Son zamanlarda, Selefiyye inancını savunan bir kısım müslümanlarca Avrupa'da hazırlanıp basılan ve Türkiye'de de samimi savunucularına rastladığımız bir risaleyi inceleme fırsatı bulduk: 'ULUV RİSALESİ.'
Risalenin hedefi: Kur'ân ve hadisin naslari; sahabe, müctehid imamlar ve diğerlerinin sözleri ile Allah'ın semâda (gökte) olduğunu ispatlamak ve Allah'ın semâda olduğunu itiraf etmeyenleri Cehmiyye, Muharrife yaftaları ile tekfîr etmek.
Risale sahibinin temel zaafı, Kur'ân lisanının uslûb inceliklerinin cahili olmak ve -hiçbirinin esaslı bir tahkikini yapmadan- birtakım nakillerin lafızlarına takılmak, şeklinde özetlenebilir.
Bize göre, anılan risalede serdedilen delillerin en kuvvetlileri gibi görünenler, Mülk sûresinin 15-16. âyetleriyle bir cariyenin azad edilmesiyle ilgili rivayet edilen hadistir.
Okuyucu için Mülk süresindeki âyetlerin doğru yorumunu tefsir kitaplarından elde etmek mümkün olduğundan, biz, biraz daha müşkil (zor) gibi görünen câriye hadisi üzerinde duracağız.
HADİS VE İDDİALAR
Allah'ın semâda olduğuna delil gösterilen hadisin en muteber kaynağı Müslim'in (261) Sahih'i olarak görülüyor. Ayrıca Ahmet b. Hanbel (241), Musned'inde; Nesâî (303) ve Ebu Davûd (275), Sünen'lerinde aynı hadisi rivayet etmişlerdir.
Hadisin Müslim'deki metni şöyledir:
Mu'aviye b. el-Hakem es-Sûlemî (r) anlatıyor: Uhud ve Cevvâniye yörelerinde koyunlarımı otlatan bir cariyem vardı. Birgün onun sürüden bir koyunu kurda kaptırdığını öğrendim. Ben de insanım -her insan gibi ben de üzülürüm.- (Üzüntümden) tuttum, cariyeye bir tokat patlattım. Sonra Resûlullah'a (s) gittim. (Olayı anlattım). Resûlullah (s) beni çok kınadı. Ben de "Ey Allah'ın Resulü, onu âzâd edeyim mi? dedim." "Onu bana getir" diye buyurdu. Cariyeyi O'na getirdim. Resûlullah (s) "Allah nerededir?" diye sordu. Câriye: "Semâdadır" dedi. Resûlullah (r) bu defa "Ben kimim?" dedi. Câriye: "Sen Allah'ın Resulüsün" diye cevap verdi. (Bunun üzerine) Resûlullah (s) "Onu âzâd et, çünkü o mü'mine (inanmış)dir." buyurdu.
Hadisin metni bu.
'Uluv Risalesi sahibinin bu hadisten çıkardığı sonuçlar ise şöyledir:
a) Bir kimsenin imanını kontrol edebilmek için "Allah nerededir?" sorusu sorulabilir.
b) Bu sorunun doğru cevabı "Allah semâdadır" şeklindedir.
c) Bu soruya "Allah semâdadır" cevabını verene "mü'min" denir. Bu cevabı vermeyene veya bundan başka bir cevap verene "mü'min" denmez.
Risalenin başka bir yerinde bu son iddia yeni bir başlıkla tekrarlanır:
"Allah'ın semâda olduğunu kabul etmeyenin tekfiri."
Biraz araştırırsak bu iddiaları geçmişte de savunan selef’in mevcut olduğunu öğreniyoruz. Meselâ, yukarıda ismi verilen Osman b. Sa'id ed-Dârimî (280) bu fikirleri savunan seleftendir.
Günümüzde ise M. Nasıruddin el-Elbânî yukarıda ilk iki şıkta (a ve b) sıralanan iddiaları savunan selefi hadis âlimlerindendir. Ancak Elbânî bu iddialardan hareketle "Allah semâdadır" demeyeni tekfîr etme insafsızlığını göstermemektedir.
