olayın faili bulunacak olursa ben ona hakkımı helal ediyorum" diye de haber gönderdi

Bu olaydan sonra üç gün yaşadı Her geçen gün zayıflıyor ve dermanı kesiliyordu Nihayet üçüncü günün sabahı yanındakilere 'Onbir vakit namazım kaldı Vücudum kan revan içinde. Başımı kaldırmaya mecalim yok Gerçi fukaha, "başını kaldıramayacak kadar takatsiz olanın kaş ve göz imasıyla namaz kılması gerekmediğini" söylemiş, ama siz ne diyorsunuz?" diye sordu Yanındakiler

- Efendimiz, fıkhî hüküm açıktır, sizin durumunuz da ortada, dediler

Öğle vakti geçtikten sonra Fatiha suresini okumaya başladı Sureyi tamamlayınca "Günün bitmesine ne kadar kaldı?" diye sordu Belli ki acısı pek derindi, dayanılmaz haldeydi "Akşama dört saat var" denilince "Demek akşama daha çok var " dedi Akşam vakti yaklaşırken temiz ruhu, yücelikler katına uçtu

Uzun ömürlü şeyhlerdendi. Dünyayla ilgisi olmadığı için ölümden endişe duymazdı. Derdi ki: "Ölümü sevmeyene şaşıyorum. Halbuki ölüm Allah'ın huzuruna çıkmaktır. Sevgili Peygambe-rimizin ziyaretine gitmektir. Allah dostlarına erişmektir. Değerli insanlarla buluşmaktır. Ben, din büyüklerinin ziyaretine özlem çekiyorum. Hz. Muhammed Mustafa'nın, Halilurrahman İbrahim (a.s)'ın yanma gitmeyi ne kadar istiyorum..."

Ölümünden sonra büyüklerden biri şöyle bir rüya gördü:

"Kur'an'ın yansı, semaya yükseltilmiş, dinde bir gevşeme ve duraklama meydana gelmiş." Şeyh Mirza'nın yerine irşad makamına oturan Abdullah Dehlevî bu rüyayı şeyhin şu sözüyle yorumladı: "Bizden sonra bu tarikatın yüksek makamlarına çıkış duracak, bu tarikat ehli ne kadar yükselseler hal ehli olarak velayet makamına ulaşamayacaklar. "

Elbetteki bu yorumlar, mutlak bir anlam ifade etmiyordu. Belki de Şeyh Mirza'nın vefatından sonraki belli bir fetret dönemini anlatıyordu. Nitekim Abdullah Dehlevi ve özellikle de onun halifesi Mevlana Halid Bağdadî zamanı, tarikatın en çok semereli yıllarıdır. Belki Nakşbendîliğin tarih boyunca en geliştiği ve büyük mürşidler yetiştirdiği yıllardır.


el-Hadaîku'1-verdiyye müellifinin verdiği bilgilere göre Şeyh Mirza Mazhar-ı Can-ı canan, elli kadar halife yetiştirmiştir. Müellif bunlardan yirmi kadarı hakkında kısa bilgiler vermektedir. Bunlar içinde en liyakatlisi yerini almaya hak kazanan Abdullah Dehlevî'dir.

-rahmetullahi aleyhima-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Abdullah Dehlevî (k.s.)



Orta boylu, esmer tenli, seyrek sakallı ve gökçek yüzlü idi. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin soyundan, seyyid-neseb. Derviş ve müridlerini cezbeye getiren engin bir feyze sahibti. Varidat-ı ilahiyyeye nail bir veliyy-i kamildi. Semaa önem vermediği halde vecd ve coşkusu yüksek bir süfi idi.

Kısa Çizgilerle Hayatı

Altın silsilenin yirmi dokuzuncu halkası yine Hind diyarından. 1158/1745 yılında Pencap'ta (Betale) doğdu. Babası Şah Abdüllatif, Kadiri tarikatına bağlı. Oğlu doğmadan önce rüyasında Hz. Ali'yi gördü. Hz. Ali ona: "Oğluna Ali adını koymasını" söyledi. Bu yüzden oğlu doğduğunda babası ona "Ali" adını verdi. Ancak daha sonra kendisine "Gulam-ı Ali" denmeğe başlandı. "Gulam-ı Ali" Ali'nin hizmetçisi demekti. Daha sonra rüyasında Hz. Peygamber'in Dehlevi'ye bizzat "Abdullah" diye hitab etmesi sonucu "Abdullah Dehlevî" diye meşhur oldu.

Yetişmesi

Babasının ilim ve marifet erbabINdan bir zat olması sebebiyle küçük yaşından itibaren ilim muhitlerinde yetişti. Abdülaziz Deh'levi'den Sahih-i Buhari, diğer bazı alimlerden tefsir ve fıkıh okudu. Babasının ısrar ve delaletiyle Kadiri şeyhi Şah Nasıruddin Kadirî'ye intisab etmek üzere gittiğinde şeyhin vefat etmiş olması sebebiyle intisab edemedi. Yirmi iki yaşına kadar Delhi'de bulunan muhtelif "Çiştiyye" tarikatı şeyhleriyle görüşüp tanıştı. Nihayet nasibinin Mirza Can-ı Canan olduğunu anlayarak onun dergahına kapılandı. Müceddidî şeyhi Mirza Can-ı Canan, "Burada tuzsuz taşı yalamaktan başka ne var ki..." diyerek onun bu konudaki ciddiyetini sınadı. Aldığı cevap:

"Bizim de istediğimiz budur" şeklinde olunca dervişliğe kabul etti. Kendisi bunu şöyle anlatır:

"Tefsir ve hadis ilimlerim tahsil ettikten sonra Habibullah Mazhar'ın hizmetine girdim. Mübarek eliyle bana bey'at verdi. Kadiri ve Nakşı tariklerim telkin etti. Onbeş yıl kadar onun hizmetinde bulundum. Zikir halkasında ve murakabede aradığım huzuru bulmuştum. Nihayet beni tarikat icazetiyle şereflendirdi."

