Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Vakit Gazetesine yapılan sözde reddiyeye cevap

ehlissunne

New member
Katılım
21 May 2008
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
AÇIKLAMA

Her dönemde yaptığı kültür hizmetleriyle okurlarının takdir ve teşekkürlerini hak eden Vakit gazetesi, son olarak okurlarına bir promosyonla armağan ettiği PRATİK AKÂİD DERSLERİ kitabı ile yine tüm okurları nezdinde sonsuz takdir ve teşekkürü hak etmiş bulunmaktadır. Bu vesileyle kendilerini kutluyor ayrıca takdir ve şükranlarımızı sunuyoruz.

Ümmülkura Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan ve Ehl-i Sünnet’in inanç esaslarını Kur’ân-i Kerîm ve sahih sünnetten naslara bağlı kalmak suretiyle özlü bir şekilde anlatan kitap, okuyucu kitlesinin büyük bölümünün beğeni ve takdirini kazanmıştır. Öte yandan kitap, ilmihal kitaplarından elde edilebilecek düzeyde basit bilgilere dahi sahip olmayan kimseler tarafından kaleme alındığı belli olan bir yazıyla internet ortamında, belki samimi ancak câhilâne ve ciddiye alınmayacak derecede seviyesiz, ilmî üslûp bir tarafa, edep sınırlarını aşan bir üslûpla tenkitten öte bir saldırıya maruz kalmıştır. Cehaletin son derece yaygın bir hal aldığı günümüzde, bu tür bir tavrın Müslümanlar tarafından sergileniyor olması elbette üzücüdür.

Söz konusu yazıda, kitabın içerik olarak değindiği bazı meselelere atfen kitaptan bir takım alıntılarla birlikte sözde reddiye denilen ve aynı saldırganlıkla kaleme alınan bazı çarpıtmalara yer verilmiştir. Böylesi bir durumda sağduyu sahibi kimselerin yapacağı şey elbette kulak tıkayıp geçmeleridir. Fakat bu saldırı bilinçsiz bir surette Ehl-i Sünnet’in iman ettiği esaslara yönelik olunca, bu tür çarpıtmalardan aklı karışabilecek ve olumsuz yönde etkilenebilecek kimselerin bulunabileceği ihtimali olması bakımından bu açıklamayı yayınlamak gereklilik halini almıştır.

İtirazcıların itikatla ilgili asgari ilmihal bilgilerinden dahi yoksun ve bilinçsiz olmalarından kastımız, söz konusu yazıda fütursuzca kafir, dinsiz, Hıristiyan ve Yahudilerden daha zararlı diye teşhir etmiş oldukları itikadın Ehl-i Sünnet’in dört mezhep imamının sahip olduğu itikat olduğunu bilmemeleridir.

Başka bir nokta ise itirazcıların ilmî edebi hiçe sayarak, kitapta olmayan şeyleri varmışçasına söz konusu etmeleridir. Halbuki kitap hiçbir surette ne tevessülü ne teberrrükü ne şefaati ne de kabir ziyaretini inkar etmemekte, aksine kitap meşru tevessül ve teberrükün ne olduğunu, şefaatin doğru bir biçimde Allah’tan isteneceğini, meşru ve sünnete uygun kabir ziyaretinin nasıl yapılacağını, oralarda çaput bağlayıp kurban kesmek gibi bugün toplumda sağduyulu birçok kimsenin hoş görmediği davranışları gerçekte İslâm’ın da yasaklamış olduğunu gözler önüne sermektedir. Tevhid dini mensubu olduklarını iddia eden bu kimselerin, yalnızca Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyde O’ndan başkasından yardım istemenin şirk olacağına dahi karşı çıkmaları içine düşmüş oldukları halin ne kadar vahim olduğunu göstermektedir.

Burada elbette itirazcıların kitaba yönelik getirmiş oldukları birkaç yersiz tenkide uzun uzadıya cevap verecek değiliz. Çünkü reddiyenin bizzat kendisi batıl olduğuna delildir. Fakat itirazcılar açısından anlamlı olabileceğini düşündüğümüz için diğer imamlardan yapılabilecek sayısız nakilden sarfı nazarla İmam-ı Â’zam Ebû Hanîfe rahimehullah’dan birkaç nakli vermekle yetineceğiz.

İtirazcılar, Allah-u Teâlâ’nın arşına istivâsı ya da el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatların anlamlarını ikrar ederek ispat edeni mücessimeden olmakla ithama kalkmışlardır. Ehlince malum olduğu üzere başta dört mezhep imamı olmak üzere Ehl-i Sünnet’in görüşü bu şekilde gelmiştir. “Ebû Hanîfe rahimehullah dedi ki: Her kim: ‘Rabbim gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Yine aynı şekilde: ‘O, arş(ının) üzerindedir, fakat arş gökte midir, yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” Bu sözün diğer bir rivâyeti de şöyledir: “Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Çünkü Allah “Rahmân arşa istivâ etti” (Tâhâ, 5) buyuruyor. Allah’ın arşı da yedi kat semânın üstündedir. Yine aynı şekilde: ‘O, arşın üzerindedir, fakat arş gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur. Çünkü o Allah’ın gökte olduğunu inkar etmiştir. Allah’ın gökte olduğunu inkar eden de kâfir olmuştur: “Çünkü Allah illiyyîn’in en üstündedir, en yukarısındadır. Allah’a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur.” “O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun keyfiyeti bilinmeyen sıfatlarındandır.” “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir, ancak bu yaratıkların elleri gibi değildir, bir uzuv da değildir. O ellerin yaratıcısıdır. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)” İmâm-ı Â’zamın Beş Eseri, el-Fıkhu’l-Ebsat, (s. 44, 52-53); el-Fıkhu’l-Ekber, (s. 59) İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi (s. 228).

Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî de şöyle demiştir: “Yine bunun gibi büyük imamımız Ebû Hanîfe el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, keyfiyeti ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)

Şimdi burada itirazcılara şu soruyu yöneltsek, İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe hazretleri Allah-u Teâlâ’nın arşının üzerinde olduğunu söylemekle hâşâ O’nun arşına oturduğunu mu söylemiş olmaktadır?! Yoksa o, yine Allah-u Teâlâ’nın el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarını anlamları ile birlikte ispat etmekle, kendilerinin tabiri ile, mücessimeden mi olmaktadır?!

