Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

vehhabilik;tarihsel gelişimi ve kısa değerlendirmeler

sonosmanlý

New member
Katılım
7 Şub 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
2
Puanları
0
yine bu forumun bu bölümünde "teymiyyecilik ve vehhabilik" başlıklı başlattığımız tartışma;çok sık yurt dışı seyehatleri ve ve başlığın altında yazılanların düzgün okunanamaması nedeniyle sona ermişti.

yine pek sık zamanımız olmamasına rağmen,2002 yılında değerli dostum NEZİH UZEL tarafından hazırlanıp yeni şafak gazetesinde yayınlanan,vehhabilik hakkında tarih bilgisi veren bir yazıyla foruma yeniden katılmış olalaım.

açılan konu,üzerinde hala tartışmaların bitmediği ve islam dünyasının birden fazla ihtilaf konularından sadece bir tanesi;en çok zarar vereni,en yıkıcı olanıdır.

konuya (şayet olursa) katılan müslümanların, yazdıkları yazıların slogan olmamasına hassasiyet göstermelerini,alıntılarını kaynaklarıyla belirtmelerini rica ediyorum
.







Şu yaşadığımız günlerden iki asır doksan dokuz yıl önce, 1703'ün baharında Arab Yarımadası'nın ortasındaki Necid bölgesinde, bugünkü Riyad'a 70 kilometre uzaklıkta, Uyayne kasabasında, bir erkek çocuk doğdu. Yüzyıllar boyu bu yörede yaşayan Beni Teym kabilesinden Süleyman bin Abdülvahhab'ın oğlu olarak dünyaya gözlerini açan bu çocuğa Muhammed adını koydular.

Muammed bin Abdülvahhab (Abdülvahhab'ın oğlu Muhammed) olgunluk çağında Mekke'ye gitti. Medine'de iki yıl kaldı. Bu sırada İbni Teymiyye'nin (1263-1328) eserlerini okudu ve tesirine girdi. Muhammed bin Abdülvahhab ailece Hanbeli mezhebindendi. Bu yolda bilgilerini ilerletti ve Hanbelî hukuk ve dünya görüşü ile hayat tarzı konusunda mertebe kazandı.

Abdülvahhab dört yıl Basra'da kaldı. Daha sonra Hureymile'ye geldi. Burada Kitab-el Tevhid isimli eserini yazdı. Abdülvahhab bu eserde Kur'an ve Hadis dışındaki herşeyi reddetti. Din'e sonradan sokulan tüm gelenekleri tartışmasız küfür saydı. Bunların er veya geç yıkılacağını ilan etti. Dinin emirlerine uymayanı, bid'atlere sapanı, ibadette kusur edeni Müslüman saymayacağını ileri sürerek gereğinde bu gibilere karşı silah kullanacağını açıkça belirtti. İmanın amelde gizli olduğunu, iman sahibi olmak için kelime-i şehadet getirmenin yetmeyeceğini ve ameli ile imanını ispatlamayanın, canı ve malının helâl olduğunu açıkladı. Böylece ibadet etmeyen ve ameli zayıf olan kişinin dinden çıkmış sayılamayacağını, sadece kusurlu olduğunu kabul eden ehli sünnet anlayışına ters düştü. (n.u y.şafak2002)

(...)Muhammed bin Abdülvahhab Hureymile'de tanındı, az zamanda etrafına pek çok mürid toplandı, ancak kendisine bir fenalık yapılabileceğından kuşku duyan yakınları onu doğduğu şehir Uyayne'ye götürdüler. Muhammed bin Abdülvahhab burada bölgenin emiri Osman bin Hamr bin Muammer'in himayesine girdi. Bu sırada kadılık yapıyor, fetvalar veriyor, davet işine devam ediyordu. Bir süre sonra Emiri, Halife Ömer bin Hattab'ın 634'te Yemame harbinde şehit düşen kardeşi Zeyd'in, Der'iyye ile Uyayna arasındaki el-Cabila isimli köyde bulunan türbesini yıkmak için ikna etti. Zeyd'in türbesi yanında bulunan diğer şehitlerin mezarları ile birlikte yıkıldı, ağaçlar kesildi. Yakınlarda bulunan bir mağaranın girişi tahrip edildi.

(...)İslam dünyasında Vahhabi'lerin ilk yıktıkları türbe ve mezarlık budur. Emire sözünü geçiren Abdülvahhab'ın şöhreti artmıştı. Ancak verdiği sert fetvaları ve aldığı katı kararlarıyle korku ve kuşku uyandırmaya başladı. Halk Necid'in güçlü kabilelerinden Beni Halid'in emirine şikayette bulununca bu kabilenin emiri yardımda bulunduğu Uyayna emiri Osman'dan Abdülvahhab'ı hemen bölgesinden uzaklaştırmasını istedi.

Muhammed bin Abdülvahhab Uyayna'dan ayrılarak Der'iyye'ye geldi. Burada Emir Muhammed bin Suud'la tanışarak O'nun himayesine girdi. Bu karşılaşma ve tanışma daha sonra krallığa dönüşerek ikiyüz elli yıl sürecek ve günümüze kadar ulaşacak Vahhabî-Suudî emirliğinin başlangıcıdır.


(...)Abdülvahhab, ibni Suud'la 1744 yılında bir araya gelmişti. Araştırmacılar bu tarihi Suudî ailesinin siyaset sahnesine çıkışı sayarlar. Nitekim aynı yıl sözkonusu beraberlik aile bağları ile de güçlenmiş ve ibni Suud, Abdülvahhab'ın kızı ile evlenerek O'na damat olmuştur. Bir başka rivayete göre de Abdülvahhab, ibni Suud'un kızkardeşiyle evlenmiştir. Muhammed bin Abdülvahhab Der'iyye'den Necid bölgesi emirlerine, din bilginlerine ve Medine ileri gelenlerine davet mektupları gönderiyor ve mezhebini savunan kitaplar yazmaya devam ediyordu. Bu arada Osmanlı Sultan III. Selime de bir mektup gönderdi. O çağda iç meselelerle uğraşan Osmanlılar buna pek aldırmadılar. Abdülvahhab Mısır'ı ele geçiren Napolyon Bonapart'a da yazmıştı. Bonapart'ın Akka savaşı sırasında Vahhabî'lerle ilişki kurduğu söylenir. Ancak bu konu Fransız ordu arşivi dosyaları arasında kaybolup gitmiştir.

(...)On sekizinci yüzyılın sonunda, Arab yarımadasının çöllerle kaplı Necid bölgesinde, siyasi reaksiyoner Vehhabî mezhebinin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab, 1744'ten sonra kendisini himayesi altına alan De'riyye Emiri Muhammed bin Suud'la birleştikten sonra vaazları, nasihatları ve davet mektuplarıyle mezhebini yaymaya devam etti. Dinden uzaklaşan Müslümanlar'la kafirleri bir tutup bunların can ve mallarını helal sayan yeni mezhep-devlet hızla yayıldı. Onbeş yıl içinde Necid, Asir ve Yemen Vehhabi oldu. Abdülvehhab, İbni Suud'la beraber cihat saydığı savaşlara katılıyordu.