Şeyhlik Dönemi

Şeyhi Mirza Can-ı Canan şehid edilmesinden sonra irşad makamına oturdu. İlim ve irfanı; tarikattaki şeriat titizliği sayesinde kısa zamanda ünü her tarata yayıldı. Dergahına uzaktan ve yakından binlerce kişi geliyordu. Anadolu, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mavaraünnehir ile ta Mağrip'ten gelenlerle tekkesi dolup taşıyordu. Gelenlerin bir kısmı şeyhin şöhretini duyarak, bir kısmı da alem-i manada kendilerine verilen işaret üzere buraya koşup geliyordu.

Abdullah Dehlevi, bağlılarına bir yandan seyr ü sülük ile tarikat eğitimi yaptırırken; diğer yandan onlara tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslâmi ilimler okuturdu.Kuşeyrî Risalesi, Avarifü'l-maarif ve îmam-ı Rabbani'nin Mektübat'ı onun okuttuğu eserler arasında yer alır.

En büyük halifesi Mevlana Halid el-Bağdadî'dir. Ondan başka otuzu aşkın halife yetiştirmiş ve 1240/1824'te Delhi'deki dergahında vefat etmiştir.

Ahlakî Özellikleri

Abdullah Dehlevi, cömerdlik ve sehavette güneş gibi idi. Dergahında devamlı olarak seyr u sülükle meşgul ve hizmete bakan iki yüz kadar müridi bulunurdu.

Dehlevi, son derece mahcub ve mütevazi idi. Bununla birlikte "emr bi'1-maruf konusunda son derece yürekli ve cesurdu. Bu konuda ne bir validen, ne de bir kumandan ve sultandan çekinirdi. Nitekim el-Hadaiku'1-verdiyye müellifinin verdiği bilgiye göre Hindistan'da bir bölgenin hakimi olan Nevvab Şemsir Bahadır başında hristiyanların giydiği bir şapka ile şeyhin huzuruna geldi. Abdullah Dehlevi, onu bu kıyafetinden dolayı uyardı. Reis de "Eğer bunu hoş karşılamıyorsanız bir daha buraya gelmeyiz" dedi. Dehlevi de: "Allah seni meclisimize bir daha böyle göndermesin" dedi. Reis kızarak çıktı ama bir türlü içi rahat etmedi. Tekkenin bir kenarında başındaki şapkayı çıkartıp tekrar geldi ve şeyhe bağlılıklarım sundu.

Dehlevî hazretleri, gerek adı geçen Reise ve gerekse çevredeki diğer reislere karşı son derece müstağni davranırdı. Tekkenin bütün ihtiyaçlarını karşılamayı teklif edenlerin önerilerini geri çevirirdi. Bunu Hakka olan güvenine ters görür, halkın minnetine razı olmak gibi değerlendirirdi.

Zenginlerden gelen yemeği kendisi yemediği gibi, müridlerine de yedirmezdi. Komşularına hediye olarak gönderirdi. Kendisine gönderilen paraların önce peşin olarak zekatını verir, ardından da bu para ile helva ve tatlı yaptırıp dervişlere ve yoksullara dağıtırdı.

Günlük Yaşantısı

Abdullah Dehlevi'nin bir günlük yaşantısı şöyleydi: Geceleri az uyur, teheccüde kalkardı. Teheccüde kalktığında uyuyanları uyandırırdı. Teheccüd namazından sonra murakabeye varırdı. Ardından da bir mikdar Kur'an okurdu. Gecenin son vaktinde sabah namazını cemaatle kılardı. Namazdan sonra işrak vaktine kadar yine murakabe ve zikirle uğraşırdı.

Müridlerinin kalabalığı yüzünden sabahtan toplu zikri iki celse halinde yaptırırdı. Zikrin ardından kuşluk vaktine kadar tefsir okuturdu. Bunun ardından yemek yenirdi.

O günün şartlarında müslümanlar iki öğün yediklerinden bu yemek kahvaltı ve öğle arası olurdu. Yemekden sonra biraz istirahat ederdi. Ardından öğle namazına kadar kitap okuma ve bazı yazım işlemleriyle uğraşırdı. Öğle namazından sonra tefsir ve hadis, ikindiden sonra da hadis ve tasavvuf okuturdu. Daha sonra da akşam vaktine kadar zikir ve teveccühle meşgul olurdu. Akşam namazından sonra kısa bir süre seçkin müridleriyle hasb-i hal ederdi. Yatsı namazından önce akşam yemeğini yerdi. Yatsı namazım kıldıktan sonra geceyi daha çok zikir ve murakabeyle geçirir, uyku bastırınca seccadesi üzerine yan üstü uzanıp istirahata çekilirdi.

Giyim Kuşamı

Abdullah Dehlevi, kaba kumaştan dikilmiş sade elbiseler giyerdi. Şayed kendisine güzel kumaştan bir elbise hediye edilecek olsa onu satar, parasıyla orta halli giyecekler alır ve dervişlere dağılırdı. Giysilerinin çok çeşitli olmamasına da özen gösterir ve bunun sünnet gereği olduğuna işaret ederdi. Nitekim Hz. Aişe bir gün izar (yani pestemal) türü bir giysi ile rida türü pelerin gibi bir örtüyü çıkarıp halka göstererek: "Rasulullah işte bunların içinde ruhunu teslim etti." Demiştir. (bkz. Tirmizi. Şemail, s. 68-80)

Dehlevi'nin Meclisi

O'nun meclisi bir huzur ve sükun meclisiydi. Orada fakir zengin, sultan geda. herkes aynı şekilde sevgi ve ilgi görürdü. O mecliste hiç kimsenin gıybeti yapılmazdı. Arkasından konuşulmazdı. O'nun irşad ve sohbetinden herkes kabiliyet ve istidadı kadar nasib alırdı. Bir gün meclisinde bulunanlardan birisi orda bulunmayanlardan birini bir kusuruyla gıybet edecek oldu. Dehlevi müdahale ederek dedi ki: "O söylediğin söz ve sıfat, bana daha çok yakışır."

