Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Virdler ve tefsirler

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
Muhyiddin-i Arabi'nin (...) Şimdi Bazı Müslümanların Devamlı Okudukları Virdler ve Tefsirler İçin de Aynı Şeyi Söyleyebilir miyiz?


Muhyiddin İbn-i Arabî gibi hakikât bîn bir göz, eğer bir şey gördüğünü söylüyorsa bu doğrudur, muhakkaktır. Bizlerin hilâf-ı vâki beyanda bulunması ihtimâl dâhilinde olsa bile, Allah'a bu denli merbut bulunan ruh insanları için bunu düşünmek mümkün değildir. Evet, bizim gibi zayıf ve hakikata pamuk ipliğiyle bağlı kimselerden ara-sıra hilaf-ı vâki beyanlar sudûr edebilir. Fakat, Muhyiddin İbn-i Arabî gibi dâima Rabbin azametini, mehabetini üstünde hisseden ve her zaman kesret cehennemlerinin dehşetini ruhunda duyan, vahdet cennetlerinin büyüleyici güzellikleri karşısında mest-u mahmur dolaşan birisinin,Hak'tan hakikâttan ayrılıp hilâf-ı vaki beyanlarda bulunması, muhaldir. Binaenaleyh, ne demişlerse doğrudur. Ancak, söyledikleri sözler içinde, Kur'ân ve hadisin müteşabihatı olduğu gibi, yani, bizler tarafından asıl maksadının anlaşılması imkânsız veya çok zor bir kısım beyanlar bulunduğu gibi, mânâsını hiç anlayamadığımız ifadeler de bulunmaktadır. Meselâ, Kur'ân-ı Kerim "Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir" (Fetih/24) buyuruyor. Şimdi bu kelimeleri hakikatına hamletmek -haşa- Allah'a bizim ellerimiz gibi el isnat etme mavnasına geleceğinden, selef: “Allah” a el, yüz, ayak gibi isnat edilen kelimeler hem Kurân'da, hem de sünnette vardır ama; bunların, hakikatlarını sadece Allah bilir"demişler... Sonradan gelen ülemâ (halef) ise, tecsim, teşbih gibi meselelere kapı açar endişesiyle bu kelimeleri uygun şekilde te'vil etmişlerdir. Meselâ, "yed"i kudretle, "vech"i de zâtla tevil etmişlerdir.

Sonraki ûlemanın bu mevzuda gösterdikleri endişe ve hassasiyet yerindeydi. Zirâ, Müslümanlar sahabe dönemindeki gibi artık saf değillerdi. Az dahi olsa, teşbihci ve tecsimci felsefeyle tanışmış ve yara almışlardı. Bu kelimelerin olduğu gibi bırakılmasında, su-i niyetli kimselere, su-i istimâl kapısı açılabilirdi. Bu itibarla onları, "muhkemat"la tespit edilen hakikatlara irca etmekte zaruret vardı. Vakıa, bugün dahi, Kuran'ın bu türlü müteşâbihi, ya ilm-i ilâhîye havale edilir, veya halefin yaptığı gibi tefsire tabi tutulur.

Kurân'da bu türlü, anlaşılmayan veya te'vil isteyen kelime ve cümleler olduğu gibi, Efendimizin (sav) beyanında da müteşâbihât görüyoruz. Meselâ Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadiste buyuruyorlar ki: "Allah elini benim göğsüme koydu ve bana dedi ki: `Yâ Muhammed, Mele-i Âlâ'nın sâkinleri neyin mütalaa ve müzakeresini yapıyorlar?...' O esnada ben Onun elinin soğukluğunu göğsümün üzerinde hissettim..." Bu da bir müteşâbihdir ve halefe göre, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle rezonans olma, Bâtınî hakikatlara tam uyanma; göklerin sırlarına, eşyânın hakikatına vakıf olma şeklinde te'vil edilir ki, hadisin sonu da bunu te'yid eder mahiyettedir.