Bu sırada Vehhabi-Suudî alanı içine giren her yerde tam bir devlet gücü kullanıldı. Muhammed Bin Abdülvehhab'ın ele geçirilen şehirlere tayin ettiği Vehhabi kadılar, mezhebin hukukunu geliştirdiler. Vehhabi valilerinin görevlendirdiği kolluk kuvvetleri halkın başına tam bir din polisi kesildiler. Tütün içmek, çalgı dinlemek, ipek elbise giymek yasaktı. Din polisi yasaklara uymayanı yakalıyordu. Sabah namazından sonra camilerde yoklama yapılır üç defa özürsüz olarak camiye gelmeyene, içki içene yapıldığı gibi kalabalığın önünde kırk değnek vurulurdu. Muhammed Bin Abdülvehhab kendi şehrinde oturanlara ensar dışardan gelenlere muhacirin derdi. Bu tutumundan dolayı kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab ona bir reddiyye yazdı. (bu reddiye kendisine yazılan ilk reddiyedir.teymiyyeye yazılan reddiyelerle karıştırılmamalıdır-sonosmanlı-)


(...)Muhammed bin Suud 1766'da öldü. Yerine oğlu Abdülaziz bin Suud geçti. Devletin manevi lideri Muhammed Bin Abdülvehhab o sırada hayattaydı. 26 yıl daha yaşadı ve 1792'de öldü. Vahhabi-Suudi devleti 1790'dan sonra güçlendi. Şeklen Osmanlı'ya bağlı olduğu halde başkent İstanbul'a uzaklığı dolayısıyle merkezi otoriteden sıyrılan bu bölgede gelişen yeni siyasi birlik, arka arkaya zaferler kazanıyordu. Abdülaziz cıhat adını verdiği savaşlardan elde edilen ganimeti eski Osmanlı pençek usulüyle beşe böler, bir bölümünü kendi alır kalanı adamlarına dağıtırdı. Bu yöntem savaşların çekiciliğini artırıyordu.

13 Mayıs 1802'de, Emir Abdülaziz'in oğlu Suud'un kumandasında Vehhabi savaşçıları Kerbela'da 10 Muharrem ayini yapan Şiiler'in üzerine saldırdılar... Bir rivayete göre 2000, bir başka anlatıma göre 10 bin Şii bu saldırıda öldü. Hz. Hüseyin'in türbesi yağma oldu. Kerbela yandı, yıkıldı, tarihte bir kere daha(ikinici ağır matem-s.o) mateme büründü. Bu savaşta ölen bir Şii'nin yakını daha sonra 4 Ekim 1803 günü mescitte namaz kılan Abdülaziz'i sırtından hançerleyerek intikamını alacaktı. Vehhabiler, ortaya çıktıkları ilk yıllardan itibaren, İslam'ın içinde eski Sasani imparatorluk gelenekleriyle yaşayan İranlılar'ı en büyük düşman bellemişlerdi.


Vehhabiler'in asıl amaçları İslam'ın merkezini ele geçirmekti. Mekke ve Medine üzerinde ağır baskıları Muhammed Bin Abdülvehhab'ın İbni Suud'la birleşmesinden on yıl önce başlamıştı. Abdülvehhab'ın yandaşları 1733 yılında Mekke Emiri bin Said'den hac izni istemişlerdi. Otuz kişiydiler. Emir bunları Haremeyn'in alimleriyle münazaraya davet etti. Kabul ettiler, ancak bilginlerle baş edemediler. Yenildiler. Mekke kadısı küfürlerine hüküm verdi. Bazıları hapse atıldı, bazıları kaçmayı başardı. Bu olaydan sonra Hicaz bölgesi Vehhabîler'e kapandı.
 

sonosmanlý

New member
Katılım
7 Şub 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
2
Puanları
0
1790 yılında Mekke Emiri Galip silahlı Vehhabî'lerle ilk defa karşılaştı. Bu çatışmadan sonra Galip işin ciddiyetini anlayınca Taif Kalesi'ni tamir ettirdi. Mekke'nin çevresindeki tepelere kaleler, burçlar kurdurdu. Vehhabiler 18 Şubat 1803'te Taif'e girdiler. Her yeri yakıp yıktılar, halkı öldürdüler. Topladıkları kitapları meydanlara yığarak ateşe verdiler. Peygamber'in amcaoğlu Abbas'ın türbesini yıktılar. İki buçuk ay sonra 30 Nisan 1803'te Mekke'yi aldılar. Suud bin Abdülaziz Kabe'yi tavaf etti. Ulema biat etti. Abdülaziz onlara şöyle konuştu: "Sizin dininiz bu gün kemal derecesine ulaştı. İslam'ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakk'ı kendinizden razı kılıp hoşnud ettiniz. Artık âbâ ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyl ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yad ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzre vefat ettiler... Hz. Peygamber'in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim ve salat-ü selam getirmek, mezhebimizce gayri meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece [es-Selâmu âlâ Muhammed] diye selam vermelidir..." İbni Suud bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber (S), Hz. Ömer, Ebu Bekr, Ali ve Fatıma'nın (R.A) doğdukları evleri yıktırdı.
 

sonosmanlý

New member
Katılım
7 Şub 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Vehhabîler'in bu ilk Mekke zaptı kısa sürmüştü. 25 gün sonra Emir Galib'in kuvvetleri geri gelerek kutsal şehirleri kurtardılar. Ancak Abdülaziz İbni Suud'un bir Şii tarafından hançerlenerek öldürülmesinden sonra yerine geçen oğlu Suud Haziran 1805'te Medine'yi bir yıl sonra Mekke'yi zaptetti. Bütün mezarları balık sırtı dümdüz etti. Halkı yasaklara boğdu. 1811 yılında Vehhabi-Suudî devleti Halep'ten Hind Okyanusu'na, Basra Körfezi'nden Kızıl Deniz'e uzanıyordu.

(...)Vahhabî-Suudî isyanı Osmanlı Devleti'ne karşı yapılmıştı. Kutsal topraklarda yapılan bu başkaldırı hem devlet otorisine hem de Müslümanlar'ın halifesine karşı idi. Buna İstanbul'un sessiz kalması düşünülemezdi. Ama yine de Sultan I.Mahmut öncelikle nasihat edilmesini istedi.

Arabistan'ın Necid bölgesinde Vahhabi isyanı patlak verdiğinde bu yörenin bağlı olduğu Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devleti olarak rakipleri olan Rusya, Avusturya, Fransa, İngiltere gibi buyük devletlerle boğuşuyor, o çağa kadar görülmemiş bir hız kazanan küresel değişimin yeni fırtınaları içinde kendine yarar dengeler arıyordu. Arap çöllerinde alışılmış biçimde baş kaldıran bir emir, imparatorluğun önemli bir konusu değildi. O nasıl olsa altedilirdi. Ayrıca altı asırlık mağrur Osmanlı siyasi yapısı, teolojik devlet sisteminin merkezi olan Haremeyn-i Şerifeyn'e herhangi bir yerli saldırısına ihtimal vermiyordu. Osmanlı dört asır kutsal yerlere hizmet etmiş, kanı ve canıyle bu toprakla bütünleşmişti. Kim onu bu yerlerden sökebilirdi ki... Bu yüzden işi hafife aldı. Ancak bedelini çok ağır ödedi.

Sultan I. Mahmud'un Vahhabîler'i sindirmesi için Cidde Valisi Osman Paşa'ya gönderdiği ferman hiçbir işe yaramamıştı. Valinin elinde yeterli askeri gücü yoktu. Başarısız kalan Osmanlılar eski bir devlet geleneğine baş vurarak işi nasihatle halletmeyi düşündüler. Müderris Adem Efendi 23 Kasım 1802'de Kudüs Kadısı tayin edilip sadrazamın mektubuyla Necid'e gönderildi. Abdülaziz ibni Suud, Adem Efendi'yi Mekke'de kabul etti. Başlangıçta ona saygı gösterdi, ancak 6 Mayıs 1803 günü aralarında geçen sert münakaşalardan sonra ibni Suud eline hediyeler vererek Adem Efendi'yi İstanbul'a geri gönderdi. Vahhabi-Suudi devletini resmen tanımayarak ona bir diplomat yerine bir müderris gönderen Osmanlı Devleti'nin barış girişimi neticesiz kalmıştı. Suudîler artık "idare-i maslahat" cinsinden sözlerle yola gelecek gibi değillerdi.