Yine bir gün onun meclisinde Hindistan sultanı çekiştirildi. Dehlevi oruçluydu. Dedi ki:

- Eyvah orucum bozuldu. Yanındakiler:

- "Aman efendim, gıybeti yapan siz değilsiniz?" deyince: "Gıybeti yapan da onu dinleyen de günahta ortaktır" hadisi ile karşılık verdi. (bkz. Keşfü'1-hafa, II, 215)

Dehlevi. Kur'an okumak kadar. Kur'an dinlemeyi de pek severdi. Halifelerinden Ebu Said Masümî'nin okuduğu Kur'an'ı dinlemekten büyük haz duyardı. Bazan Allah Rasulü (s.a.)'nün Abdullah b. Mes'ud'a Kur'an oku tüp vecde gelip "Yeter!" demesi gibi, o da vecde gelince "Bu kadarı yetişir" derdi.

Meclislerinde tasavvuf ehli zatların şiir ve ilahilerini dinlemekten de hoşlanırdı. Özellikle Mesnevi'yi pek severdi. Temkin ehli olduğundan cezbelenip Semaa kalkışmazdı.

Tütün ve nargile türü, keyif verici maddelerden ve onların kokusundan hoşlanmaz, hatta meclisine böyle bir keyif verici kullanan kimse geldiğinde buhur tütsüsü yaptırırdı.

Dehlevi'de Rasülullah Sevgisi

Dehlevi'de aşk derecesinde bir peygamber sevgisi vardı. O'nun adını duyduğunda heyecanlanır, vücudu titrerdi. Hizmetine bakan kişilerden biri bir gün demişti ki:

"Sen Allah Rasülü'nün gözdesisin." Abdullah Dehlievi bu sözü duyar duymaz ayağa fırladı, hizmetçiyi kucakladı ve:

- Estağfurullah, ben kim oluyorum ki O'nun gözdesi olayım? dedi ve ona hediyelerde bulundu.

Allah Rasulü'nün söz ve davranışlarına sıkı bir bağlılık içindeydi. Hayatına sünnet çizgisi üzere yön vermeye özen gösterirdi. Bu yüzden de hadis kitaplarını çok okur. Sünnetten haberdar olmaya çalışırdı. Vefatı sırasında bile Sünen-i Tirmizi mütalaa ettiği ve bu kitab göğsünde bulunduğu halde vefat ettiği kaydedilmektedir.

Sünnet ve hadis kitaplarında okuduğu Hz. Peygamber'in uygulamalarını derhal tatbik imkanı arardı. Bir gün kendisine getirilen keçi paça ve kellesini sırf bu yüzden pişirtip yemiş ve başkalarına da yedirmiştir.

Engin sevgisi sebebiyle zaman zaman Allah Rasulü'nü rüyada görürdü. Cehennem azabından korktuğu ve onun dehşetini düşünerek uyuduğu bir gecede Efendimiz'i gördü. "Sen bizim sevdiğimizsin. Bize sevgisi olan cehenneme girmez." şeklindeki iltifat-ı peygamberiye mazhar oldu.

Bazı Söz ve Düşünceleri

Abdullah Dehlevi. Nakşbendiyye tarikatının belli başlı esaslarını kendisine göre şöyle özetlerdi:

"Nakşiliğin dört esası vardır: l. Def-i havatır. 2. Devamlı huzur hali, 3. Rahmani cezbe, 4. Manevi varidat. Havatır şeytandan, nefsten, melekten ve Hak'tan olmak üzere dört çeşittir."

Nakşilik yolunda kişiye şu dört şeyin gerekli olduğunu söylerdi: l. Tertemiz bir din, 2. Saf bir yakın hali, 3. Kırık bir el; yani harama uzanmayan, hırsa kapılmayan bir tavır, 4. Kırık bir ayak; yani harama ve şerre gitmeyen bir ayak, mütevazı bir üslup.

Süfî'yi: "Dünya ve ahireti arkasına atan, yüzünü Yüce Rabbine döndürüp yoluna devam eden kimse" olarak tanımlardı.

Bey'at edip söz vermeyi üç amaçla yapılan bir fiil olarak görürdü.

1. Şeyhlerin gösterdiği büyük ve güzel yola ermek, onların makamına ulaşabilmek için;

2. Günahı bırakıp tevbeye yönelmek için,

3. Bir yere, bir makama bağlanmış olmak için.

Fakirin harfleri

"Fakir" kelimesinin harflerinin birer sembol olduğunu her bir harfin ayrı bir anlamı bulunduğunu şöyle anlatırdı:

Fa: Faka'dır; darlık, yokluk ve zorluğa işarettir.

Kaf: Kanaat ehli olmaktır.

Ya: Yeis'tir. Hakk'tan başka herşeyden ümid kesmekdir.

Ra: Riyazettir. Nefsi terbiye etmek için zora koşmaktır.

Derviş karşılığı kullanılan "fakir" kelimesinin remizleri sayılan bu hasletlere sahip olan kişi, Hakk'ın fazi ve ihsanı ile yakınlık ve rahmetine erişir.