Biz ise herhangi bir sonuca varmadan önce sözkonusu hadisi biraz incelemek ihtiyacı duyuyoruz.
HADİSİN TENKİDİ VE İRDELENMESİ
Yukarıda verilen Mu'aviye (r) hadisini iki yönden tenkid ve tahlil etmek gerekmektedir:
a. Hadisin senedinin tenkidi:
Hadisin senedindeki râviler, Yahya b. Ebî Kesîr dışında, hepsi hadisçilerce siqa (sağlam, güvenilir) kişilerdir. Senedde yer alan Yahya b Ebî Kesîr (132) hakkında ise İbn Hacer el-Asqalânî (852) şunları yazmaktadır: "Siqatun, sebetun lâkinnehu yudellisu ve yursilu: Güvenilir, sağlamdır ancak tedlîs ve irsal yapar". Tedlîs, hadis rivayetinde yanıltıcı eksiklikler (karanlık yönler) bırakmaktır. İrsal ise -bazılarına göre- bir ravinin görmediği, buluşmadığı bir kimseden hadis rivayet etmesidir.
Görüldüğü üzere hadisin senedi bütünüyle sağlam ravilerden oluşmamıştır. Ayrıca hadisin, başka sahabelerce aynı lafızlarla rivayet edilmemesi onun âhâd bir rivayet olduğunu ortaya çıkarır. Âhâd haberin ise itikadı konularda hüccet sayılmadığı bilinen bir husustur.
b. Hadis metninin irdelenmesi:
Hadisi metin yönünden incelerken, aynı olayın benzeri başka olaylar olup olmadığını araştırmamız gerekmekteydi. Araştırmamız sonucunda, âzâd edilmek üzere Resûlullah'ın (s) huzuruna getirilen ve Resûlullah (s) tarafından imtihan edildikten sonra âzâd edilmesi emredilen câriye olayının benzerlerini, gene hadis kitaplarında tesbit etmiş bulunuyoruz.
Bu rivayetlerin ravilerini, özelliklerini ve naklettiğimiz Mu'aviye hadisine nazaran benzerlik ve farklılıklarını şöyle özetleyebiliriz:
1) Şerîd b. Suveyd es-Saqafi (r) hadisi: Ebu Davud (275), Dârimi (255) ve Ahmed b. Hanbel (241) tarafından rivayet edilmiştir.
Bu rivayete göre; bizzat Şerîd (r), Habeşli zenci bir câriye getirerek inanmış bir cariyeyi âzâd etmeyi adamış bulunduğunu ve bu cariyeyi âzâd etmek istediğini bildirince Resûlullah (s) "Rabbin kim?" diye sorar. Câriye "Allah" cevabını verir. Resûlullah (s) "Ben kimim?" der. Câriye "Sen Allah'ın Resulüsün" diye cevap verince Hz. Peygamber (s) "Onu âzâd et, çünkü o mü'minedir" buyurur.
Dârimî'nin rivayetinde ise Resûlullah'ın (s) ilk sorusu "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet eder misin?" şeklindedir.
2) Ebu Hureyre (r) hadisi: Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilmiştir.
Bir adam Hz. Peygambere a'cemiyye, zenci bir câriye getirerek mü'mine bir câriye âzâd etmeyi adamış olduğunu söyler. Resûlullah (s) cariyeye "Allah nerededir?" diye sorar. Câriye parmağı ile semâya işaret eder. Resûlullah (s) "Ben kimim?" der. Câriye, parmağıyla önce Resûlullah'a sonra semâya işaret eder. Yani "sen Allah'ın Resulüsün" demek ister. Bunun üzerine Resûlullah (s) "Onu âzâd et" buyurur.
3) Ansârdan bir adamın hadisi: Malik b. Enes (Muvatta) ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmişlerdir.
Bu rivayet, yukarıda verilen Dârimî'nin Şerîd yoluyla aktardığı rivayetin bir benzeridir. Ancak burada Resûlullah (s) tarafından cariyeye üç soru soruluyor: Allah'tan başka ilâh olmadığına, kendisinin Allah'ın Resulü olduğuna ve ölümden sonra dirileceğine şehâdet edip etmediği...Câriye her üç soruya da "Evet" cevabını verince Resûlullah (s) "Onu âzâd et" buyurur.