Aradan üç yıl daha geçti. O sırada İstanbul'da II. Mahmut tahta çıkmış, devlet yenilenmeye yüz tutmuştu. Mahmut sert bir hükümdardı. İmparatorluğun geniş toprakları üzerinde halkın güvenliği, Yunan İsyanları döneminden beri devletin en önemli konusuydu. Devlet, Vahhabî meselesinin hallini 1805'te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya ısmarladı. Paşa, bu nazik görevi oğlu Ahmet Tosun'a verdi. Tosun'un kumandasındaki Mısır Ordusu 1 Mart 1811'de gemilerle Yanbu limanına vardı.

Mısırlılar 2 Kasım 1812'de Medine'ye, 23 Şubat 1813'te Mekke'ye girdiler. Kavalalı Paşa Suudîler'den geri aldığı Kâbe'nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813'te İstanbul'a gönderdi. O sırada Vahhabî-Suudî emirliğinin başında bulunan ibni Suud 1814'te öldü. Yerine oğlu Abdullah ibni Suud geçti.

Darağacında bir emir

Suudîler'in yeni lideri Abdullah sakin bir adamdı. Savaş ve cidâl onu fazla ilgilendirmiyordu. Aciz ve silik bir kişiliğe sahipti. Ancak Mısırlılar'ın hışmından kurtulamadı. Savaşta ölen Kavalalı Mehmet Paşa'nın büyük oğlu Tosun'un yerine kumandayı ele alan küçük oğul İbrahim Paşa, Abdullah ibni Suud'u Eylül 1818'de yakalayarak dört gün Mekke'de halka teşhir ettikten sonra İstanbul'a gönderdi. Suud bütün ailesi ve yakınlarıyle birlikte Osmanlı başkentinde görüldü.

Devlet-i Aliyye'ye baş kaldırmış bir emir, zaptiyelerin arasında, mevkufen, tüm kalabalığı ile birlikte yollardan geçiyordu. Abdullah İstanbul'da zamanın şeyhülislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin fetvasıyle idam edildi.

Abdullah ibni Suud'un ölümüyle 1744'te Arap Yarımadası'nın Necid bölgesinde kurulan Vahhabî-Suudî Devleti'nin ilk bölümü sona ermektedir. Osmanlı Sultanı II. Mahmud'un Mısır Paşası Kavalalı ile bozuşmasından sonra Mısırlılar, Hicaz'dan çekilecekler ve Arabistan yeniden Suudîler'in eline düşecektir. O sırada Mısırlılar'dan ve babasıyle birlikte İstanbul'a postalanmaktan kendini kurtarıp kayıplara karışan Abdullah'ın küçük oğlu Turkî ortaya çıkacak, 1820-34 arasında aileyi toplayacak ve Suudî Devleti'ni ikinci defa yeniden kuracaktır.

İkinci ve üçüncü Suudî Devletleri

Muhammed ibni Abdülvahhab ve Muhammed ibni Suud'un 1744'te kurdukları ilk Suudî Devleti 74 yıl sürmüştü. O sırada devlet merkezi Derî'yye kasabasıydı. Bu devleti yeniden şekillendiren Turkî ibni Suud, Riyad'ı merkez yaptı. Suudiler'in ikinci devleti 1891'e kadar 61 yıl devam etti. Bu tarihten sonra geçen on yıl karışıktır.

Suudî-Vahhabî Devleti'nin son ve bugüne kadar devam eden siyasi birliği Turkî'nin torunlarından Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî tarafından kuruldu. 1902'den sonra ailenin başına geçen Abdülaziz'i, Sultan II. Abdülhamid Necid Valisi yapmıştı. 1918'de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi'yle Hicaz'dan çekilince Vahhabîler 1924'te Mekke ve Taif'e son defa girdiler.

Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî, Hicaz Kralı oldu, 18 Eylül 1932'de Necid Meliki olarak bugünkü Suudî Arabistan Krallığı'nın başına geçti
 

sonosmanlý

New member
Katılım
7 Şub 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Değerlendirmeler

Değerlendirmeler

VAHHABİLER NE DEDİLER NELER YAPTILAR?

"Vahhabîler'in ana muhalifi Osmanlı hükümetiydi. Çünkü onlar bu hükümetin yetkisine meydan okumuş ve onu bir tarafa itmişlerdi. Nitekim Vahhabi isyanında İslam'ın ilk yıllarındaki Harici isyanını hatırlatan, izlere rastlanmaktadır. Bir başka deyişle onlar da bir idealizmin zorlayıcı etkisiyle kaba ve dar görüşlü usullere baş vurarak islahat yapmak istemişlerdi. Fakat alışılagelmiş olan İslam geleneği daha önceleri Hariciler'in usûllerine nasıl karşı koymuşsa Vahhabi usüllerine de öylece karşı koydu. İslam tarihinde görülen birçok aşırı muhafazakar ıslahat hareketlerinin yol açtığı ilginç ve sık görülen bir garabet vardır. Onlar ıslahatçı bir gaye için bütün ümmeti birleştirmek amacında yola çıktıkları halde, çok geçmeden mevcut birliği bile bozmaya ve ona karşı silaha sarılmaya yönelmişlerdir. Mesela Abdülvahhab önemli tenkitlerinden birinde İslam öncesi Arap toplumunun-zımnen de kendi yaşadığı devirdeki İslam toplumunun- yeteri kadar birlik içinde olmadığını ve baştaki yöneticiye itaat edilmediğini ifade etmektedir. Buna rağmen kendi başlattığı hareket daha ilk safhalarında bile silahlı başkaldırmalara yöneldi ve toplumun birliğini daha çok bozdu..." Prof. Dr. Fazlul Rahman, İslam, İstanbul 1980, Shf. 252


İngilizler Şerif Hüseyin'i nasıl kandırdı?

Arap dünyasını Osmanlı'dan koparmak isteyen İngiltere, önce Vahhabi akımını teşvik etti. Daha sonra, Mekke Şerifi Hüseyin'e Ortadoğu'da kurulacak büyük Arap devletinin liderliğini vaadederek kandırdı. Şerif Hüseyin'in İngilizler'le pazarlıklarını, oğlu Emir Faysal yürütüyordu. Sonunda, Şerif Hüseyin hiç bir şey elde edemedi. Kıbrıs'ta sürgünde öldü. Büyük Arap devleti de kurulmadı. Şerif Hüseyin, hatıratında, İngilizlerle işbirliği yapmaktan pişman olduğunu yazdı. İngiliz yetkililer mazeret olarak, Şerif Hüseyin'le temas kuran görevlilerin, 'yetkilerini aşan' vaadlerde bulunduğunu söylediler.