Kaynaklara ne kadar yabancı olduklarını sergilemesi bakımından Şeyh Abdülkadir el-Geylânî’nin şu sözlerini de vermeyi uygun görüyoruz. “Allah, yükseklik yönünde (yukarı tarafta) arşına istivâ edendir, mülkü kapsayandır. İlmi, eşyayı (çepeçevre) kuşatandır: “O’na ancak güzel söz yükselir (çıkar). Onu da sâlih amel yükseltir” (Fâtır, 10), “Allah, gökten yere (kadar) her işi (yaratma işini) düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’na çıkar” (Secde, 5). Allah’ı her yerde olmakla nitelemek câiz değildir. Aksine Allah; gökte, arşa istivâ etmiştir, denmesi gerekir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rahmân arşa istivâ etti.” (Tâhâ, 5)... İstivâ sıfatını herhangi bir te’vîle kaçmaksızın (olduğu gibi) kullanmak gerekir. Öyle ki bu istivâ, arşa yapılan zât istivâsıdır. Ne Mücessime ve Kerrâmiyye’nin dediği gibi (arşın üzerine) oturmak ve (onunla doğrudan) temas etmek yâni (ona doğrudan) değmek anlamındadır, ne Eş’ariyye’nin dediği gibi kadrinin ve sıfatlarının yüceliği ve yüksekliği anlamındadır ne de Mu’tezile’nin dediği gibi (arşı) istilâ etmek ve (ona) galebe çalmak anlamındadır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet nasları, istivâ sözüyle bunları kastetmemiştir. Aksine onlardan aktarılan istivâ sıfâtının doğrudan kendi anlamına hamledilmesidir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in eşi Ümmü Seleme radiyallâhu anhâ’nın Allah’ın “Rahmân arşa istivâ etti” buyruğu hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: ‘İstivânın niteliği akıl ile bilinemez. (Anlamı ise) bir bilinmez değildir. Ona inanmak gerekli (farz), onu inkar etmek ise küfürdür’... O’nun niteliği bilinmeksizin Arş’ın üzerinde olması Allah’ın her peygambere indirdiği her kitapta söylenegelmiştir.” Abdülkadir el-Geylânî, el-Günye (s. 56). Ayrıca bk. Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar, sh: 284, No: 348).

Yersiz itirazlardan bir diğeri de tevessül hakkında sarf ettikleri sözlerdir. Halbuki bu konuda yine İmam Ebû Hanife’den nakledilen “Ben filanın hakkı için denilmesini kerih görürüm” sözü Hanefî mezhebine dâir hemen hemen bütün kaynaklarda zikredilmektedir. Sözün tamamı şöyledir: “Nebîlerinin ve rasûllerinin hakkı için (hürmetine) (senden istiyorum ey rabbim!) şeklinde söz söylenmesini hoş görmüyorum (kerîh görüyorum).”. Çünkü yaratılmışın yaratan üzerinde hiçbir hakkı yoktur.” Hanefi ulemasına göre buradaki kerahat, kerâheti tahrîmiyye yâni harama yakın kerâhettir. İbn ‘Âbidîn başta olmak üzere birçok Hanefi alim bunu ifade etmişlerdir. Bk. Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr (9/567-568, terc. 15/469).

Son olarak, farklı hiçbir sesi duymaya karşı tahammül geliştirememiş, doğruyu ve bilgiyi kendi dünyasından ibaret sanan bir anlayışa sahip bu kimselere nasihatimiz öncelikle bu kitabın yalnızca Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetten naslara dayanılarak, her biri alanında uzman alimlerden oluşan ilmî bir heyet tarafından kaleme alındığını bilmeleri, bilip bilmeden başta alimler olmak üzere Müslümanlar hakkında klişeleşmiş bir takım ifadelerle yargıda bulunmak yerine itiraz etmiş oldukları noktaları dönüp kaynaklarından okuyup öğrenmeleridir. Buna rağmen hakkı kabul etmezlerse şunu bilmeliler ki başta dört mezhep imamı olmak üzere Ehl-i Sünnet alimlerinin akîdesini araştırdıklarında elde edecekleri, bu kitapta yer alan bilgilerden başkası olmayacaktır.

Vakit okurlarına saygı ile duyurulur.

ümmülkura
 

ehlissunne

New member
Katılım
21 May 2008
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَـنِ الرَّحِيمِ

*Sayfa 41ve 42’de diyorlarki;
Şöyle de denilebilir; Onlar ,ya bu kainatın dışında bulunan ve kendilerini yaratan yüce bir yaratıcının yaratması ile yaratılmışlardır.Ki beklenen bunu kabul etmeleridir.

Reddiye; Bu söz, Allah arşın üzerinde oturdu diyen İbni Teymiyye’nin ve onun bağlıları olan Vehhabilerin , Allah’a mekan isnat etmelerinin teyididir.Buda Allah’ı mahlukata benzetmenin yegane örneği olmuş olurki;
Bu inanç Allah Teala’yı tanımamaktır ve böylece Allah’ın mekandan münezzeh olduğunu kabul etmemektir.

Yanıt: Burada iddia edilenin aksini kitapta bu ifadeler tamamen Allah’ın varlığını inkar eden dinsizlere cevap mahitinde kaleme alınmış, kainatın dışında bulunan cümlesiyle Allah’ın arşına istivasına delil getirilmediği gibi bu hususa yakından uzaktan işaret bile edilmemiştir. Üstelik sapık bektaşi örneğinde (namaza yaklaşmayın) olduğu gibi bir bütünlük içersinde Allah’ın varlığını inkar eden dinsizlere cevap mahiyetinde kaleme alınan bu cümleler öncesi ve sonrasıyla makaslanmış mesele başka yerlere çekilmeye uğraşılmıştır. İlgili bölüm bütün olarak okunduğunda bu açıkça görülecektir.

*Sayfa 51’de diyorlar ki;
Ancak Allahın sıfatlarının keyfiyetlerine ve hakikatlerine gelince, bunları Allahtan başka kimse bilemez . Nitekim İmam Malik’e “Allah arşa istiva etti” (Tâhâ, 20/5) ayetinde geçen istivanın keyfiyeti hakkında soru sorulduğunda “İstiva bilinmektir. Keyfiyeti ise mechuldur. Ona iman etmek farz, soru sormak ise bid’attir” şeklinde cevap vermiştir. İmam Malik’in istivanın keyfiyeti ve manasıyla ilgili cevabı, bütün sıfatlar için kaide olmaya elverişlidir.

Reddiye: Yukarıda olduğu gibi, İmam Malik’e bu şekilde soru sorulmamıştır. İmam Malik’in de cevabı yukarıda olduğu gibi değildir.
Doğrusu; istiva nasıl anlaşılmalıdır, diye soru sorulmuştur. İmam Malik de Allah’ın istivası Haktır ve iman edilmesi farzdır. Keyfiyeti (nasıllığı) hakkında soru sormak bid’attır diye cevab vermiştir.
İbni Teymiyye ve bağlıları VEHHABİLER İstiva’yı Allah arş’ın üzerinde oturdu diye yorum getirerek Allah’a keyfiyet isnat etmişlerdir. İmam Malik de Allah’a bu tarzda keyfiyet isnat etmeyi yasaklamış ve red etmiştir. İşte bid’at olarak anlaşılması gereken budur.

*Sayfa 54-55’de diyorlarki; Allah Tealanın bazı sıfatları:

İSTİVA:Mealen: RAHMAN ARŞA İSTİVA ETTİ. (Taha, 20/15)
ULUVV: Mealen:Gökte olanın, sizi batırı vermiyeceğinden eminmisiniz? (Mülk, 67/16)

Reddiye: İbni Teymiyye ve vehhabiler, istiva’yı Allah arşa oturdu diye inanırlar. İstivanın doğru anlaşılacak manası; “Allah arş’a hükmetmiştir, arş, O’nun tasarrufundadır.”demektir.
Gökte olan ; Bu ifade ile Allah Teala’nın göklerde yaşadığı ve orada bulunduğu anlaşılıyor ki; Bu inanç Yahudi ve hiristiyanların inancına eştir.
Doğrusu bu ayette geçen gök ehli’nin manası, Allah’ın melekleridir.