Velilik ve Erenlik

Abdullah Dehlevi'ye göre veliler üç sıfatlı olur:

1. Keşf sahibi olanlar,

2. Fehm, anlayış ve kavrayış sahibi bulunanlar.

3. Cehi ehli; yani Hakk'ın İlmini görüp hiçbir şey bilmediği idrakine erenler.

Ricali de, dünya isteklileri, ahiret talipleri ve Mevla asıldan olmak üzere üçe ayırırdı. Dünyadan ve ukbadan geçip Hakk canibim seçip vuslat şarabın içip rical sıfatını alanların "ermiş" sayılacağını söylerdi.

Aklı, aydınlık ve karanlık olmak üzere ikiye ayırırdı. Aydınlık akıl, arada hiçbir aracı olmadan esas gayeye götüren akıldı. Karanlık akıl da mürşid kandili olmadan önünü göremeyen ve menziline varamayan akıl demekti.

İnsanın en büyük engeli olarak "benliği" görürdü. "Benlik" gitmeden hiçliğe erilemezdi. Benliğin gittiğini anlamanın ölçüşü olarak da;

"Kişide ben diyebilecek bir gücün kalmaması gerektiğini" söylerdi. Bu da ancak benliğin Hak'ta fani elması, kulun Hakk ile bakı olduğu şuuruna ermesiyle mümkündü.

Yaşlılık yıllarında şu beyti sık sık tekrarlardı:

Ey sevgilim, ey sevgilim, kocadım bittim

Aşkının nuru üzerine düştükçe gençleşiyorum.

Derdi ki: "Gerçek aşık, sevgilisini bir lahza bile tefekkür ve mülahazadan geri durmamalıdır."

"Ey sevgili Rabbim. Kendi mecalsizliğimden şu kadarcık haber darım ki, senin cemalini görmek için gözlerimi her tarafa çeviriyorum."

Hayatı hakkında bilgi veren kaynaklar onun bazı risalelerinden bahsederler. Makamat-ı Mazhariyye ve îzahu't-tarika adlı iki risalesinden ilki basılmış olup Şeyhi Can-ı Canan Mazhar'ı anlatn (İstanbul 1986). Diğeri ise yazma olarak bulunmaktadır (bkz. Süleymaniye H. Hüsnü Paşa 7421).

- rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Mevlânâ Halid Bağdâdî (k.s.)



Uzun boylu, beyaz tenli, kırmızı yanaklıydı. Saçları ve gözleri siyahtı. Hafif değirmi burunlu, uzunca kirpikliydi. Kolları uzun, omuzları genişti. Vücudu kıllıydı. Heybeti ve ağırbaşlı duruşu bakanlar üzerinde ürperti uyandırır, saygınlık telkin ederdi. Güzel giyinirdi. Halkın arasına çıktığı zaman, ne taylasanını bırakırdı, ne de asasını ikramı ve bahşişi böldü. Prensiplerine sıkı sıkıya bağlıydı.

Altın silsilenin 30. halkası ve yeni bir kolbaşısı bu sefer Osmanlı ülkesinden, Irak'ın Musul vilayetine bağlı Şehrezür kasabasından Adı Halid b. Ahmed, lakabı Mevlana ve Zıyaeddin İslâm dünyasında Celaleddin Rumî'den sonra "Mevlana" (Efendimiz, büyüğümüz) lakabıyla anılan ve bu sıfatla meşhur olan ikinci kışı olduğuna bakılırsa tesir ve nüfuzu anlaşılmış olur. Kendisinden sonra Nakşîlik neredeyse "Halidîlik" olmuş ve bu kol Osmanlı ülkesinin en yaygın tarikatı haline gelmişti HAYATINDAN ÇİZGİLER

Ömrünün bir kısmı Bağdad'da geçtiğinden ve orada iken meşhur olduğundan "Bağdadî" nisbesiyle anılır. Baba tarafından Hz. Osman, ana tarafından da Hz. Ali soyundandır. 1193/1179 yılında bazı kaynaklara göre Şehrezur'da, bazılarına göre ise Baban'a bağlı Karadağ'da doğdu. İlk tahsilini önce babasından, ardından da Süleymaniye medreselerinde yaptı. Seyyid Abdülkerim Berzenci, Seyyid Molla İbrahim gibi alimlerden okudu. Süleymaniye'den Bağdad'a geçti. Bağdad'da bir sure ilim tahsiliyle meşgul olduktan sonra tekrar Süleymaniye'ye döndü. İlme doymuyordu adeta. Dini ilimlerden sonra fen ilimlerine merak sardı ve devrin Ali Kuşçu'su sayılan Muhammed Kuseym'den riyaziye, hesap, hendese, hey'et ve üstürlab gibi teknik bilimler tahsil etti.

Üstün zekası ve yüksek ilmi kabiliyeti sayesinde çevresinde ilgi odağı oldu Devrin idarecileri kendisini bir medreseye müderris tayin etmek istedilerse de o bundan imtina etti. Henüz bu işe ehil olmadığını beyan ederek afv diledi. Ancak 1213/1798 yılında Süleymaniye'de ortaya çıkan taun vakasında hocası Abdülkerim Berzenci vefat edince onun yerine müderrisliği kabul etti. Yedi yıl sureyle sürdürdüğü tedris hizmetinden sonra içinde hissettiği boşluğu doldurmak ve manevi bir teselliye nail olmak amacıyla hacca gitmeye karar verdi. Hac yolculuğu sırasında Şam'a uğradı ve bir süre orada ikamet etti.

