Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Altın Silsile

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (SAV)

Hilkatte ve fıtratta en güzel, ahlakta en mükemmel, varlığın sebebi, alemlerin rahmet peygamberi, insanlığın yegane önderi, vahyin mihveri, Kur'an tebliğcisi, ahiret müjdecisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a), bütün silsilelerin çıkış noktası, en büyük ve ilk halkası. Bu yüzden tefsirin de, hadisin de, fıkhın da, ilm-i kelamın da, tasavvufun da başı O.

Allah'ın övüp yarattığı; insanlığa rehber yaptığı, O'na itaati kendisine itaata denk saydığı; O'nu sevmeyi kendisini sevmek diye nitelediği büyük peygamber. O'nun ahlakı Kur'an'dı. O bir nebiy-yi ahir zamandı. Hilkatin fatihası, nübüvvetin hatimesiydi. Bu özellikleriyle îtikad, îman ve ahlakta; ibadet ve muamelatta biricik örnek şahsiyet; yani üsve-i hasene'dir O. Nitekim hakkında Allah Teala: "Allah'ın peygamberinde sizin için Allah'ı ve ahiret gününü umanlar için güzel bir örnek (üsve-i hasene) vardır." (el-Ahzab, 33/21) "Sen yüce bir ahlak üzresin." (el-Kalem, 68/4) buyurmaktadır.

KAFİLE BAŞI

"Güzel örnek", olması, "yüce bir ahlak" sahibi bulunması sebebiyle, İslam ruh eğitimi, ahlak ve zühd demek olan tasavvufî hayatın kafile başı da O'dur. O'nun mübarek sözleri, halleri ve güzel ahlakı tasavvufun temelidir. Bu yüzden biz burada O'nu anlatma konusundaki aczimizi itiraf ederek O'nun ahlak, zühd ve ruh hayatına aid, ayet ve hadislerin aydınlığında, bir kesit sunmaya çalışacağız. O'nun kemalini ve cemalini bizim kelime kalıpları içine sığdırmamız mümkün değil. Çünkü O, ahlakî kemalini, Rabbının eğitimiyle kazandığını itiraf ediyor, "O'nun ahlakı Kur'an'dı" diyen hadisler de bunu doğruluyor. Bu yüzden O, beşeriyete telkin ettiği ahlakî umdeleri önce kendi şahsında uygulardı.

Bir insanın ahlakî olgunluğuna en iyi şekilde vakıf olanlar, elbette en yakın çevresinde bulunan aile efradı ve yakın dostlarıdır. "Dağ yanına varınca küçülür" derler. Bu yüzden büyük sandığımız pekçok kimseyi yakından tanıyınca büyüklüklerinin zail olduğunu görürüz. Ama Allah Rasûlü (s.a.) böyle değil. Çünkü O'nu yakından tanıyanlar, en mahrem hallerine vakıf olanlar, O'nun ahlakî kemalini anlata anlata bitirememektedir. İlk eşi Hz. Hatice'den diğer zevcelerine, özellikle Hz. Aişe'ye, kızı Fatıma (r. anha), damadı Hz. Ali (r.a), evladlığı Hz. Zeyd (r.a) ve hizmetçisi Hz. Enes (r.a)'a varıncaya kadar O'nun yakın çevresindekiler, O'nun ahlakî kemalini övmekte ve O'nun eşsiz bir ahlakî olgunlukta bulunduğunu anlatmaktadırlar. "Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen" bir peygambere yakışan özellikler, ashabının hayranlığını uyandıracak ve onlara örneklik yapacak bir düzeydeydi. İnsanlara olan ilgisi ve sevgisi, halkın kendisini, öz benliklerinden daha çok sevme neticesini doğurmuştu. Zaten eğitimde ana gaye de bu değil miydi? O, ümmetine ve ashabına karşı bir baba konumundaydı. Hanımları da anne. Ümmet de bu ailenin evladları ve birbirlerinin kardeşleri. O kurduğu ahlakî eğitim sistemi içinde ümmeti bir ailenin sıcak ortamında yetiştirmek istiyordu. Tasavvufta da durum böyledir. O'nun "insanları manen yetiştirip ahlakî olgunluğa erdirme" diye özetleyebileceğimiz "irşad" hizmeti tasavvufun görevidir.

RÛHÎ HAYAT

Tasavvuftaki ruhî hayatın da Hz. Peygamber (s.a)'in hayatında pek can alıcı örnekleri vardır. O, peygamberlik öncesi Hira mağarasındaki halktan uzak, halvet ve inziva yaşantısıyla vahy-i ilahî'yi alacak, Cebrail'i melek hüviyetiyle görecek ruhî kemale hazırlanıyordu. O'nun hayatının bu devresi, bir takım riyazatlar, ruhî tecribeler ve kainatın yaratıcısını tefekkür gibi iman ve yakîni artırıcı ön hazırlık devresiydi. Mutasavvıflardaki halvet, çile ve erbain hayatı bir bakıma O'nun bu ruhî tecribe dönemiyle benzerlikler arzetmektedir.

Manevî ve ruhî yükselişte kemale ermiş ve -varsa- gelmiş, geçmiş bütün kusur ve hatalarının bağışlandığı Kur'an lisanıyla haber verilmiş bir peygamber olmasına rağmen O, ibadet ve taatta daima en ileri noktada bulunmuş; gece teheccüd namazını, gündüz nafile orucunu ihmal etmemiştir.

Yaşayışı ve hayat tarzı itibariyle zühd ve sadeliği esas aldığından, her devirde, her insanın uygulayabileceği bir hayat modeli sunmuştur insanlığa. İbadette ifrat ve tefritten uzak bir orta yol izlerken, dünya ve dünyaya meyl konusunda zühd yolunu seçmiş, taat ve muamelatta ise azimet ve takvayı önde tutmuştur.

Kurduğu devletin sınırları Arabistan yarımadasını aştığı; ganimet mallarıyla devlet hazinesinin dolup taştığı zamanlarda bile dünyaya ve dünyalıklara ilgi duymamış, zahidane tavrını elden bırakmamıştır. Evinde sıcak bir çorba pişirmeden; ocak kaynamadan hurma ve su ile geçirdiği günlerin sayısı pek çoktur. Hanımları bir ara bu hayata dayanamayarak O'ndan dünyalık talebinde bulundular. O, ayrılmayı bile göze alarak onlara bir aylık bir düşünme süresi verdi. Arkasından nazil olan şu ayet-i kerimeyle onların Allah ve Rasûlünü tercih ettiklerini bildirmeleri üzerine onlara döndü: "Ey peygamber, hanımlarına de ki: Eğer bu dünya hayatı ve onun zînet ve parlaklığını istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer Allah'ı ve Peygamber'ini ve ahiret yurdunu arzu ediyorsanız, Allah aranızdan iyi olanlara büyük mükafat hazırlamıştır." (el-Ahzab, 33/28-29)

ZÜHD

Rasûlullah'a göre zühd, helali haram kılmak, ya da malı zayi etmek değildi. Aksine Allah'ın lütfuna kendi elinde olandan fazla güvenmekti. Malıyla bir musîbete uğradığında giden maldan ziyade musibetin sevabı na gönül vermekti.

Hanesi, hane halkının yaşantısı hep mütevazı idi. Süslü, gösterişli, göz kamaştırıcı manzaralardan hoşlanmazdı. Nitekim evini süslü örtülerle donatan kızı Fatıma'nın evine girmeden geri dönmüş, "süslü yerlerde barınmak bize yakışmaz" buyurmuştu. Eşi Hz. Aişe validemizin evinin tavanını örtülerle süslediğini görünce ona bunları çıkarttırmıştı.

Yatağı bazan bir kilim parçası, bazan içi hurmalifi dolu bir deri, bazan da hasırdan ibaretti. Nitekim İbn Mes'ûd'un anlattığına göre bir keresinde hasır üzerine yatan Allah Resûlü'nün mübarek vücudunda hasır iz bırakmıştı. Bunun üzerine "Keşke hasırın üzerine de bir şey sersek de, öyle yatsaydınız." denildiğinde:

"Dünya ile benim ne ilgim var? Onunla ben bir ağaçla, altında bir miktar dinlendikten sonra orayı terk edip giden bir yolcu gibiyiz." buyurdu.

O'nun zühd ve kanaat mektebinden yetişen nice vali ve idareciler, O'ndan aldıkları zühd dersiyle günde bir dirhemlik masraf standardıyla beldeler ve memleketler idare etmişlerdir. Çünkü hayatını bir dirheme göre tanzim ederek ihtiyaçlarını sınırlayabilen insan, kalan zamanım ulvi bir davaya hasretmek, insanlara hizmete tahsis etmek imkanına sahip olur. Zîra insanda ihtiyaç ve emel duygusu sınırsızdır. Belli bir ölçü ile kayıt altına alınmazsa önüne geçilemez. Bu yüzden Allah Rasûlü insanların dünyadaki zarurî ihtiyaçlarını şöyle sınırlamıştı: "İkamet edilecek bir ev, soğuk ve sıcaktan koruyacak bir elbise, belini doğrultacak birkaç lokma". Tasavvuf telakkisine "Bir lokma, bir hırka" olarak giren bu ihtiyaç sınırı herhalde bu ve benzeri hadislerden mülhem olmalıdır. Ancak bu hadislerde ve tasavvuf esaslarında tavsiye edilen zühd anlayışının ferdî ve ruhî hayatta söz konusu olduğu toplum için topyekün böyle bir tavsiyenin mevzübahs olmadığını belirtmek gerekir. Ayrıca sünnet-i Peygamberi'nin havaic-i asliyye dediğimiz temel ihtiyaçlara getirdiği sınırlama onları elde etme açısından değil, elde tutma açısındandır.

Kendisinden önce hiçbir kimsede bir arada bulunmamış olan ruhî kuvvet ve sıfatlar, ahlakî vasıf ve zühdî tavırlar, O'nun örnek ve ideal şahsiyetinin temelini oluşturmuştur. Bu sıfatlar, ister ilk zorlu davet zamanlarında olsun, ister Medine'deki hükümet ve devlet başkanlığı ile birlikte yürüyen davet ve irşad zamanında olsun hep O'nun zatî özelliklerini oluşturmuş ve O'nun eşsiz ve mümtaz bir önder olmasını sağlamıştır.

-Sallallahu aleyhi ve sellem-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)

"Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır."

Allah Rasülü (s.a.) buyurur:

"Allah'ın benimle gönderdiği ilim ve hidayet, yeryüzüne sağnak halinde yağan yağmura benzer. Kara parçasının bir kısmı bu rahmet yağmurunu emer ve üzerinde yemyeşil çayırlar ve mahsuller yetiştirir. Diğer bir kısmı da bu suyu tutarak insanların içmesini , hayvanların, bitkilerin ve diğer canlıların istifadesini sağlar. Toprağın geri kalan ölü kısmı ise bu yağmurun suyunu tutmadığ gibi, ekin ve yeşillik de bitirmez. "(bk. Buharî, ilim, 20) Bu hadis-i şeriften Allah Rasûlü'nün getirdiği hidayet ve rahmet yağmurlarından insanların kabiliyetleri nisbetinde istifade ettikleri anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.)'in Muhammedi mektebinden yetişen, O'nun hidayet ve ma'rifet yağmurundan kana kana içen ve "bu yağmuru tutarak başkalarına da içiren" yıldız şahsiyetlerden birisi ve birincisi Hz. Ebû Bekir (r.a.)'dir. O, Allah Rasulü'ne inanan ilk müslüman ve O'nun ilk halifesi. Malının tamamını Allah yolunda tasadduk eden ve Allah Rasülüne gelen zararı karşılayan ilk insan. Allah elçisinin: "Güneş, peygamberler hariç, Ebû Bekir'den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır. "diye övdüğü ve en çok sevdiği...

FAZiLETE ERMENİN BEŞ ESASI

Kendisine bu fazîlete nasıl erdiği sorulduğunda verdiği cevap, tasavvufî telakkîdeki ruhî yükseliş, ahlakî olgunluk ve manevî kemale erişin esaslarını oluşturmaktadır. Buyurur ki:

- Bu fazîlete beş şeyle erdim:

1. İnsanları iki grup olarak gördüm. Bunlardan bir grubu talib-i dünyadır; dünyanın peşinden koşmaktadır. Bir grubu da talib-i ukbadır; ahiret endişesi taşımaktadır. Ben ise ne talib-i dünya, ne de talib-i ukba oldum. Talib-i Mevla olmayı tercih ettim. Rabbımın rızasına ermeyi herşeyin üstünde tuttum.

2. Müslüman olduğum günden beri ma'rifet-i ilahiyye ile meşguliyetin ve onun bana verdiği hazz sebebiyle dünya nimetlerine meyletmedim ve doyasıya yemek yemedim.

3. Yüce yaratıcımın muhabbetinin bana verdiği manevî zevk sebebiyle, aşk hararetini söndürmemek için kanasıya su içmedim.

4. Dünya ameliyle ahiret ameli karşılaştığında daima ahiret amelini dünya ameline tercih ettim.

5. Rasülullah (s.a.)'in sohbetine çok sıkı bir şekilde devam ettim. Daima O' nunla birlikte bulunmaya gayret ettim. Hicrette arkadaşı, mağarada yoldaşı ve daima sırdaşı oldum.

Hz. Ebû Bekir'in bu cevabında adeta tasavvufi eğitimin gayesi ve temel esasları anlatılıyor. Ki onlar da rıza-i Barîye ermek; zühd yani dünyaya değer vermemek; yemeyi, içmeyi uykuyu azaltıp Cenab-ı Hakk'ı unutmamak ve Allah rasûlü ile sohbet.

RASÛLULLAH'TAN İN'İKAS-I HÂL

Allah Rasûlü'nün sohbetleri, ashab-ı kirama ruhanî bir hayat yaşatır, sahabileri dînî his ve heyecana, aşk, vecd ve muhabbete gark ederdi. Sahabîler, O'nun konuşmalarını, başlarındaki kuşu uçurmaktan korkan kimsenin titizliği ile huşu içinde dinlerlerdi. Hz. Ebû Bekir ve diğer sahabîler, bu sohbetlerde aldıkları ve öğrendikleri aşk, vecd ve heyecanı kendilerinden sonrakilere nesil be-nesil aktararak yaşattılar, bu suretle Allah Rasûlü'nün ruhanî hayatı kaybolmadan "altın silsile"'içinde günümüze ulaştı. Ancak bu ruhanî hayat yazılabilecek ve sözle anlatılabilecek bir husus olmadığı için sohbet ve beraberlik sayesinde gönülden gönüle aktarılarak "in'ikas-ı hâl"yoluyla intikal etmiştir. Allah Rasûlü'nün "Allah kalbime neyi ilka ettiyse ben de onu Ebû Bekir'in sadrına ilka ettim." buyurması bu hal yansımasının ifadesidir. Kur'an'da mutlak bir ifadeyle: 'Bilesiniz ki Allah'ın Rasülü aranızdadır.' (el-Hucürât, 49/7) buyrulması, bu yolla Muhammedî hasletlere sahip insanların aramızda daima bulunacağına işaret olmalıdır.

Peygamber, ya da peygamber varisi arif ve mürşidlerle sohbet; ya da beraber bulunma, insanı erdirici, Hakk'a vardırıcı en önemli vesilelerden biridir. Çünkü sohbet ve birliktelik sayesinde insan, sohbetine devam ettiği şahsın haline bürünür, kabiliyet ve istidadına göre onun boyasına boyanır. Şahsiyeti onun şahsiyetiyle bütünleşir ve aynîleşir. Psikoloji'deki "idendi-fication"; aynîleşme ve kişilik transferi dedikleri budur.

KEMAL VE CEMAL AYNASI

Allah Rasûlü'nün yanından hiç ayrılmayan, O'na gönülden bağlı ve canını her zaman O'na fedaya hazır olan Ebû Bekir (r.a.) O'nun kemalinin ve cemalinin aynası oldu. Bir bakıma önce Allah Rasulü'nde, sonra da Allah'da fenaya erdi, vuslatı buldu, marifet-i İlahiyye kaynağına ulaştı. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)'in vefatı sırasında bütün herkes şaşırmış, Hz. Ömer bile kılıcını çekerek: "Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum." şeklinde bir tepki göstermişti. Ama Ebû Bekir (r.a.) fena fillah'a ermenin ve Allah île bakayı bulmanın şuur aydınlığı içinde önce Allah Rasûlü'nün yüzündeki örtüyü kaldırıp baktıktan sonra: "Ölümün de hayatın gibi güzel. Sen iki kere ölmeyeceksin, mukadder olan ölümü taddın." demiş ve dışarı çıkarak şu konuşmayı yapmıştı: "Ey insanlar! Muhammed'e tapanlar bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah'a tapanlar ise Allah'ın diri ve hiç ölmeyeceğini bilirler." Sonra şu ayeti okudu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip geçti. O, ölür ve öldürülürse siz gerisin geri mi döneceksiniz?" (Âlü İmran, 3/144) Hz. Ebû Bekir, bu konuşmasıyla gönlü Hz. Peygamber sevgisiyle dopdolu olan Hz. Ömer gibi sahabîleri, uyardı.

Hakk'a vuslatın ve O'na ermenin adı olan "fena" kavramı, tasavvufi eğitimde fena fi'l-ihvan ile başlar, fenafi'ş-şeyh ve fena fi'r-Rasul ile devam eder, fena-fillah, ve baka billahta sona erer. İşin başında bulunan mübtedi bir salik, önce ihvana hizmette fani olur, sonra mürşidine muhabbet ve hizmetle fenaya erer. O'nun ardından Rasülullah'ın ahlakını ve hallerini benimseyerek o sıfatlarla muttasıl olmaya çalışır ve fenafi'r-Rasûlü bulur, bunu sağlayınca da ahlak-ı ilahiyyeye erer. Bu hâle eren kul, artık Allah ile görmeye, duymaya, düşünmeye, konuşmaya başlar ki, böylece bir kudsî hadiste anlatılan özellikler tahakkuk etmiş olur. (bk. Buharı, Rikak, 38)

Hz. Ebü Bekir'in "altın silsile"deki yeri sıddîklığı, hizmeti, ibadeti, vera ve takvası, ahlakî olgunluk ve mahfî-meşreb oluşuyla alakalıdır.

SIDDÎKIYET SIFATI

Allah Rasulü'nü başından sonuna kadar destekleyen, yerine göre koruyup himaye eden Ebû Bekir (r.a.)'in "Siddık lakabı hem ilahî, hem de nebevi kaynaklıdır. Nitekim müşriklerin Allah Rasûlünü ve müslümanları iyice bunalttıkları bir sıra da O'nu teselli etmek için bir ikram-ı ilahi olan Mi'raç olayı gerçekleşti. Her doğruya sırt çevirmekte mahir olan Kureyş keferesi, hemen buna da karşı çıkıp inanmadılar. Bununla da kalmayıp inanan insanları bi bahane ile yoldan çevirmeye kalkıştılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e de gelerek: "Arkadaşın neler söylüyor, duydun mu? Buna da inanacak mısın?" dediklerinde Ebû Bekir'den suratlarına şamar gibi patlayan şu cevabı aldılar: "Bunu o mu söylüyor, öyleyse doğrudur."

İşte Ebû Bekir'in bu kesin tasdiki üzerine: "Doğruyu getiren (Muhammed) ve O'nu tasdik eden (Sıddîk) muttakilerdir."(ez-Zümer, 3) ayeti nazil oldu. Siddîkiyet makamı peygamberlikler sonraki ilk manevi makam sayılmıştır.

Fedakarlık ve İsarı:

O'nun Allah yolunda ve Hz. Peygamber uğrundaki fedakarlığı ile boy ölçüşebilecek bir başkasını tarih kitapları kaydetmiyor. Sahip olduğu 40.000 dirhemlik servetini işkence altında inim inim inleyen köleleri satın alıp azad etmeye harcamaktan başlayan maddi fedakarlığı, canını ortaya koyarak devam etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)'e malıyla en çok destek olan sahabî o olduğu gibi, O'na işkence yapmaya kalkışanlara tek başına karşı koyar ve cesaretle O'nu koruyan da odur. Hicrette tek başına O'na yoldaş ve arkadaş olmuş, muhafızlık etmişti. Bedir, Uhud ve diğer gazalarda Allah Rasûlüne gelebilecek ilk saldıralara o karşılık vermişti. Allah Rasûlü, "orduya yardım ediniz" buyurduğu zaman malının tamamını getirmiş, "çoluk çocuğuna neyi bıraktın?" sorusuna "Allah'ı ve Rasûlünü" cevabım vermişti. Bu onun feragat ve fedakarlıkta abideleşen yönüdür. Yine bu anlayışın bir uzantısı olarak: "Allah'ım ahirette vücûdumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım de başkasına yer kalmasın; bütün kulların hesabına ben yanayım" diye dua etmişti. O'nun bu düşüncesinin bazı tasavvuf büyüklerine intikal ettiği ve bu silsilenin bir halkasını oluşturan Bayezîd'in de benzer sözler sarfettiği bilinmektedir.

Hakk'a ve Halka Hizmeti:

Siyasi idarede iki yıl gibi kısa bir zamanda mühim işler başaran, mürtedleri tepeleyen, yalancı peygamber Müseylime'nin işini bitiren, Kur'an-ı cem'eden ve bir yıl süreyle hiç kimsenin haksızlık iddiasıyla başvurmaya gerek duymayacağı şekilde mahkemelerin ve hapishanelerin boş kalmasını sağlayan dünyada benzeri görülmemiş bir adelet dağıtıcısı olan Ebû Bekir (r.a.) Allah Rasûlü'nün sağlığında da halkın hizmetine koşan, genç-ihtiyar herkese yardım etmeye alışmış bir fazilet abidesiydi. Nitekim bir gün Peygamberimiz (s.a.) soruyor: "Bugün içinizde oruçlu olan var mı?" Bir tek Hz. Ebû Bekir'den "Evet" cevabı geliyor. Allah elçisinin peşpeşe sorduğu: "Bugün hiç cenaze teşyiine iştirak edeniniz oldu mu? Bugün bir yoksulu doyuranınız var mı? Bugün bir hasta ziyaretinde bulunanınız oldu mu?' şeklindeki sorularda da sadece O'ndan müsbet cevap gelince Efendimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Bütün bu faziletleri kendisinde toplayan kimsenin gideceği yer cennettir"

Müslim'in rivayet ettiği bu hadisten Hz. Ebû Bekir'in hem şahsî, hem de topluma hizmet açısından en mühim faziletler şahsında topladığı görülmektedir. Bu fazîletler O'nun üsve-i hasenesi; yani en güzel örneği olan Allah Rasûlü'nden öğrendiği ve ümmete örnekler halinde sunduğu faziletlerdir.

İbadet ve Ruhî Hayatı

Hz. Ebû Bekir (r.a.) huşu ve takva üzere ibadet ederdi. Namaza kalktığında havf ve haşyetinden dolayı kesilmiş bir ağaç gibi titrer, fakat kalbindeki huzur hali sebebiyle huşûunu korurdu. Gözü yaşlıydı. Yanık sesiyle Kur'an okurken ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı. Allah aşkı ile ciğeri püryan olduğundan yanında duranlar onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını anlatırlardı. "biz keremi takvada, zenginliği yakin elde etmede, şerefi engin gönüllülükte bulduk." derdi. Takvada, şefkatde çok ileri, yufka yüreklilikte ve yumuşak başlılıkta en öndeydi. Daima yüreği yanık bir şekilde ah vah ettiği için kendisine "Evvah"derlerdi. Nitekim Hz. İbrahim'e de "Evvah"denildiğini Kur'an'dan öğreniyoruz. (bk. et-Tevbe, 9/214; Hûd, 11/75) O'nun coşkulu ibadeti, yanık ve ağlamaklı bir sesle Kur'an okuyuşu pekçok Mekkeli'nin dikkatini çekerek müslüman olmasını sağladığı için müşrikler O'nu açıktan namaz kılmaktan ve Kur'an okumaktan menetmeye çalışmışlardı.

Zeka ve sezgi yönünden son derece güçlüydü. Bu yüzden rüya tabirinde de mahirdi. Hz. Peygamber (s.a.)'in en yakîni olmasına rağmen sözlü rivayet ve nakillerinin azlığı sebebiyle müşahede erbabının ve hal ehlinin öncüsü sayılırdı. Çünkü hal, kal ile anlatılamaz, ancak yaşanarak anlaşılırdı.

Zühd, Vera' ve Takvası:

Maldan ve dünyaya aid şeylerin sevgisinden geçmiş, tevhid gerçeğine ermek için mihnet, çile ve sıkıntı yolunu seçmiş, bu yüzden kendi iradesiyle fakrı ihtiyar etmişti. "ilahi, dünyayı bana genişlet ve beni ona karşı zahid yap" diye dua ederdi. Yani bana önce dünyamı ver, sonra onun afetlerinden korunmak için sevgisini gönlümden al ve ben ihtiyarî fakr içinde olayım, demek isterdi.

Varlığa sevinmez, yokluğa yerinmezdi. Zaman olurdu ki, altı gün üstüste hiç yatak açmadan sabahladığı olurdu, rahatını aramazdı.

Kızı Aişe validemizin, giydiği bir elbisesinden hoşlandığını hissedince onu:

"Bilmez misin ki, bir kimse dünya zineti sebebiyle kendini beğenirse onu çıkarıncaya kadar Rabbının gazabına uğrar" diye uyarmıştı. Çünkü o, katıksız marifet duygusundan bir tad almış, bu tadın onu tadanları Yüce Allah'ın zatından başka her şeyden alıkoyacağını anlamıştı.

Takva ve vera duygusunun bir gereği olarak zaman zaman parmağıyla dilini tutup: "Başıma ne geldiyse hep bunun yüzünden" derdi. Bazen da diline sahip olmak için ağzına çakıl taşları koyduğu rivayet edilirdi.

Ağza giren ve ondan çıkanın Allah ve Rasûlünün istediği istikamette olmasının vera olduğunu bildiği için haram ve şüphelilerden son derece sakınırdı. Nitekim bir kölesinin sihir karşılığı aldığı sütten bilmeden içmiş, durumu öğrenince parmağını boğazına sokarak bu sütü midesinden çıkarmıştı.

HAFÎ ZİKİR TELKİNİ:

Hz. Ebû Bekr'in tasavvuftaki ve altın silsile'deki en önemli yeri hafî zikrin onun vasıtasıyla öğrenilmiş ve yaşanmış olmasıdır. Tabakat kitapları ve hakkında yapılan araştırmalar, onun hafî meşrebliğinde birleşiyor. Hz. Ömer sadakasını açıkça halkın arasında getirip teslim ettiği halde Ebû Bekir (r.a.), gizlice veriyor. Hz. Ömer, gece kıldığı namazlarda Kur'an'ı yüksek sesle okuduğu halde o, alçak sesle okumayı tercih ediyor.

