ehlissunne
New member
- Katılım
- 21 May 2008
- Mesajlar
- 3
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 42
AÇIKLAMA
Her dönemde yaptığı kültür hizmetleriyle okurlarının takdir ve teşekkürlerini hak eden Vakit gazetesi, son olarak okurlarına bir promosyonla armağan ettiği PRATİK AKÂİD DERSLERİ kitabı ile yine tüm okurları nezdinde sonsuz takdir ve teşekkürü hak etmiş bulunmaktadır. Bu vesileyle kendilerini kutluyor ayrıca takdir ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Ümmülkura Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan ve Ehl-i Sünnet’in inanç esaslarını Kur’ân-i Kerîm ve sahih sünnetten naslara bağlı kalmak suretiyle özlü bir şekilde anlatan kitap, okuyucu kitlesinin büyük bölümünün beğeni ve takdirini kazanmıştır. Öte yandan kitap, ilmihal kitaplarından elde edilebilecek düzeyde basit bilgilere dahi sahip olmayan kimseler tarafından kaleme alındığı belli olan bir yazıyla internet ortamında, belki samimi ancak câhilâne ve ciddiye alınmayacak derecede seviyesiz, ilmî üslûp bir tarafa, edep sınırlarını aşan bir üslûpla tenkitten öte bir saldırıya maruz kalmıştır. Cehaletin son derece yaygın bir hal aldığı günümüzde, bu tür bir tavrın Müslümanlar tarafından sergileniyor olması elbette üzücüdür.
Söz konusu yazıda, kitabın içerik olarak değindiği bazı meselelere atfen kitaptan bir takım alıntılarla birlikte sözde reddiye denilen ve aynı saldırganlıkla kaleme alınan bazı çarpıtmalara yer verilmiştir. Böylesi bir durumda sağduyu sahibi kimselerin yapacağı şey elbette kulak tıkayıp geçmeleridir. Fakat bu saldırı bilinçsiz bir surette Ehl-i Sünnet’in iman ettiği esaslara yönelik olunca, bu tür çarpıtmalardan aklı karışabilecek ve olumsuz yönde etkilenebilecek kimselerin bulunabileceği ihtimali olması bakımından bu açıklamayı yayınlamak gereklilik halini almıştır.
İtirazcıların itikatla ilgili asgari ilmihal bilgilerinden dahi yoksun ve bilinçsiz olmalarından kastımız, söz konusu yazıda fütursuzca kafir, dinsiz, Hıristiyan ve Yahudilerden daha zararlı diye teşhir etmiş oldukları itikadın Ehl-i Sünnet’in dört mezhep imamının sahip olduğu itikat olduğunu bilmemeleridir.
Başka bir nokta ise itirazcıların ilmî edebi hiçe sayarak, kitapta olmayan şeyleri varmışçasına söz konusu etmeleridir. Halbuki kitap hiçbir surette ne tevessülü ne teberrrükü ne şefaati ne de kabir ziyaretini inkar etmemekte, aksine kitap meşru tevessül ve teberrükün ne olduğunu, şefaatin doğru bir biçimde Allah’tan isteneceğini, meşru ve sünnete uygun kabir ziyaretinin nasıl yapılacağını, oralarda çaput bağlayıp kurban kesmek gibi bugün toplumda sağduyulu birçok kimsenin hoş görmediği davranışları gerçekte İslâm’ın da yasaklamış olduğunu gözler önüne sermektedir. Tevhid dini mensubu olduklarını iddia eden bu kimselerin, yalnızca Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyde O’ndan başkasından yardım istemenin şirk olacağına dahi karşı çıkmaları içine düşmüş oldukları halin ne kadar vahim olduğunu göstermektedir.
Burada elbette itirazcıların kitaba yönelik getirmiş oldukları birkaç yersiz tenkide uzun uzadıya cevap verecek değiliz. Çünkü reddiyenin bizzat kendisi batıl olduğuna delildir. Fakat itirazcılar açısından anlamlı olabileceğini düşündüğümüz için diğer imamlardan yapılabilecek sayısız nakilden sarfı nazarla İmam-ı Â’zam Ebû Hanîfe rahimehullah’dan birkaç nakli vermekle yetineceğiz.