ABD'nin petrol kuyusu

Global ekonominin gereğine uyan Suudi arabistan petrol çıkarma hariç tüm yan sanayiini dünyaya açarak 100 milyar $ sermayeyi ülkesine çekti. Onsekizinci Yüzyıl'ın son yarısında gelişerek teorik açıdan şu yaşadığımız devirlere kadar ulaşan Vahhabî mezhebinin yaşam şansını değişkenliğine borçlu olduğu artık anlaşılmaktadır. Bu mezhebin ilham kaynağı Muhammed Abdülvahhab başlangıçta "her yenilik küfürdür" demişti. Ancak kendisinden sonra gelen ve Arap Çölü'ne iki buçuk asır bayrağını diken torunları, bu konuda aynı görüşleri taşımadılar. Vahhabî-Suudî devleti üç büyük ve farklı değişim geçirdi. Kuruluş dönemini teşkil eden birinci devlet, Abdülvahhab'ın Der'iyye Emiri ibni Suud'la birleşmesinden Osmanlı idaresindeki Mısırlı- lar'ın 1818'de Vahhabîler'i Hicaz ve Necid'de yenilgiye uğratılmalarına kadar 74 yıl sürmüştü. Bu dönemde Vahhabîler, pirlerinin yolunda "her yeniliği küfür" her yabancı geleneği "bid'at"saydılar. Mezarlara ve halkın sevip saydığı değerli kişilere saygı göstermeyi "kula tapınma" ile eşdeğerde ve "putperestlikle" bir tuttular.

Vahhabî-Suudî devleti ikinci defa, Abdullah bin Suud'un oğlu Türkî tarafından 1821'de kuruldu ve 1891'e kadar 70 yıl sürdü. Bu sırada dünyaya ve yaşanan çevresel siyasi tabloya daha yatkın davranmak zorunda kalan Vahhabîler mezar ziyaretine ve Caferî mezhebi mensuplarının hac etmesine izin verdiler.


Amerikan istekleri ve halk baskısı arasında

"Günümüzde Amerikan basını -kendini kuvvetle savunan- Riyad'ı, özellikle finansman açısından terörizme hoşgörü gösterme ve 11 Eylül New York ve Washington saldırılarını soruşturmada yeterince işbirliği yapmamakla suçlamaktadır. Dünyada kayıtlı petrol rezervinin % 25'ine ve OPEC üretiminin üçte birine sahip bu ülkenin yöneticilerinin içine düştüğü zor durumu farkeden Bush yönetimi ise bu suçlamalara katılmamaktadır.." Mouva Naim, Le Monde, 22 Ekim 2001



VELİAHD ABDULLAH VE YOL AYRIMINDAKİ SUUD

Mekke Şerifi Hüseyin 1916'da Osmanlı'ya başkaldırıp kendisini Arap ülkelerinin kralı ilan etmişti. 1919'da Batılı ülkelerin, Suriye, Ürdün ve Irak'ta kurdukları manda yönetimlere karşı çıkarak buraların kendilerine verileceği konusunda söz aldıklarını belirtip Versailles Anlaşması'nı tanımadı. Mart 1924'te kendisini halife ilan etti. Bu arada Arabistan'ın ikinci gücü konumundaki Vahhabî-Suud kabileleriyle savaş halında idi. Suud II.Abdülaziz, Eylül 1924'te İngiltere'nin yardımıyla Şerif Hüseyin'i Hicaz'dan kovdu. Londra, Şerif-Suud çekişmesinde Suud tarafını tutmuştu. Böylece bölgedeki petrol çıkarma ve işleme konularında önemli gelirler elde edecekti. II. Dünya Savaşı sonunda ABD'nin tüm dünyada etkinliğini artırmasıyla beraber Suud yönetimi İngiltere himayesinden ABD taraftarlığına geçerek iktidarını kuvvetlendirdi. 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi sonrasında ABD silahlı kuvvetlerinin Suudi silahlı kuvvetlerini desteklemek amacıyla ülkeye konuşlanmalarına izin verildi. Ancak bir süredir Veliahd Prens Abdullah'ın şahsi özellikleri ve daha dindar ve milliyetçi çıkışları ABD-Suudi Arabistan ilişkilerini yeni bir yol ayrımına getirdiği şeklinde yorumlanıyor. 11 Eylül terör olayından sonra Veliahd Abdullah'ın ABD'yi eleştiren açıklamaları olmuş ve bu ABD tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Kral Fahd'ın yerine geçecek olan Veliahd Abdullah'ın bu tür çıkışları önemli sinyaller olarak değerlendiriliyor.

Nezih UZEL
 

sonosmanlý

New member
Katılım
7 Şub 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
2
Puanları
0
vehhabiliğin yanında yamacında yürüyen bir başka mezhep;selefiye...

vehhabiliğin yanında yamacında yürüyen bir başka mezhep;selefiye...

selefiye hakkında kronolojik bir bilgi verebilecek kadar zamana sahip değilim ama bir internet sitesinden yapacağım alıntılarda okuyucuı azda olsa fikir sahibi olacaktır muhtemelen. buyrun;


Selefiyecilik nedir
Sual: Selefiyecilik nedir? Selefiye mezhebi diye bir mezhep var mı?
CEVAP
Selefiyecilik, vehhabiliğin kamufle adıdır. Vehhabiler, bu isim altında kendilerini gizliyorlar. Hatta kendilerine hakiki ehl-i sünnet anlamında Ehl-i sünneti hassa diyorlar.

Selef, önceki demektir. Istılahta Sahabe ve Tabiine Selef veya selef-i salihin denir. Selef-i salihinin yolunda bulunan müslümanlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasslarda açık bildirilmemiş olan ahkamdaki ictihadlarını beğenmeyen ve bu manası açıkça anlaşılamayan nassları yanlış tevil ederek, anladıklarını Selef-i salihinin yolu olarak savunan sapıklara Selefiye denir. Selefin mezhebi vardır, selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. Selefin mezhebi ise ehl-i sünnet vel cemaattir.

Ehl-i sünnet itikadından ayrılan bazı din adamları Selefiye adını verdikleri sapık bir yol tutmuşlardır.
Bunun itikadda mezhep olduğunu söyleyip, kitaplarında yazmışlardır. Halbuki İslamiyet’te Selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir şey bildirmemişler ve kitaplarında asla yazmamışlardır.

İslamiyet’te Selef-i salihin mezhebi, yani Ehl-i sünnet mezhebi vardır. Selef-i salihin; hadis-i şerif ile methedilen, övülen ilk iki asrın müslümanlarıdır. Yani Selef-i salihin, Eshab-ı kiram ve Tabiine verilen isimdir. Bu şerefli insanların itikadına Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi denir. Bu mezhep, iman, inanç mezhebidir. Eshab-ı kiramın ve Tabiin-i i'zamın imanları hep aynı idi, inançları arasında hiçbir fark yoktu.

İmam-ı Gazali hazretleri İlcam-ül-avam kitabında; "Bu kitapta itikad fırkalarından Selef mezhebinin hak olduğunu bildireceğim. Bu mezhepten ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshabın ve Tabiinin itikadları demektir..." buyurarak Selef mezhebi demenin, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi demek olduğunu açıkça bildirmiştir.

Mısır'daki Ezher Üniversitesinden mezun üstad ibni Halife Alivi Akıdet-üs-selefi vel-halef adlı kitabında şöyle yazmıştır:
"Ebu Zehra Tarih-ül-mezahib-ül islamiyye kitabında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, Hanbeli mezhebinden ayrılan bazı kimseler, kendilerine Selefiyin ismini verdiler. Hanbeli mezhebi âlimlerinden Ebu'l-Ferec ibni Cevzi ve diğer âlimler bu selefilerin, Selef-i salihinin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli, mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Daha sonra yedinci asırda, ibni Teymiye el-Harrani bu fitneyi tekrar alevlendirdi. Kendilerine Selefiye ismini takanlar, ibni Teymiye’yi kendilerine imam bildiler.”

İbni Teymiye, Hanbeli mezhebinde olarak yetişti. Yani Ehl-i sünnet idi. Fakat sonradan kendi aklına uyarak, sapık görüşler ortaya attı. Ehl-i sünnet itikadından ve dolayısı ile Hanbeli mezhebinden ayrılıp uzaklaştı.