Şimdi bu üç hadis üzerinde biraz düşünelim:
a) Her hadiste, cariyenin iman durumu tesbit edilmek istenmiş olmasına rağmen hepsinde "Allah nerededir?" sorusu sorulmamıştır. Birinde "Rabbin kim?" diğerinde ise "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet eder misin?" sorusu yer almıştır.
b) Cariyenin Habeşli bir zenci olduğu, Arap olmadığı ve muhtemelen Arapça konuşamadığı anlaşılmaktadır. Bu hususu a'cemiyye kelimesinden ve işaretle cevap vermesinden çıkarabiliyoruz.
c) Ebu Hureyre (r) hadisi ile Müslim'deki Mu'aviye (r) hadisi aynı olayın anlatımı gibi görünüyor. Hatta hadislerin mânâca rivayet edilmesindeki boyutlarını gözönüne alırsak dört rivayetin de aynı olayı anlatmakta olduklarına ihtimal verebiliriz.
HADİSİN MAKUL BİR YORUMU
Yukarıdaki düşünceler ışığında Mu'aviye hadisi'ni yeni ve mâkul bir şekilde anlamamız mümkün olmaktadır. Şöyle ki:
Sahabeden biri, bir koyunun kaybına sebep olan Habeşli cariyesini fena halde döver. Sonra vicdan azabı duyarak pişman olur. Olayı Resûlullah'a (s) anlatarak -zaten mü'mine bir câriye âzâd etmeyi nezretmiş olduğundan- bu cariyeyi mü'mine sıfatıyla âzâd edip edemiyeceğini öğrenmek ister. Resûlullah (s), huzuruna getirttiği cariyeye Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet edip etmediğini sorar, câriye; ya Arapçayı iyi konuşamadığından ya da daha önce yemiş oduğu şiddetli dayaktan ve Resûlullah'ın (s) huzuruna çıkarılmış olmanın verdiği korku ve heyecandan (gerçek sebebi rivayetlerden netleştiremiyoruz) dolayı ancak parmağı ile semâya işaret ederek Allah'ın birliğine şahadetini anlatmaya çalışır. Resûlullah'ın (s) peygamberliğini itiraf için de parmağını önce o'na, sonra semâya yöneltir. Yani "Sen Allah'ın elçisisin" demek ister. (İşaretin bu mânâsı Ebu Hureyre (r) hadisinde açıkça ifade edilmiştir.) Resûlullah (s) da cariyenin bu karşılıklarından, onun putperest olmadığı, muvahhid olduğu sonucuna varır ve kanaatini izhar eder.
Olay böyle mâkul cereyan etmiş olmasına rağmen, nesilden nesile yapılan mânâca şifahi aktarımlar, Mu'aviye (r) hadisindeki diyalogu "Allah nerededir?: Semâdadır." şekline dönüştürmüş olmalıdır.
Hadis kitapları aynı olayı anlattığı halde birbirinden büyük ayrılıklar gösteren anlatımlarla doludur.[Yazarın kitabında buna birçok örnek verilmektedir, Musab]
Kaldı ki hadis şarihleri de Mu'aviye (r) hadisini aynen kabul etmiş oldukları halde ondan antropomorfik (teşbîhî/tecsîmi) bir mânâ çıkarmamışlar, Kur'ân'ın muhkemâtına uygun bir yorumu tercih etmişlerdir.
Nesâî'nin şerhinde Nevevî (676)'den şunlar aktarılmaktadır:
"...Bu hadisten murâd cariyenin muvahhid olup olmadığını anlamaktır. (...) Namaz kılanın Kabe'ye yöneldiği gibi dua eden de semâya yönelir. Allah yalnız Kabe'de olmadığı gibi yalnız semâda da değildir. Ancak Kabe namaz kılanın kıblesidir, semâ ise dua edenin. (...)
