Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Yahudi Nazi Askerleri

ozkanalbay

New member
Katılım
4 Ara 2006
Mesajlar
103
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Bir meseleyi kendi medenî ve insanî boyutundan çıkarıp, istedikleri anlamı yükleyecekleri soyut bir olay veya bilgi haline getirmek, Batılıların analizlerinde görülen en temel hilelerden biridir.
Örneğin Batı, üçüncü dünya ülkelerindeki, özellikle de Afrika ve Arap dünyasındaki yolsuzluk meselesini ele alırken, Batı devletlerinin, üçüncü dünya ülkelerindeki hükümetlerin büyük bir bölümünü desteklemesini, yine Batı âleminin ve Batılı şirketlerin, söz konusu ülkelerde iktidarı ellerinde tutan seçkinlere rüşvet vermesini, bundan ayrı tutarlar.

Böylece yolsuzluk, toplumsal bir mesele olmaktan çıkıyor ve oluşmasında Batı'nın büyük bir paya sahip olduğu siyasi bir mesele haline dönüşüyor.

Sonuçta henüz Batılı demokratik değerlere (!) ulaşamamış üçüncü dünya ülkelerinin büyük bir darboğaza girmelerine sebep oluyor.
Aynı şey "İslâmi terör" olarak isimlendirilen durum için de geçerlidir.

Çünkü bu durum, Batılıların bölgeye müdahale etmesi, Amerikan ordularının Irak ve Afganistan'ı yakıp yıkması, bozgunculuk yapan bazı Arap hükümetlerini desteklemesi ve Siyonist işgalin her gün Filistin halkına zulmetmesinden ayrı tutularak ele alınıyor ve değerlendiriliyor.

Sonra da (İspanya ve İngiltere'de meydana gelen patlamalar gibi) yıkıcı bazı eylemler ortaya çıktığında, sanki bunlar şerli bir aklın ürünüymüş gibi ele alınıyor ve sanki terör, İslâm'ın ayrılmaz bir parçasıymış gibi sunuluyor.
Aynı şekilde bu yargı, Filistin, Irak veya Afganistan'daki meşru bütün direniş hareketlerini kapsayacak şekilde genelleştiriliyor. Oysa terörle mücadele adı altında Arapların işlerine karışan Amerikan sömürgeciliğine ve onlarla müttefik olan faşist Arap rejimlerine karşı verilen direniş, meşru bir niteliğe sahiptir.
İşte Batı dünyası, "holocaust (katliam/soykırım)" olarak isimlendirdikleri Nazilerin Avrupalı Yahudilere yaptığı zulüm konusunda da aynı tavrı sergilemiştir.

Bu meseleyi Batı uygarlığı içindeki konumundan tamamen çekip çıkarmışlar ve onu bir "ikona"ya dönüştürmüşlerdir.

Yani Tanrının, içine girip yerleştiği bir put (heykel) haline getirmişlerdir. Dolayısıyla artık ona iman eden birinin, ne ondan şüphe etmesi, ne de onun anlamını sorgulaması mümkündür. Aslında ikona, kendisinin dışında hiçbir şeye işaret etmiyor ve sadece kendi kendinin referansı oluyor.
Bu yüzden Batı dünyası, Nazilerin Yahudilere yaptığı zulmü, Batı uygarlığı içinde çok geniş yer tutan benzer zulümlerin bir parçası olarak değerlendirmek yerine, tek başına sadece bu zulmü gündemine almakta ve bu zulümden bahsetmektedir.

Oysa Batı uygarlığının zulüm tarihine bir baktığımızda, Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda'daki milyonlarca yerlinin ve köleleştirilen milyonlarca Afrikalının aynı zulümlerle karşılaştığını görüyoruz.

Yine Belçikalı sömürgeciler Kongo'daki yerlilere ve Fransız sömürgecileri de milyonlarca Cezayirliye aynı zulmü reva görmüşlerdir.
Dolayısıyla mesele, siyah-beyaz olmak üzere iki renge bürünüyor: Naziler kasap, Yahudiler de kurban.

Böylece Yahudilere yapılan zulüm kutsanıyor ve kendisine önünden, arkasından hiçbir batılın ulaşamayacağı mutlak gerçeğe dönüşüyor. Sonuçta bu zulüm, başka hiçbir benzeri olmayan ve hiçbir şeyle kıyaslanamaz bir zulüm olarak ortaya çıkıyor.
Buradan hareketle, bu zulümden şüphe edenleri cezalandıran kanunlar çıkartılıyor.
(Buna karşılık Allah'ın varlığından şüphe edenleri, hatta mutlak ve sabit ahlaki değerlerden şüphe edenleri cezalandıran benzer kanunlar yok).
Bu zulmü, Batı'nın uygarlık ve siyasi çerçevesi içindeki konumuna yerleştirip, ona yüklenen kutsallığı ondan çekip almak suretiyle, zulüm olarak sadece onu gündeme getiren görüşün karşısına çıkmanın bir görev olduğuna inanıyorum.