Bu hadiste olduğu gibi, daha pek çok yerde, Efendimizin (sav) beyanları içinde, düz mânâ ile işin içinden çıkamayacağımız bir hayli müteşâbih göstermek mümkündür. Ancak asıl mevzumuz bu olmadığı için, bu kadarıyla yetinmek istiyoruz...

Muhyiddin İbn-i Arabi gibi zevatın da sözlerinde müteşâbihât vardır. Yâsin Sûre-i Celilesi'nin temessül edip başında durması, olduğu gibi de kabul edilebilir, müteşâbih de sayılabilir.

Temessül ve misâlî levhalar, Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi, İmam-ı Rabbanî hazretleri ve "Hüccetullahülbaliğa" sahibi Şah Veliyullah Dehlevî hazretleri tarafından kabul görüp sık sık başvurulan bir mevzu ve bir gerçektir. Temessül, Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Melek Meryem validemizin yanına gelince müstâkim, görkemli bir erkek suretinden temessül etti" (Meryem/17) ayetiyle ele alınır ve anlatılır. Melek, Allah'ın nurdan yarattığı bir varlıktır. Kendi şeklinde göründüğü, görünebildiği gibi başka şekillerde de görünebilir. Onun, asıl şeklinin dışındaki bütün görünme şekillerine "temessül "diyoruz. Yani belli bir hâle ait, belli bir zâtın belli bir keyfiyetini veya Cenab-ı Hakk'ın icraatına ait herhangi bir şeyi temsil ediyor demektir. Meselâ, yerinde Efendimiz (sav)'e vahyi getirmeye has bir keyfiyetle geliyor ve o vazifede bir hakikati temsil ediyor. Yerinde bir muharibi temsil ediyor. Meselâ, Ahzab vakasından sonra Efendimiz (sav) Beni Kurayza'ya gideceği zaman, Cebrail (as) bir muharip kıyafetinde gelmişti. Üstü başı toz toprak içindeydi. Bu vak'a münasebetiyle Ayşe validemiz diyor ki, sütreyi sıyırdım; Efendimizin (sav) yanında birisi vardı ve Efendimizle (sav) konuşuyordu. Diyordu ki: "Ya Muhammed, siz zırhlarınızı, mihverlerinizi çıkardınız mı? Biz melekler tayfası henüz çıkarmadık. Namaz falan yerde kılınacak..." Bir başka sefer, Dıhye sûretinde gelmiş ve Efendimiz'e (sav) vahyi getirmişti... Bunun gibi; melek hangi vazife ile Efendimiz'in (sav) huzuruna gelirse o vazifenin keyfiyetine göre temessül ederdi. Şayet, başkalarının başına ateş saçacaksa, ona göre bir keyfiyet ve bir şekil alırdı...

Melekler, Allah'ın emri ve izniyle başka başka şekil ve suretler aldıkları gibi, ruhâniler, cinler, şeytanlar; eşyanın ruhundaki kanunlar, mânâlar.. Kurânlar, dualar, tesbihler hepsi Allah'ın izniyle temessül edebilir. İnsanın rüyalarına akseden şeylerin bütünü, bu temessülattan ibarettir.
 

alptraum

New member
Katılım
1 Ocak 2005
Mesajlar
2,908
Tepkime puanı
166
Puanları
0
Yaş
39
Konum
Aþk`dan
Web sitesi
www.muhakeme.net
Meselâ siz rüyanızda bir elma görürsünüz. Bu elma âlem-i mânâ ve âlem-i misalde bir hakikatı temsil eder. Elma, tatlı söze de delâlet eder. Meselâ, elma gören bir insan, yarın tatlı söz konuşacak ve birinin gönlünü alacak demektir...