Yanıt: Bu reddiyeyi anlamak gerçekten mümkün değil. İmam Malik’e bu şekilde soru sorulmamış İmam Malik’in de cevabı bu kitapta ifade edildiği gibi değilmiş. İnsaf demekten başka bir şey söylemek mümkün değil bu iftira karşısında. Zira ilgili kitabın 40 nolu dipnotunda bu rivayetin uzunca bir tahricine yer verilmiştir. Rivâyet, zikredilen kaynaklarda aynen bu şekilde yer almaktadır. Üstelik kaynaklarda buna benzer bir söz mü’minlerin annesi Ümmü Seleme radiyallâhu anhâ ile İmâm Mâlik’in hocası Rebî‘a b. Ebî Abdirrahmân’dan da rivayet edilmiştir. Hatta Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî (1014/1605) İmam Mâlik’in bu sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bunu büyük imamımız Ebû Hanîfe (150/767) de tercih etmiştir. Yine bunun gibi el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, nitelikleri ise akıl ile bilinememektedir. Öyle ki, niteliği akledebilmek, zâtın niteliği ve mâhiyetiyle (hakîkatiyle) ilgili ilmin bir bölümüdür. Bu bir bilinmez olunca, onlar için (ilâhî) sıfatların niteliği akıl ile nasıl bilinebilsin ki?! O halde bu konuda hataya düşmekten insanı koruyacak yararlı kesin doğru, kişinin Allah’ı; hem Allah’ın kendisini tanımladığı gibi hem de Rasûlü’nün O’nu tanımladığı gibi ne herhangi bir tahrîf ve ta’tîle, ne de herhangi bir tekyîf ve temsîle kaçmaksızın olduğu gibi tanımlamasıdır. Öyle ki kişi, Allah’a ait olan isim ve sıfatları saptayarak kabul eder ve O’nun yaratıklara, yaratıklarının da O’na benzemesini reddeder. Böylece o, (ilâhî) isim ve sıfatlarla ilgili kabûlünde, teşbîhten münezzeh (uzak ve arınmış) olduğu gibi, reddinde de ta’tîlden münezzeh olmuş olur. İstivânın hakîkatini inkâr eden herkes muattıl olur. Yine istivâyı yaratıkların birbirlerine olan istivâsına benzeten kimse de müşebbih olur. Her kim de (Allah’ın) istivâsının benzeri hiçbir şey yoktur derse, o muvahhiddir (tevhid ehlidir), münezzihtir (Allah’ı eksiklik ve kusur içeren sıfatlardan arındırandır).” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)

Bu hususa ek olarak şunu da ifade etmek gerekir ki, muterizler İmam Malik’in sözüyle ilgili alıntılarını iki cümle arasındaki önemli bir açıklayıcı cümleyi hazfederek yapmışlar. Doğru metin şöyledir: Ancak Allahın sıfatlarının keyfiyetlerine ve hakikatlerine gelince, bunları Allahtan başka kimse bilemez . Nitekim İmam Malik’e “Allah arşa istiva etti” (Tâhâ, 20/5) ayetinde geçen istivanın keyfiyeti hakkında soru sorulduğunda “İstiva bilinmektir. Keyfiyeti ise mechuldur. Ona iman etmek farz, soru sormak ise bid’attir” şeklinde cevap vermiştir. Yani, keyfiyet hakkında soru sormak bid’attir. İmam Malik’in istivanın keyfiyeti ve manasıyla ilgili cevabı, bütün sıfatlar için kaide olmaya elverişlidir.
Muterizlerin “İbni Teymiyye ve bağlıları VEHHABİLER İstiva’yı Allah arş’ın üzerinde oturdu diye yorum getirerek Allah’a keyfiyet isnat etmişlerdir” şeklindeki iddiaları ise tamamen batıldır. Zira Selef’e mensup hiç kimse Allah’ın arşa oturduğunu veya kurulduğunu veyahut da yerleştiğini söylememiştir. Bu aslı astarı olmayan iftiradan başka bir şey değildir. İbn Teymiyye’ye ait bazı eserleri Türkçeye tercüme eden birtakım kimseler ya kasıtlı olarak ya da farkında olmadan içinde istiva kelimesi geçen ifadeleri bu şekilde tercüme ederek maalesef İbn Teymiyye başta olmak üzere pek çok alime iftira edenlere çanak tutmuşlardır. Oysa bu alimlerden hiçbiri istivanın anlamı hususunda Arap dilinde istivânın bilinen dört anlamı (‘alâ, irtefe‘a, sa‘ade ve istekarra) dışında bir şey söylememiştir. Sonra muterizlerin iddia ettikleri gibi Arap dilinde istivânın bilinen bu dört anlamı dışında, arşı istilâ etti yada arşı hükmü, tasarrufu altına aldı şeklinde te’vîl edilebileceğini gösteren sahih bir nakil yoktur. Sonuç olarak denebilir ki, Ehl-i Sünnet alimleri, Allah’ın Arş’ına istivâ ettiği, Arş’ının üstünde olduğu inancında icmâ etmiştir. Ehl-i Sünnet’e mensup âlimlerden hiçbiri Allah’ın Arş’ına istivâ etmesinin ve Arş’ının üstünde olmasının, Arş’ı istilâ etmesi veya arşı arşı hükmü, tasarrufu altına alması anlamına geldiğini söylememiştir. Hiç kimsenin onlardan bu anlamda, ne nass ne de zâhir olarak bir söz nakletmesi mümkün değildir. Bu alimler içinde İmam Ebu Hanife de yer almaktadır. Zira İmam Ebû Hanîfe’nin, Allah’ın uluvvu ve Arş’ına istivâsı hakkında pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Yine aynı şekilde: ‘O, arş(ının) üzerindedir, fakat arş gökte midir, yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 45. Bu sözün diğer bir rivâyeti de şöyledir: “Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Çünkü Allah “Rahmân arşa istivâ etti” (Tâhâ, 5) buyuruyor. Allah’ın arşı da yedi kat semânın üstündedir. Yine aynı şekilde: ‘O, arşın üzerindedir, fakat arş gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur. Çünkü o Allah’ın gökte olduğunu inkar etmiştir. Allah’ın gökte olduğunu inkar eden de kâfir olmuştur: “Çünkü Allah illiyyîn’in en üstündedir, en yukarısındadır. O’ndan yukarıdan istenir, aşağıdan değil.” İbn Kudâme, el-Uluvv (s.116); Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar s. 136, No: 118); İbnu’l-Kayyim, İctimâu’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye (s. 74); İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (s. 288).
“Allah-u Teâlâ’dan birşey istenirken, yukarıdan istenir, aşağıdan değil. Çünkü aşağı hiçbir şeyde Rubûbiyyet ve Ulûhiyyetin sıfatlarından değildir. Nitekim hadiste de şöyle rivâyet edilmiştir: “Bir adam siyah câriyesini Hz. Peygamber’e getirerek şöyle dedi: ‘Bir mü’mine câriyeyi âzat etmek üzerime vâcib oldu. Bunu bana yeterli görür müsün?’ Hz. Peygamber de câriyeye: ‘Sen mü’mine misin?’ diye sordu. O da ‘evet’ deyince bu defa Hz. Peygamber: ‘Peki Allah nerede?’ diye sordu. O da göğe işâret etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber adama: ‘Onu âzat et, çünkü o mü’minedir, buyurdu.” el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 47-48.
“Biz Allah’ın ihtiyaç olmaksızın arş üzerine istivâ ve istikrar ettiğini ikrar ederiz. O ihtiyaç olmaksızın arşı da başkalarını da muhafaza eder.” el-Vasıyye, s. 73.
“Her kim Allah Azze ve Celle’nin (zâtıyla) gökte olduğunu inkar ederse muhakkak kâfir olmuştur.” el-Uluvv (Muhtasar s. 137, No: 119).