Kadı İyad dedi ki: 'Fakih olsun, tahkik ehli olsun, taklid ehli olsun müslümanlarca, Allah'ın semâda olduğu zahir manâsıyla varid olan ifadeler (Mülk sûresinin 16-17. âyetleri ve benzerlerinde olduğu gibi) zahiri üzere alınmazlar. Aksine bunlar te'vile muhtaçtırlar.'"
SONUÇ
Böylece, bazı kesimlerde Selefîlik güzel ismiyle nasıl katı bir nasçılığın ve müsamahasızlığın savunulduğunu örneklemiş bulunuyoruz. Bizce böyle bir zihniyetin temelinde iki zaaf yatmaktadır:
1) Kur'ân-dışı rivayetlerin metinlerini de Kur'ân gibi kesin ve değişmemiş sanmak,
2) Bu metinlerin yorumları yapılırken Kur'ân'ın muhkemâtına başvurmamak; aklı ve tefekkürü ise devreye hiç sokmamak.
Kısaca "basiretsizlik ve katı nakilcilik" diyebileceğimiz bu zihniyetin temsilcileri kendilerine hangi güzel ismi verirlerse versinler hatalarıyla daima İslâm'a zarar vereceklerdir. Bazı büyük âlim ve şahsiyetleri kendilerine selef gösterseler bile. (Biz selef olarak gösterilen birçok âlimi bu taassuptan tenzih ediyoruz.)
Bununla beraber Selefîlik -herşeye rağmen- toplumumuzdaki diğer taassup odaklarına nazaran çok daha seviyeli ve samimi bir akım olarak görülmektedir.
Ne var ki düşünce ve tefekkürde belli bir noktadan sonra onlar da katılaşmakta ve kendi çizgilerinde olmayan kimseleri -tekfîre kadar varan- ithamlarla suçlamaktadırlar.
Bir idealin ismi ne kadar güzel olursa olsun eğer müsemmâ isme uymuyorsa o ideal yozlaşmaya mahkûmdur. Her isim veya slogan karşısında bu espiriyi aklımızdan çıkarmadan tavır almalıyız.
Şunu da unutmayalım ki İslâm'ın gerçekten insanî olan müsamaha alanını daraltmaya hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur.
Risalenin hedefi: Kur'ân ve hadisin naslari; sahabe, müctehid imamlar ve diğerlerinin sözleri ile Allah'ın semâda (gökte) olduğunu ispatlamak ve Allah'ın semâda olduğunu itiraf etmeyenleri Cehmiyye, Muharrife yaftaları ile tekfîr etmek.
Risale sahibinin temel zaafı, Kur'ân lisanının uslûb inceliklerinin cahili olmak ve -hiçbirinin esaslı bir tahkikini yapmadan- birtakım nakillerin lafızlarına takılmak, şeklinde özetlenebilir.
Bize göre, anılan risalede serdedilen delillerin en kuvvetlileri gibi görünenler, Mülk sûresinin 15-16. âyetleriyle bir cariyenin azad edilmesiyle ilgili rivayet edilen hadistir.
Okuyucu için Mülk süresindeki âyetlerin doğru yorumunu tefsir kitaplarından elde etmek mümkün olduğundan, biz, biraz daha müşkil (zor) gibi görünen câriye hadisi üzerinde duracağız.
HADİS VE İDDİALAR
Allah'ın semâda olduğuna delil gösterilen hadisin en muteber kaynağı Müslim'in (261) Sahih'i olarak görülüyor. Ayrıca Ahmet b. Hanbel (241), Musned'inde; Nesâî (303) ve Ebu Davûd (275), Sünen'lerinde aynı hadisi rivayet etmişlerdir.