İtirazcılar, Allah-u Teâlâ’nın arşına istivâsı ya da el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatların anlamlarını ikrar ederek ispat edeni mücessimeden olmakla ithama kalkmışlardır. Ehlince malum olduğu üzere başta dört mezhep imamı olmak üzere Ehl-i Sünnet’in görüşü bu şekilde gelmiştir. “Ebû Hanîfe rahimehullah dedi ki: Her kim: ‘Rabbim gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Yine aynı şekilde: ‘O, arş(ının) üzerindedir, fakat arş gökte midir, yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” Bu sözün diğer bir rivâyeti de şöyledir: “Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Çünkü Allah “Rahmân arşa istivâ etti” (Tâhâ, 5) buyuruyor. Allah’ın arşı da yedi kat semânın üstündedir. Yine aynı şekilde: ‘O, arşın üzerindedir, fakat arş gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur. Çünkü o Allah’ın gökte olduğunu inkar etmiştir. Allah’ın gökte olduğunu inkar eden de kâfir olmuştur: “Çünkü Allah illiyyîn’in en üstündedir, en yukarısındadır. Allah’a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur.” “O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun keyfiyeti bilinmeyen sıfatlarındandır.” “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir, ancak bu yaratıkların elleri gibi değildir, bir uzuv da değildir. O ellerin yaratıcısıdır. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)” İmâm-ı Â’zamın Beş Eseri, el-Fıkhu’l-Ebsat, (s. 44, 52-53); el-Fıkhu’l-Ekber, (s. 59) İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi (s. 228).
Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî de şöyle demiştir: “Yine bunun gibi büyük imamımız Ebû Hanîfe el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, keyfiyeti ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)
Şimdi burada itirazcılara şu soruyu yöneltsek, İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe hazretleri Allah-u Teâlâ’nın arşının üzerinde olduğunu söylemekle hâşâ O’nun arşına oturduğunu mu söylemiş olmaktadır?! Yoksa o, yine Allah-u Teâlâ’nın el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarını anlamları ile birlikte ispat etmekle, kendilerinin tabiri ile, mücessimeden mi olmaktadır?!
Kaynaklara ne kadar yabancı olduklarını sergilemesi bakımından Şeyh Abdülkadir el-Geylânî’nin şu sözlerini de vermeyi uygun görüyoruz. “Allah, yükseklik yönünde (yukarı tarafta) arşına istivâ edendir, mülkü kapsayandır. İlmi, eşyayı (çepeçevre) kuşatandır: “O’na ancak güzel söz yükselir (çıkar). Onu da sâlih amel yükseltir” (Fâtır, 10), “Allah, gökten yere (kadar) her işi (yaratma işini) düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’na çıkar” (Secde, 5). Allah’ı her yerde olmakla nitelemek câiz değildir. Aksine Allah; gökte, arşa istivâ etmiştir, denmesi gerekir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rahmân arşa istivâ etti.” (Tâhâ, 5)... İstivâ sıfatını herhangi bir te’vîle kaçmaksızın (olduğu gibi) kullanmak gerekir. Öyle ki bu istivâ, arşa yapılan zât istivâsıdır. Ne Mücessime ve Kerrâmiyye’nin dediği gibi (arşın üzerine) oturmak ve (onunla doğrudan) temas etmek yâni (ona doğrudan) değmek anlamındadır, ne Eş’ariyye’nin dediği gibi kadrinin ve sıfatlarının yüceliği ve yüksekliği anlamındadır ne de Mu’tezile’nin dediği gibi (arşı) istilâ etmek ve (ona) galebe çalmak anlamındadır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet nasları, istivâ sözüyle bunları kastetmemiştir. Aksine onlardan aktarılan istivâ sıfâtının doğrudan kendi anlamına hamledilmesidir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in eşi Ümmü Seleme radiyallâhu anhâ’nın Allah’ın “Rahmân arşa istivâ etti” buyruğu hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: ‘İstivânın niteliği akıl ile bilinemez. (Anlamı ise) bir bilinmez değildir. Ona inanmak gerekli (farz), onu inkar etmek ise küfürdür’... O’nun niteliği bilinmeksizin Arş’ın üzerinde olması Allah’ın her peygambere indirdiği her kitapta söylenegelmiştir.” Abdülkadir el-Geylânî, el-Günye (s. 56). Ayrıca bk. Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar, sh: 284, No: 348).