Kur’ân-ı Kerîm ve Sahih Sünnet Allah’ın Arş’ına istivâ ettiğini, Arş’ının üstünde olduğunu açıkça ifade eden; bu istivâ ve üstte olmanın, Arş’ı istilâ etmek yada onu hükmü, tasarrufu altına almak şeklinde te’vîl edilmesinin çok yanlış olduğunu gösteren delillerle doludur. Bu delillerden birkaçı şöyledir: “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden … Allah’tır.” (A’râf, 7/54), “Rahmân Arş’a istivâ etti.” (Tâhâ, 20/5), “O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ edendir.” (Hadîd, 57/4). Ay. bk. (Yûnus, 10/3), (Ra’d, 13/2), (Furkân, 25/59), (Secde, 32/4). “O, kullarının üstünde kâhir olandır.” (En’âm, 6/18), “Onlar, üstlerinde olan Rablerinden korkarlar.” (Nahl, 16/50). Ay. bk. (En’âm, 6/61, 65), (Fetih, 48/10), (Hâkka, 69/17). Ebû Hureyre (58/678) radiyallâhu anh’ın bildirdiğine göre Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem (bir gün) kendisinin elini tutmuş ve şöyle demiştir: “Ey Ebâ Hureyre! Şüphesiz ki Allah, gökleri, yerleri ve her ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra da Arş’a istivâ etmiştir. …” Katâde b. en-Nu’mân (23/643) radiyallâhu anh, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i şöyle derken işittiğini söylemektedir: “Şüphesiz ki Allah, yaratmayı bitirince Arş’ına istivâ etti.” İbn Mes‘ûd (32/652) radiyallâhu anh de şöyle demiştir: “Dünya semâsı ile ondan sonraki semâ arasında beş yüz yıl vardır. Her bir semâ ile diğer semâ arasında beş yüz yıl vardır. Yedinci semâ ile Kürsî arasında beş yüz yıl vardır. Kürsî ile su arasında beş yüz yıl vardır. Arş ise suyun üstündedir. Allah Arş’ın üstündedir; sizin amellerinizden hiçbir şey O’na gizli kalmaz.” Bu hususu ayrıca icmâ, akıl ve fıtrat (yaratılış kanunu) da hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kanıtlamaktadır.

*Sayfa 54-55’de diyorlarki; Allah Tealanın bazı sıfatları:

İKİ EL: (Mealen: Allah, iblise dedi ki: “Ey iblis! İKİ ELİMLE YARATTIĞIMA (insana) secde etmekten seni alıkoyan nedir? (Sad, 38/75)

Reddiye: İki el; yukarıda ayet mealinde açıklandığı gibi (eş-Şurâ Suresi, 11. âyet) "Allâh hiçbir şeye benzemez" mealindeki Ayet-i Kerimeye ters düşmektedir. Allah’a organ isnat etmektir. Doğrusu Allah’ın sıfatlarından olan İradesi ve Dilemesine uygun olarak yaratmasıdır.

Yanıt: Ehl-i Sünnet ve’l- Cemâat’in görüşüne göre Allah-u Teâlâ’nın bahşetme ve nimetle açılmış iki eli vardır. Allah’ın iki eli, O’nun sâbit zâtî sıfatlarından olup kendisine yaraşır gerçek iki eldir. Allah’ın iki elinin olduğunu Kitap ve Sünnet kesin olarak göstermektedir: “Tam tersine Allah’ın iki eli de apaçıktır.” (Mâide, 64), “Allah iblise şöyle dedi: Ey İblis! İki elimle yarattığıma (insana) secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Sâd, 75),
“Kıyamet günü yeryüzü bütünüyle O’nun avucundadır, göklerde sağ elinde dürülmüş olacaktır.” (Zümer, 67).
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu sözleri ise sünnetin kanıtlarından sadece bazılarıdır:
“Allah’ın eli öyle doludur ki gece gündüz ondan (bağışlar ve nimetler) devamlı akar. Siz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığından beri (eliyle) infak ettiği (verdiği) şeyleri gördünüz mü? (düşündünüz mü?) Çünkü bütün bu verdikleri bile O’nun sağ elindekileri hiçbir şekilde eksiltememiştir.”
“Muhakkak âdil olanlar (kıyamet günü) Rahmân Azze ve Celle’nin sağında nûrdan minberler üzerinde olacaklardır. Rahmân’ın her iki eli de sağdır.”
“Allah-u Teâlâ ilk olarak kalemi yaratmış ve onu sağ eliyle alıp tutmuştur. O’nun her iki eli de sağdır.”
İmam Ebû Hanîfe de bu ayet ve hadislerin gereğini aynen söylemiştir. O şöyle demiştir:
“O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun niteliği bilinmeyen sıfatlarındandır.” el-Fıkhu’l-Ekber, s. 59.
“Allah’ın eli onların elleri üzerindedir, ancak bu yaratıkların elleri gibi değildir, bir uzuv (organ) da değildir. O ellerin yaratıcısıdır. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)”. el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 52-53.
Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî de şöyle demiştir: “Yine bunun gibi Ebu Hanife el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, nitelikleri ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)
 

ehlissunne

New member
Katılım
21 May 2008
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
*Sayfa 54-55’de diyorlarki; Allah Tealanın bazı sıfatları:

VECH: Mealen: Ancak Rabbinin celal ve ikram sahibi vechi (yüzü) baki kalacaktır.(Rahman, 55/27)

Yanıt: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in görüşüne göre Allah’ın kendisine yaraşır, celâl ve ikrâm ile niteli gerçek bir yüzü vardır.
Kitabın kanıtlarından biri Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur:
“... Ancak Rabbi’nin celâl ve ikrâm sahibi yüzü bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55/27). Ayrıca bk. (Bakara 115, 272; En’âm 52; Ra’d 22; Kehf 28; Kasas 88; Rûm 38, 39; İnsân 9; Leyl 20).
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu sözü ise sünnetin kanıtlarından sadece biridir:
“(Allahım!) Senden, yüzüne bakma lezzetini ve seninle buluşma şevkini (arzusunu) bana lutfetmeni diliyorum.”
İmam Ebû Hanîfe de bu ayet ve hadislerin gereğini aynen ifade etmiştir. O şöyle demiştir: “O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun niteliği bilinmeyen sıfatlarındandır.” el-Fıkhu’l-Ekber, s. 59.
“O’nun nefsi yarattıklarının nefsi gibi değildir. Bütün nefislerin yaratıcısı O’dur. ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.’ (Şûrâ, 11)” el-Fıkhu’l-Ebsat, s. 53.
Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî de şöyle demiştir: “Yine bunun gibi Ebu Hanife el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, nitelikleri ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)

*Sayfa 54-55’de diyorlarki; Allah Tealanın bazı sıfatları:

NUZUL: Mealen:Rasulullah şöyle buyurmuştur; Rabbimiz tebereke ve teala her gecenin son üçte birlik bölümü kaldığı zaman dünya göğüne iner ve şöyle der:Yokmu bana dua eden?Duasını kabul edeyim?yokmu benden bir şey isteyen?istediğini ona vereyım yokmu benden bağışlanma dileyen onu bağışlayayım?