Şam'da ikameti sırasında Muhammed el-Küzberi'den hadis icazeti, Mustafa el-Kürdî'den kadiri hilafeti aldı. Hac yolculuğu sırasında yolun meşakkatlerinin yanı sıra manevi bazı lütuflara ve tasavvufi irşatlara da mazhar oldu. Nitekim Medine' de bulunduğu sırada kendisine rehberlik edecek mürşid ararken karşılaştığı hüsn-i hal sahibi bir zattan dua ve irşad talebinde bulundu. O zat, kendisine şu nasihat ta bulundu. "Mekke- i Mükerreme'de bulunduğun sırada zahiren gördüğün bazı hataları yargılayıp reddetmekte aceleci olma!"

Halid Bağdadî arkardaşlarıyla Medine'den Mekke'ye geçti. Günlerini Kabe civarında ibadetle geçirmeye özen gösteriyordu. Yine bir gün sabahın erken saatlerinde Harem-i Şerif'te Delail okurken birinin sırtını Kabe'ye dönüp oturduğunu gördü. Kendisine bakmakta olan bu zat ile bir ara göz göze geldiler Arkasını kıbleye ve Kabe' ye dönmüş bu zatın hali pek hoşuna gitmemekle birlikte Medine'de aldığı nasihat gereği sesini çıkarmamaya azimliydi. Ancak bu sefer sözü başlatan karşısındaki zat oldu: "Allah indinde mümin bir gönlün Kabe'den daha değerli olduğunu bilmez misin? Hem Medine'deki zatın söylediklerini ne çabuk unuttun?"

Bu hikmetli ve anlamlı sözlerin etkisiyle başı dönen Halid Bağdadi gayr ı iradî sözün sahibinin dizlerine kapandı ve kendisini irşad etmesini istedi. Ancak şu karşılığı aldı "Sizin irşadınıza dair işaretler Hindistan tarafından geliyor. O tarafa yönelin!"

Hacc farizasını tamamlayan Halid Bağdadî, Süleymaniye'ye döndü ve tedris hizmetine devam etti. Nihayet bir gün Abdullah Dehlevi'nin gezginci dervişlerinden Mirza Rahimullah Azimabadî'nin Süleymaniye'ye gelmesine kadar bu hizmeti sürdürdü. Mirza Azîmabadî ile Süleymaniye'de uzun uzun sohbet ve halvetlerde bulunan Mevlana Halid, Nihayet beklediği anın geldiğine inanmıştı. Dünyevi bütün meşguliyetlerini bırakarak mirza Azîmabadî ile Hindistan'a sefere çıktı (1224/1809). Yaya olarak tam bir yıl sürecek olan bu yolculuk boyunca da boş durmadı. Yolda her bölgedeki ulema ve meşayihin kabrini ziyaret etti. Pek çok alim ve şeyh ile görüşüp tanıştı. Nihayet Abdullah Dehlevi'nin dergahının bulunduğu Cihanabad'a vardı.

Mevlana Halid, orada şeyhinin yanında bir yandan seyru suluk ile manevi eğitimini tamamlarken diğer yandan da şeyhinin izin ve işaretiyle Molla Abdülaziz el-Hindi'nin akaid ve kelam derslerine devamla icazet aldı. el- Hindi Tuhfe-i İsna Aşeriyye adında şiaya reddiye yazmış bir Nakşı şeyhi ve akaid bilginidir. Abdullah Dehlevi, müridi Halid Bağdadî'ye Nakşbendiyye, Kadiriyye, Sühreverdiyye, Kubrevivye ve Çeştiyye tarikatlarından icazet verdi .Dehlevi, müridindeki "benlik" duygusunu kırmak için onu küçük hizmetlerde kullandı. Temizlik yaptırdı Hatta helaları yıkattırdı. Nefsin azgın dalgalarını durulttu ve bir yılda onu eğitti.

Şeyhinin yanında seyru sulükunu tamamlayıp irşad icazetini alan Mevlana Halid şeyhinden aldığı işaretle tekrar memleketine döndü. Son arzusu sorulduğunda verdiği cevap ilginçtir: "Son arzum dindir, dinin kemali ve kuvvet bulması için de dünyayı isterim."

1226/1811 yılında memleketi Süleymaniye'ye geldi Ardından şeyhinden gelen bir işaret üzere Bağdad' a gitti. Orada vali Said Paşa'nın da desteğiyle İhsaiye medresesini ihya ederek ilk "Halidî tekkesi" haline getirdi. Engin bilgisi geniş tasavvufi etkisi kısa zamanda şöhret ve nüfuzunu artırınca çevrede hasedci nazarlar ve kıskanç tavırlar şahlamış işi kendisini Vali Paşa'ya şıkate kadar vardırmışlardı.

Şikayetin bir ucu pay-ı tahta Sultan II. Mahmud'a kadar ulaştı Sultan Şeyhülislâm-ı çağırıp kararını vereceği sırada Şeyhülislâm Mustafa Asım Efendi Sultan a :"Ey iman edenler, size bir fasık gelir ve bîr haber getirirse onu iyice araştırın. Aksi halde bir topluluğa bilmeden bir kötülük etmiş olursunuz. Sonra da pişman olursunuz." (el-Hucurat, 49/6) ayetini hatırlattı. Bunun zerine Sultan bu iş için iki adam gönderdi. Diğer taraftan Vali Said Paşa'nın yaptırdığı araştırmada Mevlana Halid'in haklı iddiaların iftira olduğunu ortaya çıkardı. Olayların yatışması için Mevlana Halid, memleketi Süleymaniye'ye döndü.