Yapmamız gereken, onun da, benzerlerinden farkı olmayan, insanî ve tarihî bir olgu olduğunu ve iki renkli bir zulüm görüşünün geçerli olamayacağını açıklamaktır.
Bu konuda takip edilmesi gereken en önemli stratejilerden biri de, Siyonistlerin, bireysel, kurumsal, gizli ya da aleni olmak üzere bütün seviyelerde Nazilerle gerçekleştirdikleri yardımlaşmanın hangi boyutlarda olduğunun açıklığa kavuşturulmasıdır.
Kasım 1996'da İngiliz Daily Telegraph gazetesinde

"Hitler'in Yahudi Askerleri Hakkındaki Özel Sırrın Keşfi"

başlığıyla bir makale yayımlandı.

Başlıktaki yer alan "Hitler'in Yahudi askerleri" ibaresi, Batı'nın bu konudaki söylemini temelinden yıkıyor.

Çünkü bu ibare, bir taraftan Nazilerin, diğer taraftan da Siyonistlerin ve Yahudilerin nasıl iç içe girmiş olduklarını açığa çıkartıyor. Dolayısıyla bu meseleyi siyah-beyaz olarak ele almanın hiçbir sağlıklı temeli bulunmuyor.
Makalede dile getirilen -daha önce dikkatlerden kaçırılmış- bilgiler, bir basın organınca yapılmak istenen sansasyon niteliğinde değil. Aksine bu bilgiler, Oxford üniversitesinde bir tarih öğrencisi olan Bariani Richez'in yaptığı araştırmaların ürünüdür.
Makalede, Alman yasalarının, Nazilerin iktidara gelişinden, yani 1935 yılından itibaren melez olanlara ve Yahudi soyundan gelenlere vatandaşlık hakkı verilmesini yasakladığı belirtiliyor.

İşte Siyonistler ve Batılılar tarafından yapılan analizlerde, meselenin siyah-beyaz olarak sunulmasının sebebi budur.
Ancak gerçekler, bu indirgemeci üsluba meydan okuyor.

Çünkü makale, orduda görev yapan Yahudilerin ve yarı-Yahudilerin (melez Yahudilerin) üst düzey rütbelere yükselmemek şartıyla, ordudaki hizmetlerine devam etmelerine izin verildiğini bildiriyor.

Ne var ki, bu şarta bile riayet edilmemiştir.

"Alman Ordusunda Çalışanlar İşleri Bölümü"nün raporları, Yahudi asıllı melezlerden veya Yahudilerle evli olanlardan 77 yüksek rütbeli subayın Nazi ordusunda görev yaptığını ortaya koyuyor.

Yine aynı raporlar, binlerce Yahudi melezin Nazi ordusunda görev yaptığını bildiriyor.
Richez'in yaptığı çalışmalar bu kişilerin durumlarındaki farklılıkları da açıklık getiriyor. Bunlardan bazıları dindar Yahudiler, bazıları da -kanunların kendilerine nasıl baktığını dikkate almadan- kendilerini Yahudi olarak kabul etmeyenlerdir. Bazıları gerçek nesebini gizliyordu, bazılarınsa bunu yapmaya gücü yetmiyordu.
Richez yaptığı araştırmalarda şu durumu da keşfediyor:

Yahudi askerler Nazi ordusunda görev yaparken, onların Yahudi akrabaları, tutuklu bulundukları askeri karargâhlarda öldürülüyorlardı.

Richez, buralarda öldürülenlerden sayıları 2300'ü bulan kurbanın, birinci dereceden akrabası olan yaklaşık 1000 askerle karşılaşmış ve bunların 1200 tanesini belgelendirmiştir. Yine topladığı otuz bine yakın belgeden, Nazi ordusunda Yahudi asıllı 2 mareşal, 10 general, 14 albay ve 30 binbaşının bulunduğunu ispat etmiştir.
Belgeler bize, bazıları son derece garip olan çok farklı durumların yaşandığını da haber veriyor.

Örneğin yüksek rütbeli Yahudi Nazi subaylarından biri, üzerinde resmi üniforması, girdiği çarpışmalarda aldığı madalyalar ve girdiği savaşlardan birinde görevini en işi şekilde yapmış olmasından dolayı aldığı Demir Haç (Iron Cross) nişanı olduğu halde, toplama kamplarından birinde bulunan babasını ziyaret ediyordu.

Olay bize garip geliyorsa da, Nazi Almanya'sında bunların alışılagelen normal şeyler olduğu anlaşılıyor.