Hadisin Müslim'deki metni şöyledir:
Mu'aviye b. el-Hakem es-Sûlemî (r) anlatıyor: Uhud ve Cevvâniye yörelerinde koyunlarımı otlatan bir cariyem vardı. Birgün onun sürüden bir koyunu kurda kaptırdığını öğrendim. Ben de insanım -her insan gibi ben de üzülürüm.- (Üzüntümden) tuttum, cariyeye bir tokat patlattım. Sonra Resûlullah'a (s) gittim. (Olayı anlattım). Resûlullah (s) beni çok kınadı. Ben de "Ey Allah'ın Resulü, onu âzâd edeyim mi? dedim." "Onu bana getir" diye buyurdu. Cariyeyi O'na getirdim. Resûlullah (s) "Allah nerededir?" diye sordu. Câriye: "Semâdadır" dedi. Resûlullah (r) bu defa "Ben kimim?" dedi. Câriye: "Sen Allah'ın Resulüsün" diye cevap verdi. (Bunun üzerine) Resûlullah (s) "Onu âzâd et, çünkü o mü'mine (inanmış)dir." buyurdu.
Hadisin metni bu.
'Uluv Risalesi sahibinin bu hadisten çıkardığı sonuçlar ise şöyledir:
a) Bir kimsenin imanını kontrol edebilmek için "Allah nerededir?" sorusu sorulabilir.
b) Bu sorunun doğru cevabı "Allah semâdadır" şeklindedir.
c) Bu soruya "Allah semâdadır" cevabını verene "mü'min" denir. Bu cevabı vermeyene veya bundan başka bir cevap verene "mü'min" denmez.
Risalenin başka bir yerinde bu son iddia yeni bir başlıkla tekrarlanır:
"Allah'ın semâda olduğunu kabul etmeyenin tekfiri."
Biraz araştırırsak bu iddiaları geçmişte de savunan selef’in mevcut olduğunu öğreniyoruz. Meselâ, yukarıda ismi verilen Osman b. Sa'id ed-Dârimî (280) bu fikirleri savunan seleftendir.
Günümüzde ise M. Nasıruddin el-Elbânî yukarıda ilk iki şıkta (a ve b) sıralanan iddiaları savunan selefi hadis âlimlerindendir. Ancak Elbânî bu iddialardan hareketle "Allah semâdadır" demeyeni tekfîr etme insafsızlığını göstermemektedir.
Biz ise herhangi bir sonuca varmadan önce sözkonusu hadisi biraz incelemek ihtiyacı duyuyoruz.
HADİSİN TENKİDİ VE İRDELENMESİ
Yukarıda verilen Mu'aviye (r) hadisini iki yönden tenkid ve tahlil etmek gerekmektedir:
a. Hadisin senedinin tenkidi:
Hadisin senedindeki râviler, Yahya b. Ebî Kesîr dışında, hepsi hadisçilerce siqa (sağlam, güvenilir) kişilerdir. Senedde yer alan Yahya b Ebî Kesîr (132) hakkında ise İbn Hacer el-Asqalânî (852) şunları yazmaktadır: "Siqatun, sebetun lâkinnehu yudellisu ve yursilu: Güvenilir, sağlamdır ancak tedlîs ve irsal yapar". Tedlîs, hadis rivayetinde yanıltıcı eksiklikler (karanlık yönler) bırakmaktır. İrsal ise -bazılarına göre- bir ravinin görmediği, buluşmadığı bir kimseden hadis rivayet etmesidir.
Görüldüğü üzere hadisin senedi bütünüyle sağlam ravilerden oluşmamıştır. Ayrıca hadisin, başka sahabelerce aynı lafızlarla rivayet edilmemesi onun âhâd bir rivayet olduğunu ortaya çıkarır. Âhâd haberin ise itikadı konularda hüccet sayılmadığı bilinen bir husustur.
b. Hadis metninin irdelenmesi:
Hadisi metin yönünden incelerken, aynı olayın benzeri başka olaylar olup olmadığını araştırmamız gerekmekteydi. Araştırmamız sonucunda, âzâd edilmek üzere Resûlullah'ın (s) huzuruna getirilen ve Resûlullah (s) tarafından imtihan edildikten sonra âzâd edilmesi emredilen câriye olayının benzerlerini, gene hadis kitaplarında tesbit etmiş bulunuyoruz.