Kendi başına ayrı bir yol tutup, tuttuğu bu sapık yolda sürüklenip gitti. Kendine tâbi olanları da saptırdı. Ona tâbi olanlar onun bu yoluna selefiye dediler. Bu hususu derinlemesine araştırıp, incelememiş ve kaynakları iyi anlayamamış olan bazıları Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarındaki "Selef” ve "Selef-i salihin" ifadelerini değiştirerek, Selefiye şeklinde nakletmişler ve yazmışlardır. İtikadda Selefiye diye bir mezhep yoktur. Peygamber efendimizin hadis-i şerifte fırka-i naciyye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir itikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir, imam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari bu mezhepte iki itikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.

İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar, Eshab-ı kiramın, Tabiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise imam-ı a’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.

Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.

Ehl-i sünnetin reisi ise imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilm-i kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı a’zamın talebesi olan imam-ı Muhammed Şeybani'nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi'yi yetiştirdi. Ebu Mensur, imam-ı a’zamdan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.

İmam-ı Eşari de, imam-ı Şafii'nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram, Tabiin ve Tebe-i tabiinin bildirdiği itikad ve iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi hazretleri, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet vel-cemaattan dışarı çıkmamışlar, ayrı bir mezhep kurmamışlardır.

Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
"Ehl-i sünnet vel cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan birisi Hanefi, diğeri Şafii'dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebu'l Hasen el-Eşari'dir."

Bazı kitaplarda, Eşariyye mezhebi, Matüridiyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır. Aralarında ictihad farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebidi de şöyle demiştir:
"Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedilir."

İmanda, itikadda tek mezhep vardır
Bu iki imamın ve hocalarının, amelde dört hak mezhep imamlarının ve onlara tâbi olanların; imanda, itikadda tek bir mezhebi vardır. Bu mezhep Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imanı ve itikadı emretmektedir. Bu imanın esaslarını ve nasıl itikad edileceğini, bizzat Peygamber efendimiz tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve her şeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz, Allahü teâlâya, Onun yarattıklarına ve Onun emir ve yasaklarına imanın nasıl olacağını da bildirmiştir. Muhammed aleyhisselama ve Onun bildirdiklerine, temiz, dürüst ve hakiki bir iman, ancak Onun bildirdiğine tam ve hiç şüphesiz kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, Ondan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin kendilerini haklı çıkarmak için öne sürecekleri dini, siyasi, beşeri, içtimai, fenni v.s. gibi sebeplerin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslamiyet her ne suret ve sebeple olursa olsun, imanda ve itikadda ayrılığa asla izin vermemekte, yasaklamaktadır.

Eshab-ı kiramın iman ve itikadda hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshabdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla imanda, itikadda bazı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid’at fırkalarının sayısı 72’ye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve herbirine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler; "Münafık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur’an-ı kerimin müteşabih âyetlerini kendi anlayışlarına göre tevil etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile Mecusi inançlarının İslamiyet’e sokulma çabaları, Eshab-ı kiramın maslahata (huzurun, dirliğin, iyiliğin teminine) ait konulardaki ictihad ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsani arzularına, siyasi maksat ve ihtiraslarına perde veya alet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslamiyet’in henüz yeni müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına ait bazı unsurları tamamen terk edememeleri ve bunları İslamiyet’ten sayma yanlışına düşmeleri" şeklinde özetlenebilir.

Ancak, İslam tarihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyasi ve dünyevi menfaat ve saiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur’an-ı kerimdeki muhkem ve bilhassa müteşabih âyet-i kerimeleri kendi akıllarına göre tefsir yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikametinde tevil ederek kendilerine Kur’an-ı kerimden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir.
Mesela, Kur’an-ı kerimde geçen, Allah’ın eli, yüzü vb. sıfatlarını gösteren ifadeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki manalarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı zatı ve sıfatlarıyla tecsim eden, yani cisim ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur’an-ı kerimin doğru manası olan murad-ı ilahiyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikleri gibi, ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır
 

sonosmanlý

New member
Katılım
7 Şub 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
2
Puanları
0
İslamiyet’te (Selefiye mezhebi) diye bir şey yoktur
Selef-i salihinin yolunda bulunan müslümanlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasslarda açık bildirilmemiş olan ahkamdaki ictihadlarını beğenmeyen ve bu manası açıkça anlaşılamayan nassları yanlış tevil ederek, anladıklarını Selef-i salihinin yolu olarak savunan sapıklara Selefiye denir. Bu bid’ati ortaya çıkaranların en meşhuru İbni Teymiye ve vehhabilerdir. Bunlar kendilerinin Eshab-ı kiram yolunda olduğunu savunuyor, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden yanlış ve bozuk manalar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakiki müslümanları kötülüyorlar.

Hemen söyleyelim ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, Selefiye denilen bir isim ve Selefiye Mezhebi diye bir yazı yoktur. Bu isimler mezhepsizler tarafından sonradan uydurulmuş ve cahil din adamları tarafından, mezhepsizlerin kitapları Arabiden Türkçeye tercüme edilirken, Türkler arasında da yayılmaya başlamıştır.
Bunlara göre:
(Eşari ve Matüridi mezhepleri kurulmadan evvel bütün Sünnilerin tâbi oldukları mezhebe Selefiye adı verilmektedir. Bunlar Sahabe ve Tabiinin izinde yürümüşlerdir. Selefiye mezhebi Eshabın, Tabiinin ve Tebe-i tabiinin mezhebidir. Dört büyük imam bu mezhebe mensup idi. Selefiye mezhebini müdafaa için ilk eser, (Fıkh-ul-ekber) ismi ile imam-ı a’zam tarafından yazılmıştır. İmam-ı Gazali, (İlcam-ül avam-anil kelam) eserinde Selefiye mezhebinin esaslarını yedi olarak bildirmektedir. İmam-ı Gazalinin zuhuru ile müteahhirinin ilm-i kelamı başlar. İmam-ı Gazali, önce gelen kelamcıların mezheplerini ve İslam filozoflarının fikirlerini tetkik ettikten sonra, kelam ilminin metotlarında değişiklikler yaptı. Felsefi düşünceleri, red maksadıyla kelama soktu. Razi ve Amidi, kelam ile felsefeyi mecz ederek bir ilim haline koydular. Beydavi ise, kelam ile felsefeyi birbirinden ayrılmaz hâle koydu. Müteahhirinin ilm-i kelamı Selefiye mezhebinin yayılmasına mani oldu. İbni Teymiye ve talebesi İbn-ül-Kayyım-il-cevziyye, Selefiye mezhebini ihyaya çalıştılar. Selefiye mezhebi sonradan ikiye ayrılmıştır: Eski Selefiler, Allah’ın sıfatları ve müteşabih nassları hakkında tafsilata girmemişlerdir. Sonraki Selefiler bunlar hakkında tafsil cihetine ehemmiyet vermişlerdir. İbni Teymiye ve ibni Kayyım Cevziyye gibi sonraki Selefilerde bu hâl açık olarak görülmektedir. Eski ve yeni Selefilerin hepsine birden (Ehl-i sünneti hassa) denir. Ehl-i sünnet kelamcıları bazı nassları tevil etmişlerse de, Selefiye buna muhaliftir. Selefiye, Allah’ın yüzü ve gelmesi, insanların yüzüne ve gelmesine benzemez diyerek müşebbiheden ayrılmıştır) diyorlar.
CEVAP
Eşari ve Matüridi mezhepleri sonradan kurulmuş demek doğru değildir. Bu iki büyük imam, Selef-i salihinin bildirdikleri itikad, iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari, imam-ı Şafii’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi de, imam-ı a’zam Ebu Hanife’nin talebeleri zincirinin büyük bir halkasıdır.

İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi, hocalarının itikaddaki müşterek olan mezheplerinden dışarı çıkmamış, mezhep kurmamıştır. Bu ikisinin ve hocalarının ve dört mezhep imamının tek bir itikadı vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemaat ismi ile meşhur olan itikad mezhebidir. Bu fırkada bulunanların itikadları, inanışları, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin ve Tebe-i tabiinin inanışlarıdır. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin yazdığı, Fıkh-ul-ekber kitabı, Ehl-i sünnet mezhebini müdafaa etmektedir. Bu kitapta ve imam-ı Gazali hazretlerinin, İlcam-ül-avam-anil-kelam kitabında Selefiye kelimesi yoktur. Bu iki kitap ve Fıkh-ul-ekber kitabının şerhleri arasında Kavl-ül-fasl kitabı, Ehl-i sünnet fırkasını bildirmekte ve bid’at fırkaları ile felsefecilere cevaplar vermektedir.

İmam-ı Gazali hazretleri, İlcam-ül-avam kitabında, (Bu kitapta itikaddaki fırkalardan, Selef mezhebinin hak olduğunu, bildireceğim. Bu mezhepten ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshabın ve Tabiinin itikadları demektir. Bu mezhebin esasları yedidir) diyor. Görülüyor ki, İlcam kitabı, Selef mezhebinin yedi esasını yazmaktadır. Buna Selefiyenin yedi esası demek, kitabın yazısını değiştirmek ve imam-ı Gazali hazretlerine iftira etmek olmaktadır.

Ehl-i sünnet kitaplarının hepsinde, mesela, çok kıymetli fıkıh kitabı olan, Dürr-ül-muhtar’ın şahidlik kısmında, Selef ve Halef dedikten sonra; (Selef, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin ismidir. Bunlara (Selef-i salihin) de denir. Halef de, Selef-i salihinden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerine denir) yazılıdır.
İmam-ı Gazali ve imam-ı Razi ve tefsir âlimlerinin baş tacı olan imam-ı Beydavi hazretleri, hep Selef-i salihin mezhebinde idiler. Bunların zamanında türeyen bid’at fırkaları, ilmi kelama felsefeyi karıştırdılar. Hatta imanlarının esasını felsefe üzerine kurdular. Milel ve Nihal kitabında bu bozuk fırkaların inançları geniş anlatılmaktadır.

Bu üç imam, bu bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet itikadını müdafaa ederken ve onların sapık fikirlerini çürütürken, onların felsefelerine de geniş cevaplar verdiler. Bu cevapları, Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karıştırmak değildir. Bilakis kelam ilmini, kendisine karıştırılan felsefi düşüncelerden temizlemektir. Beydavi’de ve bunun şerhlerinin en kıymetlisi olan Şeyhzade tefsirinde hiçbir felsefi düşünce, hiçbir felsefi metot yoktur. Bu yüce imamlara felsefe yolunda idiler demek, çok çirkin iftiradır.
Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirayı ilk olarak, İbni Teymiye, Vasıta kitabında yazmıştır. İbni Teymiye’nin ve talebesi İbn-ül-Kayyım-ıl-cevziyye’nin Selefiye mezhebini ihyaya çalıştıklarını söylemek ise, hak yolda olanlar ile bâtıl yola sapmış olanların ayrıldığı mühim bir noktadır. Bu iki şahıstan evvel Selefiye mezhebi, hatta Selefiye kelimesi yok idi ki, bu ikisinin ihyaya çalıştığı söylenilebilsin. Bu ikisinden evvel yalnız ve tek hak itikad olarak (Ehl-i sünnet vel-cemaat) ismi verilmiş olan Selef-i salihinin mezhebi vardı. İbni Teymiye, bu hak mezhebi bozmuş, birçok bid’atler meydana çıkarmıştır. Şimdi mezhepsizlerin, dinde reformcuların, kitaplarının, sözlerinin, yanlış düşüncelerinin kaynağı, hep İbni Teymiye’nin bid’atleridir.

Bunlar, kendilerinin hak yolda olduklarına gençleri inandırmak için, korkunç bir hile ortaya çıkardılar. İbni Teymiye’nin bid’atlerini, yanlış fikirlerini haklı göstererek, gençleri onun yoluna sürüklemek için, Selef-i salihine Selefiye ismini verdiler. Selef-i salihinin halefleri olan İslam âlimlerine felsefe ve bid’at lekelerini bulaştırdılar. Bunları, Selefiye dedikleri uydurma isimden ayrılmakla suçladılar. İbni Teymiye’yi Selefiyeyi yeniden canlandıran bir kahraman, bir müctehid olarak ortaya koydular. Halbuki, Selef-i salihinin halefleri olan Ehl-i sünnet âlimleri, zamanımıza kadar, hatta bugün bile, yazdıkları kitaplarında Selef-i salihinin mezhebi olan (Ehl-i sünnet) itikad bilgilerini savunmuşlar, ibni Teymiye’nin, Şevkani’nin ve benzerlerinin Selef-i salihinin yolundan ayrıldıklarını ve müslümanları felakete ve Cehenneme sürüklediklerini bildirmişlerdir. Et-tevessül-ü-bin-Nebi ve bis-Salihin ve Ulema-ül-müslimin vel-muhalifun ve Şifa-üs-sikam ile bunun ön sözü olan Tathirul-füad min-denisil-itikad kitaplarını okuyanlar, yeni Selefiye denilen bu inanışları ortaya çıkaranların, müslümanları felakete götürdüklerini ve İslam dinini içeriden yıkmakta olduklarını çok iyi anlar.
 

sonosmanlý

New member
Katılım
7 Şub 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Son günlerde, bazı ağızlardan Selefiye ismi işitilmeye başlandı. Her müslüman şunu iyi bilmelidir ki, İslamiyet’te Selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. İslamiyet’te yalnız Selef-i salihin mezhebi vardır. Selef-i salihin, hadis-i şerif ile meth ve sena buyurulmuş olan, ilk iki asrın müslümanlarıdır. Üçüncü ve dördüncü asırlarda gelen İslam âlimlerine Halef-i sadıkin denir. Bu şerefli insanların itikadına, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi denir. Bu mezhep, iman, inanış mezhebidir. Selef-i salihinin, yani Eshab-ı kiram ile Tabiin-i izamın imanları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark yoktu. Şimdi yer yüzünde bulunan müslümanların çoğu, Ehl-i sünnet mezhebindedirler. Yetmişiki sapık bid’at fırkalarının hepsi ikinci asırdan sonra ortaya çıktı. Bunların bir kısmının kurucuları daha önceden yaşamış iseler de, kitaplarının yazılması ve toplu olarak ortaya çıkmaları ve Ehl-i sünnete karşı baş kaldırmaları Tabiin-i izamdan sonra oldu.

Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullahtır
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullahtır. İman bilgilerini Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tabiin-i izam da bu bilgilerini, Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır.

Hadis âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhepte idi. İtikadda mezhebimizin iki imamı olan Matüridi ve Eşari de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imam, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve veliler, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.

Ehl-i sünnet âlimleri, manaları açık olan nassları, zahirleri üzere almışlardır. Yani, böyle âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere açık olan manaları vermişler, zaruret olmadıkça böyle nassları (tevil) etmemişler, bu manaları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhepsizler ise, yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, iman bilgilerinde ve ibadetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.