Niçin öyle yaptığı sorulduğunda da:

"Kendisine münâcâttâ bulunduğum zatı dinliyorum. O'ndan anlıyorum ki, O, bana uzak değildir, O'nun işitmesi açısından alçak sesle, yüksek ses, birdir." karşılığını verirdi.

"Ashabımın seçkinleri yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" buyuran Allah Rasülü insanların karakter yapılarının farklılığına ve farklı yapılardaki insanların kendilerine benzeyen bir sahabîye uymak suretiyle doğru yolu bulacağına işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve diğer büyük sahabîler tek tek ele alındığında hepsi büyük örnek şahsiyetler, ama karakterleri ayrı ayrı. Biri son derece dışa dönük, teklifsiz ve rahat yapıya sahip. Diğeri temkinli, teennili ve kısmen içe dönük bir kimlik taşıyor. Bu bakımdan hoşlandıkları şeyler ve ruhî hayatları da farklılıklar arz edebiliyor. Nitekim Hz. Ebû Bekir'de "hafî zikir" sırrı tecelli ederken, Hz. Ali ve Hz. Ömer'de "cehrî zikir" sırrı tecelli ediyor. Allah Teala Kur'an'da zikrin hafîsini de, cehrîsini de; yani gizlisini de açıktan olanını da emrediyor. (bk. el-A'raf, 7/205; el-Hacc, 22/36) Hz. Peygamber (s.a.), her iki zikrin de öğreticisi ve icracısıdır. Bu bakımdan tasavvufî telakkîye göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebû Bekir'e Sevr mağarasında gizli zikri telkîn ve ta'lîm buyurmuştur. Hadis kaynaklarında geçmediği için, bazılarının karşı çıktığı bu rivayeti Kur'an doğrulamakta ve: "ikisi mağarada iken O, arkadaşına: "Üzülme Allah bizimle beraberdir." diyordu. (et-Tevbe, 9/40) buyurmaktadır. Maiyyeti; yani Allah ile olmak O'nu unutmamak ve hiçbir an hatırdan çıkarmamaktır. Hafi zikir de bu değil midir? Kalpdeki Allah bağını sürdürmek değil midir? Kur'an'daki zikirle ilgili emirle-re bakacak olursak onlar da iki türlüdür: Biri mutlak zikir, diğeri isim zikri. Doğrudan Allah'ı anmayı, unutunca hatırlamayı emreden ayetler (mesela: el-Ahzab, 33/41 ;el-Kehf, 18/23) mutlak zikre; "sabah akşam rabbının ismini an!" (el-İnsan, 76/25) şeklindeki ayetler isim zikrine işarettir. Mutlak zikir, bir bakıma hafi zikir sayılabilir. Bu ayetler muvacehesinde Hz. Ebû Bekr'in karakter yapısına en uygun hafî zikirle meşgul olması ve tamamen ruhî bir hal olan bu zikre aid yazılı ve sözlü rivayetlerden çok, silsile ile gönülden gönüle intikal eden bir in'i'kasın bulunması gayet tabiîdir.

HZ. EBÛ BEKR'İN HİLYESİ

Hz. Ebû Bekir, orta boylu, hafif sarıya meyyal beyaz tenli, gür saçlı, seyrek sakallıydı. Sakalına kına yakardı. Açık alınlı çukurca gözlü, keskin bakışlı idi. Yüzü ve bedeni zayıf olmakla birlikte omuzları genişçeydi. Bacakları ince kemikli, çekik uyluklu, ince ve narîn vücutlu idi. Buna rağmen kuvvetli ve şecaatliydi. Gençliğinde vücûdu dümdüzdü. Yaşlandığında hafifçe öne doğru eğilmişti. İlahî aşk ve haşyetle dopdolu olduğundan duruşu hüzünlüydü. Peygamber sevgisiyle dolu gönlü sebebiyle yüzü güleç ve sevimliydi.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Selman Fârisî (r.a.)

Hilye-i Selmân-ı Pâk

Selman uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlü ve sık sakallıydı. Bünyesi sağlam ve güçlüydü. Dostluğu külfetsizdi. Samimi ve geçim ehli bir zattı.

Altın silsilemizin üçüncü halkası Allah Rasülü'nün "bizden ve ehl-i beytimizden" iltifatına mazhar Selman el-Farisî'dir. Asıl adı Mabih iken müslüman olduktan sonra Allah elçisi tarafından Selman yada Sel-manu'1-Hayr diye adlandırıldı. ibn İslam diye künye aldı. İran'ın Isfahan bölgesinden. İranlılardan ilk müslüman. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) "Arab'ın ilki benim, Rum'un Suheyb, Habeş'in Bilal, Fars'ın da Selman" buyurmuştur. (Sıfatu's-Saf-ve, 1,538 Bezzar ve Taberani'den naklen)

Selman, Isfahan'ın Cey köyünde çiftlik sahibi ve kabile reisi zengin bir ailenin çocuğu. Babası Büd veya Büdehşan adlı bir zat. Aile ve çevresinin dini ateşperestlik. Selman da önceleri o dinin müntesibi. Ancak gönlünde alev alev yanan bir hak ve hakikat sevgisi, onu hak din aramaya sevketti. Önce hıristiyanların ibadeti ve kilisesi dikkatini çekti. Hristiyanlığın aslını öğrenmek için Şam tarafına gitti. Oradan Musul, Nusaybin ve Ammuriye'ye geçti. Ammuriye'de karşılaştığı ve kendisine hizmet ettiği rahip kendisine: "Hz. İbrahim'in Hanif ve tevhid diniyle gelecek son peygamberin zuhurunun pek yaklaştığını ve O'nun Arap toprağında ortaya çıkacağını" söyledi. Bunun üzerine Ammuriyye'ye gelen Benî Kelb kabilesi ticaret kervanıyla Şam üzerinden Medine'ye yakın Vadi'l-Kura'ya geldi. Benî Kelp kabilesi tüccarları buraya kadar kendilerine refakat eden bu iranlı arkadaşlarına -her nedense- ihanet ederek köle diye bir yahudiye sattılar. Selman'a Ammuriyye'de karşılaştığı ve hizmetinde bulunduğu rahip, vefatı sırasında gelecek olan son peygamber hakkında şu ipuçlarını veriyor: "Arap toprağında zuhur edecek ve iki taşlık arasında hurmalık bir yere hicret edecek. İki kürek kemiği arasında peygamberlik mührü olacak. Hediyye kabul edip sadaka almayacak."

Selman Medine'de köle olarak bulunduğu sırada Hz. Peygamber'in zuhurunu haber alınca bir yolunu bulup ilk fırsatta yanına gitti. Ammuriye'deki rahibin verdiği ipuçlarına göre Resülullah'ı süzdü ve uzunca bir teftişten sonra O'nda rahibin haber verdiği bütün özelliklerin var olduğunu gördü. Hemen aradığını bulan insanların gönül coşkusu ve ruh haleliyle Rasülullah'ı kucakladı ve müslüman oldu.

Selman (r.a.) köle oluşu sebebiyle Bedir ve Uhud gazvelerine katılamamıştı. Ancak Allah Rasülü bizzat ve O'nun uyarısı üzerine ashab-ı kiram, Selman'ın bedelini ödeyerek hürriyetine kavuşturdular. Selman yıllar yılı aradığı ve bulmak için pekçok sıkıntılara katlandığı hak din ve onun yüce peygamberine kavuşmuştu. Artık onun en büyük hazzı zamanını Allah Rasülünün dizinin dibinde, mescidin sofasında geçirmek, ondan gördüğü, duyduğu ve öğrendiği hakikati sünger gibi emerek ruhuna nakşetmek ve bununla hayatına yön vermekti. Ashab-ı kiram arasına karışınca samimiyeti, sadakati ve becerikliliği ile kısa zamanda sevildi. Sahabîler adeta onu paylaşamaz oldular. Özelikle Hendek gazvesinde engin tecrübesi ve bilgisi herkesi kendine hayran bıraktı. O günün harp imkanlarına göre çok yeni ve modern sayılabilecek, şehrin çevresine hendek kazma fikri, onundu. Bir nevi sur vazifesi görecek olan hendeğin kazımında Selman (r.a.) canhıraş bir şekilde çalıştı ve beş arşın derinliğinde, on arşın boyundaki hendeği bir günde kazmaya muvaffak oluyordu. O'nun bu başarısı ashab arasında paylaşılamaz hale gelmesini sağladı. Muhacirler" Selman bizdendir" derken ensar da "Selman bizdendir" diye ona kucak açıyordu. Bunlara şahid olan Sevgili Peygamberimiz Selman'a dünyalar değer bir iltifatta bulunarak "Selman bizim ehl-i beytimizdendir" buyurdu.

Hz. Peygamber (s.a.)'in hicret sonrası, dünya tarihinde bir benzerine rastlanmayan engin bir anlayışla Mekkelilerle Medinelileri kardeş yapması (muahat) sırasında Selman ile Ebu'd-Derda'yı kardeş ilan etmişti.. Bu iki fakir ve zahid sahabî birbirlerini sık sık ziyaret eder, birbirlerinin ihtiyaçlarını görerek yardımlaşırlar, yer yer birbirlerini sünnet çizgisinde uyarırlardı. Selman uzun hayat tecrübesi, seyahatları ve ince zekası sayesinde daha mutedil bir zühd ve ibadet hayatını seçtiği halde Ebu'd-Derda hazretlerinin ruh haleti biraz daha farklı şekillerde tezahür ediyordu. Nitekim bir defasında Selman(r.a) Ebu'd-Derda'yı ziyarete vardı. Fakat onu evinde bulamadı. Arkadaşının hanımı Ümmü'd-Derda'yı eski bir elbise içinde ve perişan bir halde görünce dayanamadı ve "durumlarının nasıl oduğunu" sordu.

Ümmü'd-Derda da biraz kahırlanarak "Halimiz nasıl olacak, kardeşin Ebu'd-Derda dünyayı boşadı. Maşallah geceleri kaim, gündüzleri saim. Bize hiç baktığı yok" dedi. Selman bunları duyunca üzüldü. Tam geri dönüp gitmek üzere idi ki Ebu'd-Derda geldi. Selman'ı görünce hemen kucaklayıp oturttu ve bir sofra hazırlayıp getirdi, Selman'ı da buyur etti. Selman: "Sen oturmayacak mısın?" diye sorunca o: "Ben oruçluyum" cevabını verdi. Selman bu sefer: "Vallahi sen sofraya oturmadıkça bir lokma bile yemem."diye diretti. Ebu'd-Derda çaresiz nafile orucunu bozup kardeşiyle birlikte sofraya oturdu. Geceleyin istirahata çekildiler. Gecenin ilk üçtebir ve yarısı vaktinde Ebu'd-Derda namaza kalkmak istediyse de Selman izin vermedi. Gecenin son üçtebiri olunca "Haydi şimdi kalkıp teheccüd kılalım" dedi ve birlikte kalkıp namaz kıldılar. Namazdan sonra Selman, Ebu'd-Derda'ya şunları söyledi: "Bak kardeşim, senin üzerinde Rabbının da, nefsinin de, ailenin de, misafirinin ve komşunun da hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını vermelisin. Rabbın için namaz kıl, oruç tut kulluk yap, nefsini de unutma, ye iç, istirahat et, hayat yoldaşını da ihmal etme!"

Selman (r.a.) zühdî yaşayışı ve dünyaya değer vermeyen anlayışıyla tanınan bir sahabiydi. Nitekim Kinde kabilesinden bir kadınla evlenmişti. Zifaf gecesi kadının yanına girdiği zaman her tarafın kıymetli taşlar ve kumaşlarla süslendiğini görünce dayanamadı: "Evimiz ateşi yakılmış cehenneme dönmüş. Oysa dostum Allah Rasülü bana: Dünyadaki eşyan bir yolcunun azığı, yani yol eşyası kadar olsun" buyurmuştu, dedi. Evin süsleri sökülüp atılıncaya ve sade bir hale konuluncaya kadar içeri girmedi. Allah elçisinin bu sözünü kulağına küpe yapan Selman, bir başka defasında Sa'd bin Ebî Vakkas'a da aynı şeyi söylemişti. Olay şöyle meydana geldi. Selman (r.a.) hastalandı. Sa'd de onu ziyarete geldi. Selman'ı ağlıyor gören Sa'd şaşırdı ve ağlamasının sebebini sordu. Selman şu karşılığı verdi. "Ağlayışım ölümden korkumdan, ya da dünyaya düşkünlüğümden değildir. Rasülullah'ın tavsiyelerine uyamamış, emirlerini yerine getirememiş olmaktandır. Çünkü o bize:

"Dünyalığınız bir yolcunun azığı kadar olsun" buyururdu. Şu çevremdeki eşyalara bak." Oysaki o sırada çevresinde bulunan eşya da bir çamaşır leğeni, bir büyükçe çanak ve bir de abdest ve gusül için kullanılan su kabından ibaretti. Vefatından sonraki terikesi de ondört dirhem tutarında birşeydi.

Hz. Ömer'in hilafeti zamanında Medain'e vali tayin edildi. Valilik onun hayat standardında herhangi bir değişiklik meydana getirmedi. Çünkü o, izzet ve şerefin dünyevi makamlarda ve üniformalarda değil, iman ve uhrevi hayatta olduğuna inanıyordu. Vali olduğu halde doğru dürüst bir evi ve elbisesi bile yoktu. Hırkasını hem cübbe gibi giyer, hem de bir kısmını altına serip yatak, birazını da üstüne örtüp yorgan olarak kullanırdı. Kendisine ev yapmak isteyen bir müslümana "Ayağa kalktığımda başımın değeceği yükseklikten, uzandığımda ayaklarımın erişeceği genişlikten fazlasını istemem, demişti.

Valiliği sırasında şehrin ve halkın her türlü işiyle uğraşır, halk arasında pejmürde bir kıyafetle dolaşmaktan çekinmezdi. Onu bu kılıkla görenler tanıyamaz, vali olduğunu bilemeden yük taşıtırlardı. Vali olduğunu anlayanlardan yükü sırtından almak isteyenler olursa da ona izin vermez, gidecekleri yere kadar yüklerini taşıyıverirdi.

İnsanoğlu'nun yediklerinin en tıyb olanının el emeği olduğu inancıyla maişetini temin için hurma yaprağından zenbil ve sepet örer, onu satarak geçinirdi. Hammaddesini bir dirheme aldığı hurma yaprağından sepet ördükten sonra onu üç dirheme satar, bir dirhemiyle hammaddenin borcunu öder, geri kalan iki dirhemin birini çoluk çocuğunun nafakasına ayırır, diğerini infak ederdi. Valiliği sırasında yaşı ilerleyince uykusu azalmıştı. Bu yüzden gece karanlığı basınca namaza başlar, namazdan yorulunca zikir ve fikirle meşgul olurdu. Bedeninin dinlendiğini hissedince tekrar namaza kalkardı.

Yeme-içmenin bir amaç değil, bir araç olduğuna inandığından yemeğe düşkünlük göstermezdi. Nitekim bir defasında yemek konusunda kendisine ısrar edenlere şunları söylemişti. "Israr edip durmayın, bu kadarı kafî. Çünkü ben Allah Rasülünün şöyle buyurduğunu işitmiştim: Dünyada iken karınlarını çokça doyuranlar, kıyamet günü en çok aç kalacak olanlardır. Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir." (bk. Hilye-tü'1-evliya, l, 199)

Nefse sahip olma ve onu sabra alıştırma konusunda açlık ve az yemenin, atın önünden arpayı, itin önünden eti alıp azaltmak derecesinde etkili olacağını vurgulayan Selman, bir başka defasında bir vesak tutarında bolca rızık aldı. Tabii onun bu konudaki "hassasiyetini bilenler hemen sordular: "Ya Selman bu ne hal?" O, nefse hakim olmanın yollarından birinin, onun meşru isteklerini sınırlı olarak karşılamak oluğuna işaret için söyle konuştu: "Nefs ihtiyaç duyduğu azığı görünce mutmein olur ve insana ibadetini ifsad edecek bir vesvese veremez."

Tasavvuftaki "El kârda gönül yârda" prensibi onun şu sözlerinde ma'kes bulmuştur: "Düşünürken Rabbını an, hüküm vereceğinde, insanlara bir pay dağıtacağında, dünyevi meşguliyetlerin sırasında daima O'nu hatırla."

Selman ile Ebu'd-Derda'nın dostluğu yıllar yılı devam etti. Selman Medain valisiyken Ebu'd-Derda ona şöyle bir mektup yazdı:"... Hakk Teala sizden sonra beni mal ve evlad ile rızıklandırdı. Bir de Arz-ı Mukaddese'de mukim kıldı..."

Selman şu karşılığı verdi: " Mektubunuzda mal ve evladla merzuk kılındığınızı yazmışsınız. Bilesiniz ki hayır ve fazilet, mal ve evlad çokluğunda değil, hilmin çok, ilmin yararlı olmasındadır. Mukaddes beldede bulunduğunuzu yazmışsınız. Mukaddes Belde orada yaşayanları takdis edip yüceltmez. Asıl şeref ve yücelik, Cenab-ı Hakk'ı görür gibi ibadet etmek, ihsan duygusuna ermek, nefsini ölülerden bilip kendinde varlık görmemektir."

Selman (r.a.) bu mektubunda tasavvufun esası sayılan ihsan ve gariplik, yani fakr ve zühd mefhumlarını dile getirip terviç etmektedir.

Peygamberimiz (s.a.)'in elini onun omuzuna koyarak: "Bunlardan öyle erler çıkacak ki iman Süreyya yıldızında olsa muhakkak ona yetişir." bk. Tecrid Trc., XI, 201) buyurup adeta Selman için bir hedef göstermiştir. Belki bu yüzden o, İran'ın fethi sırasında orduda bulunmuş ve halkı nebevi üslupta Hakk'a davet etmeden onlarla savaşmamıştır. İran'ın fethinden sonra da Medain valiliği yapan Selman'ın manevi ve ruhani etki alanı daha çok İran, Isfahan ve ötesi yani Türkistan bölgesidir. Çünkü silsilesinde Selman (r.a.)'a yer veren Nakşbendiliğin en yaygın olduğu bölge, burası olmuştur.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Kasım Bin Muhammed (r.a.)

Selman Farisi'den sonra, "altın silsile" tabiîn nesline geçiyor. Emanetin sahibi bu sefer Hz. Ebû Bekir'in torunu Kasım bin Muhammed. Künyesi de Ebu Muhammed. Annesi İran hükümdarlarından Yezdcürd'ün kızı. Bu yüzden Hz. Peygamberin torunu İmam Zeyne'l-abidin ile teyzezade. Hicri 30, Miladi 650 yılında doğdu. Emevi döneminin karışık ve karmaşık siyasi ve sosyal ortamında büyüdü. Halası Hz. Aişe validemizin şefkat ve merhametine mazhar oldu. Hz. Aişe validemizin, onun başını bile tıraş ettiği rivayet edildiğine göre, ona gösterdiği ilgi ve yakınlık anlaşılmış olur.

BABASI İÇİN MAĞFİRET DİLERDİ

Hz. Kasım, Hz. Aişe validemiz başta olmak üzere, Ebu Hüreyre, İbn Abbas gibi büyük sahabilerden hadis ve ilim aldı. Medine'nin yedi büyük fakihinden biri oldu. Hadis ve sünnet bilgisine vukufu, tefsir ilmine vukufundan daha üstündü. Fıkıh ve tasavvufta üstaddı. Yaşadığı dönem, siyasi kargaşaların çok olduğu, emirlerin ve zenginlerin dünyaya fazla rağbet ettiği bir dönemdi. Bu yüzden o yıllarda zahid alimler, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının zühd yaşayışına büyük bir özlem duymaktaydı. Hz. Kasım da bu bağrı yanık, gözü yaşlı bahtiyarlardandı. Babası Muhammed b. Ebu Bekir'in Hz. Osman devrindeki taşkınlıklarından dolayı Cenab-ı Hakk'tan babası adına mağfiret dilerdi.

"Tasavvuf arayı açmak değil, kapamaktı", o da bunu yapmak için güzel hasletleriyle dostluk ve kardeşlik için elinden geleni yapardı. Onun bu fazilet abidesi davranışları çağdaşları, tarafından takdirle karşılanırdı. Nitekim Yahya bin Said: "Biz, çağımızda Kasım bin Muhammed'den daha faziletli birini görmedik" derdi.

Mekke ve Medine arasında Kudeyd denilen yerde 102/720 veya 108/726 yılında yetmiş yaşlarında olduğu halde vefat etti. Ölmeden önce gözlerini kaybetmişti. Öleceğini anlayınca oğluna: "Beni içinde bulunduğum giysilerle;gömlek, izar ve rida ile kefenleyin" dedi. Oğlu: "Babacığım, bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sorduğunda: "Dedem Ebu Bekir de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kafi, sonra dirilerin yeni giysiye ölülerden daha çok ihtiyacı var." cevabını verdi. Bundan sonra oğluna, önce kabrini dümdüz yapmasını, ondan sonra ailesine haber vermesini vasiyet etti.

"ELİMDE OLSA HİLAFETİ ONA VERİRDİM"

Ömer bin Abdülaziz'in "Elimde olsa hilafeti Kasım bin Muhammed' e bırakmak isterdim" diye halim övdüğü. İmam Malik'in "Kasım bu ümmetin fukahasındandır" diye sena ettiği Ebu Bekir torunu, gerçekten asalet ve mehabet timsaliydi. Daima düşünceli ve haşyetliydi. Yüzü gamlı, alnı secdeden aşınmış bir haldeydi.

Ömer bin Abdülaziz ile münasebetleri şöyle başlamıştı. Abdülmelik bin Mervan öldüğünde Ömer bin Abdülaziz çok üzülmüş, yetmiş gün süreyle yas tutmuştu. Bunu duyan Kasım, Halife 'nin yanına giderek: "Bilmez misin ki, eslafımız musibeti de, nimeti de aynı gözle görür ve aynı tavırla karşılardı. Nimete tezellül, musibete tecemmül gösterirdi. Yani nimete layık olmadığı düşünerek şükreder, musibete de hikmetini arayarak sabrederdi." Bu nasihattan çok hoşlanan Ömer bin Abdülaziz, Kasım'a ayrı bir ilgi gösterir olmuştu. Çünkü gönlüne onun sayesinde dünyadan zühd anlayışı dolmuştu.

BÜYÜK BİR FAKİH

Kasım fakihti. Sabahın erken saatinde mescide gelir, iki rekat namaz kılar, sonra etrafını çevreleyen insanların muhtelif sorularını cevaplardı. Akşamleyin yatsı namazından sonra arkadaşlarıyla ahiret hakkında sohbetlerde bulunur, onları vera ve takva konusunda aydınlatırdı.

Devrinde ricalden sayılmak fıkhı konulan cevaplamak için "iyi bir sünnet bilgisine sahip olmak gerekti" O, çağdaşları arasında bu konuda da tekti. Bu yüzden rivayet ettiği hadisler genellikle ahkam ve menâsike dairdi.

Kendisine bilmediği konularda sorulan sorulara "Bilmiyorum" demekten çekinmezdi. Bildikleri için de: "Bildiğim şeyleri gizlemek bana helal olmaz" derdi. Çok üstüne gelenlere de şunu söylerdi: "Kişinin, Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyleri bildikten sonra cahil olarak yaşaması, bilmediği şeyler hakkında söz söylemesinden daha iyidir."

İtikadı konulardaki bocalamaları ve özellikle Kaderiyecilerin sapık fikirlerini hoş karşılamaz ve bu görüşlerde ısrar edenlerin lanete uğrayacağını söylerdi.

100 BİN DİRHEMİ FUKARAYA DAĞITTI

Zahiddi, zühdünün gereği, kendisine verilmiş bulunan 100. 000 dirhem ganimet malına elini sürmemiş, fukaraya dağıtmıştı. Sıkıntılı ve dar zamanında ihtiyacı olduğu halde kendisine verilen zekat malını fukaraya dağıtırdı. Yine böyle bir para getirildiğinde onları fakirlere dağılıp namaza durdu. Yanında bulunanlar, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Her biri bir şey söyledi. Oğlu da şöyle konuştu: "Siz zekatınızı öyle birine pay ettidiniz ki, Allah'a andolsun, kendisine bir kuruş bile ayırmadı." Kasım bu söz üzerine namazı kısa tuttu ve selam verince oğluna: "Yavrum, bildiğin şey hakkında konuş, bilmediğin konularda diline sahip ol" dedi. Kasım, bu ifadesiyle aslında çocuğuna: "her doğrunun her yerde söylenmemesi gerektiğini" öğretmek istemişti. Yoksa oğlunun söyledikleri doğruydu. Fakat yanında, kendisi hakkında böyle sözler sarfetmesi onu rahatsız etmişti.

Birgün vasiyetini yazdırmak üzre bir katip çağırdı ve katibe:

"Yaz" dedi. "Bu Kasım bin Muhammed'in vasiyyetidir. Kasım, Allah'tan başka tanrı bulunmadığına şahidlik eder. Eğer o, buna şahidlik edenlerden olmasaydı, şakilerden olur, yolunu şaşırırdı." Kasım bu sözleriyle kalpte bulunan gerçek iman duygusunun insanı şakavetten ve sapıklıktan alıkoyacağını ve imanın insanı hayra götüren bir muharrik bulunacağını anlatmak istemekteydi. Aslında zikir, namaz ve her türlü ibadetten gaye de bu imanı güçlendirip hayatımıza yön vermesini sağlamak değil midir?

NAZİK BİR KONU

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi ilmine güvenmez, bildiğiyle övünmezdi. Nitekim bir bedevi gelip birgün kendisine: "Sen mi daha alimsin, yoksa Salim mi?" diye sordu. Bu Salim muhtemelen Hz. Ömer'in torunu olan Salim olmalıdır. Kasım, zor bir soruyla karşı karşıyaydı. "Ben daha alimim" dese, nefsine pay çıkarmış olacaktı. Bu ise edebine yakışmazdı. "Salim benden daha bilgilidir" dese, işin gerçeği o değildi. Çünkü Salim'in bilgisi kendisinden daha azdı. En iyisi bu safhada nefsine pay çıkarmadan ve fakat Salim'i de incitecek bir söz sarfetmeden cevap vermekti. Kasım öyle yaptı: "Salim gerçekten saygıya layık değerli bir insandır" dedi.