Yersiz itirazlardan bir diğeri de tevessül hakkında sarf ettikleri sözlerdir. Halbuki bu konuda yine İmam Ebû Hanife’den nakledilen “Ben filanın hakkı için denilmesini kerih görürüm” sözü Hanefî mezhebine dâir hemen hemen bütün kaynaklarda zikredilmektedir. Sözün tamamı şöyledir: “Nebîlerinin ve rasûllerinin hakkı için (hürmetine) (senden istiyorum ey rabbim!) şeklinde söz söylenmesini hoş görmüyorum (kerîh görüyorum).”. Çünkü yaratılmışın yaratan üzerinde hiçbir hakkı yoktur.” Hanefi ulemasına göre buradaki kerahat, kerâheti tahrîmiyye yâni harama yakın kerâhettir. İbn ‘Âbidîn başta olmak üzere birçok Hanefi alim bunu ifade etmişlerdir. Bk. Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr (9/567-568, terc. 15/469).
Son olarak, farklı hiçbir sesi duymaya karşı tahammül geliştirememiş, doğruyu ve bilgiyi kendi dünyasından ibaret sanan bir anlayışa sahip bu kimselere nasihatimiz öncelikle bu kitabın yalnızca Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetten naslara dayanılarak, her biri alanında uzman alimlerden oluşan ilmî bir heyet tarafından kaleme alındığını bilmeleri, bilip bilmeden başta alimler olmak üzere Müslümanlar hakkında klişeleşmiş bir takım ifadelerle yargıda bulunmak yerine itiraz etmiş oldukları noktaları dönüp kaynaklarından okuyup öğrenmeleridir. Buna rağmen hakkı kabul etmezlerse şunu bilmeliler ki başta dört mezhep imamı olmak üzere Ehl-i Sünnet alimlerinin akîdesini araştırdıklarında elde edecekleri, bu kitapta yer alan bilgilerden başkası olmayacaktır.
Vakit okurlarına saygı ile duyurulur.
ümmülkura
Her dönemde yaptığı kültür hizmetleriyle okurlarının takdir ve teşekkürlerini hak eden Vakit gazetesi, son olarak okurlarına bir promosyonla armağan ettiği PRATİK AKÂİD DERSLERİ kitabı ile yine tüm okurları nezdinde sonsuz takdir ve teşekkürü hak etmiş bulunmaktadır. Bu vesileyle kendilerini kutluyor ayrıca takdir ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Ümmülkura Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan ve Ehl-i Sünnet’in inanç esaslarını Kur’ân-i Kerîm ve sahih sünnetten naslara bağlı kalmak suretiyle özlü bir şekilde anlatan kitap, okuyucu kitlesinin büyük bölümünün beğeni ve takdirini kazanmıştır. Öte yandan kitap, ilmihal kitaplarından elde edilebilecek düzeyde basit bilgilere dahi sahip olmayan kimseler tarafından kaleme alındığı belli olan bir yazıyla internet ortamında, belki samimi ancak câhilâne ve ciddiye alınmayacak derecede seviyesiz, ilmî üslûp bir tarafa, edep sınırlarını aşan bir üslûpla tenkitten öte bir saldırıya maruz kalmıştır. Cehaletin son derece yaygın bir hal aldığı günümüzde, bu tür bir tavrın Müslümanlar tarafından sergileniyor olması elbette üzücüdür.
Söz konusu yazıda, kitabın içerik olarak değindiği bazı meselelere atfen kitaptan bir takım alıntılarla birlikte sözde reddiye denilen ve aynı saldırganlıkla kaleme alınan bazı çarpıtmalara yer verilmiştir. Böylesi bir durumda sağduyu sahibi kimselerin yapacağı şey elbette kulak tıkayıp geçmeleridir. Fakat bu saldırı bilinçsiz bir surette Ehl-i Sünnet’in iman ettiği esaslara yönelik olunca, bu tür çarpıtmalardan aklı karışabilecek ve olumsuz yönde etkilenebilecek kimselerin bulunabileceği ihtimali olması bakımından bu açıklamayı yayınlamak gereklilik halini almıştır.
İtirazcıların itikatla ilgili asgari ilmihal bilgilerinden dahi yoksun ve bilinçsiz olmalarından kastımız, söz konusu yazıda fütursuzca kafir, dinsiz, Hıristiyan ve Yahudilerden daha zararlı diye teşhir etmiş oldukları itikadın Ehl-i Sünnet’in dört mezhep imamının sahip olduğu itikat olduğunu bilmemeleridir.