Reddiye: Nuzul; Allah hakkında dünya semasına iner ifadesi, Allah’ın bir yerde bulunduğu veya yükseklerde olduğu anlaşılır ki; Allah’ın mekanı olduğu inancını vurgular.Böyle bir inanç Allah Tealayı yarattıklarına muhtaç olduğunu ,yaratmış olduğu melekler ,insanlar ,cinler gibi varlıkların fiillerine benzetmek olur.Çünkü ,meleklerin mekanı göklerdir,cinlerin ve insanların mekanı yerlerdir.Bu varlıklar Allah’ın yaratmış olduğu mekanlar arasında ,Allah’ın dilediği kadar hareket etmektedirler.
Nüzûlün, bizzat Allâh’ın, zatıyla yukarıdan aşağıya indiği anlamına geldiği kabul edilemez. Çünkü Allâh cisim değildir, mekan ve yönden münezzehtir. Ayrıca bizzat Allâh’ın, zatıyla dünyanın semasına indiğini kabul etmek akla da ters gelir. Sözkonusu olan nüzûl hadisi, meleklerin inmeleri manasında veya Allâh’ın rahmetinin inmesi manasında anlaşılmalıdır. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzûl, haşa Allâh’ın bizzat zatıyla dünyanın semasına indiği anlamına geldiği kabul edilecek olursa o zaman haşa “Allâh’ın inmekten başka bir şey yapmadığı” inancı ortaya çıkarır. Çünkü hadis-i şerifte geçen nüzûlün gecenin son üçte bir bölümden itibaren sabaha kadar olduğu geçmektedir. Gece ve gündüz vaktinin dünyanın her ülkesinde bir olmadığı herkes tarafından malumdur. Bu hadis ise dünyanın her bölgesi için geçerlidir. Yani inen o melekler her bölgeye, o belirli vakitlerde inmektedirler.
Bu nüzûl hadisinde geçen nüzûl’dan, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Öyle ki; bir başka hadis-i şerifte: “Yunzilu Rabbunâ ...” diye geçmektedir yani mealen: “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir.
Hadis hafızı el-Irâkî, hadis-i şeriflerin hangi şekilde en hayırlı bir şekilde tefsir edileceği hususunda şöyle demiştir: ”Ve hayru mâ fessertehû bi’l-varidi” Yani, “Hadis için yapabileceğin tefsirin en hayırlısı varit olanladır (geçen bir başka hadisledir).”
Şurası iyi bilnmesi gerekir ki Allâh’ın haşa bizzat yukarıdan aşağıya indiğine inanmak küfürdür. Dolayısıyla bu inanca sahip olan bir kimsenin küfür olan bir inanca saplandığının bilincinde olarak, Kelime-i şehadeti getirerek İslâm’a geri dönmesi lazım gelir.

Yanıt: Buhârî ve Müslim’in Sahîhlerinde Ebû Hureyre radiyallâhu anh’den, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
“Rabbimiz, (her) gecenin son üçte biri (son üçte birlik bölümü) kaldığı zaman dünya göğüne iner ve şöyle der: ‘Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden bir şey isteyen? İstediğini ona vereyim. Yok mu benden bağışlanma dileyen? Onu bağışlayayım.’”
Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’den yaklaşık 28 sahâbînin rivâyet ettiği bu mütevatir hadisi Ehl-i Sünnet ittifakla kabul etmiştir. Allah-u Tebâreke ve Teâlâ’nın dünya göğüne inmesi, O’nun dilemesine ve hikmetine bağlı fiilî sıfatlarından olup yüceliğine ve büyüklüğüne yaraşır gerçek bir inmedir. Bunun anlamını, emrinin veya rahmetinin veya da meleklerinden birinin inmesi şeklinde tahrîf etmek (değiştirmek), kesinlikle doğru değildir. Allah’ın dünya semasına inmesi bizim anladığımız anlamda bir mekandan diğer bir mekana intikal etmesini gerektirmez. Çünkü Allah dünya semasına niteliği bilinmeksizin nüzûl eder (iner)..Nitekim Ebû Hanîfe’ye, Allah’ın dünya göğüne nasıl indiği hakkında soru sorulduğunda: “Allah niteliği bilinmeksizin nüzûl eder (iner)” cevabını vermiştir. es-Sâbûnî, Akîdetü’s-Selef ve Ashâbi’l-Hadîs (s. 42, 59); Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât (s. 456, 572, diğer baskıda 2/200, el-Esmâ’nın muhakkıkı Kevserî bu konuda susmuştur); İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (thk. el-Elbânî, s. 223); Âlûsî, Cilâu’l-‘Ayneyn (s. 353); Molla Aliyyu’l-Kârî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber (s. 38); İbn Abdilhâdî, es-Sârimu’l-Menkî (s. 304).

Muterizin “Bu nüzûl hadisinde geçen nüzûl’dan, meleklerin indiği bir başka hadisten anlaşılır. Öyle ki; bir başka hadis-i şerifte: “Yunzilu Rabbunâ ...” diye geçmektedir yani mealen: “Rabbimiz indirir..” diye geçmektedir.” şeklindeki iddiası ise hadis ilmi açısından sahih olmayıp 28 küsür sahabinin rivayetlerine de açık bir şekilde aykırıdır. Yine muterizin Hadis Hafızı el-Irâkî’nin “Hadis için yapabileceğin tefsirin en hayırlısı varit olanladır (geçen bir başka hadisledir).” şeklindeki sözüyle istidlali ancak tefsir mahiyetindeki hadisin hadis ilmi açısından sahih olması durumunda böyledir. Oysa “Yunzilu Rabbunâ ...” “Rabbimiz indirir..” şeklindeki rivayet hem metnen hem de seneden sahih değildir. Bunu hadis ilmiyle uğraşanların iyi bilirler.

*Sayfa 62 ve 70 arasında; Tevessul konusunu ele alarak Peygamberleri, evliyaları vesile ederek yapılan duaların caiz olmadığını söylemektedirler.