Süleymaniye'de de hemen ikinci bir tekke açıldı. Gerek Bağdad'daki ilk tekkede, gerekse Süleymaniye'deki ikinci dergahta pek çok halife yetiştiren Mevlana Halid bunları İslâm ülkelerinin muhtelif merkezlerine gönderiyordu Süleymaniye den sonra bir ara tekrar Bağdad'a gelen Mevlana Halid, oradan da Şam civarında Salihiye'de üçüncü bir dergah daha açtı (1238/1822)

Salihiye'de üç yıl kadar irşad hizmetiyle meşgul olduktan sonra 1241/1825 yılında tekrar hacca gitti. Hac dönüşü Şam da kolera hastalığına yakalandı. Çok geçmeden 12 Zilkade 1242, 10 Haziran 1826 yılında vefat etti. Vefatı sırasında ağzından "Ey itminana eren nefs, sen O'ndan, O senden razı olarak dön Rabbına!" (el-Fecir, 89/27-30) ayetleri dökülmüştü. Kabri, Şam Salihiye'de Kasyon tepesi eteğindedir. Halifelerinden Muhammed el-Firaki'nin delaletiyle kabrinin üstüne I. Abdülmecid Han tarafından kubbe yaptırılmıştır.

Mevlana Halid'in tedris ve ilmi eserleriyle başlayan şöhreti, İslâm dünyasının her bölgesine gönderdiği yüzlerce halifesi sayesinde daha sağlığında iyice artmıştı. O'nun mürid ve müntesipleri arasında Mekkizade Mustafa Asım ve Mehmed Refik Efendi gibi şeyhü'l-İslâmlık makamını ihraz etmiş ilim adamları Said Paşa, Davud Paşa, Abdullah Paşa, Necip Paşa ve Namık Paşa gibi devlet ricali de yer almaktadır. Halidiyye'nin halk ve devlet ricali ile ilim adamları arasında kısa zamanda ve sür'atle yayılmasının temelinde genellikle Halid Bağdadî nin şeriatın zahirine sıkı sıkıya bağlı bir ilim adamı olmasıyla halifelerini genellikle ilim erbabından seçmesi gerçeği vardır. Mevlana Halid in bizzat yetiştirip görevlendirdiği 116 halife Halidiliği XIX asrın en büyük tarikatı haline getirmiştir. Ünlü hanefi fakihi İbn Abidin ile Ruhu'l-maani adlı tefsirin müellifi Alusî de Halidi mensubudur.

AHLAKÎ VASIFLARI

Halidi Bağdadî hazretleri cömert, güzel ahlaklı, halkın eziyetlerine sabırlı, açık ve tatlı sözlü, azimetle ameli seven, ihtiyatı elden bırakmayan, yetim ve dulları himaye eden, Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmayan bir gönül eriydi.

Huzurunda oturup zahirî ve batınî adaba riayet edenler, azamî derecede istifade ederlerdi. Huzurda bulunanların kalbleri dünya sevgisinden temizlenir, makam ve mansıp endîşesinden, gaflet pasından arınırdı.

NASİHATLARİ

Size kat'iyyetle emrederim ki, bütün varlığınızla sünnet-i seniyyeye sarılıp cahiliye adetlerinden ve bidatlerden sakının. Sufiye hakkındaki dedikodulara aldanmayın. 'Paşa da olsa avamdan insanlarla ülfet etmeyin. Onlardan hangi vesileyle olursa olsun, bir şey istemeyin. Çünkü bu, sizin kötülükle itham edilmenize sebep olur. İki mefsedet arasında çaresiz kaldığınız zaman ehven olanını seçin. Mutlu kişi, başkasının başına gelenlerden ibret alandır. Daha önemli olanı, önemli olana tercih ediniz. Sakın ola ki sultanlarla ve devlet ricaliyle bir işe girişmeyin. Çünkü onları ıslah edecek güce sahip değilsiniz. Onları gıybet etmeyin, veliyy-i emrinize hayırlı işlerinde muvaffak olması için dua ediniz.

Dünya perest tüccarları, ulema taslaklarını, ilmi halk arasında bir makam elde etmek için maşa olarak kullanan talebeleri, tenbellikleri sebebiyle yüklerini halka taşıtmaya çalışan asalakları, maneviyatı dünyasına basamak yapmaya kalkışan kimseleri, tarikata almayın, alsanız da bu tür davranışlarına fırsat vermeyin. Bilesiniz ki bana en sevgili olanınız, ehl-i dünya ile alakası olmayan, başkalarına yük olmayanızdır. Daha da sevimlileriniz fıkıh ve hadisle uğraşanlarınızdır. Nitekim tabileri çoğalanın şeytanları çoğalır, malı çoğalanın hesabı zorlaşır Tama ve şöhret sevgisine tutulan dünyalığını arttırmak, makama erişmek için her şeyi meşru görmeye başlar .Dünya ile dini değişir."

"Zikr-i kalbiye devam et. Yolda giderken de olsa onu bırakma'. Her işinde Allah'ın kuvvet ve kudretine iltica et! Sadat-ı kiram hazretlerinin rühaniyetinden istimdat et. Alimlere ve Kur'an hafızlarına ikram et. Mümkün mertebe Kur'an kıraatiyle ve en çok da fıkıh ilmiyle meşgul ol! Huzur-ı kalb,seni bu işten alıkoymasın!".

ESERLERİ

Mevlana Halidi Bağdadî, sohbetleri ve yetiştirdiği halifeleri kadar yazdığı eserleriyle de ünlüdür. Bu eserleri muhtelif dini konuları ihtiva eder. Bir kısmı Farsça, bir kısmı Arapça"dır:

1. el-Akdü'l-Cevheri: İlm-i kelamda "kesb" konusunda Maturidi ile Eş'ari mezhebi arasındaki görüş ayrılıklarım belirten bir risaledir. İstanbul'da basılmıştır.