Başka bir nokta ise itirazcıların ilmî edebi hiçe sayarak, kitapta olmayan şeyleri varmışçasına söz konusu etmeleridir. Halbuki kitap hiçbir surette ne tevessülü ne teberrrükü ne şefaati ne de kabir ziyaretini inkar etmemekte, aksine kitap meşru tevessül ve teberrükün ne olduğunu, şefaatin doğru bir biçimde Allah’tan isteneceğini, meşru ve sünnete uygun kabir ziyaretinin nasıl yapılacağını, oralarda çaput bağlayıp kurban kesmek gibi bugün toplumda sağduyulu birçok kimsenin hoş görmediği davranışları gerçekte İslâm’ın da yasaklamış olduğunu gözler önüne sermektedir. Tevhid dini mensubu olduklarını iddia eden bu kimselerin, yalnızca Allah’ın güç yetirebileceği bir şeyde O’ndan başkasından yardım istemenin şirk olacağına dahi karşı çıkmaları içine düşmüş oldukları halin ne kadar vahim olduğunu göstermektedir.
Burada elbette itirazcıların kitaba yönelik getirmiş oldukları birkaç yersiz tenkide uzun uzadıya cevap verecek değiliz. Çünkü reddiyenin bizzat kendisi batıl olduğuna delildir. Fakat itirazcılar açısından anlamlı olabileceğini düşündüğümüz için diğer imamlardan yapılabilecek sayısız nakilden sarfı nazarla İmam-ı Â’zam Ebû Hanîfe rahimehullah’dan birkaç nakli vermekle yetineceğiz.
İtirazcılar, Allah-u Teâlâ’nın arşına istivâsı ya da el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatların anlamlarını ikrar ederek ispat edeni mücessimeden olmakla ithama kalkmışlardır. Ehlince malum olduğu üzere başta dört mezhep imamı olmak üzere Ehl-i Sünnet’in görüşü bu şekilde gelmiştir. “Ebû Hanîfe rahimehullah dedi ki: Her kim: ‘Rabbim gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Yine aynı şekilde: ‘O, arş(ının) üzerindedir, fakat arş gökte midir, yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” Bu sözün diğer bir rivâyeti de şöyledir: “Her kim: ‘Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olmuştur. Çünkü Allah “Rahmân arşa istivâ etti” (Tâhâ, 5) buyuruyor. Allah’ın arşı da yedi kat semânın üstündedir. Yine aynı şekilde: ‘O, arşın üzerindedir, fakat arş gökte midir yoksa yerde midir? bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur. Çünkü o Allah’ın gökte olduğunu inkar etmiştir. Allah’ın gökte olduğunu inkar eden de kâfir olmuştur: “Çünkü Allah illiyyîn’in en üstündedir, en yukarısındadır. Allah’a dua ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur.” “O’nun Kur’ân’da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah’ın kitabında zikretmiş olduğu yüz, el ve nefis O’nun keyfiyeti bilinmeyen sıfatlarındandır.” “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir, ancak bu yaratıkların elleri gibi değildir, bir uzuv da değildir. O ellerin yaratıcısıdır. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 11)” İmâm-ı Â’zamın Beş Eseri, el-Fıkhu’l-Ebsat, (s. 44, 52-53); el-Fıkhu’l-Ekber, (s. 59) İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi (s. 228).
Hanefi mezhebinde alimlerin sultanı lakabıyla anılan Molla Aliyyu’l-Kârî de şöyle demiştir: “Yine bunun gibi büyük imamımız Ebû Hanîfe el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarla ilgili gelen müteşâbih âyet ve hadisleri de bu şekilde alıp kabul etmiştir. Buna göre bütün (ilâhî) sıfatların anlamları bilinmekte, keyfiyeti ise akıl ile bilinememektedir.” Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Mektebetü’l-İmdâdiyye baskısı 8/251)
Şimdi burada itirazcılara şu soruyu yöneltsek, İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe hazretleri Allah-u Teâlâ’nın arşının üzerinde olduğunu söylemekle hâşâ O’nun arşına oturduğunu mu söylemiş olmaktadır?! Yoksa o, yine Allah-u Teâlâ’nın el, göz, yüz ve benzeri ilâhî sıfatlarını anlamları ile birlikte ispat etmekle, kendilerinin tabiri ile, mücessimeden mi olmaktadır?!