Ancak, Kur'ân ve Sünnet ışığı altında, mülhem gönüllerin bu türlü şeylerden bahsetmelerinde bir mahzur olmasa bile, hakikata kapalı ruhların böyle şeylerden bahsetmeleri, katiyyen doğru değildir. Bunu bir vak'a ile te'yid etmek istiyorum. Geçende bir arkadaş: "Falanın evine, falan büyük zat uçarak gelmiş, evden içeriye girmiş, Ve sonra da çıkıp gitmiş.." dedi. Tabii böyle güzel görünümlü bir rüyadan herkes memnun, rüyayı gören de, rüyanın, içinde cereyan ettiği ev halkı da... Çünkü başlarına devlet kuşu konmuş gibi bir iltifat sanıyorlardı bu rüyayı. Derken orada bulunan bir zat ürperdi ve dedi ki.: "O, cenazeye delalet eder. Bu daire içinde mühim zatlardan birisi ölecek demektir. " Aradan az bir zaman geçmişte ki, gelip dediler. "Arkadaşlarımızdan falan kıymetli zât, hiç beklenmedik bir anda, zâhiri esbap açısından yanlış bir iğne ile birdenbire vefât etti..." Demek ki, misâl alemine ait, tabloların umumî güzelliklerinin yanında belki ondan da evvel, sembollerin ne mânâya geldiğini anlamak ve ona göre çözmek icab edecek...

Kur'ân, dua ve münacatlar da böyle değişik şekillerde temessül edebilir. Bazan bir dua, Kurân'dan bir sûre, sahabiden Üseyd bin Hudayr'a olduğu gibi, bir bulut, bir buğu şeklinde temessül edip görülebilir ki, Muhyiddin İbn-i Arabî hazretlerinin müşahede ettiği şey de işte böyle, duadan, senadan, evraddan, ezkardan temessül etmiş bir şeydir...

Bu mevzuda ikinci bir husus da şudur: Her hakikata her şe'ne, her zikre, her fikre, müekkel bir melâike vardır; bizim evrat-u ezkarımızı,Cenab-ı Hakk'a intikâl ettirmek için o işe nezaret eder. Yâsin-i Şerif'i intikal ettirmede de öyle vazifeli bir melek vardır ve o, Yâsin'in muhtevasına göre bir şekildedir. Adetâ Yâsin o meleğin şemâlini çizmektedir. Yâsin için bir şekil düşünebilirsiniz , ki düşünmek biraz zor, hatta çokları için imkânsızdır. Bunu mümkün görsek de, bu ancak âlem-i misâle muttali olanlar için mümkündür. İşte, bilenlerin bileceği, bizim bilemeyeceğimiz bir surette, Yâsin'i temsil eden melek; Yasin'in misâlî hakikatına uygun temessül eder. Bir başka melekte Amme sûre-i celilesini temsil eder. Böylece, surelerin temessül edip belli bir şekilde ortaya çıkması, çok lüzumlu bir anda bize yâr-ı vefâdâr olması mümkün olabileceği gibi, aynı zamanda o sûreye nezaret eden meleğin görünmesi de mümkündür.