Aslında belgeler, Yahudi Nazi subaylarının soyu konusunda tam bir bilgiye sahip olunduğunu gösteriyor.

Örneğin 1982 yılında doğan ve babası bir Yahudi olan Mareşal Erhard Milch, Alman Hava Kuvvetleri komutanı olan ve Hitler'den sonra onun yerine gösterilen adaylardan biri olan Hermann Goering'in şahsi dostuydu.

Erhard Milch, Luft Hansa şirketinin -ki bu şirketi geliştiren odur- ve uçak parçaları biriminin başkanıydı.

Milch, Nazilerin yaptığı tarife göre yarı-Yahudi kabul ediliyordu.

Ancak Hitler ve Goering, Milch'in soyuyla ilgili engeli aşmaya ve annesinin, Milch'in gerçek babası -soyu- olduğuna karar verdiler.

Dolayısıyla Milch, temiz Alman kanı taşıyordu.

Böylece yarı-Yahudi Nazi mareşali Erhard Milch görevinde kalmaya devam etti ve Nazi rejimiyle olan dostluğunu sürdürdü.

Milch savaş bittikten sonra savaş suçlusu olarak Nuernberg mahkemesinde yargılandı ve 1945'ten 1955'e kadar on yıl hapiste kaldı. 1972 yılında da öldü.

Araştırma bunun gibi ilginç örneklerle dolu:

Edgar Chakopson: Ondan gerçek ismini gizlemesi istenmiştir; çünkü Yahudiliğe ait ibadetleri yerine getirmemesine ve Yahudi olmayan bir kızla evlenmesine rağmen Nazilerin tarifine göre, halis bir Yahudi kabul ediliyordu. Edgar şu an halen hayattadır. Edgar film yapımcısı olarak ve sonra da Paris'te (Nazi) basın bürosunda çalıştı. Birinci dereceden Demir Haç nişanı aldı. 1941 yılında kız kardeşi, üzerine Yahudi yıldızı takınmış olarak Nazi kongrelerinden birine girmeye çalıştı. Kongreye girmesi engellenince, kardeşinin Nazi ordusunda binbaşı olduğunu söyleyerek, içeriye girişinin engellenmesini protesto etti. Daha sonra Edgar tutuklanıp, kimlikte sahtecilik yapmaktan yargılandı ve toplam kamplarından birine gönderildi.

Helmut Wilberg: Alman saldırılarında Blitzkrieg (yıldırım savaş) stratejisini geliştiren kişidir. Yine birinci dünya savaşında Alman topçularını desteklemek için savaş uçağı kullanmıştır. Wilberg'in babası Yahudi'dir. Ancak dosyasındaki 30 Nisan 1941 tarihli bir belge, Wilberg'in, kendi durumunu araştırdığını ve babasının Yahudi olmadığını keşfettiğini bildiriyor. Wilberg uçağının düşmesi sonucu 1941 yılında ölmüştür.

Kool Volter: 1922 yılında Weimar Cumhuriyet ordusuna katıldı. Annesi Yahudi'dir. Ordu Personeli İşleri Ofisi'ndeki dosyasından, Berlin'de bulunan Subaylar Komutanlığı Merkezi'nin 1934 yılında "o, âri değildir" diyen bir mektup gönderdiği anlaşılıyor.
Ancak kendisi için iyi bir şans eseri olarak 1923 ve 1924 yıllarında komünistlere karşı savaşmış olduğundan, Ordu Personeli İşleri Ofisi, onun orduda kalması gerektiğini tavsiye etmiştir. Bununla birlikte aslının Yahudi olması, tayin edildiği Askeri Fakülte'deki arkadaşları için hep bir problem kaynağı olmuştur. Bu yüzden Çin'e tayin edilmiştir.
Hitler onu 1936 ve 1939 yıllarında üstün hizmet madalyası ile onura etmiştir. Sonra fotoğraflarını, dosyasını, evraklarını ve diplomalarını görünce, onun âri olduğu şeklinde bir açıklama yapmak suretiyle onu tekrar onura etmiştir. Kool Volter'in orduda çok üstün hizmetleri vardı. Polonya'nın bombalanmasında Grenadethrower tümenine komuta etmesiyle Demir Haç nişanı aldı. Yine Mayıs 1943'te 21 Rus tankını yok etmesinden dolayı kendisine Şövalye Haç ( Chevalier's Cross ) nişanı verildi. Ancak aslının Yahudi olması, 1943 yılının sonunda, onun generallik rütbesine yükselmesine engel oldu. Ekim 1944'te Ruslara esir düştü ve 12 yıl Rus hapishanelerinde kaldı.