Bu rivayetlerin ravilerini, özelliklerini ve naklettiğimiz Mu'aviye hadisine nazaran benzerlik ve farklılıklarını şöyle özetleyebiliriz:
1) Şerîd b. Suveyd es-Saqafi (r) hadisi: Ebu Davud (275), Dârimi (255) ve Ahmed b. Hanbel (241) tarafından rivayet edilmiştir.
Bu rivayete göre; bizzat Şerîd (r), Habeşli zenci bir câriye getirerek inanmış bir cariyeyi âzâd etmeyi adamış bulunduğunu ve bu cariyeyi âzâd etmek istediğini bildirince Resûlullah (s) "Rabbin kim?" diye sorar. Câriye "Allah" cevabını verir. Resûlullah (s) "Ben kimim?" der. Câriye "Sen Allah'ın Resulüsün" diye cevap verince Hz. Peygamber (s) "Onu âzâd et, çünkü o mü'minedir" buyurur.
Dârimî'nin rivayetinde ise Resûlullah'ın (s) ilk sorusu "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet eder misin?" şeklindedir.
2) Ebu Hureyre (r) hadisi: Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilmiştir.
Bir adam Hz. Peygambere a'cemiyye, zenci bir câriye getirerek mü'mine bir câriye âzâd etmeyi adamış olduğunu söyler. Resûlullah (s) cariyeye "Allah nerededir?" diye sorar. Câriye parmağı ile semâya işaret eder. Resûlullah (s) "Ben kimim?" der. Câriye, parmağıyla önce Resûlullah'a sonra semâya işaret eder. Yani "sen Allah'ın Resulüsün" demek ister. Bunun üzerine Resûlullah (s) "Onu âzâd et" buyurur.
3) Ansârdan bir adamın hadisi: Malik b. Enes (Muvatta) ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmişlerdir.
Bu rivayet, yukarıda verilen Dârimî'nin Şerîd yoluyla aktardığı rivayetin bir benzeridir. Ancak burada Resûlullah (s) tarafından cariyeye üç soru soruluyor: Allah'tan başka ilâh olmadığına, kendisinin Allah'ın Resulü olduğuna ve ölümden sonra dirileceğine şehâdet edip etmediği...Câriye her üç soruya da "Evet" cevabını verince Resûlullah (s) "Onu âzâd et" buyurur.
Şimdi bu üç hadis üzerinde biraz düşünelim:
a) Her hadiste, cariyenin iman durumu tesbit edilmek istenmiş olmasına rağmen hepsinde "Allah nerededir?" sorusu sorulmamıştır. Birinde "Rabbin kim?" diğerinde ise "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet eder misin?" sorusu yer almıştır.
b) Cariyenin Habeşli bir zenci olduğu, Arap olmadığı ve muhtemelen Arapça konuşamadığı anlaşılmaktadır. Bu hususu a'cemiyye kelimesinden ve işaretle cevap vermesinden çıkarabiliyoruz.
c) Ebu Hureyre (r) hadisi ile Müslim'deki Mu'aviye (r) hadisi aynı olayın anlatımı gibi görünüyor. Hatta hadislerin mânâca rivayet edilmesindeki boyutlarını gözönüne alırsak dört rivayetin de aynı olayı anlatmakta olduklarına ihtimal verebiliriz.
HADİSİN MAKUL BİR YORUMU
Yukarıdaki düşünceler ışığında Mu'aviye hadisi'ni yeni ve mâkul bir şekilde anlamamız mümkün olmaktadır. Şöyle ki:
Sahabeden biri, bir koyunun kaybına sebep olan Habeşli cariyesini fena halde döver. Sonra vicdan azabı duyarak pişman olur. Olayı Resûlullah'a (s) anlatarak -zaten mü'mine bir câriye âzâd etmeyi nezretmiş olduğundan- bu cariyeyi mü'mine sıfatıyla âzâd edip edemiyeceğini öğrenmek ister. Resûlullah (s), huzuruna getirttiği cariyeye Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet edip etmediğini sorar, câriye; ya Arapçayı iyi konuşamadığından ya da daha önce yemiş oduğu şiddetli dayaktan ve Resûlullah'ın (s) huzuruna çıkarılmış olmanın verdiği korku ve heyecandan (gerçek sebebi rivayetlerden netleştiremiyoruz) dolayı ancak parmağı ile semâya işaret ederek Allah'ın birliğine şahadetini anlatmaya çalışır. Resûlullah'ın (s) peygamberliğini itiraf için de parmağını önce o'na, sonra semâya yöneltir. Yani "Sen Allah'ın elçisisin" demek ister. (İşaretin bu mânâsı Ebu Hureyre (r) hadisinde açıkça ifade edilmiştir.) Resûlullah (s) da cariyenin bu karşılıklarından, onun putperest olmadığı, muvahhid olduğu sonucuna varır ve kanaatini izhar eder.