Sıddikî silsile, Hz. Ebu Bekir Sıddîk'tan sonra arasına Selman'ı katarak Kasım île yine Sıddîk ailesine geçdi. Kasım, devrinin değerli bir mürşid ve mübelliğ olarak Arap, Acem demeden bütün ümmete hizmet etti. Annesinin İranlı olması sebebiyle Farsça da bildiği için tesir alanı hayli genişti. Ancak onun çağında İslami İlimler henüz bağımsızlık kazanmamıştı. Bu yüzden o, hadis öğretirken; sünneti anlatırken onlarla birlikte fıkıh ve tasavvufu da talim etmekteydi. O devirdeki bütün alimlerin durumu aşağı yukarı aynıydı. Özellikle mutasavvıflar, tasavvufun yanında ya hadis, ya da fıkıh ilmiyle meşguldüler. Hatta fıkıh ilmi, akaid ilmini de içine almaktaydı. Bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber":İnanç esasları demekti. Nitekim İmam-ı Azam'ın aynı adı taşıyan eseri inanç esaslarını kapsamaktadır.

Hz. Kasım'dan sonra silsile, ehl-i beyt'e intikal ederek İmam Cafer-i Sadık hazretlerine geçecektir.

- rahmetullahi aleyhimâ -
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Ca'fer-i Sâdık (r.a.)

Şemâili

Ebu Abdullah lakabı ile anılan Ca'fer, Sâdık lakabının sahibidir. Hayatında hiç yalan konuşmadığı için bu lakabı almıştır. Ca'fer güleç yüzlü, tatlı sözlü bir zattı. Başı büyükçe, cismi nurluydu. Teninin rengi beyaz kırmızı karışımı pembesiydi. Büyükdedesi Hz. Ali (r.a)'ye çok benzerdi.

Altın silsilenin beşinci halkasını oluşturan Ca'fer-i Sadık, hem Hz. Peygamber (s.a)'in nesl-i pâkinden, hem de Hz. Ebu Bekir (r.a)'in. Babası Muhammed Bakır, Hz. Hüseyin'in torunu; annesi Ümmü Ferve Hz. Ebu Bekir'in torunu ve altın silsilenin dördüncü halkası, oluşturan Kasım b. Muhammed'in kızıdır. 83h./702m. yılında Medine'de doğdu. Tebe-i tabiin neslinden pek çok tabiinden hadis aldı. Babası Muhammed Bakır, Ata, Urve ve Zühri'den rivayetlerde bulundu. Kendisinden de Şube, oğlu Musa Kazım, Yahya b. Said ve Ebu Hanife ve daha pek çok kimsenin rivayetleri vardır. Buhari dışında bütün kütüb-i sitte müelliflerinin kendisinden rivayetleri bulunmaktadır. Bütün maddi ve manevi ilimlerle meşgul. Maddi ilimlerde aklıyla maddeyi tasarrufu altına alma özelliğine sahip. Kimya, fizik ve cebir ilimlerinde en önde. İslam'ın kalplerin keşfiyle meşgul olduğu kadar, akılla maddenin sırlarını keşfini emrettiğini gösterdi. Cebir ilminin mucidi sayılan Cabir b. Hayyam onun talebesi ve bu ilimde ondan çok şeyler öğrendiği nakledilir. Ayrıca tasavvufi tefsir dediğimiz işarî tefsirde ilklerden.

Müntehabat şeklinde bazı ayetlere yazdığı tasavvufi tefsir günümüze ulaşmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife ile çağdaş, aynı yaşlarda olduklarına bakılırsa, iddia edildiği gibi İmam-ı Azam'ın üvey babası olma ihtimali uzaksa da dostluk ve yakınlıkları biliniyor. Hatta Ebu Hanife'nin onu tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen manevi değişikliğe işaret için:

"Son iki yıl olmasaydı, Numan helak olurdu" dediği söylenir.

H.148/M.765 yılında vefat eden Ca'fer-i Sadık, Cennetü'l-Baki mezarlığına babası Muhammed Bakır ve dedesi Ali Zeynelabidin ile dedesinin amcası Hz. Hasan b. Ali'nin kabirleri yanına defnedildi. Cennetü'l-baki'de bulunan mezarlar düzleninceye kadar özellikle İranlılar tarafından çokça ziyaret edilirdi. Çünkü İranlıların Mezhebi Ca'feriyye ona nisbet edilir.

HALİFELİK TEKLİF EDİLİNCE

Ca'fer-i Sadık'ın hayatının bir kısmı Emevî halifeleri döneminde, bir kısmı da Abbasi hilafeti zamanında geçti. Emevî hilafetine karşı ayaklanan Ebu Müslim Horasanî, bir aralık ona mektup yazarak halife olmasını istedi. Ca'fer "Ben halifeliği kabul edemem." dedi ve gelen mektubu yaktı. Çünkü o, mana aleminin halifesiydi. Böyle siyasi bir çekişmeye fiilen girse manevi otoritesini zedeleyip büsbütün yalnız kalabilirdi. Hilafet Abbasi hanedanına geçtikten sonra da bazı halifeler, onun manevi nüfuzundan korkmuşlarsa da, mehabeti karşısında ona saygı duymaya mecbur olmuşlardı. Nitekim ikinci Abbasi Halifesi Ebu Ca'fer Mansur'un kendisini sık sık ziyaret ettiği ve fikirlerine başvurduğu rivayet edilir.

Naklolunduğuna göre birgün Halife Mansur'un yüzüne bir sinek konar. Mansur, her ne kadar sineği kovarsa da bir türlü onu uzaklaştırmaya muvaffak olamaz. O sırada Ca'fer-i Sadık halifenin yanına gelir. Mansur sorar:

- "Allah'ın sineği yaratmasındaki hikmet nedir?" Ca'fer der ki:

- "Zalimlere ve kendine güvenenlere bir sineğe bile güç yetiremediklerini göstermektir.

"YA DEDEM YAKAMA YAPIŞIRSA..."

Ca'fer-i Sadık, çağdaşı zahid alimlerle dosttur. Onlarla bir araya gelir ve sohbetlerde bulunur. Onun sohbetinden yararlanmaya çalışan zahidlerden biri de; Davud Taî'dir. Davud Taî birgün Ca'fer'e gelerek, kalbinin karardığından bahisle, nasihat talebinde bulunur. Ca'fer-i Sadık:

- Sen çağımızın en zahidisin, benim nasihatıma ne ihtiyacın olacak? der. Davud Taî:

- Ey Allah Rasûlü'nün evladı, senin halka üstünlüğün var, onun için senin herkese vaaz etmen lazım, der. Ca'fer-i Sadık der ki:

- Davud, ben kıyamet gününde dedemin benim yakama yapışıp, "bana tabi olmanın hakkını neden ödemedin? Bu iş neseble ve haseple olmaz; zira muameleyle olur" diye çıkışmasından korkuyorum.

Allah Rasûlü buyurur: "Allah Teala, bir kuluna hayır murad edince ona nefsinin ayıplarını ve dünyanın kusurlarını gösterir." Ca'fer, nefsinin kusurunu gören bahtiyarlardandı. Nitekim birgün köleleriyle oturmuş onlara: "Gelin sizinle bir anlaşmaya varalım: Kıyamet gününde hangimiz kurtulursak, birbirimize şefaatçi olmak üzere söz verelim" dedi. Onlar da: "Ey Allah Rasûlü'nün evladı. Senin deden bütün halkın şefaatçısı. Senin bizim şefaatımıza nasıl ihtiyacın olabilir?" dediler. Ca'fer de: "Ben kıyamet gününde, şu halim ve bu fiillerimle dedemin yüzüne bakmaktan haya ederim" dedi. TEVAZUU VE ZÜHDÜ

Nefsini yüceltip benlik güdenleri sevmezdi. Nitekim birgün dolaşırken bir kabileye rastladı. Onlara: "Sizin efendiniz kim?" diye sordu. İçlerinden birisi ayağa kalktı ve: "Ben" dedi. Ca'fer şu karşılığı verdi: "Eğer sen bunların efendisi olsaydın, 'ben' demezdin" Çünkü benlik efendiliğe engeldi. O'nun "benlik" ve kendini beğenme konusundaki şu sözü de çok nefistir: "Evveli korku, sonu özür olan her günah kulu Hakk'a ulaştırır. Evveli güven, sonu kibir olan her ibadet kulu Hakk'tan uzaklaştırır. Kendini beğenen itaatkâr, asi, özür ve afv dileyen asi, itaatkardır."

Ca'fer-i Sadık, zahiddi; fakat zahidliği yün hırkadan ibaret görenlerden değildi. Nitekim çağdaşı Süfyan Sevri, bir gün Ca'fer'i ziyarete geldi. Ca'fer'in üzerinde çok değerli bir elbise olduğunu gördü ve bunu Ca'fer'e yakıştıramayarak: "Siz peygamber soyundansınız. Bu kadar kıymetli bir elbise giyineniz yakışık alır mı?" diye sordu. Ca'fer:

"Böyle olduğuna nasıl kanaat getirdin? Hele elini getirip bir bak onun altında ne var?" dedi. Süfyan elini kaftanın içine sokunca eli kalın kıldan dokunmuş sert yün bir elbiseyle temas etti. Bunun üzerine dediki: "Dıştan giydiğimizi siz insanlar için giyiyoruz ve saklamıyoruz. İçten giydiğimizi de Allah için giyiyoruz ve kimse görüp bilsin, istemiyoruz. Çünkü Allah için olanı gizlemek esastır."

ŞAHSİYETİNDEN ÇİZGİLER

-Fakrı ve Sabrı

Fakrı ve sabrı, zenginlik ve şükre tercih edenlerdendi. Nitekim sordular:

- Sabreden fakir mi, şükreden zengin mi daha üstündür? Şu karşılığı verdi:

- Şüphesiz sabreden fakir, daha üstündür. Zira zenginin gönlü kese ve kasa ile meşgul iken, fakirin kalbi Allah ile beraberdir.

-Dostluğu

Arkadaşlık ve dostluk konusunda güzel bazı nasihatları vardı: "Gerçek müminlerden olmanın yolu insanların seninle nasıl arkadaş olmalarını istiyorsan, senin de onlarla öyle arkadaş olmandır. Kötülerle arkadaş olma ki, sana kötülük öğretir. Böyle biriyle arkadaş olursan başın dertten kurtulmaz. Kötülerin girip çıktığı yere girip çıkan ayıplanmaktan salim kalamaz. Diline sahip olamayan pişmanlık duyar."

-Allah'a yönelişi

İstimdadın halktan değil, Hakk'tan olması gerektiğine inananlardandı. Nitekim kendisini seven bir grupla tenezzühe çıkmışlardı. Nehrin kenarında bulundukları bir sırada talebelerinden biri suyun içine düştü. Üstadı Ca'fer'e son derece bağlı bulunan bu zat, boğulurken "Ya Ca'fer! Ya Ca'fer!" diye istimdâd etti. Fakat suyun dibini boyladı. Sonra birden suyun üstüne çıkan adama Ca'fer sordu:

- "Ne oldu, niye battın, nasıl çıktın?" Adamcağız:

- Ca'fer dedim, battım; suyun dibine varınca Allah'a istimdad ettim, kurtuldum" dedi. Hz. Ca'fer de:

- "Bu halini koru. Gerçek istimdad budur." dedi.

-Tevbe ibadetten öncedir.

Derdi ki:

Gelin birbirimizi uyaralım, Hakk'a varalım, bey'at kılalım. itaatkar kimse, bu haliyle ucbe düşen kendinde varlık hissedecek olursa asî olur. Asî tevbe ederse mutî olur. Tevbe ibadetten öncedir. Çünkü tevbesiz ibadet sıhhatli olmaz. Nitekim Allah Teala: "Tevbe edenler, ibadet edenler" (et-Tevbe, 9/112) ayetinde tevbeyi ibadetten önde zikreder.

"Bir günah işlediğiniz zaman, Allah'tan afv dileyin; çünkü en büyük hata, hatada ısrardır" Rızkı daralan kimsenin de istiğfara devam etmesini isterdi. Hakk Teala'yı zikredecek vakitte tövbeyi zikretmek gaflettir. Gerçek zikir, Hakk'ın zikri sırasında masivayı unutmaktır. İşte o vakit kul için Allah Teala herşeye bedel olur. Allah'ı tanıyan masivadan yüz çevirir" derdi. Çünkü insan Allah'ı tanımakla masivayı inkar etmiş olur. Masivayı ve ağyarı inkar etmek, O'nu tanımaktan ibarettir; zira halktan kesilen Hakk'a erişir.

-Keramet ölçüsü

Keramet ve istikamet ölçüsünü şöyle anlatırdı: "Nefsiyle nefsi için mücahede eden keramete ulaşır, nefsiyle Allah için mücahede eden istikamete erer, Hakk'a ulaşır."

-Şeref sahibi olmak için

Şeref sahibi, onurlu kimsenin şu dört şeyi yapmaması yakışık olmazdı:

1. Bulunduğu meclise babası gelince ayağa kalkmak.

2. Misafirlere hizmet etmek.

3. Yüz tane hizmetçisi olsa, bineğine yardım istemeden binmek.

4. İlim öğrendiği hocasına hizmette kusur göstermemek.

-İyiliğin kemâli

Ona göre iyilik üç şeyle kemâle ererdi:

1. Yaptığın iyiliği küçük görmekle,

2. Yaptığın iyiliği gizlemekle,

3. İyi ve hayırlı işte acele etmekle.

-Güzel Öğütleri

Sultan ve devlet idarecilerinin kapısında dünyevi menfaat için, yaltaklanmayan ulema ve fukahayı peygamber vekili sayardı. Ona göre akıl kadar ihtiyaç duyulan bir sermaye yoktu. Cahillikten beter bir musibet olamazdı. İstişareden faydalı bir yardımcı bulamazdı. Hasmın akıllı oluşunu bahtiyarlık sayar, beş kimsenin sohbetinden sakınmayı öğütlerdi.

1. Yalancının sohbetinden, çünkü daima aldanırsın,

2. Ahmağın dostluğundan, çünkü sana faydalı olmak istediği zaman bile zarar verir.

3. Cimrinin arkadaşlığından, zira en kıymetli sermayen olan vaktini boşa harcar.

4. Kötü kalplinin yakınlığından, çünkü ihtiyaç anında bile sana sahip çıkmaz.

5. Fasıkın ahbaplığından, çünkü önemsiz lokmaya tama edip seni bir lokmaya satar.

-Oğluna vasiyyeti

Ca'fer-i Sadık'ın oğlu Musa Kazım'a yaptığı şu vasiyet de çok ibretli ve anlamlıdır: "Oğlum vasiyyetimi iyi dinle, söylediklerime dikkat et! Eğer söylediklerime dikkat edecek olursan, mutlu yaşar, hamd ile ölürsün. Oğlum, Allah, kendisinin taksimine kanaat getireni başkalarına muhtaç bırakmaz. Başkasının elindekine göz diken ise fakir olarak ölür. Taksim-i ilahiyyeye razı olmayan, Allah'a hükmü konusunda töhmet etmiş olur. Kendi günahını küçük gören, başkasının küçük günahını büyük görür. Başkasının günahını küçük görenin gözünde kendi günahı büyük görünür. Başkalarına isyanla kılıç çeken kılıçla öldürülür. Başkasının kuyusunu kazan kazdığı kuyuya düşer. Beyinsiz adî insanlarla düşüp kalkan değerini yitirir ve hakarete uğrar. Alimlerle düşüp kalkan saygı görür. Kötü yerlere girip çıkan töhmete uğrar. Lehinde de olsa aleyhinde de olsa, daima hakkı söyle. Koğuculuk yapmaktan sakın; çünkü koğuculuk, insanların kalplerine kin ve intikam tohumları eker."
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Bayezid Bistâmî (r.a.)


ŞEMÂİLİ

Bayezîd-i Bistamî, sûreti itibarıyla Hz. Ebû Bekir (r.a)'a benzerdi. Uzunca boylu, zayıf bedenli, beyaz tenliydi. Seyrek ve ak sakallı, çukurca gözlü idi. "Sultânu'l-ârifin" diye anılırdı. Selman-ı Fârisî'nin memleketi olan İran 'dan yetişen yiğitlerdendir.

HAYATI

Altın silsile, Ca'fer-i Sâdık ile Hz. Ebû Bekir'in soyu ve yolu ile Hz. Ali'nin soyunu ve meşrebini birleştirdikten sonra halkasına Bâyezid Bistamî'yi de aldı. Bâyezid Bistamî, Hz. Peygamber'in kendisine : "Bunlardan Öyle erler çıkacak ki iman Süreyya yıldızında olsa muhakkak ona yetişecek" buyurduğu Selman Fârisi (r.a)'ın memleketi olan İran'ın Horasan bölgesinin Bistam şehrinden.

Adı Tayfur bin İsa, künyesi, Ebû Yezîd, nisbesi el-Bistâmî. "Bâyezid Bistamî" diye meşhurdur. Dedesinin Serûşan adlı bir mecûsî olduğu rivayet edilir. Babası Nişabur civarındaki Bistam kasabasının ileri gelenlerinden iyi bir müslüman ve dindar bir insan. Annesi de son derece saliha bir hatun. Üç kardeştiler. Adem, Tayfur ve Ali. Üçü de abid ve zahiddi. Fakat Tayfur yani Bâyezid içlerinde hal bakımından en üstün olanıydı.

Bâyezid Bistami, Ebû Hafs Haddâd, Ahmed Hadraveyh, Yahya bin Muâz ile çağdaş. Şakik Belhi, Zünnûn Mısrî ile dost ve arkadaş. Mezhebi Hanefî, tarikatı Sıddıkî. Memleketi Bistam'dan ayrıldıktan sonra otuz yıl kadar Suriye ve Şam civarında dolaştı. İlimle uğraştı, nefsiyiz savaştı. 324/848 veya 262/875yılında vefat eden Bâyezid, Bistam'da medfundur. Bâyezid, Ca'fer-i Sâdık 'ın rûhâniyetinden "üveysî" yolla terbiye gördü.

BAYEZÎD BİSTAMİ

Bayezîd, cezbesi istiğraka, sevgisi aşka varan ve tevhid konusunda konuşan sûfîlerdendi. Kevakib sahibi Münavî'nin verdiği bilgiye göre, çağdaşları O'nun ilm-i tevhid ve ilm-i hakikata dair söylediklerini anlayamadıklarından çeşitli ithamlarda bulundular ve onu yedi defa memleketinden ayrılmaya mecbur bıraktılar. Fakat her defasında işleri bozuldu, başlarına belalar geldi. Bunun üzerine onun büyüklüğünü anlayarak hürmet göstermeye başladılar.

"Tevhid nedir?" diye soranlara şöyle cevap verirdi:

- Tevhid yakindir. Yakin ise mahlukatın her türlü hareketini Allah'ın fiili olarak bilmek ve ef'alinde O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. İnsan Rabbını tanıyıp bu tanıma duygusunda istikrara erince tevhide erer. Bunun anlamı fiillerinde O'nun hiç bir ortağı yoktur, demektir.

Bu anlayış sebebiyle o şöyle münacatta bulunurdu: "Ya Rabb, benliğimi aradan çıkar, ben seninle oldukça en büyük benim. Nefsimle oldukça en küçük benim."

MÜRŞİDLİK SIFATI

Mürşid olacak kimseyi tanımak için şöyle bir ölçü koymuştu: "Kendisine gökyüzünde uçma veya bağdaş kurma kerameti verilen kimseye hemen kalkıp aldanıvermeyin. Önce onun emir ve nehiy çizgisindeki yerine, şer'i hududa riayetteki durumuna bakın."

Kendisi keramet izharından kaçınır ve bunun kendisi için manevi düşüşe vesile olmasından korkardı. Şöyle anlatırdı: Bir gün Dicle kenarına vardım, nehrin iki yakası bana yol vermek için birleşti. Ben yemin ederek "Buna aldanmam" dedim. Çünkü, halkın yarım akçeye geçtiği yoldan otuz yıllık amelimi zayi ederek geçmek istemezdim. Bana Kerim lazım, keramet değil.

Halkın hali ve ariflerin ahvali arasındaki farkı şöyle belirtirdi: "Halkın ahvali vardır, fakat arifin bir tek hali bile yoktur. Çünkü arifler suretten geçmiş, sirete yönelmiş ve onların varlıkları Hakk'ın varlığında fena bulmuştur. İnsanların Allah'a en yakın olanları insanlara en müşfik olanlarıdır.

Zahidlerin dünyadaki arzusu keramet, ahiretteki istekleri makamat, ariflerin dünyadaki istekleri imanla yaşamak, ahiretteki temennîleri afv-i ilahi'ye kavuşmaktı.

Sordular:

- Namazı nasıl kılıyorsun? Şöyle karşılık verdi:

- Buyur ya Rabbi, emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyorum, diyerek namaza başlarım. Tertil üzere Fatiha ve zamm-ı sureleri okurum, tazim ile rükua varır, tevazu ile yere kapanıp secde ederim. Veda selamı gibi selam verip namazımı huşu ile tamamlarım.

FIKIH VE VEHBÎ BİLGİ

Bayezîd-i Bistami bir gün camide fıkıh okutan bir alimin ders halkasına katıldı. O sırada biri geldi ve fakihe bir "feraiz" meselesi sordu: "Biri öldü, geride şu şu malları ve şu şu akrabaları kaldı. Bunun mirasını nasıl taksim ederiz." Fakih, sorulan soruya cevap vermeye çalışırken Bayezîd, şöyle bağırdı:

-Ey üstad! Öldüğünde Allah'tan başka kimsesi kalmayan kimse hakkında ne buyurursun?

Orada bulunanlar birbirlerine hayret ve donuk nazarlarla bakarlarken Beyazîd, konuşmasını şöyle sürdürdü:

"İnsanın gerçekten sahip olduğu hiçbir şeyi yoktur. Öldüğünde sadece Mevla'sı kalır. Tıpkı önceden olduğu gibi. Çünkü insan dünyaya gelmeden önce de yalnızdı. Bu alemde de yalnızdır, ama çoğu zaman yalnızlığının farkında olmaz. Kabre konulduğunda yalnızlığını anlar"

Fakih onun bu ince anlamlı sözleri karşısında ona sordu:

- Sen bu ilmi kimden, nerede ve nasıl aldın? Bayezîd şu karşılığı verdi:

- Bu ilim bana Hak vergisidir (vehbidir). Çünkü Allah Resûlü (s.a.) buyurur: "Bir kimse bildiğiyle amel ederse Allah O'na bilmediklerini öğretir."

Sordular:

- İnsan ne zaman, "erenler" derecesine erişir? Dedi ki:

- Nefsinin ayıplarını bilip onları düzeltme yoluna girdiği zaman.

Bayezîd, zahiddi. Zahidliği üç basamak olarak görürdü. Birinci basamağını, dünya ve içindekileri bırakmak; ikinci basamağını ahiret ve ahirete aid şeylerin sevgisini gönülden çıkarmak; üçüncü basamağını da Allah'tan başka herşeyden kalbi bağı kesmek olarak anlatırdı.

Taatlerde bulunan bazı afetlerin insanı masiyete düşüreceğine dikkat çeker, ibadetlerde ihlası önde tutmayı esas alırdı. Müslümanlar arasında "kendisinden daha şerli kimse" bulunduğunu zannedenlerin tevazu nimetinden mahrum olacağını ve kibirli sayılacağını söylerdi. Çünkü ona göre gerçek tevazu; nefs için bir makam ve hal görmemek, halk içinde kendisinden daha şerli bir kimse bilmemekti.

İlgi ve kaygıların dağınıklık ve çokluğunun insanı zihnen ve kalben meşgul edeceğine işaret için "mutlu kimsenin ilgi ve kaygısını teke indiren kimse olduğunu söylerdi. Çünkü kaygısı tek olanı, gözlerinin gördüğü, kulaklarının duyduğu şeyler meşgul etmezdi."

AÇLIK VE HİKMET

Açlık ve hikmet arasında ilgi kurar ve hikmetin asıl kaynaklarından birinin "açlık" olduğunu anlatmak için derdi ki:

"Açlık bulut gibidir, insanın kalbine açlık sayesinde hikmet yağmurları yağar."

Sordular:

- Marifeti neyle buldun? Şöyle cevap verdi:

- Aç karın ve çıplak bedenle.

- Açlığı neden bu kadar övüyorsun diyenlere:

- Eğer Fir'avn aç olsaydı, ilahlık iddiasında bulunmazdı, diye karşılık verdi.

HALKA HAKK NAZARLA BAKMAK:

Halka hangi nazarla bakılacağını şöyle açıklardı:

"Halka halk nazarıyla bakan onlara buğzeder. Ama halka hâlikları dolayısıyla bakan; yaratılanı yaratanından ötürü arayan, onları sever. Nitekim Yunus' un şu sözü de bu anlamdadır:

Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaradılanı severiz

Yaradanından ötürü.

Halka halk gözüyle bakan, onların kusur ve eksiklerini görür, Hak gözüyle bakan ise, onları olduğu gibi görür ve kusurlarıyla yargılamazdı.

"La ilahe illallah (Allah'dan başka tanrı yoktur) sözü cennetin anahtarıdır." hadisini şöyle açıklardı: Bu cennet anahtarının da dişleri şunlardır:

1. Yalan ve gıybetten sakınan bir dil,

2. Aldatma ve hıyanetten kaçınan bir kalp

3. Haram ve şüphelilerle doldurulmayan bir mide

4. Nefsani duygulara kurban edilmeyen; riya karışmayan amel.

RİYAZAT VE AŞK

Aşk şarabından içti, kendinden geçti. Bu yüzden bazan Bayezîd'i soranlara: "Ben de otuz yıldır onu arıyorum, fakat ondan bir eser bulamıyorum" derdi. O'nun bu sözü Zünnun el-Mısrî'ye nakledildiği zaman demişti ki:

"Kardeşim Bayezîd Hakk'a giden bir cemaatle Hakk'a gitmiş ve ondan eser kalmamıştır." Çünkü o "fena fillah"a ermiştir.

Riyazat ve mücahede, aşk ve cezbe ehlinden olduğu için tasavvufu şöyle tarif ederdi:

"Tasavvuf, rahat kapısını kapayıp, sıkıntı ve mücahede kapısını açmaktır"

Aşkı ve cezbesi ile meşhur olan Bayezîd Bistami, İbn Arabi'nin de dikkatini çekmiştir. İbn Arabi eserlerinde ondan sıkça bahseder. İbn Arabi'nin Bayezîd sevgisi, bu silsileye bağlı bulunan Nakşî meşayıhında da İbn Arabi'ye karşı bir ilgi uyandırmış, İmam-ı Rabbanî'ye kadar olan Nakşî şeyhlerinin ekserisi İbn Arabi'nin eserlerine şerhler yazmıştır. Hatta denilebilir ki, Bayezîd Bistami meşrebi, Nakşî silsilesinde İmam-ı Rabbani'ye kadar, bir özellik olarak devam etmiştir. İmam-ı Rabbani'den sonra bu silsile de tevhid-i vücûdî yerine, tevhid-i şühûdî yaygınlık kazanmıştır.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Ebu'l-Hasan Harakânî (k.s.)