*Sayfa 62 Alimler ;yalnızca Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyde, kalben yada dille başkasına seslenip dua edenin veya ondan başkasından yardım dileyenin “La ilahe illAllah Muhammedun Resullullah/Allah’tan başka ilah yoktur,Muhammed Allah’ın resuludur” dese yahut namaz kılıp oruç tutsa ve hacca gitse bile,müşrik olduğu hususunda ittifak etmişlerdir

*Sayfa 63:Hatta duada koşulan şirk, Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellemin kendilerine gönderilmiş olduğu müşriklerin koşmuş oldukları şirkin en büyüğüdür.Zira onlar peygamberlere,Salihlere ve meleklere dua ederlerdi.Onlara kendilerine Allah katında şefaat etsinler diye çalişıyorlardı.Sıkıntılı anlarda ,dara düştüklerinde ise ibadeti yalnız Allah’a has surette yerine getiriyorlar,şirk koştukları varlıkları unutuyorlardı.

*Sayfa:64. Kendileri yaratılmış olan ve hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri Allah’a ortak mı koşuyorlar? Halbu ki bunlar ne onlara bir yardım edebilirler nede kendilerine yardım edebilirler. (araf.7/191-192)
Bu ayette Allah’ın dışında meleklere, peygamberlere, Salihlere ve putlara dua eden müşrikler kınanmaktadır.

*Sayfa 65. Allah subhanehu,darda kalanın dualarını kabul edenin,sıkıntıları giderenin ve hayrı ulaştırmaya tek başına güç yetirenin sadece kendisi olduğunu bildirmiştir.Kim Allah’tan başka,Peygamberler ve evliyalar gibi makam ve mevkisi ne olursa olsun birilerinin sıkıntılarını giderme ve fayda elde etme hususlarında tesiri olduğuna inanırsa, putperest müşriklerin düşmüş olduğu şirke düşmüş olur.

*Sayfa 74:Sadece Allah’ın güc yetirebileceği işlerde tevekkül: Rızık korunma,yardım ve şefaat gibi isteklerini dileme hususunda ölülere ve tagutlara tevekkül edenler gibi. Bu büyük şirktir. Çünki bu ve benzeri işlere Allah’tan başkası güç yetiremez.
Kimileri vasıtaları, sebepleri kullanır ve bu sebeplere dayanıp güvenir.Bu tevhide ters düşen ve onu eksilten bir şirktir.

Reddiye: TEVESSUL VE TEBERRUK’UN CAİZ OLMASININ DELİLİ;
Rivayet edildiğine göre halife Ömer Bin Hattab zamanında kıtlık ve açlık oldu. Sahabelerden biri Peygamber efendimizin kabrine teberrük amacıyla giderek şöyle demiştir. “Ey Allah’ın Rasulü Allah’a dua et ümmetine yağmur yağdırsın, çünkü helak olmuş durumdalar” bu adam Peygamberimizi rüyasında görmüş ve Peygamberimiz O’na şöyle demiştir. “Ömer’e selam söyle ve Allah’ın onlara yağmur yağdıracağını haber ver.” adam Ömer’e gider ve olanları anlatır. Ömer ağlar bunu Beyhaki rivayet etmiştir. Olayda anlatılan sahabe peygamberimizin kabrine selam için değil teberrük maksadıyla gitmiştir. Seyyidimiz Ömer de buna itiraz etmemiş ve bu yaptığın şirktir dememiştir. Peygamberler ölümlerinden sonra bile Allah’ın izniyle fayda verirler.
Musa aleyhisselam mirac gecesinde peygamber efendimizle Beytul Makdiste ve altıncı semada bir araya geldi. Peygamberimiz yedinci semavatın üstündeki bir mekandan inerken Musa aleyhisselam O’na sordu “ümmetine ne farz kılındı?” peygamberimiz de “bize elli vakit namaz kılındı” diye cevapladı. Musa peygamber “dön ve Rabbine hafifletilmesi için dua et” dedi. “Ben İsrail kavmini tecrübe ettim onlara Allah’u Teala iki vakit farz kılmıştı onlar ise yerine getirmediler.” Peygamberimiz Rabbine dua ettiği yere geri döndü ve defalarca hafifletilmesi için dua etti. Her seferinde Musa aleyhisselam O’na “dön ve hafifletilmesi için dua et dedi”. Bu durum elli vakit namaz sevabına eşit olan beş vakit namaza düşürülünceye kadar devam etti. Hiçbir akıllı kimse Musa aleyhisselam’ın bu ümmete sağladığı yarar ve faydaya şüphe edemez. Musa aleyhisselam ise mirac hadisesinden bin yıldan daha fazla süre önce vefat etmiştir. Bu amelle Musa aleyhisselam kendi vefatından binlerce yıl sonra peygamber efendimizin ümmetine fayda vermiştir.

Allâh’tan başkasından yardım dilemenin bir beisi olmadığına dair rivayeti, ibni Abbas hakkında sabit olan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Muhakkak ki Allâh’ın hafaza (koruma melekleri) dışında öyle melekleri vardır ki yeryüzünde dolaşırlar, ağaçtan düşen yaprakları yazarlar şu halde sizden birinizin başına geniş bir yerde bir sıkıntı gelirse ’Allâh’ın kulları yardım edin’ diye nida etsin“ mealindeki hadis-i şerifi yeterlidir. Ayrıca şu da bir gerçektir ki istiane (yardım dileme) teveccüh ve tevessülün aynı anlama geldiği arabî lugatı iyi bilen Takiyyuddîn es-Subkî gibi bazı ehli sünnet alimlerimiz tarafından bildirilmiştir. Nitekim Suyutî onun hakkında lugatçiler’den olduğunu söylemiştir. Bu mesele ise bellidir.

Teberrük peygamber veya velinin kabrini ziyaretinden dolayı Allah’ın ziyaret edene bereket, hayır vermesidir. Peygamberler vefat ettikten sonra Allah’u Teala onları diriltir. Kendilerini ziyaret edeni hissederler ve o kişiler için Allah’a dua ederler. İmam Bayhaki’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte peygamber aleyhisselam mealen şöyle buyurmuştur.
“Peygamberler kabirlerinde diridirler, canlıdırlar, namaz kılarlar” bunu destekleyen Bezzar’in rivayetindeki hadiste de peygamber aleyhisselam mealen, “Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” buyurmuştur.