2. Rabıta Risalesi: Nakşbendiyye'de önemli bir yeri olan rabıta konusunu anlatan müstakil bir risaledir. Raşahat kenarında basılmıştır.

3. Şerh Makamat-ı Harirî

4. Şerh Hadis-i Cibril: Cibril hadisi diye bilinen meşhur hadisin akaid ve tasavvuf açısından yapılmış Farca bir şerhidir. Eser yazma olup bir nüshası Süleymaniye kütüphanesinde vardır.

5. Siyelkütî Haşiyesi

6. Akaid-i Adudiyye

7. Divan, Farsça, Arapça ve Kürtçe şiirlerden meydana gelen bu eser, Sadreddin Yüksel tarafından terceme edilmiştir.

Mevlana Halid'in hayatı ve menkıbeleri hakkında yazılmış Mecd-i Talid gibi müstakil eserler de vardır.

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Tâhâ el-Hakkârî (k.s.)

Orta boylu, yuvarlak yüzlü ve top sakallıydı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşı arası açıktı. Gözleri iri ve siyahtı. Murakabesinin çokluğundan boyun kemiği dışarı doğru eğilmişti. Yüzü aydınlık ve nurlu, sözleri etkileyici, gözleri ve nazarı keskindi. Görenler yüzündeki mahabetle irkilir, kendisine güven ve saygınlık hissederlerdi.

Altın silsilenin 31. halkası Güneydoğu Anadolu'muzun Hakkari vilayetinden ve Abdülkadir Geylani soyundan. Adı Taha bin Molla Ahmed "Şihabüddin ve İmamüddin" lakaplarıyla ünlü.

İlk tahsiline babası Molla Ahmed'in yanında başladı. Küçük yaşlarda Kur'an'ı hıfzetti. Ardından devrin medreselerinin bulunduğu Bağdad, Süleymaniye, Kerkük ve Erbil şehirlerine giderek çağdaş alimlerden okudu. Dînî ilimlerden icazet aldı, edebiyat ve bazı fen bilimlerini öğrendi.

Tasavvuf Yoluna Girmesi

Taha'l-Hakkarî'nin tasavvuf yoluna girmesi amcası Abdullah Şemdinli vasıtasıyladır. Mevlana Halid Bağdadî'nin önce arkadaşı, sonra da müridi olan Abdullah Şemdinli şeyhine yeğeni Taha'l-Hakkarî'den bahsetmişti. Mevlana Halid de bir ziyaretine onu da getirmesini istemişti. Bu suretle başlayan alaka, daha sonra istiharede görülen işaretler sonucu intisaba dönüştü.Taha'l-Hakkarî'nin yüksek istidadı ve Mevlana Halid'in yüce himmet ve teveccühü sayesinde üç aya varmayan (80 gün) kısa bir zaman içinde seyr u sülûkünü tamamladı, şeyhi tarafından Hakkari'nin Berdesur kasabasına hilafetle görevlendirildi. Amcası Abdullah Şemdinli ise, Şemdinli'nin " Nehrî" de denilen "Bağlar" kasabasında irşad hizmeti yapmaktaydı. Hatta bu yüzden bazıları, bu kadar yakın yerlere iki halifenin görevlendirilmesine mana verememişlerdi. Ancak kısa bir süre sonra Abdullah Şemdinli vefat edince işin hikmetini kavradılar. Amcasının vefatından sonra Şeyh Taha, Bağlar kasabasına yerleşti ve amcasının bıraktığı yerden irşad hizmetini yürütmeye başladı.

Taha'l-Hakkarî'nin Bağlar kasabasındaki hizmeti kırk yılı aşkın bir süre devam etti. Şöhreti de Kafkaslardan Irak, Suriye ve Mısır'a, İran'dan Anadolu ve Balkanlar'a kadar ulaştı. Hatta 1853 yılında Osmanlılarla Ruslar arasında çıkan savaşta Dağıstanlı büyük sûfi mücahid Şeyh Şamil ile Hakkarili Şeyh Tâha ve kardeşi Şeyh Salih, Rus ordularına karşı Hakkari ve Azerbaycan halkını harekete geçirmişlerdir.

Bugün eski haline göre harap bir durumda bulunan Bağlar, Tâha'1-Hariri, zamanında 16. 000 nüfusu, camileri, mescidleri, tekkeleri, imaretleri, dükkanları, han, hamam ve kervansaraylarıyla şirin bir Osmanlı kasabasıydı.

Şeyh Hakkârî'nin Günlük Yaşantısı

Tâha'1-Hakkârî hazretleri teheccüd namazını evinde kılar, sabah ezanına kadar evinde evrad ve ezkar ile meşgul olurdu. Ezanla birlikte tekkeye çıkar, sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra kuşluk vaktine kadar tekkede bulunurdu. Her gün tekkesindeki dervişleri ve ilim tahsil eden talebeleri dolaşır, müşkillerini hallederdi. Tekke ve civarı, gelen ziyaretçilerle dolup taşardı. Bağlar halkı ekseriya tekkenin imaretinden yer içerdi.

İkindi namazından sonra büyük "hatm-i hacegan" yapılırdı. Hatm-i hacegandan sonra İmam-ı Rabbani'nin Mektûbât'ı okunurdu. Mektûbat genellikle halifelerden birisi tarafından okunur, Şeyh Taha gerek gördükçe lüzumlu açıklamalarda bulunurdu. Akşam yemeği genellikle "akşam üzeri" yenilirdi. Böylece akşamla yatsı arasında bir yemek telaşı olmazdı. Şeyh Taha, seyr ü sülûke giren dervişlerine bizzat teveccühte bulunur ve teveccüh saatlerini kendisi tayin ve tesbit ederdi.