HAYATI

Altın silsilenin yedinci halkası yine İran'dan; Bistam'a bağlı Harakan'dan. Bâyezîd Bistâmî'nin hemşehrisi ve türbesinin bekçisi. O'nun rûhâniyetinden feyz alarak "üveysî" tarikla yetişti. Adı Ali bin Ca'fer, künyesi Ebu'l-Hasan, nisbesi Mu'cemu'l-buldan müellifi Yakut el-Hamevî'nin ifadesine göre el-Harakanî, Harakanî değil (bk. II, 360). Aynı müellif onun 425 hicri yılında 10 Muharrem Aşure gününde (1034 Aralık'ta) 73 yaşında iken vefat ettiğini bildirdiğine göre 352/963 yılında doğmuş olmalıdır ki, doğumu Bâyezid'in vefatından 91 yıl sonradır.

Ebu'l-Kasım Kuşeyri, Ebu'l-Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni gibi mutasavıflarla, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet ricaliyle İbn Sina gibi felsefe ve tıb otoriteleriyle çağdaş. Kuşeyri ile görüştüğünü Keşfu'l-mahcûb müellifi Hücviri'den öğreniyoruz. Hücviri, Kuşeyri'nin onun hakkında; "Harakan'a varınca Şeyh Ebu'l-Hasan'ın heybet ve haşmetinden fesahatım sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım" dediğini nakleder.

Ebu'l-Abbas Kassâb onun hakkında: "Tasavvuf pazarında rihlet ziyaret Harakaniye lâyıktır" demektedir.

HİLYESİ

Uzunca boylu, kumral tenli, genişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve tok sözlü idi. Sûreti itibariyle Hz. Ömeru'l-Fâruk (r.a)'a benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle, "zamanın kutbu ve gavsi" ünvanlarıyla anılan bir gönül sultanıydı.

GAZNELÎ MAHMÛD VE HARAKANÎ

İlk müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd onu ziyaret ederek feyz alanlar arasındadır. Zaten "Altın Silsile"nin Bekrî ve Sıddîkî olan kolunun faaliyet sahası genellikle İran ve Turan bölgesidir, özellikle de Türk dünyasıdır. Feridüddin Attar'ın Tezkiretü'l-evliyâ'sında verdiği bilgiye göre, Gazneli Sultan Mahmûd, Şeyh Harakanî ile birkaç defa görüşmüştür.

Şeyh Harakanî'nin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakan'a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakanî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de Harakanî bunu reddeder. Bu sefer, "ondan bir hatıra olsun diye" herhangi bir eşyasını ister. Harakanî de Sultan'a bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh Harakanî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:

- Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama, yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim? Şeyh Harakanî, şu karşılığı verir:

- İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.

Sultan Gazneli Mahmûd, Harakanî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi. Şeyh dedi ki:

- "Şu dört şeye dikkat et!

1. Günahlardan sakın,

2. Namazını cemaatla kıl,

3. Cömert ol,

4. Mahlûkata şefkatle muamele et!."

İBN SİNA VE HARAKANİ

Tezkiretü'l-evliyâ ve el-Hadaiku'l-verdiyye'nin verdiği bilgilere göre Harakanî, çağdaşı felsefe ve tıp otoritesi, eserleri dört asır Batı üniversitelerinde okutulan İbn Sînâ ile de görüştü.

Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan Filozof İbn Sînâ, Harakanî'yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp karısından nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına; onu aramaya gider. İbn Sînâ yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:

- Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:

- Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi, der. Evdeki kurt karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz ve hırçın bir kadındır, ama Harakanî. Allah için onun sıkıntılarına katlanarak "kesb-i kemâlât" etmiştir.

ABDULLAH ENSÂRÎ VE HARAKANÎ

Menazilü's-sâirin adlı eserinde tasavvufi hal ve makamları anlatarak tasavvuf tarihimizde haklı bir şöhret kazanan Abdullah el-Ensârî el-Herevi de Harakanî'nin müridlerindendir. Nitekim o şöyle der: "Hadis, fıkıh ve diğer islâmî ilimlerde pek çok üstaddan okudum. Tasavvuftaki üstadım ise Ebu'l-Hasan Harakanî'dir. O'nu görmeseydim marifete eremezdim"

HARAKANÎ'NİN MEŞREBİ:

Harakanî, muhtelif kaynakların ittifakla haber verdiklerine göre, Bâyezid Bistâmî meşrebindeydi. O'nun gibi coşkuluydu, cezbesi ve sekri, sahvına galipti. Fena ve baka, sekr ve Sahv ile tevhid ve vahdet konularında pek çok söz söylemiş, Hallâc gibi "Ene'1-Hak" anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur. Attâr Tezkiretü'l-evliyâ'sında onun bu vadideki sözlerine geniş yer vermektedir.

Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan okuyan Harakanî, en sonunda hemşehrisi Bâyezid Bistâmî 'nin dergahında karar kılmış, senelerce önce ölmüş bulunan Bâyezid'in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezid sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.

Sekr ve cezbe ehlinden olduğu için olsa gerek, kişinin sahv ve uyanıklığını bile vecde yakın bir üslupla anlatırdı. Derdi ki, "Sahvın ölçüsü, kulun Allah'ı andığı sırada baştan ayağa Allah'ın kendisini andığını duymasıdır" Öyleyse Allah derken başka söz söyleyenlerle sohbet etmemeliydi.

BAŞKASININ DERDİ

Harakanî, diğergâmdı, dertlinin derdiyle ilgilenmeyi severdi. Derdi ki: Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir.

Gerçek kulluğun kula hizmetten geçtiğini bilenlerdendi. Bu yüzden:

"Sabahleyin yatağından kalkan âlim, ilminin artmasını, zâhid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşinin gönlünü neşeyle doldurma ve onu sevindirme derdindeyim" derdi.

Rabia Adeviyye ve benzeri sufiler gibi, cennet düşüncesinden, cehennem endişesinden geçenlerdendi. Şöyle konuşurdu bu konuda: "Cennet ve cehennem yok demiyorum. Benim dediğim, cennet ve cehennemin benim nezdimde yeri yoktur; zira her ikisi de mahluktur. Benim rağbetim ise mahlûkata değil, Hâlika'dır."

İlimle ve bilgiyle övünmenin yersizliğini şöyle anlatırdı: "Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür, durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemale erer. Çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir."

Sulh ve cengin nerede ve ne zaman olacağını şöyle bildirirdi: "Sulh bütün halkla, cenk ise nefsledir."

Dünyayı gölge gibi görürdü. Bu yüzden de: "Sen onun peşinde koştukça o senin padişahın; ondan yüz çevirince de sen onun padişahı olursun." derdi.

FÜTÜVVETİN ŞARTI

Ona göre fütüvvet ve civanmerdliğin şartı üçtü:

1. Cömertlik, 2. Şefkat, 3. Halktan müstağni olmak.

İçinde Allah'tan başkasına yer olan kalp, baştan başa ibadet ve taatla dolu olsa da ölüydü. Çünkü gönüllerin en aydını içinde halk olmayanı, amellerin en güzeli, içinde mahlûk fikri bulunmayanıydı.

Amel ve ibadetlerdeki ölçüsü şuydu: "Hergün akşama kadar halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın. Her gece de sabaha kadar Hakk'ın beğendiği amel ile olasın."

Katilden, yani adam öldürmekten beter olan fitnenin dinde iki grup insan tarafından çıkarılabileceğini söylerdi. Onlar da: Gözünü dünya hırsı bürümüş âlim ile ilimden mahrum ham sofuydu.

El emeği ve göz nurunu üstün tutar, nimetlerin en helal ve temiz olanının kişinin emek ve gayretiyle elde ettiği nimetler olduğunu anlatırdı.

SÛFÎLİK VE HIRKA

- "Sûfî kimdir?" diye soranlara:

- Hırka ve seccade ile sûfî olunmaz, merasim ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fena ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lâzım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.

Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh dedi ki:

"Bir erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!"

Ona göre sûfî, gündüz güneşe, gece yıldız ve aya ihtiyacı olmayandı; çünkü sûfîlik varlığa ihtiyacı olmayan yokluktu.

Birgün müridlerine "en güzel şeyin ne olduğunu" sordu ve kendisi bunu şöyle açıkladı: "En güzel şey, devamlı zikreden bir kalbdir. Çünkü bütün varlığını Allah istila etmiş bir kimse tepeden tırnağa herşeyiyle Allah'ı ikrar eder."

BAZI TANIMLAR

Sıdk'ı gönülde olanı konuşmak, ihlâs'ı herşeyi Hakk için yapmak, riya'yı da amelini halk için yapmak şeklinde tanımlardı.

Vâris-i Nebî denmeye layık olan kimse, O'nun fiil ve kavillerine uyan, O'nun izine basarak yürüyendi. Kâğıtların yüzünü karalayıp kitap yazdığını sanan değildi.

Ölümsüz bir hayata kavuşmanın günde bin kerre ölüp yine dirilmek olduğunu söylerdi.

İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:

- İnsanlar üç zümredir:

1. Sen kendisini incitmediğin halde o seni incitir.

2. Sen kendisini incitirsen o da seni incitir.

3. Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.

Bir mümini incitmeden sabahtan aksama varan, bir kimse o gün aksama kadar Hz. Peygamber (s.a) ile yaşamış gibi olur. Eger mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini kabul buyurmaz.

Tasavvufî umdeleri Nebevî üslûpla şöyle anlatırdı:

- "Çok ağlayın, az gülün, çok susun, az konuşun, çok verin, az yiyin, başınızı yastıktan uzak tutmaya çalışın." Harakanî, cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu geliştirdi ve emaneti Gazzâlî'nin de şeyhi olan Ebû Ali Farimedi'ye teslim etti.

- rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Ebû Ali Farmedî (k.s.)


Altın silsilenin sekizinci halkasını oluşturan Ebû Ali Farmedi, tasavvuf tarihimizin yıldız şahsiyetlerinden Ebû'l-Kasım Kuşeyri'nin talebesi, İmam Gazzali'nin şeyhi ve üstadı.

Ebû Ali Farmedi, Horasan'ın Tuş şehri yakınındaki Farmez'den. Asıl adı Fazi bin Muhammed, künyesi Ebû Ali. Türkçe kaynaklarda memleketi Farmez'e nisbetle Farmedi diye anılır. 407/1016 yılında doğdu. Ebû Abdullah Şirazî, Ebû Mansur Bağdadi ve Ebû'l-Hasan el-Müzekki gibi alimlerden okudu. Gençlik yıllarında Nişabur'da Ebû Said Ebû'l-Hayr'ın ders halkasına katıldı. Nefehatü'l-üns müellifi Cami'nin verdiği bilgilere göre, Ebû Said Ebû'l-Hayr, Nişabur'da bulunduğu sürece Farmedi, onun zikir ve ders halkasından ayrılmadı. Ebû Said'in Nişabur'dan ayılmasından sonra da Ebû'l-Kasım Kuşeyri'nin derslerine devam etmeye başladı.

Kuşeyri onu tefsir ve hadis gibi dini ilimlerde yetiştiriyor, vaaz ve irşad konusunda eğitiyordu. Ebû Said Ebû'l-Hayr'ın gönlünde tutuşturduğu tasavvuf ve aşk ateşiyle zaman zaman garip haller yaşayan Ebû Ali Farmedi'yi Kuşeyri, devamlı surette ilme teşvik ediyordu. İlimde derinlik, marifette rüsuh kesbeden Ebû Ali, birgün şahidi olduğu muazzam bir tecelli ile sarsıldı. İlimle meşguldü, elindeki kalemi hokkaya batırarak yazı yazıyordu. Kalemi hokkaya bir daldırdı ki, ne görsün kalemin ucu bembeyaz, oysa hokka mürekkeple dolu. Kalemi tekrar tekrar hokkaya sokup çıkardı, fakat nafile, değişen bir şey olmadı.

Büyük bir dehşete kapıldı ve doğruca üstadı Kuşeyri'ye koştu. Olanları dinleyen büyük mutasavvıf: Artık senin işin benim sınırlarımı aştı. İlim senden el çektiğine göre sen de ondan el çekip ruhunu erdirmeye ve içindeki ateşi söndürmeye bak." dedi. Bunun üzerine Ebû Ali, eşyasını alıp medreseden ayrılıp tekkeye taşındı. Bu dergah, Kuşeyri'nin dergahıydı.

Ebû Ali, bu dergahta bir müddet kaldıktan sonra meydana gelen bazı tecelliler sebebiyle memleketinden ayrılıp Nişabur ve Tuş şehrinin yolunu tuttu. Tus'da Ebû'l-Kasım Gürgani'yi buldu ve ona bende oldu. Gürgani'nin yanında riyazat ve mücahede ile meşgul olarak seyr u sulukunu tamamladı. Şeyhi kendisini vaaz ve irşad halkasını kurmak ve zikir meclisi teşkil etmekle görevlendirdi ve onu kızıyla evlendirdi Ebû'l-Kasım Gürgani'den Nakşbendiyyenin Haydari koluna aid silsileyi alan Farmedi, daha sonra Ebû'l-Hasan Harakani'ye intisab ederek Siddiki silsileye de dahil oldu ve böylece iki silsileyi birleştirmiş oldu. Vefatı 477 Rebiu'l-evvel/1084 Temmuz'dur.

Ebû Ali Farmedi, irşad ve nasihat üslubundaki incelik, hal ve tavırlarındaki mükemmellik sebebiyle devrinde büyük bir sevgiye mazhar oldu. Çağında bile Horasan'da "Şeyhler şeyhi", "Horasan'ın dili" gibi sıfatlarla anılırdı. Onun yaşadığı dönemde ilim ve fazilet erbabı alim ve şeyhlere son derece saygılı davranan ünlü Selçuklu veziri Nizamül-mülk, onun değerini anlayanların başında gelir.

Nizamü'l-mülk, Cüveynî ve Kuşeyri gibi devrinin alim ve şeyhlerine de saygı gösterir, onlar huzuruna geldiklerinde ayağa kalkardı. Fakat Ebû Ali Farmedi geldiğinde ise hürmetle ayağa kalktığı gibi, onu kendi makamına oturturdu. Nizamü'l-mülk'e Ebû Ali Farmedi'ye gösterdiği bu saygının sebebi sorulduğunda şu karşılığı verirdi:"Diğer alim ve şeyhler beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu da nefsimin hoşuna gidiyor. Farmedi ise beni yüzüme karşı övmediği gibi, kusurlarımı, yanlışlık ve haksızlıklarımı da söylüyor ve beni ikaz ederek irşad ediyor. Ben de onun bu söylediklerinde hayır görerek ona saygı göstermeye çalışıyorum."

Ebû Ali Farmedi, üstadı tefsir sahibi Kuşeyri'den aldığı üstün ifade ve tesir gücü sayesinde çok güzel vaazlar verirdi. Onun vaaz ve sohbetlerini dinleyenler kendilerini adeta her türlü güllerin açtığı bir gül bahçesinde sanırlardı. Ebû Ali himmeti hizmette arayanlardandı. Bu yüzden, şeyhine ve ihvanına hizmette yekta idi. Hizmette hikmeti ve firaseti önde tutardı. Çünkü hizmetten himmet bulmak için, hizmetin vaktini ve yerini iyi seçmek gerekliydi. O, firasetiyle bu konuda şeyhinin dua ve himmetine mazhar olmuştu. Nitekim şeyhinin hamamda bulunduğu bir sırada ihtiyaç duyduğu bir suyu, kendiliğinden ve şeyhi istemeden getirip kapısına hayır edivermişti. Onun bu inceliğini gören üstadı: "Sen bu firaset ve hizmet anlayışınla bizlerin yetmis yılda elde ettiğini bir defada elde ettin. Allah seni yüceltsin" diye dua etmişti.

Ebû Ali Farmedi, hadis ve tasavvuftan başka fıkıh ilmine, özellikle de Şafii fıkhına aşina idi. Bu yüzden imam-ı Gazzali'nin tasavvufta olduğu kadar fıkıhta da üstadıydı. Aslında Ebû Ali Farmedi Kuşeyri ile Gazzali arasında bir köprü görevi üstlenmiştir. Yazılı eser bırakmamış, fakat, Gazzali'nin yetişmesine amil olarak sünni tasavvufun esaslarını geliştiren ve sistemleştiren bu iki büyük zatı karşı karşıya getirmiştir.

Gazzali İhya'da şeyhi Ebû Ali Farmedi'ye ancak bir kaç yerde atıfta bulunmaktadır. Bunlar genellikle mürşidin müridi terbiyesi ve müridin şeyhine karşı edeb ve saygısı türünden şeylerdir. Nitekim Gazzali, müridin genellikle gündüzün meşgul olduğu şeyleri rüyada gördüğü konusunda şeyhi Farmedi'nin şu sözlerini nakletmektedir: Müridin şeyhine karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi şeyhinin söylediklerini içinden reddedmemesi de gerekir. Nitekim ben şeyhim Ebû'l-Kasım Gürgani'ye kendisini rüyamda gördüğümü ve onun bana bazı sözler söylediğini ve benim de kendisine "niye böyle söylüyorsun?" diye itiraz ettiğimi anlattım. Şeyhim bunun üzerine bir ay süreyle bana kırıldı. Sebebini sorduğumda dedi ki: Eğer senin içinde benim söylediklerime karşı çıkıp itiraz etme duygusu olmasa ve bana karşı tam bir teslimiyet içinde bulunsan rüyanda bana böyle mukabele etmezdin.

Ebû Ali, şeyhi Ebû'l-Kasım Gürgani tarafından irşadla görevlendirilmeden kendisine mana alemlerinin açılacağı; büyüklerin diliyle bülbül gibi konuşacağı müjdesini bir ara Tus şehrine gelen ilk üstadı Ebû Said Ebû'l-Hayr'dan almıştı. Daha sonra Sıddıkıyet yolunun temsilcisi Ebû'l-Hasan Harakani'yi de tanıyan ve onun halifesi olan Farmedi, emaneti Yusuf Hemadani'ye bırakıp Hakk'a yürüdü.

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Yûsuf Hemedânî (k.s.)


Hilye-i Hemedâni

Uzuna yakın orta boylu, zayıfça bedenli, çiçek bozuğu kumral saçlı ve buğday benizliydi. Güler yüzlüydü. Sakalına pek az, ak düşmüştü. Sûret ve sîreti kadar zühd ve takvâsı da mezhebinin imamı İmam-ı Âzam Ebû Hanife'ye benzerdi. Kâl ve hâl sahibi, ilim ve irfan ehliydi. Evliyâ'nın kümmelininden, sufilerin önde gelenlerindendi. Sırtında daima yamalı yün elbise bulunurdu. Hilim ve merhamet âbidesiydi. Kur'an okumaya çok düşkündü.

Kısa çizgilerle Hayatı:

Altın silsilenin dokuzuncu halkası Yûsuf Hemedânî, Türk dünyasının İslâmlaşmasını, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasını sağlayan Yesevilik ile Nakşiliğin kolbaşı. Adı Yûsuf bin Eyyûb, künyesi Ebû Yakub, nisbesi Hemedânî.

440/1048 yılında Rey ile Hemedan arasında Bûzencird adlı bir köyde doğdu. Çocukluk yıllarını memleketinde geçirdi. On sekiz yaşına gelince daha fazla okumak, ilim ve irfanını artırmak maksadıyla hilâfet merkezi olduğu kadar, ilim makam olan Bağdat'a gitti. Orada Ebû İshak eş-Şirâzî'den fıkıh, ilm-i kelâm ve usûl tahsil etti. Şirâzî, Hemedânî'yi yaşının küçüklüğüne rağmen ilim, irfan ve iyi ahlâkı sebebiyle arkadaşlarına tercih eder, akranına örnek gösterirdi.

Hemedânî, Kadı Ebû'l-Huseyn Muhammed, Ebû'l-ganâim Abdussamed, Ebû Cafer Muhammed gibi muhaddislerden Bağdad, Semerkant ve Isfahan'da hadis aldı. Şeyh Abdullah Cüveynî, Hasan Simnânî'nin sohbetlerine katıldı. Dinlediği hadislerin çoğunu yazdı. Daha sonra zühd ve tasavvuf yoluna yönelerek bir süre riyazat ve mücahedeyle meşgul oldu. Bu arada Gazzali'nin de mürşidi olan Ebû Ali Farmedî'yi tanıyarak müridi oldu. Genç yaşına rağmen şeyhine hizmetle himmetine mazhar oldu.

477/1084 yılında şeyhinin vefatından sonra Herat, Merv ve Rey şehirleri arasında mekik dokudu. Bu bölge halkı onu âdeta paylaşamaz olmuştu. Bu şehirlerden her birinde zikir ve sohbet halkaları kurdu. Özellikle Rey şehrindeki tekkesi, emsâli görülmedik bir cemaatle dolup taşardı.

515/1121 yılında bir ara tekrar Bağdat'a geldi. Bir yandan halka hadis naklederken, bir yandan da Nizamiye medresesinde fıkıh dersleri okuttu. Hemedânî'nin gerek hadis dersleri, gerekse Nizamiye medresesindeki fıkıh dersleriyle vaazları, halkın büyük bir ilgisine mazhar oldu. Kaynaklar, devrin pek çok âlim ve şeyhinin onun bu ders ve sohbetlerine katıldığını kaydetmektedir. Bağdad'da bulunduğu sırada hacc farizasını ifâ için Haremeyn'e giden Hemedânî, Medine'de bir süre mücavir olarak kaldı. Hac dönüşü Bağdad'a oradan da eski hizmet bölgesi olan Herat, Merv ve Rey şehirlerine geldi. Vefatına kadar buradaki irşad hizmetine devam etti. Ölümü Herat'tan Merv'e giderken Bamyeyn denilen yerde gerçekleşti (535/1141).Ancak daha sonra Merv'e nakledilip adına bir türbe yaptırıldı.

Ebû'l-fazI Sâfî bin Abdullah anlatıyor:

Ben şeyhimiz Yusuf Hemedânî'nin Bağdad'da Nizamiye medresesindeki derslerine devam ederdim. Bir gün herkes kulak kesilip onu dinlerken topluluğun içinden İbnu's-Sakka isimli bir fâkih ayağa kalkıp bazı sorular sordu. Onun sorularındaki mubâlâtsızlıktan rahatsız olan Yusuf Hemedânî: "Otur yerine, sana cevap vermeyeceğim, çünkü ben senin sözlerinden küfür kokusu duyuyorum. Korkarım ki sen İslâm'dan başka bir din üzere ölürsün." dedi. İbnü's-Sakka isimli bu sahte fâkih, sustu ve şaşkın şaşkın yerine oturdu.

Aradan bir müddet geçtikten sonra bir Bizans sefiri Bağdad'a geldi. İbnü's-Sakka bu elçiyle buluşup bir süre onunla konuştu. Sonuçta Bizans elçisine: "Ben sizin dininize girmek istiyorum" dedi. Sefir de onu alıp beraberinde Rum diyarına; o günün Kostantınıyyesine götürdü. Orada Bizans imparatoruyla tanışan İbnü's-Sakka sonuçta Hristiyan oldu. Hayatını Rum diyarında Hristiyanlar arasında geçiren İbnu's-Sakka'yı Bağdad'dan gelen müslüman tüccarlar ölüm döşeğinde de ziyaret ettiler. Vaktiyle "hafız" olduğunu bildikleri İbnu's-Sakka'ya "Hafızanda Kur'an'dan hiçbir şey kaldı mı?" diye sordular, o şu cevabı verdi:

"Hayır, sadece şu âyet kaldı: "Kâfirler vaktiyle niçin müslüman olmadıklarına çok hayıflanacaklar" (bk. el-Hicr, 15/2) Bir mürted için bundan daha güzel uyarı olabilir mi? Bu, Kur'an'ın lâfzıyla ve mânâsıyla mucize oluşunun bir delili değil de nedir?

Semâ hakkında:

Hemedânî, selefleri gibi semâ ile ilgilenen ve bu konuda söz söyleyenlerdendi. Ona göre semâ, Hakk'a seferdi. Hakk'tan bir elçiydi. Hakk'ın latifeleriydi. Gayb âleminden faydalar sağlayan vâridâttı. Ruhlara kuvvet, kalıplara gıda, kalplere hayat, sırlara baka aşılardı.

Semâ, perdelerin yırtılması, sırların açılmasıdır. Semâ çakan bir şimşek, doğan bir güneştir. Semâ anında ruhlar, kalp kulağıyla dinler, orada nefse yer yoktur. Çünkü semâa nefs girince semâ, semâ olmaktan çıkar, gınâ olur.

Tesiri ve Nüfuzu:

Türkistan diyarına İslâm'ın sesini, tasavvufun nefesini duyuran Hemedânî'dir. Onun halifeleri bu çığırı yıllar boyu sürdürerek onun ışığını günümüze taşımışlardır. Başlıca halifeleri: Abdullah Berkî, Hasan Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdulhâlık Gücdüvânî'dir. Ahmed Yesevî, Yesevîliğin, Abdulhâlık Gücdüvânî ise "Hacegân" yolunun; yani Nakşbendiliğin takipçisi oldular.

Hemedânî'den hemen bir asır sonra yaşamış bulunan Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnu'l-Arabi eserlerinde ondan bahsetmek ve onun şöhretini Evhadüddin Kirmani'den duyduğunu şöyle anlatmaktadır:

Hicretin 602. yılında (M.1205) Evhadüddin Kirmanı, Konya'ya geldi ve Yusuf Hemedânî, hakkında duyduklarını bize şöyle anlattı. Yusuf Hemedânî, kendi memleketinde altmış seneden fazla şeyhlik makamına oturmuş bir zâttır. Yaşı ilerlediği yıllarda cuma namazı dışında tekkesinden dışarı çıkmaz olmuştu. Bir gün gönlüne düşen bir "vârid" üzerine çaresiz ve iradesiz dışarı çıkmıştı. Merkebine binip yularını salıvererek o nereye götürürse gitmeye niyet etti. Merkep yürümüş ve nihayet şehrin dışında harap bir mescidin yanına varınca durdu. Hemedânî, merkebinden inip mescidin kapısından içeri girdi. İçerde bir genç başını önüne eğmiş heybetli bir halde oturmaktaydı. Neden sonra şeyhin geldiğinin farkına varan genç, başını kaldırıp: Efendim ben bir müşkil mes'eleyle karşı karşıyayım. Bana himmet buyurun" dedi. Yusuf Hemedânî gencin müşkilini çözdükten sonra dedi ki: "Delikanlı bir daha böyle bir müşkille karşılaştığın zaman bize gel, tekkemize buyur, bizim gibi pir-i fâniyi buraya kadar yorma!" İbn Arabi hazretleri bu olayı naklettikten sonra der ki: "Bundan anladım ki, eğer bir müridin zâhir ve bâtını sadık olursa, bu sadakat ve teslimiyeti sebebiyle şeyhini kendi canibine celbedebilir". Kalb kalbe karşı olunca etkileşim daha güçlü oluyor.

Hemedânî, bir asra yaklaşan ömrünü insan yetiştirmeye hasreden bir mürşid-i kâmil olmakla birlikte bazı telifleri de bulunmaktadır. Ancak telifatından günümüze ulaşan yok gibidir. (bk. Mu'cemu'l-müellifin, XIII, 279)

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Abdulhâlık Gucdüvânî (k.s.)

HİLYE-İ HACE ABDULHALIK

Boyu uzun, başı büyükçe, teni beyaz, yüzü güzel, kaşları gür ve çatıktı. Göğsü enli, omuzları genişti. İri vücudlu ve mehabetliydi. Basiretli ve gönlü maneviyatça açıktı. Hızır'la yoldaş ve arkadaştı. Hacegan yolunun ilkiydi.

Kısa çizgilerle hayatı:

Gucdûvanî, altın silsilenin onuncu halkası. "Şeyh" anlamına kullanılan Farsça "Hace", Türkçe "Hoca" lakabıyla meşhur. Kendi dönemine kadar "Bistamiyye" ya da "Tayfûriyye" adıyla anılan "Nakşbendiyye" Gucdûvanî'den Muhammed Bahaeddin Nakşbend'e kadar "Tarik-ı hacegan" adıyla anılmıştır.

Emaneti Yusuf Hemedanî'den alan Hace Abdulhalık Gucdûvanî aynı Pir'den feyz alan Ahmed Yesevî'den farklı olarak hafî zikri esas almış ve tarikatın onbir prensibini vaz etmiştir. Ahmed Yesevî cehrî zikre dayalı tarikatini Maveraünnehr bölgesinde, Gucdûvanî ise, hafi zikre dayalı yolunu Harezm ve Horasan bölgesinde yaymıştır. Daha sonraki asırlardan günümüze kadar her iki tarikat Orta asya ve Anadolu ile Balkanlar'da müessir olmuştur.

Gucdûvanî'nin hayatı hakkında bilinenler, kendisinden bir kaç asır sonra yazılan Nefehatü'l-Üns ve Reşahat aynu'l-hayat gibi tabakat ve bazı adab kitaplarında verilen pek sınırlı bilgilerden ibarettir.

Rivayete göre Abdulhalık Gucdûvanî, İmam Malik neslinden. Büyük Selçuklular döneminde Anadolu'nun Malatya'sından kalkıp Buhara'ya altı fersah (yaklaşık 35 km.) mesafedeki Gucdüvan köyü ne yerleşen bir ailenin çocuğu. Hace Abdulhalık bu köyde doğdu. Bu yüzden Gucdûvanî diye meşhur. Babası İmam Abdülcemil, zahir ve batın ilimlerinde derinliği olan ve menkıbelere göre Hızır'la sohbetlerde bulunan bir zat. Hatta oğlunun doğumunu müjdeleyen ve ona "Abdulhalık" adının verilmesini isteyen de Hızır (a.s)'dır. Annesinin de asil bir aileden ve beykızı olduğu kaydedilmektedir.

Gucdûvanî, dini ilimleri Buhara'da okudu. Devrin ünlü alimlerinden Allame Sadreddin'in talebesi oldu.

Maneviyata Yönelişi:

Zahirî ilimlerde kemale eren Abdulhalık, riyazat ve mücahede yoluna meyletti. Fıtraten engin bir gönle, maneviyata yatkın bir kalbe sahipti. Bir gün hocası Allame Sadreddin ile tefsir okurken söz; "Rabbınıza için için yalvararak gizlice dua edin" (el-A'raf, 7/55) ayetine geldi. Gucdûvanî sordu:

- Bu gizliliğin aslı ve hafî zikrin hakikati nedir? Cehrî zikirde organlar hareket eder, ses dışardan duyulur. Hafî zikri ise dışardaki insanlar görmese bile, insanın içindeki şeytan görür. Çünkü Allah Rasûlü (s.a): "Şeytan insanoğlunun kan damarlarında dolaşır" buyurmaktadır. Öyleyse insanın zikir sırasında başkaları tarafından görülmemesinin ve şeytan tarafından sezilmemesinin yolu nedir?

Allame Sadreddin bu soruya cevap vermekte zorlanınca işin kolayını hakikati itiraf etmekte buldu ve şöyle konuştu:

- Bu sorunun cevabı, ancak ledün ilmiyle verilir. O da bizde yok. Çünkü o, Allah'ın velî kullarına has bir ilimdir. Şu kadar var ki, Allah dilerse senin karşına bir veli kulunu çıkarır ve müşkilini hallettirir.

Hızırla Dostluğu:

Hace Abdülhalık, hocasının bu sözünden sonra Allah'ın, kendisine yol gösterecek kimseyi bir gün karşısına çıkarmasını bekler olmuştu. Bir süre sonra karşısına çıkan, Hızır (a.s.) oldu. Babasının da rehberinin Hızır olduğunu daha önce belirtmiştik. Hızır onu evladlığa kabul etti ve ona "vukuf-i adedi" ile "hafî zikri" talim etti. An'aneye göre Hz. Peygamber (s.a)'in Sevr mağarasında Hz. Ebu Bekir (r.a)'e öğrettiği bu zikir tarzı, Abdülhalık Gucdûvanî ile daha bir önem kazandı. Hacegan yolunda bir süre terkedilen bu usul, Hace Abdulhalık'ın "Üveysî" üslupla mürid ve talebesi olan Şah-i Nakşbend (ö. 791/1389) hazretlerinde yerini iyice sağlamlaştırmış oldu.

Hızır'ın Gucdûvanî'ye gönül zikrinden başka, başını havuza sokturup nefesini tutturarak nefy ve isbat ile tevhid zikrini öğrettiği de nakledilir. Gucdûvanî'nin asıl mürşidi Yusuf Hemedanî'dir. Ancak Hemedanî'yi bulması da Hızır'ın delaletiyle oldu. Yirmi yaşları civarında şeyhini bulan Hace Abdülhalık kısa zamanda onun boyasına boyandı.

İslam memleketlerinden bazılarını dolaşan Abdülhalık, bir ara Şam'da da ikamet etti. Daha sağlığında ünü, İslam memleketlerinin her tarafına yayıldı. Dergahına gelenlerin sayısı binlere baliğ oldu.

Nefsin tuzakları:

Bir gün bir derviş sordu:

- Nefsin istediğini mi yapayım, istemediğini mi? Hace hazretleri şöyle buyurdu:

- Nefse uyup uymamak konusun da, çoğu zaman akıl da yanılabilir. Bunun en güzel ölçüsü, Hakk'ın emrettiğini yapmak, nehyettiğinden kaçmaktır; yani şeriata uymaktır

Derviş bu sefer tekrar sordu:

- Dervişlik yoluna şeytan karışır mı? Hace Abdülhalik dedi ki:

- Evet nefsini fenaya erdirmede son merhaleye ulaşmamış bir dervişin öfkelenince yoluna şeytan karışır ve işini allak bullak eder. Nefsini ifna edende ise öfke bulunmaz. Gadabın yerini gayret alır. Ancak gadapla gayret birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü gadap nefsanîdir. Gayret rabbanidir ve Allah ve Rasulü'ne düşkünlük, onlara yapılacak hakarete adem-i tahammüldür.

Aynı derviş ona bir başka gün yine şöyle dedi:

- Allah beni, cennetle cehennem arasında muhayyer bıraksa ben cehennemi tercih ederim. Çünkü cennet, nefsin muradıdır. Ben ise nefsimin arzu ve isteklerine karşı direniyorum.

Hace hazretleri buyurdu ki:

- Senin düşüncen çarpık ve sakat, çünkü tersten yine nefs kokuyor. Kulun irade ve ihtiyar ile ne işi var? Bize Hakk nereye git derse, biz oraya gideriz. Neyi yap derse onu yaparız. Kulluk ve nefse muhalefet böyle olur.

Hace Abdülhalik'ın bu cevabı, ne kadar çarpıcı. Daima Hakk'a karşı çıkan; olmayınca süret-i haktan görünüp yine aykırılık aramaktan başka işi olmayan, hep haz ve gurur peşinde koşan nefsin halini ne kadar güzel anlatmış.

Dua isteyene:

Kendisinden dua taleb eden birine şunları söyledi:

- Kişi üzerine farz olan borçlarını öder, farizalarını yerine getirir ve ondan sonra dua ederse dileği kabul olunur. Sen farzlardan sonra bizi dua ile an; biz de sana dua edelim. Umulur ki Allah, dualarımızı kabul buyurur. Çünkü Allah Rasulü: "Mü'minin, mü'min kardeşine gıyabında duası reddolunmaz." buyurmuştur.

Ölümü:

Abdülhalık Gucdûvanî'nin hayatı hakkında olduğu gibi, vefatı hakkında da açık ve kesin bir bilgiye sahip değiliz. Kaynaklar onun 575/1179, 585/1189, 617/1220 yıllarında vefat ettiğini belirtir. Şeyhinin 535/1140 yılında vefat ettiği, kendisinin de onun vefatından yirmi yaşlarında olduğu bilindiğine göre yaklaşık ****en yıl yaşamış olsa, ölümü 595/1199 yıllarında olmalıdır

Vasiyetnamesi:

Gucdûvanî hazretlerinin oğlu Evliya-yı Kebir için yazdığı bir vasiyyeti vardır ki, Nakşi an'anesinde hikmet ve marifet açısından çok önemli bir yer tutar. Onun oğlunun şahsında bütün ilim ve irfan ehline yaptığı vasiyeti şöyledir:

"Oğlum, sana vasiyetim şudur ki; Bütün hallerinde ilim, edeb ve takva üzre olasın. Selefin eserlerini oku, izlerinden yürü. Ehli sünnet ve'1-cemaat çizgisinden ayrılma! Fıkıh ve hadis öğren, cahil sofilerden uzak dur. Namazını cemaatle kılmaya itina et. Fakat imam, ya da müezzin olma. Şöhretten uzak dur; çünkü şöhret afettir. Herhangi bir makama göz dikme! Mahkeme ilamlarına adını yazdırma, kimseyle mahkemelik olma! Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine de karışma. Padişah ve devlet adamlarıyla düşüp kalkma! Dergah kurma ve dergahta oturma! Parlak oğlanlarla, namahrem kadınlarla, lafını bilmeyen avam insanlarla ülfet etme! Güzel seslere fazla kapılma; zira onun çoğu kalbi öldürür. Güzel sesleri ve hoş nağmeleri büsbütün red ve inkar etme, zira onlara bağlı olanlar çoktur. Az ye, az konuş, az uyu ve kalabalıktan arslandan kaçar gibi kaç! Daima kendi yalnızlığınla Hakk ile beraber ol! Helal lokmayı ara ve şüphelilerden kaç. Nefsin hakkında iktidar sahibi oluncaya kadar evlenme ki, dünya seni yutmasın, seni kendisine meylettirmesin. Çok gülmekten; özellikle de kahkahayla gülmekten sakın; sonra gönlünü öldürürsün. Herkese şefkat nazariyle bak ve hiç kimseyi hor görme! Dışını süslemeye çok önem verme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Halkla çekişme, hiç kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme! Şeyhlere malın, canın ve gücünle hizmet et. Onların işlerini red ve inkara kalkışma! Çünkü bu hal, felah bulmayan bir hüsrana yol açar. Dünyaya ve dünyacılara meyletme. Daima elbisen sade, yoldaşın derviş, mayan ilim, evin mescid, dostun Allah Teala hazretleri olsun."
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Ârif Rivegerî (k.s.)

HİLYE-İ RÎVEGERÎ

Orta boylu, ayyüzlü, iri gözlü idi. Kaşları hilal gibi inceydi. Teninin rengi, beyaz ve kırmızı karışımı; gül kurusunu andırırdı. Vücudunun hoş ve latif bir kokusu vardı. İlim, hilim, takva, riyazat, ibadet ve sünnete mütabaat ehliydi.

Hacegan yolunun ulusu, zikr-i hafinin sahibi ve "onbir esas"ın kurucusu Hace Abdülhalik Gucdüvanî'den sonraki halka Arif Rivegerî. Gucdüvanî'nin dördüncü halifesi. Nakşbendîliğin mukaddimesi olan "Hacegan" yolunda zikir, bu zat eliyle tekrar "cehri" şekle konuldu.

Rivegerî, 560/1165 yılında Riveger'de doğdu. Riveger, Buhara'ya altı, Gucdüvan'a bir mil mesafede bir köy. Arif Rivegerî, zahir ilimlerine aid eğitiminden sonra devrin büyük şeyhi Abdülhalik Gucdüvanî'ye intisab etti. Genç yaşında gerçekleşen bu , intisabdan kısa bir süre sonra, Rivegeri, irşada mezun oldu. Otuzbeş yaşlarında iken şeyhi vefat edince Rivegerî, onun yerine postnişin oldu. İrşad hizmetini uzun yıllar devam ettirdi. Ömrünün yüzelli yıla ulaştığı rivayeti biraz mübalağa gibi görünürse de, vefatı sırasında yüz yaşı civarında olduğu düşünülürse 660/1262 yılları civarında vefat etmiş olmalıdır. Kabri köyündedir ve ziyaretgahtır.

Gucdüvanî'nin yaktığı meş'aleyle, Türkistan diyarının, her bölgesine ulaştırmaya gayret gösteren Rivegerî, "Türk meşayihının etkıyasından": yani en muttakilerinden sayılır. Hayatı hakkında verilen bilgiler, her nedense pek sınırlıdır. Nakşbendî silsilenamelerinde adları saygı ile yad edilen büyük meşayihtan bir kısmının durumu böyledir. Kendilerinin yazılı eserleri bulunmadığı veya bize ulaşmadığı, ya da hayatlarında iken haklarında bilinen ve dillerde dolaşan özellikleri malum olduğu ve bunlar yazıya intikal etmediği için haklarında yazılı bilgi azdır. Zaten çok iyi bilinenlerin çoğu zaman kaderi, meçhul kalmaktır. Oysa ki Arif Rivegerî, devrinde hakikat bahçesinin nuru, tarikatın gözbebeğiydi.

Rivegeri'nin hafi zikirden cehrî zikre geçişi ömrünün son yıllarına rastlar. Halifesi Mahmüd Fağnevî'ye cehri zikri öğreterek halkı, gaflet kasvetinden kurtarıp zikrin haşyetiyle uyarmak istemiştir. Kendisine silsile'de "Pîşuva-yı arifan" denilmesi de bundan olsa gerektir.

Camiu keramati'l-evliya müellifi Nebhanî, Hoca Arifin şöyle bir menkıbesini nakleder: Hoca Arif, önceleri, Buhara ulemasından birinin derslerine devam etmektedir. Çarşıya çıktığı bir sırada Abdülhalik Gucdüvanî ile karşılaşır. Gucdüvanî kasaptan et almış, dükkandan çıkmaktadır. O'nun kemali ve cemali karşısında son derece etkilenen Hoca Arif, hemen sokulup hizmet arzeder ve:

- İzin verirseniz elinizdeki et paketini taşıyarak size yardım edebilir miyim? der. Hace Abdülhalik bu teklifi kabul eder ve:

- Peki evladım, al paketi ve bizim eve kadar beraber gidelim, der. Birlikte evin kapısına kadar gelirler ve Hace Abdülhalik:

- Hizmetinize çok teşekkür ederim. Bir saat sonra sofraya beklerim, der.

Bir saat sonra sofraya oturduklarında Hoca Arifin Gucdüvani'ye olan hayranlığı arttıkça artar ve nihayet ilim tahsilini bırakıp Gucdüvanî'nin meclisine devama başlar.

Ancak Arifin hocası, olanlardan rahatsızdır ve onu tekrar ders halkasına döndürmek ister. Bu yüzden de tasavvuf erbabı, ve tarikat ehli hakkında söylenmedik laf bırakmaz. Arif, tahammül ve sabra sarılıp bunlara karşılık vermez. Nihayet bir gece Arif, hocasının kötü bir fiil işlediğine dair bir rüya görür. Ertesi gün karşılaştıklarında yine tasavvuf erbabı aleyhinde konuşmaya başlayan hocasına Hoca Arif:

- "Hem kötü fiiller işlersin, hem de bizi Hak yoldan döndürmeye çalışırsın" deyince üstadı çok mahcub olup talebesiyle birlikte Abdülhalik Gucdüvanî'ye talebe olur.

-rahmetullahi aleyhim-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Mahmûd Fağnevî (k.s.)

Fağnevî orta boylu, güleç ve güler yüzlü, çekme burunlu, genişçe ağızlıydı. Teni beyaz, sakalı siyahtı. Beyaz sarık sarardı. Mûsâ (a.s) meşrebinde ve kerameti zahir bir veliyyi kâmildi. Esâsı hafî zikir olan yolun usûlünü hal ve cezbe galebesiyle ve mürşidinin işâret ve müsâadesiyle cehrî yapmıştı. Yani cehri zikir ona, şeyhi Rîvegerî'den mevrûstu.

Altın Silsile'nin onikinci halkası yine Buhârâlı. Reşehât'ın verdiği bilgiye göre Buhârâ'ya üç fersah mesâfede ve Eykenî'ye bağlı Fağnî köyünden Mahmûd Fağnevî bu köyde doğdu ve Eykenî'de yaşadı. Kabri Eykenî'dedir. Hayatı hakkında bildiklerimiz pek sınırlıdır. Bazı, kaynaklarda ismiyle beraber geçen "Encer", "Encîr" veya "İncir", lakabı olmalıdır. "Encer" gemi demiri demektir. Tarîkatı şeriat esaslarıyla demirleyen bir mürşid olduğu için kendisine bu lâkap verilmiş olabilir. Encir ve İncir ise bildiğimiz, incirdir. Bazı kaynaklarda Encir ve İncir, Fağnî köyü ile birlikte kullanıldığına bakılırsa İncir'in Fağnî'nin bir mahallesi olabileceği ihtimali de hatıra gelmektedir.

Mürşidi Ârif Rîvegerî'nin yerine irşad makamına geçinceye kadar dülgerlik yapar, inşaat işleriyle uğraşır, bina inşa ederdi. Rîvegerî'yi tanıyıp onun dergahında olgunluğa erdikten sonra irşad işiyle meşgul olmaya ve gönül inşa etmeye başladı. Mürşidinin vefatına yakın dönemde benimsenmesine izin verdiği "cehrî zikir" usûlünü Buhârâ ve Eykenî'de yaydı. el-Hadâiku'l-verdiyye, onun Buhârâ'ya üç fersah mesafedeki Vâbekî Camii'nde irşâd hizmetiyle meşgul olduğunu kaydeder. Vefatı: 717/1317 yılıdır.

Mahmûd Fağnevî, zikir ve gönül ehli bir kimse olmakla birlikte ilim meclislerini sever ve zaman zaman oraları ziyaret ederdi. Yine bir gün Şemseddin Halvânî ve Şeyh Hâfızuddin gibi âlimlerin bulunduğu ilim meclisine vardı. Ki bu Şeyh Hâfızuddin, daha sonraki Nakşî silsilesinde yer alacak olan Muhammed Pârsâ'nın büyük ceddidir. Şemseddin Halvânî, Şeyh Hâfızuddin'e dedi ki: "Mahmûd Fağnevî'ye sor bakalım, tariklarının esası hafî zikir olduğu halde, cehrî zikri hangi niyyetle yapıyorlar?" Fağnevî şu cevabı verdi:

- Cehrî zikri uyuyanları uyandırmak, gafilleri Hak yoluna koymak, tevbe ve inabenin Allah için olmasını sağlamak niyyetiyle yapıyoruz.

Şeyh Hâfızuddin bu cevabı duyunca dedi ki:

- Niyyetiniz sağlam, hâliniz tam. Çünkü değişen ve değiştirilen bir şey yok ortada. Temel anane yolundadır. Bu tecellî onlarda bir hâlet ve bir hikmet gereğidir. Gizli zikir yolundan aldıkları feyzi şimdi açıktan dağıtmaya memur olmuşlardır.

Şeyh Hâfızuddin, bir başka gün Fağnevî'ye sorar:

- Cehrî zikir kimlere câiz, kimlere değildir? Fağnevî:

- Dili gıybet ve yalandan, midesi şüpheli ve haramdan, kalbi riya ve süm'adan, sırrı mâsivâya yönelmekten temiz olanlara câizdir diğerlerine değil, der.

Fağnevî'nin halifesi Râmitenî şöyle anlatır:

-Bir gün bir derviş Hızır'la karşılaşır ve ona: "Bu zamanda şerîat çizgisinde istikamet üzre olan ve kendisine iktidâ edebilecek bir ârif var mıdır?" diye sorar. Hızır ona: "Senin söylediğin sıfatları taşıyan Mahmûd Fağnevî'dir" der.

Ali Râmitenî'nin müridlerinden biri, Hızır'la karşılaşıp konuşan bu dervişin bizzat Ali Râmitenî olduğunu söyler. Ancak "Hızır'ı görmek iddiasında olmamak için" kendi adını vermekten sakınmıştır.

Hakîm Tirmîzî'nin naklettiği bir hadiste belirtildiği gibi, evliyânın bir kısmı İbrahim, bir kısmı Mûsâ, bir kısmı İsâ, bir kısmı da Muhammed (s.a) hazretlerinin fıtrat ve meşrebinde olur. Mahmûd Fağnevî, tabakat kitaplarının ifadesine göre, mânâ ayağı Hz. Mûsâ (a.s)'da olan, O'nun fıtrat ve meşrebinde bulunan bir veliydi.

Anlatıldığına göre Gucdüvânî'nin halifelerinden Evliyâ-i Kebîr Buhârî'nin talebesi olan Şeyh Dehkan Killetî hastalanmıştı. Mahmûd Fağnevî, onun ziyaretine vardı. Şifa dileklerinde bulunduktan sonra huzurundan ayrıldı.

Fağnevî çıktıktan sonra Şeyh Dehkan şöyle dua etti: "Allahı'm, ölümüm yaklaştı. Ölümüm sırasında velî kullarından birini bana gönder de bana yardım etsin, işimi kolaylaştırsın."

Şeyh Dehkan duasını tamamlar tamamlamaz Mahmûd Fağnevî tekrar içeri girdi ve: "Ölünceye kadar sana hizmete geldim." dedi ve vefatına kadar yanından ayrılmadı.
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Ali Ramîtenî (k.s.)

Boyu mevzun, yüzü güzeldi. Azaları arasında tam bir tenasüh vardı. Fakrı iltizam etmiş bir dokumacıydı (Nessâc). Avam-ı nas ile ülfeti severdi. Nakşiliğin Hâcegân yolunda "Azizan" diye anılırdı. Kerâmât ve makamât sahibi bir veliyy-i kâmildi.

Altın silsilenin onüçüncü halkası "Azîzan" lakabıyla anılan Ali Ramîtenî, Mahmûd Fağnevî'nin ikinci halîfesi. Hâcegân yolunu Şah-ı Nakşbend hazretlerine taşıyan kolbaşı. Râmîten'de doğdu. Râmîten, Buhara'ya iki fersah (yaklaşık onbir km.) mesafede büyükçe bir kasaba. Hoca Ali burada yetişti. Devri ulemasından okudu. Maişetini dokumacılıkla kazanırdı. Şeyh Rükneddin Alâüddevle Simnanî ve Ahmed Yesevi soyundan Seyyid Atâ ile çağdaş. Mahmûd Fağnevî'yi tanıdıktan sonra, ona teslim oldu. Nefehât ve Reşehât, ikisi arasında geçen bazı olayları, menkıbe olarak nakletmektedir.

Fağnevî vefatı sırasında emaneti Râmîtenî'ye vererek ihvanını ona ısmarladı. Ramîtenî' nin uzun bir ömür sürdüğü ve pek çok müridinin bulunduğu rivayet edilir. Vefatı 721/1321 yılıdır. Kabri Harezm'dedir.

Cami, Nefehât'ında Mevlana Celâleddin Rumî'nin bir gazelinde nessâc; yâni dokumacı diye Ali Ramîtenî'den bahsettiğini söylüyorsa da bu olay, tarihen pek mümkün görülmemektedir. Çünkü Mevlana (ö. 673/1273) Ramîtenî' den (ö.721 /1321) yaklaşık kırk yıl önce vefat etmiştir. Reşehat tercemesinde Nefehât müellifi Cami, Alî Ramîtenî'nin oğlu olarak gösterilmişse de yanlıştır, (bk. s. 43)

Kabri Harezm'de bulunan Ramîtenî'nin Harezm şahı ile de iyi münasebetler içinde olduğu rivayet edilir. Olay şöyle gerçekleşir: Ramîtenî, aldığı manevî bir işaret üzerine Harezm diyarına hicrete karar verir. Harezm şehrinin kapısına gelince şehre girip ikamet etmek üzere şahtan izin almak için iki müridinî gönderir ve onlara der ki: "Varın gidin şaha. Kapınıza fakir bir dokumacı geldi ve şehrinize girip ikamet etmek üzere sizden izin istiyor. İzniniz olursa girecek, değilse geri dönecek. İzin verirseniz, buna dair bir ferman veya vesika taleb ediyor" deyin.

Dervişler, Ramîtenî'nin emrini ayniyle yerine getirdiler. Böyle bir teklife alışık olmayan şah, önce şaşırdı. Sonra da istenilen imzalı mühürlü vesikayı verdi. Dervişler şahın fermanını şeyhe getirince, o Harezm'e girdi ve şehrin kenar mahallesinde bir eve yerleşti.

Şeyh şehre yerleştikten sonra her sabah şehrin çarşısına ve ırgat pazarına gidip birkaç amele tuturak onlara: "Sizin işiniz hemen abdest alıp ikindi vaktine kadar burada bizim sohbetimizde bulunmak. Giderken de ücretlerinizi almak." diyor. Tabiî bu durum işçilerin canına minnet. Sevinerek sohbete katılıyorlar. Sohbete bir giren bir daha ayrılamıyor. Gün geçtikçe sayıları artan dervişleri, artık şeyhin evi almaz oluyor. Şöhreti bütün Harezm'de yayılıp çevresi sevenlerle dolup taşınca bazı hasedçiler, şeyhi şaha gammazlıyorlar. "Böyle giderse bu şeyh, yakında şah olacak ve saltanatınız elden gidecek" diyorlar. Harezmşâh, Ramîtenî'ye "Derhal Harezm'i terketmesini" ferman ediyor. Râmîtenî "Bizim elimizde bizzat kendilerinin imza ve mührü bulunan ve şehirde ikametimize izin veren bir belge var. Eğer şah imza ve mührünü inkâr ediyorsa, o zaman şehri terkedelim." deyince şah, imzasını reddetme küçüklüğüne düşmeden şeyhin yanına geliyor.

Şeyhte gördüğü mehabet karşısında ona kapılanıp bağlıları safına katılıyor.

Simnâni ile:

Ramîtenî'nin Alaüddevle Simnanî ile görüşüp mektuplaştıklarını belirten Reşehât müellifi, Simnânî'nin ona elçi gönderip üç soru sorduğunu, onun da şu cevabı verdiğini anlatmaktadır:

Soru: l) Siz de, biz de gelen geçen herkese hizmet eden kimseleriz. Siz halka ikramda tekellüfe kaçmadan elinizde olanla iktifa ediyorsunuz. Biz ise, özen gösterip tekellüfe kaçarız. Buna rağmen halk sizi bizden daha çok sevmektedir. Bunun sebebi nedir?

Cevap:1) Minnetle hizmet eden pek çoktur. Hizmeti minnet bilenlerse azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını ele geçirmiş olmayı minnet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız herkes sizden memnun kalır, şikayetçiniz azalır.

Soru: 2) Duyduğuma göre sizin terbiyeniz Hızır'dan imiş? Bu nasıl oluyor anlatır mısınız?

Cevap 2) Allah'ın öyle aşık kulları var ki, Hızır onlara aşıktır.

Soru: 3) Duyduk ki siz hafi zikri bırakmış, cehri zikirle meşgul oluyormuşsunuz? Bunun sebebi nedir?

Cevap: 3) Biz de duyduk ki, siz de hafi zikirle uğraşıyormuşsunuz. Madem ki duyduk, öyleyse sizinki de hafi değil. Çünkü hafi zikirden murad, kimsenin duymamasıdır. İkisi de duyulduğuna ve bilindiğine göre cehri ile hafi, müsavi hale gelmiş sayılır. Belki bu safhada hafi zikir, cehriden daha riyaya yakındır.

Cehri zikir:

Bir başka seferinde cehri zikirle meşgul oluşunun sebebini şöyle açıkladı: "Hz. Peygamber (s.a.) insana hâlet-i nez" denilen son nefesinde, yüksek sesle tevhid kelimesini telkin etmeyi emretmektedir. Tasavvuf, her nefesi son nefes bilmektir. Bu yüzden cehri zikirle meşguliyette bir mahzûr yoktur. Hatta belki böylesi daha efdaldir.

Bedreddin Meydani bir gün sordu:

- "Allah'ı çok çok anın" (el-Ahzab, 33/41) ayetiyle emredilen zikir, cehri midir? Yoksa hafi midir? O şu karşılığı verdi:

Mübtedîler için cehri, müntehiler için hafi. Başlangıçta dille, nihayette gönülle.

İman nedir?

İmanı bir heyecan ve duygu olayı olarak görürdü. Nitekim kendisine "İman nedir?" diye soranlara: "İman üzülüp ulaşmaktır. Masivadan üzülmek, Hakk'a ulaşmak."

Hâcegân yolunun tasavvufta "mezlaka-i akdâm" denilen ayakların kaydığı merhaleyi kolaylıkla atlatan ve vahdet-i vücûd mestliği yerine, vahdet-i şühûd sahvını tattıran bir tarik olduğunu şöyle anlatırdı:

"Eğer Hallac-ı Mansur, Abdülhalîk Gucdüvânî döneminde yaşasa veya onun çağında Gucdüvani'nin halifelerinden birisi bulunsa, Hallaç daracağına çekilmezdi. Terbiye edilir, bulunduğu makamdan ileriye geçirilirdi.

Vera':

Mutasavvıfların "ağza giren ve çıkanın Allah ve Rasûlünün rızasına uygun olmasına dikkat etmek" diye tarif ettikleri vera'da titizlik gösterir ve: "iki yerde dikkatli olun; yemek yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana"

Nasûh Tevbesi:

"Allah'a nasûh tevbesiyle tevbe ediniz" (et-Tahrim, 66/8) mealindeki ayette hem işaret, hem de beşaret vardır, derdi. İşaret tevbeye, beşaret de kabul olunacağınadır. Çünkü kabul olunmayacak olsa emrolunmazdı.

O, amele güvenmeyi de asla makbul saymazdı. Derdi ki: Amele bağlanmalı ve onu güzelce yerine getirmeli. Ancak kendini de, amelini de noksan bilmeli ve yine amele sarılmalıdır.

Halkın terbiyesiyle meşgul olan kimselerin aslan eğiticisi gibi, eğittiğinin kabiliyet ve zaaflarını iyi bilmesi gerektiğini anlatırdı. Nasıl aslan eğiticisi, eğittiği hayvanın özelliklerini bilerek hareket ediyorsa, mürşid de öyle yapmalıydı. Değilse başarılı olamazdı.

Bir başka defasında mürşidi, kuş eğiticisine benzeterek şöyle konuşmuştu: "Eğiticinin kuşun kursağına ne kadar yem gideceğini bilmesi gerekir. Ona fazla ve eksik yem verilirse zararlı olur. Mürşid de müridini kabiliyeti kadar zikir ve riyazata yönlendirmeli eksik ve fazla değil." Çünkü azı yetmez, fazlasını da mürid kaldıramaz.

Hakk'a varmanın yolunun bir gönle girmekten geçtiğini bilirdi. Derdi ki: Müridin vuslatı için çok riyazat ve meşakkat gerek. Vuslat için bir yol daha vardır ki, ruhu daha çabuk ve daha doğru erdiricidir. O da:

"Kendini Allah'a vermiş bir gönle girmek." Çünkü böylelerinin kalbi nazargah-ı ilahidir. Böyleleri, insanları Hakka götüren Allah dostlarıdır. Onlara tevazu ve sevgi gösterip gönüllerine girmek gerekir.

Bir gün Şeyh Rükneddin, Ramîtenî'ye sorar:

- Elest bezminde "Ben sizin Rabbınız değil miyim?" (el-A'raf, 7/172) ilahi hitabı varid olunca ruhlar: "Evet" diye cevap verip tasdik ettiler. Ebed günü olan kıyamette ise: "Bugün saltanat kimin?" (Gafır. 40/16) diye sorulduğunda kimse cevap veremeyecek. Neden?

Ramîteni şu karşılığı verdi:

- Elest bezmi, şeriat teklifinin konulduğu gündür. Şeriatte konuşmak, şer'î emrin gereğidir. Ama kıyamet günü teklif kalkmıştır. Bu yüzden orada konuşma yoktur. Bu sualin cevabını da Allah Teala verecektir: "Bu gün saltanat, Vahid ve Kahhar olan Allah'ındır." (Gafır, 40/16)



-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Muhammed Baba Simasî (k.s.)

Simasî; ortaboylu, gökçek yüzlü ve esmer tenliydi. Nurlara mazhar olduğu yüzünden lemean eden ziyadan belliydi. Nâfiz bir nazar, keskin bir görüşe ve derin bir hissedişe malikti.

"Azizan" lâkabıyla meşhur Ali Râmîtenî'den sonra silsile Muhammed Bâbâ Simasî ile devam etmektedir. Hoca Muhammed, Râmîten'e bir, Buhârâ'ya üç fersah mesafede bulunan Simas köyünden. Burada doğdu, burada yaşadı ve burada vefat etti (755/1354).

Simasî bir süre memleketinde dînî ilimler tahsili ile meşgul oldu. Zâhir ilimlerinde belli bir derinlik kazandıktan sonra, mânevi ilimlere yöneldi. Devrin ünlü şeyhi, altın silsilenin çağındaki halkası Ali Râmîtenî'nin dergâhına kapılandı. Buhârâ ve Harezm taraflarında şeyhiyle beraber bulundu. Riyâzat ve mücâhedede, edeb ve ifadede akranına tefevvuk ederek şeyhinin yerine irşad makamına geçti. Şeyhi Ali Râmîtenî vefatı sırasında müridlerine: "Buna bağlanın, emrini tutun, sağ olduğu sürece onun yanından ve yolundan ayrılmayın" diye vasiyette bulundu.

Muhammed Bâbâ Simasî, şeyhinin yerine irşad makamına geçtiğinde, müridlerini bizzat kendisi bulurdu. Halkın arasında dolaşır, müridlik ve dervişliğe kabiliyetli insanları nerede bulursa hemen yanına cezbederdi. Nitekim daha sonra kendi yerine halife olarak bırakacağı Emir Külâl'i ve hatta ondan sonraki Bahaeddin Nakşiben'di hep o bulup keşfetmişti. Emir Külâl'i er meydanında güreşirken buldu. Onun gürbüz vücudunda, en az bedeni kadar güçlü mâneviyat istidadı keşfederek onu tutup er meydanından gönül erleri meydanına çekti. Sırtındaki kısbeti çıkartıp dervişlik kisvesi giydirdi ve gönül sultanları makamına erdirdi. "Bu er, zâhirin değil, bâtının pehlivanıdır. Nice insan onun elinden kemâle erecektir" dedi.

BİR YİĞİT KOKUSU

Emir Külâl'den sonra emaneti alacak ve bu yolda "Pir" ünvanıyla anılacak olan Şah-ı Nakşbend hazretlerinin de ortaya çıkaran O'dur. Nitekim müridleriyle Şah-ı Nakşbend'in ailesinin oturduğu Kasr-ı Hinduvan'dan geçerken: "Burada benim burnuma bir yiğit kokusu geliyor. Yakında bu yiğit sayesinde Kasr-ı Hinduvan, Kasr-ı ârifân olsa gerektir" der. Bir kaç zaman sonra köye tekrar gelen Muhammed Bâbâ bu sefer: "Koku artmış, bu yiğit dünyaya gelmiş olmalı." der. Meğer bu sırada Bahaeddin doğalı henüz üç gün olmuş imiş. Emir Külâl'in hane-sinde misafir olan Muhammed Simasî'ye, dedesi, Şah-ı Nakşben'di kucağına alıp getirir ve takdim eder. Muhammed Bâbâ, Bahaeddin'i görür görmez: "Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evladlığa kabul ettik" der. Sonra ihvanına dönerek şöyle konuşur: "Dünyaya gelmeden kokusunu aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük imam ve mürşidi olacaktır." Bilahare Emir Külâl'e dönüp şu ifadelerle Bahaeddin'i ona ısmarlar: "Bu benim oğlumdur. Onu sana emanet ediyorum. O'nun eğitimi konusunda ihmal ve kusur göstermeyesin. Eğer bu konuda kusur ve fütur gösterecek olursan sana hakkımı helâl etmem." Bu sözler üzerine Emir Külâl de gayrete gelip der ki: "Bu konudaki emirleriniz başım üzre. Emirlerinizi yerine getirme konusunda ihmâl gösterir, gevşek davranırsam merd değilim." Bu şahidli isbatlı mukavele ile Bahaeddin'in irşad hizmeti Emir Külâl'in uhdesine tevdi edilmiş oldu.

Muhammed Bâbâ Simasî, aşklı, cezbeli ve coşkulu bir şeyhti. Kendisinin bir üzüm bağı vardı. Çoğu kerre üzümleri kendi elleriyle budardı. Ancak budama sırasında bazan kendinden geçer, aklı başından gider, bıçak elinden düşer, kendisi de yere yığılırdı. Birkaç saat sonra ancak kendine gelebilirdi. Bu hal belki, nebatâtın tesbihini duyması ve kesilen dalların tesbihden fariğ olduğunu hissetmesi sonucu meydana gelen üzüntünün eseriydi.

ŞAH-I NAKŞBEND'LE

Muhammed Bahaeddin Nakşbend şöyle anlatıyor: "Evlenmeye karar verdiğimde dedem beni, uğurlu ayağıyla hanemizi bereketlendirsin ve bize yardımcı olsun diye şeyhi Muhammed Simasî'ye gönderdi.

O gece gönlümde dua, niyaz ve tazarru arzusu peyda oldu. Şeyhin mescidine gittim, iki rekat namaz kıldım ve duaya başladım. Dua sırasında dilimden şu lafızlar döküldü: "İlâhî, bana belâ yükünü çekmeye ve muhabbet sıkıntısına dayanmaya kuvvet ihsan eyle!" Sabah olunca Muhammed Simâsî' nin huzuruna vardım. Bana şunları söyledi: "Oğlum bundan sonra şöyle dua et; İlâhî, rızan hangi noktada ise bu kulunu orada bulundur. Eğer Allah dostuna belâ verecek olursa, inayetiyle o belâya sabır ve tahammül gücü de ihsan eder. Fakat Allah'tan ne ge-leceğini bilmeden belâ ister gibi dua, küstahlıktır."

Bu görüşmeden sonra sofra hazır oldu. Birlikte sofraya oturup karnımızı doyurduk. Sofradan çekildikten sonra bana bir ekmek parçası uzattı ve bunu yanımda saklamamı emretti. Bir an gönlümden geçti ki, "Karnımızı daha yeni doyurduk. Ben bu ekmeği ne yapacağım acaba?" Şeyh benim şaşkınlığımı anlamış olmalı ki, hemen uyardı: "Kalbi faydasız ve lüzumsuz duygu ve havatırdan korumak lâzımdır." Ben mahcubiyetle boynumu eğip teslimiyyet gösterdim. Birlikte bizim köye gitmek üzere yola çıktık. Yolda bir tanıdığın evinde abdest tazelemek üzere konakladık. Ancak hane sahibinin yüzü biraz sıkıntılı görünüyordu. Sebebini sorduğumuzda şu karşılığı verdi: "Biraz kaymağım var, fakat ekmeğim yok. Ona üzülüyorum." Muhammed Bâbâ Simâsî bana döndü ve: "Acaba niye yarayacak diye düşündüğün ekmek işte burası içindi. Hadi ver bakalım da yesin." dedi. Meydana gelen bu güzel haller, benim ona karşı olan hayranlık ve bağlılığımı daha da artırdı."

Şah-ı Nakşbend hazretlerinin bizzat anlattığı gibi, onun ilk mürşidi böylece Muhammed Bâbâ Simâsî olmuş oldu.

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Emir Külâl (k.s.)

Boyu uzun, kolları geniş ve uzunca idi. Kaşları çatık, gözleri keskindi. Esmer tenliydi. Sakalının beyazı azdı. Tevazu ehli ve yumuşak başlı idi. İtiraz ve inad nedir bilmezdi. Gençliğinde pehlivanlık yapardı. Güçlü kuvvetli ve iri yapılı idi. Şeriat, tarikat ve marifeti cem etmiş bir veliyy-i kâmildi.

Emir Külâl, seyyid-nesebdir. Babasının adı Hamza. Buhara'ya iki fersah mesafedeki Suhar köyünden. Orada doğdu, orada yaşadı ve orada öldü. Vefat tarihi: 8 Cemaziyelevvel 772 / 29 Kasım 1370. Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ailesinin ve kendisinin çömlekçilikle hayatını kazandığı ve bu yüzden "Külâl" adı ile tanındığı bilinmektedir. Osmanlı sultanlarından Yıldırım Bayezid'e damad olan Bursalıların sevgilisi Emir Sultan hazretleri Emir Külâl ile akrabadır.

Bizim Pehlivanlığımız

Gürbüz bir yapıya sahip bulunan Emir Külâl'in gençlik yıllarında güreş sporuyla meşgul olduğu rivayet edilir. Hatta onun gibi seyyid-nesep birine güreş gibi bir sporla meşgul olmayı yakıştıramayan bir zata aid şöyle bir menkıbe nakledilir: Büyük bir kalabalık arasında güreş tutan Emir Külâl'ı seyredenlerden biri, "Peygamber soyundan gelen biri nasıl olup da, böyle bid'at sayılabilecek bir işle meşgul olabiliyor?" diye gönlünden geçirmiş. Hatırına bu düşünce gelince kendisini bir uyku halı bastırmış. Uykuya dalınca rüyasında "kıyametin koptuğunu ve kendisinin bir bataklık içinde batmamak için çırpındığını görmüş." Öyle bir bataklık ve öyle bir çırpınış ki, çırpındıkça batıyor, battıkça çırpınıyor. Kendisinden ve hayatından ümid kestiği bir anda Emir Külâl hazretleri karşısında zahir olmuş ve kuvvetli pazusuyla onu belinden kavradığı gibi çekip çıkarmış. Adam uyanmış ki, güreşini tamamlayan Emir Külâl kendisine dönmüş ve şunları söylemektedir: "Bizim pehlivanlığımız, çamura düşenleri bataktan çıkarmak içindir."

Gerçekten de mutasavvıflardan büyük bir kısmı, halkı Hakk'a götürmek için zaman zaman onlara yakınlaşmayı sağlayacak muhtelif mesleklere intisab etmişler ve bu mesleklerini de tebliğ aracı olarak kullanmışlardır. Nitekim Osmanlılar döneminde Pehlivanlar tekkeleri ile Okçular tekkeleri bu maksatla kurulmuş müesseselerdi. Gürbüz ve sportmen yapılı gençlerin hem bedenlerini, hem de ruh dünyalarını eğitmek amaçlarıydı. Bugün de konuya bu şekilde yaklaşmak suretiyle gençlerle iletişim kurmak gerekmektedir. Bunun için tabii Emir Külâl'lere ihtiyaç vardır.

Emir Külâl, belki de seyyid-neseb ve asil bir ailenin evladı olması sebebiyle manevi bir atmosferde yetişti. Hatta bazı menkıbelerde onun daha ana karnında iken şüpheli yiyecekler konusunda annesini uyardığı nakledilir. Annesinden gelen menkıbeye göre dermiş ki: "Ne zaman şüpheli bir şey yiyecek olsam, karnımı sancı tutardı. Hatta bu sancı üç defa peş-peşe tekrarlardı. Böylece ben yediğimin şüpheli olduğunu anlar ve yediğimi çıkarırdım. Bütün bunlar karnımda taşıdığım çocuğun nuraniliği sebebiyle idi. Bu yüzden yiyeceklerime çok dikkat ederdim"

Simâsi'ye İntisab:

Emir Külâl hazretlerinin şeyhi Hoca Muhammed Baba Sîmâsî ile tanışması da yine er meydanında olmuştur. Emir Külâl'in asaletini ve maneviyata yatkınlığını bilen Sîmasî ona ulaşmak için er meydanına gidiyor. Yanında bir kaç müridi vardır. Hatta müritleri işin aslını bilmedikleri için, şeyhlerinin böyle bir meydana gelip güreş seyretmesini de yadırgamışlar; fakat şeyhe birşey söylemeye cesaret edememişlerdi. Ancak Sîmasî onların şaşkınlıklarını ve hali yadırgadıklarını fark edince: "Bu meydanda bir er var ki nice erler o yiğidin nazarıyla istikamet bulacaklar" demişti.

Güreş seyri sırasında çarpıcı bir nazarla Emir Külâl'e bakan Simasi bir ara onunda göz göze geldi. Gözlerin gizlice konuştuğu ve kalplerin sessizce anlaştığı bu nazar alış verişinden sonra Simasi, er meydanından müritlerini alarak uzaklaştı. Emir Külâl ise bu bakışın tesirine kendini kaptırarak şeyhinin peşinden koştu ve dergahına varıp kapılandı. Halvet hanesinde kendisiyle tenhaca görüşen Simasi ona, ilk telkinini yaptı ve onu irşad halkasına kattı. Şeyhinin dergahında seyr u sülûke başlayan Emir Külâl, burada aradığını bulmuştu. Yirmi yıl süreyle şeyhine hizmet etti. Haftada iki gün Simas ile Suhar arasında beş fersahlık mesafeyi yaya olarak kat edip şeyhinden istifade etmeye çalışıyordu. Artık güreş ve diğer dünyevi meşguliyetler onun gözünden silinmiş, gönlü yepyeni bir dünyaya dirilmişti.

Altın silsilede kolbaşı olan ve tarikata adını verecek olan Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhârî, Emir'in talebesidir. Emir Külâl hazretleri onu yetiştirdikten sonra irşada mezun kılarken şunları söylemiştir: "Oğlum Bahaeddin, göğsümde ne varsa sana aktardım. İstidadın yüksektir. Var, ulu kişi ara!.."

Oğulları ve Halifeleri

Emir Külâl'in dört oğlu olduğu ve bu dört oğlunun eğitimini de yetiştirdiği dört halifesine havale ettiği rivayet edilir. Bunlar da Burhaneddin, Hamza, Emirşah ve Ömer'di. Bunlardan Burhaneddin'in eğitimini halifelerinden Şah-ı Nakşbend, Hamza'nın eğitimini halifelerinden Arif Dikkeranî, Emirşah'ın eğitimini Mevlana Yadigar, Ömer'in eğitimini de Cemaleddin Dehistanî üstlenmişti.

Emir Külâl, oğlu Burhaneddin'i halifesi Şah-ı Nakşbend'e ısmarlarken şunları söyledi: "Üstad, çırağını eğitip kemale erdirince kendi eserini çırağında görmek ister. Bu suretle hata ve eksikleri varsa düzeltsin, arzu eder. Bu yüzden ben de oğlum Burhaneddin'i sana havale ediyorum. Kendisi herhangi bir eğitim almamıştır. Siz onu istediğiniz gibi yetiştirin, ben de sizin eserinizi görerek itminan sağlıyayım."

Şeyhinden aldığı emir gereği, onun eğitimiyle meşgul olan Şah-ı Nakşbend, kısa zamanda dereceler kat'etmesine vesile oldu. Ruhi yapışı gereği halveti ve yalnızlığı seven Burhaneddin'i yetiştirdi. Halkın arasına girmesini sağladı ve şeyhinin takdirini kazandı. Oğlunun manevi terakkisini gören Emir Külâl, "Burhaneddin, bizim burhanımızdır" diyerek hem oğluna, hem de oğlunu yetiştiren halifesi Şah-ı Nakşbend hazretlerine iltifatta bulunurlardı.

Emir Külâl'in oğulları ve halifeleri vasıtasıyla gelişen tarikatı, Şah-ı Nakşbend ile devam etmiştir.

-rahmetullahi aleyhimâ-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Şah Nakşbend Muhammed Bahâüddin Buhârî (k.s.)

Uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hakk ile meşguldü. Türk illerinin saygın mürşidiydi.

ŞÂH-I NAKŞBEND VE NAKŞİLİK:

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar "Hâcegân Yolu" olarak anılan tarikatı "Nakşbendî" yapan kolbaşı. Veliler serdârı bir ulu. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân'dan. Burasının eski adı Kasr-ı Hinduvân. Kendilerine nisbetle "Arifler köşkü" anlamına Kasr-ı ârifân denildi. "Nakşbend" lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın "hafi zikir" ve "rabıta"yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü "Nakşbend" "Nakışçı, nakışbağı" anlamlarına gelmektedir. Başındaki "Şâh" kelimeside "Gönül Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.

Şâh-ı Nakşbend, 718 Muharrem'inde (1318 Nisan'ında) Kasr-ı Hinduvân'da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti'nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend'in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahaûddin Buhârî'nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.

Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî'dir. Kendisinin doğumunu "Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor" diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl'e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

DÎNÎ İLİMLERLE MEŞGULİYETİ

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dînî ilimler tahsili için Semerkand'a gitti. Onsekiz yaşında Semerkant'taki tahsilini tamamlayarak memleketine döndü ve evlendi. Evlenmesinden bir süre sonra ilk şeyhi Simâsî vefat etti. Bu arada Kasr-ı Hinduvân'a gelen Emir Külâl, Bahâeddin'e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı. Şeyhiyle birlikte Nesef'e giden Bahâeddin Buhârî yedi yıl kadar orada kaldı.

Abdülhâlik Gucdüvânî zamanında gizli zikre önem veren "Hacegân yolu"nda Mahmud İncir Fağnevî ile cehri zikir, hafi ile birleştirildi. Şâh-ı Nakşbend hazretleri gizli zikre olan meyilleri sebebiyle bir bakıma Abdülhâlik Gucdüvâni'nin üveysi müridi oldu. O'nun vaz' ettiği esaslar çerçevesinde ve ondan aldığı ruhani üveysi terbiye dairesinde yetişti. Müridinin halindeki farklılığı sezen ve onun cehri zikre katılmayışı dolayısıyla müridlerinin tepkisini bilen Emir Külâl, bir müddet sonra ona: "Şeyhim Muhammed Baba Simâsî'nin senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Ama senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâl semasında dilediğiniz gibi uçmağa tarafımdan mezunsun" diyerek icazet verdi. Suhâr'da bir mescid inşası sırasında beşyüz müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra Şâh-ı Nakşbend, oradan ayrıldı. Emir Külâl'in halifesi Arif Dikgirâni'nin dergahında yedi yıl sohbetine katıldı. Bunun ardından on iki yıl kadar Yesevî şeyhlerinden Kusem Şeyh ile Halil Atâ'nın sohbetlerinde bulundu. Bir ara hükümdar olan Şeyh Halil Atâ'nın bertaraf edilmesinden sonra çok üzülen Bahâeddin Nakşbend, dünya işlerinden büsbütün soğuyarak Buhârâ köylerinden Ziverton'a yerleşti. Mevlânâ Bahâeddin Kışlâkî'den hadis okuyan Bahâeddin Nakşbend'in Herat, Merv, Nişabur beldelerine muhtelif seyahatleri oldu. Daha şeyhinin sağlığında irşada mezun olduğu için etrafında geniş bir mürid ve muhib kitlesi oluşmuştu.