İmanda parçalanmak, fırkalara ayrılmak yasaktır
İmanda parçalanma, gruplara ayrılmak kötüdür, asla caiz değildir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hidayeti [kurtuluş yolunu] öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp, müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fena olan Cehenneme atarız.) [Nisa 115]

(Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız. [İmanda] Fırkalara bölünmeyiniz.) [Al-i İmran 103]

Peygamber efendimiz de, Müslümanlar arasında imanda ve itikadda ayrılıkların felaket olduğunu bildirerek, meşhur olan bir hadis-i şerifinde, (Yahudiler, 71 fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan 70’i Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtuldu. Hıristiyanlar da, 72 fırkaya ayrıldı. 71’i Cehenneme gitti. Benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72’si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur) buyurdu. Eshab-ı kiram, bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir) buyurdu. (Tirmizi, İbni Mace)


İbni Teymiye’nin sapık fikirleri vehhabilere kaynak oldu
Mezhepsizler kendilerine, Selefiye ismini takmışlar. İbni Teymiye, Selefilerin büyük imamıdır diyorlar. Bu sözleri bir bakımdan doğrudur. Çünkü, ibni Teymiye’den önce (Selefi) ismi yoktu. Selef-i salihin vardı. Bunların itikadları da Ehl-i sünnet mezhebi idi. İbni Teymiye’nin sapık fikirleri vehhabilere ve diğer mezhepsizlere kaynak oldu. İbni Teymiye Hanbeli mezhebinde olarak yetişti. Yani Ehl-i sünnet idi. Fakat ilmi çoğalınca kendi fikirlerini beğenmeye, kendini Ehl-i sünnet âlimlerinden üstün görmeye başladı. İlminin çoğalması, dalaletine, sapıtmasına sebep oldu. Hanbeli olması kalmadı. Çünkü, dört mezhepten birinde olabilmek için, ehl-i sünnet itikadında olmak lazımdır. Ehl-i sünnet itikadında olmayan kimse için Hanbeli mezhebindedir denilemez.

Zamanımızda, ibni Teymiye’yi taklit etmek modası ortaya çıktı. Onun sapık yazılarını savunuyor ve kitaplarını, bilhassa Vasıta kitabını bastırıyorlar. Bu kitap baştan başa onun Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere ve icma-ı müslimine uymayan fikirleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük uyandırmakta, kardeşi kardeşe düşman etmektedir. Hindistan’da bulunan vehhabiler ve başka İslam memleketlerinde, bunların tuzaklarına düşmüş olan cahil din adamları, ibni Teymiye’yi kendilerine bayrak yapmışlar, ona (Büyük müctehid), (Şeyh-ül-İslam) gibi isimler takıyorlar. Onun sapık fikirlerine, bozuk yazılarına din ve iman diye sarılıyorlar. Müslümanları parçalayan, İslamiyet’i içerden yıkan bu feci akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu red eden, vesikalarla çürüten kıymetli kitaplarını okumalıdır. Bu kıymetli kitaplar arasında, büyük imam, derin âlim Takıyyüddin-üs-Sübki hazretlerinin, Şifa-üs-sikam fi-ziyareti-hayril-enam kitabı, İbni Teymiye’nin bozuk fikirlerini mahvetmekte, fesatlarını yok etmekte, inatçılığını ortaya koymaktadır. Kötü niyetlerinin, bozuk inanışlarının yayılmasını önlemektedir.

Vehhabilerin ve bazı mezhepsizlerin Şeyh-ül-İslam bilip yolundan gittikleri İbni Teymiye hakkında geniş bilgi Mezhebin Önemi maddesinde, Bazı şahıslar hakkında özet bilgi kısmında var.


Yehova Şahitleri ve Selefiyecilerin benzer yönleri
Yehova (Yehve), Yahudilerin milli ilahlarıdır. Yehova dini, önce Russel tarikatı, 1931'de Yehova Şahitleri adını aldı. "İsa'nın dünya krallığı başladı" diyerek, devletlerin sonunun yaklaştığını, tarihler vererek ortaya attılar. Bu tarihler, 1914, 1918, 1925 ve 1975'tir. Tabii hepsi de boşa çıktı.
Öteki Hıristiyanlar (İsa üç tanrıdan biridir) derler iken, Yehovacılar için, ilah tek ise de, (İsa, Yehova'nın oğludur) derler. Hz. İsa'yı ilahlıktan çıkarmaları diğer Hıristiyanları kızdırmıştır. Milliyet ve vatan sevgisini reddederler ve askerlik yapmaya karşıdırlar. Mevcut rejimlere ayaklanmaları, isyanı teşvik ederler.

Yahudilik dışında bütün dinleri düşman bilirler. Yöneticilerin hemen hepsi Yahudi'dir. Yahudi'lerin 19 kitabını bunlar da mukaddes kabul ederler. 144 bin seçkin Yahudi'nin dünyayı yönlendireceğine, Cennetin dünyada olacağına, Hz. İsa'nın dünyadaki Cennette krallık kuracağına, Yehovacıların dışında herkesin ölüp bir daha dirilmeyeceğine ve ölen Yehovacıların dirileceğine ve bir daha ölmeyeceğine inanırlar. Her çocuk günahkâr doğar derler.

Müslümanları aldatmak için, Yehova yerine "Allah" ve diğer İslami terimleri kullanırlar. Şık, süslü giyinmiş güzel kızlarla, tatlı, okşayıcı dillerle cahilleri aldatmaya, Hıristiyan yapmaya çalışırlar. Ele geçirdikleri adreslere broşür, kitap ve kaset gönderirler. E-maillerle, sitelerle zehir kusarlar.
Bunlar, birçok yönden Selefiyecilere (Necdilere) benzerler.

Bazıları şöyledir:
1- Yehovacılar, "İlk Hıristiyanlar gibi, İncillere sarılalım" derler. Selefiyeciler de, "Yalnız Kur'ana sarılalım" derler.

2- Yehovacılar da, selefiyeciler de mezhebe, tarikata karşıdırlar. Selefiyeciler, birçok tasavvuf büyüğüne kâfir derler.

3- Yehovacılar, ilk Hıristiyanların yolunda olduklarını söylerler. Selefiyeciler de aynı mantıkla ilk Müslümanların yolunda olduklarını söylerler. (Selef, ilk Müslümanlar manasına gelir.)

4- Yehovacılar Cehennemi inkâr ederler. Selefiyeciler de, pirleri olan İbni Teymiye gibi Cehennem sonsuz değil derler.

5- Yehovacılar, Allah insan gibi düşünür diyerek "Tanrının düşüncesi" tabirini kullanırlar. Selefiyeciler de, "Kur'ani düşünce, İslam düşüncesi" gibi tabirler kullanırlar. Halbuki İslamiyet’i bir düşünce olarak kabul etmek küfürdür.

6- Yehovacılar da Selefiyeciler de, Allah gökte derler.

7- Yehovacılar ruha inanmaz, "Elektriğe benzeyen kişiliksiz bir kuvvet" derler. Bazı selefiyeciler de meleklere, rüzgar, tabiat kuvvetleri derler.

8- Yehovacılar, doğum günü kutlamazlar. Doğum günü kutlamasına yaratıklara tapınmak derler. Selefiyeciler de doğum günü olan mevlidi bid’at sayar, Peygambere tapmak derler.

9- Yehovacılar, kadere inanmazlar. Selefiyecilerin bir kısmı da kadere inanmaz.

10- İncilleri işlerine geldiği gibi yorumlar, Yehovacı olmayanlara kâfir derler. Selefiyeciler de, Kur'anı işlerine geldiği gibi yorumlarlar. Selefiyeci olmayanlara müşrik derler.

İbni Sebe, bir Yahudidir, Hıristiyanlığı bozan Pavlos da Yahudi'dir. Selefiyecilerin Yehovacılara benzemeleri tesadüf değildir. Her bozuk fırkanın altında, bir Yahudi veya İngiliz parmağı vardır. Her taşın altında onlar gizlidir.