Yanıt: Muteriz malesef yine Bektaşi örneğinde olduğu gibi kendi görüşüne uygun bölümleri almış cümlelerin öncesini ve sonrasını makaslamış. Ayrıca kitapta teberrük ve tevessül konusu, naklettiği bu cümlelerden bağımsız bir şekilde müstakil iki bölümde (s. 161-163, 184-197) en ince ayrıntısına kadar işlendiği halde nedense o bölümleri yok saymış ya da kitabı tam olarak okumamış. Üstelik ifade tarzıyla sanki kitapta tevessül büsbütün inkar edilmiş havası estirilmiş. Kitaba şöylece bir bakıldığında tevessülün caiz olan kısımları olduğu gibi caiz olmayan kısımları da olduğu görülecektir. Caiz olan kısmı Allah-u Teâlâ’ya isim ve sıfatları ile tevessül, Allah-u Teâlâ’ya salih amellerle tevessül, Allah-u Teâlâ’ya salih müslüman kimsenin duası ile tevessül olmak üzere üç türdür (s. 186-189). Nedense muteriz bu üç türü görmezden gelmiş ve tevessülün caiz olmayıp bid’at olan ikinci kısmına dair örnek cümleler seçmiş, bunları da maalesef adeti üzere makaslamış. Aynı şeyi ne yazık ki şefaat konusunda da yapmış. Kitapta şefaat konusu müstakil bir bölümde (s. 205-211) en ince ayrıntısına işlendiği halde muteriz kullandığı ifade tarzıyla sanki kitapta şefaat büsbütün inkar edilmiş havası estirmiş. Oysa kitapta şefaat menfi ve müspet şefaat olmak üzere iki kısma ayrılmış, müspet şefaat ise kendi içinde 6 sınıfa ayrılmıştır (s. 207-210). Nedense muteriz bu altı sınıfı görmezden gelmiş ve şefaatin menfi olan ikinci kısmına dair örnek cümleler seçmiş, bunları da maalesef adeti üzere makaslamış.
Tevessüle delil olarak getirdiği Hz. Ömer hadisi ise kitapta bütün ayrıntılarıyla ele alınmış (s. 190-192), bu hadisin nasıl anlaşılması gerektiği de ifade edilmiştir. Mirac hadisini tevessüle delil olarak getirmesini akıl ve mantıkla bağdaştırmak mümkün değil. Zira bu hadisenin tevessülle yakından uzaktan ilgisi yoktur. Hz. Peygamber Rabbine “Allah’ım! Musa’nın hatırına 50 vakit namazı beş vakite indir” dememiştir ki bu hadise tevessülle ilişkilendirilsin. Zaten Peygamberimizin Rabbi indindeki yeri diğer bütün peygamberlerden üstün olduğu için buna ihtiyacı da yoktur. Onun içindir ki “Ben Âdem çocuklarının seyyidiyim (efendisiyim). Bununla birlikte de övünmüyorum” diye buyurmuştur. Mezkur mirac hadisi Hz. Peygamberle Hz. Musa arasında geçen dialoğun bir anlatımıdır. Olayı başka bir yere çekmenin anlam ve gereği yoktur.

Muterizin “Allâh’tan başkasından yardım dilemenin bir beisi olmadığına dair rivayeti, ibni Abbas hakkında sabit olan Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Muhakkak ki Allâh’ın hafaza (koruma melekleri) dışında öyle melekleri vardır ki yeryüzünde dolaşırlar, ağaçtan düşen yaprakları yazarlar şu halde sizden birinizin başına geniş bir yerde bir sıkıntı gelirse ’Allâh’ın kulları yardım edin’ diye nida etsin“ mealindeki hadis-i şerifi yeterlidir.” şeklindeki sözüne gelince öncelikle bu hadisin zayıf bir hadis olduğu bilinmelidir. Senedinin üzerinde dönüp dolaştığı râvi Ma’rûf b. Hassân’dır. Söz konusu râvi hakkında Ebû Hâtim er-Râzî “mechûl” derken, İbn ‘Adiyy “münkerü’l-hadîs” demiştir. Ma’rûf b. Hassân, İbn ‘Adî’nin dediği gibi münkerü’l-hadîs’dir. Dolayısıyla hadis zayıftır. Ayrıca Ashâb-ı kirâm ne bu tür bir uygulamada bulunmuş ne de böyle bir şeyi emretmişlerdir. Tâbiîn ve imâmların da bu şekilde uygulamada bulundukları, bunu emir ve tavsiye ettikleri konusunda sahih bir nakil mevcut değildir. Böyle bir bilgiye onların değil de daha sonra gelenlerin sâhip olması nasıl düşünülebilir?

Yine Muterizin “Teberrük peygamber veya velinin kabrini ziyaretinden dolayı Allah’ın ziyaret edene bereket, hayır vermesidir. Peygamberler vefat ettikten sonra Allah’u Teala onları diriltir. Kendilerini ziyaret edeni hissederler ve o kişiler için Allah’a dua ederler. İmam Bayhaki’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte peygamber aleyhisselam mealen şöyle buyurmuştur: “Peygamberler kabirlerinde diridirler, canlıdırlar, namaz kılarlar” bunu destekleyen Bezzar’in rivayetindeki hadiste de peygamber aleyhisselam mealen, “Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” buyurmuştur.” şeklindeki sözlerine gelince burada zikredilen “Peygamberler kabirlerinde diridirler, canlıdırlar, namaz kılarlar” hadisi sahih bir hadistir. Ancak bu hadisin anlaşılması gereken şekli şöyledir:
1) Rasûlullah’ın, kabrinde bilinen mânâda canlı ve diri olduğu iddiası şu âyet-i kerîmelerle çelişmekte ve aykırılık arzetmektedir: “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer, 39/30), “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedi mi kalacaklar?” (Enbiyâ, 21/34), “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57)
2) Bilinmektedir ki, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem kabrinde, ruhun bedende bulunması, bedeni idâre etmesi, ruhla beraberken bedenin yemeye, içmeye, giyinmeye, evlenmeye vb. şeylere ihtiyaç duyması şeklinde alışılagelmiş biçimde dünyevî diriliğe sâhip değildir. Bilâkis kabirde berzah hayatına sahiptir. Ruhu da refîk-i a’lâ’dadır. Diğer peygamberlerin ruhları da aynı durumdadır. Ruhlar berzahta bulundukları yer bakımından çok farklı derecelere sahiptir. Ana karnında bulunan ceninin hayatı ile dünya hayatı ve âhiret hayatı birbiriyle kıyaslanamadığı gibi aynı şekilde dünya hayatı ile berzah hayatı arasında da kıyas yapılamaz. Bir hayat türünün diğer bir hayat türüyle kıyaslanması geçersiz ve bâtıldır.
3) Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem dilekte bulunanın isteğini duyabilecek ve duasına karşılık verebilecek şekilde diri olmuş olsaydı, imânî kurallar çerçevesinde ashâbına fetvâ verir ve ashâbını sıkıntıya sokan birçok meselede ümmetini rahatlatırdı. Nasıl olur da ashâbının görüş ayrılıklarını, savaşa varan anlaşmazlıklarını görür de cevapsız ve çözümsüz bırakır?! Nasıl olur da anlaşmazlıklar ve çekişmeler meydana gelirken hiç kimse Peygamberin kabrine gitmez de ondan yardım etmesini ve yol göstermesini istemez?! İddia ettikleri gibi Rasûlullah kabrinde diri değil mi?! Ömer radiyallâhu anh Buhârî’nin rivâyet ettiğine göre şöyle demiştir: “Dedenin ve kelâlenin mirası ile faizle ilgili bazı hususları Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e sormuş olmayı temenni ederdim.” Ashâb-ı kirâma ne oluyor ki, Peygamber yanı başlarında canlı (!) dururken gidip Abbâs radiyallâhu anh’ın duasını vesile kılarak yağmur dileğinde bulunuyorlar?! Niçin Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e gidip ondan yağmur yağması için yardım dilemiyorlar?! Tüm bunlar ileri sürülen iddianın bâtıl ve asılsız olduğunun apaçık delilidir.