Olay böyle mâkul cereyan etmiş olmasına rağmen, nesilden nesile yapılan mânâca şifahi aktarımlar, Mu'aviye (r) hadisindeki diyalogu "Allah nerededir?: Semâdadır." şekline dönüştürmüş olmalıdır.
Hadis kitapları aynı olayı anlattığı halde birbirinden büyük ayrılıklar gösteren anlatımlarla doludur.[Yazarın kitabında buna birçok örnek verilmektedir, Musab]
Kaldı ki hadis şarihleri de Mu'aviye (r) hadisini aynen kabul etmiş oldukları halde ondan antropomorfik (teşbîhî/tecsîmi) bir mânâ çıkarmamışlar, Kur'ân'ın muhkemâtına uygun bir yorumu tercih etmişlerdir.
Nesâî'nin şerhinde Nevevî (676)'den şunlar aktarılmaktadır:
"...Bu hadisten murâd cariyenin muvahhid olup olmadığını anlamaktır. (...) Namaz kılanın Kabe'ye yöneldiği gibi dua eden de semâya yönelir. Allah yalnız Kabe'de olmadığı gibi yalnız semâda da değildir. Ancak Kabe namaz kılanın kıblesidir, semâ ise dua edenin. (...)
Kadı İyad dedi ki: 'Fakih olsun, tahkik ehli olsun, taklid ehli olsun müslümanlarca, Allah'ın semâda olduğu zahir manâsıyla varid olan ifadeler (Mülk sûresinin 16-17. âyetleri ve benzerlerinde olduğu gibi) zahiri üzere alınmazlar. Aksine bunlar te'vile muhtaçtırlar.'"
SONUÇ
Böylece, bazı kesimlerde Selefîlik güzel ismiyle nasıl katı bir nasçılığın ve müsamahasızlığın savunulduğunu örneklemiş bulunuyoruz. Bizce böyle bir zihniyetin temelinde iki zaaf yatmaktadır:
1) Kur'ân-dışı rivayetlerin metinlerini de Kur'ân gibi kesin ve değişmemiş sanmak,
2) Bu metinlerin yorumları yapılırken Kur'ân'ın muhkemâtına başvurmamak; aklı ve tefekkürü ise devreye hiç sokmamak.
Kısaca "basiretsizlik ve katı nakilcilik" diyebileceğimiz bu zihniyetin temsilcileri kendilerine hangi güzel ismi verirlerse versinler hatalarıyla daima İslâm'a zarar vereceklerdir. Bazı büyük âlim ve şahsiyetleri kendilerine selef gösterseler bile. (Biz selef olarak gösterilen birçok âlimi bu taassuptan tenzih ediyoruz.)
Bununla beraber Selefîlik -herşeye rağmen- toplumumuzdaki diğer taassup odaklarına nazaran çok daha seviyeli ve samimi bir akım olarak görülmektedir.
Ne var ki düşünce ve tefekkürde belli bir noktadan sonra onlar da katılaşmakta ve kendi çizgilerinde olmayan kimseleri -tekfîre kadar varan- ithamlarla suçlamaktadırlar.
Bir idealin ismi ne kadar güzel olursa olsun eğer müsemmâ isme uymuyorsa o ideal yozlaşmaya mahkûmdur. Her isim veya slogan karşısında bu espiriyi aklımızdan çıkarmadan tavır almalıyız.
Şunu da unutmayalım ki İslâm'ın gerçekten insanî olan müsamaha alanını daraltmaya hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur.