Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

(((((((zikir)))))))))

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
ZİKİR


اَلَّذينَ امَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّهِ اَلَا بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
Ra’d / 28. Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اذْكُرُوا اللّهَ ذِكْرًا كَثيرًا () وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَصيلًا
Ahzab / 41-42. Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin.
اَلَمْ يَاْنِ لِلَّذينَ امَنُوا اَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذينَ اُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْاَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
Hadid / 16. İman edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
فَاذْكُرُونى اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوالى وَلَا تَكْفُرُونِ
Bakara / 152. Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!
فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّهَ كَذِكْرِكُمْ ابَاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْرًا فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا اتِنَا فِى الدُّنْيَا وَمَالَهُ فِى الْاخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
Bakara / 200. Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فى خَلْقِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
Al-i İmran / 191. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru !
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Hadislerde Zikir

Hadislerde Zikir

* Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. AIIahu Teâlayı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini "Aradığınıza gelin!" diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar.
Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: "Kullarım ne diyorlar?" "Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana tazim (temcid) ediyorlar" derler.
Rabb Teâla sormaya devam eder: "Onlar beni gördüler mi?" "Hayır!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" "Eğer seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta'zim, çok daha fazla tesbihde bulunurlardı" derler. Allah tekrar sorar: "Onlar ne istiyorlar?" "Senden, derler, cennet istiyorlar." "Cenneti gördüler mi?" der. "Hayır ey Rabbimiz!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" der. "Eğer görselerdi, derler, cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi." Allah Teâla sormaya devam eder: "Neden istiâze ediyorlar?" "Cehennemden istiâze ediyorlar" derler. "Onu gördüler mi ?" der. "Hàyır Rabbimiz, görmediler!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" der. "Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı" derler. Bunun üzerini Rabb Teâla şunu söyler: "Sizi şâhid kılıyorum, onları affettim!"
Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözüne devamla şunu anlattı: "Onlardan bir melek der ki: "Bunların arasında falanca günahkar kul dahi var. Bu onlardan değil. O başka bir maksadla uğramıştı, oturuverdi." Allah Teâla.. "Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki onlarla oturanlar da onlar sayesinde bedbaht olmazlar" buyurur."
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
* Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir yere oturur ve orada Allah'ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise AIIah'tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada AIIah'ı zikretmezse, ona AIIah'tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnada Allah'ı zikretmese, Allah'tan ona bir noksanlık vardır."
* Ebü Müslim eI-Eğarr (rahimehullah) diyor ki: "Ben şehâdet ederim ki Ebü Hüreyre ve Ebü Said (radıyallâhu anhümâ) Resülullah (aleyhissalâtu vesselam)'in şöyle söylediğine şehâdet ettiler: "Bir cemaat oturup Allah'ı zikrederse, mutlaka melekler etraflarını sarar, AIlah'ın rahmeti onları bürür, üstlerine sekine iner ve Allah onları yanında bulunan (büyük melek)lere anar."
* Hz. Ebü Musâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde AIIah zikredilmeyen evlerin misâli, diri ile ölünün misali gibidir."
* Hz. Ebü Hüreyre'nin rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Resülullah (aleyhissalatu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri diyor ki: "Kulum, hakkımda nasıl bir zan yürütürse ben öyleyimdir. O, beni zikredince ben onunla beraberim. O beni içinden geçirirse, ben de onu içimden geçiririm. O, beni bir cemaat içerisinde anarsa, ben de onu, onunkinden daha hayırlı bir cemaatte anarım. O, bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim."
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
* Ebü Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Kim yatağına temiz (abdestli) olarak girer ve uyku bastırıncaya kadar AIIah'ı zikrederse gecenin herhangi bir saatinde uyanıp da AIIah'tan dünya veya âhiret hayırlarından bir şey isterse AIIah Teâla, istediğini mutlaka ona verir."
* Hz. Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: "Kul, kendini Allah'ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha müessir bir ameli işlememiştir."
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
tefsir ışığında

tefsir ışığında

TEFSİR…
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اذْكُرُوا اللّهَ ذِكْرًا كَثيرًا () وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَصيلًا
Ahzab / 41-42. Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin.
Çok zikir, zamanlara üstün gelen, ve takdis (ululama) temcid (Ululama), tehlil (la ilahe illallah sözü) tahmid (Hamd etme, elhamdülillah deme) gibi Allah'a layık zikrin çeşitlerini içine alır. Bununla birlikte zikir çeşitleri içinde tesbih'in (sübhanellah kelimesini söyleyerek Allah'ı ululama) vakitleri içinde sabah ile akşamın özellikle önemi ve faziletine işaret için de ve sabah-akşam O'nu tesbih edin buyurmuştur. Çünkü "tesbih" zikirlerin temeli, sabah ile akşam da meşhur zamanlardır. Bununla birlikte sabah akşam ifadeleri Türkçe'de olduğu gibi Arapça'da da bütün vakitleri içine almakla, devam anlamına kinaye de olur. Öte yandan zikir ve "tesbih" namazı dahi kapsar. Hem kendisi, hem de melekleri üzerinize, "salat" yağdırıyor.
SALAT, Allah'tan rahmet, meleklerden istiğfar, müminlerden dua demektir. Burada aynı fiilin, Allah'a ve meleklerine isnad edilmiş olması açısından rahmet ve istiğfarı kapsayan özel bir yardım mânâsını ifade etmesi gerekir. O'na kavuşacakları gün, öldükleri veya kabirden çıktıkları, yahud cennete girdikleri gün esenlik dilekleri selamdır. Her türlü sakınca, afetlerden selamet, uzaklık haberidir.
Güzel bir mükafat cennet, bir şahit, tanık olmak üzere. Allah'ın birliğine şahit, Allah'a nasıl kulluk edileceğine delil gösterilecek örnek ümmetin, tasdik, yalanlama, uymak veya uymamak gibi durumlarına, amellerine, yarın ahırette ilâhî huzurda tanıklık edecek şahit Allah'ın izniyle bir davetçi, Allah'ın birliğine ve iman vacip olan sıfat ve hükümlerine iman ile rızasına, O'na kavuşmaya, doğru gitmeye çağırıcı, hem de kendi kendine değil, Allah'ın izni ve müsadesiyle yardım ve başarılı kılması ile çağırıcı. Yukarıda "Ey Peygamber! Biz seni tanık müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Ahzab, 33/45) buyrulduğu halde, burada bir de "O'nun izni ile" kaydı ile kayıtlanması, bu çağrının Allah tarafından özellikle yardım olmayınca yapılamayacak gayet zor bir iş olduğuna işaret ifade eder.
Nurlandırıcı, aydınlatıcı parlak bir kandil, cehalet ve şaşkınlık karanlıklarında akılları, gönülleri aydınlatıp doğru yolu gösteren bir ışık Allah'tan büyük bir lütuf. Allah'ın Muhammed ümmetine vaad edilmiş olan lütuf ve ihsanı, başka ümmetlere verilmiş olandan çok fazla ve çok büyüktür.
 

mihr2004

New member
Katılım
23 Ağu 2006
Mesajlar
71
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Zikir Ve Zikir Ehli-1

Zikir Ve Zikir Ehli-1

Konumuzun adı, İslâm’dan ve aynı zamanda Kur’ân’dan kopan kavramlardan ‘Zikir ve Ehli Zikir’

“Zikir nedir?” diye sorduğumuz zaman bize diyorlar ki: “Zikir hatırlamaktır.” “Ehli zikir nedir? Ehli zikir kimdir?” diye sorduğumuzda “Allah’ı hatırlayan ehli zikirdir.” diyorlar. “Ben Kur’ân okuyorum, Kur’ân bir zikirdir. Öyleyse ben Kur’ân okuyan olarak ehli zikirim, zikir sahibiyim.” Kur’ân kültüründen bu kadar yoksun insanlar, insanlara dîn dersi vermekteler.

Bundan belki 20 yıl evveldi. O zaman İstanbul Müftü Yardımcısı bir kardeşimizdi zannediyorum. Doçentti, şimdi profesör oldu. Ehli zikirden kendisine bahsettiğimiz zaman: “Ehli zikir benim, ben Kur’ân okurum. Kur’ân okuyan ehli zikirdir. Çünkü Kur’ân okumak, Kur’ân-ı Kerim’de zikir olarak geçiyor.” dedi. Söylediği doğru, Kur’ân gerçekte Kur’ân-ı Kerim’de “zikir” olarak geçiyor. Kur’ân bir zikirdir. Kur’ân okumak da bir zikirdir. Namaz kılmak da bir zikirdir. Ama asıl zikir Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye tekrar etmektir. İşte eğer insanlar Kur’ân’ı unutmuşlarsa, eğer dîn adamlarımız, dîn öğretenler zikri unutmuşlarsa, kendileri zikir ehli değilse, o zaman zikir ehli olmanın muhtevasını da bilemezler.

Öyleyse evvel⠓Kur’ân-ı Kerim’in en büyük ibadeti hangisidir?” diye soralım ve cevabını verelim. En iyisi bu değil mi? Elimizde doğruyu yanlıştan ayırt eden bir tane furkan var. O tek furkan Kur’ân-ı Kerim’dir. Her şey O’nda yargılanır. Başka nesnelerle Kur’ân yargılanmaz. Her söylenen söz, meselâ hadîsler; uydurma mıdır, mevzu mudur, değil midir, sağlam hadîs midir, senetli midir, sepetli midir? Her neyse, biz detayları bilmeyiz. Allahû Tealâ açık bir şekilde buyuruyor: “Kur’ân furkandır.” Peygamber Efendimiz (S.A.V) de gene açık bir şekilde buyuruyor: “Bir gün Benim hadîslerim tartışılacaktır. Kur’ân’a bakın. Hiç bir hadîsim Kur’ân’a aykırı olmaz.” diyor.

Bu kadar uydurma hadîsin nasıl biraraya geldiğini anlamak gerçekten zor. Çünkü hadîsleri alıp da Kur’ân’la karşılaştırdığımız zaman bir çoğunun geçersiz olduğunu görüyoruz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de bunu çok iyi bildiği için, Kendi adına kim bilir ne kadar hadîsin uydurulacağını evvelden bildiği için ve Allah O’na söylediği için, O da önceden söylüyor bunu: “Benim hadîslerim tartışılacaktır. Kur’ân’a bakınız. Hiçbiri Kur’ân’a aykırı olamaz.” diyor.

Ankebut Suresinin 45. âyet-i kerimesine gelin beraberce bakalım. Allahû Tealâ buyuruyor ki:



29/ANKEBUT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).

Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salatı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salat (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.



Münker, Allah’ın söylediklerinin inkâr edildiği standartlardır. Fuhuş da nefsimizin afetlerine tâbî olduğumuz her olaydır. Nefsimizin afetleri bizi hangi noktada yere yıkmışsa, yenmişse, hangi noktada nefsimize tâbî olup günah işlemişsek işte onların her birisi fuhuştur. Orada ne yapıyoruz? Orada ne yaptığımızı Casiye Suresinin 23. âyet-i kerimesi söylüyor. Allahû Tealâ buyuruyor ki:



45/CASİYE-23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).

Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?



Rab mevkiinde Allah var; emredici, emrine itaat edilen mürebbiye, terbiyeci. Bütün insanları en güzel standartlarda en güzele ulaştıracak olan Allah’tır. Bu insanlar ne yapıyorlar? Allahû Tealâ’nın emirleri var, onları yerine getirmiyorlar. Peki, Allah’ın emirlerini yerine getirmiyorsa neyi yerine getiriyorlar? O anda nefsinin hangi afetiyle alakalıysa o olay, o afetin talep ettiği şeyi gerçekleştiriyor. Hevasını yani nefsinin afetlerini, o olayda kendisine ilâh ediniyor. O olayda, Allah’ı Rab mevkiinden, emir ve kumanda mevkiinden çekip alıyor, nefsinin afetini Rabbinin yerine getiriyor. Onun emrini yerine getiriyor.

İşte Allahû Tealâ böyle insanlar için: “Onlar hevalarını kendilerine ilâh edinenlerdir.” Hevalarını kendilerine ilâh edinen insanları Allah onların ilimleri üzere dalâlette bırakır.” diyor. İşte o âlim geçinen insanların büyük çoğunluğu, kendilerine insanların yazdığı kitaplarla ilim öğretilenlerdir. Asırlardan beri insanlar açıklamalar yapmışlar, itikadî konularda, muamelatta, akaidde, kelamda, her türlü dîni konuda hep insanlar yazmışlar çizmişler. Bunlar bugüne kadar ulaşmış. Ayrı ayrı gruplar tarafından genel kabul görmüş olanlar, az kabul görmüş olanlar, reddedilenler olmuş.

Bir grubun reddettiğini öbür taraf kabul ediyor. Böylece bir karmaşa dînde hüküm sürüyor. İşte ilimleri üzere Casiye Suresinin 23. âyet-i kerimesine göre Allah’ın dalâlette bıraktığı insanlar bulunuyor. Bu insanların işareti şudur: “Allah onların görme hassalarına (basarlarına) gışavet isimli perde çeker.” diyor. Sonra ne diyor? “Allah onların sem’î isimli işitme hassalarını mühürler. Allah onların kalplerini de mühürler.” Yani kalplerindeki idrak hassası da mühürlüdür.

İnsanlar o kadar çok şeyi unutmuşlar ki; kendilerini kurtuluşa ulaştıracak olan herşeyden, şeytan allem etmiş, kallem etmiş ellerini ayaklarını çektirmiş. İşte bunlardan birisi de zikirdir.

Zikir, hatırlamak mânâsına gelir.

1- Allah’ı zikretmek, Allah’ı hatırlamak mânâsına gelir.

2- Tekrar etmek mânâsına gelir. Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah…” diye tekrar etmek mânâsına gelir.

3- Bir mefhumun, bir kelimenin daha evvel geçtiğini, kullanıldığını da ifade etmekte de kullanılır. Mesel⠓Yukarıda mezkur olan bu kelime.” cümlesi “Yukarıda zikredilmiş olan.” demektir. Yukarıda yazılmış olan şimdi hatırlatılıyor.

Zikir Allahû Tealâ’nın isminin “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye tekrarının da adıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın adını “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye zikretme müessesesi farz mıdır? Evet. Bu zikir, devamlılığı açısından zikir adını alır. Bu, günün bir kısmında Allah’ı ara sıra zikretmektir ve üzerimize farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:



73/MUZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Rabbinin (Allah'ın) ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O'na (Allah'a) dön (ulaş, vasıl ol).



Zikrin Allah ismi kullanılarak gerçekleştirilmesi konunun temelidir. “ve tebettel ileyhi tebtîlâ: Herşeyden kesilerek Allah’ı zikret. Allah’a doğru yola çıkarak Allah’a ulaş.”

Allahû Tealâ bu ulaşmanın zikirle gerçekleşeceğini, Muzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde anlatıyor: “Allah’ın ismini zikret, Rabbinin ismini zikret.”

Rabbimizin ismi El-İlâh’tır. ‘El-İlâh’ kelimesi Türkçemizde “Allah” olarak değerlendirilir. Arapça’da da öyle. Öyleyse Allahû Tealâ, Allah kelimesinin tekrarıyla zikretmemizi istiyor. “Rabbinin ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.” Allah’a ancak bu yolla ulaşılabileceğini anlatıyor. Bu yolda bir faktörün kullanılacağını, onun adının da zikir olduğunu söylüyor. Yani bir insanın ruhunu Allah’a ulaştırabilmesi “Allah, Allah, Allah…” diyerek Allah’ın ismini ardarda tekrarıyla mümkündür.

Gördük ki ara sıra zikretmek farzdır. Hem de bu farz, Muzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde ruhunuzu Allah’a ulaştırıncaya kadar çoğalan bir hüviyet kazanıyor.
 

mihr2004

New member
Katılım
23 Ağu 2006
Mesajlar
71
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Zikir Ve Zikir Ehli-2

Zikir Ve Zikir Ehli-2

Peki, günün yarısından fazla zikretmek, her gün Allah’ı çok zikretmek, zikirsiz geçen zamandan daha fazla zikretmek üzerimize farz mıdır? Evet, o da farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:



33/AHZAB-41: Yâ eyyuhellezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).

Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.



“Öyle seviyede bir zikirle zikredin ki; bu çok zikir olsun, günün yarısından daha fazla zikir olsun.” Peki, yolun sonu nereye ulaşır? Yolun sonu daimî zikre ulaşır. Ulaşmanız lâzım gelen hedef daimî zikirdir. O zaman insan olarak yaratılmanın o müstesna saadetini bütün boyutlarıyla yaşarsınız. Siz insansınız, kâinattaki en üstün varlıklar.

Peki daimî zikir de üzerimize farz kılınmış mıdır? Evet. Allahû Tealâ buyuruyor ki:



3/AL-İ İMRAN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

O (Ulûl’elbab) ki; (lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından koru.”



Üç halde bulunabilirsiniz: Ya şu anda bizim oturduğumuz gibi oturuyorsunuz, ya bulunduğunuz yere yürüyerek geldiniz ve geldiğiniz gibi ayaktasınız, bir de gece yattığınız gibi yatıyor halde olabilirsiniz. Üç tane hal; ayakta olmak, oturuyor olmak, yatıyor olmak. Bir dördüncüsü yok. Allahû Tealâ üç halin üçünde de zikretmenizi istiyor.

Öyleyse bütün insanlar için çok zikir farz olduğu gibi neticede daimî zikre ulaşmak, daimî zikrin sahibi olmak, o da farzdır. Bir insan üç halde bulunabilir: Ayaktadır, oturuyordur, yan üstü yatıyordur.

Yan üstü yatmamız emrediliyor. Acaba yan üstü yatmanın zikirle bir alakası var mıdır? Kesin. Yatağınızı öyle bir şekilde dizayn etmelisiniz ki; kıble sağ tarafınızda kalmalı. Öyle bir şekilde uyumalısınız ki; yüzünüz sağ tarafa dönmeli, yan üstü yatmalısınız. Yüzünüz sağ tarafa yani kıbleye doğru olmalı ve sağ kulağınız yastıkta olmalı. Birazcık sağ kulağınızı yastığın üzerinde sağa sola oynatmanız gerekiyor. Bunu oynatmaktan muradınız nedir? Kulağınıza basınç sebebiyle kalbinizin atış ritmi ulaşacaktır. Bu yastığın üzerindeki o vaziyetinizi değiştirmeyin. Kalbinizde atan toplardamarın ve atardamarın ardarda vücuda getirdiği ses, birbiri arkasından gelir. Allah kelimesini “Allah, Allah, Allah…” diye kalbiniz tekrar etmektedir. İşte siz de uyumaya niyetlendiğinizden itibaren içinizdeki sesle buna iştirak edeceksiniz. Dilinizi kımıldatmayacaksınız. Ses de çıkarmayacaksınız. O sese paralel olarak dilinizi kımıldatmadan, ses de çıkarmadan kalbinizdeki sesle, kalbinizin sesiyle Allah’ın ismini tekrar edeceksiniz. Allah kelimesini söyleyeceksiniz. Ama diliniz kımıldamayacak. Allah kelimesini söyleyeceksiniz ama sesiniz çıkmayacak. Şimdi iç sesinizle dilinizi kımıldatmadan “Allah” deyin, ısırın dilinizi. Allah kelimesini defaatle söyleyebildiğinizi gördünüz. İşte ses çıkarmadan dilinizi de hareket ettirmeden, Allah kelimesini o zaman kalbinizin atışına paralel söyleyebilirsiniz. Kısa bir zaman sonra kalbinizin ritmiyle sesiniz eşitlenir.

İşte böyle bir olayı, kalbinizin sesini iç sesinizle gerçekleştirdiğiniz zaman, dilinizi kımıldatmadan zikirle uyuyun. Bir gün uyandığınız zaman da zikrinizin devam ettiğini göreceğiniz bir zaman parçası mutlaka oluşacaktır. Bir yere mutlaka ulaşacaksınız. İşte orası daimî zikirdir. Daimî zikir, kalbinden zikir yaparak uyuyan kişinin, uyandığı zaman kalbindeki zikrin devamını duyuyor olması halidir. Bu demektir ki uyuduğu sürece o kişinin kalbinin sesi hep “Allah, Allah, Allah…” diye dili kımıldamadığı halde devam etmiştir. İşte daimî zikir budur. Yatana kadar hep Allahû Tealâ’yı zikretmek, yatarken zikirle yatmak, işte bu daimî zikirdir. Bütün sahâbe daimî zikrin de sahibi olmuşlardır. Hem zikretmişler hem de daimî zikrin sahibi olmuşlardır.

Gördük ki zikir de farzdır, çok zikir, günün yarısından fazla zikir de farzdır, daimî zikir de farzdır. Gene gördük ki zikir Kur’ân-ı Kerim tilavetinden de namazdan da üstün bir ibadettir. Eğer size derlerse ki “Dînin direği namazdır.”, diyeceksiniz ki: “Doğrudur, dînin direği namazdır. Ama Allah’ı zikretmek dînin çadırıdır.” Öyleyse çadırsız bir direk yeterli olmaz. Allahû Tealâ Ankebut Suresinin 45. âyet-i kerimesinde açık bir şekilde buyuruyor ki:



29/ANKEBUT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).

Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salatı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salat (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.



Allahû Tealâ; “ve le zikrullâhi ekber, Allah’ı zikretmek daha büyüktür.” diyor. Neden “Kuran’ı Kerim tilaveti olan zikirden daha büyüktür? Namaz adı verilen zikirden, ondan da daha büyüktür. En büyük ibadet Allah’ı zikretmektir.” buyuruyor?

Bizim sevgili dîn adamları namazı da zikir olarak kabul ettikleri için bu “ve le zikrullâhi ekber” ifadesini “Namaz en büyük ibadettir.” diye almışlar. İslâm’ın beş şartı arasında biliyorsunuz ki zikir yok. Ona ayak uydurabilmek için böyle bir ayak oyunu yapmışlar ve Kur’ân-ı Kerim’in bütün temel hükümlerini altüst etmişler.

Allahû Tealâ nefsinizi tezkiye etmeyi üzerinize farz kılıyor. Ruhunuzu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı üzerinize farz kılıyor. Allah’a ulaşmayı dilemek kaydıyla, bu ulaştırmayı Allahû Tealâ Kendisinin gerçekleştireceğini de garanti ediyor. Biz insanlardan istediği şey Allah’a ulaşmayı dilememiz. Allahû Tealâ ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı üzerimize farz kılıyor. Allahû Tealâ buyuruyor ki:



73/MUZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).

Rabbinin (Allah'ın) ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O'na (Allah'a) dön (ulaş, vasıl ol).



Yani “Bu zikirle ulaşacaksın.” diyor. Öyleyse zikrin bizim ruhumuzu Allah’a ulaştırıcı bir hüviyeti olması lâzımdır. Nedir bu? Allahû Tealâ buyuruyor ki:



34/SEBE-2: Yalemu mâ yelicu fîl ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mines semâi ve mâ yarucu fîhâ, ve huver rahîmul gafûr(gafûru).

(O, Allah) yere gireni ve ondan çıkanı, semadan ineni ve oraya yükseleni bilir. Ve O, Rahîm’dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden), Gafûr’dur (mağfiret eden, günahları sevaba çeviren).



Allah’ın katından gelen, yere giren, yerden çıkan, tekrar Allah’ın katına yükselen bu nesneler; nötrinolar, enerji partikülleridir. Bunlar Allah’ın katından gelirler, enerji yüklüdürler. Elektrona ulaşırlar. Elektronu döndürürler, ona spin verirler ve tekrar geriye dönerler. İşte bu sebeple Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Kâinatta hiç bir zerre yoktur ki her an Allah’ın adını tesbih eder olmasın. Ama siz bunu anlayamazsınız.”



17/İSRA-44: Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn(fîhinne), ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum, innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûren).

7 kat gökler ve yeryüzü ve onlarda bulunanlar, O’nu (Allah’ı) tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen birşey yoktur.Ve fakat onların tesbihlerini siz fıkıh edemezsiniz (anlayamazsınız, idrak edemezsiniz). Muhakkak ki; O, Hakîm’dir, Gafûrdur (mağfiret edendir).



Bu en küçük zerrenin adı bugünkü tabirle elektrondur. Bu elektronların her birisi mutlak olarak dönerler. Kendi spinleri vardır. Bu spin sayısınca dönerler ve her dönüşlerinde kendi lisanlarıyla Allah kelimesini tekrar ederler. Ama biz onun “Allah” kelimesi olduğunu anlamak yeteneğinin sahibi kılınmamışız.

İşte Allahû Tealâ’nın dizaynı. Bu gökten inen, yere giren, yerden çıkan, tekrar Allah’a geri dönen şey, nötrinolardır. Öbür taraftan, rahmet, fazl ve salâvât ismindeki üç ayrı nur vardır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:



24/NUR-21: Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).

Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).



Allahû Tealâ: “Siz nefsinizi tezkiye edemezsiniz, Allah tezkiye eder.” diyor. Acaba Allahû Teal⠓nefsi tezkiye etmek” demekle neyi kastediyor? Nefsinizin kalbinin yarısından fazlasını Allah’ın nurlarıyla dolmasını kastediyor. O nokta, nefs tezkiyesi noktasıdır. Allah ile olan ilişkilerinizde nefsin tezkiyesidir.

Allah’a ulaşmayı diliyorsunuz. Allah size Rahîm esmasıyla tecelli ediyor. Kör, sağır ve dilsiz bir insanken insanlar, gören, işiten ve idrak eden oluyorlar. Kimi gören, işiten ve idrak eden? İrşad makamını gören, işiten ve idrak edenler oluyorlar.

İrşad makamını irşad makamı olarak görmeye başlayan, onun söyledikleri irşad makamının sözleri olarak yerli yerine oturtabilen, idrak eden ve kalbine indirip onun mânâsını yerli yerine koyan, oturtan kişinin kalbine Allahû Tealâ ulaşıyor. Kalbini Allah’a çeviriyor. Sonra o kişinin göğsünü yarıyor, şerh ediyor. O kişiyi teslimlere hazırlıyor. Bu maksatla ruhun, vechin, nefsin, iradenin teslimi için o kişinin göğsünden kalbine nur yolu açıyor. Nur yolu açılınca Allah’ın katından ikişer ikişer nurlar gelecektir. Allah’ın katından bu nurları nefsin kalbine getirecek, celbedecek olan ibadetin adı zikirdir. Kur’ân-ı Kerim’in en büyük ibadetidir. Namazdan da, Kur’ân-ı Kerim tilavetinden de daha büyük bir zikirdir, zikirlerin en büyüğüdür. (Ankebut-45)

Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Kim Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona şeytanı musallat deriz.”



43/ZUHRUF-36: Ve men ya’şu an zikrir rahmâni nukayyıd lehu şeytânen fe huve lehu karîn(karînun).

Ve kim Rahmân’ın zikrinden yüz çevirirse, şeytanı ona musallat ederiz. Böylece o (şeytan), onun yakın arkadaşı olur.



Nefs tezkiyesi şeytanın musallat olmaması açısından son derece önemlidir.

Allahû Tealâ: “nukayyıd lehu şeytânen ona şeytanı musallat ederiz.” buyuruyor.

Zamanımızda unutulmuş olan zikir müessesesi ne sağlar? Eğer kişi bu safhalardan geçmişse, Allah onun göğsünü yarmışsa, göğsünden kalbine nur yolu açmışsa ne oluyor? En’am Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:



6/EN’AM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrehu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).

Öyleki Allah, kimi O’na (Allah’a) ulaştırmayı dilerse onun göğsünü İslâm (Allah’a teslim) olması için yarar (göğsünden kalbine nur yolu açar). Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine pislik (azap, darlık, güçlük) verir.



Şerh etmek, yarmak demektir. Allahû Tealâ, kişinin kalbini niçin yarıyor? Allah’ın katından gelen, rahmetle fazl ve rahmetle salâvÂt nurlarının; iki çift nurun, o kişinin kalbine ulaşması için. Allahû Tealâ bu ulaşmayı, sadece bir çift nurun geldiği noktadaki ulaşmayı Zumer Suresinin 22. ve 23. âyet-i kerimelerinde şöyle açıklıyor:



39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).

Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur. Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlettedirler.

39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).

Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (rahmet-fazl ve rahmet-salâvât), Kitab'a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sukûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.



Allah: “Kitab’a müteşabih olarak ihdas ettiklerini ikişer ikişer indirir.” diyor. Bunlardan biri rahmetle fazl, ikincisi rahmetle salâvâttır. Rahmet nurları kargo uçaklarıdır. Aynı zamanda da nur hüviyetindedirler. Fazl ve salâvât ise uçakların taşıdığı yüktür.

O kişi zikir yapıyor. Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurları, o kişinin göğsüne giriyor. Allah’ın göğsünden kalbine açtığı yolu izleyerek, yarıktan girerek, kalbe ulaşıyor. Kalbin içine sadece %2’ye kadar rahmet sızabiliyor.
 

mihr2004

New member
Katılım
23 Ağu 2006
Mesajlar
71
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Zikir Ve Zikir Ehli-3

Zikir Ve Zikir Ehli-3

Allah’a ulaşmayı dilemiş, henüz mürşidine ulaşmamış bir kişide Allah işlemlerini gerçekleştirmiştir. O kişinin kalbinin nur kapısını Allah’a çevirmiş, göğsünü yarmış, göğsünden kalbine nur yolu açmış, kişiyi mürşidine ulaşacak hale getirmiştir. İşte bu noktada bu kişi zikir yapıyor. Zikir yaptığı zaman Allah’ın katından sadece rahmetle fazl isimli iki nur o kişinin göğsüne geliyor. (Henüz rahmetle salâvât nurları gelmiyor.) Göğsündeki yarıktan geçerek kalbe ulaşıyor. Kalbin içine rahmet nuru girmeye başlıyor. Bu rahmet nuru %2’ye ulaştığı zaman, o kişi huşû sahibi oluyor. İlk %2 nur, rahmet nurudur. Gelen nurların öncüsü rahmet nurudur. Neden? Çünkü bu işlem Allah’ın Rahîm esmasıyla tahakkuk ediyor. İşte Yusuf Suresinin 53. âyet-i kerimesinde Hz. Yusuf buyuruyor:



12/YUSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûı illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).

Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Çünkü nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret (günahları sevaba çeviren) edendir, Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen, rahmetiyle nefsleri tezkiye ve tasfiye eden).



Ne zaman Allah’ın bir kişiye Rahîm esmasıyla tecellisi başlar? Allahû Tealâ, o kişi sadece Allah’a ulaşmayı dilediği zaman Rahîm esmasıyla tecelliye başlar. Bu tecelli kişide, 7 tane furkan oluşturur. Bu 7 furkan ile kör, sağır ve dilsiz olan o kişinin görmesi mümkün olmuştur, işitmesi mümkün olmuştur ve irşad makamını idrak etmesi mümkün olmuştur. Buradaki körlük, sağırlık, dilsizlik ve idraksizlik manevî alandaki olaylara yöneliktir. Kişinin kalbine %2 rahmet nuru girdiği zaman, o kişi mürşidine ulaşmak için gerekli olan standarda sahiptir. Huşû sahibi olmuştur ve hacet namazını kılar. Bu noktada olan kişiye Allah mutlaka mürşidini gösterir. Allahû Tealâ mürşidini kime gösteriyor? Allahû Tealâ’dan 12 tane ihsan alan kişiye gösteriyor.

Mürşide ulaşan kişi o mürşide tâbiiyetini gerçekleştiriyor. Tâbiiyet gerçekleşir gerçekleşmez, Allahû Tealâ kişinin kalbine îmânı yazıyor, başının üzerine de devrin imamını gönderiyor. Neden? Devrin imamının ruhu o kişinin ruhuna diyor ki: “Senin Allah’a mülâki olma günün, yevm’et telâkın geldi, vücudu terk et Allah’a geri dön. İşte Allah’ın sana verdiği temel emir budur. Sen bir emanetsin. Allah’ın Zat’ına dönmek mecburiyetindesin. Senin görevini biz üstleneceğiz.” Devrin imamının ruhu Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesine göre kişinin başının üzerine gelip yerleşiyor.



40/MU'MİN-15: Refîud derecâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah'a ulaşmayı dilediği için Allah'ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah'a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah'ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.



İşte bu noktada kişinin nefs tezkiyesine başlaması söz konusudur. Bu kişi mürşide ulaştıktan sonra “Allah, Allah, Allah,…” diye ister sesli, ister sessiz zikretsin ama elindeki tesbihle beyaz bir örtünün altında (bunun adı “vird”dir) zikre başlayınca, Allah’ın katından, rahmetle fazl ve rahmetle salâvât isimli iki gurup nur gelir. Bu nurlar göğse gelirler. Göğüsten şifreli yolu takip ederek kalbe ulaşırlar ve kalbin içine girerler. Allahû Tealâ Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre kalbinin içine îmânı yazar ve o kişinin üzerine Allah’ın katından nur gönderilir:



58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullah(hizbullahi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden evvel Allah’a ulaşma gününe) îmân eden kavmi, Allah’a ve resûlüne karşı gelenlerle sevişir bulamazsın. Velev ki; onlar, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya aynı aşiretten olsun. Onların kalplerine îmân yazılır. Ve onlar, Allah’ın katından (orada eğitilmiş olan) bir ruhla (devrin imamının ruhunun başlarının üzerine yerleşmesi ile) desteklenirler ve altlarından ırmaklar akan cennetlere konurlar. Orada ebediyyen kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdırlar. İşte onlar, Allah taraftarıdırlar. Ve muhakkak ki; Allah, taraftarları kurtuluşa (felâha) erenlerdir.



Allahû Tealâ’nın katından gelen ruh, o kişinin başının üzerinde yerini alır. O kişinin ruhu vücudundan ayrılır ve kişi hangi mürşide tâbî olmuşsa onun dergâhına ulaşır. Orada kısa bir zaman kaldıktan sonra ana dergâha ulaşır ve ana dergâhtaki 10’arlık sıralardan birinde yerini alır.

Kişi zikri arttırmaya başlar. Nefsin kalbinde %7 nur birikince, ruh zemin kattan 1. kata ulaşır. İkinci defa %7 nur birikiminde 2. kat, 3., 4., 5., 6., 7. defa %7 nur birikimlerinde ruh 7. kata ulaşır. 7. katın 7 tane âlemini sağdan sola doğru geçer ve Sidretül Münteha’ya ulaşır. Oradan da Allah’ın Zat’ına ulaşır ve Allah’ın Zat’ında yok olur. Ulaştığı nokta 21. basamaktır, yok olması 22. basamaktır. Allahû Tealâ buraya kadar olan bütün konuları kim Allah’a ulaşmayı dilemişse garanti etmiştir.

Alahû Tealâ: “Siz sadece Bana ulaşmayı dileyeceksiniz. Sizin ruhunuzu kendime Ben ulaştıracağım. Ama bunun için zikir yapmanız şart. Eğer zikri sevmezseniz, namazı sevmezseniz, orucu sevmezseniz, bunları Ben size sevdireceğim.” diyor. Çünkü garanti ediyor. Garanti ettiğine göre mutlaka sevdirecek. Çünkü Allah’ın başarmaması mümkün değildir. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişinin ruhu mutlaka Allahû Tealâ tarafından Kendisine ulaştırılır.

14. basamakta başlayan bu olay, nefsin kalbinde 7 defa %7 defa fazl birikimiyle; Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye, Tezkiye kademelerini geçmek, nefs tezkiyesini oluşturur. Ve ruh 7 tane gök katını aşarak Allah’ın Zat’ına ulaşır. Bu vuslattır. Ruh Allah’a vasıl olmuştur. Allah’ın Zat’ında yok olur.

21. basamak ulaşma, 22. basamak ruhun Allah’a teslimidir. Bu noktadaki zikir 33 bin zikirdir. 7 tane gök katı aşılmıştır. Bu kişinin 1. gök katına kadar olan zikri 15 bindir. Ondan sonra ikişer bin ikişer bin yükselir. 17, 19, 21, 23, 25, 27, 29, 31, 33 bin zikirde ruh Allah’a ulaşır. Bu teslimlerden birincisidir. Kişi henüz 33 bin zikirdedir.

Zikrini arttırabilirse o kişi günün yarısından daha fazla zikre ulaştığında zühd sahibi olacaktır, zahid olacaktır. Nefsinin kalbinde %81 nur birikimini sağladığı zaman o kişinin fizik vücudu Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren bir form kazanır. Yasak ettiği hiç bir fiili işlemez. Ama nefsinin kalbinde hâlâ %19 karanlık vardır. Bu kişi zikir ehli olmuş mudur? Hayır, olmamıştır. Daha çok zikredecektir. Daimî zikre ulaşacaktır. Daimî zikre ulaştığı zaman o kişinin adı ulûl’elbabtır. Allahû Tealâ şöyle buyuruyordu:



3/AL-İ İMRAN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

O (Ulûl’elbab) ki; (lübblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), onlar ayakta iken, otururken ve yan üstü yatarken (hep) Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. (Ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen, bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Seni tesbih (tenzih) ederiz. Bizi, ateşin azabından koru.”



“Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim, ulûl’elbab için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.”

Öyleyse ulûl’elbab dediğimiz kişiler daimî zikrin sahipleridir. Gördük ki daimî zikir farzdır. Gördük ki daimî zikrin sahipleri ulûl’elbabtır. Öyleyse bunların adı nedir? Bunların adı ehli zikirdir. Allahû Tealâ: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” diyor. İşte Allahû Tealâ’nın bu ifadesi aslında çok önemli bir şeydir. Bizim zamanımızın sevgili dîn adamlarının da hiç anlayamayacağı bir şeydir. Bu kafayla giderlerse hiç yaşayamayacakları bir şey. Zikir ehli daimî zikrin sahibi olan kişidir. Daimî zikrin sahibi olan kişinin 7 özelliği vardır:

<!--[if !supportLists]-->1- Bu kişi daimî zikrin sahibidir. <!--[endif]-->

Daimî zikrin sahibi olursa ne olur? O kişinin kalbinde hiç afet kalmaz. Neden? Çünkü Rabbanî kapı açıktır. Oradan rahmet nurları, fazl ve salâvât nurları kalbi her an pırıl pırıl aydınlık tutarlar. Rahmet fazl ve salâvât nurları zülmanî kapıya kadar inen Rabbanî kapıdaki mührün, zülmanî kapıyı kapatmasını sağlar. Bu nurlar ardarda onun üzerine baskı yaparlar. O kapıyı kilitleyecek noktaya onu ulaştırırlar. Bu zikirlerin neticesi olan nurların oraya baskısı sebebiyle kalbin zülmanî kapısı devamlı kapalıdır. Kalp de %100 nurlarla dolmuştur. Zülmanî kapı kapalı olduğu için tekrar oraya dönmesi hiçbir zaman mümkün değildir. O kişi hayatta olduğu sürece daimî zikrin sahibi olacaktır.

Öyleyse kişi daimî zikrin sahibidir.

<!--[if !supportLists]-->2- Kalbi %100 pırıl pırıl Allah’ın nurlarıyla doludur. <!--[endif]-->

<!--[if !supportLists]-->3- Allah onun kalp gözünü mutlaka açar. <!--[endif]-->

<!--[if !supportLists]-->4- Allah onun kalp kulağını mutlaka açar. Allahû Tealâ, kişinin durumuna göre birçok şeyler gösterir.<!--[endif]-->

Bu dört temel şart kişiye, üç tane de vasıf şartı kazandırır. Bunlara sonuç şartı da diyebiliriz:

<!--[if !supportLists]-->1- Ehli tezekkür olmak. O kişi ehli zikir, ehli tezekkür olmuştur. Allah ile her zaman her konuyu konuşabilir. <!--[endif]-->

<!--[if !supportLists]-->2- O kişi ehli hayır olmuştur. Daimî zikrin sahibi olduğu için daima zikretmektedir. Devamlı derecat kazanmaktadır. Hiç derecat kazanmadığı bir nokta yoktur. Hem de daima 1’e 700 kazanacaktır. <!--[endif]-->

<!--[if !supportLists]-->3- Kişi ehli hikmettir. Hikmet ehlidir. Âyetlere baktığında o âyet 28 basamağın hangisine tekabül ediyorsa onu derhal görür. Hangi basamağa ait olduğunu hemen söyler. Bu yetkinin sahibidir. Eğer bu kişi hakem veya hâkim olursa o zaman da mutlaka kararlarını adaletle verecektir. Çünkü mutlaka Allah’tan sorarak neticeye gider. <!--[endif]-->



Allahû Tealâ buyuruyor:



21/ENBİYA-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler) den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.


“İşte ehli zikir olan kişi odur; “fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn” buyuruyor. “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” Zikir ehlinin Kur’ân’daki adı ulûl’elbab’tır. Lübblerin sahipleridir. Gördük ki lübblerin sahipleri ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredenlerdir.

Görüyorsunuz mozaiğin bütün kareleri yerli yerine oturuyor. Herşey yerli yerinde. İşte böyle bir dizaynda kişi daimî zikrin sahibi olmuştur, ehli zikir olmuştur. Allah ile her zaman konuşur. Şimdi bu hüviyetin neyi içerdiğine bakalım. Allahû Tealâ buyuruyor ki:



3/AL-İ İMRAN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih(te’vîlihi), ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).”

O (Allah) ki; Kitab’I, sana O indirdi. O'ndan bir kısmı muhkem (mânâsı açık, yorum götürmez, şüphe kabul etmez) âyetlerdir ki; bunlar, (Levhi Mahfuz’daki) ümmülkitapta (yer alan açık ve kesin âyetler)dir. Diğerleri ise müteşabih (mânâsı kapalı, açıklama isteyen) âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik (ve döneklik) bulunanlar, fitne çıkarmak ve (kendi yararına uygun) tevîlde (yorumda) bulunmak istedikleri için o (Kitab’)ın müteşabih olan kısmına uyarlar. Halbuki onların tevîlini, kimse bilmez ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olan RASİHUN (rüsuh sahipleri) ise derler ki: “O’na îmân ettik, hepsi de Rabbimiz katından (indirilme)dir.” Bunu kimse tezekkür edemez ancak ulûl'elbab tezekkür edebilir.


İşte o ulûl'elbab, daimî zikrin sahipleri bunu tezekkür edebilir. Neden? Çünkü onlar ehli tezekkürdür, ehli zikirdir. Allah’tan soracak, cevabını alacaktır.

Kur’ân’da unutulan iki kavram, hem zikir kavramı yok olmuş hem de ehli zikir kavramı yok olmuştur. Öyle ki, hep o sevgili kardeşimizi hatırlarız, şimdi profesör olan o sevgili kardeşimizi. Diyor ki: “Ben Kur’ân okurum, ben de ehli zikirim. Kur’ân bir zikirdir, öyleyse ben de ehli zikirim.” Sözlerimizi bir kulağından giriyor, öbür kulağından çıkıyor. Allahû Tealâ bu zavallı insanlara ilim versin diye dua ediyoruz inşaallah. Asıl önemlisi hidayet versin.

Ne yazık ki dîn adamları kadrosunu oluşturanların büyük, çok çok büyük bir kısmı Allah’ın âyetlerinden haberdar değiller ve kendilerini âlim olarak değerlendiriyorlar ama aslında gerçekten acınacak durumdalar. Ateşe çağıran imamlar durumundalar. Allahû Tealâ taksiratlarını affetsin.

Zikir ve ehli zikir müessesesini, Kur’ân’dan kopan bir büyük hakikati beraberce tezekkür ettik. Bizim şu üniversitelerimizdeki öğretim kadrolarına baktığınız zaman, daimî zikrin sahibi olan hiç kimseye rastlayamazsınız. Hatta zikredenler nadirdir. Sanki Kur’ân-ı Kerim onlar için inmemiş. Sanki Allahû Tealâ: “Daimî zikre ulaşın.” dememiş. Diyorlar ki: “Biz görevimizi yaparız. Sen bize karışma.” Bizim karışmamız onların söylediği mânâda bir karışma değildir. Biz Allah’ın emirlerine davet ediyoruz ki bu emirlerden birisi de zikirdir ve daimî zikirdir. Öyleyse Allah davet ediyorsa, bugün biz Allah’ın davetini açıklamakla vazifeli olan kişiyiz. Hidayeti Allahû Tealâ uhdemize verdi. Öyleyse bundan sorumlu olan biziz. Dîn adamlarının da hidayetin dışında kalması bizim onlara da ihtarda bulunmamıza sebebiyet verecektir. Nitekim bu gerçekleşmiştir.

Birkaç yılda hidayetin yalnız bu ülkede değil, Türkiye’de değil bütün dünyada öğrenildiğine şahit olacaksınız. Güç devre tamamlandı, hidayet çağına giriş tamamlandı. Artık gelişme çağındayız.





İmam İskender Ali M İ H R
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Namazin Zikir Ve Tevbe Buudu

Namazin Zikir Ve Tevbe Buudu

Soru: "Beni (zikir) hatırlamak için namaz kıl" ayetindeki namaz ile zikir arasındaki münasebeti biraz açar mısınız?
Zikir, mümini Allah'a en seri şekilde yaklaştıran bir ibadet ve gaflet bulutlarını dağıtan en tesirli bir rüzgardır. Zikir; anma-hatırlama ve insanın hayatı duyarak yaşaması ya da varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah'a ait bir mesaj alması demektir. Bu mânâda zikir ile namaz arasında sıkI bir irtibat söz konusudur. Hatta diğer ibadetlerdeki zikir, namazdaki zikrin yanında ancak, tâli bir mübarekiyeti hâizdir. Zaten o ölçüde Allah'ı hatırlatacak ve insanın görme, düşünme, anlama ve değerlendirme ufkundan gafleti izale edecek başka bir ibadet olsaydı, Allah, namazın yerine o ibadeti emir ve tavsiye buyururdu.
Namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur'ân-ı Kerim, "ve ekimi's-salate lizikrî; Beni hatırlamak için namaz kıl" (Taha, 20/14) ayetiyle bu hakikati hatırlatır. Evet, ayette de ifade edildiği gibi hatırlama (zikır) ile namaz arasında sıkı bir münasebet vardır. Namazın bu ölçüdeki öneminden ötürü Kuı'an'da Allah (c.c), günde beş vakit namazı sık sık vurgulamıştır.
Oruç, gizli bir ibadettir ve oruçlu bir kimsenin oruçlu olduğunu kimse bilemez. Vakıa oruç, gizliliğinden ötürü nezd-i uluhiyette de ayrı bir hususiyet arz eder ki, Allah (c.c), onu da kudsî bir hadisiyle tebcil ederken, "Oruç bana aittir ve mükafatını da ben veririm" buyurur. Ancak eğer Allah (c.c), oruçta da namazdaki zaruri temadî söz konusu olsaydı, bize savm-ı Davud gibi gün aşın oruç tutmayı farz kılardı. Bu itibarla denebilir ki, namazın bu çok güçlü hatırlatma tesiri, kat'iyen başka bir ibadette mevcut değildir. Belki cuma namazı veya hac gibi küllî ibadetlerde böyle güçlü bir tesirden söz edilebilir ve bunların hatırlatıcılığı önemli seviyede bir zikir sayılabilir. Ancak, bunlar dahi namaz gibi her gün ve aynı zamanda günde beş defa olmadığı için namazın yerini tutmaları mümkün değildir.
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
devamı

devamı

Namaz, insanları günahlardan arındıran ve ondaki isi-pası temizleyen bir kurna gibidir. Her gün onda beş defa yıkananlar günahlarından arınır ve tertemiz hale gelirler. "Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah'ı) ananlar için bir hatırlatmadır." (Hûd, 11/114) ayeti, bu gerçeği delillendirmektedir. Bu ayetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenat teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca âyet-i kerimenin sonunda, "Zâlike zikrâ li'z-zâkirîn; İşte bu, Allah'ı ananlar için bir hatırlatmadır" denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.
Zikir ile namaz münasebetini bu şekilde tesbit ettikten sonra, tevbe ile namaz arasındaki irtibata gelince; tevbe, kişinin Allah'a yönelmesi ve kendi içini Allah'a (c.c) açıp dökmesidir. Tevbe, Allah'ın, bizim mahiyetimize dercettiği günahlarla deformasyona uğrayan temiz ve latif duygularda, yeniden bir yapılanma meydana getirme ameliyesidir.
Her günah işleyen insan, sevaptan yüzünü çevirip küfre doğru bir adım atmış sayılır. Evet Üstad Hazretleri'nin de ifadeleriyle "Her günah içinde küfre giden bir yol vardır." Öyleyse her günah işleyen, bir adım Allah'tan uzaklaşmış ve bir adım da şeytana yaklaşıyor demektir. Tevbe ile insan, "Eyledim hadsiz günah, nihayet tasmalı boynumla döndüm sana hâhî" diyerek, tekrar Allah'a dönmüş olur ki, böyle bir insan aynı zamanda seyyiatını da hasenata çevirmiş sayılır. Üstad'ın yaklaşımı ile tevbe, insanı sürekli kötülüklere açık olan kabiliyetlerini, hayra tevcih etmektedir ki, bu da potansiyel olarak insanın hayır yapması demektir. İşte namazda da bu durum söz konusudur. Zira namaz, insanda gerçek mânâda bir tevbe şuuru meydana getirir. Her ne kadar insan, günde beş defa kavlî olarak tevbe etmese bile, onun kılmış olduğu namazlar, fiilî bir tevbe yerine geçmektedir. Kaldı ki, namazda okunan evrad u ezkarda, tevbe-istiğfar mânâsı taşıyan birçok dua ve ayetler vardır. Mesela; mümin namaza, "Allahu ekber" sözüyle başlamaktadır. Allahu ekber'le başka işlerden kopma ve kesilme adına âdeta eldeki fikir ve şuur balyozu malâyanî şeylerin üzerine indirilmekte ve Allah (c.c)'a teveccüh edilmektedir. Evet namazda, masivadan kopma ve Hakk'ın davetine icabet edip, ' O'na yönelme söz konusudur. Ne var ki, böyle bir teveccühü, herkes ancak kendi kamet-i kıymetine göre gerçekleştirebilmektedir.
Daha sonra "Subhanekallahümme ve bihamdik" gelir ki, bu, makam-ı cem'in ifadesi bir sözdür. Subhaneke, "Şu varlık içinde Sana şerik koşulabilecek hiçbir şey yoktur. Sen, zatında, sıfatlarında ve icraatında teksin. Ne benim ef'alim, ne de kainatta cereyan eden hadiseler, Senden başkasına verilemez. İşte ben, böyle bir şirk düşüncesine sırtımı dönüyor, Seni tesbih ve takdis ediyorum" demektir.
Ve bihamdik, "hamd yalnızca Sana mahsus" anlamına gelir. Subhaneke sözünde Cenab-ı Hakk'ı bütün noksanlıklardan tenzih ederek, vâhidî tecelliye karşı tam bir ubudiyet ortaya koyma mânâsı, böyle bir tenzih ifadesinden sonra gelen 'Ve bihamdik'le insan, "Ben, bu mânâyı ihata edemem ama Sen, bana bunu duyuruyorsun. Zira Sen bunları bana duyurmazsan ben duyup hissedemem. Öyleyse ben Seni bir taraftan tesbih ederken, aynı zamanda hamdle medyuniyet ve şükranlanlarımı da sadece sana takdim ederim demektir.
Ve tebareke'smük, "Senin ismin bereket kaynağıdır. Benim gibi boynu tasmalı, ayağı pırangalılara, o engin hazinenden bir şeyler versen ne çıkar! Zira Sen, Seni inkar edip, şirke koşanlara bile nice nimetler bahşediyorsun. Ben de bütün günah ve inhiraflarıma rağmen, Sana teveccüh ederek, Senin bereket kaynağı mübarek ismine sığınıyor ve Alvar İmamı edasıyla;
Kerem kıl, kesme Sultanım keremin bînevâlerden,
Kerem kesmek yakışır mı Keremkâne gedâlerden"
diyerek huzurunda inim inim inliyorum, demektir.
'Ve teâlâ ceddük'te, "Senin şanın mütealdir. Nitekim Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Ben çok düşüp kalkmış olabilirim, ancak şimdi iki büklüm olup kapına geldim; zira Sen'den başka gidecek melce ve menca yoktur.. ve bu mülâhazada; evet günah bana yaraşmaz doğru, fakat af da Senin şanındır" mânâsı vardır.
'Ve lâ ilâhe ğayruk' ise, "Başkasına nasıl dönebilirim ki; Sen'den başka Mabud u bi'I-hak ve Maksud u bi'1-istihkak yoktur" demektir.
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
Evet, namazda Allahu ekber'den başlayıp selam verene kadar hep böyle tevbe yörüngeli bir teveccüh sözkonusudur ve işte bu teveccüh zamanla kulu, adım adım ihsan yamaçlarına doğru götürebilir...
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
risaleden

risaleden

RİSALE…
İ'lem Eyyühel-Aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur.
İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını tar ü mar etmişlerdir.
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
KELİME-İ TEVHİDİN TEKRAR ZİKRİ
İ'lem Eyyühel-Aziz! Kelime-i Tevhid'in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zâtta bulunan hasse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi; onların da onlara münasib şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.
ALLAH NE FİAT İSTİYOR?
Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor? Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir. Başta "Bismillah" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir. Bir pâdşahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imleri medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakikî'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.
Ey nefis! böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle. Vesselâm.
 

basbas

New member
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
234
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
42
ZİKİR VE FİKİR
Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehasini, ta'dad ile bitmez. Hadsiz fevaid-i uhreviyeden ve kemalât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz'î bir faidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimaat-ı ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maişet onu hücra köşelere sevkediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.
İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup "Allah!" diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp, "Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır." diyerek, îmanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye mânasını anlar, Allah'a şükreder.
 
Üst Alt