Sahih Hadis-i Şeriflerde rivayet edilmiştir ki: "Mümin, kabrine konduğu zamanda başının ucunda güzel yüzlü bir kişi görünür." Adam ona der ki: "Sen nesin?" O da: "Ben senin amelinim. Kıyamete kadar sana yâr-ı vefâdar ve enîsim..." Keza.. kötü bir insan da kabre konduğu zaman başının ucunda, habis, çirkin ve manzarası cehennem azabını taddıracak bir insan beliriverir. Adam ona sorar: "Sen nesin?" O da: "Ben senin kötü amelinim. Kıyamete kadar senin vefâsız yarın ve dostunum..." Tabirlerde tasarrufla, meseleyi takdimde farklı sözler söylemiş olabilirim; ama, meselenin hakikatı aynen Efendimiz'in (sav) ifade buyurdukları gibidir. Demek ki, amel de temessül ediyor. Hatta denebilir ki cennette çeşit çeşit nimetlerin inkişafı, müminin, ameline bağlıdır: Binaenaleyh, Ehl-i Sünnet vel'Cemaatın görüşüne göre, Cennet mevcuttur. Cenneti inkar etmek Ehl-i Sünnet vel-Cemaat daire-i kutsiyesinden dışarıya çıkmak demektir. Ancak, cennetin, bir çekirdeğin bir ağaç haline gelmesi gibi, gelişip inkişaf etmesi, müminlerin amellerine bağlıdır. Ameller devam ettikçe de o, inkişâf edecektir. O halde denebilir ki, her bir müminin cenneti, henüz kendisi hakkında tam, inkişaf etmemiş, bir kısım dalı budağı henüz tamamlanmamış.. Mümin, namazıyla, orucuyla, haccıyla, zekatıyla Müslümanlıkta sadakatiyle o cennete yeni yeni buutlar, renkler kazandıracak, revnâkdarlığını arttıracak, nihayet, haşr-u neşrolup âhirete gittiği zaman onu tam inkişâf etmiş olarak bulacaktır. Bunun gibi, insanın amelleri de cennetlerde temessül edecek ve mümin onlardan istifâde edecektir. Bu hususu ifâde için, Ehlullah'dan bir zat: "Burada bir sübhânallah der, orada bir meyve-i Cennet yersin". buyurur. Evet burada bir elhamdülillah der, orada Allah'ın nimetlerinden istifade edersin. Binaenaleyh her amel, orada değişik şekilde insanın istifadesine takdim edilecektir ki, biz bunların. hepsine temessül diyoruz.

Bazı Müslümanların devamlı olarak okudukları evrat da böyle temessül edebilir. Veya o evrat, bir melek tarafından Cenab-ı Hakk'a takdim edilirken, o melek ona nezâret eder. Sanki o melek, okunan evradı temsil ediyor gibi olur. Hz. Muhyiddin gibi kimselerin gözüne görünen de işte odur. Sahabe-i Kiram ve daha başkalarına da, Kur'ân-ı Kerim okudukları zaman böyle sekine inmiş ve onlara görünmüştü...

Ez-cümle, hitam-ı misk olsun diye, Üseyd İbn-i Hudayr'la alakalı bir husus arz edeceğim: "Efendimize geliyor, telaş ve heyecan içinde:

Yâ Resûlüllâh, akşam Kur'ân-ı Kerim okuyordum. Yanımda da atım vardı. Çocukta ata yakın bir yerde duruyordu: Birden bire at kişnedi, coştu, şahlandı. Çocuğu çiğneyecek diye, Kur'ân-i Kerim-i kestim. Ben Kur'ân-ı kesince de at durdu. Ben okumaya başlayınca, sanki bir şeyler görüyor gibi o da serkeşleşiyordu. Ben Kur'ân-ı bırakınca yine duruyordu. Sonra başımı, kaldırdım baktım. Bizi bir bulut sarmıştı. Ben Kur'ân okudukça o yaklaşıyordu. Ben Kuran'ı kesince de o bizden uzaklaşıyordu."Efendimiz buyurdular ki:"- Şayet sabaha kadar Kur'ân okusaydın, oda sizi sarmaya devam edecekti. O, sekineydi?" Kur'ân-ı Kerim'de de bir kaç yerde geçen bu "sekine" tabiri, ister gönüllere Allah'tan gelen bir itminan, isterse meleklerin. dışında insanın ruhuna istikrar kazandıran ve Onun kuvve-i maneviyesini takviye eden ruh-ül Kudüs, isterse, doğrudan doğruya, zât-ı Uluhiyetin tecellisi olsun; alâ külli hâl, bir kısım evrat-ı ezkar ve Kuran'a karşı böyle bir teveccühün olduğuna emâre, işaret ve delil demektir.

Her şeyin doğrusunu Allah bilir.
 
Üst Alt