Kaynaklara ne kadar yabancı olduklarını sergilemesi bakımından Şeyh Abdülkadir el-Geylânî’nin şu sözlerini de vermeyi uygun görüyoruz. “Allah, yükseklik yönünde (yukarı tarafta) arşına istivâ edendir, mülkü kapsayandır. İlmi, eşyayı (çepeçevre) kuşatandır: “O’na ancak güzel söz yükselir (çıkar). Onu da sâlih amel yükseltir” (Fâtır, 10), “Allah, gökten yere (kadar) her işi (yaratma işini) düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’na çıkar” (Secde, 5). Allah’ı her yerde olmakla nitelemek câiz değildir. Aksine Allah; gökte, arşa istivâ etmiştir, denmesi gerekir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rahmân arşa istivâ etti.” (Tâhâ, 5)... İstivâ sıfatını herhangi bir te’vîle kaçmaksızın (olduğu gibi) kullanmak gerekir. Öyle ki bu istivâ, arşa yapılan zât istivâsıdır. Ne Mücessime ve Kerrâmiyye’nin dediği gibi (arşın üzerine) oturmak ve (onunla doğrudan) temas etmek yâni (ona doğrudan) değmek anlamındadır, ne Eş’ariyye’nin dediği gibi kadrinin ve sıfatlarının yüceliği ve yüksekliği anlamındadır ne de Mu’tezile’nin dediği gibi (arşı) istilâ etmek ve (ona) galebe çalmak anlamındadır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet nasları, istivâ sözüyle bunları kastetmemiştir. Aksine onlardan aktarılan istivâ sıfâtının doğrudan kendi anlamına hamledilmesidir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in eşi Ümmü Seleme radiyallâhu anhâ’nın Allah’ın “Rahmân arşa istivâ etti” buyruğu hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: ‘İstivânın niteliği akıl ile bilinemez. (Anlamı ise) bir bilinmez değildir. Ona inanmak gerekli (farz), onu inkar etmek ise küfürdür’... O’nun niteliği bilinmeksizin Arş’ın üzerinde olması Allah’ın her peygambere indirdiği her kitapta söylenegelmiştir.” Abdülkadir el-Geylânî, el-Günye (s. 56). Ayrıca bk. Zehebî, el-Uluvv (Muhtasar, sh: 284, No: 348).
Yersiz itirazlardan bir diğeri de tevessül hakkında sarf ettikleri sözlerdir. Halbuki bu konuda yine İmam Ebû Hanife’den nakledilen “Ben filanın hakkı için denilmesini kerih görürüm” sözü Hanefî mezhebine dâir hemen hemen bütün kaynaklarda zikredilmektedir. Sözün tamamı şöyledir: “Nebîlerinin ve rasûllerinin hakkı için (hürmetine) (senden istiyorum ey rabbim!) şeklinde söz söylenmesini hoş görmüyorum (kerîh görüyorum).”. Çünkü yaratılmışın yaratan üzerinde hiçbir hakkı yoktur.” Hanefi ulemasına göre buradaki kerahat, kerâheti tahrîmiyye yâni harama yakın kerâhettir. İbn ‘Âbidîn başta olmak üzere birçok Hanefi alim bunu ifade etmişlerdir. Bk. Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr (9/567-568, terc. 15/469).
Son olarak, farklı hiçbir sesi duymaya karşı tahammül geliştirememiş, doğruyu ve bilgiyi kendi dünyasından ibaret sanan bir anlayışa sahip bu kimselere nasihatimiz öncelikle bu kitabın yalnızca Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnetten naslara dayanılarak, her biri alanında uzman alimlerden oluşan ilmî bir heyet tarafından kaleme alındığını bilmeleri, bilip bilmeden başta alimler olmak üzere Müslümanlar hakkında klişeleşmiş bir takım ifadelerle yargıda bulunmak yerine itiraz etmiş oldukları noktaları dönüp kaynaklarından okuyup öğrenmeleridir. Buna rağmen hakkı kabul etmezlerse şunu bilmeliler ki başta dört mezhep imamı olmak üzere Ehl-i Sünnet alimlerinin akîdesini araştırdıklarında elde edecekleri, bu kitapta yer alan bilgilerden başkası olmayacaktır.
Vakit okurlarına saygı ile duyurulur.
ümmülkura