Şeyhi Emir Külâl vefatı sırasında (771/1370) müridlerine Muhammed Bahâeddin'e bağlanmalarını vasiyet etmişti. Üç defa hac maksadiyla Hicaz'a gitti. Son haccında halifelerinden Muhammed Pârsâ'yı müridleriyle Nişabur'a gönderdi. Kendisi Herat'a giderek orada bulunan Zeyneddin Ebû Bekir Tâyibâdî ile üç gün süreyle sohbetlerde bulundu ve Nişabur'da bulunan Muhammed Pârsâ ve diğer ihvanına yetişti. Hac dönüşü Bağdad ve Merv'e uğrayan Şah-ı Nakşbend, daha sonra Buhârâ'ya geldi ve vefatına kadar irşad hizmetini orada sürdürdü. Bir ara Herat hükümdarı Müizzüddin Hüseyn tarafından hediyyeler gönderdilerek Herat'a davet edildi. Bu görüşme sırasında Sultan'a pek iltifat etmemesi, onun halk nezdindeki "Şâhlığını" yani gönüller sultanı olma özelliğini daha da artırdı. Buhârâ'nın ilim ve irfan çevrelerinde gördüğü hüsn-i kabul ve saygı, ilmini ve tasavvufî kişiliğini göstermektedir. 791/ 1389 yılında doğdukları Kasr-ı ârifan'da 73 yaşında hastalandı ve bir süre sonra Hakk'a yürüdü.

Hakkında yazılan eserlerden Enîsu't-tâlibin'in verdiği bilgilere göre Hakim Tirmizi'nin eserlerini okumuş ve fikri olgunluğa o eserler sayesinde ermiştir. Hatta yirmi iki yıldan beri onun tarikında olduğunu söylediği kaydedilmektedir. Bu ifadeler, O'nun tasavvufun amelî ve âhlakî tarafından başka, fikri tarafıylada ilgili bulunduğunun delilidir.

Şah-ı Nakşbend hazretleri çok mütevazi bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.

ÜVEYSÎ ÜSTADI GUCDÜVÂNÎ

Çağına yetişmeden, yüzyüze görüşmeden feyz aldığı "üveysî" mürşidi Abdülhâlik Gucdüvânî ona âlem-i mânâda şu nasihatta bulunmuştu: "Oğlum Bahâeddin, zikr-i ilâhi'den fariğ olma! Mahlûkata hâlisâne hizmet et. Çünkü Hakk'a giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzre ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittibâ et, ruhsatları bırak, bid'atlerden kaç insanlar, hayvanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafi zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun."

Bu vasiyetin tesiri ve fıtratındaki merhametin muktezasınca, onun yaralı hayvanlara baktığı; yaralarını tedavi ettiği hattâ, sokakların temizliğiyle bile meşgul olarak halka hizmet ettiği rivayet edilir.

Sordular:

- Sizin dervişliğiniz mevrûs mudur, yoksa mükteseb midir

Şâh-ı Naşkbend buyurdu:

- Bizim dervişliğimiz Hak cânibinden bir cezbedir. Hakk'ın ikrâmıdır.

- Peki sizin tarikınızda cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır?

- Hayır, yoktur.

- Öyleyse sizin tarikatınızın esası nedir?

- Bizim tarikatımızın esası "halvet der-encümen"dir. Yani zâhir halk ile, bâtın Hakk ile bulunmaktır. "El kârda, gönül yârda" olmaktır. Nitekim Kur'an'daki: "Ne ticaret ve ne de alış-verişin Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır" (en-Nûr. 24/37) âyetinde bunlara işaret vardır.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, ileri ufuklara bakmayı daima yükselmeyi öğütleyen bir mânâ sultanıydı. Müridlerine: "Eğer himmetimizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız." Yani sizin mânevi dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı.

ASIL KERAMET, KERAMETİ GİZLEMEKTİR:

O'nun tâlim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi, setredilmesiydi. Çünkü Hak Teâlâ bazan veli kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hakk rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Mâneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Şâh-ı Nakşbend'e göre en büyük keramet kerameti örtmek ve gizlemektir. Bu yüzden kendisinden: "Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" diye soranlara şu cevabı veriyor: "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"

Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nârâ atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste: "Allaaaah!" diye haykırdı. O şunları söyledi: "Bu haykırış, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok."

NEFS KONUSUNDA

Nefs konusunda şöyle konuşurdu: "Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir."

"Nefsin bineğindir, ona şefkatle davran" hadisindeki nefs, "mutmeinne" derecesine ermiş nefstir. Yoksa emmare olan nefs değildir. Nitekim Kur'an'daki: "Nefs, kötülüğü çokca tahrik edicidir, ancak Rabbımın merhamet ettiği nefs müstesnâ" (Yusuf, 12/53) âyetinde istisnâ tutulan nefs de budur.

Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde "Eziyet veren şeyi yoldan uzaklaştırmayı" imândan saymışlardır. Şâh-ı Nakşbend hazretleri, bu hadisteki ezayı "nefs", yolu da Hak yolu ve tarikat olarak yorumlardı ve bu duruma göre hadisin anlamı Bâyezid Bistamî'nin buyurduğu gibi, "Nefsini bırak da gel" şeklindedir. Hak ehli kimselere muhabbete bile mani olan nefsten geçmek nefsin sıfatları, esaretinden kurtulmak gerekir.

Buhara ulemasından biri, Şâh-ı Nakşbend hazretlerine sordu:

- Bir kul namazda huzura nasıl erebilir? Cevap verdi:

- Dört şeyle:

1. Helâl lokma

2. Namaz dışında da Hakk'ı asla unutmamak,

3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak; Hakk ile olmak.

4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk'ın huzurunda bilmek.

MÂRİFET NESEPTE Mİ İKTİSÂBDA MI?

Kemâl ve mârifetin haseb ve neseble değil, iktisâbla olduğuna inanırdı. Bu yüzden kendisine "Sizin silsileniz nereye ulaşır, ve kime dayanır?" diye soran birine: "Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz." diye karşılık verdi.

Kur'an'daki "Ey müminler Allah'a inanın" (en-Nisâ, 4/136) âyetini her göz açıp kapamada bu fânî vücûdu nefyedip mabûd-i hakiki'yi isbat etmektir" diye yorumlamıştır. Mâsivâya aldanıp bağlanmayı bu yolda en büyük perde olarak görmüş, kelime -i tevhiddeki "Lâ ilahe" tabiat putunu nefydir. "İllallah" gerçek mabûdû isbâttır. "Muhammedun Rasûlullah" Hazret-i Rasûle ittibâdır. Bu yüzden zikirden maksad, bu sırra ermektir. Zikir sırasında mâsivâ bilkülliye nefy olmalıdır, sayısının çok olması şart değildir.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, yolunun esasını "sohbet" olarak tanımlamıştır. "Yolumuz sohbetledir. Halvette şöhret vardır. Şöhrette de âfet. Hayr ve felah cem'iyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, iman-ı hakikiye imkân sağlar. Bizim tarikımızda az amel ile çok fütûh olur. Çünkü sünnete ittiba zor iştir ve bizim yolumuz sünnet yoludur."

HACEGÂN YOLU VE NAKŞİLİK

Bilindiği gibi, Şâh-ı Nakşbend hazretleri, Hâcegân yolunun Hace Abdulhâlik Gucdüvânî tarafından tesbit edilen "on bir" esasını ihyâ etti. Nakşbendiyye yolunu daha sağlığında Buhârâ, Semerkand ve Maveraünnehir bölgesine yaydı. Güçlü ve müteşerri halifeleri sayesinde yıllar yılı İslâm ülkelerinde tesir ve nüfuzunu devam ettirdi. Şâh-ı Nakşbend, Hanefî mezhebindeydi. Kendisinin tasnîf

buyurdukları "Evrâd-ı Bahâiyye" sinden başka eseri yoktur. Ancak müridi ve halifesi Muhammed Pârsâ ve diğer halifeleri, bazı sözlerini tespit etmişlerdir. Osmanlıların kuruluş yıllarında teessüs eden tarikatı, XIV. Asırdan itibaren Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerine yayılma imkânı bulmuştur.

Buhârâ'da bulunan kabri, yetmiş yıllık komünist rejim sırasında halkın manevi himaye odağı gibi hizmet görmüş, gizli zikri esas olan tarikatı vicdanlarda mahpus imanları korumuştur.

-kaddesallahu sirrahu'l-Aziz-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Alauddin Attar (k.s.)

Alâeddin Attâr, orta boylu, gökçek yüzlü, esmer tenliydi. Sakalı büyükçeydi. Sahvı sekrine galip bir sûfi olduğundan huşu ve huzû üzre bulunurdu. Dirayeti yüksek,firaseti keskindi. Sohbeti tesirli, terbiye ve eğitimi yetiştiriciydi.

Altın Silsile'nin onyedinci halkası, Şah-ı Nakşbend hazretlerinin yetiştirdiklerinden ve damadı. Adı Alaüddin bin Muhammed bin Muhammed, nisbesi el-Buharî, el-Harezmî. Attar lakabı, her halde maişetini temin için meşgul bulunduğu; halk arasında "Aktarlık" denilen "ıtriyyat" satıcılığından gelmiş olmalıdır.

Aslen Harezm'li. Babasının kendisinden başka Şihabuddin ve Mübarek isminde iki oğlu daha var. Babasının vefatında Buhara medreselerinde ilim tahsili ile meşgul bulunan Alaüddin, kardeşleri lehine baba mirasından feragat etti. Medrese'de talebe iken zahidane tavrı ve ilmi vukufu sayesinde Şah-ı Nakşbend hazretlerinin ilgisini çekti ve damadı oldu. Kayınpederinin yanında sıkı bir seyr ü sülük ve riyazat eğitimi gördükten sonra irşadla görevlendirildi. Bahaeddin Nakşbend hazretleri daha sağlığında müridlerinin büyük bir kısmının eğitimim ona havale etmişti. Hatta bu yüzden: "Alaeddin bizim hayli yükümüzü hafifletti." buyururlardı. Dirayetli irşadları ve bereketli sohbetleri sayesinde pek çok kimse onun elinden kemal bulmuştur. Şah-ı Nakşbend hazretlerinin iki büyük halifesi vardı. Birisi Alaeddin Attar, diğeri Muhammed Parsa. Her iki halifesi hakkında da kendi yerine geçmesi konusunda işaretleri rivayet olunmakta ise de silsile "Alaeddin Attar" ile devam etmiştir. Vefatları 20 Receb 802 / 19 Mart 1399'dur. Kabri Buhara'da Çiğanyân'dadır. Şah-i Nakşbend'in kerimesinden dört oğlu oldu.

En büyük halifesi yerine geçen Ya'kub Çerhî'dir. Ünlü müellif Seyyid Şerif Cürcanî, Alaeddin Attar'ın mürididir. Cürcanî'nin Ta'rifat adlı kavramlar lügati, itikadi, tasavvufi konular ağırlıklı bir eserdir.

Menakıb kitaplarının verdiği bilgilere göre, Alaeddin Attar ile Şah-ı Nakşbend hazretlerinin küçük bir kerimesi vardır. Hanımına der ki: "Kızım adet görüp buluğa erince hemen bana bildir. Ben onu uygun biriyle nikahlayayım." Annesi de kızı buluğa erince derhal Şah-ı Nakşbend hazretlerini haberdar eder. Bunun üzerine Şah-ı Nakşbend, Kasr-ı arifân'dan kalkıp Buhara'ya giderek medresede kızına uygun bir nasib arar ve Alaeddin Attar'ın kaldığı hücreye varır. Alaeddin, zengin bir ailenin çocuğu olduğu halde ilim aşkıyla baba mirasını kardeşlerine terketmiş, gönül sultanlığına namzed bir gençtir. Odasında üzerinde yattığı eski bir hasır, yastık olarak kullandığı bir tuğla ile üstüne örttüğü bir keçe ve abdest aldığı ibrikten başka eşyası yoktur. Alaeddin Attar, hücresine gelen nur yüzlü Şah-ı Nakşbend'i görünce, ya daha önce tanıdığından veya onun yüzündeki mehabetin tesiriyle derhal ayaklarına kapanır ve öpmeye başlar. Bahaeddin Nakşbend hazretleri der ki:

- Benim yeni büluğa eren bir kızım var, ben onu sana nikahlamak istiyorum.

Böyle bir teklife ekonomik ve psikolojik olarak henüz hazır olmayan Alaeddin Attar şu karşılığı verir:

- Böyle bir teklif, benim için mutlulukların en güzeli. Ancak benim evlenmek için hiçbir hazırlığım yok. Halimi görüyorsunuz.

Bunun üzerine Şah-i Nakşbend buyurur ki:

- Benim kızım sana, sen de ona mukadder ve müyessersin. Sizin mukadder olan rızkınızı da gayb hazinesinden verecek olan O'dur, bu konuda telaş ve hüzne gerek yok.

Bu suretle çok sade bir merasimle iki genç evlendi. Alaeddin Attar, medresedeki tahsilini tamamlayınca kayınpederinin yanında manevi eğitime ve batın imarına başladı. Şah-ı Nakşbend Hazretleri medrese tahsilini ve zahiri ilimleri ikmal etmiş bulunan damadının gönlündeki "benlik" duygusunu ezmek için onu mahalle aralarında elma satmaya memur etti. Şeyhinin verdiği emir gereği, Alaeddin Attar, bir tepsi elmayı başına koyarak yalınayak mahalle aralarında bağırarak elma satacaktı. Alaeddin Attar, kendisine verilen bu emri yerine getirdi. Ancak iki kardeşi onun bu halinden hiç de memnun olmadılar, kendisine çıkıştılar. Haysiyetlerinin iki paralık olduğunu söyleyerek akıllarınca onu uyardılar. Şah-ı Nakşbend, damadına, bunlara hiç aldırmadan görevine devam etmesi uyarısında bulundu. O da bütün tepkilere rağmen vazifesini kusursuz ve fütursuz yerine getirdi. Nihayet Alaeddin Attar'daki benlik duygusu silinince şeyhi onu yanına aldı ve "zikr-i hafi" telkiniyle eğitimini sürdürdü. Uzunca bir süre hiç ayırmadan terbiyesiyle meşgul oldu. Hatta müridlerinden bir kısmı "Onu niye hiç yanınızdan ayırmıyorsunuz?" diye sormak durumunda kaldılar. O bu soruya: Yakub (a. s)'un Yusuf hakkında söylediğini söyleyerek cevap verdi:

-O'nu kurt yemesinden korkuyorum" Bu sözdeki nükte, onun büyük bir sırra mazhar olacağı anlamındaydı. Nitekim öyle de oldu.

Şah-ı Nakşbend'in halifelerinden Muhammed Parsa, sekri sahvına, cezbesi bastına galib bir zattı. Alaeddin Attar ise temkin ehliydi. Sahvı sekrine galipti. Engin bir gönle sahipti. Nitekim Şeyh Muhammed Râhin bir gün kendisine şöyle sordu:

- Kalbin nasıl? Onu nasıl buluyorsun? Alaeddin Attar dedi ki:

- Bilmem, bu konuda bir fikrim yok. Bunun üzerine Şeyh Rahin:

- Ama ben senin kalbini üç günlük bir hilal gibi görüyorum, dedi.

Alaeddin Attar, oradan ayrılınca şeyhinin yanına vardı ve olanları anlattı. Şah-ı Nakşbend:

- Şeyh Rahi'nin gördüğü kendi kalbidir, dedi ve Alaeddin Attar'ın ayağına bastı, Alaeddin kendinden geçerek bütün varlığı gönlünde hissedip tam bir cem, vuslat, gaybet ve vahdet haline erdi. Alaeddin, cem ve vuslat halinden fark ve sahv haline dönünce Üstadı ve kayınpederi buyurdu ki:

- Böyle bir kalbi başkasının anlaması mümkün değildir. Çünkü böyle gönüller, "Ben yere ve göğe sığmadım, mümin kulunum gönlüne sığdım" (bk. Keşfu'1-hafa. Nü: 2256) hadis-i kudsisinin sırrına mâ-sadak olan gönüllerdir.

Sülûkünün başlangıcında şeyhinin yanında iyi bir riyazat eğitiminden geçmiş bulunan Attar, riyazat konusunda da şöyle konuşurdu: "Riyazattan gaye, nefsani ilgilerden kesilip ruh ve hakikat alemine geçit bulmaya çalışmaktır."

Tasavvuf yolunun erdiriciliğini ve Hakk'a vardırıcılığını şöyle anlatırdı: "Bu yola taklid ile giren bile, tahkika erer. Ancak talibin kalbi yönelişi, Hakk'ın zatı olacak, gönül gözü O'nun vechinden ayrılmadan iki cihanda Hak'tan başka her muradı bırakacak."

Alaeddin Attar, temkin ehli sûfilerden olmakla birlikte fena ve baka sırrına erenlerdendi. "Fena" konusunda şöyle konuşurdu:

"Fenâ, Yüce Allah'ın bir müride dünya mülkünü, ruhlar alemini unutturmasıdır. Bunun bir ilerisi vardır ki, o da fena duygusunun da unutulmasıdır. Ona da "fena ender-fena" veya "fena ani'1-fena" derler.

Müridin gönlünün ilahi feyizlere açılması için önce gönlünün mürşid sevgisi dışında herşeyden ve özellikle bu sevgiye engel olan şeylerden tertemiz olması gerektiğini, mürşid sevgisi gönlünde yer edenin kalbine ilahi feyizlerin sağnak sağnak ineceğini söylerdi.

Eğer bir müridin gönlüne feyiz gelmiyorsa kusur feyizde değil, feyizlere talib olan müriddedir. Çünkü feyiz, ürkek ceylan gibidir. Yabancılar ve engeller onu ürkütüp kaçırır. Ayrıca mürid, bütün hallerini mürşidine açmalı ve şuna inanmalıdır: "Gayeye ancak mürşidin sevgisi ve rızası sayesinde varılabilir." Bu yüzden müridin ilk görevi mürşidini hoşnud ve razı etmektir. Çünkü mürid için mürşid kapısından başka bütün kapılar, kapalıdır. Öyleyse ona teslim olmaktan başka çare yoktur. Zaten mürid, iradesini mürşidine ve Hakk'a teslim edendir.

Nakşîlik yolu edeb yoludur, sohbet yoludur. Bu yüzden bu yolun varisi olan Alaeddin Attar'ın şu sözleri ilgi çekicidir: "Tasavvuf erbabının kalplerine eziyet verecek bir iş yapmaktan sakın. Onlarla düşüp kalkarken, aralarına katılırken uyulması gerekli edebi unutma. Onların sohbetine katılmadan edeplerini öğren. Çünkü "edebi olmayanın tarikatı da olmaz." Tarikattan, tasavvuftan istifadenin yolu sohbetten geçer, sohbet de edeble olur. Sakın kendini edebli görmeye kalkışma. Çünkü kişinin nefsinde edeb vehmetmesi de sü-i edebdir."

Tevbe ve kulluk şuuru arasında şöyle bir ilişki kurardı: "Tevbenin sağlam oluşunun alameti, ibadete kulluğa meyil duymaktır. Masiyet ve günahtan kaçmaktır. Yüce Rabbimiz, nefse iyiliklerini de kötülüklerini de ilham eder. Eğer tevbe sağlam ve makbul olursa insanın gönlüne güzel ilhamlar gelir. Kul gönlünde güzel ilhamlar ve taate meyiller bulursa haline şükrederek bu ilham ve meyillerin gereğini yerine getirmelidir. Eğer gönlünde kötü ilhamlara yer bulur ve o tarafa meyil hissederse hemen Allah'a sığınıp tevbesini yenilemeli ve ağlayıp gözyaşı dökmelidir.

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Ya'kub Çerhî (k.s.)


Altın Silsile'nin Alâeddin Attâr'dan sonraki halkası Yakub Çerhî. Maveraün-nehir'de Kandehar ile Gaznin arasında, Gaznin'e bağlı Cerh köyünden. Bu yüzden Çerhî diye ünlü. Bu köyde doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptı. İlim için Herat ve Mısır'a gitti. Mısır'da Şihabuddin Seyrânî'den okudu. Aynı yıllarda Mısır'da ilim tahsili için bulunan Sühreverdiyye'nin Zeyniyye kolu kurucusu Zeyneddin Hafî ile arkadaşlık etti. Bedahşan ve Buhara gibi şehirleri de dolaşan Çerhi'nin tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend hazretleri eliyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması Alâeddin Attâr vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu. Şeyhinin vefatından sonra yerleştiği Hisar köylerinden Hülfütû'da 851/1447 yılında vefat etti. Kabri oradadır. Yaşadığı yıllar Timurleng dönemine rastlamaktadır.

ŞEMAİL-İ ÇERHİ

Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir "ben" vardı. Zahir ve batın, ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.

Tasavvuf Yoluna Girişi

Yakub Çerhi, Herat ve Mısır medreselerinde dini ilimler sahasında fetva verecek seviyeye geldikten sonra memleketine döndü. Çocukluk yıllarından beri tanıyıp saygı duyduğu Şah-ı Nakşbend hazretlerinin sohbetine katılmayı arzu etti. Ziyaretine varıp:

"Beni gönlünüzden çıkarmayın, dualarınızdan eksik etmeyin. Gönlüm sizin iştiyak ve cezbenizle dolu." şeklinde tazarruda bulundu. Bunun üzerine Şah-ı Nakşbend, dini ilimlerde belli bir seviye kazanmış bulunan bu genç alimin bu yoldaki samimiyetini anlamak için sordu:

- Bize karşı olan bu iştiyak ve cezbenizin sebebi nedir? Yakub Çerhi dedi ki:

- Siz halkın makbulü ve herkesin hürmetine mazhar bir ulu kişisiniz.

Bu cevabı yeterli bulmayan Bahaeddin Nakşbend:

- Bu yeterli bir sebep değil. Çünkü şeytani sıfatlara sahip kimseler de halkın makbûlü olabilir. Başka sebep yok mu? diye sorunca Yakub Çerhi şu cevabı verdi:

- Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü buyuruyor: "Allah Teala bir kulunu sevdi mi, onun sevgisini diğer kulların kalbine ilka eder."

Bu söylenenler üzerine Şah-i Nakşbend tebessüm etti ve:

- Biz Azizân cemaatiyiz, dedi. Yakub Çerhi, "Azizân" tabirini duyar duymaz yerinde duramaz olmuştu, kendisini bir cezbe hali ve gaybet kaplamıştı. Çünkü bir ay kadar önce kendisine rüyasında: "Git Azizân'a mürid ol" denilmişti. Ancak o, daha önce gördüğü bu rüyayı unutmuştu. Bu kelimeyi duyar duymaz derhal o rüyayı hatırladı ve irkildi. Tabii bağlılığı da bir kat daha artmış olarak. Ayrılırken Şah-ı Nakşbend ona takkesini armağan etti ve; "Eline aldıkça ve gördükçe bizi hatırlarsın. Hatırlayınca da bizi yanında bulursun" dedi. Arkasından da Belh şehrine bağlı Deştkülek'te Allah dostlarından Mevlana Taceddin'e gidip bir süre hizmet etmesini öğütledi. Çünkü himmetin yolu hizmetten geçerdi.

Nefehât müellifi, Yakub Çerhi'nin Şah-i Nakşbend hazretlerine intisabını biraz daha farklı ifadelerle şöyle anlatıyor: Yakub Çerhi, Bahaeddin Nakşbend ile ilk görüşmesinde ondan sohbetine ve tarikatine kabûlü talebinde bulundu.

Şah-ı Nakşbend bu işin emri Hakk olduğunu, bu yüzden istihare ve istişaresiz olamayacağını söyledi. "Bu gece bir istihare yapalım, eğer kabul edilirseniz biz de kabul edelim" dedi. O gece Yakub Çerhi için bitmek bilmeyen uzun bir gece oldu. Acaba bu kapı kendisine kabulle mi açılacaktı, yoksa red ile mi?

Sabahleyin Şah-ı Nakşbend: "Kabul buyuruldunuz, ancak Alâeddin Attar'ın sohbetine devam edeceksiniz" dedi. Bu görüşme sırasında Şah-ı Nakşbend ona "vukuf-i adedi"yi talim etmişti. Bilindiği gibi vukuf-i adedi:

Zikir sırasında sayıya riayet etmek, aklı dağınıklıktan koruyup bir yerde toplamak ve dikkati teksif etmektir. Şah-ı Nakşbend "zikri adedi"yi anlattıktan sonra "Hızır aleyhisselamın Abdülhalik Gucdüvani'ye öğrettiği ledünnî ilmin ilki budur." dedi. Ardından şunları anlattı: İlim iki türlüdür. Biri kalb ilmi, diğeri lisan ilmi. Kalb ilmi nebilerin ve Resullerin ilmidir ve faydalıdır. Lisan ilmiyse Allah'ın kullarına bir delili ve belgesidir. Hakk Teâlâ sana kalb ilmi bahşetsin. Kalb ilmi içi ve dışı doğru kimselerle sohbet etmek suretiyle gelişir. Ancak böyleleriyle düşüp kalkarken kalbinize sahip olun. Çünkü onlar, kalplerin casusudur, kalplere girip çıkarlar ve sizin meyillerinize bakarlar.

Bu görüşmeden sonra Yakub Çerhi, Bedahşan tarafına gitti. Şah-ı Nakşbend hazretleri vefat edince Alâeddin Attâr, Çiğanyan'a yerleşmişti. Attar, Çerhi'ye bir elçi göndererek şeyhinin vasiyetini hatırlattı. Bunun üzerine Yakub Çerhi, Bedahşan'dan Çiğanyan'a geldi ve şeyhi Alâeddin Attar'ın vefatına kadar orada onun hizmetinden ayrılmadı. Hatta Alâeddin Attâr'ın oğlu Nasıruddin Ubeydullah Yakub Çerhi'nin sohbetinden feyz alanlar arasındadır.

Vakfiye Şartlarına Riayet

Yakub Çerhi, ilim tahsili için Herat'ta bulunduğu sürece meşhur mutasavvıf Abdullah el-Ensari el-Herevi'nin dergahındaki imarete devam eder, yemeğini orada yerdi. Çünkü o dergahın vakfiyesinin şartlarında genişlik vardı. Maveraünnehir büyükleri, genellikle vakfiyesindeki genişlik sebebiyle bu ve benzeri bir iki vakfın yemeğini yerler, mürid ve talebelerini de bunlardan başka yerlere göndermezlerdi. Çünkü: "Vakfedenin koyduğu şart, kitap ve sünnet hükmü gibidir." fehvasınca şartı vakıfa riayet lazımdır. Bir başka ifadeyle vakıflara uyulması zor şartlar konulmamalıdır ki, daha sonra gelenler sıkıntı çekmesin ve vakfiye şartına uymama tehlikesiyle karşı karşıya kalınmasın. Ayrıca dervişan grubunun lokmalarına azamî titizlik göstermeleri gerekir. Çünkü haram, ya da şüpheli lokma, saliki tam bir ricalle yolundan alabilir, sırat-ı müstakim'den edebilir.