Helmut Filberg: Birinci dünya savaşında Alman piyade birliklerine desteklemek için savaş uçağı kullandı. 1936 yılında Franco'yu desteklemek için İspanya'ya gönderilen Alman uçak filosunun komutanlığını üstlendi ve kendisine Şövalye Haç nişanı verildi. Helmut Filberg Uçak Fakültesi'nin idareciliğini de yapmıştır ve geldiği makamlarda sürekli yükselerek generallik rütbesine kadar ulaşmıştır. Annesi Yahudi'dir. Ancak dosyasında bulunan bir belgede şöyle diyor: "Soyum ve atalarım hakkında yaptığım uzun araştırmalardan sonra Yahudi olmadığımı keşfettim."

Yine Richez 76 yaşında olan ve Almanya'da yaşayan bir başka adamla karşılaşmıştır. Bu adam, o dönemde Almanya'nın işgali altında olan Fransa'ya gitmiş ve yeni bir isimle SS (Nazi) birliklerine katılmıştır.

Savaşa katılan çok sayıda yarı-Yahudi, Todot Organizasyon hesabına çalışıyordu. Bu Organizasyon, toplama kamplarındaki Nazi İmar programlarından sorumluydu. Kurtulan ve çalışabilecek durumda olan Yahudiler ücretsiz çalıştırılmak üzere buraya gönderiliyordu.

Nazi yönetimi, Yahudi bir anneden veya babadan olan -ve böyle olduğu bilinen- askerlere en büyük askerî nişan olan "Şövalye Haç" nişanını vermiştir.

Örneğin komutan Burkart, yarı-Yahudi olduğu için 1934 yılında askeri görevinden uzaklaştırılmış, ancak aynı yıl Hitler'den aldığı Alman kanı raporuyla görevine dönmüş ve Chiang Kai Shek'in ordusuna yardım etmek için Çin'e gönderilmiştir.

1941 yılında tank tümeninin komutanlığına getirilmiş ve aynı yıl Ağustos ayında Rusya'daki görevini en iyi şekilde yerine getirmiş olmasından dolayı kendisine Şövalye Haç nişanı verilmiştir. Daha sonra esir düşmüştür.

Burkart 1944'ün sonunda savaş esirlerinden biriyken kendisini, savaştan önce Almanya'dan kaçan Yahudi babasının kucağına atmıştır. 1946'da ise Almanya'ya döndü.

Çünkü -eşinin söylediği gibi- ülkenin yeniden kurulması için birilerinin mutlaka geri dönmesi gerekiyordu.

1983'te ölümünden kısa bir süre önce, doğduğu yerdeki bazı öğrencilere şöyle demiştir:

"Birinci dünya savaşına, hatta ikinci dünya savaşına katılan Alman Yahudilerinden ve yarı-Yahudilerden çoğu, savaşa katılmak suretiyle atalarının vatanını yüceltmek gerektiğine inanıyorlardı."

Yani o, Almanya'ya olan millî bağlılığına tam olarak inanmaya devam ediyordu.

Yukarıda aktardığımız örnekler, Siyonist ve Batılı tarihçilerin, aralarını kesin çizgilerle ayırmada ısrar ettikleri unsurlar arasında ne ölçüde bir iç içe girmişlik olduğunu gözler önüne seriyor.

Nazi ordusunda görev yapan Yahudilerden biri, şu sözleriyle bu meseleye netlik kazandırıyor:

"Alman güçlerinin bünyesinde olsaydım ve annemi Nazi fırınlarında kaybetseydim, bu durumda kurbanlardan biri mi, yoksa suçlulardan biri mi olurum?"

Richez, bu kişiler hakkında niçin hiçbir şey yazılmadı? Diye soruyor.

Niçin hikayeleri anlatılmadı?
Niçin hiç kimse bu işle ilgilenmedi?

Sonra da, hem Almanların hem de Yahudilerin, bu kişileri görmezden gelmesini şu şekilde yorumluyor:

"Almanlar suçluluk duydukları için, onlar hakkında konuşmak istemiyorlar. Yahudi toplumu da onların varlığını itiraf etmek istemiyor; çünkü bu durum, katliam/soykırım hakkında bildikleri her şeyle çelişiyor."

Rizhez'in söyledikleri, Nazi devleti gerçeğini çok daha kompleks hale getiriyor.

Bu yüzden söyledikleri, Yahudi kimliğini gizleyenlere veya bu kimliğe göz yumulanlara karşılık, Nazileri bu zulme sevk eden sebepler, Nazi fırınları uygulamasında Hitler'in rolü ve yakılanların sayıları etrafından dönen tartışmaların sınırlarını genişletecektir... Allah en iyisini bilendir.

Abdulvehhâb el-Messiri - El Cejire
 
Üst Alt