Selefilik [Vehhabilik]
Sual: İtikadda tek mezhep, Ehl-i sünnet vel cemaattir. Amelde ise dört hak mezhep vardır. Son zamanlarda, selefiye mezhebi diye bir şey çıkardılar. Selefilik nedir?
CEVAP
Eshab-ı kirama, tabiine, tebe-i tabiine selef veya selef-i salihin denir. Bunların yoluna Ehl-i sünnet vel-cemaat denir.

Mezhepsizler, selef kelimesini istismar ediyorlar. (Selefiye mezhebi, selefin yoludur) diyorlar. İmam-ı a’zamın, imam-ı Eşari’nin, imam-ı Matüridi’nin yolu selefin yolu değilmiş gibi bir intiba vermeye çalışıyorlar.

Bazı sapıklar da çıkıp, (Peygamberiyye mezhebi) kursa, buna da bu peygamberin yoludur dese itibar edilir mi? İmam-ı Gazali hazretleri, Eshab-ı kiramın yolu olan Ehl-i sünnet itikadını anlatıp, (İşte selefin mezhebi budur) buyuruyor.

İtikadda mezhep tektir. Çünkü itikadda ayrılık olmaz. İtikadda mezhebimiz Ehl-i sünnet vel-cemaattır. Ehl-i sünnet fırkasının meşhur iki imamı vardır. Birincisi imam-ı eşari, ikincisi imam-ı Matüridi’dir. İkisinin ictihadları arasındaki farklılık temelde değildir. Eğer farklılık temelde olsa idi, birisi Ehl-i sünnet itikadından ayrı olsaydı, elbette onun itikadı Ehl-i sünnet kabul edilmezdi.

Amele ait bir mezhepte farklı ictihadlara sahip imamlar olabilir. Mesela imam-ı a'zam ile imam-ı Ebu Yusuf’un ictihadı farklı olabilir. Farklı olması, rahmet olup Hanefi mezhebine aykırı olmaz. İmam-ı Eşari ile imam-ı Matüridi arasında iman konusunda temelde ayrılık yoktur. Hatta biri Hanefilerin, diğeri Şafiilerin imamı demek de doğru değildir. İkisi de ehl-i sünnetin imamlarıdır.

İmam-ı Rabbani ve imam-ı Matüridi, Hanefi mezhebine göre amel ettikleri için itikadda Hanefi imamları olarak bilinmektedir. Ebul Hasen-i Eşari de Şafii’ye göre amel ettiği için itikadda Şafii imamı olarak tanınmaktadır. Bir şafii, imam-ı Matüridi gibi inansa veya bir hanefi, imam-ı Eşari gibi inansa Ehl-i sünnet olmaktan çıkmaz. Fakat bir kimse, amele ait bir hükümde ihtiyaçsız kendi mezhebini bırakıp, başka bir mezhebin hükmü ile amel etse mezhepsiz olur. (Hulasat-üt-tahkik)

Hiçbir İslam âlimi, selefiye mezhebi diye bir mezhepten bahsetmemiştir. İbni Teymiyeciler, selefiyiz diyorlar. Selefilik, vehhabiliğin kamufle adıdır. Bazı selefi yazarlar, itikadda hak olan mezhebi üçe ayırıyorlar. Halbuki Tirmizi’nin bildirdiği hadis-i şerifte (Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi Cehenneme gidecektir) buyurulurken, üç fırkaya fırka-i naciyye denir mi, itikadda üç tane hak mezhep olur mu? Fırka-i naciyye denilen kurtuluş fırkası bir tanedir. O da Ehl-i sünnet-vel-cemaattir. Hadis-i şerifle de bildirildiği gibi, diğerleri Cehenneme gidecektir.
 

ihtimalist

New member
Katılım
17 Ara 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
53
güzel çalışma. objektif ve doğru bir araştırma.
maalesef vehhabiyye islam tarihinde görülmemiş bir fitne ve bölme hareketiydi.

dün nasıl ingilizlerin uşaklığını yaptılarsa bu günde amerikan uşaklığı yapıyorlar. vehhabiyye suud krallığının ayakta kalması için tek ve yegane sebep. bunu aşabilmenin ilk ve tek yoluda ehli sünnet.

sahabe düşmanı olan ve sahabeye dil uzatabilen bir hizibin, sahabe hayatını getirdiğini iddia etmesi yavuz hırsızın ev sahibini bastırması gibi...

rabbim müslümanları nevmu gafletten azad eylesin...
 

sonosmanlý

New member
Katılım
7 Şub 2006
Mesajlar
54
Tepkime puanı
2
Puanları
0
güzel çalışma. objektif ve doğru bir araştırma.
maalesef vehhabiyye islam tarihinde görülmemiş bir fitne ve bölme hareketiydi.

dün nasıl ingilizlerin uşaklığını yaptılarsa bu günde amerikan uşaklığı yapıyorlar. vehhabiyye suud krallığının ayakta kalması için tek ve yegane sebep. bunu aşabilmenin ilk ve tek yoluda ehli sünnet.

sahabe düşmanı olan ve sahabeye dil uzatabilen bir hizibin, sahabe hayatını getirdiğini iddia etmesi yavuz hırsızın ev sahibini bastırması gibi...

rabbim müslümanları nevmu gafletten azad eylesin...

doğru söylüyorsun,doğru konuşuyorsun ama ; ben artık bu konularda yazmıyorum ve yorumda yapmıyorum. zira ilmi mertebesi çapsız hocalardan arapça ve gramer bilmeden tefsir okuyup ahkam kesen -ve her şeye rağmen müslüman olduğu için kardeşimiz olan- adamlara laf anlatmanın imkansızlığını anladığımdan yazmıyorum. ve yazmamaya devam edeceğim.

her yazılan her konuşulan yeni bir fitneye sebep oluyor ve maalesef bizde bu zavallı müslümanlar gibi buna alet oluyoruz.

ancak bundan sonra dua edebiliriz.

allah fitnenin fucurun erişemeyeceği kadar iz'an versin.

fitneye düşenlerede hidayet versin.

zira önceleride tekrar ettiğim gibi dili ile müslüman olduğunu ikrar eden kişiye zahire göre müslüman muamelesi yapılır. -dilleri ile- islam oldukları şüphe götürmeyen arkadaşlarında bu fitneden kurtulmaları için dua edelim hep beraber inşallah.
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
doğru söylüyorsun,doğru konuşuyorsun ama ; ben artık bu konularda yazmıyorum ve yorumda yapmıyorum. zira ilmi mertebesi çapsız hocalardan arapça ve gramer bilmeden tefsir okuyup ahkam kesen -ve her şeye rağmen müslüman olduğu için kardeşimiz olan- adamlara laf anlatmanın imkansızlığını anladığımdan yazmıyorum. ve yazmamaya devam edeceğim.

her yazılan her konuşulan yeni bir fitneye sebep oluyor ve maalesef bizde bu zavallı müslümanlar gibi buna alet oluyoruz.

ancak bundan sonra dua edebiliriz.

allah fitnenin fucurun erişemeyeceği kadar iz'an versin.

fitneye düşenlerede hidayet versin.

zira önceleride tekrar ettiğim gibi dili ile müslüman olduğunu ikrar eden kişiye zahire göre müslüman muamelesi yapılır. -dilleri ile- islam oldukları şüphe götürmeyen arkadaşlarında bu fitneden kurtulmaları için dua edelim hep beraber inşallah.

Allah(c.c.) razı olsun kardeş. Amin.
 
Üst Alt