Zeyneddin Hâfi île

Yakub Çerhi ile Zeyneddin Hâfi, aynı yıllarda Mısır'da beraber bulunmuşlar ve aynı hocalardan okumuşlardır. Aralarında meşreb birliği de bulunan bu iki gönül dostu, zaman zaman bir araya gelip hasbihal ederlerdi. Aradan yıllar geçtikten sonra Yakub Çerhi, Horasan'da uzun yıllar bulunmuş olan müridi Ubeydullah Ahrar'a Şeyh Zeyneddin Hâfi müridlerinin halinden sordu:

Zeyneddin Hâfi müridlerinin rüya tabirleri nasıldır. Genellikle yorumlarının doğru çıktığı ve tabirlerine çok güvenildiğini duydum. Bu konuda bilgin var mı? Ubeydullah Ahrar:

Evet, duyduklarınız doğrudur, der demez Yakub Çerhi kendinden geçti, huzur hali gaybete dönüştü. Vakıa o, gaybet ve cezbesi huzur ve sahvına galip bir sufiydi. Elleriyle sakalını tutmuş bir halde başı önüne düştü ve bir süre öylece kaldı. Kendisine geldiğinde, kendisinin gecenin değil, gündüzün ve aydınlıkların çocuğu olduğunu anlatan bir şiir okudu ve rüya tabiri işiyle ve uykuyla ilişki olmadığını anlatmaya çalıştı.

Râbıta Konusu

Kuvvetli sevgi sebebiyle sâlikin, gıyabında bile şeyhinin huzurunda imiş gibi edeble davranması demek olan rabıta, Nakşbendilik'te özel bir anlam ve önem taşır. "Sadıklarla beraber olmak" (et-Tevbe, 9/119) emrine imtisal demek olan rabıta, aslında "şahsiyet transferi ve identifikasyon" gibi kavramlarla da açıklanabilir. Nitekim Yakub Çerhî kendisine intisab etmek isteyen bir müridine bu sırrı açıklamak için kendi ellerini göstererek:

"Nakşbend hazretleri bu elleri tutup:

"Senin elin benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur" buyurdular. Öyleyse tut elimi, bu el Bahaeddin Nakşbend'in elidir." demişti. Râbıta ve silsile yoluyla bu el, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve Hz. Allah'a uzanır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'anı Kerim'inde Rasûlü'ne bey'at eden kimseleri kendisine bey'at etmiş sayarak Rasûlü'nün elini de kendisine izafe etmiştir." (bk. El-Feth, 48/10)

Şah-ı Nakşbend hazretleri ve halifeleri "rabıta" konusuna ayrı bir önem vermişlerdir. Yakub Çerhi tarikat icazeti alacağı zaman Hacegan yolunun şartlarını baştan başa öğrendi. Rabıta şartını anlatırken şeyhi kendisine dedi ki: "Bu yolu öğretirken dehşet hissi vermemeğe çalış! Emaneti isteklilere ve istidadlılara ulaştırmaya bak. Çünkü emaneti ehline vermek de ilahi bir emanettir."

Yakub Çerhi, halife ve müridlerini genellikle istidadlılardan seçerdi. Onları Nakşî âdâbıyla yetiştirirdi. Ancak halifelerini irşad konusunda muhayyer bırakarak şöyle konuşurdu: "Bizim mürşidimizden öğrendiğimiz usul, Hacegân yoluna has olan 'nefy ve isbat' usulüdür. Eğer siz, taliplerinizi 'cezbe' yoluyla eğitmek isterseniz o yine sizin bileceğiniz iştir. Talib mürşidinin huzuruna bütün istidadını toplayarak gelmelidir. İstediği her kudretin yeri kendisinde mevcud olmalı ve iş hemen izne bağlı olmakdan ibaret kalmalı" diyerek mürşidlerin, müridlerin toprağında var olan madeni ve kabiliyeti ortaya çıkaran usta eller olduğunu anlatmak isterdi.

Çerhi'nin emaneti teslim edeceği müridi ve halifesi Ubeydullah Ahrar'ı işaret ederek söylediği şu söz çok anlamlıdır: "Talib, mürşidine Ubeydullah gibi gelmeli. Meş'alesi hazır, yağı ve fitili tamam, iş bir kibrit çakıp ateşi tutuşturmakta..."

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Ubeydullah Ahrâr (k.s.)


Uzunca boylu, esmer tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe ve beyazdı. Sakalındaki karalar, sayılabilecek kadar azdı. Sohbeti tatlıydı, konuşurken müridlerini saadette gark ederdi. Zahir ve batın ilimleriyle donanmıştı. Nurlu yüzünü gören dua ve senadan kendini alamazdı. Şiirleri ve sözleri çok tesirliydi. Tarikatte huccet sayılırdı . Nakşi meşayıhının muammerininden, uzun ömürlülerindendi. Bir asra yakın muammer oldu. Hz. Ömer neslindendi.

Altın silsile'nin ondokuzuncu halkası Ubeydullah Ahrâr Nefehât müellifi Molla Cami ile Reşahat müellifi Ali b. Hüseyin el-Vaiz'ın mürşidi. Bu yüzden her iki müellif de eserinde Ubeydullah Ahrâr için geniş yer ayırmışlardır. Özellikle, Reşahat müellifi, eserini Ubeydullah Ahrâr için yazmıştır, denilse yeridir.

Kısa Çizgilerle Hayatı

Ubeydullah Ahrâr hazretleri, hicrî 806 Ramazan'ında (m 1404 Mart) Taşkent'e bağlı Bağıstan'da doğdu. Hz Ömer neslinden ilim ve irfan ehli bir aileden. Kendisinin eğitimiyle dayısı şeyh İbrahim Şaşî meşgul oldu. Temel ilimleri Taşkent'te okudu. Daha sonra yine dayısının teşvikiyle Semerkand'a gitti. Orada Uluğ Bey medresesinde Nizameddin Hamüş'un talebesi oldu. Semerkand'dan Buhara'ya geçti. Orada Şeyh Hamîduddın Şaşî'nın sohbetlerine katıldı. Buhara'dan Herat'a geçerek Seyyid Kasım Tebrîzî'nin yanına vardı. Tebrîzî, Ahrâr'ın çok istifade ettiğini belirttiği ustadır. Herat'ta ayrıca Bahaeddın Ömer Horasani ile tanıştı. İlim ve irfan yolunda geçen bu seyahatlerden sonra Ubeydullah Ahrâr, nihayet Çiganyan'da Yakub Çerhî'yi buldu, ona bende oldu, emaneti ondan aldı. Şahsî kabiliyeti ve daha önce görüştüğü şeyhlerden aldığı feyz sayesinde Ya'kub Çerhi'nın yanında kısa zamanda seyr-ü sulükunu tamamladı, şeyhinin iltifat ve sevgisine mazhar oldu. Bir kısmı ilim muhitınden, bir kısmı devlet ricalınden, diğer bir kısmı da halkın muhtelif kesimlerinden olmak üzere pekçok mürid ve halife yetiştirdi.

Maişetini temin için çiftçilik yapardı. Cenab-ı Hakk'ın verdiği bereket sayesinde zengin oldu. Servetinden gerek çalışarak emek karşılığı gerekse onun ihsanlarıyla binlerce insan istifade etmiştir. Vefatı 893 Rebîu'levvel 1490 Ocak'ta Semerkant'tadır. Kabri orada Şeyh Kefşir mahallesi kabristanındadır. Hizmet Anlayışı

Ubeydullah Ahrâr hazretleri, himmeti halka hizmette arayanlardandı. "Tasavvufu başkalarının yükünü taşımak, kendi yükünü başkalarına taşıtmamak" olarak anlardı Nitekim "ben bu yolu tasavvuf kitaplarından okuyarak değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler, bizi hizmet yolundan götürdüler" derdi. Bu sebeble kemal yolunda başlangıçtan nihayete kadar, tanıdığı-tanımadığı, dost-düşman herkese hizmet etmiştir. Nitekim kaynakların bildirdiğine göre Semerkand'da Mevlana Kutbeddin medresesinde yatalak bir kaç hastanın bakımını üstlenmişti. Her gün belli zamanlarda bu hastaların altlarını temizler, karınlarını doyururdu. Nihayet bu hastalardaki sıtma mikrobu kendisine de geçti. Fakat sıtmalı haliyle yine bu hastaların hizmetlerini aralıksız sürdürdü, altlarını temizledi, sularını getirdi, karınlarını doyurdu.

Herat'ta bulunduğu yıllarda hizmet kastıyla sabahları Abdullah Ensarî el-Herevî'nın vakfı olan hamama giderek orada her renk ve her dilden insana ivazsız garazsız hizmet ettiği Reşahat'ın beyanlarından anlaşılmaktadır.

Mürşidlik hizmetiyle meşgul bulunduğu yıllarda da müridlerini, ağır mücahede, ve murakabeden çok hizmete yönlendirirdi. Nitekim huzurunda murakabeye varan bazı müridlerini şöyle uyarırdı "kaldırın başınızı, içinizden duman çıktığını görüyorum. Murakabe kim, siz kim? Size düşen temizlik için su taşımak, hela temizlemek ve insanlara hizmet etmektir. Bu geçitten geçmeden murakabeye liyakat kazanılmaz."

Hacegan yolunda vaktin icabına göre hareket etmek, bir başka ifadeyle "İbnü'l-Vakt" olmak en büyük meziyettir. Bu bakımdan zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir durum olmadı ğı zaman yapılır. Gönül almaya yarayacak hizmet ise, zikir ve murakabeden önce gelir. "Buradakı zikir, müridin evradı olan zikrin dışındaki nafile ve toplu zikirdir. Çünkü vird olan zikir, zaten dervişin görevidir, ahdinin icabıdır. Bazıları nafile ibadetle uğraşmayı hizmetten üstün sanır. Halbuki gönüldeki feyz, hizmet mahsulüdür. Şah-ı Nakşbend ve onun yolunda gidenlerin, hizmeti öne almaları, hizmetteki tevazu ve eğitici güç sebebiyledir.

Herat'ta bulunduğu yıllarda sokakta beş parasız dolaşırken bir dilenci kendisinden yemek parası istedi. Parası olmadığı için dilenciye birşey veremeyince elinden tutup bir aşçının önüne götürdü. Başındaki sarığı çıkartıp aşçıya verdi ve dedi ki "Bu tülbent eskidir, ama temizdir, kaplarınızı kurulamaya yarar. Bunu alın da şu fakire bir yemek verin" dedi. Bunun üzerine aşçı, fakirin önüne bir kap yemek koydu ve tülbendi geri verdi ise de Ubeydullah Ahrâr, almadan çıkıp gitti.

Helal Lokma

"Helal lokma konusu üzerinde çok dururdu. Nitekim üstadlarından Seyyid Kasım Tebrîzî de "helal lokma" konusunda şu sözlerle kendisinin dikkatini çekmişti. "Bu zamanda marifet ehli ve hakikat eri kimselerin ortaya çıkmayışının sebebi, iç temizliğinin, batın tasfiyesinin yokluğudur. Batın tasfıyesi ise, herşeyden önce helal lokma ile olur, helal yiyecek azalınca marifet ve hakikat kaybolur."

Edebe riayet ve insanlara saygıya çok önem verirdi. Bağlılarının ifadelerine göre, huzurunda bulunanları iğrendirecek şekilde sümkürme, tükürme gibi hareketler ondan sadır olmazdı. Esneme gibi gevşeklik ifadesi hareketleri de yapmazdı. Peygamberlerin ve özellikle de Peygamberimizin hiç esnemediği düşünülürse bunun ne derece büyük bir edeb olduğu anlaşılmış olur.

Gerek yolculuk sırasında, gerekse ihvanı ile olan gezintilerinde onları rahat ettirmek için, kendisi çoğu zaman kurulan çadırda gölgelenmez, bir bahane bulup atıyla dolaşmaya çıkar ve çadırı onlara bırakırdı.

Tasavvuf tariflerinin pekçok olduğunu, bunların sayılarının belki yediyüzü bulduğunu söyler, en çok Şeyh Ebû Said'in şu tarifini beğenirdi: "Tasavvuf, zamanını en uygun şey için harcamaktır."

Şeyhin güzel giyinip müridlerine güzel ve vakarlı görünmesi gerektiğini söylerdi. Çünkü dağınık ve düzensiz bir şeyh, ihvanının gözünde küçülürdü. Böyle olunca da ihvanın ona rabıtası azalırdı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de daima temiz ve güzel giyinir, ashabına da onu öğütlerdi.

Kendisiyle sohbet edilecek kimsenin vasfını şöyle açıklardı: "Ya senin kendisinde yok olacağın, ya da sende yok olacak kimse ile sohbet et. Veya hem senin, hem de onun, birlikte Allah'da yok olacağınız biriyle sohbet et, ne sen kalasın, ne de sohbet ettiğin. Sade O (Allah) kala." Rabıta için maddi uzaklığın manevi yakınlığa engel olmadığını söylerdi. Kur'an'da rabıtaya delil sayılan "Sadıklarla beraber olunuz" (et-Tevbe, 9/119) ayetindeki beraberliği şöyle anlatırdı: "Beraberlik iki türlü olur: Hissi ve manevi. Hissi beraberlik, onlarla oturup kalkmak, sohbetlerinde bulunmaktır, onlara yakın olan sohbetlerine devam eden kimsenin kalbi, onların batın nuruyla nurlanır, huyu da onların güzel huyları sayesinde güzelleşir, nurlanır. Manevi beraberlik, kalbi onlara bağlayıp ruhaniyetlerine yönelmektir. Bu durumda onların yakınında da olunsa, uzaklarında da bulunulsa hep onlarla olunur. Aradaki manevî bağ; tam olunca onların sırları, bu manevî bağa ve rabıtaya sahip olanlara yansır.

Ülfetli kimselerle beraber olmanın lüzumu üzerinde dururdu. "Huyu suyu zıd kimselerle görüşüp, konuşmak, gönül perişanlığı doğurur" derdi. Nitekim bir defasında yanına gelen bir müridine "Senden yabancılık kokusu geliyor" demişti. Arkasından da: "Sakın yabancı birinin elbisesini giymiş olmayasın" diye ilave etmişti. Mürid de: ''Evet öyle oldu" deyip sırtındaki elbiseyi değiştirip tekrar geri gelmişti.

Giyilen eşya gibi içinde bulunulan mekanında insanın ruh dünyasını etkilediğini şöyle anlatırdı: "Namaz, ibadetlerin en faziletlisidir. Buna rağmen kılındığı yere göre fazilet derecesi değişir. Fısk ve fücur yerlerinde kılınan namazla huzur yerlerinde, Kabe'de ve Mescid-i Nebi'de kılınan namaz bir değildir."

"Havatır" denilen beşerî ve nefsanî duygulardan kurtulmanın üç yolu olduğu-nu şöyle anlatırdı:

1. Hayır, itaat ve ibadet yolun da gayret, riyazat ve mücahedeye devam,

2. Kendi kuvvetini aradan çıkarıp herşeyi Allah'tan bilmek,

3. Şeyhinin himmetine sığınmak.

İstikamet ve itidal üzere olmayı öğütleyen süfilerdendi. "Hüd süresi beni ihtiyarlattı" buyuran Hz. Peygamberin bundan maksadı, süredeki: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" hükmüydü. İstikamet, doğruluktu, orta yoldu, çetinlerin çetini bir işti. Zira istikamet bütün fiil ve davranışlarda orta yolda sabit kalmak, ifrat ve tefritten korunmaktı. Onun için bu yolda keramete değil, istikamete bakılırdı. Ubeydullah Ahrâr'ın açlık ve uyku konusundaki şu sözleri de onun itidal çizgisini gösterir:

"Çok açlık ve çok uykusuzluk dimağı yorar. Hakayık ve dakakıyıkı idrakten alıkor. Ehl-i riyazatın keşfinde hata vaki olur. Ferah ve sürür, bünyeye kuvvet verir. Uyku, dimağı hatadan korur."

Hamd ve şükür konusunda şöyle konuşurdu.

"Hamd, alemlerin rabbı Allah'a mahsustur." (el-Fatiha, 1/1) ayetindeki hamd, kulun, Allah'tan başka hamdedilecek biri olmadığını bilmesidir. Kendisinin sırf yoktan ibaret olduğunu; isminin, resminin, nefsine aid bir işinin olmadığını anlamasıdır. Sevineceği sürür duyacağı tek şeyin, Yüce Allah'ın kendisini sıfatlarına zuhur yeri yaptığını kavramasıdır."

"Kullarımdan şekür olanlar azdır." (Sebe, 34/13) ayetindeki şükür, nimet içinde nimeti vereni görmek bahtiyarlığıdır, derdi.

Ubeydullah Ahrâr hazretleri Kur'an'daki: "Bugün mülk kimindir?" (Gafir, 40/16) ayetini şöyle açıklardı. Mülk tabirinden maksat, Hak yolcusu salikin kalbidir. Yüce Allah bir kulun kalbine celal sıfatıyla tecelli edince ondaki yabancıları atar. Zatından başka hiçbir şey orada kalmaz. İşte o zaman bu kalbin sahibi kalbinden şu sesi duyar: "Bugün mülk kimin" ve cevap olarak da: "Vahid ve Kahhar olan Allah'ın" sesini alır. Burada soran da cevap veren de Allah'dır. Muhtelif zamanlarda bazı zevatın ağzından çıkan;

"ene'l-Hakk ve Şanımı tenzih ederim." gibi sözler hep bu makamda söylenmiştir.

O, vahdeti kesrette, tekliği çoklukta bulanlardandı. Bu yüzden ihvanına da zaman zaman çarşı-pazara çıkmalarını, halkın arasına karışıp faydalı işlerle hizmet etmelerini öğütleyerek: "Tekliği çoklukta arayınız" derdi. Kur'an'daki "biz sana kevseri verdik" (el-Kevser, 108/1) ayetini "biz sana çoklukta teklik müşahedesini verdik" şeklinde yorumlardı.

Hz. Peygamber (s.a.)'in "Mescide açılan bütün kapılar kapansın, yalnız Ebubekir'in kapışı katsın" hadisini şöyle açıklardı: Tahkik ehli bu hadis hakkında pek çok söz söylemiştir. Hz. Peygamber ile Hz. Ebûbekir arasında mükemmel bir sevgi bağı vardı. Sevgi bağı her bağın üstünde olduğu için, bütün nisbetlerin kapıları kapansa bile, sevgi nisbetinin kapısı açık kalmalıydı. Çünkü sevgi yolundan başka ulaştırıcı, erdirici yol yoktur. Hacegan yolunun şiarı da bu yüzden aşk ve sevgidir.

-rahmetullahi aleyh-
 

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Muhammed Zahid (k.s.)


Nakşbendiyye'nin Ubeydullah Ahrar'dan İmam-ı Rabbani'ye kadar olan dönemdeki adı"Ahrariyye." Ubeydullah Ahrar'dan emaneti alan ise Muhammed Zahid. O da silsiledeki Yakub Çerhî'nin kızının oğlu. Reşehât'ta kendisinden "Kadı Muhammed" diye bahsedildiğine bakılırsa dinî ilimlerde "Kadılık" payesine ulaşacak bir derinliğe sahip olduğu, belki kadılık da yaptığı anlaşılmaktadır. Dini ilimlerde belli bir derinlik kazandıktan sonra tasavvufa meyletti. 855/1451 yılında Ubeydullah Ahrar'a intisab etti. On iki yıl süreyle şeyhinin yanında ve hizmetinde bulundu. Silsiletü'l-arifîn ve tezkiretü's-Siddikıyn adlı Farsça eserinde özellikle şeyhi ile olan münasebetlerini Nakşî tarikatı adabını, tasavvufun belli esaslarını anlatmaktadır. Şeyhinin vefatından sonra yerine irşad makamına oturdu. 936/1529 yılında vefat edinceye kadar bu görevi sürdürdü. Kabri Hisar'da Vahş denilen yerdedir.

Kadı Muhammed Efendi, gençlik yıllarından itibaren riyazat ve mücâhedeye meraklı, ibadete düşkün bir kimseydi. Belki de bu yüzden "Zahid" lakabıyla anılır olmuştu. Ubeydullah Ahrar'a İntisabı:

Kadı Muhammed Efendi, şeyhi Ubeydullah Ahrar'a intisabını şöyle anlatıyor:

- Şeyh Nimetullah adında biriyle Herat'a gitmek üzere Semerkant'tan yola çıktık. Mevsim yaz, havalar çok sıcaktı. Şaduman köyüne gelince orada birkaç gün konakladık. Biz orada iken Ubeydullah Ahrar hazretleri de o köye geldi. Ziyaretine gittik. Tanıştıktan sonra aramızda güzel konuşmalar oldu. Sohbet sırasında Ubeydullah Ahrar, içimdeki bazı sorulara cevap verdiği gibi Herat'a gidiş sebeplerimizi de tek tek saydı. İnsan ruhunu okuyan kamil bir zat karşısında olduğumu anladım. Ancak içimdeki Herat'a gitme arzusu kaybolmadı. O bana Herat'a değil, Buhara tarafına gitmemi tavsiye etti.

Ertesi sabah yolculuk için izin almaya gittim. Beni kapıda karşılayan bir müridi, "Efendi hazretlerinin yazı yazmakla meşgul olduğunu" söyledi. Bir süre sonra geldi ve elindeki kağıdı bana uzatarak:

"Bu. benim sana nasihat ve vasiyetimdir" dedi. Kağıtta şunlar yazılıydı: "İbadetin hakikati benlikten geçmek, Allah'ın azameti karşısında titremek, tazarru ve inkisar halinde bulunmaktır. Bu manalar gönülde, ilahî azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saadete aşk ve muhabbetle eritir.

Aşk ve muhabbetin zuhuru Kainatın efendisine uymakla kabildir. İttiba; yani O'na uymak, uymanın yolunu bilmeye bağlıdır. Bunun için peygamber varisi, maneviyat alimi mürşitlere uymak gerekir. Alimliğini dünya kazancına vesile sayan, makam ve itibar sahibi olmaktan başka hırsı olmayan ilim ehlinden uzak durmak lazımdır. Kendilerim büsbütün musiki ve sema ve raksa veren ve halkın eline bakan dervişlerden uzak durmak icap eder. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına zıt fikirler dinlemekten sakınmak şarttır. İlim tahsilim Allah Rasulü'ne ittibaın zaruri bir sonucu olarak görmek ve ilme bu gözle bakmak tek çıkar yoldur."

Kadı Muhammed, bu vasiyeti alıp okuduktan ve Ubeydullah Ahrar'a veda ettikten sonra Buhara yolunu tuttu. Veda sırasında Ubeydullah Ahrar, kendisine Sa'deddin Kaşgarî'nin oğlu Şeyh Gilan'a verilmek üzere bir mektup daha verdi. Mektupta şunlar yazılıydı: "Bu mektubu getiren zata dikkat edin, alaka gösterin. Onun uygunsuz yabancılarla dolaşmasına mani olun, onu aranıza alın." Kadı Muhammed, elinde bu mektupla yola koyuldu. Buhara'ya varıncaya kadar, başına gelmedik kalmadı. Hummadan göz ağrısına kadar türlü dertlere müptela oldu. Altı tane at değiştirdi. Nihayet Buhara'ya vardı. Fakat karşı konulması imkansız bir cazibe onu Semarkand'a Ubeydullah Ahrar cihetine doğru çekiyordu. Biraz dinlenip kendisini toparladıktan sonra uçarcasına tekrar Semerkand yolunu tuttu. Yolda Taşkent'e uğradı. Orda Şeyh İlyas Aşkî'yi ziyaret etmek istediyse de kitaplarını ve eşyalarını kaybetti. Bunun üzerine bu ziyaretten de vazgeçti ve kendisinin cazibe merkezi olan Semerkant'a, mürşidinin yanına koştu. Şeyhi onu kapıda karşıladı ve "Hoşgeldin, safalar getirdin, merhaba" diye hüsn-i kabul gösterdi.

Ubeydullah Ahrar onda üstün bir istidad sezmişti. Çünkü o, tasavvufun inceliklerim ve ariflerin zarif nükte ve mefhumlarını kavramakta tam bir maharet sahibiydi. Ubeydullah Ahrar hazretleri ince sırları, mürid ve halifeleri içinde en çok onunla konuşurdu. Hatta bazan onun bu konudaki tepkisini ölçmek için şöyle sorardı: "Bizim söylediklerimiz, çocukluğunda anne-babandan, gençliğinde hocalarından öğrendiğin inanç ve bilgilere ters düşmüyor mu? Bu anlattığımız incelikleri kavramada sıkıntı çekmiyor musun?" "Hayır" cevabım alınca da: "Öyleyse seninle bu konuları konuşabilirim." derdi. Aslında büyük mürşitlerin ilmi hakikate dair konuları ancak istidadlı müritlerine anlatmaları adabdandı. Çünkü herkese anlayabileceği dilden konuşmak, anlayabileceği ölçüde anlatmak gerekliydi.

Diri Kedi, Ölü Aslan:

Kadı Muhammed Zahid, şeyhinin hizmetinde bulunduğu yıllarda Semerkant'ta Hoca Zekeriya adlı bir şeyhin kabrini ziyarete gider. Fakat kendisinde bir fevkaladelik hisseder, dayanılmaz bir karın ağrısıyla ayağım türbe kapışma koymuşken, kendini dışarı atar. Şeyhinden izinsiz geldiği için bunların basma geldiğine hükmeder. Adeta irade ve ihtiyarı elinden alınmış bir halde şeyhinin yanına döner. Muhammed Zahid, daha. bir şey söylemeden Ubeydullah Ahrar ona: "Bilmez misin ki, diri kedi, ölü aslandan üstündür" diyerek irşadda, ölmüş şeyhlere değil, hayatta olan mürşitlere bağlanıp rabıta yapılması gerektiğine işaret eder.

Fakirlikle Sınanması:

Ubeydullah Ahrar hazretleri son demlerini yaşamaktadır. Bütün evlatları ve halifeleri etrafını çevrelemişlerdir. ? Kendisinden emaneti teslim alacak Muhammed Zahid de ordadır. Ubeydullah Ahrar der ki:

- "Bizim ihvanımızdan her birinin fakirlik ve zenginlikten birini seçmesi gerekmektedir. Kadı Muhammed, sen bunlardan hangisini seçersin?" O da şu cevabı verir:

- "Ben, sizin bize münasip göreceğinizi seçerim"

Bunun üzerine Ubeydullah Ahrar, muhasiblerinden birine dönerek şöyle buyurur:

- "Mevlana Kadı Muhammed'e dört bin altın verin. O fakirliği seçti. Bu meblağı yanındaki ihvanın geçimi için sermaye yapsın, ihvanın geçim işi zihnini meşgul etmesin."

Kadı Muhammed belki de fakrı ve bilinmezliği ihtiyar ettiği için, hakkında yazılanlar ve bilinenler pek sınırlıdır.

- rahmetullahi aleyh-
 
Üst Alt