Halka ve İdarecilere Karşı Tavrı

Halkın her sınıfından insanlara karşı iltifatlarını esirgemez, zaman zaman ziyaretlerine gider, sıkıntılarına koşardı. Devlet ricaliyle münasebetlerini şeyhinin nasihatlarına uyarak zaruret miktarından öteye geçirmezdi. Nitekim devrin İran hükümdarı Mehmed Şah gördüğü bir rüya üzerine ehl-i sünnet mezhebine girmişti. Şöhreti İran'a kadar ulaşmış bulunan Taha'l-Hakkarî'den kendisine bir muallim göndermesini istedi. O da Şah'a Abdurrahman isimli bir halifesini gönderdi. Şeyhin, talebini yerine getirmesinden ve gönderdiği halifenin hizmetinden memnun kalan Şah, İran hududundaki iki kasabayı bütün varlıklarıyla Şeyh Taha'ya bağışladı. Fakat Taha'1-Hakkarî bunu kabul etmedi. Bir mektupla Şah'a şunları yazdı: "Ben Osmanlı teb'asındanım. Devletimin sayesinde şahsımın ve ailemin geçimi yolundadır. Alakalarınıza teşekkür eder, hediyelerinizi kabul edemeyişimin mazur görülmesini istirham ederim."

Hediyelerin kabul edilmeyişine üzülen Şah, Abdurrahim Efendi ile de istişare ederek tekrar elçi gönderdi. "Madem ki bu iki kasabayı kabul etmediler, bari buraya bağlı iki köyü kabul etsinler" diye yazdı. Ayrıca elçiyle şeyhe süslü bir asa ve kıymetli bir cübbe armağan etti. Şeyh köylere sahip çıkmadı, vakfetmekle yetindi. Asa ile cübbeye de el sürmedi. Durumdan bir vesileyle haberdar olan devrin Osmanlı sultanı Abdülmecid Han, bir name ile şeyhe bu davranışından dolayı iltifatlarda bulundu. Şeyh de hediyeleri padişaha sundu.

İrşad Üslûbu

Tasavvufta: "Arife işaret kafidir." diye bir kaide vardır. Taha'l-Hakkarî hazretleri bu kaide gereği irşad ve eğitimde direkt metodu değil, endirekt yolu; işaret üslûbunu tercih etmiştir. Nitekim halifelerinden birisine şu tavsiyede bulunmuştur: "Halka önce işaretle muamele edin; bu fayda vermezse sözle uyarın. Bundan da nasib almayandan yüz çevirin..."

Taha'l-Hakkarî hazretleri; "Misvakla kılınan bir rekat namaz, misvaksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır." (İbni Hanbel, VI, 272) hadis-i şerifine şu anlamı verirdi: Hadiste geçen "sivak" kelimesi misvakla ovmak manasına geldiği gibi, "sivak" yani "senden başkası" anlamına da gelir. Bu duruma göre hadisin manası şöyle olur:

"Sensiz; yani kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rekattan daha değerlidir."

Rivayete göre bir gece Şeyh Taha'nın kilerine bir hırsız girmiş ve un çuvalını sırtlayıp kaçmak istemişti. Fakat hırsız kaldırmaya güç yetiremeyince çuvalın ağzını açta ve içinden bir miktar un boşalttı. Tekrar kaldırmak için hamle ettiyse de başaramadı. Yine boşaltıp kaldırmaya çalıştığı bir sırada Taha'l-Hakkarî kilere girdi. Çuvalın arkasından tutup: "Evladım yardım edeyim, herhalde kaldıramıyorsun?" dedi. Şeyhin ayak sesinin ardından konuşmasını da işiten hırsız, iyice buz kesmişti. Durumu fark eden Şeyh Taha, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Hadi ben yardımcı olayım da çuvalı sırtına yükleyelim, ama dikkat et, bizim adamlarımız görmesin. Belki seni üzerler. Bir daha da ihtiyacın olduğunda kilere değil, bize gel. Biz senin ihtiyacını görelim."

Hırsız bu müsamaha ve alicenaplık karşısında çok etkilendi ve iyice mahcub oldu. Şeyhten afv dileyerek bendeleri arasına katıldı.

Vefatı

Taha'l-Hakkarî hazretleri şeyhi tarafından irşadla görevlendirilişinin kırk ikinci yılında (1269/1853) müridleriyle bir gezintiye çıkmıştı. Sohbet sırasında şeyhe Şam'dan gelen iki mektup sunuldu. Şeyh Taha, mektupları damadı Abdülahad Efendi'ye okuttu. Ardından:

"Şöhret afettir. Artık bizim ötelere seferimiz yakındır. Bize dünyadan nasib kalmamıştır." dedi ve ihvanıyla dergaha döndü. Dergaha gelince fenalaştı. Hastalığının on ikinci günü etrafında bulunan akraba ve müridleriyle vedalaşıp helalleşti. İkindi vakti ruhu Hakk katına uçtu (1269/1853).

Kabri, Hakkari'nin Şemdinli ilcesine bağlı Bağlar köyündedir. Bağlar kadısı olan kayınpederi ile amcası Abdullah Şemdinli'nin kabirleri de aynı mezarlıktadır. Amcasının mezarında kubbe olduğu halde o, mezarına kubbe ve türbe istememiştir.

Taha'l-Hakkarî hazretleri pek çok halife yetiştirdi. Nakşîliğin Halidî kolu, Güneydoğu Anadolu, Irak ve Suriye'de adeta onun yetiştirdiği halifelerce temsil edilmiştir. Necip Fazıl'ın mürşidi Abdülhakîm Arvasî'nin şeyhi Seyyid Fehim Arvasî ile Taha'l-Harîri onun yetiştirdikleri arasındadır.

-rahmetullahi aleyh-
 
Üst Alt