Muterizin diğer bir delil olarak gösterdiği “Hayatta olmam sizin için hayırlıdır. Ölümüm de sizin için hayırlıdır. öldüğümde amelleriniz bana gösterilir. Hayır gördüğümde hamd, şer gördüğümde de sizin için istiğfar ederim.” hadisi ise sahih değil, zayıftır. Bk. Bezzâr “el-Müsned” (el-Bahru’z-Zehhâr, No:1925); (Keşfu’l-Estâr, 1/397 No: 845); Abdullah b. Mes‘ûd radiyallâhu anh’den merfû olarak, İbn Sa’d “et-Tabakâtü’l-Kübrâ” (2/149) ve Heysemî “Buğyetü’l-Bâhis ‘an Zevâidi Müsnedi’l-Hâris” (No: 953) Bekr b. Abdullah el-Müzenî radiyallâhu anh’den mürsel olarak rivâyet etmişlerdir. Merfû’ rivâyet isnâden zayıf, mürsel rivâyet ise muhaddislerin mürsel hadisleri zayıf hadisler arasında saymaları nedeniyle zayıftır. Bk. Bezzâr “el-Müsned” (el-Bahru’z-Zehhâr, 5/309, No:1925); (Keşfu’l-Estâr, 1/397, No: 845); Heysemî “Buğyetü’l-Bâhis ‘an Zevâidi Müsnedi’l-Hâris” (2/884, No: 953); İbn Hacer “el-Metâlibu’l-‘Âliye” (4/22-23, No: 3853); el-Elbânî “Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Da‘îfe” (No:975); Da‘îfu’l-Câmi‘i’s-Sağîr (No: 2746-2748); ‘Amr ‘Abdülmun‘im “Hedmu’l-Menâr limen Sahhaha Ehâdîse’t-Tevessüli ve’z-Ziyâra” (s. 135-139).

Muterizin “Ayrıca şu da bir gerçektir ki istiane (yardım dileme) teveccüh ve tevessülün aynı anlama geldiği arabî lugatı iyi bilen Takiyyuddîn es-Subkî gibi bazı ehli sünnet alimlerimiz tarafından bildirilmiştir. Nitekim Suyutî onun hakkında lugatçiler’den olduğunu söylemiştir. Bu mesele ise bellidir.” şeklindeki sözü saptırmacadan ibarettir. Yardım, zafer ve destek isteğinde bulunmak anlamına gelen istiğâse kelimesi, Arap Dil kuralları bakımından direkt olarak ya da “bâ” edatıyla müteaddî (geçişli) olur. İsteğastu fulânen yahut da isteğastu bi fulânin olarak her iki şekildeki kullanımı da “falan kişiden yardım isteğinde bulundum” anlamına gelmektedir. “Bâ” edatına bitişen kelime kendisinden istenen, talepte bulunulan, dua edilen varlıktır. Nitekim Allah-u Teâlâ âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz (testeğîsûne rabbeküm).” (Enfâl, 8/9), “Kendi tarafından olanı düşmana karşı ondan yardım diledi. (fe’steğâsehû)” (Kasas, 28/15) İstiğâse kelimesinin Arap dilinde bazen “bâ” edatı ile müteaddî (geçişli) olmasının sebebi, bu kelimeye isti‘âne mânâsının katılmak istenmesidir. Dil biliminde bilinen şekliyle böyle bir anlam katılması, bilinen bir lafzın anlamının herhangi bir değişikliğe uğramadan ve birinci lafzın mânâsında bozulma olmadan bir başka lafzın mânâsına katılması şeklinde gerçekleşir. İstiğâse kelimesinin isti‘âne anlamı da içermesi istendiğinde “bâ” edatı ile müteaddî yapılmaktadır. Çünkü iste‘antu bi kezâ örneğinde olduğu gibi isti‘âne kelimesi “bâ” edatı ile müteaddî olmaktadır.
Tevessül kelimesi ise, “bâ” edatıyla müteaddî olmaktadır. Örnek olarak tevesseltu bi fulânin denir. Bu durumda “bâ” edatına bitişmiş olan kelime, kendisinden değil kendisi aracılığıyla istekte bulunulan kimse anlamı taşımaktadır.
Suâl kelimesi de bizzat kendisi müteaddî olabildiği gibi “bâ” edatıyla da müteaddî olur. Kendisinden istenen kişi için seeltu fulânen denir. Seeltu bi fulânin (falan ile istedim) şeklinde “bâ” edatıyla kullanılırsa, edata bitişen kelime, kendisinden istenen değil, kendisi aracılığıyla istenen anlamı taşımaktadır.
Sonuç olarak isteğastu fulâneâ ve’steğastu bihî cümleleri, “falan kişi vesilesiyle istedim” değil, “falan kişiden istedim” anlamına gelir. Bu nedenle insanın ölülerden, hazır bulunmayan üçüncü şahıslardan yada ancak Allah’ın gücü yeten konularda Allah’tan başkasından, istiğâsede bulunması câiz değildir.

Muterizin “Oysaki nice İslâm ülkelerinde yaşayan müslümanlar "Yâ Allâh peygamber Efendimizin Muhammedin hürmetine ..." diye dua etmektedirler.
İmam Ebu Hanifenin bu konuyla alakalı sözüne gelince o bu meseleye haram dememiştir. İmam Ebu Hanifenin dediği mesele: "Ben filanın hakkı için denilmesini kerîh görürüm" meselesidir. Alimler ise bunu açıklarken bu sözün, imam Ebu Hanifenin tevessüle karşı olduğu manasına gelmediğini ve Peygamber Efendimizin Camiye gidilirken okunan dua olarak öğrettiği sözleri ile alakalı hadis kulağına gelmediği için bu sözü söylediğini bildirmişlerdir. Çünkü Camiye giderken söylenen duada mealen aynen şöyle geçmektedir: "Yâ Allâh senden bu yürüyüşümün hakkı için ve senden dileyenlerin hakkı için diliyorum ..." şeklindeki itirazına ise şöyle cevap verilir. İmam Ebu Hanife’den nakledilen bu söz Hanefî mezhebine dâir hemen hemen bütün kaynaklarda zikredilmektedir. Sözün tamamı şöyledir: “Nebîlerinin ve rasûllerinin hakkı için (hürmetine) (senden istiyorum ey rabbim!) şeklinde söz söylenmesini hoş görmüyorum (kerîh görüyorum).”. Çünkü yaratılmışın yaratan üzerinde hiçbir hakkı yoktur.” Hanefi ulemasına göre buradaki kerahat, kerâheti tahrîmiyye yâni harama yakın kerâhettir. İbn ‘Âbidîn başta olamak üzere birçok Hanefi alim bunu ifade etmişlerdir. Bk. Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr (9/567-568, terc. 15/469). İmam Ebu Hanife’nin mezkur hadisi işitmediğine dair tespit hangi akla hizmet etmektedir anlamak zor. Zira tamamen bilfaraza söylenmiş bir tespit. İmamın bu hadisi bir an işitmediğini farzedelim. İyi ki işitmemiş. Çünkü bu hadis alimlerin genel ittifakıyla zayıf kabul edilmiştir. Bizce İmam işitmediğinden değil zayıf gördüğünden bu hadise muhalif fetva vermiş. Muterizin şiddetle karşı çıktığı kitabı iyice okumadığı ortada. Zira bu hadisin zayıf bir hadis olduğu kaynaklarıyla (s. 194-195, 197 nolu dipnot) ilgili kitapta açıklanmıştır.

Allah en doğrusunu bilir.
 
Üst Alt